Tumgik
inancimiz · 8 years
Photo
Tumblr media
Rızık, Şirk-Küfür ve Şefaat
Rızık Nedir?
Sözlükte azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey anlamına gelen rızk, terim olarak, Yüce Allâh’ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey demektir. Buna göre rızk, helal olabileceği gibi, haram da olabilir.
Rızk konusunda benimsenen temel prensipler şunlardır:
Rızkı yaratan ve veren ancak Allâh’dır. Kur’an’da, “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın…” (Hud 11/6) buyurulmaktadır. Başka bir ayette de Allah’ın, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını daralttığı ifade edilmektedir (Şûra 42/12). Kul, Allâh’ın evrende geçerli tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak için tercihlerde bulunur. Allâh da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını yaratır. Allâh’ın yegane rızk veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı, yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmayı gerektirmez.
Haram olan şey de, rızk kapsamındadır. Fakat Allâh’ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızası yoktur. Kur’an’da, “Artık Allâh’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızklardan yeyin…” (Nahl 16/114) buyurularak, helal yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.
Herkes kendi rızkını yer; hiç kimse başkasının rızkını yiyemez.
Şirk ile küfür arasında ne gibi fark vardır?
Küfür Hz. Peygamber’in Allâh’tan getirdiği kesinlikle sabit olan dini esaslardan bir veya bir kaçını inkar etmek demektir. Şirk ise Allâh Teâlâ’nın varlığını kabul etmekle birlikte, ilahlığında, isim, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı olduğuna inanmak, yahut Allah ile birlikte başka bir varlığı ya da varlıklara ibadet etmektir.
Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Şirk Allâh’a, zat, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen bir takım inançların kabulü ile gerçekleşir.
Büyük günah işleyen kimsenin iman açısından durumu nedir?
İslâmî esaslara eksiksiz olarak inandığı halde, çeşitli sebeplerle, şirk, küfür ve münafıklık dışındaki büyük günahlardan birini işleyen kimse, işlediği günahı helal saymıyorsa mümindir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allâh böyle bir kimseyi ahirette dilerse affeder, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Cezasını çektikten sonra cennete girer.
Şefaat ne demektir?
Sözlükte bir başkasını desteklemek üzere ona katılmak, yardımcı olmak ve aracılık yapmak gibi manalara gelen şefaat, dinî bir terim olarak, ahirette günahkar müminlerin affedilmesi, günahı olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ya da Allah’ın izin vereceği özel kişilerin, Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri ve günahlarının bağışlanmasını istemeleri demektir. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat etmesi veya Allah’ın razı olmadığı birine şefaatte bulunması mümkün değildir. “O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz” (Yunus 10/3), “Onlar Allah’ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaatçi olmazlar” (Enbiya 21/28). Kafir, müşrik ve münafıklar için şefaat söz konusu değildir. “Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessir, 74/48; En’an 6/51) Hz. Peygamber bir hadislerinde ümmetinin günahkârlarına şefaat edeceğini haber vermiştir (Tirmizî, Kıyamet 11, İbni Mace, Zühd, 37).
Hz. Peygamber’in bir de genel ve kapsamlı bir şefaati olacaktır. Mahşerde bütün insanlar heyecan ve ıstırap içinde bulundukları bir sırada bunların hesaplarının bir an önce görülmesi için Hz. Peygamber’den şefaat dileyeceklerdir. Buna “şefaat-i uzma” (büyük şefaat) adı verilir. Hz. Peygamber’in bu anlamdaki şefaat yetkisi Kur’an’da “Makam-ı Mahmud” (övülen makam) adıyla anılır.
0 notes
inancimiz · 8 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Peygamberlere İmanın Önemi
Peygamberlere iman ne demektir?
Yüce Allâh, insanlara kendi içlerinden seçtiği son derece yetkin insanlar aracılığıyla dinini bildirmiştir. Bu kimselere “peygamber” denir ki Allâh ile kulları arasında bir elçi demektir.
Peygamberlik, Allâh’ın insanlardan dilediğine verdiği bir görevdir. Çalışmakla elde edilmez. İlk Peygamber, Hz. Adem son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) dır. Bu ikisinin arasında, her millete kendi diliyle konuşan peygamberler gönderilmiştir. Sayılarını Allâh’tan başka kimse bilmez. Bunlardan bir kısmının adı Kur’an’da geçmektedir.
Peygamberler de insandır. Bu bakımdan yeme, içme, uyuma, dinlenme, evlenme, hastalanma gibi beşeri hususlarda diğer insanlarla aralarında bir fark yoktur. Bunlar peygamberler için bir eksiklik değildir. Ancak hepsinde mutlaka bulunması gereken ortak nitelikler şunlardır. Sıdk (doğruluk), emanet (güvenilir olma), fetanet (çok zeki ve akıllı olmak), tebliğ (bildirmekle yükümlü bulundukları hükümleri insanlara anlatmak), ismet (günahsız olmak). Peygamberlerin, peygamberliğini insanlara ispatlamak için Allâh kendilerine mucizeler vermiştir. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’e de böyle pek çok mucize verilmiştir. Fakat O’nun en büyük ve sürekli mucizesi, hiç şüphesiz ki Kur’an’dır.
Mucize nedir?
Sözlükte aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsızlık veren iş anlamlarına gelen mucize, dini bir terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları, peygamberlik iddiasında bulunan zattan adetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir. Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler. Herhangi bir olayın mucize olabilmesi için onun nübüvvet görevi verilmiş kişilerin elinde ortaya çıkması gerekir. Mucize gerçekte Allah’ın fiilidir, “peygamber mucizesi” denilmesi mecazîdir. Mucizenin, tabiat kanunlarının çok üstünde ve onlara aykırı olması, iddiaya uygun olarak ortaya konulması, bir yalanlama ya da inkârdan sonra meydana gelmesi ve insanoğlunun aciz kaldığı bir olay türünden gerçekleşmesi gerekir.
Peygambere verilen mucizeler, bir yönüyle imanın temel esaslarından olan nübüvvetle, diğer yönüyle de vahiy ile alâkalıdır. Dolayısıyla mucizeye inanmak gerekir: “Dediler ki: ‘Ona, Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!’. De ki: ‘Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut, 29/50) Muceze akıl bakımından da imkansız değildir. Çünkü her an insanın çevresinde meydana gelen olaylar ve hayatın her alanı mucizelerle doludur. Varlıkların yaratılmaları, ömürleri tamamlanınca yok olmaları ve hayatın kesintisiz olarak devam etmesi bunun en güzel örneğidir. Sürekli müşahede ettiğimiz ve bu nedenle değişmez sandığımız tabiat kanunlarını var eden Allâh’tır. Allâh bu kanunları dilediği zaman, peygamberlerinin peygamberliklerini ispat için değiştirebilir. Bu durumda mucizenin vukuu için aklî bir engel yoktur.
Mucize çeşitleri nelerdir?
Hz. Peygamber’in nübüvveti esnasında ortaya koyduğu mucizeler, manevî (aklî),  hissî (maddî) ve haberî olmak üzere üç şekilde sınıflandırılmıştır. Manevî mucizeye en büyük örnek Kur’an’dır. Çünkü Kur’an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer doğru söyleyenler iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).” (Bakara, 2/23). Bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mucize verilmiş olmasın. Bana mucize olarak verilen ise ancak Allah’ın bana vahyettiğidir.” (Buhârî, İ’tisâm, 1). Hissî mucize olarak, Ay’ın ikiye bölünmesi, Hz. Peygamber’in parmaklarının arasından suyun akması, bir ziyafet esnasında zehirlenmek istenince olaydan haberdar olması, bir hurma kütüğünün teessürünü inilti şeklinde duyurması; haberî mucizeler için de Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethi, İslam’ın tebliği ve meydana gelen savaşlarla ilgili açıkladıkları olay ve haberler örnek olarak gösterilebilir.
0 notes
inancimiz · 8 years
Photo
Tumblr media
İstanbul’un Dini Sembollerinden Biri: Ayasofya
Bu yazımda sizlere Hristiyan inancına sahip insanlar için önemli bir yer olarak kabul gören ve zamanın dini sembolleri arasında yer alan Ayasofya’dan bahsedeceğim.
En çok ziyaret edilen müzeler arasında yer alan Ayasofya; sanat ve mimarlık tarihi bakımından dünyanın en önde gelen anıtlardan biri olup, dünyanın 8. harikası olarak gösterilmektedir. Bu yapı daha 6.yy’da Doğu Romalı Philon tarafından da, dünyanın 8.incisi harikası olarak nitelendirilmiştir.
Mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden ilk ve son ünik uygulama olarak görülen Ayasofya, Osmanlı camilerine fikir bazında da olsa esin kaynağı olmuş, doğu-batı sentezinin bir ürünüdür. Bu eser dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer almaktadır. Bu nedenle, Ayasofya, tarihi geçmişinin yanı sıra, mimarisi, mozaikleri ve Türk çağı yapıları ile yüzyıllar boyunca tüm insanlığın ilgisini çekmiştir.
Ayasofya 916 yıl kilise, 481 yıl cami olmuş, 1935`ten bu yana müze olarak tarihi işlevini sürdürmektedir. Bizans tarihçileri (Theophanes, Nikephoros, Gramerci Leon) ilk Ayasofya`nın İmparator I. Konstantinos (324-337) zamanında yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Bazilika planlı, ahşap çatılı bu yapı, bir ayaklanma sonunda yanmıştır. Bu yapıdan hiçbir kalıntı günümüze gelmemiştir.
İmparator II. Theodosius, Ayasofya`yı ikinci defa yaptırmış ve 415`te ibadete açmıştır. Yine bazilika planlı bu yapı 532de Nika ihtilali sırasında yanmıştır. 1936 yılında yapılan kazılarda bununla ilgili bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır. Bunlar mabede girişi gösteren basamaklar, sütunlar, başlıklar, çeşitli mimari parçalardır.
İmparator Iustinianus (527-565) ilk iki Ayasofya`dan daha büyük bir kilise yaptırmak istemiş, çağın ünlü mimarlarından Miletos`lu İsidoros ve Tralles`i Anthemios`a günümüze ulaşan Ayasofya`yı yaptırmıştır. Anadolu`nun antik şehir kalıntılarından sütunlar, başlıklar, mermerler ve renkli taşlar Ayasofya`da kullanılmak üzere İstanbul`a getirilmiştir.
Ayasofya`nın yapımına 23 Aralık 532`de başlanmış, 27 Aralık 537`de tamamlanmıştır. Mimari yönden incelendiğinde büyük bir orta mekân, iki yan mekân (nef), absis, iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. İç mekân, 100 x 70 m. ölçüsünde olup, üzeri dört büyük ayağın taşıdığı 55 m. yüksekliğinde, 30,31 m. çapında kubbe ile örtülmüştür.
Ayasofya`nın mimarisinin yanı sıra mozaikleri de büyük önem taşımaktadır. En eski mozaikler iç narteks ve yan neflerde altın yaldızlı geometrik ve bitkisel motifli olan mozaiklerdir. Figürlü mozaikler IX.-XII. yüzyıllarda yapılmıştır. Bunlar İmparator kapısı üzerinde, absiste, çıkış kapısı üzerinde ve üst kat galeride görülmektedir.
Ayasofya İstanbul`un fethi ile birlikte başlayan Türk döneminde çeşitli onarımlar görmüştür. Mihrap çevresi, Türk çini sanatı ve Türk yazı sanatının en güzel örneklerini içerir. Bunlardan kubbedeki ünlü Türk hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi`nin Kuran`dan alınma bir suresi ile 7.50 m. çapındaki yuvarlak levhalar en ilgi çekici olanıdır. Bu levhalarda, Allah, Muhammed, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Ebu Bekir,
Hüseyin`in isimleri yazılıdır. Mihrabın yan duvarlarında ise Osmanlı padişahlarının yazıp buraya hediye ettiği levhalar vardır. Sultan II. Selim, Sultan III. Mehmet, Sultan III. Murat ve şehzadelerin türbeleri, Sultan I. Mahmut`un şadırvanı, sıbyan mektebi, imareti, kütüphanesi, Sultan Abdülmecid`in hünkar mahfeli, muvakkithanesi, Ayasofya`daki Türk çağı örnekleri olup türbeler, iç donanımı, çinileri ve mimarisiyle klasik Osmanlı türbe geleneğinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır.
0 notes
inancimiz · 8 years
Text
Domuz Eti Üzerine Açılan Tartışma
Vay efendim, Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, “Domuz eti yemek haramdır” diye nasıl demeç verirmiş. Laik bir devletin görevlisi Diyanet İşleri Başkanı nasıl böyle konuşurmuş?Koç gündür bazı çevrelerde bu tartışılıyor.
Niye konuşmasın?
Altıkulaç, devlet memuru. Görevi Diyanet İşleri Başkanlığı. Yani, halkının yüzde 99 onda 9’u Müslüman olan bir ülkenin en büyük din görevlisi. Adam, İslam’ın kurallarına aykırı bir şey görürse uyarmayacak mı? Uyarmazsa görevini yapmamış olur. İslamın kutsal kitabı nedir? Kuran… Kuran ne diyor? “Domuz eti yemek haramdır!” diyor.
‘Halkının yüzde 99 onda 9’u Müslüman olan bir. Ülkenin, bir başka devlet kuruluşu olan TRT televizyonunda bir adam ne diyor?
“‘Ben domuz eti yiyorum, bunda hiçbir sakınca yok!”
Demesin mi?
Bize kalırsa desin…
Ama izin verin de, bundan sonra da Diyanet İşleri Başkanı “‘Domuz eti haramdır” diye demeç verebilsin.
Biz, domuz eti yiyenlerden değiliz.
Kimseye de “Niye domuz eti yiyorsunuz?” diye karışmayız.
Kimseye de “Aman domuz eti ye!” demeyiz.
Kimsenin yediğine içtiğine karışmayız.
Ama Sayın Altıkulaç “Biz” değildir.
Bu ülkenin Diyanet İşleri “Başkanıdır.
Onun görevi, en azından İslam’ın kurallarını hatırlatmaktır.
Ne diyor Diyanet İşleri Başkanı:
“Domuz, çok hırslı ve obur bir hayvandır. Acıkınca, leş, fare ve kendi pisliği dâhil her şeyi yer. Bu beslenme özellikleri nedeniyle de etinde insan sağlığı için tehlikeli birçok parazitleri taşır. Diğer hayvan etlerine oranla domuzun eti ve yağı çok zor hazmedilir. Domuz eti ile beslenen insanların da bu hayvandan aynı özellikleri aldıkları dünkü ve bugünkü bilim adamlarının dikkatlerinden kaçmamıştır.
Trişinoz, domuz şeridi, samonallazlar, teptospirozlar, toxoplazmoz gibi tehlikeli hastalıklar domuzun beden yapısı ve beslenme özellikleri nedeniyle domuz eti yiyen in-sanların sağlığını ciddi biçimde tehdit eden parazitler veya hastalıklardır. Bu hastalıklar, alman çeşitli modem sıhhi tedbirlere rağmen, önlenememekte, buna karşılık domuz eti yemeyen insanların yaşadığı İslam ülkelerinde görülmemektedir.
Domuz yağının insan denen canlı organizmanın cinsel hayatında son derece önemli fonksiyonları olduğu bilinen E vitaminini tahrip ettiği, böylece cinsel hormonların düzenlenmesinde bozuklukların ortaya çıktığı bazı bilim adamlarınca ileri sürülmektedir.
İslam’dan önceki semavi dinlerle bazı batıl dinler de domuz etini haram kılmıştır. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Tevrat ve İncil’deki ilahi naslarla yasaklanan domuz etini yememişlerdir. Yahudiler, bugün de Tevrat’ta geçen bu yasağa uyarak domuz eti yemezler. Bu yasağa ilk Hıristiyanlar da uymuşlardır. Domuz eti yemeye alışık olan Romalılarla, Yunanlıların Hıristiyan olmasından sonra Hıristiyanlar arasında domuz eti yemenin yaygınlaştığı anlaşılmaktadır.
Hak dinlerinin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslam dini domuz etini yemeyi açık ve kesin bir surette yasaklamıştır. Bu kesin yasak, Kuran’ı Kerim’in Bakara: 173, Mai-de: 3, Enam: 145 ve Nahl 115 numaralı ayetleri ile sabittir.”
Sen çıkıp halkının yüzde 99 onda 9’u Müslüman olan bir ülkenin televizyonunda domuz etinin lehinde konuşursan o ülkenin Diyanet İşleri ‘Başkanı buna yanıt vermeyecek mi?
Vazgeçelim bu kafadan…
Bu kafa bir zamanlar namaz kılıp oruç tutanlara ikinci sınıf vatandaş gözüyle bakan kafadır.
Bu kafa, elinde “Yobaz damgası” önüne gelene bu damgayı vuran kafadır.
Bu kafa kilise çanlarına kulak tıkayıp sabah ezanlarından rahatsız olan kafadır.
Bu kafa Paris’e, Roma’ya, Bulgaristan’a, Romanya’ya giderken, hacılara karşı çıkıp “Memleketin dövizi” diye safsata yapan kafalardır.
Eğer bu ülkenin Paris’e Roma’ya gidenlere verilecek dövizi varsa, hacca gidenlere de verilecek dövizi olması gerekir. Ya hep, ya hiç!
Necmettin Hoca durup dururken ortaya çıkıp 1 milyon oyu devşirip kotarmadı.
Hep bu kafa yüzünden devşirip kotardı.
Ham sofuluğa da karşıyız, böyle ham yobazlığa da… Yobaz dediğin ille de çember sakallı elinde ibrik, gözleri devriklerden çıkmaz.
Bu kafalardan da yobaz çıkar.
Hem de yobazın âlâsı…
0 notes
inancimiz · 8 years
Photo
Tumblr media
Sosyolojik Yaklaşımsal Olarak Dinin Yeri
Dini bir söyleşiden sizler için hazırladığım bu yazıda soru cevap şeklinde gelişmiş veya gelişmekte olan toplumlardaki bireyler arasındaki diyalogun öneminden ve toplumlar arası etkileşiminin din bağlamında değerlendirilmesini inceleyeceğiz.
Sosyolojik bir perspektiften baktığımızda Ramazan’ın toplumsal işlevi nedir? Kimlik kurucu, toplumsalı inşa eden, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren, toplumsal bağları güçlendiren… bir işlevden bahsedebilir miyiz?
Hac ibadeti, Cuma ve Bayram namazları gibi Ramazan’ın da evrensel anlamda hem kimlik kurucu, toplumsalı inşa eden, hem de toplumsal bağları güçlendirdiğinden söz edebiliriz. Ben şahsen çalışmalarımda Ramazan’ı her yıl iradelerimizi eğitmek ve ilişkilerimizi tanzim etmek için kayıt yaptırıp talebe olduğumuz bir aylık ilahî bir mektep, bir okul, yoğunlaştırılmış bir kurs gibi ele alırım. Bu mektebin oldukça yoğun bir programı, müfredatı olduğunu hepimiz biliyoruz. İmsakıyla, iftarıyla, teravihiyle, orucuyla, fitre ve zekatıyla, kadir gecesiyle ve nihayet bayramıyla programın her bir unsurunda sadece iç dünyamızı değil, toplumsal ilişkilerimizi de düzenleyen önemli faktörler vardır. Oruç tutmayanlar dahi karneleri zayıf da olsa bu mektebin öğrencileri olmaktan kendilerini çıkaramazlar.
Son yıllardaki Ramazan etkinliklerini şekilsel bulan ve Ramazan’ın içeriğinin boşaltıldığını ileri süren eleştiriler yapılıyor. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?
Bu eleştirilere katılmıyorum ama bu eleştirilerin daha yüksek seviyede devam etmesini istiyorum. Katılmıyorum çünkü mübah dairesinin geniş tutulmasını, Ramazan’ın sevinci ve coşkusunun çocuklarımızı ve gençlerimizi kuşatmasını önemsiyorum. İbaha dairesinde gerçekleştirilen etkinliklerin çok tabii ve insanî olduğunu düşünüyorum. Ruhbaniyeti andıran dindarlığın İslâm’da olmadığını hatırlatmak isterim. Eleştirileri de önemsiyorum zira ibadetleri festivale dönüştürme ihtimallerini zihinde diri tutmak gerekir.
Ramazan ve medya ilişkisine bakacak olursak, dinin her türlü kamusal görünümünü büyük oranda geri plana itmeye çalışan bazı medya organlarının, Ramazan ayında farklı bir tavır sergilemelerini nasıl anlamak lazım?
Bu ister toplumun böylesi büyük değerlerini karşısına almaktan çekinmekten olsun, ister politik formattaki dindarlıkla apolitik halk dindarlığının arasındaki çizgiyi kalınlaştırma arzusundan, yani “Biz halk dindarlığını kabullenebiliyoruz ve saygı duyuyoruz” mesajı verme arzusundan olsun. İsterse saf reyting arzusundan olsun bunu Ramazan’ın rahmeti, hatta bir hadis hocası olarak şeytanların bağlanması ile izah ediyorum. Burada affedilemeyecek şey daha önce de ifade ettiğim gibi Ramazanın barış ve huzur atmosferinde gerilimlerin askıya alınmasına izin vermeyecek şekilde yayın yapmaktır. Ancak son iki yılda bunun aza indirgendiğini müşahade etmek bizi sevindirmektedir.
1 note · View note
inancimiz · 8 years
Photo
Tumblr media
Komşu Kötü İse Ne Yapmalı
Bu soruya cevaben deriz ki: Asıl mesele, kötü komşu ile geçinmektir.
İyi komşu ile herkes geçinir.  İkramım ve iyiliğini gördüğü komşusuna herkes ikram eder, herkes iyilikte bulunur. Marifet kötü komşuya ikramda bulunmaktır. Kötü komşuya nasıl davranmalı? Yahut kötü komşu ile geçinmek nasıl mümkün olur?
Ondan gelen veya gelmesi muhtemel eziyetlere, sataşmalara sabır ve tahammül göstermek suretiyle mümkündür. Yoksa az önce söylediğimiz gibi iyi komşu ile faydasını gördüğün komşu ile herkes geçinir.  Asıl mesele, asıl marifet kötü komşuyu yola getirmek, onu irşat ve ıslah etmektir.
Sonra, komşunun ufacık, bir hatasını büyütüp mesele haline getirmek, bir Müslümana yakışmaz. Bu kadar eften püften, fındıkkabuğu doldurmayacak şeyleri mesele yapıp komşuya hakaret etmek, onunla kavgaya tutuşmak, ona saldırmak doğru değildir. Komşudan gelen bu ufacık zararları ve tedirginlikleri geçiştirmenin de elbette ki bir çaresi vardır. Ona münasip bir lisanla rahatsız olduğunu, yaptığı hareketlerden tedirgin olduğunu izah edersin. O da utanır, sıkılır ve hatalarını bir daha tekrar etmez, seni rahatsız edecek davranışlardan şiddetle kaçınır. Demek ki bütün mesele, sabır ve tahammül meselesidir. Mesele katlanabilmektedir.
Katlanabilirsen kötü komşu ile bile iyi münasebetler kurabilirsin. Ufak tefek hataları büyültmezsen iyi komşu olabilirsin. Komşunun suçunu af etmek, ona karşı duyduğun kin ve nefretleri unutabilmek, öfkeleri yutabilmek, senin için bir Müslüman olarak başarması önemli olan hususlardandır.
Böyle yaparsan mükâfat alırsın. Cenap-ı Hak, ihsan ve ikramda bulunan, varlıkta da darlıkta da sabretmesini bilen, insanların suçunu bağışlayan, onlara karşı duyduğu öfkeyi yuta-bilen, kişileri Kur’an’da övmüştür. Onlar için yer ve gökler kadar genişliği olan cenneti hazırlamıştır. Bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Rabbinizin mağfireti ne ve takva sahihleri için hazırlanmış olan cennetteki eni göklerle yer (kadardır)  koşuşun. Onlar (o takva sahihleri) bollukta ve darlıkta in-fak edenler, öfkelerini yutanlar, insanları kusurlarından af ile geçenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.”
İnsanları af edip onlara karşı öfkelerini yenenler bu kadar büyük bir mükâfata nail olurlarsa, komşularının kusurlarını af edip onlara varlıkta da darlıkta da infak eden, iyilikte bulunan kimseler, elbette ki bundan daha büyük bir mükâfata ve ecir nail olurlar. Onun için komşudan gelecek eziyetlere tahammül göstermek lâzımdır.
Onu iyilikle mahcup etmek, yaptığı kötülüğü yüzüne vurmamakla efendilik göstererek ona insanlık örneği vererek utandırmak gerekir. İşte kötü komşu ya böyle davranılırsa, kısa zamanda yaptığına pişman olur, çok geçmeden gelip özür beyan eder ve bağışlanmasını ister. Biz böyle komşuları çok gördük. Kötü komşuya kötü davranılmaz…
0 notes
inancimiz · 8 years
Photo
Tumblr media
Baba’nın Kızına Karşı Sorumluğu
Baba, kızını evlendirmekle, sorumluluktan kurtulmuş ve bu sorumluluğu koca yüklenmiş oluyor. Onun için, eşinin namaz kılmamasından, oruç tutmamasından hülâsa İslam’ın bütün icaplarını ifa etmemesinden koca mesuldür.  Bir koca kendini cehennem azabından koruduğu gibi, çoluk çocuğunu da koruyacaktır. Buna dinen mecburdur.
Evet kızlarını, oğlanlarını ve hanımını da korumaya mecburdur. Arz edin ki bir baba çoluk çocuğu ile bir uçurumun tam kenarında bulunmaktadır. Kendini o uçuruma yuvarlamaktan koruyor. Şimdi gözleri önünde eşinin ve yavrularının o uçuruma yuvarlanmasına gönlü razı olur mu? Yoksa ölümü bahasına da olsa öne atılıp onları kurtarır mı?
Elbette ki öne atılıp eşinin ve evlatlarının ellerinden tutmak suretiyle onları kurtarıp selamete çıkarır. İşte dünya hayatında onları nasıl tehlikelerden koruyorsa, ahirette de yakıcı ateşten öyle koruması gerekir.  Ateşten koruması demek, ateşe sürükleyecek kötü işlerden koruması demektin
Namaz kılmamak çok kötüdür. Allah’ın ‘emrini hiçe saymaktır. Bir baba olarak evladını bu gibi hallerden ^koruması ve kurtarması gerekir. Çocuklarının bey namazlığına; koca olarak ta eşinin serkeşliğine göz yumamaz. Günahtan ve her türlü kötülüklerden onları koruması lâzımdır. Aksi halde bile bile, gözleri göre göre,  evlatlarını ateşe kendi elleri ile hazırlamış olur. Hâlbuki onları o ateşten korumak kendi asli vazifesidir. Cenap-ı Hak onu bu vazife ile görevlendirmiştir.
“Ey iman, edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insan ile taştır (ve o ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır, (memurdur ki) onlar Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler. Neye de memur edilirlerse yaparlar.”
Görüldüğü gibi bu ayet, bizlere çoluk çocuğun ateşten nasıl korunacağını çok açık ve pek beliğ bir tarzda anlatmıştır. Ateşten korumak demek, ateşe’ sürükleyecek kötü işlerden korumak demektir. Günahtan, isyandan, yalandan, gıybetten, bühtandan, iftiradan, haramdan ve malayaniden korumak demektir.
Bey namazlıktan, açık saçık gezmekten, komşuya eziyet etmekten, müminleri hırpalamaktan, Müslümanlara kötü davranmaktan korumak demektir. “Gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi” kavli Celili, aile reislerinin, yalnız kendilerini değil, aynı zamanda çoluk çocuklarını da düşünmelerini gerektirmektedir.
Nice hacıları, nice hocaları tanırız ki, kendileri beş vakit namazlarını camide cemaatle kılmaktadırlar. Fakat yetişmiş çocukları kahve köşelerinde, kumarhanelerde kumar oynayıp günlerini gün etmektedirler. Hanımları günlerde toplanıp onu bunu çekiştirmektedirler.
Camiye gidip beş vakit namaz kılmak ve İslam’ın diğer emirlerini harfiyen yerine getirmekle kendilerini ateşten koruyorlar da acaba çoluk çocuklarını niye?
Onlar bu hareketleri ile mezkûr ayetin hükmüne muhalefet etmiş olmuyorlar mı? Evet, bile bile mezkûr ayetteki ilahi emri çiğniyorlar… Fakat bunun farkında değildirler. Oysa görevleri hem kendilerini hem de aile efradını o alev alev yanan ateşten korumaktır. Yeter artık, gaflet uykusundan uyanmak gerek.
Hey şey den evvel İslam’ı iyi anlamalı.  Sonra öğrenip tatbik etmeli.
Şurası da bir hakikattir ki, İslamiyet bölünmez bir bütündür. Onun bir kısmını değil, tümünü tatbik etmek lazımdır. Kendimizi azap-ı elimden korumak için, dinimizin icaplarını harfiyen ifa ederken, evlatlarımızı kendi hallerine terk edemeyiz. Eşlerimizi kendi hallerini terk edemeyiz. Onları da korumamız gerekir. Onları da uyarmamız gerekir. Dini merileri onlara da tatbik ettirmemiz gerekir.
Aksi halde, yarın kıyamet gününde o dehşetli ateşte çocuklarımızın ve eşlerimizin cayır cayır yanmalarına sebep oluruz.
0 notes
inancimiz · 8 years
Text
Camilere Götürüp Daha Küçük Yaşta İken Onları Cemaatle Namaz Kılmaya Alıştırmak
Yavrulan, toplumun ifsad edici tesirinden kurtarmak için, sık sık camilere götürüp cemaatle namaz kılmağa alıştırmak ta, elle tutulur, gözle görülür çarelerden bir tanesidir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak demek, gününün muazzam bir kısmını camide geçirmek demektir. Günün muazzam kısmını camide geçiren çocuk ise, sokakta karşılaşması muhtemel olan ahlâksız ve hayâsız çocuklarla karşılaşmak imkânından mahrum olur.
Birer menhiyat yeri olan sinema ve benzeri eğlence yerlerine gitmeğe ne fırsat bulabilir ne de imkân. Böylece kötü yerlerden kurtarılan çocuk, mutlaka iyi yerlere alıştıracaktır.
Mesela o iyi yerleri şöylece sıralayabiliriz: . yuvalan. Kültür merkezleri…
işte kötü yerlerden alıkonan çocuklar ister istemez bu faydalı yerlere gideceklerdir. Vakitlerinin kısmı küllisini o yararlı yerlerde geçireceklerdir. Böylece hem ruhen hem bedenen ve hem de zihnen güçlü ve gürbüz yetişeceklerdir. Ahlaksızların ve kötü niyeti kişilerin tuzaklarına düşmekten evlatlarını ancak bu suretle koruyabilirler.Yavrularını kötü alışkanlıklardan da ancak böyle kurtarabilirler.
Şurası gerçektir: Gençler, oynamak, vakit geçirmek ve eğlenmek isterler. Evde oturmaktan canlan sıkılır. Onların bu eğlenme ve vakit geçirme ihtiyaçlarını iyi ve yararlı yerlere yöneltmekle karşılamak gerekir. Anne ve babaların bilhassa, gençlerin bu durumları ile de ilgilenmeleri gerekir.
Çocuğunu sokağa atıp, nereye gittiğini, kimlerle gezdiğini, hangi sürpüntü yerlerde, hangi köhneleşmiş kahvelerde veya kulüp köşelerinde vakit geçirdiğini bilmeyen ve takip etmeyen bir baba, gerçekten evladına fenalık etmiş olur.
Bir baba, evden çıkan oğlunu veya kızın arkasından çıkıp takip etmezse, kumar oynanan külüp ler den veya salonlardan onların elinden tutup almazsa; kötü alışkanlıklardan evladını, azami dikkat göstererek kurtaramazsa, sonra pişman olur. Hem de çok pişman olur. Amma iş, işten geçer. Çünkü nedamet ve pişmanlığı artık para etmeyecektir. Oğlu, sözü ve kendisine verilen öğüt ü artık dinlemeyecektir.
— Sen kimsin, haydi lan moruk! diye bağıracaktır.
Kendisine karşı gelecektir.  Sövecektir. Belki de dövecektir…
Suç kimde? O baş kaldıran gençte mi?  Hayır! O babada. Gidip o kötü kulüplerden, kahve köşelerinden evladının elinden tutup almayan babada. Oglunu başı boş sokağa salan babada! Onun dini ile ilgilenmeyen, ona camiye gidip cemaatle namaz kılmasını tavsiye etmeyen, evlatlarının beynamaz ve berduş yetişmelerine sebeb olan babada!..
Kızı ile ilgilenmeyen anada. Evet suç bu ikisindedir!.. Sorumludurlar hemde çok sorumludurlar. Bunların nasıl sorumlu olduklarını, kıyamette Allah’ın huzurunda nasıl hesaba çekileceklerini ve o hesabın zorluğu karşısında nasıl buram buram terliyecekleriin inşallah ilerideki konularımızda gayet muafasal bir şekilde izah edeceğiz.. Kızları ve oğulları ile ilgilenmiyen anne ve babaların sonradan nasıl kıvrım kıvrım kıvranacaklarını son derece güzel bir ifade ile inşallah izah edeceğiz..
Çocuklan daha küçük yaşta camiye getirip cemaatle namaz kılmaya alıştırmakla, onları kötü yollara sürüklemekten, kötü arkadaşlar edinmekten, Çevrelerinin yıkıcı etkisinden kurtarmış oluruz. O tefessüh etmiş cemiyet, imanlı bir babanın yetiştireceği imanlı oğluna; imanlı annenin titizlikle yetiştireceği imanlı kızına katiyen bir şey yapamaz.
Dininden, imanından, kitabından ve bütün mukaddesatından onları katiyen soğutamaz, asla koparamaz! Biz ülkemizde bunların örneklerini çok gördük ve halen de görmekteyiz. Sokaktaki bütün mel’anetler, ahlaksızlıklar, hayasızlıklar; iyi yetişen imanlı genç erkek ve kızlara en ufak bir etkiyi bile gösterememiştir. Biz bunu gözlerimizle bir çok defalar müşahede etmişizdir. Halende etmekteyiz. Onun için yavrularımıza dikkat edip, onları daha küçük yaşta camilere alıştıralım, dini duygu ve inançlarını geliştirelim ve böylece toplumun kötü etkisinden kurtaralım.
Allah yardımcımız olsun. Amin.
Cemaatle namaz kıldırmak, namaza alıştırmak,beş vakit namaz, çocuğa öğüt,genç erkek ve kızlar.
0 notes
inancimiz · 9 years
Photo
Tumblr media
Belirli Bir Yaşa Kadar Çocukların İaşe Ve İbatesi
Belirli bir yaşa kadar çocukların iaşe ve ibatesi yani yedirilip giydirilmesi, sıhhî evlerde barındırılması, evladın baba üzerindeki haklardandır.
Cenab-ı Hak, çocuklara bakma, yiyecek, içecek giyecek ve barınacak gibi hayatî ihtiyaçları temin etmek görevini babaların uhdesine tevdi etmiştir. Evlatların yiyecek, içecek, giyecek ve – barınma masraflarım görmekle anne değil, baba yükümlüdür. Bir baba, maddi imkânlarına^ göre bu masrafları ve harcamaları yapar. Malî imkânları yerinde olan baba, israfa kaçmadan, haddi aşmadan güzel harcamalar yapıp çocuklarını memnun eder. Bunun aksine maddi durumu yerinde olmayan fakirler de harcamaları, kendi dar imkânlarına göre yaparlar.
Allah hiç bir zaman kişiyi, kendisinin verdiğinden fazlasını vermekle mükellef kılmaz. Allah onu, ne kadar verdi ise o nisbet te harcamakla yükümlü kılar. Nitekim mezkûr ayette, bu hususlar son derece açık ve seçik olarak beyan edilmiştir. işte babalar, bu ayeti kerimenin ışığı altında kendilerini ayarlarlar. Mezkûr ayetin gereğini tam manasiyla  yerine getirmeye çalışırlar.
Maddi durumları yerinde olan babaları israfa kaçmadan bolca harcarlar. Cimrilik gösterip çoluk çocuklarına sıkıntı ve darlık çektirmezler. Nice paraperest zengin babalar vardır ki,  cebleri  ve kasaları para ile dolu olduğu halde, cimrilikleri yüzünden evladlanna kıyamazlar. Onları sıkıntı içinde kıvrandınrlar. Sefil bir hayat yaşamalarına sebep olurlar. Yavrularını toplum içerisinde pejmürde bir kılık ve kıyafet içinde gezdirirler…
Emsalleri yanında onları küçük düşürüp manen ezdirirler.  Şeref ve itibarlarını sarsarlar. Zavallı çocukların toplumda yerleri olmaz. işte İslâm buna karşıdır.
Kişinin cebindeki parasına karışmaz. Onu zor kullanıp almaz amma, o parayı çoluk çocuğuna imkânı nisbetinde harcamasını emreder. Harcamadığı zamanda buna zorlar. İslam hukukunda bu babta, akıllan hayrette bırakacak, gözleri kamaştıracak kurallar vardır. Bu kısa eserde o kuralların tümünü serd etmeye imkân yoktur. Şunu demek istiyoruz:
Her baba, kendi maddi durumuna göre evlatlarının refah ve saadeti için harcıyacak tır. Bu evlatların baba üzerindeki haklandır. Babalar bu haklan mutlaka ödemelidirler. Bu yükün altından behemhal kalkmalıdırlar.
Bu hakları ödemedikleri ya da ödemekte ihmalkâr davrandıkları takdirde, çocuklar dünyada olduğu gibi ahret te de onlardan davacı olurlar. Babalar da bunun hesabını vermek zorunda kalırlar. Evde bu harcamaları yaparlarken de, kız-erkek ayırımı yapmazlar. Evlatlar arasındaki eşitliğe son derece dikkat ederler.
Bir babanın evladları arasında adaleti gözeltme den haksızlık ederek, aralarında kin ve husumet tohumlarını ekememesi gerekir. İnsanlar yabancılara karşı adaletle emredilirken, kendi öz evlatlarına karşı haksızlık yapabilirler mi hiç? Aralarmda adaletsiz hareket edebilirler mi hiç? Şimdi Buharî’de yer alan bir emr-i peygamberi’yi beraber okuyalım.
Allah’ın Rasulü sallelahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Bahşiş (ve hediyede) çocuklarınızın arasını eşit tutun.” Görüldüğü gibi bu bir peygamber emridir.. Biz, müslüman olarak, peygamber’in bir ümmeti olarak bu emre uymak ve ona göre hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Peygamberimizin bu yüce emrini dinlemeyip de, daha ölmeden evlatlarını birbirine tercih etmek suretiyle yerlerini birinin üzerine tapu yapıp da malı diğerinden kaçıran, asıl varisleri bırakıp malı başka tarafa aşıran babaların bilmem ki yatacak yerleri var mıdır?
Böyle yapanlar apaçık Allah’a asi gelmektedirler. İlahî emirleri bir yana itmektedirler. Rasûlüllah efendimizi dinlememektedirler. Yukarıdaki hadisle de belirttiğimiz gibi, Allah Rasûlün’ün bu babta kesin emri vardır. Şimdi hangi müslüman bu emre muhalefet edebilir. Kim, bu emri dinlemiyorum, diyebilir?
Rasûlüllah efendimizin emrine muhalefet ederlerse, Kur’an-ı Kerim’den elim bir azab ile tehdid edilmişlerdir. Şimdi gelin bu ayeti hep birlikte okuyalım:”Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve belâ) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara acildi bir azab (gelip) çatmasından çekinsin(ler).”
Peygamber’in emrini dinlemeyenler, ona sırt çevirenler yahut onun emrini benimsemeyenler ve önemseyenler ayette de görüldüğü gibi büyük bir azapla tehdid edilmişlerdir. Evet o emri dinlemeyenler ya dünyada büyük bir fitneye uğrarlar yahut da ahirette azabı elim onları bekler. Ahirete göçtüklerinde o azaba çarptırılırlar. Bundan büyük bir ihtar olur mu? Bundan daha etkili bir uyarıya rastlamak mümkün müdür? Onun için çok dikkatli olmalı, Rasûlüllah’ın emrini kayıtsız şartsız dinlemeli. Bilhassa babaların buna çok önem vermesi gerekmektedir. Çünkü emir onlaradır. Kendilerinden, evlatları arasında eşitliği sağlamaları istenmektedir. Hatta bu, kendilerine emredilmektedir. Evlatları arasında, katiyen adaletsizliğe sapmadan, zulüm yoluna girmeden mutlaka ve behamhal eşitliği sağlamalıdırlar. Haksızlık yapmamalıdırlar.
Birini,  diğerine tercih etmemelidirler. Zira çocuklar kendi şüphelerin den geçmedir.
Babanın isim vermesi,  İsimler ve İslam,  güzel isimler vermek, iaşe ve ibatesi, Mezkür ayeti, çocuklara bahşiş,  Hediye verme, evlatlar arası eşitlik, babaların cimriliği.
0 notes
inancimiz · 9 years
Text
Çocuklkarın Birer İmtihan Oluşu
Şurası bir gerçektir ki, evladlanmız bizlere Allah tarafından bahş edilen birer emanettir.Kazandığımız mallar da öyle. Gerek mallarımızın ve gerekse çocuklarımızın gerçek sahibi bizler değiliz. Bunların ve bütün varlıklar in hakiki sahibi ve maliki hiç şüphe yok ki Allah (C. C.ldır.
Yerlerin ve göklerin hakimiyeti muhakkak ki O’nundur. Yerde ve gökte bulunan tüm varlıkların da mülk ve hakimiyeti yine onundur. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Buna göre, çocuklarımızın ve mallarımızın biz dünyada sadece bekçisiyiz. Mallarımızı muhafaza etmek, lüzumlu yerlerde israfa’ kaçmaksızın harcamak, evladlarımızı da hem koruyup hem cemiyete güzel yetiştirmekle vazifeliyiz.
Allah bize bu görevi vermiştir. Allah tarafından verilen görevi hakkıyla yerine getirmekle mükellefiz.
Mademki evladlarımız bizlere birer emanet olarak lutf edilmiştir. Madem ki biz onların bekçisiyiz. öyle ise onları, iyi korumaya mecburuz. Zira o emanetler aynı zamanda bize, birer imtihan olarak verilmiştir. Allah bizleri onlarla imtihan ediyor. Onları nasıl koruyacağımızı, onların yaramazlıklarına nasıl göğüs gereceğimizi, onların baş kaldırmalarına nasıl sabredeceğimizi denemek istiyor.
Görmüyor musunuz, her doğan çocuk, problemi (müşkülü) ile doğmaktadır. Daha doğduğu günden, müşkülleri ve dertleri başlar. Onların bu müşkülleri ve dertleri işte bizim için bir imtihan, bir deneme vesilesidir. Allah teâla ve takaddes hazretlerinin bizleri bir denemesidir, yoklamasıdır. Bizleri imtihan ediyor.
Allah teala şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki mallarınız da evlatlarınız da ancak bir imtihandır, (asıl) büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katında dır.”
Bu ayeti kerimde, görüldüğü gibi malların da evlatlarında birer imtihan oldukları açıklanmıştır. Asıl büyük mükâfatını da Allah katında olduğu anlatılmıştır. Demek ki, sahib olduğumuz dünya malından ve evlatlarımız dan gerçek anlamda bize hiç bir faide yoktur. Aslında bunlardan yarar beklememek gerekir,  Zira bunlardan fayda beklersek yararlarım umarsak, hayal kırıklığına uğrarız. Çünkü çocukların ne anaya ve ne de babaya pek büyük bir faydası yoktur. Malında öyle.
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bunlar birer imtihandır. Onlara karşı olan hırs ve temalarımız ölçülmek için verilmiştir. Böyle olmasaydı. Allah: “(asıl) büyük mükafat şüphesiz Allah katinda dır” buyurur muydu hiç? Mükâfat demek fayda ve iyilik demektir. Demek ki onlarda mükafat yani fayda yoktur.
Evet onlara lüzumundan fazla değer verilmez! Her şeyin bir ölçüsü vardır: İnsan kimseye muhtaç olmamak, kimseye el avuç açmamak, çocuklarını da sefil ve yoksul bırakmamak için mal edinir, mülk edinir, para kazanır. Sonra bu malların ve kazandığı paraların zekâtlarını verir. Bol bol infak eder. Para kazanmanın, mülk edinmenin gayesi bu olmalıdır. Yoksa mala mal, paraya para katmak değil..
Çünkü böyle bir his ve hırs, kişiyi Allah’tan mahrum eder.  Evet  aşırı hırslar, kişinin Allah’ı unutmasına, emrettiği ibadetleri yerine getirmeyi ihmal etmesine sebeb olur,
Evlat da öyle. Evlada haddinden ve lüzumundan fazla sevgi gösterilmez. Hele onlar Allah ve Rasûlünden fazla katiyen sevilmez! Allah’ı ve onun Rasülünü bırakıp evlada sarılmak doğru değildir. Hiç bir zaman, mal, evlat hatta anne ve baba Allah’a tercih edilemez.
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz . mallar, fesade uğramasından korktuğunuz bir ticaret, ve hoşunuza giden meskenler, size Allah’tan, onun peygamberinden ve onun yolundaki bir cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun, Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez”
Evet ayette beyan buyuruldu ğu gibi, ne babalar, ne oğullar, ne kardeşler, ne eşler, ne kabileler ne de ele geçirilen mallar, ne de fesadından korkulan ticaretler, kazançlar, hiç bir zaman Allah’a ve onun peygamberine hatta Allah yolunda yapılması gereken cihada tercih edilemez. Tercih edildiği takdirde büyük bir tahdid ile karşılaşırız:
“Artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun”  emri celili yakamıza yapışır.
Onun için hiç bir zaman mal ve evlat, Allah’ı unutturacak kadar, Peygamberi hatırlatmayacak kadar, sevilmemelidir. Her şeyde olduğu gibi bunda da ölçüyü elden bırakmamak gerekir. Hazreti Muhammed aleyhisselamı anamızdan, çocuklarımızdan, kardeşlerimizden ve bütün insanlardan fazla sevmeliyiz. Aksi halde tam bir imana sahip olamayız. Nitekim İmam Buhar! Enes (r.a.) dan nakl ettikleri bir hadiste Allah’ın Rasülü sellellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır :
“Sizden biriniz, ben kendisine, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça (tam( iman etmiş olmaz.” Şu halde Allah’ın Rasülünü anamızdan, babamızdan Ve evlalarımızdan çok sevmeliyiz.
Hele evlerimizden, apartmanlarımızdan tarlalarımızdan ve çiftliklerimizden daha çok sevmeliyiz. Çünkü bu saydıklarımız yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bize emanet olarak verilmiştir. Biz onların bekçileriyiz, emanetçileriyiz. Onlardan ayrılmamız muhakkaktır.
Er geç ya onların ölmesiyle yahut bizim ölmemizle onlardan tamamen alâkamız kesilecektir. öyle ise birer fani ve geçici olan şeyler, Baki olan Allah’a tercih edilmemelidir.
Bizlere birer emanet olarak verilen mallan ve evlat lan iyi korumakla görevli olduğumuzu yukarıda zikretmiştik. Onlarla kayıtsız kalamayız. Onlardan ilgimizi kesemeyiz. Mallarımızı da evlatlarımız gibi koruyacağız. Hatta canlarımız gibi muhafaza edeceğiz.  Zira, can, mal ve irz uğrunda ölmeği Allah’ın Rasülü şehitlik olarak tavsif buyurmuşlardır. Onların uğrunda can vermeği şehitlik saymışlardır.
Yavrularımızı korumak, onlara kimseyi sataştırmamak, kimseye dövdürmemek bizim başlıca görevimiz olmalıdır. Onların sağlığı ile alakalanmak da öyle. Onların maddi varlıklarını koruduğumuz gibi, manevî hayatlarını da ihmal etmememiz lâzımdır.
Bütün yaramazlıklarına büyük bir sabır ve metanet göstererek, bütün isyankâr hareketlerine göğüs gererek, ülkeye yararlı bir unsur olmalari na çalışmalıyız.
Biz bu imtihanı ancak böyle verebiliriz. Allah katında bizlere ya’d edilen o büyük mükâfatı da ancak bu suretle elde edebiliriz. Ahiret’ e, kıyamet gününde Rabbulalemin’in huzuruna ak alınla ancak bu sayede çıkabiliriz.
Peygambere karşı mahcup olmaktan ancak böyle kurtulabiliriz. Mü’minlere ve takvaya erenlere va’d edilen cenneti ancak böylelikle elde edebiliriz.
0 notes
inancimiz · 9 years
Photo
Tumblr media
Ana Ve Baba’nın Duası
Kabul olunan dualardan birisi de, Anne ve babanın evlada yaptığı duadır.
Evladlann bu müstecab duaya mazhar olmaları için, son derece dikkatli, temkinli ve tedbirli olmaları gerekir. Anne ve babayı üzmemek, onları hoşnut etmek için çaba sarfetmeleri gerekir.
Anne ve babalar genellikle kendilerine itaat edildiği baş kaldırılıp isyan edilmediği zamanlar çok mutlu ve huzurlu olurlar. İşte dualarinı almak için, onların o mutlu ve huzurlu zamanlarını yakalamak lâzımdır. Çünkü o zamanlarda yaptıkları dualar, müs-teçab dualardır.
Müslüman anne ve babalar, oğullarının dindar olmasını, dini icablan yerine getirmelerini gönülden arzu ederler. Hele bir de camiye gidip cemaatle namaz kılarlarsa anne ve babanm sevinci bir ö ‘kadar daha artar.
Evde temizliğe riayet eden, derli-toplu olan, İslâmî tesettüre riayet eden mestüre bir hâlde nuranî bir yüzle namaz kılan bir kızını, ve gelinini gören an-.’ neyi düşünebiliyor musunuz, O, ne kadar niütlu olur!.. Ne kadar sevinçli ve neşeli olur! Sevincinden adeta uçacakmış gibi ölür. Evet baba, oğlunun dindarlığından, camiye gidip cemaate karışarak huzur içinde namaz kılmasından memnun olurken; anne de kızının ve gelinin mütia, mestûre ve ibadete düşkün olmasından memnun olur.
îşte az önce arz ettiğim gibi, yavrularının bu halv lerini gönül huzuru ile içleri neşe dolu bir halde seyr ve temaşa eden ebeveyinin o anda yapacakları duanın müsteçap olmasına hiç bir engel yoktur.. Kabul olmaması için hiç bir sebeb yoktur. Mutlaka kabul olur. Yeter ki evladlar anne ve babalarını mutlu edebilsinler. Yeter ki evladlar anne ve babanın mutluluk anlarını yakalayabilsinler. Onların teveccühlerine mazhar olabilsinler. Onların himmet ve şefkatlerini elde edebilsinler. Bu durumda yapacakları dua mutlaka ve behemhâl kabul edilir.
Yine yukarki sahifelerimizde arz etmiştik: anne ve baba’ya yapılma itaat ve iyilikler kişinin ömrünün artmasına ve rızkının çoğalıp bol olmasma sebeb olur, demiştik. Ve bu babta da bir hadis serd etmiştik. Onlara sadece bir iyilik yapmakla, ömür uzar, nzık bollanıp çoğalırsa, ya bir de dualarına mazhar
olmanın semeresi ve faidesi ne olur, bir düşünün!.. Bir babanın oğluna içtenlikle “Oğlum, Allah senden razı oisun!” demesi, bîr annenin de kızma ve gelinine:
“Kızım Allah senden razı olsun!” demesi ne kadar büyük bir duadır, bilirmisiniz!
Bundan daha büyük bir dua olur mu hiç?
Bu nederf çok büyük bir dua olmasm ki, Allah’ın rızası ana ve babanın rızasına bağlıdır. Onlar bu duayı yaptıkları anda, evlatlarından razı olduklarını belirtmek istiyorlar.Evet onlar evlatlarından razı olmuşlar ki M duayı yapıyorlar. Yani şühÜ demek istiyorlar : «Siz bize
itaat etmekle, bizleri son derece şuur ve feraha boğdunuz, gönlümüzü alıp razı ettiniz! Allah da sizleri sizden razı olarak sevindirsin.”
Allah’ın bu hususta razı olması ise, mükâfatların en büyüğüdür!  Şu halde bütün mesele anne ve baba’ya bu duayı yaptırabilmekte!. Bütün mesele onların hoşnutluğunu alabilmekte.Onlar bir hoşnut oldular mı, artık ağızlarından inci tanesi gibi pırıl  dualar dökülecektir. Zakkum ağacını andıran beddualar  değil!.
Çocuklarının hem dünyada hem ahiretle  mutlu olmaları için Allah’a yalvaracaklardır. Allah hiç şüphe yok ki onların bu duasını kabul  edecektir. Çünki halisane yapılan duaları kabul edeceğine dair, Ce-nab-ı Hakkın mü’min kuklalarına kesin vâ’adi vardır. Kur’an-ı Kerimin bir ayetinde şöyle buyurmuştur;
“Rabbiniz buyurdu : Bana dua edin size icabet edip duanızı kabul edeyim.”
Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak bu ayeti kerimede bizlere halisâne yapılacak olan duaları kabul edeceğine dair kesin bir va’ada bulunmuştur.
Allah hiç bir zaman vadinden hulf etmez yani kullarına verdiği sözden caymaz. Nitekim bizlere ,va’dinden asla hulf etmiyeceğini de bir ayete şöyle açıklamıştır :
“Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz.”
Mademki Allah, verdiği sözden çaymıyacaktır, bize bunu bu ayette kesin olarak bildirmiştir, öyleyse halisane yapılan duaları da kabul büyüracak tır.
Çünkü bu hususta da kullarına karşı kesin sözü vardır.
Şu halde anne ve babanın evladlarına  yapacakları duaları, Allah yukardaki ayette görüldüğü gibi kabul buyuracaktır. Yeter ki yaptıkları dua halisâne ve içten olsun. Yeterki yaptıklan duanın kabul edileceğine dair kesin bir ümitleri bulunsun.
Peygamber efendimiz de anne ve babanın duasını, kabul edilen dualar meyanında saymışlardır!” Hatta bu hususta şöyle buyurmuşlar dır :
Üç müstecab dua vardır ki kabul edilmelerine asla şüphe yoktur :
1)        Mazlumun (haksızlığa uğrayan kimsenin) duası (ahi),
2)        Misafirin Duası.
3)        Baha’nın evlada yaptığı dua.”
Bu hadiste görüldüğü gibi, Allah’ın Rasülü sal-lellahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, babanın evlada yapdığı duayı da makbul dualar meyanında zikretmiştir.
Peki annenin duası?
Babanın evlada karşı yapmış olduğu dua kabul edildikten sonra anneninki haydi haydi kabul edilir.
Çünkü annenin emeği baba’ya nisbetle daha çoktur.  Yukarki sahifelerde de arz etmiştik; annenin zahmeti babaninkinden daha fazladır.  Sonra annenin yüreği babaninkinden daha yumuşaktır. Annede acıma hissi babadan çoktur. Onun için yaptığı dua muhakkak içten ve yürekten olur,  ve bu suretle de anında kabul edilir. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Bize düşen görev, her zaman söylediğimiz gibi onları memnun edip dualarına mazhar olmaktır. Onları incitecek, kalblerini kıracak hareketlerden kaçınmaktır. Onlara karşı güzel muamelede bulunup gönüllerini her zaman ve her vesiyle ile hoş tutmaktır.
Hadiste mazlumun ahi da geçmiştir. Konumuz bu olmamakla beraber bu babta bir iki söz söyliyelim :
Mazlum demek,  zulma uğrayan kimse demektir.  Zalimlerin zulmu varsa, mazlumun da “Ahi” vardır, diyen atalarımız bu sözü boşuna söylememişlerdir.
Zalimleri Allah sevmez. Zulüm sevilmez;  zalim katiyen alkışlanmaz. Çünki kendisine tutulan alkışlar, cesaretini artınr ve yaptığı zulmu çoğaltır. Onu alkışlamamak, zulmundan alıkoymak. Mazlumu elinde kurtarmak.
Çünkü mazlumun ahi ile Allah arasında hiç bir perde yoktur. Böyle buyuruyor, Rasûlüllah efendimiz. Bir ah bastımı hemen kabul edilir. Onun için zalimler, hiç bir devirde paydar olmamışlardır. Hiç bir devirde dünyada mesut olamamışlardır. Tarih bunun örnekler i ile doludur.
Evet.. Anne ve babaya itaat edip onlann dualarını almak lâzımdır; beddualarını değil. Çünkü beddualarını alan bedbahtların iki yakası bir araya gelmez.
0 notes
inancimiz · 9 years
Text
Kız Ve Erkek Çocuklarının Yatak Odalarını Belirli Bir Yaştan Sonra Ayırmak
Toplumun kötü etkisinden kurtulma çarelerinden birisi de budur. Diyeceksiniz ki, kız ve erkek çocukların yatak odalarını ayırmanın bununla ne alakası vardır?
İzah edelim: Belirli bir yaştan sonra kız ve oğlanların yatak odaları ayrıldı, mı, mutlaka, anne ve babalarından bunun sebebini öğrenmek isteyecekler. Onlar da durumu izah edecekler..
Kardeş olsalar dahi, ateşle barutun bir arada olamayacağını, bir arada barınamayacağını, hele gecenin zifiri karanlığında, nefisle şeytanın onları kolay avlayabileceklerini, bu sebebden yatak odalarının ayrı olması gerektiğini, böylece muhtemel Lir felâketi de önlemiş bulunacaklarını anlatırlar..
Ancak o sayede onların kafaları «Dank!» eder, ha, demek ki kardeş olsak dahi bir odada yalnız başımıza bir arada yatmamız doğru değilmiş, her ihtimali göz önünde tutarak ana ve; babamız yatak odamızı ayırdılar, derler…
Ve dolayısıyla da daha o yaşta tedbir almanın ne demek olduğunu anlarlar. Bir evde iki kardeş arasında tedbir alındığını gören kız ve erkek evlatlar, dışarıda bu tedbirin mutlaka alınması gereğini idrakte güçlük çekmezler. Böylece sokakta dolaşırken, Halkın ve kalabalığın içine karışırken daha tedbirli, daha temkinli olmaya çakşırlar.
Böylece bir titizlikle büyüyen çocuklara, söyleyin bakalım tefessüh etmiş toplum bir şey yapabilir mi? Ahlaklarını bozabilir mi? Alınlarına kara yazı yazabilir mi? Manevi inançlarım sarsabilir mi? Dini ve millî duygularını eritebilir mi? Mukaddesatından bir adım bile geriletebilir mi? Kaidesi ile bir odada yatmasına bile müsaade etmeyen bir dinin mensubu bulunan bir kıza yine o din, yabancı bir erkekle dolaşmasına, gezip tozmasına müsaade etmeyeceğini kolayca anlar.
Böyle bir biçimde yetişen kız, kolay kolay toplumda yetişen züppelerin tuzağına düşer mi? Kendi evinde bile hayatı, namuslu iffetli davranmasını öğrenen bir genç kızın iffet perdesini, ismet elbisesini dışardaki insanlar yırtabilir mi?  Evde ana ve babasına karşı bile mahçup ve utangaç olan son derece mestüre bir hanım kızı, dışarıda ki kem gözler, kötü sözler rahatsız edebilir mi hiç? Evde kardeşleri ile bile argo konuşmaktan çekinen bir genç kız dışardaki delikanlılarla konuşabilir mi? Onlara laf atabilir mi? Kız arkadaşları dahi olsa yabancılar# caka satabilir mı?  Evde büyüklerine karşı saygılı, küçüklerine karşı merhametli olan bir kız dışarıda ki insanlara kötü davranabilir mi?
Asla! Demek ki yatak odalarını belirli bir yaşta ayırmak, cemiyetin kötü tesirlerinden kurtulma çarelerinden oluyormuş. Verdiğimiz tatminkâr bilgilerin ışığı altında bunu anlamış ve öğrenmiş bulunuyoruz. Kendilerini arz ettiğimiz bu prensipler altında yetiştiren erkek-kız bütün gençler, dışarıda ki sataşmalardan kem gözlerden, acı ve biçimsiz sözlerden kendilerini rahatlıkla koruyabilirler.
Kimse onlara laf atamaz. Kimse onlara çalım satamaz. Kimse onların namus, şeref ve haysiyetiyle oynayamaz. Hulasa kimse onlara kötü gözle bakamaz. Sokaktan geçen mestüre hanımlara ibretle bir bakın, durumun gerçekliğini anlamakla katiyen güçlük çekmezsiniz. Ne kadar doğru ve yerinde söylediğimizi de himen anlarsınız.
Sağlam karakterlilere toplumun bir şey yapamayacağını ve böyle toplumun yüzde seksen etkisinin, ailenin yüzde yirmi etkisini bir kere daha yenik düşeceğini anlarsınız.
Allah bizleri islami şuurla şuurlandırsın. Amin.
0 notes
inancimiz · 9 years
Photo
Tumblr media
Yıkıcı Neşriyata (Yayınlara) Karşı Çocukları Korumak
Kamu oyunu oluşturan faktörlerden birisi de hiç şüphe yok ki neşriyattır. Neşriyat isterse, kamu oyunu hem müsbet  yönde hem de menfi yönde oluşturabilir. O, muhakkak bu güce sahiptir.
Vatan ve milletin refahı, istikbal ve istiklali için neşriyat olduğu gibi, gençliğin dinî, ahlaki ve manevi inançlarını sarsan, her gün biraz daha gençliği ahlak buhranına sürükleyen yıkıcı, ü mahvedici müstehcen neşriyat ta vardır. işte yavrularını bu müstehcen neşriyattan korumak, bir anne ve babanın başta gelen görevlerindendir.
Toplumumuzun yanıldığı bir nokta vardır: Çocukları, her şeyi okumakta serbest bırakmak. Bu çok yanlış ve son derece tehlikeli, bir düşüncedir, Çünkü çocuklar mümeyyiz bir çağa gelmedikçe, iyiyi kötüden, çirkini güzelden ayırd edemezler. Çoğu zaman iyiyi kötü, kötüyü de iyi zan ederler. Yararlıları zararlılardan ayırt edemezler. Çoğu zaman yararlıyı zararlı, zararlıyı da yararlı sayarlar.
Onun için çocukları mümeyyiz bir çağa gelinceye kadar yani iyiyi kötüden ayırd edebilecek bir yaşa gelinceye dek, zararlı neşriyata karşı korumak gerekir.
Neden mi? İzah edelim:
Çünkü o zararlı neşriyatı okudukları zaman, iyiyi kötüden ayırt edemedikleri için hemen etkilenirler ve böylece topluma zararlı bir unsur olarak yetişirler, öğrendikleri o zararlı şeyleri bilahare toplumda uygulamaya çalışırlar.
Kimse de bunu kolay kolay önleyemez. Çünkü o şeyler artık onlarda bir inanç haline gelmiştir. Kafalarına yerleştirmiştir, beyinlerinde bir daha silinmemesiyle yer etmiştir. O fikrinden döndürmek, o kötü şeyleri kafasından çıkartmak artık bir mesele haline gelir. Onun için çok dikkat etmek lâzımdır. Amma mümeyyiz hale geldikten, iyiyi kötüden ayırt edebilecek bir yaşa ayak bastıktan sonra, her türlü neşriyat okumaların  müsaade etmeli.
Çünkü onlar artık zararlıyı yararlıdan, iyiyi kötü den ayırd edebilirler. Şurası da bir gerçektir ki, bir insan iyiyi de kötüyü de öğrenmelidir. İyiyi tatbik etmek için, kötüden de korunmak için öğrenmelidir.
Hazreti Ömer (r.a)’nin şu sözü ne kadar manidardır.       –
“Kötüyü (başka bir maksadla değil) sadece kötü den korunmak için öğrendim. “önünde çukuru gören, yahut falan yolun kenarında bir çukurun bulunduğunu bilen bir insan kendini o çukura yuvarlanmaktan koruyabilir. Fakat orada o çukurun bulunduğundan habersiz olan insan kendini oraya yuvarlanmaktan koruyabilir mi? İşte zararlı neşriyat da böyledir. Onları da okumalı, öğrenmeli fakat uygulamak için değil de korunmak için.
Bilen kendini korur, bilmeyen koruyamaz! Ölçü daima bu olmalıdır. Görmüyor musunuz Hiristiyanlar çocuklarını nasıl koruyarlar?  Yahudiler de öyle. Belirli bir çağa gelinceye kadar onları İncil ve Tevrat’ın okunduğu okullara yolluyorlar. Onlara kendi dinlerini öğretiyorlar. Kafalarına kendilerince gereken inançları yerleştiriyorlar. Ondan sonra diğer marif  mekteblerine gönderiyorlar.
Yani evvela çocuklara dini aşıyı yapıyorlar, sonra mümeyyiz yaşa geldiklerinde serbest bırakıyorlar. Bize gelince, biz bunun tamamen aksini yapıyoruz: Bırak onu daha çocuktur! Kızdan ne istiyorsun, daha çocuktur, onun namahrem tarafı yoktur. Açık gezse de zarar etmez.
Bırak çocuğu! Okusun.. Her şeyi okusun. Polisiye romanları, foto romanları okusun. Seks kitablarını okuyup seksi de öğrensin.  Gibi sözler hemen her evde sarf edilen sözlerdir. Bu, yanlış-ve son derece tehlikeli bir tutumdur!
Çocuk bunları okusun öğrensin amma o yaşta değil! Mümeyiz hale gelip aklı kemale, fikrı olgunluğa erdiği zaman okusun. Evet bütün bunları iyiyi kötüden ayırd edebilecek bir çağa geldiğindi öğrensin. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bunlar yapmak için değil, kendini bunların şerrinden koruması için öğrenmelidir.
Yayın organlarından birisi de Radyo ve Televizyonlardır. Bunlar, yararlı yayınlar yaptıkları gibi, çok kötü ve ahlâk bakımından zararlı yayınlar da yaparlar. Ahlâk bakımından sakıncalı olan yayınlarından mutlaka yavruları korumak gerekir. Belirli çağa kadar onlara zararlı filimleri,  müstehcen resimleri ve oyunları seyrettirmemek lazımdır.
Gayri ahlaki yayınlarını izlemelerine mutlaka anne ve babanın mani olması gerekir. Şayet anne ve baba çocuklarını bundan menetmezler, onları o müstehcen yayınlardan korumazlarsa, vazifelerini yapmamış olacaklarından dolayı, sorumlu duruma düşerler.
Şurası da bir gerçektir ki, her aile, her ana ve baba hatta herkes mes’ul bulunduğu, işlerden sorumludur. Yanındaki çocuklarından bir anne ile baba mutlaka sorumludur.
— Bu konu ileride daha mufassal bir şekilde ele alınacaktır. Evet henüz mümeyyiz hale gelmiyen bir çocuğa, gelişi güzel her şey okutulmaz! Her şey izlettirilmez.
Aksi halde unların manevi yapılarını daha temeli atılmadan yıkmış oluruz. Körpecik dimağlarını 1 af-ı güzaf ve eften püf ten şeylerle doldurursak, büyüdükleri zaman başımıza dert olurlar.
Tıpkı  şimdi olduğu gibi. Gözünü açar açmaz, onların kötü şeyler öğrenmelerine müsaade edersek, yarın başımıza bela kesilirler. Onun için herkes sorumluluğunu bilmelidir. Baba sorumluluğunu bilmelidir.. Anne sorumluluğunu bilmelidir. Bir Caminin İmamı, Müezzini, Vaizi sorumluluklarını bilmelidirler.
Baba evine, anne yavrularına hakim olmalıdır. İmam Cemaat’ı tam anlamıyla disipline edebilmelidir. Onların yanlış hareketlerini münasip bir lisan, müesir bir nasihatle düzeltmelidir.
Müezzinler de hakeza. Vaizler hitab ettikleri cemaatın haleti ruhiyesini iyi bilmelidirler, daha doğrusu iyi bilmek mecburiyetindedirler. Aksi halde arzu edilen tarzda vaiz yapamazlar. Cemaata katiyen faydalı olamazlar.
Evet bir ana ve baba her şeyden önce yavrularının müstehcen neşriyat okumalarını mutlaka engellemelidirler. Daha küçük yaşta onların körpe dimağlarına mukaddesatı işlemelidirler.
Daha hayırlı, daha yararlı bir evlada sahib olmak istiyorlarsa mutlaka böyle yapmalıdırlar. Zira Rasülüllah efendimizin emir ve tavsiyeleri budur.
0 notes
inancimiz · 9 years
Text
Zenon, Mencius ve Dalaylama
Zenon
Kıbrıs’tı Zenon, Eskiçağ’m ünlü filozofu ve düşünürü. M.Ö. 335 ile 264 arasında Yunanistan’da yaşadı.
Doğruyu seçmeyi, arzuları yenmeyi, acılara katlanmayı öneren «stoacı» felsefenin kurucusu, Fenike’ll zengin bir tüccarın oğlu olan Kıbrıs’tı Zenon, M. ö. 312 yılında Atina’ya gitti, bu şehri beğenerek oraya yerleşti. Zenon, stoa okulunu kurmadan fince, öğrenci olarak öteki okulların tümünden geçti. «Stoa», yunanca, direklere dayanmış açık dehliz anlamına gelir. Derslerini böyle bir dehlizde veren Zenon’un kurduğu okul da «Stoa okulu» adını almıştır. Stoacılar bir yandan üzüntü ve acı karşısında matanetlnl kaybetmeyerek, bunlara sabırla katlanmayı, diğer taraftan da vücudu ruhun hükmü altına alabilmesi için insanın iradesine var gücüyle »bir Stoa’lı gibi» sahip olmasını öğütlerlerdi. Stoacılara göre düşünce, maddeden daha kuvvetli, İrade ise maddi ve manevi acıdan daha güçlü olmalıydı. Stoacılık, yarattığı büyük İrade gücüyle bütün büyük ülküler peşinde koşan kimselere rehber olmuştur.
Mencius
Mingdzı yahut lâtinceleştirilmiş adıyla Mencius. Çinli filozof, M.Ö. 372’de Dzu’da (Çin) doğdu, M.Ö. 289’da aynı yerde öldü. Eskiçağ’da, yoksullar ve ihtiyarlar için bir çeşit sosyal güvenlik örgütü kurdu.
Mencius, Konfüçyüs’ün çömezi olan ve onun fikirlerini benimseyen İlk yetenekli yazardır. O da hocası Konfuçyüs’ü örnek alarak, eserlerinde insanseverlik ve adalet gibi iki büyük fazilet üzerinde durur, hümanist bir ideali savunur. Üslûbunda yaşayan bir kişilik sezilir. Ona mal edilen Çin İlâhileri bunun en güzel örneğidir. Mencius, cesur bir toprak dağıtımı önerdi: Köylülere dağıtılacak her toprak bölümünün ortas��nda, devlete de, mutlaka bir bölüm ayrılmasını İstedi. Ekilen toprağın bu parçasında yetiştirilen ürün, ülkedeki ihtiyarların bakımına ayrılacaktı. Bu, gerçek anlamda bir emekli sandığıydı. Bir Çin imparatoru, Vang-Mang, onun sosyal adalet ilkelerini, M. S. 15 yıllarına doğru uyguladı. Bolluk yıllarında depoladığı yiyecekleri, kıtlıkta dağıttı.
Dalaylama
Tibet’lilerin dinî ve siyasî önderine verilen addır. İlk Dalaylama XV. yüzyılda ortaya çıktı. Tîbet’lilerce Dalay-lama, Buddha’nın ruhunun yeryüzünde insan biçiminde belirişi kabul edilir. Tibet çok garip bir ülkedir. Tibet’tiler, Asya’nın merkezinde, Himalaya dağları zincirinin kuzeyinde, genellikle 4500 metreden daha yüksek yerlerde apayrı bir hayat sürerler. 1959 yılına kadar Dalay-lama, başkent Lhassa’daki garip ve uçsuz bucaksız Potala sarayında yaşamaktaydı. Dalay-lama bu muazzam sarayda, kendini öğrenime, duaya verir, derin dinî düşüncelere dalardı. Çevresinde İse lama denilen birçok din adamı bulunurdu, ilk Dalay-lama 1474 yılında ortaya çıkmıştır. Sonuncu yâni 14’üncü Dalay-lama ise 1959 yılında Tibet. Çinliler tarafından istilâ edilince Hindistan’a sığındı. Geleneğe göre Dalay-lama ölünce İlâhî ruhu 49 günlük bir aradan sonra yeni cjoğan bir çocukta tekrar canlanır. Lamalar bütün ülkede onu ararlar, vücudundaki olağanüstü İşaretlerden onu tanıyıp yanlarına alırlar ve yetiştirirler.
0 notes
inancimiz · 9 years
Text
Tohum Benzetmesi ve İnsan Tutan Balıkçılar
Tohum Benzetmesi
Isa, Cese gölünün kıyısına geldiğinde yine büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Herkesi rahatça görmek ve herkese sesini duyurmak için bir kayığa binip suya açıldı. İsa’nın çevresine toplanan halk can kulağıyla Otau dinlemeye hazırlanmıştı.
Isa hafta ders verirken bazen benzetmeler kullanırdı. Halk benzetmeleri kolay kolay unutmazdı Isa konuşmaya başladığında çevrede çıt yoktu. Yalnızca rüzgar, İsa’nın sesine eşlik eder gibi yapraklara çarpıp hışıltılar çıkarıyordu. Isa’nın sesi suların üzerinden yükselerek haftan kulaklarında çınlamaya başladı.
“Ekincinin biri tarlasına tohum ekmeye gider. Tohumları elleriyle tarlaya serptiği için her yere dağılır. Tohumların bir kısmı yol kenarına düşer. Kuşlar bu tohumlan alıp götürür.
“Diğer bir kısmı kayalıkların arasına düşer. Kayalar arasında toprak çok ince olduğu için tohumlar hemen filizlenir. Ama güneşin etkisiyle filizler kavrulur. Kökleri de derin olmadığından kurur.
Tohumların bir kısmı dikenlerin arasına düşer. Dikenler tohumların büyümesini engeller ve onları boğar. Verimli toprağa düşen tohumlar zamanla büyür ve gelişir. Bu tohumlar çok ürün verir. Bazıları yüz, bazıları altmış, bazıları da otuz kattı.
Acaba Isa bu benzetmeyle ne anlatmak istiyordu? Öğrenciler Isa’ya, “Bize söyler misin, bu benzetmenin anlamı nedir?” diye sordular. O zaman Isa anlatmaya koyuldu:
Tohum Tanrinın sözüdür. Yol kenarına düşen tohumlar Tanrinın sözünü duyan ama ona inanmak istemeyenleri niteler. Böyleleri Tamtam sözünü pek önemsemezler. Şeytan bu insanların yüreğine ekileni kuşların yol kenarındaki tohumlan yediği gibi alıp götürür.
Kayalıklara düşen tohum ise Tamtam sözünü duyan ve hemen sevinçle kabul eden birine benzer. Bu insanların bağlanışları pek derin değildir. Küçük bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaşınca fikirlerini değiştirirler. Tanrının sözünü unuturlar. Bunun için o köksüz tohumlar nasıl kuruduysa, onlar da kuruyup gider.
“Dikenler arasına düşen tohumlar Tamtam sözünü duyan ve kabul eden birine benzer. Ne var ki, para ve zevkler gibi dünyanın aldatıcı güzelliği Sözün onların yaşamında ürün vermesini ve gelişmesini engeller.
“Oysa verimli toprağa düşen tohumlar Tanrının sözünü duyan ve Otau yaşamında uygulayan birine benzer. Böyleleri Tanrıya bağlı mutlu bir yaşam sürdürürler. Bunun için bol ürün verirler. Bazısı yüz, bazıları altmış, bazılarıysa otuz kattır. Tanrıların sözü iman edenler için yeni bir hayat, yeni bir umut ve yeni bir gelecek yaratır.
İnsan Tutan Balıkçılar
Isa dünyaya Tanrıhın sevgisini göstermek ve insanları günahtan kurtarmak için gelmişti Hizmetine başladığından beri ardından gelen birçok izleyicisi vardı. Isa onların arasndaı bazılarını seçecekti. Bu öğrencileri yanında bulunduracak, onlan Tann’nın sözünü insanlara duyurmak için elçi olarak gönderecekti.
Bu amaçla Yahya’yı izleyen bazı kişiler Isahın öğrencisi olmuştu. Yahya bir gün öğrencileriyle birlikteyken Isa’yı uzaktan görüp, ‘İşte dünyanın günahını ortadan kaldıran Tann Kuzusu* diye tanıklık etmişti. Bunun ardından Yahyahn iki öğrencisi ka’nn peşine takılıp Onunla kaldılar. Bu öğrencilerden biri Andreya idi. Andreya olanları ağabeyi Simun’a anlattı. Birlikte kaya gittiler, ka, Simun’a Kefas adını verdi. Kefas, Aramiceydi. Grekçe’deki Petrus gibi Kaya’ anlamına geliyordu.
Kefas daha sonra Filipusfu bulup, ona, ‘Ardımdan geir dedi. Filipus ka ile tanışmasını Natanyefe anlatınca o pek inanmak istemedi. Çünkü Kutsal Yazılarda Mesih’in Beytlehem’den çıkacağı yazılıydı. Ama ka Nasıralıydı. Ayrıca Nasıra yoksulların yaşadığı önemsiz bir yerdi. Ama onlar Isa’nın Beytlehem’de doğduktan sonra Nasıraya yerleştiklerini bilmiyorlardı. Onlar Isa’nın Nasıra’da doğduklarını sanıyorlardı.
Natanyel Isa’nın yanına gidip konuşunca inandı ve kâhin öğrencisi oldu. Hepsi işini gücünü bırakıp Isa’nın ardından gitmeye başladılar.
Bir gün Celile gölünün kıyısından geçerken bazı balıkçıları gördü. Onların arasında Petrus, Yakup ve Yuhanna da vardı. Ağlarını temizliyorlardı. Zaten Petrus ile önceden tanışmıştı. Ona yaklaşarak,
‘Derin sulara açılınr dedi. Petrus, ‘Efendimiz bütün gece çabaladık, bir şey tutamadık, ama senin isteğin üzerine açılacağız” dedi.
Böylece derin sulara doğru yol aldılar. Ağlarını atıp beklemeye koyuldular. Ağlan çekme zamanı gelince belki de ümitsizlikleri sürüyordu. Yavaş yavaş ağlann iplerine asıldılar. Ağı çektikçe ne kadar dolu olduğunu görüyor ve şaşkınlıkla karışık sevinçlerini gizleyemiyorlardı. Ağlan öyle doluydu ki neredeyse yırtılacaktı. Bir süre sonra yalnız başlarına çekemeyeceklerini anladılar. Kendileriyle birlikte gelen arkadaşlarını çağırıp onlardan yardım istediler. Teknelerini ağzına kadar doldurdular. Balıkların ağırlığından tekneleri iyice suya batmıştı.
Petrus bu olanlardan çok etkilendi. İsa’nın Tanrısal gücünü ve kutsallığını sezdi. “Rab ben günahlı bir insanım” diyerek İsa’nın dizlerine kapandı
Isa, ‘Korkma, artık insan tutan balıkçılar olacaksınız” dedi.
Bu olaydan sonra Yakup, Yuhanna ve Petrus teknelerini kıyıya çektiler. Her şeylerini bırakıp Isa’yı izlemeye başladılar.
0 notes
inancimiz · 9 years
Text
Hıristiyanlıkla Özdeşleşen İki Hikaye
Isa’ya yaklaştı. Ona, ‘Efendim sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım? diye sordu Isa ona, ‘Kutsal Yazılar ne diyor? diye bir soruyla karşılık verdi. Din bilgini Kutsal Yazılalı çok iyi bildiği için rahata yanıtladı.
Tanrın’ı tüm yüreğinle, canınla, gücünle ve aklınla seveceksin. Aynı şekilde komşunu da seveceksin.* O zaman Isa ona, “Evet doğru yanıtladın. Bunu yap ve yaşayacaksın’ dedi
Bu yanıt din bilginine yetmemişti. Kendini haklı çıkarmak istediği için bir soru daha yöneltti. “Peki benim komşum kim ve nasıl sevebilirim?
Bu soru üzerine Isa ona İyi Samiriyeli benzetmesini anlatmaya başladı:
“Bir gün bir adam Yeruşalem’den Erihaya gidiyordu Yolculuk yaptığı yer dağlık bir bölgeydi Ayrıca oldukça tehlikeliydi. Çünkü bu bölgede birçok haydut vardı. Yolculuk eden adam bu haydutların eline düştü. Haydutlar feci bir şekilde dövdüler. Paralarını alıp yan ölü bir durumda bıraktılar. Adam o ıssız yolda kımıldamadan yatıyordu.
“O sırada bir kahin yoldan geçmekteydi. Yerde baygın yatan adamı görünce yolun karşısına geçti. Hemen oradan uzaklaştı.
‘Bir süre sonra bir Levili geldi. Kutsal tapınakta yalnız Levililer hizmet edebilirlerdi. O da kahin gibi adamı görünce karşıya geçti. Hızlı adımlarla gözden kayboldu.
“Son olarak bir Samiriyeli oradan geçiyordu. Samiriyelilerle Yahudilerin arası iyi değildi; düşman sayılırlardı. Buna karşın yaralı adamı görünce Samiriyelfhin yüreği sızladı. Hemen adamın yanma gitti.
’önce yaşıyor mu diye baktı. Kesik kesik nefes alıyordu. Baygın bir durumdaydı. Yaralan mikrop kapmasın diye üzerine şarap dökerek temizledi. Ardından biraz yağ döküp yaralarını yumuşattı. Onu böyle yan ölü bir şekilde bırakamazdı. Bunun için onu eşeğine bindirdi. En yakın hana götürüp ona baktı. Ertesi gün handan ayrılırken hanaya biraz para bıraktı. Onunla ilgilen! Eğer bu para yetmezse dönüşümde sana öderim’ diyerek oradan ayrıldı.’
Isa benzetmeyi bitirince din uzmanına bakarak, *Sizce haydutların eline düşen bu adama kim komşuluk etti? diye sordu. Din uzmanı, Tabii ki ona acıyıp yardım eden* diye yanıt verdi O zaman Isa, “Git sen de öyle yap” diyerek sözünü tamamladı.
Komşumuz yalnızca yaşadığımız yerde bize yakın olan tanıdıklarımız değildir. Yardıma gereksinimi olan herkes bizim komşumuzdur. Tanrıyı gerçekten seversek Onun sevgisini herkese gösterebiliriz. Bize düşman olanlara bile acıyıp yardım etmemiz gerekir.
Zengin Genç Adam
Bir gün Yahudiye bölgesinde yaşayan tanınmış, zengin bir adam Isa’nın yanma geldi Oha, “İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?* diye sordu.
Isa, ‘Neden bana iyi diyorsun. İyi olan yalnızca Tanrı’dır. Yaşama kavuşmak istiyorsan Onun buyruklarını yerine getir. “Adam öldürme, zina etme, hırsızlık yapma, kimsenin hakkını yeme, annene babana saygı göster ve komşunu kendin gibi sev.’
Giysilerinin güzelliğiyle dikkat çeken adam, ’Bunları çocukluğumdan beri yerine getiriyorum’ dedi. Isa bütün insanları tanıdığı gibi onu da tanıyordu. Bu adam Tanrının birçok buyruğunu yerine getirebiliyordu, ama zenginliği Tanrıdan daha çok seviyordu.
Bunun için Isa, ‘Eğer eksiksiz olmak istersen her şeyini sat, yoksullara dağıt Böylece kendine gökte hazineler biriktirmiş olursun. Ondan sonra gel beni izle” dedi.
Adam bu söz üzerine üzüntüyle oradan uzaklaştı. Çünkü çok zengindi.
Isa öğrencilerine dönüp, *Zengin birinin Tanrının Egemenliğine girmesi çok zordur.” dedi. Ardından, “Bir devenin iğne deliğinden geçmesi zengin birinin Tanrının
Egemenliğime girmesinden daha kolaydır* diye konuştu. Isa bu şekilde zengin adamın
Rabbe gelmek istemesinin olanaksızlığını anlatıyordu.
Öğrenciler şaşkındı. İsa konuşmasını sürdürdü. Onların gözlerinin içine bakarak, ‘İnsanlar r         için bu olanaksız, ama Tanrı içki her şey mümkündür* dedi.     ^
Bizim bunları anlayabilmemiz için Tanrının sözünde bulunan en önemli buyruğu anımsamamız gerekir.
“Tanım olan Rabbi tüm yüreğinle, tüm aklınla, tüm canınla ve tüm gücünle sev.”
Evet bu adam Tanrının birçok buyruğunu yerine getiriyordu, ama Tanrıya tüm yüreğiyle sevmiyordu. Bir yandan zenginliğine olan bağlılığını sürdürürken, Öbür yandan da Tanrı’ya yaşamak istiyordu.
Bu sözlerden zengin olanlar kurtulmayacak diye bir sonuç çıkarmak da doğru değildir. Tanrı bizim zenginliğimizi engellemiyor. Yalnızca tüm yüreğimizle Otıu sevmemizi istiyor. Eğer servetimizi Tanrıya tercih ediyorsak, (satım sözleri bizim için de geçerli. Yani bizde olan zenginlik tutkular, sevdiklerimiz ya da herhangi bir şey bizim Tanrı’ya olan ilişkimizin önüne geçiyorsa onu yaşamımızdan uzaklaşmalıyız.
Bu davranışımız boşa çıkmayacak, çünkü Isa Mesih uğruna yitirdiğimiz, terk ettiğimiz ya da bıraktığımız her şeyin kadarca fazlasını Tanrı bizlere verecek Kurtulmak için yalnızca Tanrıya gereksinimimiz var. Kendi çabasıyla kurtulmak isteyenler bunu başaramayacaklar. Ancak Tanrıya güvenerek yaşamını sürdürenler sonsuz yaşamı alacak
0 notes
inancimiz · 9 years
Text
Hıristiyanlıkta Arka Kapıdaki Yasalar
İmparator Constantinus İznik Konsili’nden kısa vadede Ariusçu ve diğer bazı kilise içi mahalli sorunların çözümünü, uzun vadede ise kilise organizasyonunu sınırlan tanımlanmış bir merkezi otorite etrafında toplamasını bekliyordu. İmparatorun uzun vadeli projesinin tek amacı kilise teşkilatını sadece imparatorluğun yönetim aygıtının bir parçası haline dönüştürmek değildi.
Daha ziyade, eyaletlerdeki Roma toplumunu devlete daha çok yaklaştırmak ve bu toplumun gerilimlerini daha yalandan kontrol etmek istiyordu. Çünkü kiliseleri ve cemaatleri üzerinde otorite sahibi olan piskoposlar toplumu yönlendirmek ve devlet sistemine entegre etmek için en uygun mahalli liderlerdi. Constantinus sonrası dönemin piskoposları arasında böyle işlevleri layıkıyla icra eden lider piskoposlar bulabilmekteyiz. Kilise’nin merkezi bir çatı altında toplanması sadece imparatorun değil özellikle İskenderiye ve Antiochea gibi büyük kentlerin piskoposlarının da otoriteryen girişimlerine uygun düşmekteydi.
Piskoposlar özellikle ayrılıkçı veya sapkın grupları kontrol etmek için, merkezileştirmenin öneminin farkındaydılar, çünkü yasallaşan büyük yetkileriyle hem uyumsuzların kilise örgütüne sızmasına müsaade etmeyecekler, hem de daha önceden girmiş olanları kolayca temizleyip atabileceklerdi.
İznik Konsili’nde benimsenen ve yasa olarak kabul edilen prensipler yukarıda söz konusu edilen kilise otoritesinin kurulmasını amaçlıyordu. Konsilde, yirmi yasa benimsendi. Bunların konusu kısaca şöyledir: Gönüllü olarak kendini hadım etmenin reddedilmesi; İhtida conversid sonrası piskoposluğa yükselme süreci; Din adamlarının yabancı kadınlarla bir arada yaşamalarının yasaklanması;  Piskoposluk seçimlerinin düzenlenmesi; Bir piskopos tarafından aforoz edilenin bir başkası tarafından cemaate kabul edilmemesi; Roma, İskenderiye ve Antiochea kiliselerinin adli sınırlarının yeniden tanımlanması; Kudüs’ün statüsü;
Novatianusçuların yeniden ana kiliseye entegre edilmesi;  Kilise hiyerarşisine girişte iyi araştırılmayanların, sonradan kusurları ortaya çıkarsa hiyerarşiden çıkarılmaları;  Dinden çıktıkları gözden kaçanların tespit edildiği taktirde kilise hiyerarşisinden olması; Hıristiyan olduktan sonra hiç gereği yok iken dinden çıkıp daha sonra geri dönenlerin kiliseye kabul edilmesinin kuralları, yani kamusal disiplin; Hıristiyan oldukları için işkence görmüş olanlardan daha sonra tekrar geri devlet hizmetine girenlerin durumu; Ölüm döşeğindeki dindaşlara yardım sorunu;
İhtida edenlerin kilise hiyerarşisinde bekleme sorunu; Din adamlarının yer değiştirmemesinin kabul edilmesi; Kendi kilisesinden aynlanlann başka bir kiliseye alınmaması, Yüksek oranda faiz âliminin reddedilmesi; Diyakonlann kendi başlarına ayin veya başka ibadetleri yönetmeye kalkışmamalan; Paulusçulann (Samsatlı Paulus taraftarlan) yeniden vaftiz edilmeleri zorululuğu; İbadet düzeni.
İznik yasalan arasında özellikle önemli olan, büyük piskoposluk merkezlerinin adli müdahale alanlarının sınırlanın tespit eden altıncı yasadır. Roma’nın Batı’daki üstünlüğünü tartışmaya çok gerek yok, çünkü birinci yüzyılın sonundan itibaren Roma piskoposları her fırsatta çevrelerindeki Hıristiyan merkezlere müdahale etmek suretiyle otoritelerini kurmaya çalışıyorlardı.
İskenderiye piskoposunun müdahale alanı Mısır, Libya ve Pentapolis oldu. İskenderiye piskoposunun, Pentapolis ve Libya için hevesi buralarda kök salmış olan Ariusçulan temizlemekti. Antiochea’nm Doğu’daki (Suriye), Roma’nın ise Batı eyaletlerindeki üstünlükleri yine konsilin altıncı maddesiyle yasallaştı. Kohsilin yedinci yasasına göre, Kudüs piskoposu Filistin’in metropoliti sıfatını aldı. Kudüs piskoposunun yükselişi hem İsa’nın doğum yeri olmasından, hem de İznik’te Caesarea piskoposu Eusebius’un konsilin çoğunluğunu oluşturan grubun içerisinde yer almamasından kaynaklanıyordu. Halbuki Kudüs piskoposu İskenderiye piskoposunun başım çektiği çoğunluk safları arasındaydı.
Piskopos seçimleri bir eyaletteki tüm piskoposların katılımını ya da en azından üç piskoposun katılımım şart koşuyordu. İlaveten metropolite yani eyalet başkentinin (metropolü.) piskoposuna veto hakkı tanınıyordu. Metropolitin otoritesini güçlendiren bir başka husus ise, yılda iki kez düzenlenecek olan eyalet sinodlarımn yine tek otoritesinin metropolit olmasıydı.
En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün piskoposların memnuniyetle benimseyecekleri bir başka yasa ise, “bir piskopos tarafından aforoz edilenin bir başka piskopos tarafından kiliseye kabul edilmemesi” ilkesi idi ki, geçmişte İskenderiye Kilisesi bu tür hareketlerin sıkıntısını yaşamıştı. Mesela, üçüncü yüzyılın ünlü ilahiyatçısı Origenes İskenderiye’den piskopos Demetrius tarafından sürüldüğü zaman Filistin piskoposlan Origenes’e kapılarını açmışlardı.
Origenes o tarihten sonra Filistin’de papaz olarak görev yapmıştı. Benzer bir kriz Arius’un yol açtığı tartışma sırasında da ortaya çıktı. Alexander Arius’u İskenderiye’dan sürünce Arius Filistin’e gitti. Burada resmen kiliseye kabul edilip edilmediğini bilmiyoruz, ancak yukanda da ifade edildiği gibi, Arius, Nicomedia piskoposu Eusebius tarafından toplanan kilise meclisi sonrasında burada kiliseye tekrar kabul edildi. Bu tür hadiselerin muhtemelen daha alt düzeyde pek çok örneği vardır, ama çok iyi bilinen bu iki örneğin İznik’te piskoposlann safları sıklaştırmasında önemli bir etken olduğu da kesindir.
1 note · View note