Text
17.11.24 OCTOBER TIDE KONSERİ (DOROCK HMC)

Bundan yaklaşık 20 sene önce hikayemiz başladı. “Katatonia” isimli bir grupla tanıştım ve hayatım tamamen değişti. İlk dinlediğim günden beri aşık olduğum bu grubun peşinden nice Türkiye konseri, Avrupa konserleri boyunca şehir şehir, ülke ülke dolaştım durdum. Grubun yeni dönemlerini çok sevsem de beni esas etkileyen eski dönemlerinde yaptıkları “Doom/Death” Sound’u taktir edersiniz ki beni “October Tide” grubuyla tanıştırdı. Bu grup “Katatonia”nın en sevdiğim dönem müziklerine benzeyen “Sound”ları yaratmak dışında uzun bir aradan sonra tekrardan bir araya gelmiş ve kendi özel bestelerini dinleyicilerine sunmuştu. Bu tarzın sıkı bir takipçisi ve “October Tide”ın en tutukulu hayranlarından biri olarak artık bu grubu ülkemizdeki bütün Metalcilere sevdirmek boynumun borcuydu!
Ülkemiz ve belki Dünya’nın geri kalanı içinde son derece “Underground Doom” “Sound”lu “October Tide” grubunu bir dönem sadece benim ve birkaç kişinin dinlediğini düşündüğüm zamanlar oldu. İlerleyen zamanla birlikte bunun böyle olmadığını gördüm ve planlarım oluşmaya başladı. Neden ülkemizde bir “October Tide” konseri olmasındı? Bugüne kadar neden hiç olmamıştı? Böyle bir şeyi biz organize edebilir miydik? Kafamdaki bu soruların ve daha fazlasının cevabını her zamanki gibi konser alanını dolduran yüzlerce kişiyle birlikte “October Tide” vokali Alexander Högbom ellerin üzerinde havaya kaldırılırken, insanlar gülümseyip eğlenirken, “October Tide” şarkılarıyla coşarken alıyorum. Evet yapabilirdik! Hatta yapmıştık!

Bundan bir seneye çok yakın bir zaman önce hemen yazışmalar başladı. İlk mesajı atıp “October Tide” grubundan aldığım olumlu geri dönüşü asla unutmayacağım. İnsanı hayatta bu kadar mutlu eden şey azdır. Türkiye konserine sıcak baktıklarını okuduğum e-postadan itibaren hemen hazırlıklara giriştik. Tarih, mekan, şartlar, zaman… “October Tide” “Seba Productions” olarak gerçekleştireceğimiz ilk yabancı müzik grubu konseri olacaktı, çok heyecanlıydık, hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyorduk. Uzun ve son derece titiz bir planlama sürecine girdik. 2009 Barcelona “Katatonia” konserinden beri görmediğim “October Tide” gitaristi Fredrik Norrman ve diğer grup üyelerini İstanbul havalimanından aldığımız an hemen o günlere ait olan, grup üyeleriyle çekildiğim fotoğrafı kendilerine gösterdim. Ekip arkadaşlarım grubu, grup bizi son derece sıcak karşıladı. Güzel bir akşam yemeği sonrası “October Tide” grup üyeleriyle epey bir süre sohbet etme imkanı bulduk. En güzel anılarımda yaşayacak olan bu süreçten sonra grup elemanlarından yarınki konserin unutulmaz geçeceğinin sözünü aldık ve evlere dağıldık. Uykusuz bir heyecanla geçen bu gecenin ardından sabah oldu ve nihayet konser günü gelip çattı!
BARCELONA 2009 / RAZMATAZZ BACKSTAGE

Bütün hazırlıklarımız tamam. Sürekli olarak elimdeki listeyi kontrol ediyorum, bir eksiğimiz yok gibi. Grup ekip arkadaşımızla birlikte kısa bir İstanbul turu yaparken geri kalan bizler mekanı ve kulisi organize etmeye girişiyoruz. O arkadaşlarımdan biriyle daha bu sabah konuştuk. Her gün birkaç parça “October Tide” dinlediğini söyledi ve konserin güzelliğinden dem vurdu. İnsan bundan başka ne mutluluk ister…
ISTANBUL 2024

Sound Check saati yaklaşıyor, grubu otellerinden alıyoruz ve hep birlikte “Dorock Hmc”ye geliyoruz. Hemen arkadaşımdan “Feedback” alıyorum, tur güzel geçmiş, grup halinden memnun, plandayız! Maalesef Havalimanında yaşanan bir aksaklık neticesinde grubun “Merch” bavulu İstanbul’a ulaşmamış. Bu konu hakkında ne kadar çaba sarf etsekte gün içerisinde bir sonuç alamıyoruz ve “October Tide” konseri bu seferlik “Merch” satışı olmadan gerçekleşiyor. Eh tek nazarlığımız bu olsun deyip grubun “Sound Check” sürecini izliyoruz. Kapı açılış saati yaklaştıkça konserin ilk grubu Illusions Play üyeleri de mekandaki yerlerini alıyor. Artık heyecan dorukta!
Konser saati gelene kadar ki sürecin nasıl geçtiğini inanın hatırlamıyorum. Kulis, Sahne, Kapı, Sigara… sonra tekrar… Sigara, Kapı, Sahne, Kulis… Nihayetinde beni uyandıran Illusions Play grubunun sahneden gelen sesleri oluyor. Anlıyorum ki konser başlamış. Bende hemen seyirciyle birlikte yerimi alıyorum. Illusions Play grubu ülkemizde uzun zamandır severek takip ettiğim bir “Atmospheric Doom/Death” Metal müzik grubu. Tarzlarının ve müziklerinin “October Tide” konseri için çok uygun olduğunu düşündüğümüz günden ve “October Tide” tarafından onay aldığımız mesajdan beri kendileriyle çalışıyoruz. Her süreçte yanımızda oldukları ve süreci son derece profesyonelce götürdükleri için kendilerini bir kez daha tebrik ediyorum.

“Illusions Play” o akşam yeni çıkarmış oldukları “Single” çalışmalarından ve henüz yayınlanmamış olan yeni albümleri “Empire Of Desolation”dan parçaları ve eski şarkılarını birer birer çalıyor. Görebildiğim kadarıyla yarattıkları atmosfer, mum mizansenleri, sahne performansları ve “Doom” enerjileri eşliğinde seyircinin kalbini kazanmayı bir kez daha başarıyorlar. Siyah peçelerle örttükleri yüzleri, gizemli halleri, yaratılan bu atmosferi sonuna kadar destekliyor ve bizlere unutulmaz geçecek bir Doom/Death gecesinin ilk perdesini açıyor. “Illusions Play” önü çok açık, mutlaka dinlemeniz, deneyimlemeniz gereken gruplarımızdan. Çaldıkları melodiler ve sahnede girdikleri ruh hali sizleri alıp, hüzün dolu, sakinlik dolu bir yerlere götürüyor. Hayat sizi mağlup ettiğinde korkmayın, “Illusions Play” yanı başınızda olacak… Mekanda ses konser boyunca gayet iyi duyuluyor. Bunun için ses teknisyenlerimiz ve bütün ekibimize tekrardan sonsuz teşekkür ediyoruz. Her yerdeydiler, her andaydılar, iyi ki varlar…
“Illusions Play” sahneden iniyor, mekan artık iyice dolmaya başlıyor. “October Tide” logosu ekrana veriliyor ve kısa bir süre sonra olanlar oluyor. Benim için inanılması güç bir atmosfer, “October Tide” İstanbul “Dorock HMC” sahnesinde. Yeni albümleri “The Cancer Pledge”den “Peaceful, “Quiet, Safe” şarkısıyla sahneye yıldırım gibi düşüyorlar. Benim beklentimin bile çok üzerine çıkan bir enerji ve sahne performansıyla “October Tide” karşımızda. İtiraf etmem gerekirse hayatımda ilk defa bir “October Tide” konserindeyim ve o konserin aynı zamanda organizatörlüğünü yapıyorum. Yıllar boyunca kayıtlardan severek dinlemiş olduğum “October Tide” grubu bana her zaman son derece “Doom Metal” köklerine sadık, melankolik, belki Metal Müziğin geri kalan türlerine nazaran daha durağan gelirdi, en azından öyle tahmin ederdim. Ta ki konserlerini görene kadar…

Bu adamlar sahnede klasik bir “Doom/Death” grubu gibi davranmıyor! Vokal Alexander bir saniye bile yerinde durmuyor, seyirciyle olan yüksek iletişimini konser boyunca zirvede koruyor! Gitarda Norrman kardeşler müzikali ve sahneyi o kadar iyi paylaşmış durumdalar ki yılların profesyonelliği tellerinden hoparlörlere akıyor, seyirci “Doom” pasajları ve melodileriyle transa girmiş vaziyette kendinden geçiyor! Bass gitarist Johan “Headbang” yapmaya bir saniye olsun ara vermiyor! Davulda Jonas hatasız bir şekilde kanatlanıp uçacakmış gibi bagetleriyle bize konser boyunca şov yapıyor! “October Tide” sahnedeyken “Thrash, Metalcore, Deathcore” gruplarından hiç eksik kalmadan kendi tarzlarınca sahnede devleşiyor. Kendilerinin dediği gibi: “Istanbul! Time To Doom!”

“Of Wounds To Come” “October Tide” hız kesmeden konserlerine 2. Şarkılarıyla son sürat devam ediyor. Çoğu “October Tide” fanının en sevdiği şarkılardan olan bu şarkı sonrası “Alexander”ın anonsu ile grubun çok sevdiğim, bir önceki albümünün ilk şarkısı olan “I The Polluter” çalınmaya başlanıyor. Seyirci gruptan, grupta seyirciden son derece memnun. İki tarafta birbiri arasında son derece kuvvetli bir bağ yakalıyor. “October Tide” konseri az önce dediğim gibi benim tahminimden çok daha yüksek enerjili ve şaşırtıcı geçiyor. “Katatonia” vokali ve “October Tide” kurucu üyesi olan Jonas Renkse ile kaydettikleri, bütün vokallerini bizzat Jonas Renkse’nin yaptığı İlk albümleri “Rain Without End”den “12 Days Of Rain” çalınmaya başlandığında hissettiğim hüzünle karışık mutluluğun tarifi olamaz. Beni bu şarkıyı ilk dinlediğim günlere götürmesinin yanı sıra, bu şarkıyı buraya, ülkeme getirebilmemin başarısını, gururunu sonuna kadar içimde hissediyorum…

“October Tide” ikinci albümü “Grey Down” ile aynı adı taşıyan “Grey Down” parçasıyla devam ediyoruz. Çok kuvvetli “Sound” çok kuvvetli enerji… Bana kalırsa “October Tide”ın ilk iki albümü arasındaki en büyük fark; ilk albümün daha çiğ, mistik, belki “Katatonia”nın ilk dönem albümlerine daha yakınken ikinci albümün müzikal olarak daha oturaklı, tok “Sound”lar barındırarak hüznü, “October Tide” “Doom”u daha elle tutulur boyutlara taşıması olmuştur. İkisi de grubun uzun bir süre ara vermesinden önce yayınlamış olduğu muhteşem albümlerdendir, en güzel hatıralarım arasındadır…

“Blue Gallery” yine ilk albümden, hüzün bombası son şarkı “Infinite Submission”dan önce gelen, hareketli sayılabilecek şarkılardan. Bu eserde 17 Kasım gecesi “October Tide” tarafından müthiş şekilde çalınıyor. Seyircinin gönlü bir kez daha fethediliyor. 2016 yılında çıkan “Winged Waltz” albümünden “Sleepless Sun” ve 2013 çıkışlı “Tunnel Of No Light” albümünden “Caugh In Silence” şarkılarından sonra grubun uzun süre ara verdiği dönem sonunda 2010 yılında çıkardıkları ilk albüm olan “A Thin Shell”in ilk şarkısı “The Custodian Of Science” şarkısı sahnedeki yerini alıyor. Bu dönemi iyi hatırlarım. 90’lı yıllardaki muazzam iki albümleri sonrasında uzun süre sessizliğe bürünmüş olan “October Tide”ın geri dönüş haberi gündeme bomba gibi düşmüştü. Bende acayip heyecanlı bir şekilde bu yeni çıkacak olan albümün ilk şarkısını merakla dinlemeyi bekliyordum. “The Custodian Of Science” ve “A Thin Shell”in devamındaki şarkılar beklentimizi karşılamanın ötesine geçmişti. “The Custodian Of Science”ın başında çalan melodi yaşlı gözlerle dişlerimizi sıkmamıza, arada verilen esten sonra tek başına duyulan gitar sesi hüznümüze hüzün katmayı başarmıştı. Bu sebeple, bu şarkı “October Tide” hayranları arasında unutulmazdır. Tahmin ediyorum ki grup için de şarkının ayrı bir yeri vardır.

“The Custodian Of Science” şarkısını bu ve buna benzer daha fazla hissiyatla dinlerken aşağıda bir şeyler oldu. (O sırada yukarıdan çekim yapıyordum.) Müthiş şekilde icra edilen şarkının ortalarında, grup ve seyirci kendinden geçerken, vokal Alexander bir anda kendini seyircinin ortasına attı. Bir sahne amirine, bir aşağıdaki arkadaşlarıma bakarken Alexander çoktan ellerin üstünde havada “Dorock HMC”yi geziyordu! Bu öyle doğal bir andı ki, hayatın akışına çok uygundu. Herkes memnundu, herkes gülüyordu, herkes kafa sallıyordu. Herkes! Kısa bir süre daha Alex ellerin üzerinde gezdikten sonra nazik bir şekilde sahneye kondu ve nihayetinde bende kendimi tutamayıp gülmeye başladım.

Bu şarkı biterken hemen ardından yine “October Tide”ın bir önceki albümlerinden, en sevdiğim şarkılarından biri olan “Guide My Pulse” çalmaya başlıyor… Ahh… Please Guide My Pulse… Henüz şarkı girer girmez başlayan melodi benim kafamı sağa sola götürmeme yetiyor. Seyirciyle birlikte kendimizden geçtiğimiz, artık sayısını unuttuğum bir başka güzel an. İnanılmaz iyi şekilde, güzel koşullar altında, iyi bir “Sound” kalitesi ve üst düzey sahne performansıyla çalınan bu şarkı sonrasında nihayete ermiyoruz. “October Tide”ın bizlere o gece için son bir sürprizi daha var! Kendi adıma da bu şarkıyı uzun zamandır canlı bir şekilde dinlemiyordum (En azından Jonas Brutal Vokal yapmayı bıraktığından beri.) Bu gece başımıza gelebilecek belki de en iyi, en özel şey… Sahnedeki tüm grup elemanları arkalarını bir anlığına dönüyor ve sonrasında “Murder” sahnede “October Tide” üyeleri tarafından çalınıp söylenmeye başlıyor…

O anlarda yaşananları nasıl tarif edebilirim… Sanki çok uzun zamandır yolu gözlenen bir sevgiliye kavuşmak gibiydi. Bunu tek tek bütün dinleyicinin suratında gördüm. Bir noktadan sonra bende kendimi kaybettim ve en ön saflara doğru yolumu bularak mekanın tam ortasında “Murder” melodileriyle kendimden geçtim. “October Tide” tarafından kusursuz şekilde çalınan bu eserin ortasında maalesef kusurlu bir durumla karşılaştık… Gitarist Mattias Norrman ayakkabı bağcıklarının sahne önündeki demirlere dolanması sonucu kısa süreliğine yere düştü. Arkadaşlarımız duruma hemen müdahale etti ve şarkı grup tarafından profesyonel bir şekilde çalınmaya devam etti. Mattias ile konser sonrasında yaptığımız konuşmalarda her ne kadar kendilerinin bu olayı fazla ciddiye almayıp, güzel bir hatıra olarak yorumlamalarını gözlemlemiş olsakta, konu bizim tarafımızdan araştırılmaya devam etmektedir. Bu yaşanan olay neticesinde bir kez daha grubun affına sığınıyoruz ve alçakgönüllülükleri için kendilerine tekrardan teşekkür ediyoruz.
“Murder” ismine layık bir performansı geride bıraktıktan sonra “October Tide” grubu seyirciyle uzun uzun vedalaştıktan sonra nihayet sahneden iniyor ve kulislerinin yolunu tutuyor. Görebildiğim kadarıyla herkes konserden memnun şekilde ayrılıyor fakat “October Tide” sürprizleri bu kadarla sınırlı kalmıyor! Grup kısa bir süre sonra kulislerinden çıkıyor ve “Meet And Greet” için mekanda kendilerinin yolunu gözleyen seyirciyle birlikte kaynaşıyor. Uzun bir Plak, CD, bilet imzalatma, fotoğraf çekilme seansını hep birlikte geçiriyoruz. Grup üyeleri hiçbir seyirciyi kırmıyor, hatta çok ısrarcı olanlarla bile tekrar tekrar fotoğraf çektiriyor. Müdahale etmesek sonsuza kadar sürecek olan bu sürecin nihayet sonu geliyor ve “October Tide” üyelerine otellerine kadar eşlik edip geceyi bitiriyoruz.

Bir müzik grubuna nasıl teşekkür edilir? İnsan neredeyse çocukluğundan beri dinlediği grubu sahnede görünce ne hisseder? O grup üyeleriyle tanışıp onları ağırlama fırsatı yakaladığında ne şekilde şükreder? Bu soruların ve daha fazlasının cevabını kalbimle aldım, kalbimde hissettim. Rüyaların gerçek olduğu “October Tide” konserinde başta grup ve “Agency”leri “Dreamtide Music” olmak üzere bütün çalışma arkadaşlarıma, bizi yalnız bırakmayan bütün Metalci dostlarımıza sonsuz kez teşekkür ederiz. Bu rüyanın burada bitmeyeceğini biliyoruz, kim bilir belki çok daha güzel çok daha büyük rüyaların gerçekleşmemesi için önümüzde bir sebep göremiyoruz. Tekrardan görüşmek üzere! Nice konserlere dostlar! Seba Productions: Sundu!

1 note
·
View note
Text
24.11.24 HARAKIRI FOR THE SKY KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)

Evet gençler, genç kalanlar, Metalciler ve duygusallar. Hepinize güzel bir Ekim gününden tekrardan merhaba. “Güzel Ekim günü” sözü az sonra anlatmaya çalışacağımız grubun ismiyle biraz tezat kabul ediyorum. Fakat uzun zamandır dinlemekte olduğum “Harakiri For The Sky” grubunun ülkemize tekrardan gelecek olması haberini aldığım günden beri “Harakiri” çabalarına ara verip “Kamikaze” gibi konser alanına dalmayı bekliyordum. Nihayet konser günü geldi (Beşiktaş IF yolları taştan…) ve beni tekrardan aldı bir heyecan. Bir önceki “Harakiri” konseri Anadolu yakasında “Kadıköy Sahne” de gerçekleşmişti. Bu sene ki “Bipolar Architecture” konseri yazımı okuyanlar bilirler ki “Kadıköy Sahne” seyircinin gözlem kapasitesi açısından biraz sorunlu mekandır. Bu sorunun üstesinden “Harakiri For The Sky” o zaman “Kadıköy Sahnede” yakaladığı mükemmel ses kalitesi ile gelmişti. Konser grubu ilk defa izlemiş olan ben ve benim gibiler için harika geçmişti. Grubun bütün melodik “Sound”larını alabilmiştik ve açıkçası “Harakiri For The Sky” “Kadıköy Sahne” ye çok yakışan bir grup olmuştu. Bu sefer daha büyük bir mekana “Beşiktaş IF”e geliyorlardı. Tabi ki beklenti ve heyecan daha da yüksekti. Konseri anlatmaya geçmeden önce rahatlıkla söyleyebilirim ki “Harakiri For The Sky” bu beklentinin üzerine çıkmayı sadece müzikal anlamda değil, sahne karizması anlamında da başardı. Bizlere unutamayacağımız duygusal melodiler, kulaklarımızdan uzun zaman kazınmayacak haykırışlar ve çok tatlı anılar bıraktılar. Lafı daha da fazla uzatmadan giriş bölümünü bitirelim ve Avusturya’nın soğuk rüzgarlarını bir kez daha ülkemize getiren haykırış ve melodilerin grubu “Harakiri For The Sky” konserine uçaklama dalalım!

Son olarak Viyana’da izlediğim “Harakiri For The Sky” grubuyla hasret gidermek için Beşiktaş’tayım. İyi bir kalabalık “Post Black” icra eden “Harakiri”yi dinlemek üzere sokakta yerini almış beklemekte. Önceki konserden hatırladığım kadarıyla grubun kitlesi biraz daha genişlemiş durumda. Dinlemesi aşırı zor bir müzik yapmıyor “Harakiri For The Sky” (En azından benim için.) Melodik “Riff”ler de kendinizi kolaylıkla grubun “Sound”una kaptırabiliyorsunuz, vokal J.J’in öfkeli çığlıkları ve hezeyanlarıyla acı dolu ruhunuzu biraz olsun soğutabiliyorsunuz. Bu soğutma yöntemi benim çokça kullandığım bir “acıdan kaçış” numarasıdır. Kendimi çok kötü hissettiğim zamanlarda genellikle benden daha kötü durumda olan insanların hikayelerine, tarihlerine, müziklerine vs. odaklanırım.

Bulunduğum kötü durumdan bir nebze olsun kurtulmayı başarırım ve “vay be Dünya’da ne acılar var arkadaş seninki de dert mi be” deyip biraz olsun rahatlamayı beceririm. Hastalıklı bir durum tabii ama genelde bende işe yarar. Birçok “DSBM” grubunda olduğu gibi “Harakiri For The Sky”da o kadar yoğun depresiflik içermese de benim bu durumlar için kullandığım bir imdat çekicidir diyebilirim. Grubun son çıkarmış olduğu “Mære” albümü “Harakiri” dinleyicisinin tamamı (ve gözlemlediğim kadarıyla özellikle Türk dinleyicisi) tarafından çok sevildi, bu konserde de bir öncekinde olduğu gibi albümden sevilen şarkılar çalındı. 2012’den beri hayatımıza öfkeli, melodik, melankolik kavramlar katmaya devam eden “Harakiri For The Sky” iki sene aradan sonra artık tekrardan İstanbul’da sahneye çıkmak üzereydi.

Son albümlerinin ilk şarkısı “I, Pallbearer” ile “Harakiri For The Sky” sahnede! (Pallbearer diye nefis bir “Doom” grubu vardır, clean vokalli “Doom Metal” severlere şiddetli tavsiye.) Grup sahneye çıktıkları ilk andan, son indikleri ana kadar seyircinin yoğun ilgisiyle ve histerik “Headbang”leriyle karşılaştı. “Harakiri” bizim memlekette çok seviliyor. Bunun sebeplerinden biri müziklerinin yanı sıra grup elemanlarının içten tavırları ve seyirciyle kurdukları iyi iletişim. Hatırladığımdan daha uzun boylu olan J.J sahne süreleri boyunca etrafı tavaf etmeyi, bir sağ, bir sol köşeyi doldurmayı asla ihmal etmedi. Grup elemanlarından bahsetmeye başlamışken “Harakiri”nin diğer kurucu üyesi aşırı tatlı, sempatik gitarist Matthias Sollak tan bahsetmesem olmaz. Matthias’la ilk defa Viyana’da karşılaşmıştım ve müzisyen egolarından aşırı bağımsız, bambaşka sıcak muhabbetler yaşamıştım. Hatta kendisi gibi tatlı eşiyle birlikte “Vienna Metal Meeting” kapsamında sahneye çıkan “Harakiri For The Sky” performansını izlemiştik. Yanlış hatırlamıyorsam onlardan sonra bilenler bilir, bendenizin taptığı gruplardan olan “Katatonia”yı izleyecektik. Dolayısıyla Matthias ve eşi sayesinde bir “Katatonia” konserine olabilecek en iyi şekilde hazırlanmıştım. Bu iki adam sahnede devleşirken (Zaten dev gibi bir şeyler.) bizler konserin ikinci şarkısı olan yine sevilen “Arson” albümünden “Fire, Walk With Me” şarkısıyla coşuyorduk!

Birbirinin peşi sıra çalınan “Homecoming: Denied!” ve “Funeral Dreams” eserlerinden sonra tabiri caizse eğer “Harakiri” semalarında artık uçuşa geçmiştik. Kaç bira içildi, kaç kere kafa sallandı hatırlamıyorum ama bu konserde bir sonraki çalınacak şarkının etkisiyle efkarıma yenik düşüp üst katta güzel bir sigara yaktığımı hatırlıyorum. Yine az önce bahsettiğim son albümlerinden “Sing For The Damage We’ve Done” öyle bir şarkı ki, daha şarkı başlar başlamaz, o melodi çalınır çalınmaz içeridesiniz. Şarkının genel duygusal bütünlüğü ve aşırı iyi olması dışında ön plana çıkan diğer bir özelliği içerisinde çok iyi bir de gitar melodisi, solosu barındırması. Bu öyle bir uçma hissiyatı ki sadece “Iron Maiden” gitaristlerinin (Dave Murray, Adrian Smith belki Janick Gers.) beni sokabileceği bir mod. Yıllarını dişlerini sıkıp, gacırdatarak dinlediği “Maiden” Sololarıyla geçirmiş biri olarak şaşırtıcı bir şekilde “Harakiri For The Sky”da benzer hisleri yaşamak insanı hem geçmişe götürüyor hem de içinde bulunduğu anlara dair umutlarını tazeliyor. Öylesine garip bir his… Sadece bu açıdan bakıldığında bile “Harakiri For The Sky” benim için çok özel bir grup.

Bu duygu yoğunluğu yüksek bölümü atlattıktan sonra “Calling The Rain” ile biraz rahatlayıp havamızı buluyoruz. “Harakiri” şarkı süreleri orta-uzun boyutlarda. Az ve öz “Setlist”leri bu açıdan bakıldığında belki biraz kısa ya da en iyi bakışla tam tadında hissettiriyor. (Geçen ay katılma fırsatı bulduğumuz ve notlarını aldığımız “Uada” konseri gibi.) Konserin en büyük hayal kırıklığı benim adıma “Harakiri”nin çıkardığı son “Single”ı icra etmeyişleri oluyor. Geçtiğimiz günlerde çıkan “With Autumn I’ll Surrender” girişinden çıkışına, gitarından, davuluna çok başarılı bir şarkı olmuş. Ocak ayında yayınlayacakları yeni albümünde bu tatlarda geçeceğinden şimdiden adım gibi eminim. Bu şarkı konserde çalınsaydı bizler için çok büyük bir jest ve atmosfer açısından harika bir verim olurdu. Grup henüz bu şarkıyı konser “Setlist”lerine almak için hazır olmayabilir, ticari kaygılar olabilir, başka türlü sıkıntılar olabilir bilemeyiz. Dolayısıyla sağlık olsun diyoruz ve “Harakiri”nin bir sonraki konserini tabi ki dört gözle bekliyoruz. Zaten bu düşüncelerden bizi hemen çekip alan bir şarkıyla karşı karşıya kalıyoruz. Konser boyunca iyi şekilde duyulan “Sound” başka bir boyut kazanıyor. “Harakiri” elemanları yerlerinde kıpırdanıyor. Belki de grubun en jenerik şarkısını çalmaya hazırlanıyorlar. Çoğumuzun “Harakiri For The Sky” grubuyla tanışmamıza vesile olan şarkılardan biri çalınmaya başlanıyor: “Heroin Waltz”

2010’lu yılların sonunda “Harakiri For The Sky” ismi sanki yeterince dikkat çekici bir şey değilmiş gibi bir de bu ismin önüne yazılmış olan “Heroin Waltz” ile tanışmıştım. Tabii grubun “Sound”una aşık oldukça daha derinlerine, ilk albümlerine doğru bir yolculuk başlatmıştım. “Harakiri For The Sky” nispeten benim nazarımda yeni bir grup olsa da bugüne kadar hatırı sayılır işler yaptı ve yapmaya devam ediyor. Stüdyo albümleri ve kayıtları kadar konserlerde ve festivallerde de çok iyi işler yapacaklarının bir kanıtı daha geçirdiğimiz İstanbul konserindeki performanslarıyla bir kez daha gösterilmiş oluyor. “Heroin Waltz”u gözümüz yaşlı geride bırakırken grup artık sonun gelmiş olduğunun sinyallerini vermeye başlıyor. “Harakiri” konserlerinde artık başka bir Jenerik (ya da tam tersine “Credit”mi demeliyim) olmuş olan şarkı Beşitaş IF kolonlarında yankılanmaya başlıyor. Bu şarkıdan sonra artık başka bir şey çıkıp çalmazlar, maalesef biliyorum, hissediyorum, çok zor ihtimal, belki bir gün… Bu düşüncelerle o akşamki son şarkımız başlıyor ve hep bir ağızdan, hep bir gönülden “Harakiri For The Sky” grubuna bir “Placebo” “Cover”ı olan bu şarkıyla veda ediyoruz. “Song To Say Goodbye”…

Grubun sahneden inişini ağlamaklı bir vaziyette seyre dalıyoruz. “Harakiri For The Sky” konseri her zamanki gibi çok çok iyi geçiyor, tadı damakta kalıyor. Bu konserden de hemen her konserde olduğu gibi çok güzel, unutulmaz anılarla ayrılmaya hazırlanıyoruz. Seyirci uzun bir süre “Harakiri For The Sky”ı alanda beklemeye devam ediyor. Bu beklenti grup tarafından kısa süre sonra karşılanıyor. Grup elemanları son derece güler yüzlü, sıcak, samimi bir şekilde (Avusturya’dan böyle adam çıkmaz ama…) seyirciyle iletişime, hoş beşe, plak imzalamaya, fotoğraf çektirmeye geliyor. Hatırı sayılır bir vakit alanda vakit geçiriyorlar ve nihayetinde kulislerine geçiyorlar. Bir sonraki “Harakiri” konserini sabırsızlıkla beklerken yaşadığım şeyleri sindirmeye çalışıyorum. Bu gecelik maceram daha bitmedi, devam ediyor, anılarımda hala yaşıyor… Önümüzdeki nice güzel konserlerde görüşmek üzere dostlar! Kendinize iyi bakın!

0 notes
Text
17.10.24 ACCEPT & SAINTS N SINNERS KONSERİ (KÇP)

Sonunda yaz bitti, soğuk havalar geri geldi! Yani kamuflaj şortlar dolaba kaldırıldı, siyah kot ve deri ceketler piyasaya çıktı. Bu soğuk havaların belki de ilk gününde/gecesinde yine başka bir efsane isim için Küçükçiftlik parka doğru harekete geçiyoruz. Bahsedeceğimiz efsaneyi 2010 “Sonisphere” festivalinden beri görmüyordum, kendileri de bizi görmüyordu ve bu konuya konser içinde de değineceklerdi. Alman “Heavy Metal” üstadı “Accept” bir kez daha İstanbul’u yıkmaya geliyordu! “Accept” diyince aklımıza gelenler; “Ball’s To The Wall” artık grupta olmasa da efsanevi vokal, “Frontman” Udo Dirkschneider (“Sonisphere” de bile çoktan gruptan ayrılmıştı.), onun yerine 2009 da gelen Mark Tornillo, gitarda paragon level 20k Wolf Hoffmann, “Metal Heart”lar, “Fast As A Shark”lar “Teutonic Terror”lar, canavar gibi yeni albümleri “Humanoid”den şarkılar dinleyecek olmak, bunlar zaten başlı başına heyecan faktörlerimizi oluşturuyordu ama bir şey daha vardı. Yıllardır eski “Dorock”tan beri takip ettiğim, Cuma gecelerini dört gözle beklediğim, karakteristik ve özel sesiyle bizleri her hafta “Heavy Metal” cennetlerine götüren Mehmet Kaya’nın kurucusu olduğu “Saints N Sinners” grubu da “Accept” öncesi bu efsanevi konserin özel konukları olarak sahnede olacaktı. Geceye DJ performansıyla Adil Akbay’ın alanı alevlendirmesiyle başlayacaktık. Dolayısıyla program çok yoğun, neredeyse mini festival kıvamında bir şey yaşayacağız. Sabahtan beri akşam olmasını zar zor bekleyebiliyorum, heyecan dorukta, bir an evvel alana koşturmak lazım. 17.00’a kadar sabredebiliyorum ve “Kçp”ye doğru rotamı çiziyorum.

Kapı açılış saati olan 18.00’e doğru “Kçp” önündeyim. Burada beni içeriye giriş kuyruğu karşılıyor. Hatırı sayılır bir kalabalık ve sıra var. Bu bölümü yaklaşık yirmi dakikada aştıktan sonra içerideyim. Bu sefer dışarıda hiç oyalanmadan direk alana girme, muhabbet sohbeti konser içine almayı tercih ettim. “Merch” standı her zamanki gibi Hammer Müzik kalitesiyle çok iyi. “Accept”in yeni albümleri “Humanoid” tişört baskısı çok iyi olmuş, ayrıca “Saints N Sinners”ın da üzerinde “Rise Of The Alchemist” albüm kapağının olduğu çok iyi bir tişörtleri vardı. Bu “Artwork” aynı zamanda “Accept” sahneye çıkana kadar olan sürede “Kçp” sahnesini doldurdu. Alanda oyalanmaya devam ediyoruz, uzun zamandır görülmeyen dostlarla nice buluşmalar yaşanıyor, ilk biralar bu bölümde içiliyor, konser, Metal müzik dolu konuşmalar yapılıyor. “Bosphorus Metal Fest”ten beri yaklaşık 1 ay geride kalmış. Oradaki festival enerjisinin bir benzeriyle ruhumuzu şenlendiriyoruz. Vakit çok hızlı geçiyor, Adil Akbay sahnede işinin başına geçiyor, dükkanı açıyor, veriyor gazı. Bu noktadan sonra girdiğimiz zaman makinası içerisinde vakit daha da hızlı akmaya başlıyor. Adil baba bize Metal müzik alemlerinde kaptanlık ediyor, “Saints N Sinners” adası molalı “Accept” yolculuğumuzda pusulamız oluyor. Dakikalar ilerledikçe yavaştan kara gözüküyor, ayakları yere son derece sağlam basan, gerçekten tam manasıyla “Headliner” kumaşı olan bir grup bizi sahnede karşılıyor.

SAINTS N SINNERS
Bilenler bilir, hatırlayanlar hatırlar. 2010’lu yıllarda eski “Dorock”ta cuma geceleri “Electric Circus” fırtınası yaşanırdı. “Sound”ları, enerjileri ve tam bir “Heavy Metal” solisti, “Frontman”i vokali “Taksim Raid Siren” Mehmet Kaya ile “Electric Circus” grubu farkını ortaya koyardı. Yıllar sonra 17 Ekim günü “Kçp” ana sahneye “Saints N Sinners” elemanları çıkıp rüzgar gibi çalmaya başladıkları sırada sahne arkasından önce tanıdık bir çığlık sesi geldi sonra sesin kendisi sahneye kendisini zıplayarak attıktan sonra şekle büründü. Mehmet Kaya, “Saints N Sinners” sahnedeydi! Sahnede bir hareket, bir enerji patlaması, gitarlar koşturuyor, davullar durmuyor, Mehmet bir orada bir burada derken “Bruce Dickinson” konseri geride kalmadı mı yahu oluyorum. Herhalde Adil abinin zaman tünelinden çıkamadım ve belki de bir “Iron Maiden” konserine ışınlandım. Şaka bir yana hanımlar beyler “Saints N Sinners” sahne süreleri boyunca o kadar iyi çaldı, o kadar profesyonel bir şovla karşımıza çıktı ki, Mehmet enerjisini o kadar iyi değerlendirip seyirciyle iletişimini üst seviyelere taşıdı ki artık kolaylıkla söyleyebilirim bir “Rock Star”ımız ve üst düzey bir “Heavy Metal” grubumuz var. Aslına bakarsanız uzun zamandır varlar fakat kendilerinin dediği gibi çok sık konser vermiyorlar, bu durumun ilerleyen süreçte tam tersine döneceğini söylüyorlar. Yurt dışında önemli grupların altında çalıp festivallerde bizi temsil etmeye başladılar, gelecekte ülkemiz de yine çok önemli konserlere imza atacaklarını adım gibi biliyorum. Etrafta bu konserde olduğu gibi daha çok hoplayıp zıplayan, kendinden geçen, “Saints N Sinners” şarkıları söyleyen seyirciler göreceksiniz.

“Saints N Sinners” sahne süreleri boyunca bizlere kariyerlerinden güzel seçkiler sundu. “As Above So Belove” “Dreamer” şahsen çok başarılı bulduğum eserleri “Ivory Tower” ve tabi ki “Saints N Sinners” şarkılarıyla çok başarılı bir konsere ve “Setlist”e imza attılar. Konserleri boyunca tek tek bütün enstrümanlardan çok iyi ses aldık. Ara sıra tok davul “Sound”u ve bu kadar çok gitar olması Bass gitarları boğsa da genel olarak “Accept” ve “Saints N Sinners” konserleri ses açısından son derece problemsiz, “Audiophile”lere uygun olabilecek şekilde geçti. “Saints N Sinners” daha önce de belirttiğim gibi seyirci iletişimi konusunda doğal yetenekli bir grup. Hayatınıza ilk defa konserlerine gidip onları dinliyor olsanız bile kolaylıkla şarkılarına eşlik edebileceğiniz nakaratları ve kuvvetli pasajları var. Bu sayede herhangi bir “Saints N Sinners” konserinin sizi içerisine almaması, eğlenceli geçmemesi, kendinizi grubun Sound’una ve Mehmet’in enerjisine kaptırmamanız elde değil. Bu açılardan gruba ben kendi adıma 10 üzerinden 11 puan veriyorum. (+1 Puan Mehmet’in o akşam hasta olmasına ve o hasta haliyle bize böylesine harika bir performans sunabilmesine.) Grup sahneye çıktığı andan itibaren yoğun bir kalabalık konserlerine eşlik etti, yer yer çok güzel görüntüler oluştu. Özellikle “Ivory Tower” ve “Saints N Sinners” şarkılarına iyi bir seyirci katılımı oldu. Müziğin çok hareketli, yer yer duygusal çığlıklı, hemen herkesin kendisine göre bir şeyler bulup çıkarabilmesi seyirci katılımının bana göre en önemli sebeplerinden sadece bazıları.

Kaybetmiş oldukları eski davulcularını konserde yad etmeyi unutmadılar, “Saints N Sinners”ın sonsuza kadar üyesi olarak kalacak güzel insan ruhun şad olsun! Grup sahneden indikten sonra seyircinin arasında kulak misafiri olduğum bütün dedikodular “Saints N Sinners” hakkında çok olumlu yöndeydi, herkes gruptan memnun kalmıştı, hak ettikleri çok daha iyi yerlere geleceklerdi. Bu hissiyatlar eşliğinde, son derece keyifli bir şekilde gecenin esas olayını beklemeye başladık. Beklemekten ziyade hazırlık sürecine girdik diyelim. Biralar tazelendi, “Spot”lar ve nefesler tutuldu, açma germe hareketleri yapıldı. Zemin iyi, hava artları müsait, sahne arkasından gelecek olan şeye hazırız. “Saints N Sinners” brandası kaldırıldı, “Humanoid” albümünün “Artwork”ü sahne arkasındaki yerini aldı ve kısa süre sonra sahneye bir şey düştü!

ACCEPT
“Saints N Sinners” fırtınasını atlatamamışken kasırgaya yakalanıyoruz. “Aceept” grubu bütün haşmetiyle yeni albümleri “Humanoid”in ilk çıkan “Single”larından “The Reckoning” ile açılışı yapıyor. Ben bu konserde özellikle ses ekibine teşekkürlerimi sunmak istiyorum, “Saints N Sinners” ile başlayan ses kalitesi “Aceept”te doruğa çıkıyor ve konser süresi boyunca asla fire vermeden devam ediyor. Açık havada, bu kadar yoğun gitarlı gruplar arasında davul, Bass ve vokal korunumu gerçekten etkileyici şeylerdi. Grupların performansı tabi ki es geçilecek cinsten değildi. Yine yeni albüm ile aynı ismi taşıyan “Humanoid” şarkısıyla devam ediyoruz. “Accept” belli ki çok özlenmiş. Konser alanının bunu kanıtlar nitelikte neredeyse “Sold Out”a gitmiş olan yoğunluğu yanı sıra seyircinin grubun sahneye ilk çıktığı andan beri yeni albümden parçalar çalıyor olmalarına rağmen bu derece eşlik etmesi gerçekten güzel görüntüler oluşturuyordu.

“Restless And Wild” sonrası kendimizi 80’ler Londra’sında buluyoruz çok sevdiğim ve dinlerken bir başka eğlendiğim “London Leatherboys” parçası “Accept” tarafından çalınıyor Mark Tornillo tarafından söyleniyor. Gönül ister “Accept” ve Udo bir arada olsun ayrı ayrı konser vermek zorunda kalmasınlar vs. (Nisan ayında Udo tekrardan ülkemizde olacak.) 2013 yılında “Metal All Stars” etkinliği kapsamında tanışma fırsatı bulduğum Udo Dirkschenieder (Çok şeker heriftir.) özel bir adam, kuvvetli bir ses, yeri dolmayacak bir adam evet ama bu sebeplerle bile olsa ayrılıklarından sonra “Accept”in vokal görevini üstlenen Mark Tornillo’ya olumsuz yorumlar yapmak bana kalırsa büyük haksızlığa girer. Birçok grup, birçok olay için yapılan bu yorumları haksız, yersiz bulurum. Artık o x grup ya da olay, oyun, film, tiyatro, dümen eski efsanevi ismi, bölümü olmadan devam edecek ve artık bu ikisini birbirinden ayırıp, ayrı ayrı kendi yeteneklerine, yetilerine göre değerlendirmek bizim sorumluluğumuzda diye düşünürüm.

Mark Tornillo birçok sebeple benim için efsane isimler arasında yer alıyor. 17 Ekim akşamı bizlerle olan sıcak, samimi ilişkisi bu hislerimi mühürlemiştir. Vokal ve bir müzisyen olarak yeterliliği kısmına girmeye çalışmak zaten şaka gibi bir durum olur sanırım. “Straight Up Jack” “Midnight Mover” ve “Dying Breed” ile “Accept” resitalimiz tüm hızıyla devam ediyor. Konserin ortasında hafifçe çiseleyen yağmur bir ara “Eyvah” dedirtse de çok tatlı bir sis perdesi görüntüsü oluşturmanın dışına geçmiyor ve rahat bir nefes alıp keyifle konseri izlemeye devam ediyoruz. “Zombie Apocalypse” “The Abyss” “Breaker” artık tamamen “Accept” akışı içerisindeyiz. Grup bize eski, yeni, dönemlerinden seçkiler sunmaya devam ediyor. Bütün “Accept” üyeleri ve özellikle Mark Tornillo bize klasik “Accept” dönemlerini ve yeni nesil “Sound”larını olabilecek en iyi şekilde yaşatmaya/yansıtmaya devam ediyor. Gitarlar “Saints N Sinners”ta olduğu gibi sürekli bir hareket halinde seyircinin takip mekanizmasını kırıyor. Davulcu Christopher William’s benim göremediğim bir aralıkta hiç ellerinden bagetlerini kaçırdı mı bilmiyorum ama eğer bu konserde o bagetler kaçmadıysa daha da kaçmaz. Konser başından sonuna kadar bagetler bu vahşi, güler yüzlü adamın elinde fır dönüyor.

“Southside of Hell” “Demon's Night / Starlight / Losers and Winners / Flash Rockin' Man” “Shadow Soldiers” ile gitar Solo cennetlerinde yüzüyoruz, Riff Orgy’ler de aklımızı kaybediyoruz öyle ki sahneden Mark Tornillo’nun “This Is Riff Orgy” demesi gereksiz bile kaçıyor. Yazının başında bahsettiğim gibi “Accept” ülkemize son olarak 2010 Sonispehere kapsamında gelmişti ve “Manowar”dan sonra sahne almıştı. (Joey De Maio’nun efsanevi konuşması sonrası “Accept” konseri o zaman benim açımdan biraz sönük geçmişti diyebilirim.) Geçtiğimiz gece Mark Tornillo’nun bize tekrar anımsattığı gibi o zamanki konser İnönü stadında (Mark’ın betimlemesiyle sokağın karşısında) gerçekleşmişti ve aradan çok uzun zaman geçmişti. “Accept” şu an buradaydı ve umarım bundan sonra bir 14 sene daha beklemek zorunda kalmayacaktık.

Heyecan, hezeyan ve eğlenceyle karışık bir modda “Fast As A Shark” şarkısını dinlemeye geçiyoruz. Bu şarkı sahne önünden atılmış olan bir “Köpekbalığı” peluşu ile daha da interaktif bir hal alıyor. Köpekbalığı şarkı boyunca sahne önünden, orta bölümlere, arkalardan tekrar sahne önüne doğru geri geliyor ve gerçekten çok eğlenceli bir manzara sunuyor. Bu eğlenceli atmosfer az sonra bitiyor ya da yeniden başlıyor mu demeliyim siz karar verin. Okullarımızın en azından bir bölümünde teneffüs zili olarak çalan sesleri kafamın içinde tekrar duymaya başlıyorum. Beethoven bugün yaşasaydı eğer “Accept”te çalıyor olurdu evet! Ludwig Van Beethoven’ın “Für Elise” adlı kompozisyonu 1985 yılından beri tıpkı bu gece olduğu gibi Metal müzikte “Accept” sayesinde hayat buluyor ama ne hayat bulmak! Sahneden “Metal Heart” sesleri yükseliyor! Kendimizden geçiyoruz!

“Metal Heart” şarkısını canlı dinlemek artık bambaşka bir deneyim oluyor ve bu konser için deneyimlerin sonu da olmuyor. Bu gitar solonun periyodik olarak şehir hoparlörlerinden arada bir çalınması lazım toplum sağlığı açısından (en azından toplumun bir kısmı açısından) çok faydalı olur. Bu yaşanan inanılmaz anlar sonrası çok sevdiğim başka bir “Accept” parçası olan “Teutonic Terror” ile devam ediyoruz. Bu isim zannediyorum “Accept” grubundan bahsedeceğimiz zaman kullanmamız gereken en kısa tanımlama olabilir. “Pandemic” şarkısı sonrası “Accept” sahneye kısa süreliğine veda ediyor, tabii herkes alkış kıyamet, “Accept” sesleri, ortam şahane, gece genç, “Accept” daha da genç! Beklenen şarkı, orada olan hepimizin diline pelesenk olmuş eser, belki sadece konser içinde değil konserin dışında bekleyen taksicilerin, köftecilerin, “Swiss Otel” “Hilton” ve “Ritz” müşterilerinin bile bildiği, bilmese bile eşlik edebileceği şarkı ile “Accept” grubu yeniden sahnede! “Ball’s To The Wall”! Artık nasıl bir enerji patlaması yaşandıysa, neler olduysa… “Balls To The Wall” dan sonra çalınacak olan ve “Accept”in bu gecelik son performansını oluşturacak “I’m A Rebel” şarkısına gereken ehemmiyeti gösteremiyorum. Hakikaten Metal müzik evrenine adını altın harflerle kazımış olan bir eser “Balls To The Wall” burada yaşanmış olan seyirci reaksiyonu ve grubun performansı belki “Metal Heart”tan bile daha iyi geçmiş olabilir. Ne diyeyim klasiklerin modası asla geçmez, iyi ki varsın “Accept”!

“I’m A Rebel” şarkısı sonrası “Accept” grubu sahneden iniyor. Mark Turnillo bizi Allah’a emanet ediyor ve “Kçp” sahnesinden ayrılıyor. “Heavy Metal” dolu gece bizi konser çıkışı kaldırımlarda yürürken “Balls To The Wall” mırıldanmalarına sürüklüyor, bu kültürle büyüdüğümüz için kendimizi şanslı saymamıza vesile oluyor. Bu tarz büyük grupların konserlerine katılmak gerçekten farklı hissettiriyor. Gruplar ve onlarla biz de yaş aldığımız için artık yavaştan nostaljik bir etkende oluşturuyor, geçmiş günlerin güzel enerjisiyle doluyoruz, elimizde 16 yaş birası, yüzümüzde gülümseme… Tekrardan “Accept” grubu ile buluştuğum için çok mutlu oluyorum. Bu harika geceyi bize yaşatan, emeği geçen herkese, özellikle benden desteğini esirgemeyen Metal Oda’ya çok teşekkür ediyorum. Nice nice güzel konserlerde siz değerli Metalci kardeşlerimle buluşmayı dört gözle bekliyorum. İyi ki varsınız, iyi ki varız! Görüşmek üzere gençler, sağlıcakla kalın!

0 notes
Text
10.10.24 NE OBLIVISCARIS & HATEMOTION KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)

Merhaba dostlar, Romalılar! Bugün sizlere (biraz geç olsa da…) Taa çok uzaklardan hatta en uzaklardan, Avustralya’dan ülkemize gelen, Ekim ayında güzel Beşiktaş’ımızda ağırlamış olduğumuz enteresan oluşum “Ne Obliviscaris” grubundan ve en az onlar kadar enteresan, şaşırtıcı sahne performanslarıyla ülke topraklarından çıkma Melodic/Groove Metal Müzik grubu “Hatemotion”dan bahsetmeye çalışacağım. Takvim yoğun ilerliyor, ülkemizde “Metal Müzik” özellikle konserler açısından en verimli dönemlerinden birini geçiriyor diyebilirim. Bunda organizatörlerin ve mekan işletmecilerinin payı çok büyük olsa da yerli Metal Müzik gruplarımızda bu güzel sürece katkı vermek için azımsanmayacak şekilde fedakarlık ve çalışma içerisinde bulunuyorlar.

“Ne Obliviscaris” daha önceden çok fazla dinlediğim bir grup değil. Senfonik altyapılarla “Metal Müziği” ben kendi içimde ezelden beridir çok bağdaştıramam. Tabi ki sevdiğim tarzlar arasında bu senfonik altyapıyı hakkıyla sunan, harmanlayan, mistik bir duruma çeviren, epik pasajlarla süsleyen grupları dinlemiyor değildim. “Dimmu Borgir” “Septic Flesh” belki “Nightwish” ve “Lacuna Coil” hatta “Therion” ve “Haggard” benim adıma bunlardan sadece bazıları olarak sayılabilir. Peki “Ne Obliviscaris”te böyle bir oluşum muydu? Bu şekilde hissiyatları bizlere sunabilip, sahnede devleşebilecekler miydi? Bunların cevabını almadan önce sahnede ilginç bir grupla karşılaşıyoruz.

Artık ikinci adresimiz olan Beşiktaş IF’ten daha fazla bahsetmeyeceğim. Her zaman rahat ettiğimiz, çoğu zaman iyi ses aldığımız Metal Friendly bir yer burası. Nice konserlere! 10 Ekim gününe geri dönüp şöyle bir hatırlamaya çalışırsam eğer, bu konser özelinde çoğu zaman yaptığım gibi kapı açılış saatinde değil biraz daha geç geldiğimi anımsıyorum. Dolayısıyla dışarıda hiç oyalanmadan içeriye geçiyoruz ve “Ne Obliviscaris” grubundan önce sahne de olan “Hatemotion”la yüzleşiyoruz. İçeride güzel bir atmosfer var, epey bir seyirci günün özel konuklarını izlemeye, dinlemeye gelmiş, sahnede cayır cayır bir ses ve görsellik… “Hatemotion” kariyerleri boyunca farklı tarzlar denemiş, Metal müziğin açık görüşlü tarafında yer alan bir grubumuz. Daha önceden kendilerini dinleme fırsatı bulduğum için yaptıkları orijinal besteleri dışında “Cover” çalışmalarını da seviyorum diyebilirim. Canlı performans konusuna geçecek olursak eğer grubu sadece bir kez “Dorock Hmc” de izleyebilmiştim ve bugünden kalan anılarımı tazeleyecek olursam eğer “sahne performansı” ve “seyirci iletişimi” konusunda grubun epey bir level atladığını söyleyebilirim.

“Iron Maiden”dan “The Wicker Man” (Gözler yaşlı) ve “Judas Priest”ten “Breaking The Law” (Gözler canlı) “Cover”ları bulunan “Hatamotion” bu şarkıları sahnede çalmak dışında yaşadılar diyebilirim. “Cover”lar dışında tek tek yayınladıkları “Single” çalışmalarını da yine göz dolduran bir performansla icra ettiler. Enerjik “Frontman”leri saldırgan gitarları, müziklerini güzel dolduran “Bass”ları ve teknik olarak son derece üst düzey davulcularıyla birlikte “Hatemotion” yerinde duramayan, sahnede bir oraya bir buraya koşturan kıpır kıpır müzisyenlerden oluşuyor. Bu haleti ruhiyeleri içerisinde tarzlarına yakın olabilecek şekilde hissettiğim gruplar “Sound”larından hem bağımlı hem bağımsız şekilde “Iron Maiden” “Metallica” “Slipknot” “Lamb Of God” ve hatta inanmazsınız “Katatonia” olabilir. (Yanlış duymadınız)

Saydığım ilk gruba özel zaten bir “Cover” çalışmaları varken diğer bestelerinde bu saydığım gruplara dair tatlar bulup kendinizden geçebilirsiniz. O gün sahnede son derece iyi bir görsellikle süslenen “The Poison In Me” şarkıları ise dediğim gibi “Katatonia” “Vibe”larını üst seviyelerde hissedebileceğiniz, tarzın sevenlerini kendine çekebilecek potansiyele sahip bir şarkı. Görsellik ve şovlardan bahsetmişken, buradan gruba koca bir alkış geliyor. Belki de 2024 senesi içerisinde izlediğim en iyi görsel şovlardan birine imza attılar. Beste, “Cover” fark etmeksizin sahne arkasındaki ekranda verilen hareketli görseller, “Lyric Video” çalışmaları, kenarlara iyi şekilde yerleştirilen (Fakat maalesef “Ne Obliviscaris” grubu tarafından sahneye konan paravanlar yüzünden pek gözükmeyen…) “Hatemotion” logoları, ışık şovları ve daha önce bahsettiğim grubun enerji patlaması hakikaten görülmeye değer şeylerdi.

Nihayet bu muydu? Tabi ki hayır. Konu “Hatemotion” olunca artık sürprizlere hazır olmamız gerektiğini anlıyoruz. Hepimiz için çok çileli geçen pandemi sürecine ithafen hazırladıkları “Epidemical Destruction” şarkıları çalındığı sırada zaten halihazırda “Hatemotion”un hipnotik görsellerinde kaybolmuş durumdaydık. Şarkının en hareketli anlarından birinde sahneye veba maskeli, kostümlü bir tip fırlayıverdi! Daha önce “Hatemotion” konserlerinde kullanılmamış bu güzel sürprizi bende beklemiyordum. Alkış, kıyamet, şaşkınlık grubun vokali ile bu “Plague guy”ın belki “Iron Maiden” ya da “Amon Amarth” sahnelerinde görebileceğimiz mücadelesini izlemeye başladık! Güzel müzik, iyi görsel, çok iyi şov! Bunların üstüne bir de grubun bestelerinin nakarat kısımları sahneden seyirciye yansıyınca tadından yenmez bir etkileşim ve nihayetinde ortaya çıkan profesyonel iş! That’s The Way Aha Aha I Like It!

Bu kadar profesyonellik arasında grupla alakası olmayan, profesyonellik dışı nazarlıklarda yaşanmıyor değil… Bizlere çok iyi bir sahne performansı ve şov, kaliteli, eğlenceli Metal Müzik ve son derece iyi ses kalitesi sunan “Hatemotion” grubu sahneden inerken hepimizin hayatına dokunmuş bir mesajı tekrardan vermek istedi. Grubun gitar vokali, arkasında son şiddet olaylarında kaybettiğimiz insanların fotoğrafı ekrana yansırken toplamı otuz saniyeyi geçmeyecek bir konuşma yapmak istedi fakat konuşması “Ne Obliviscaris” ekibinden bir teknik elemanın sahneye dalmasıyla yarıda kesildi. Elemanın “Haydi inin sahneden” tavırları hepimizin tepkisini çekti. Saniyeler onun için ne kadar önemliydi bilmiyorum ama bu tatsız hadise saatler hatta günler boyunca bizim aklımızda kaldı… Neyse ki “Hatemotion” üyelerinin sakinliği neticesinde olay daha da büyümedi fakat Gitar Vokalin şu sözleri gece boyunca beynimizde yankılandı “Şiddetin her türlüsüne lanet olsun”

“Hatemotion” grubunun bu eğlenceli ve göz dolduran performansı sonrası artık “Ne Obliviscaris”i beklemeye başlıyoruz. “Hatemotion” her zaman anılarımda çok iyi bir yerde kalacak, severek dinlediğim ve izlediğim gruplar arasında duygu yoğunluğu üst seviyelerde bir proje olacak. Bu vesileyle izlemeyenlerin izlemesi gerektiğini, dinlemeyenlerin dinlemesi gerektiğini tekrardan hatırlatmış olalım, çok iyi biliyorum ki bu grup büyük işler, büyük albümler yapacak. Yaşasın yerli Metal! Bekleyiş sürüyor, e tabi hoşbeş bütün hızıyla devam ediyor, kritikler yapılıyor “Hatemotion” konuşuluyor, biralar bitiyor, yenileri seri bir şekilde geliyor. “Ne Obliviscaris” için hazırlıklar sahnede sürerken bizde artık yavaştan mekandaki yerlerimizi tekrardan tutmaya başlıyoruz. Gecenin ikinci enteresan oluşumu sahneye çıkıyor ve yalan yok neredeyse tıka basa dolmuş “Sold Out” havasında geçen “Beşiktaş IF” içerisinde ben dahil istisnasız bütün seyirciyi yakalamayı başarıyor!

Avusturalyalı dostlarımız 2003 yılından beri aktif bir grup. 10 Ekim akşamı sahneye çıktıklarında bu aktifliğin konserin başından beri bizimle birlikte olduğunu söyleyebilirim. Grubun yapısı ve sahne performansları çok iyi kurulmuş durumda. Kariyerlerinden birçok şarkı çalan gruba şaşılmayacak şekilde Brutal vokallerde Xenoyr liderlik ediyor. Şaşılacak şey ise Clean vokallerde olan Tim Charles’ın kemanıyla birlikte bu liderlik yarışına dahil olması. Burada kafalar biraz karışıyor ve manik depresif şekilde algı bir oradan bir buraya gidiyor. Clean ve Brutal vokal arasındaki kontrastı muazzam şekilde ortaya koyup şekillendirmişler. Dolayısıyla “Ne Obliviscaris” konusunda benim için gecenin ilk sürprizlerinden biri bu oluyor. Xenoyr sanki bir “Uruk Hai” lideri gibi sahneden seyirciyi yönetip komutlar verirken bu fırtına geçtikten sonra Tim Charles sakin bir şekilde üzerimize keman döküyor…

Uruk liderin biraz kaçak güreştiğini söyleyebilirim. Sahnede çok hareketli, zaten vokaller ve kemanlar dışında iyi şekilde duyulan ses ve “Ne Obliviscaris” Aurası eşliğinde kendimizden geçmiş durumdayız fakat “Painters Of The Tempest” (ler… Part 1,2,3) konserin başında çalınmaya başladığı andan itibaren sürekli olarak sahneden indi, geri çıktı, oraya gitti, buraya gitti. Adamı takip etmekte zorlandım. Çok kritik anlarda kritik hamleler yapıp, seyirciyi olabilecek en iyi şekilde gaza getirip yine kaçtı. “Ne Obliviscaris”in tam bir gerilla taktiği ile hareket ettiğini söyleyebilirim.

“Pyrrhic” ve “Devour Me, Colossus” (lar… Part 1,2) çalınmaya başlanıyor. Kendi adıma beklentiyi düşük tuttuğum “Ne Obliviscaris” konseri unutulmaz şekilde geçmeye devam ediyor. Bu kadar mutlu bir seyirciyle her zaman karşılaşmazsınız. Gördüğüm kadarıyla grubun Türkiye’de çok fazla hayranı, bileni, eşlik edeni var. Ben şahsen bu derece olacağını tahmin etmiyordum. Seyirci konserin neredeyse başından sonuna kadar gruba iyi bir şekilde eşlik etti, reaksiyonu asla düşürmedi. E tabi sahnede bunun bir karşılığı vardı. Eleştiri olarak yapabileceğim şeyler arasında arada giren çok uzun keman konçertoları olabilir. Sahne performanslarını belki dinamik? Değişken, kademeli tutmak istedikleri bu bölümlerde Tim Charles’ın solo keman performansları tam ters etki yarattı diyebilirim. Tabi ki büyülenmiş gibi Hülyalar arasından bu performansı izleyen birçok seyirci vardı ama büyüsüz, Manası tükenmiş Metalciler bu bölümlerde yukarıda daha ziyade sigara içmeyi tercih etti.

“Equus” “Misericorde”ler ve “Suspyre” (Dario Argento'nun Suspiria’sı gibi. Müziklerde benzer enerjilerde.) şarkılarını geride bırakırken sahnede ve seyirci arasında son derece eğlenceli anlar yaşanıyor, enerji asla düşmüyor. Bu tarzın ülkemizde gerçekten çok fazla seveni, dinleyeni var. “Senfonik Metal” sevdiğimiz bir şey bu bir kez daha kanıtlanıyor. “Graal” ve “Anhedonia” öncesinde zannediyorum bir keman solosu daha dinliyoruz. Bu sololar kısa süren hadiseler değil bilakis artık şarkıların başlamasını beklemenize neden olabilecek uzunlukta pasajlar halinde geçiyor. Bu noktada tahmin ettiğiniz gibi konserin çok çok uzun sürdüğünü belirtmem gerekir. Daha önceden konusunu açtığım gibi bu tarz konserlerin oturma düzeninde gerçekleşme ihtimalini “Ne Obliviscaris” için hem düşündüm hem vazgeçtim. Uzun şarkılar, bölümler, konçertoları bünyesinde barındırsa da grubun son derece “Metal” son derece aktif tarafları da yok değil. Bu açıdan yarı yarıya bölündüm diyebilirim. Az önce değindiğim şarkılar sonrasında grup sahneye kısa süreliğine veda ediyor ve alkış kıyamet geri geliyor.

“And Plague Flowers the Kaleidoscope” şarkısı ile “Ne Obliviscaris” tekrardan sahnede. Epik bir eserle konsere veda ediyoruz diyebilirim. Grubun vokalde kurduğu dengeden bahsetmiştim fakat enstrümanları da açıkçası ne kadar övsek azdır. İyi şekilde duyulan “Bass” kullanımları dışında gitarlar baştan sona yaratılan büyülü algıyı en sert şekilde destekledi. Bu kadar çok değişkeni olan bir konserden aklımda kalacak birçok anıdan en neti belki de yine Xenoyr ile alakalı olacak. Sen gerçek bir “Frontman”sin adam! Dakikalar boyunca keman solo dinlemiş bir seyirci kitlesine hemen akabinde “Pogo” yaptırmak “Mosh Pit” çıkarmak… Bunlar iddialı şeyler. Bruce Dickinson abimize atıfla “En önden, salonun en arkasına kadar” bütün seyirciyi aldı götürdü…

Her şeyde olduğu gibi bu güzel konserinde bir sonu vardı ve o an maalesef gelmişti. Uzun oldu, yorucu oldu fakat her anına değdi dediğimiz konserlerden birini daha geride bırakıyoruz. Fazla aşina olmadığım, Metal müziğin daha az dinlemiş olduğum gruplarının konserlerine gitmeyi, yeni deneyimler yaşamayı seviyorum. E bu grupları bizlerle buluşturan organizatörlere de teşekkür ediyorum. “Ne Obliviscaris” benden geçer not alıyor ve yolu gözlenen gruplara bir yenisi daha ekleniyor. “Hatemotion” üzerine zaten ballı börek oluyor, ne mutlu bana! Alandan çıkış yapıyoruz ve kritik faslı bütün hızıyla devam ediyor.
Bir gün için çok eğlendiğimi hissediyorum bu kadar eğlence yeter! Şu kulaklığımı takıp “DSBM” hezeyanlar içerisinde bet bet evime gideyim de şöyle bir kendime geleyim. Konser yazılarına yoğunluktan dolayı biraz ara vermek zorunda kalmış olsam da elimde birçok hazır yazıda mevcut. Umarım ülkemizde mutluluk verici derecede yoğun olan bu konser takvimini yakalayacağız. 2024 biterken eğer başka yazı koyamazsam affola, herkese nice mutlu, sağlıklı, huzurlu seneler, Nice konserler! Çok yaşa inside.thecityof.glass! 1. Yılın kutlu olsun hehe!

0 notes
Text
01.10.24 IN FLAMES KONSERİ (KÇP)

Evet dostlar tekrardan selamlar. Bugün size hepinizin bildiği, Gotgenburg’un bağrından kopup gelmiş “Melodik Death” üstadları “In flames”in İstanbul Küçükçiftlik park konserinden bahsedeceğim. Yazının başlarında “In Flames”in özel konuğu “Temor” grubundan da biraz anlatılar sergileyeceğim. Son 1 senedir olduğu gibi bu konserde hareketli bir konser takviminin ortasına denk geliyor. Bu kadar yoğun bir program arasında ülkemizde birbirinden özel grupları ağırlarken “In Flames” biraz olsun gözden kaçarmı? Mümkün değil 1 Ekim gecesi “Kçp”yi görmeniz lazımdı kafayı yersin! Maçka parkının altı yine hınca hınç, yine metalci esareti altında! Konser alanına girerken grubun bandanalarını satanlar, ellere bira tutuşturmaya çalışanlar, sigarasını arananlar, giriş kuyruğu, çakır keyifler, serhoşlar, içeriden gelen Metal müzik sesleri… anlayacağınız yine bir Metal panayırıyla karşı karşıyayız. Gelin isterseniz size bu panayırın kapılarını ardına kadar açayım ve siz kıymetli dostları 1 Ekim gecesi yeri göğü yıkmış olan İsveçli “In Flames” grubunun konserine buyur edeyim! Biyyruunn!

“In Flames” uzun zamandır severek dinlediğim bir grup. Öyleki 2019 yılında çıkan “I The Mask” albümlerine bir yorumlama yazısı bile yazmışlığım vardır. “Kçp”nin ortasında etrafımda binlerce Metalciyle dikilirken aklıma şu soru geldi: “Neden bu kadar çok şu seviyoruz “In Flames” grubunu?” Uzun kariyerler boyunca çıkardıkları konsept albümler, Melodik altyapıları ve Gothenburg “Sound” diyebileceğimiz türün ülkemizde oldukça karşılık bulması, yetenekli müzisyenler ve Anders Friden’in özel sesi? Evet belkide hepsi ve çok daha fazlası… ama sanırım en çok her zaman çoğu yazıda belirttiğim gibi konser ve sahne performanslarının muazzamlığı, binlerce seyircilik bir atmosferi yönetme güçleri. İşte bana kalırsa büyük gruplar diyebileceğimiz ölçekteki oluşumların esas profesyonelliği bu noktada ortaya çıkıyor. “In Flames” büyük gruplar kategorisinde bulunan bir oluşum olarak ne mi yaptı peki? Bu sınavı başarıyla geçebildi mi? Buna cevap vermek saçma olur, aklınızdaki 3 kelimelik argoyla yetinmenizi salık veririm.
Uzun bir günün ardından akşam saatlerine doğru “Kçp”ye geldik ve nihayet alana girdik. 1 gün önce hatırladığım kadarıyla İstanbul’da feci bir yağmur yağmıştı ve konser günü için endişeleri arttırmıştı. Bereket konser boyunca sadece kısa anlarda çiseleyen yağmur herhangibir olumsuzluk yaşatmadı, konsere, büyülü, masalımsı bir sis perdesinin ardından bakmamızı sağlamak dışında bizleri hiç incitmedi. Alt grup olarak sahne alacak olan “Temor”u izlemek için hızlı bir giriş yaptık, etrafta çok takılamadık, hoşbeş edemedik bu kısmı “Temor” ve “In Flames” arasında geçecek olan bölüme bıraktık. (Çalışsın sahneciler, yatışsın Metalciler.) Yunan komşularımız “Temor” kısa bir süre sonra sahnedeydi. Gayet enerjik ve motive dolu bir şekilde sahneye çıkıp ortamı ısındırmaya hazır vaziyette sanatlarını icra etmeye başladılar fakat seyirciden aynı tip bir reaksiyonu pek alamadılar. Bunun bence birkaç nedeni var. Bunları teker teker sıralamaya çalışayım hemen.

“Temor” henüz bir albümü olan yeni kurulmuş bir grup bu yüzden seyirci gruba çok hakim değil. Türk seyircisi yeni oluşumları deneyimlemeye, dinlemeye fazla kapalı olmasa da her dinleyici kitlesi gibi sahnedeki gruptan iyi bir “Sound” duymayı bekler. Bu açıdan grubun kendi “Melodic Death” “Sound”un da fazla bir sıkıntı olmasa da (Kayıtlarını severek dinleyebilirim.) sahneden gelen ses gerçekten çok kötüydü. Vokal aşırı patlıyordu ve enerjisi bize doğru düzgün geçemiyordu, davul ve gitar “Sound”u vasattı, Bass gitar bunların arasından sıyrılmaya çalışıyordu ama yinede belli belirsiz duyuluyordu ayrıca anlamlandıramadığım bir şey daha vardı. Sahnede görebildiğim kadarıyla çellosu ile duran bir çellist vardı. Vardı ama anlamlandıramadığım diyorum çünkü görüntü vardı ses yoktu. Konu mankeni gibi arkada durup sessiz sinema misali sadece ellerini oynatan ama duyulmayan abimizi işitebilen olduysa eğer helal olsun, lütfen beni bulun. Özellikle ses konusunda baştan sona büyük problem yaşayan “Temor” grubunu umarım daha iyi “Sound” aldığımız bir zaman dinleme fırsatım olur. Bu ve bunun gibi sebepler yüzünden “Temor” seyirciyi çok alamadı, bazı güzel pasajlarında seyircinin ellerini çırpmasını sağlamanın maalesef bir tık ötesine geçemedi.
Şimdi bu kadar ses gömd��kten sonra akıllarda tabiki tek soru: E “In Flames” nasıldı abi? Kütür kütürdü. İnanmazsın belkide bugüne kadar “Kçp”de duyduğum en iyi “Sound”du. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? “In Flames”in ilk 2 şarkısı boyunca kafamdaki soru buydu. Ben komplo teorilerine çok inanmam, mantıklı açıklamalar üretmeye, bulmaya çalışırım. “Temor”un sesçide bir sıkıntı vardı, ya da alt grupta iyi ayarlanamayan sesin öcü fazlasıyla “In Flames”te alınmıştı veya benim tahmin edemeyeceğim başka sorunlar, sebepler vardı bilemiyorum ama sonuç olarak iki grup arasındaki ses farkı hakikaten çarpıcı boyutlardaydı. Ben bizzat çarpıldım. “Temor” sonrası “In Flames” beklerken bu ve benzeri yorumları camia olarak hep birlikte yaptık ve görebildiğim kadarıyla çoğumuz bu konuda hemfikirdik. Artık heyecan doruktaydı, biralar tazelenmişti, sigaralar söndürülmüş, bulunabilen bütün telefonlar ellere alınmıştı. “In Flames” 2024 İstanbul konseri için her şey hazırdı… desem yalan olur, “Cloud Connected”la birlikte sahneye düşen “In Flames” şokuyla dört bir yana dağıldık, bir daha da toparlayamadık, önünü alamadık…

“Ayna” grubundan “Aşık Oldum Anne” çalmıyor tabi. Sahnede “In Flames” grubu sazıyla sözüyle, canlı canlı “Cloud Connected” ile bizi birbirimize bağlıyor! Nereye dağılmıyorsun… Şaka bir yana Anders ve grup arkadaşları sahnede yerlerini aldıkları andan itibaren artık geriye dönüş yoktu. “In Flames” fırtınası başladı ve yaklaşık 2 saat boyunca dinmedi. Bu konserin “Setlist”ini beğenmeyenlere yine Anders’ın sahneden bir cevabı vardı. (Ne olduğunu bilirsin sen.) 2. Şarkı 2. Şok… “The Quiet Place” Ulan yıllarımızı verdik yolunda, uğrunda heba olduk be, vurdukça vuruyorsun mübarek! “In Flames” elemanları şarkılarını tavizsiz ve tarifsiz bir şekilde çalmaya, seyirci çoşmaya “Headbang” yapmaya “Pit”ler oluşturmaya devam ediyor. Bu konserde de görebildiğim kadarıyla sahne önü ve genel alan olmak üzere 2 farklı “Pit” çıktı, görülmeye değer anlardı. “Take This Life” ve “Deliver Us” Allah’ım yeter acık soluklanalım, yok! Benim kişisel olarak çok sevdiğim “Paralyzed” giriş yapıyor ve tabiri caizse bir “Dark Techno Club” tadında kopuşlar yaşayıp mekandan ve zamandan paralize oluyoruz. “In The Dark” ve “Voices”le şükür biraz durulabilsem de artık mahvolmuş durumdayım ve henüz bu gece “In Flames”lerle dolu yolumuz uzun!

“Graveland” “Food for the Gods” “Coerced Coexistence” peşi sıra çalınmaya devam ediyor. Anders sahneden sitem dolu, öfkeli bir konuşma yapıyor “Aradan çok fazla zaman geçti ve şimdi tekrardan buradayız” Kesinlikle hakı! Aradan 13 sene geçmiş “In Flames” “Kçp” sahnesine çıkalı. 2011 “Sonisphere” festivali kapsamında yine İstanbul “Kçp”de çok büyük gruplar ve isimlerle birlikte çalmışlardı. (Iron Maiden, Slipknot, Alice Cooper…) Yalan yok o zamanlar böyle bir festival kapsamında geldikleri için “In Flames”e gereken önemi verememiştim. “Slipknot” elemanlarıyla bira kuyruğunda güreşmiş, “Iron Maiden”ı ilk defa sahnede izlerken gözlerimi bir an olsun başka bir tarafa çevirememiştim. Ah ne günlerdi onlar… Neyse, konumuza dönersek eğer “In Flames”le bu sefer uzun uzun hasret gideriyorduk. (Hakikaten uzundu tam 19 Şarkı! Patron çıldırdı!) Yanımdaki arkadaşım uzun zamandır bu parçanın çalınmasını bekliyordu ve sahneden duyduğumuz “Trigger” sesleriyle tekrardan havaya girdik. (Havaların havasına giriyoruz modumuz çok yüksek.) Bu şarkı sonrası “All For Me” çalınıyor ve nihayet benim diğer beklediğim bir şarkı olan “Meet Your Maker”a ulaşıyoruz. Tanner Wayne davulda harikalar yaratıyor, Björn ve Chris gitarlarla üzerimize terör salıyor, Liam bu orkestrasyonun altyapısını acımadan döşüyor! Az önce dediğim gibi ben bu kadar iyi bir ses duymadım. Tak kulaklığı kayıttan dinle kıvamında bir konser deneyimi oluyor gerçekten…


“Only for the Weak” “State of Slow Decay” ve nihayet “Alias” “In Flames” resitali bütün hızıyla devam ediyor ve bitecek gibi de durmuyor. Buna rağmen seyircinin performansı baştan sona övgüyü hak ediyor. Hafta içiymiş, ertesi gün mesaiymiş kimse yerinde bir dakika durmuyor, Salı sallanıyor! Tabii bu seyirci reaksiyonu tesadüf eseri gerçekleşmiyor, sahnede onlarla sürekli iletişim halinde olan enerji bombası bir adam hitabet yeteneğini sonuna kadar kullanıyor. “The Mirror’s Truth” ve çok sevilen “I Am Above” sonrası her güzel şeyin uzunda olsa bir sonunun olduğunu anlıyoruz ve “In Flames” grubu sahneden kısa bir veda konuşması/pozu verdikten sonra “My Sweet Shadow” şarkısı ile İstanbul Küçük çiftlik Park sahnesine, seyircisine veda ediyor. Işıklar açılıyor, suratımıza sarı huzmeler vuruyor ve savaş alanı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Saçımızı sakalımızı toparlamaya çalışıyoruz, soğuk havaya rağmen üstlerden çıkmış tişörtler tekrardan giyilmeye çalışılıyor, son biralar içiliyor, alana veda hazırlıkları bütün hüznüyle sürüyor.

Harikulade bir konseri daha geride bırakıyoruz. Ön sıralara doğru insanları yara yara ilerliyorum, son bir “In Flames” fotoğrafı çekeyim, şu nur yüzlü heriflerin suratına bir kez daha bakayım diye çabalıyorum. Her şey bittikten sonra ağır adımlarla alanı terk etmeye girişiyoruz. Dışarıda muhabbet sohbet gırla… “Kçp”nin kaotik çıkış atmosferi arasında eski dostlarla karşılaşıyoruz, konser kritikleri yapıyoruz. Yani bu kısım bildiğiniz gibi. Bazı gruplar var önceki yazılarda bahsettiğim gibi, her gün gelip çalsınlar, her gün dinlerim. “In Flames” yoğun, agresif müziğine rağmen (Belki de tam olarak bu sebeple.) benim için bu grupların içerisinde altın harflerle yazan bir isim. Ak kuledekiler kesinlikle “In Flames”in yolunu gözleyecek ve bu grup İstanbul’a günün birinde tekrardan geri dönecek! O zamana kadar Metalle kalın, sevgiyle kalın, hoşça kalın dostlar!

1 note
·
View note
Text
26.09.24 WATAIN KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)

Ateş, Duman, Kıyamet! Alev almış bir sahne, seyircinin elinde tutuşturulmuş meşaleler, kanlı ayinler, korkunç makyajlarıyla sahnede koşturan adamlar, “Black Metal” ve çok daha fazlası… Neyden mi bahsediyorum? Yazının başlığında belirtildiği gibi olaylı “Black Metal” grubu “Watain”den ve onların vermiş olduğu alev dolu, yıkım dolu 26 Eylül konserlerinden. Böyle bir müzik grubundan bahsetmek için kelimeler, sayfalar, hatta kitaplar bile bence yetersiz kalır. Bu hayatta görülmesi, deneyimlenmesi ya da tam tersine görülmemesi ve deneyimlenmemesi gereken şeyler vardır. “Watain” konusunda bu karar tamamen size ait fakat dediğim gibi bu grup okunarak ya da sadece oturduğunuz yerden izlenerek anlaşılabilecek bir oluşum değil. “Watain”de “yaşamanız gereken” ya da onların size “yaşatması gereken” diyeyim şeyler var. Buradan böyle bir şey yapmam taktir edersiniz çok mümkün olmasa da yine de elimden geleni kısa ve öz bir şekilde yapmaya çalışacağım. Buyursunlar jet gibi yazıya…

Erken saatlerden Beşiktaş IF’in önü ateşli seyirciyle dolmaya başlıyor. Grubun gitaristlerinden Alvaro Lillo mekanın restoranında yerini kapmış, yurtdışından gelmiş olan arkadaşlarıyla muhabbet halinde. Etraftaki seyircinin de yoğun ilgisi var ve Alvaro bu ilgiyi kırmadan, karşılıksız bırakmadan “Reyizin köşesi”ne çevirdiği mekanda paşalar gibi herkesle vakit geçiriyor, birasını sigarasını içiyor. Heyecan içerisinde bir merakla “Watain”in sahneye çıkacağı saati bekliyoruz. Bir önceki konserleri de son derece olaylı geçmişti ve bu durum o gün orada olan çoğu kişinin malumuydu. Bu konserinde geçmiştekini aratmayacağı daha günün ilk saatlerinden belli olmuştu…

Konser saati gelip çattığında, bütün Metalciler IF’in içerisine dadandığında her zaman olduğu gibi “Merch” standına bakıldı, grubun hatıra tişörtleri alındı, biralar kapıldı, yerler seçildi ve “Watain”in kulisten sahneye çıkışı beklenmeye başladı. Burada yaşanan durum korku filmleri izlerken hafiften tırsan ama yine de sonuna kadar filmi izleyen seyircinin durumuyla biraz benzer. Sahneye çıkacak olan grubun tavizsiz, son derece şeytani, yakan, yıkan bir ekip olduğunu biliyorsunuz fakat yine de izlemek, dinlemek, o anları yaşamak için can atıyorsunuz. Sonunda uzun bekleyiş sona eriyor ve adamlarımız kan revan içerisinde, sanki savaşa hazırlanır gibi yapmış oldukları “Corpse Paint” makyajları ve yırtık pırtık kıyafetleri, ağır zincirleri, uzun saçları, sakalları ile cehennemden çıkıp gelmiş gibi sahnede dikilmeye başlıyor. Alkışlar, çığlıklar, seyirci tam bir hezeyan halinde. “Watain” hiç oralı değil, bütün grup elemanları arkasını seyirciye dönmüş vaziyette bekleyerek ortamı daha da geriyor!

İlk kurşun atılıyor, bir ağaç dalının ucunu sardıkları kumaş, vokal Erik Danielsson tarafından tutuşturuluyor ve bir süre yanar vaziyette elinde kalıp, sağda solda diğer yanıcı materyaller bununla yakıldıktan sonra seyircilerden birinin eline veriliyor! Yeterince şok edici bir başlangıç değilmiş gibi grup üyeleri delirmiş vaziyette o akşamın ilk “Watain” performansı olan “Ecstasies in Night Infinite” adlı şarkıyı çalmaya başlıyor. Bu adamlar şarkılarını sadece çalmıyor ritüelistik bir şekilde hissediyor! Bu onlar için tam manasıyla bir ayin ve yazının sonunda değineceğim gibi bu konuda şakaları yok. Meşale söndürülüp şarkı çalınmaya devam ederken alevler içinde kalmış olan sahne görsel bir şölen sunuyor. “Hymn To Qayin” ve “Legions Of The Black Light” şarkıları art arda çalınıyor. “Mosh”lar “Pitler” havalarda uçuyor. “Watain” grubunun kendisi gibi (Şaşılmayacak şekilde.) seyircisi de onlarla uyumlu şekilde son derece vahşi!

“Opus Diaboli” albümünden grubun sevilen şarkısı “Devil’s Blood” çalınmaya başlandığında seyircide ekstra bir hareketlenme gözlemleniyor. Avusturya’nın köylerini Noel zamanı basan Krampuslar gibi bir mizansen çizen grubumuz tam gaz ürkütmeye, yıkmaya, yakmaya, çocukları kaçırmaya devam ediyor. “Black Flames March” ve “The Howling” şarkılarından sonra inanılmaz bir an daha yaşanıyor. Ya “Serimosa” çalınırken ya da “Total Funeral” sıralarında, seyircilerden biri konserin başından beri elinde tutmuş olduğu üzerinde “Pick Please” yazan pankartını sahneye doğru iyice yaklaştırıyor. Bunu gören “Watain” vokali Erik sizde durur mu? Mümkünü yok durmaz… Bir hışımla pankartı seyircinin elinden kapıyor ve sahnede hali hazırda yanmakta olan meşalelerden biriyle pankartı tutuşturmaya çalışıyor! Bereket yanıcı bir malzemeden yapılmadığı anlaşılan pankart kolay kolay tutuşmuyor ama Erik hatırı sayılır bir süre bu çabasından vazgeçmiyor!


“Storm Of The Antichrist” seyirci bir kez daha sahnenin ön barikatlarına yükleniyor. Sanki “Watain” grubu seyirciye, seyircide “Watain”e kavuşmak istermiş gibi vahşi, mistik bir öfke ve enerjiyle birbirlerine çekiliyor. “Before The Cataclysm” çalındığı sıralarda resmen bu durumu özetler nitelikte Beşiktaş IF’in duvarlarından kıyamet çanlarının yankısı duyuluyor ve bizi “Dissection” “Cover”ı olan “The Somberlain” şarkısına sürüklüyor. “Watain” “Setlist”lerinin son şarkısı olan “Malfeitor”u çalarken alandaki enerjinin dışa vurumunu görmeniz lazımdı… Sanki seyirci “Watain”in o gecelik son şarkılarını çalacak olmasına karşın öfkeli ve bu durumu ellerinden geldiğince dışa vurmaya çalışıyor. Sadece bu açıdan bile bakıldığında kolaylıkla söyleyebilirim ki “Watain” konseri belki de bu senenin en interaktif konseri oluyor. Grup elemanları ağır çekimde ve yine ürkütücü bir şekilde sahneden inerken bazı insanlar kulis önünde “Watain” üyelerinin önünden çekiliyor, kaçıyor! Ne yapacakları belli olmaz, akıllıca bir hamle!

Yazının başında bahsettiğim şeye gelecek olursak eğer, (“Watain”in şakasının olmaması konusu.) Grup üyeleri sahneyi terk ettikten sonra alanda uzun bir süre “Watain” sesleri çığlıklar, bağırışlar, ıslıklar eşliğinde devam ediyor. Grup uzun süre sahneye seyirci tarafından geri çağrılıyor ama nafile. Bunun yerine bu hatırı sayılır süre boyunca uzun bir “Outro” dinliyoruz fakat bu bir “Outro”dan ziyade daha çok ayin, kilise müziği karışımı ambiyans seslerinden ibaret bir dinleti. Biz seyirci olarak bu sesleri dinlerken grubun vokali Erik sahne dekoru olan “Watain” bayrakları arkasına geçmiş, hiçbir sese ya da hiçbir şeye aldırmadan ritüelini tamamlamaya çalışıyor, bir süre orada kalıyor, öyle ki adam gitti de biz boşuna mı bekliyoruz oluyoruz. Nihayet seslerin kesilmesiyle kendisi de sahneden iniyor.
Evvelden bu şekilde sahne konsantrasyonlarını birkaç kez görmüşlüğüm vardı, hepsinde de yalan yok inceden tırsmış, hayretle karışık bir hayranlıkla sahnelere bakakalmıştım. Birincisi o dönem “Vikings” dizisinin müziklerini yapan “Wardruna” grubu ile gelmiş olan hepimizin “Gorgoroth”tan tanıdığı Gaahl’ın sahne performansıydı. (Adam konser boyunca olduğu yerden hiç kıpırdamadan korkutucu bir şekilde dikilerek sanki bana bakmış, kitlenmişti! Ondan önce alandan çıkayım lan bari herifi daha fazla bilenmesin olmuştum…) İkincisi Ramazan ayına denk gelen “Batushka” konseri ve onların Ortodoks kilisesine çevirdikleri mumlu, kaftanlı sahneydi. Bütün gecem sosyal medyaya bakmakla geçmişti acaba pandemide kumar oynayan dayılar gibi basılır mıyız lan diye… Düşünsene sahne arkasına saklananlar, yüzünü kandillerle kapatmaya çalışanlar, olaylar, kıyametler tam rezillik… Hem korkup hem davul çalmıştık anlayacağınız ama harika bir geceydi tabii…

Uzun lafın kısası böylelikle “Watain” konseri sona ermişti ve bana ürpertici sahne deneyimlerimin üçüncüsünü yaşatmıştı. Yurt dışında açık havada izleme fırsatı yakaladığım “Watain” grubunun kapalı mekan performansı hakikaten insana daha da değişik hissettiriyordu. Konser sonrası “Watain” elemanları kulisten çıktıktan sonra Beşiktaş IF’in etrafında bir süre daha takıldı, seyirciyle sohbet etti, plaklarını imzaladı, biralarını içti. “Watain” bana unutulmaz deneyimler bıraktı ve açıkçası bir sonraki konserleri için ekstra tecrübeler kazandırdı. “Black Metal”in özellikle bazı orta yaş dinleyici kitlelerinde uzaktan bakabildiği, sakalınızı sıvazlayıp “Nerd” yorumlar yapabildiği, şarabını yudumlarken şurası da şöyle olsa çok şukella olur ya diyebildiği bir akademik tarafı var evet. Hah işte “Watain” o gruplardan değil abi. Yakın temasta sakal koparılır, kadeh dökülür, çanak kırılır, nutuklar tutulur, ortalık karışır! Dolayısıyla bir sonraki “Watain” yıkımında görüşmek üzere diyorum ve hepinize sağlıklı günler diliyorum dostlar!

1 note
·
View note
Text
22.09.24 AURA NOIR KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)

Yine yeni yeniden Metal müzik dolu bir Eylül gününden selamlar dostlar! Eylül konserleri çok yoğun ve hızlı geçti, hatta Ekim ayı konserlerine gitmeye şu günlerde başladık bile! Takvim yoğun, gruplar fena! Bugün sizlere daha önceden çok kısa da olsa bir kez izleme fırsatı yakaladığım Black/Thrash grubu “Aura Noir”den bahsedeceğim. “Aura Noir” “Satyricon” “Dimmu Borgir” gibi baba gruplardan tanıdığımız Bass gitarist (Diğer gruplarda aynı zamanda davul,gitar,vokal…) Agressor, “Gorgoroth” “Immortal” gibi gruplarda çalmış vokal Apollyon ve “Mayhem”den aşina olduğumuz Blasphemer isimlerinden kurulmuş, “Black Metal” camiası adına tabiri caizse eğer tam bir şampiyonlar ligi. Bunun yanı sıra konserlerde davulda onlara eşlik eden Kristian Valbo isimli tatlı bir heriften de bahsedebiliriz. Böyle bir ekip sadece geçmişteki namları sebebiyle değil, sadece kuru kuruya “Black Metal” yaptıkları içinde değil, “Black Metal”i “Thrash” altyapısıyla harmanlayarak ortaya acayip güzel, hızlı, sert, agresif bir karışım çıkardıkları için dikkatimizi çekmişti. “Aura Noir” izlediğim/dinlediğim günden beri tekrardan karşılaşmayı sabırsızlıkla beklediğim bir gruptu + bugün onlara Kadıköylü “Black/Death” grubu “Hellsodomy” eşlik edecekti. Kaçmaz konseri kaçırmamak için artık arka bahçemiz olmuş Beşiktaş’a doğru ilerliyoruz!
22 Eylül Pazar günü Beşiktaş If’in önü fazla dolu değil. Bunun en büyük sebebi henüz dün gerçekleşmiş olan dokuz gruplu bir festivali atlatmış olmamız. “Aura Noir” grubunun Türk dinleyici tarafından pek fazla bilinmemesi de bu nedeni arttıran diğer sebeplerden biri. İlk Türkiye/İstanbul konserlerini verecekler ve çok iyi biliyorum ki bir daha ki sefere konserleri çok daha yoğun katılımlı geçecek. “Black Metal” dinlemek kadar, “Black Metal” sohbeti yapmayı da severim. Alice Cooper’ın “Black Metal” Dünyası hakkında söylediği sözleri eğlenceli bulurum. “İskandinavya da “Black Metal” magazinleri karıştırmaya bayılıyorum, çünkü her grup birbirinden daha şeytani olmaya çalışıyor” minvalinde bir şeydi. Bu müziği yapan çocukların aslında görünüşleri aksine çok tatlı bir mizaçlarının olduğunu da konuşmasının sonuna ekliyordu Alice reyiz.

Alice Cooper’ın anlattığı bu durum gruplar için olduğu kadar dinleyici içinde geçerli. Özellikle “Black Metal” konserlerinde herkes artık birbirinden daha vahşi gözükmeye, çok bilinmeyen tişörtler giymeye, ceketlerini bulabildikleri en Underground “Black Metal” gruplarının “Patch”leriyle doldurmaya çalışıyor, muhabbet esnasında bu tutkuları konuşmalarına yansıyor. 99 Akmar olaylarına şahitlik etmiş ben için hoşuma giden, umut verici manzaralar bunlar. (Günümüzde hala yaşanmakta olan saçma sapan şiddet olaylarıyla zaman zaman hala ilişkilendirilmeye çalışılsa da…) Umarım “gerçek” karanlık dönemi geride bırakmışızdır ve bundan sonra kültürümüzü yaşamamızın önünde hiçbir şey duramayacaktır. Bu söylediğim tabi ki bütün alt kültürler için geçerli. Nasıl bir şey olduğunu bilirim, asla yalnız değilsiniz, hiç olmadınız. Bu vesileyle tekrardan bütün “Metal” öfkemizle, şiddetin her türlüsünü lanetliyoruz!

Bu ve buna benzer duygularla dolduktan kısa süre sonra Beşiktaş If’in kapısından içeriye geçiyoruz, “Hellsodomy” grubu bizi sahnede karşılıyor. “Merch”lere bakma fırsatı bulamadan sahne önündeki yerimizi alıyoruz. Konserlerinin başından itibaren ses çok iyi duyuluyor. Kütür kütür çaldıklarından bahsetmeden önce yine If’in benim için gayet yeterli “Black Metal” “Sound”undan bahsetmeden edemeyeceğim. “Hellsodomy” sahneye çok hakim, yetenekli müzisyenlerden kurulu bir grup. “Sound”larını seviyorum. Vokalistleri seyirciyle baştan sona iyi bir iletişim halinde oldu, az ve öz kalabalığı sürelerinin sonuna kadar aldı götürdü. Şarkılarının çok iyi yerlerinde/pasajlarında ortamı tabiri caizse eğer gaza getirmesini bildi. Gitar ve hatta inanmazsınız Bass gitardan süreleri boyunca iyi ses aldık bunun yanı sıra davulun “Sound”u da hiç fena sayılmazdı. Son şarkılarını çalıp grup sahneden indikten sonra “Hellsodomy” tadı damakta kaldı diyebilirim. Kendi notlarımı aldım, bir daha ki konserlerinde kendime kendilerini uzun uzun dinleme fırsatı yaratacağım!

“Hellsodomy” sonrası gecenin esas olayı “Aura Noir”i beklemeye geçiyoruz. Beşiktaş If’in yine benim adıma güzel, belki güvenlikler için kötü olabilecek bir tarafı var. Her etkinlikte oluyor mu bilmiyorum ama iki grup arasında sokağa çıkmanıza ve sonra tekrar geri dönmenize izin veriliyor. (Sonuçta bileklerinize kaşe vuruluyor.) Bu insanı, özellikle Metalciyi özgür hissettiren, rahatlatan bir durum. Biraz dışarıda vakit geçirip geri geldiğimizde artık “Aura Noir” sahneye çıkmak üzere. Heyecan büyük tabii. Bir kez de olsa konserlerinde olma fırsatı yakaladığım için kendi adıma beklentim büyük. “Aura Noir” mütevazi şekilde sahneye çıkıyor, (Agressor’un bacağındaki rahatsızlık ve koltuk değnekleriyle sahnede olması bu algıyı daha da destekliyor.) fakat konser başlar başlamaz ortamı öyle bir enerji kaplıyor ki ilk birkaç saniye ile alakası yok! “Black Thrash Attack” “Aura Noir” özetlemek için bundan daha iyi kelimeler yok sanırım. Şarkı sahneye yıldırım gibi düşüyor! Üç aşağı, beş yukarı yaşayacağımız şeye hazırız ama bu kadar profesyonel müzisyenler tarafından icra edilen “Black/Thrash” akımı konserdeki bütün seyirciyi şöyle bir sarsıyor. “Bloody Unity” “Upon The Dark Throne” ve özellikle “Condor” “Aura Noir” in “Thrash” Aurasına girmenize vesile olan art arda şarkılar. Agressor sahnede koltuk değneklerini yere yaslamış vaziyette sandalyede otursa da bütün öfkesini yaptığı “Back” vokallerle kusuyor. Apollyon “Frontman”lik dersi veriyor, Blasphemer karizması hiçbir şey yapmasa varlığı bile yeter şekilde sahnede dikiliyor, davul çok iyi duyulan “Blast Beat”lerle konser boyu peşimizi bırakmıyor.


“Black Metal Jaw” (Çok iyi isim.) “Hell’s Fire” (Çok uygun isim.) “Black Deluge Night” (Çok özet isim.) çalındıktan sonra artık “Aura Noir”e iyice alışmış durumdayız. Gördüğüm kadarıyla grup ve performansından herkes memnun, ortamdaki herkes “Black/Thrash” büyüsünde. “Funeral Thrash” çalınırken ortadaki “Pit” genişlemeye başlıyor, bende ucundan accık nasibimi alıyorum. Bu “Pit” gelecek olan fırtınanın habercisi niteliğinde. Konser “Aura Noir”in “Sordid” “Merciless” ve “Unleash The Demon” (Bu şarkıda bir “Pit” denemem daha oluyor.) şarykılarıyla devam ediyor. Yazının başında söylediğim gibi dinlediğiniz/yaptığınız müzik tipinize, duruşunuza da ister istemez yansıyor. “Aura Noir” grubunda özellikle vokal Apollyon için kolaylıkla diyebilirim ki internette gördüğünüz stereotip bir “Thrasher” ile Ritüalist bir “Black Metal”cinin kombini gibi adam. Simsiyah, karanlık bir “Aura” ama son derece hareketli, ritmik, bitli, dağınık saçlar! Aslına bakarsanız “Aura Noir” “Sound” ve görünüş anlamında en azından benim “Black Metal”den olan beklentimi sonuna kadar ya da bir yere kadar karşılıyor diyebilirim. (Ritüalist, kültist tavırlar ve şovlardan vazgeçmem söz konusu bile olamaz tabii…)

“Abbadon” “Dark Lung Of The Storm” ve “Belligerent Til Death” şarkılarından sonra “Aura Noir” bizi mahvolmuş bir halde konser alanının ortasında bırakıyor. Birkaç saniye soluklandıktan sonra “Aura Noir” diye bağıra çağıra grubu sahneye “Encore” için geri çağırıyoruz. Yine gözlemlediğim kadarıyla seyircinin reaksiyonundan ve konserden son derece memnun kalmış olan “Aura Noir” grubu Türk seyircisini kırmıyor ve kısa süre sonra sahneye “Sulphur Void” ile geri çıkıyor. Alan kızışıyor, samimi, sıcak bir ortam var. “Aura Noir” ne veriyorsa seyirci kendi harmanıyla bunu sahneye geri yansıtıyor. Bu enerjiyle o gece için “Aura Noir”in bizlere çalacağı son parçaya geçiyoruz, “Conqueror” Bu kısımda artık dananın kuyruğu kopuyor, son enerjilerimizi de bu şarkıya harcıyoruz, “Aura”mız iyiden iyiye değişiyor ve kısa kısa şarkılardan oluşan fakat uzun bir “Setlist” sonunda “Aura Noir” Beşiktaş If sahnesine veda ediyor. Toparlanmaya çalışıp, konser sonu kritikleri için kendimizi dışarıya atmaya girişiyoruz.

“Aura Noir” iki sevdiğimiz tarzı (Black Metal, Thrash Metal) profesyonel şekilde bünyesinde kombinleyen ve seyircisine sunan hakikaten unutulmazlar arasında yer alan, şampiyonlar ligi kadrosuyla akıllara kazınan özel bir grup. Tekrardan konserlerine katılabildi��im için çok mutlu oluyorum. Dostlarla yaptığımız konser sonrası kritiklerinde konserle ya da grupla alakalı negatif bir çıkarım yapamadığımızı fark ediyoruz. “Aura Noir” nerede olsalar, nerede çalsalar yollarını gözleyeceğim bir grup. Bu müziği sert bir şekilde seviyor musunuz? Bir de üstüne eğlenmekten hoşlanıyor musunuz? İyi müzik, güzel iletişim, profesyonellik ilginizi çekiyor mu? “Aura Noir” tam size göre! Konseri geride bırakıyoruz ama kendi adıma benim “Aura Noir” maceram bu geceyle sınırlı kalmıyor. Bana özel kalacak anılarım dışında sizlere söyleyebileceğim vokal Apollyon’un çok iyi bir tavla oyuncusu olduğu ve Agressor’un nargile içmeye bayıldığı gibi şeyler olabilir. “Aura Noir” elemanlarıyla kesinlikle bir gün, bir yerde, tekrardan karşılaşacağımızı biliyorum. Bu duygu ve düşüncelerle sizlere şimdilik veda ederken bir sonraki yazının çok daha karanlık, çok daha olaylı olacağının bilgisini vermekten gurur duyuyorum! Görüşmek üzere, kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın dostlar!

1 note
·
View note
Text
BOSPHORUS METAL FEST 21.09.24 (KÇP)

Dört mevsimin bir arada yaşandığı, Metal müzik dolu 21 Eylül gününden herkese selamlar! Ülkemizin artık yeni bir Açıkhava Metal müzik festivali var ve bu satırları yazabilmek bu şartlarda çok gurur verici! Festival sabahı yine yerimde duramıyorum, çok fazla grup var ve ben hepsini izlemeliyim! Hızlı bir kahvaltı, telefon, cüzdan, şarj aleti vs. check! Attım kendimi sokağa, Kçp’nin yollarına. Tek gün için tam 9 gruplu bir festival düzenlemek başlı başına bir iş. Bunun yanı sıra hava şartlarıyla mücadele vermek, zamanla yarışmak, beklentileri karşılamaya çalışmak bir gün için çok fazla şey demek. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki endişelerime rağmen “Bosphorus Metal Fest 2024” az önce saydığım bütün zorlukların üstesinden geldi ve çok başarılı geçen bir festivali seyircisine sundu, gelecek için umutları yeşertti. Günümüzün zorlu koşullarında tekrardan Türk Metal Müzik dinleyicisinin hayatına tek günde olsa tam 9 gruplu bir açık hava festivali sundukları için tüm “Bosphorus” camiasına teşekkürü borç bilirim. Grubundan, teknik elemanına, organizatöründen, güvenliğine herkesin ellerine sağlık. Evet, teşekkür ve şükür faslını geçtiğimize göre yavaştan 21 Eylül gününün içerisine dalalım ve bu harika festivalin vahşi, sert, şiddetli 9 grubuna, ortamına, yemesine içmesine tek tek değinmeye çalışalım!
INHUMAN DEPRAVITY

Festivalin açılış grubu olmalarına rağmen sahne hakimiyetleri gayet iyiydi. Kadın vokallerinin şaşırtıcı derecede karakteristik, vahşi Brutal sesi ve grubun davul Sound’unu özellikle başarılı buldum. İlk grup olmanın azizliğinden olsa gerek gitar ve Bass pek istenildiği gibi duyulmadı. Henüz saat 14.00 civarı olmasına rağmen “Inhuman Depravity”nin ateşli fanları sahne önünü doldurmuştu, şarkılara eşlik ediyorlardı ve dahası şarkılara hakimlerdi. Şöyle bir Selamun Aleykum yaptığım ilk dakikalarda beni sahneden koparmadılar, grubu sonuna kadar hipnotik bir şekilde izledim ve alanı gezme işini sonraya bıraktım. Zaten gruplar arasında yeterli bekleme süreleri olacaktı ve takılma işine biraz geç kalsam da olurdu. Brutal Death Metal’in en şiddetli pasajlarını bizlere öğle saatlerinde sunmaya başlayan “Inhuman Depravity” yaklaşık yarım saat sahnede kaldı. Seyircilerden biri istek bir parça bağırdı fakat grubun vokali sanırım “o şarkı repertuarda yok” diyerek “Inhuman Depravity”nin tavizsizliğini yeterince belirtmiş oldu. Kapalı mekanlarda etkisini daha da iyi şekilde göstereceğini düşündüğüm “Inhuman Depravity” grubunu bir daha dinlemek için sabırsızlanıyorum ve grup sahneden indikten sonra ortamı dolanmaya başlıyorum.
TORTHARRY

İki adet “Merch” standı var, ikisi de birbirinden şahane. Festival tişörtleri ve grupların getirmiş olduğu “Merch”ler gerçekten görülmeye değerdi. Bu alandan Kçp’nin diğer bölümüne geçtiğimde Festival boyunca aç kalmayacağımı anlıyorum. Hemen her beğeniye hitap eden geniş bir mutfak, stand stand bölünmüş durumda sizi karşılıyor. Tüm alanda “Uru” uygulaması çalışıyor. Diğer yazılarda bahsettiğim gibi kullanımı kolay, sizi çok yormayan bir uygulama. “Inhuman Depravity”den kısa süre sonra sahneye “Tortharry” grubu çıkıyor ve herkesle birlikte bende sahne önündeki yerimi alıyorum. Bu festivalde özellikle değinmek istediğim bir konu “Zaman” Hemen her grup tam saatinde sahneye çıktı ve indi. 9 gruplu bir ülkem festivali için gerçekleşmesi mucize gibi bir durum. Bu bakımdan “Bosphorus Metal Fest” her anlamda yurt dışı festival deneyimlerini anımsatan bir yapıya sahip oldu. Çekya’lı ilk misafirlerimiz “Tortharry” kibar gitarları, kaba vokalleri ve çıplak davulcuları ile sahnede. 3 tane adam nasıl bu kadar ses çıkarabiliyor? Sahne süreleri boyunca merak ettim. “Death Metal Sound”larını kendi adıma yeterli buluyorum. Hatta arada giren endüstriyel Sound’lar bile yakalıyorum. (Benden daha yeterli bulan sahne önündeki bir arkadaşın eğlenceli dansını izlemek gerçekten keyifliydi.) Zaman zaman giren kuvvetli pasajlarıyla “Tortharry” aklımda yer ediyor. Artwork’lerini, tasarımlarını beğeniyorum. Bir ara vokalin gaza getirmesiyle gidip “Merch”lerinden alacaktım neredeyse ama festival boyunca bana dert olur diye bu kadar erken o işlere giremedim. Yine daha fazla izlemek istediğim bir grup olarak yarım saatten hallice bir süre sonunda “Tortharry”de sahneden iniyor ve artık beni ilk biramla baş başa bırakıyor.
HYPNOS

Biralar, muhabbetler gırla gidiyor efendim. Hiçbir şey moralini bozamaz mı senin? Şu yağmur bulutları bozabilir Bay Frodo! Cemre Biraya düştü, su bulandı. Çekya’dan ülkemize teşrif eden ikinci grup olan yine “Death Metal” “Sound”lu “Hypnos” sahneye çıkar çıkmaz yağmur yağmaya başladı ve şiddetini giderek arttırdı. Canavar gibi çaldılar, giderek kalabalıklaşan seyirciyi coşturdular, yağmura rağmen o ana kadar sahneden en iyi ses alan grup olmayı başardılar. Seyircinin bir kısmı yağmura aldırırken, diğer kısmı kafaları yedi. İlk Circle Pit’ler bu noktada ortaya çıkmaya başladı. “Hypnos”un vokali seyirciyle çok iyi bir iletişim yakaladı ve sahne süreleri boyunca bunu devam ettirdi, organizasyona çok teşekkür etti, memnuniyetlerini dile getirdi. Gayet tok bir “Death Sound”una sahip olan “Hypnos” “Ulan ben bunları sürekli dinlerim” dedirtti. Festivallerin bu misyonunu çok severim ve yurtdışında da tercih ederim. Yeni gruplar dinleyip, yeni keşifler yapabildiğiniz festivaller candır. Diğerleri zaten candır ama deneyimlerimden kolaylıkla söyleyebilirim ki ilk defa dinlediğiniz bir grubu festivalde izlemek, hele ki o grubu beğenmek… İşte bu paha biçilemez bir anı olarak sizinle ebediyete geliyor. Yağmur yağıyor, kesiliyor ardından daha şiddetli olarak tekrar yağıyordu. “Hypnos” Çekya’dan bizlere yağmuru getirmişti! İlk “Headbang”imi bu esnada yaptım henüz ikinci biramdaydım! “Hypnos” gümbür gümbür yağmura eşlik edercesine çaldı, yıkıp geçtiler. Vokallerinin söylediğine göre Türk seyircisi de üstünü düşeni yaptı ve “Hypnos”un beklentisinin üzerine çıktı! Grup seyirciye ve kendilerinden sonra çalacak olan “Moribund Oblivion” grubuna teşekkürlerini sunarak sahneden ayrıldı.
MORIBUND OBLIVION

“Hypnos”un sahneden inmesiyle birlikte arkadaşlarla koyu, nostaljik sohbetlere daldık. Üçüncü grubun etkisiyle birlikte artık iyice festival havasına girmiştik ve ikinci ev sahibi (Aynı zamanda festivalin gerçekleşmesinde en büyük emek sahibi.) “Moribund Oblivion”u beklerken ülkemizde daha önceden gerçekleşmiş ve hala gerçekleşmekte olan bazı festivallerden bahsetmeye başlamıştık. Abi “Sonisphere” neydi be! Ya o “Unirock”lar, “Headbanger’s Weekend”ler, “Rock Off” “Rock The Nations”lar… Ulan neler izledik bizler… Bir türlü bitmiyordu. Ama dakikalar ilerledikçe tıpkı yağmurun dinmesi ve bulutların arasından artık yavaşça göz kırpan güneşin gözükmesi gibi bizim de içimizde umutlar yeşermeye başlıyordu. Önce elimizdeki biralara, sonra etrafımıza, son olarak sahnede hazırlıklarını sürdüren ekibe şöyle bir göz attık. Tekrardan festival ortamlarındaydık ve bu çok umut vericiydi! Bu duygular ve hissiyatlar eşliğinde “Moribund Oblivion” sahneye çıktı. Yağmuru bitirip bize güneşi getirdiler. (Hakikaten “Moribund Oblivion” sahnedeyken yağmur dindi güneş açtı.)

Yerli “Black Metal” grupları arasında dikkat çeken, tecrübeli grup her zamanki gibi seyirciyle iyi iletişim halindeydi. Festivalin ilk alev şovları bu dakikalarda ortaya çıkmaya başladı ve bizlere iyi bir görsel şölen sundu. Grubun solisti Bahadır Uludağlar’ın vahşi, hırpani vokalleri konser boyunca iyi bir “Sound”la desteklendi. Melodik ve atmosferik yanları kuvvetli benim çok beğendiğim yeni “Single”ları “Time Is An Illusion” (Umarım yeni albümleri de bu tatlarda geçer.) ve geçmiş repertuarından hatırı sayılır parçalar “Moribund Oblivion” tarafından profesyonelce icra edildi. Seyircinin birlikte eşlik edebileceği güzel pasajlarla birlikte baştan sona bizlere başarılı görsel şovlar eşliğinde çok güzel dakikalar yaşattılar. “Moribund Oblivion” solisti Bahadır Uludağlar, festivalin önümüzdeki yıllarda daha da iyiye gideceğinin sözünü vererek yüreğimize alev şovları sonrasında su serpti ve grubuyla birlikte sahneden indi.
SCHAMMASH

“Moribund Oblivion”da artık iyice kalabalıklaşmış olan, “Black Metal” ruhuna geçiş yapmış alanda bilmem kaçıncı biramı içerken midem artık acıktığımın sinyallerini verdi ve beni “Hot Dog” çadırının önüne götürdü. Arka taraftaki banklarda yeni tanıştığım insanlarla festival sohbeti yaparken bir yandan da hızlı bir şekilde sandviçimi bitirmeye çalıştım. (Tadı damağımda kaldı bunun üstüne bir ıslak yapar mıyız? Dert etme tabi ki yaparız.) Aldım ıslağı, birayı geçtim sahnenin ortasına çok merak ettiğim İsviçreli “Black Metal” grubu “Schammash”ı beklemeye başladım. Kısa süre sonra henüz Hamburgerim bitmeden grup sahneye çıktı, şaşkınlıkla bakakaldım, kapitalizmim söndü. “Sound” olarak biraz tek düze belki atmosferik “Black Metal” sayılabilecek sonradan “Avant-garde Black Metal” olduğunu öğrendiğim Okültist sözleri olan Sürrealist “Schammash” sahne görselliği açısından Polonyalı “Batushka” grubunu andırıyordu.
Sağ ve soldaki gitaristleri yüzlerini maske takmamış halde çıplak suratlarıyla, ortadaki vokal ve gitarist maske takmış halde fakat hepsi kaftanlarını giymiş şekilde senkronize kafa sallamalar ve hipnotik duruşlar eşliğinde sahnede dikiliyorlardı. Bu güzel bir kontrast ve tezat oluşturuyordu fakat bu tabloda tek sırıtan şey davulcunun son derece Ritualist “Black Metal” ortamı içerisindeki biraz daha “Thrasher” sayılabilecek enerjisi oluyordu. Konser boyunca sahneden temiz ses aldılar, “DSBM” tonları ve gitar taramalarıyla peşimizi bırakmadılar. Görselleri ve kostümleri üst düzeydi ama sahneye koydukları bayraklar bu mizansenle biraz uyumsuzdu. “Behemoth” vari performanslarını çok beğendim. Vokal bazı yerlerde ses konusundaki sıkıntıları dile getirirken, seyirciyle iletişim kurarken bile çok “Black Metal”di sürekli gırtlaktan sesler çıkarıyordu. “Schammash” Sound”unu ve geçişlerini kendi adıma çok beğensem de genel gidişatın düşük enerjide kalması seyirciyi tam manasıyla yakalamada sorun çıkarmış ve beklenti kırmış olabilir.
ANCIENT

“Schammash” sonrası “Black Metal” dalgası “Bosphorus Metal Fest”te devam ederken diğer bir merakla beklediğim “Black Metal” grubu “Ancient” sahneye çıkmak üzereydi. Artık sohbet, muhabbet, şaka, şuka, yeme, içmeye kısa bir ara vermiştik. Art arda “Black Metal” grupları sahne alıyordu ve bizde bu ciddiyet ortamını bozmadan “Schammash”tan alıştığımız üzre hipnotize olmuş bir şekilde sahneye çıkacak olan şeyi bekliyorduk. “Ancient” vokalisti etkileyici makyajı ve kostümüyle sahneye çıktı. Arada bir giren “Clean” vokalleri dışında “İşte gerçek Pure Black Metal abi” dedirttiği çok yer oldu. Kararmaya yüz tutmuş havada ışık oyunları ve karakteristik “Sound”ları eşliğinde unutulmaz dakikalar yaşattılar. “Sound”ları da kendileri de çok iyi şekilde aktı gitti. Sahne mizansenlerinde kostümleri dışında dekor olarak sadece grup logolarının flamalarını kullandılar, bu kısım biraz zayıf oldu.
Vokalist Zel, Morgoth’un tacı kıvamında kafasına geçirdiği objeyle birlikte yapmış olduğu makyajla bana “Immortal” belki yer yer “King Diamond” vibe’ları vermedi değil. Melodik tarafları neticesinde alanda yer yer yapılan “Pogo”lar gözlemlendi, buna atıfta bulunarak “Ancient” grubu seyirciyi atmosferik olarak çok iyi yakaladı diyebilirim. (“Craft” konserinde “Stage Dive” gören bu gözler “Ancient” konserinde “Mosh Pit” görmüş çok mu?) Benim dinleyici olarak çok tercih etmediğim yer yer deneysel, büyülü, altyapıdan giren, “COF” tadında gelen “Sound”lara sahipte olsalar, gitar ve davulda zaman zaman küçük aksaklıklar da yaşasalar, Zel’in sesi baştan sona hiç çatlamadı, acayip iyi gitar Solo’lar dinledik ve “Ancient” grubu bizlere kütür kütür bir “Black Metal” ziyafeti verdi diyebilirim.
LEGION OF THE DAMNED

“Children Of The Damned” … Yok ya bu başka bir şeydi. “Bosphorus Metal Fest” te “Ancient”la birlikte “Black Metal” akımı biterken yepyeni, vahşi, enerjik, öfkeli bir akım ve temsilcisi grup bizi karşılamak üzere. “Death/Thrash” grubu “Legion Of The Damned” sahneyi ve alanı yıkmak üzere. Kolaylıkla söyleyebilirim ki grup bu festivalin 2. Büyük ağır topuydu. (1. Söylemeye gerek yok.) Sahneye çıktıkları andan itibaren aşırı iyi bir reaksiyon aldılar. Ses çok iyiydi. Grubun “Sound”u zaten ortalığı ayağa kaldırmak için birebirdi. Bu neticeyle “Legion Of The Damned”in Tank gibi üzerimizden geçen muhteşem “Setlist”leri boyunca seyirci gruba Pogolar, “Mosh Pitler” “Circle Pit”ler ve “Wall Of Death”ler ile eşlik etti. “Slayer” gibilerdi valla. Belki de benim için en şaşırtıcı geçen gruptu. 15 yıl aradan sonra tekrardan ülkemize gelmişlerdi ve bütün öfkelerini üzerimize kusmuşlardı.
“Pit” alanlarının en büyüğünde tam ortada durmuş vahşi bir Uruk-Hai gibi etrafında dönmekte olan insanlara komut veren bir adam gördüm. (Saygılar abi.) Bu ve diğer seyirci reaksiyonu manzaralarını “Legion Of The Damned” konserinde deneyimlemek ayrıca bir keyifti. Herkes sanki bu anı beklemiş gibi aynı anda grupla birlikte hareket etti, resmen organize oldu. Çocuklar “Pit”lerde yere düşen arkadaşlarını yerden kaldırdılar, birbirlerine saygılı bir şekilde enerjilerini alana döktüler. Bu görüntüler yurt dışı festival ortamlarını aratmadı. “Legion Of The Damned” kesinlikle bir festival grubu ama iç mekanda tek başlarına geniş bir “Setlist” içerisinde tekrardan dinlemekte ayrıca keyifli olabilir. Bu sene “Overkill” konseri üzerine benim için ilaç gibi gelen ikinci grup olmuşlardı ve bir üçüncüsü yine aynı festival içerisinde henüz sahne arkasında idi. “Legion Of The Damned” kesinlikle yolunu gözleyeceğimiz özel gruplardan.
SAMAEL

“Legion Of The Damned” üzerimizden geçti enerji almaya ihtiyacım var. Kendimi çok erken mahvettim ve henüz “Sodom” sahneye çıkmadı. Festivalsiz kalmaktan kondisyon düşmüş, dur birazcık şuraya oturup soluklanayım. Festival boyunca çok güzel konuşmalar yapıyoruz, eskilerden bahsediyoruz. Bizim içinde gerçekten bulunmaz bir sosyal ortam niteliği taşıyor “Bosphorus Metal Fest” Tekrardan sahne bölümüne doğru giderken “Samael”in sıradaki grup olduğunu biliyorum. Biraz değişik bir “Sound”ları var ve değişiklik benim için iyidir. Davulcu hem akustik hem elektronik davul kullanıyor, ondan ona zıplıyor, yerinde durmuyor. Vokal ve gitarlar seyirciyi gaza getirmek için ellerinden geleni yapıyor ve “Samael” konserleri bir parti havasında geçiyor. Buna benzer bir tecrübeyi “Perturbator” konserinde yaşamıştım. Enerjik, Tekno müzik “Vibe”ları eşliğinde Metal müzik notları olarak tanımlayabileceğim grup resmen beynimi döndürmüş, enerjimi tavana çıkarmıştı. Alanda bulunduğum ekipten tamamen bağımsız bir yerde kafamı yaşamıştım.
“Bosphorus Metal Fest”te de aynı enerjiyi yaşayacağımı beklerken seyircinin reaksiyonu “Samael” için biraz düşük kaldı. Bunun sebebini düşünürken festival için nadir eleştirilerimden birini yapacağım. Bana kalırsa “LOTD” ve “Samael”in yeri değişmeliydi. Bu şekilde “Samael” “Black Metal” akımlarıyla “Death/Thrash” akımlarının arasında eğlenceli bir kalkan görevi görebilirdi. Bu sayede “Sodom” öncesi çıkacak olan “LOTD” bizi “Sodom”a en yüksek şekilde hazırlardı, seyirci hiç boşa çıkmadan full konsantrasyon festivale devam ederdi. “LOTD” Pit’lerinden çıkan seyirci “Samael”de dinlenme fırsatı buldu, rehavete kapıldı. Tabi ki bu tarz konular ne organizatör ne gruplar için kolay şeyler değil. Her şeye rağmen “Samael” unutulmaz bir performans verdi ve kendisini “yeniden beklenenler” listesine ekletti.
SODOM

Geldik zurnanın Gelsenkirchen dediği yere. Efsaneler efsanesi “Thrash Metal”in ve erken dönemlerinde “Black/Speed Metal”in ilahları, büyük “Sodom” grubuna. Artık alanın hemen her yeri dolu. “LOTD” sonrası “Samael”in ve uzun geçen festival gününün yorgunluğu, rehaveti her yere hakim. Bu ortam eşliğinde acaba “Sodom” konseri nasıl geçecek endişesi beni sarıyor. “Procession To Golgotha” çalınmaya başladığında seyirci şöyle bir kıpırdanıp, toparlanıyor. Herkes ön saflara doğru hareket etmeye başlıyor. Nasıl olacak acaba derken bütün yersiz endişeler “Christ Passion” çalınırken son buluyor. “Sodom” seyirciyi daha konserin ilk anlarından itibaren alıp götürüyor. Her yer Pit, her yer Pogo! “Star Wars”tan aşina olduğumuz “Jabba The Hut” isimli şarkıda artık ben kopuyorum. Bu şarkının sözleriyle ritmik bir şekilde kafa sallayabildiğimi öğreniyorum. “Oldschool Thrash Metal” ne kadar sevdiğim, özlediğim bir şey! “The Crippler” “City Of God” “Sodom” gitarından vokaline, davulundan Bass gitarına mükemmele yakın, hatasız çalıyor. “Blasphemer” yine aynı şekilde seyircinin yoğun eşlik ettiği şarkılardan biri oluyor. Herkes çok mutlu, herkes çok iyi durumda. Sahneye bir on tane daha “Sodom” konseri alabilir miyiz lütfen!

“The Saw Is The Law” hep bir ağızdan söylüyoruz! (Hatta ben konser çıkışı kaldırımda yürürken söylemeye devam ediyorum.) Jenerik şarkıları “Nuclear Winter” ile soğuk rüzgarları üzerimizde hissediyoruz. “Sodom” gitaristlerinden biri konserin arasında o akşam kazanmış olan “Galatasaray” takımını hepimize mal olan bir şey zannettiğinden olsa gerek “Re re re ra ra ra” diye bağırıyor. Seyircide tatlar kaçıyor ama hemen toparlıyor. “Sodom” “Proselytism Real” “Agent Orange” ve “Outbreak Of Evil” şarkılarını art arda çalarak her açıdan tam bir “Headliner” grup olduğunu, tecrübesini ve Metal müzik dünyasındaki tartışılmaz yerini bir kez daha kanıtlıyor. (Geçen sene izlediğim yurt dışı festivalinde performanslarını en çok beğendiğim gruplardan biriydi. Bu sene de değişen bir şey yok, bundan sonra da olmayacak gibi.) “Venom” “Cover”ı “Leave Me In Hell” çalınmasıyla birlikte alanda iki farklı “Circle Pit” oluşuyor, hangisine gireceğimi şaşırıyorum. “Remember The Fallen” ve “Bombenhegal” şaheserlerini çaldıktan sonra “Bosphorus Metal Fest 2024”ün “Headliner”ı “Sodom” teşekkürler, alkışlar, kıyametler eşliğinde sahneden iniyor.

Böylelikle “Bosphorus Metal Fest”e bu senelik veda ediyoruz. Akıllarda ve gönüllerde çok güzel hatıralar kalıyor, gelecek seneleri heyecanla bekliyoruz. Az öce bahsettiğim gibi alandan artık nasıl çıktıysam “The Saw Is The Law” söyleye söyleye Tophaneye kadar yürüyorum! Unutulmaz bir gün ve gece geçirdiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum, evin yolunu bulmaya çalışıyorum. Bu festivali hayatımıza sokan, ülkemize kazandıran başta “Moribund Oblivion”un vokalisti Bahadır Uludağlar olmak üzere bütün dostlara teşekkür ediyorum. Bu kadar harika, sorunsuz, rahat, dakik bir festivalin tekrardan yapılacağı günü dört gözle bekliyorum, iple çekiyorum. Yurt dışı festival ortamları gibi inanılmaz harika bir gün geçirmek, tam dokuz grubu tek günde izlemek, dostlarla birlikte vakit geçirmek gerçekten paha biçilemez. Yoğun konser takvimi sebebiyle anca bitirebildiğim benim için özel olan yazımı beğeninize sunuyorum ve Eylül ayının diğer konserlerini yazmaya çalışıyorum efenim. Esen kalınız, hoşça kalınız, Metal Müzik dolu kalınız.
#death metal#black metal#thrash metal#metal#bosphorus#inhumandepravity#tortharry#hypnos#moribundoblivion#schammash#ancient#legionofthedamned#samael#sodom
0 notes
Text
02.09.24 MAYHEM KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)

Evet, Eylül ayı konserleri bütün hızıyla devam ediyor. Bu hızlı maraton arasında geçen haftalarda katıldığım 40. Senesini deviren “Black Metal”in sansasyonel grubu efsanevi “Mayhem”den bahsetmesek olmaz. Eski, yeni ve hatta “Ölü” grup elemanlarıyla birlikte kalabalık bir şekilde tekrardan ülkemizde ağırladığımız “Mayhem” grubu 40. Yıl turneleri kapsamında bize unutulmaz anılar bıraktılar. Unutulmazdan kastım sadece laf olsun diye değil, emin olun aradan bir kırk sene daha geçse ve ben bilinç sahibi bir birey olarak hayatta olmaya devam etsem, bu günkü gibi yazarım, anarım, hatırlarım bu konseri. Bu etkinlik, ilk anından son anına kadar görselinden, grubun performansına, ışık şovlarından, ekipman güzelliğine inanılmaz bir konser olmasının yanı sıra dokümanter, belgesel niteliği taşıyabilecek anlara da şahitlik etti. Bu kısma zaten ilerleyen satırlarda bol bol deyineceğim. Konser duyurusu geçildiğinden beri sabırsızlık içindeydim, nihayet o gün gelmişti! Nerelerden başlasam inanın bilmiyorum. Her zaman olduğu gibi konser akşamının ilk saatlerinden itibaren adım atayım. Betondaki bir oyukta bir Metalci yaşardı, Beşiktaş’a doğru yola çıkardı. Gayet heyecanlıydı.

“Mayhem” söz konusu olduğunda adamların 40 senelik müzikal kariyeri bir yana kendileri 60’larına dayanmış olsa da içimde çoğu zaman halihazırda taşıdığım “ergen heyecanım” nükseder. Bunun sebebi “Mayhem” grup elemanlarının Norveç’te ergenlik zamanlarında geçirdikleri ve yaşadıkları karanlık dönem, koskocaman bir tarzın kurucu unsurlarının başını çekerek son derece yenilikçi, enerjik, hızlı olmaları veya grubun şeytani derecede vahşi kökleri olabilir. Ya da sadece ergen nefretini, depresifliğini ve karanlığını en iyi yansıtan, aşırı uçlarla kafayı bozmuş bir grup adama zamanında beslediğim korku/heyecanla karışık hayranlıktandır. 16-17 yaşlarında ben ve o zamanki tayfam bütün yazlarımızı bulabildiğimiz en ekstrem Metal müzik gruplarını dinleyerek, (Bazen yapmaya çalışarak.) karanlık, izbe yerlerde bira içip dolaşarak, boş evlere girip korku filmleri izleyerek, duvarlara grup isimleri ve başka saçma şeyler kazıyarak, boyayarak geçirirdik. Otobüs duraklarında fotoğraf çekilirdik, vandallık ve primatlığın dibine vururduk. Tarih öncesi dönemleri yaşayan amatör neandertal Silivrili “Mayhem” gibiydik, hayatımız boyunca yaşayacağımız en güzel yazlarımızı geçirdiğimizin zerre farkında değildik. Rahmetli Lemmy amcanın dediği gibi, o yaz aylarını hatırlayamıyorum ama asla unutamıyorum...

Sadece “Gibiydik” tabi.. “Mayhem” grubunun sansasyonel kökleri, eski vokalistlerinin kendini tüfekle vurması, geri kalan grup üyelerinin kafatasının parçalarından kolye yapmaları, gruba o dönem yeni katılmış “Burzum” kurucusu Varg Vikernes’in orada burada kiliseleri yaktıktan sonra “Mayhem”in kurucu gitar/vokali Euronymous’u kendi evinde öldürmesi sonrasında yıllar boyunca hapis yatması “Mayhem”in geçirdiği tatlı süreçlerden sadece bazılarıydı. (“Nargaroth” grubunun bu hadise için bestelediği “The Day Burzum Kills Mayhem” adlı eseri es geçmemek gerekir.) Daha fazlası için grup hakkında yapılan belgesellere ve filmlere bakılabilir. Oyunculuk ve senaryo konusunda bazı zayıf noktaları olsada 2018 yılında gösterime girmiş olan, yukarıda bahsettiğim süreçleri kurgusal olarak anlatmaya çalışan “Lords Of Chaos” filmini “Mayhem” 101 olarak önerebilirim. Bu bilgiler ışığında tekrar düşündüğünüzde tam kadro gelen bir “Mayhem” konserine ergen heyecanıyla hoplaya zıplaya giden bendenizi belki daha fazla içselleştirebilirsiniz.

Beşiktaş IF’in önüne geldiğimde tahmin ettiğim kitleyle karşılaştım. Tırnak içinde büyümüş, yaşlanmış, grup formalarını üzerine geçirip sıraya girmiş bir sürü ergen. Belkide konserlerin en sevdiğim yanıdır bu manzara. Gerçekten rahat, kendim gibi olabildiğim, kendimi iyi hissettiğim, bu kadar bok püsür, olay, kriz arasında toplum ve kültür Jungle’ı içerisinde nefes alabildiğim yegane yer. Bu ortamdan görebildiğim bütün dostlarla merhabalaşıyorum, bira tokuşturuyorum, anlık olarak yirmi sene önce ki yazlara şöyle bir dönüp sonra malesef geri geliyorum. Nostaljik düşünceler eşliğinde içeriye biraz erken giriyorum. Konserde alt grup yok çünkü öyle bir süre yok. Grup neredeyse iki saat boyunca sahnede olacak. 40. Yıla özel uzun, bir “Black Metal” grubu için çok uzun bir “Setlist”leri var. “Mayhem” “Merch”leri efsane. Kendime göre bişeyler bakınıyorum hemen. (Bayrak falan şahaneydi gerçekten.) “Merch” kısmını tamamladıktan sonra sahneye dönüyorum ve bir daha gözlerimi buradan ayıramıyorum. Henüz daha grup ortada yokken bile sahne düzeni, sağlı sollu hoparlör yanlarına asılmış yıldızlı bayraklar ve ışıklandırma çok çok iyiydi. Bu sahne size nasıl bir şeyle karşılaşacağınız hakkında epey fikir veriyordu. Kısa süre sonra sahnede izleyeceğimiz şey, beklentilerin çok üzerindeydi.

Ben hala daha bayraklara bakarken seyircide ve sahnenin arkasında ki ekranda bir hareketlilik başladı. Ekranda 80’ler İskandinav bağımlılık belgeseli tadında “Mayhem” grubunun tarihi anlarından görüntüler izlemeye başladık. Bu görüntülere eşlik edilen müziği asla unutmayacağım. Sadece bu kullanılarak başlı başına “Dark Ambient” tarz bir albüm yapılabilir o derece.. “Mayhem”in kendini vuran solistleri “Dead” (Bu kadar temiz yüzlü, güzel bir adam kendine nasıl kıyar hala kahrediyorum. İskandivan depresifliği işte.. Orada yaşayan arkadaşlar daha iyi anlatır, değişik bir psikoloji..) öldürülen gitar vokal Euronymous ve kürkçü dükkanı, grupta halihazırda tek kurucu üye olarak kalan ve az sonra sahnede sarhoş olacak olan “Necrobutcher” davulcu “Hellhammer” uzun süredir “Mayhem” vokallerini üstlenen Atilla Csihar, eski, yeni bütün üyeler anlamsal kadrajların içerisine yedirilmiş halde bize tek tek gösteriliyor. (Necrobutcher’ın “A Headbanger’s Journey” belgeselinde yayınlanan konser röportajı beni hep güldürmüştür. Duygusal “Dead” görüntüleri üzerine iyi ayar çekti.) Tiyatro sahnesi tadında geçecek olan “Mayhem” sahnesi bize bir tanesi bile yetecekken o akşam 40. Yıl turnelerine özel olarak yeni, eski üyeleriyle birlikte toplam 3 setten oluşacaktı ve bu tarz belgesel görüntüleri zaman zaman şarkıların arasına girerek peşimizi asla bırakmayacaktı. Buradan arşivim için alabildiğim kadar kayıt aldım, instagram sayfasından paylaşırım.

1984’ten başlayıp günümüze gelene kadar geçen süreç tek tek “Mayhem” görüntüleriyle geri sayım şeklinde izletildikten sonra malumunuz “Mayhem” grubu “Malum” şarkısıyla bütün haşmetiyle sahneye çıktı ve unutulmaz geceye start verildi. Ekranda yüzünden kanlar damlayan bir kurukafa önünde lego gibi binlerce parçasıyla “Hellhammer”ın inşa ettiği davulu, kostümler, makyajlar, şeytani “Mayhem” “Sound”u… Bu atmosfer gerçekten görülmeye değerdi. “Bad Blood” “MILAB” “Psywar” yıldırım gibi üzerimizde çakarken Atilla Chisar’ın muhteşem sesi her saniye bizi daha da geriyor. “Illuminate Eliminate” ve “Chimera”da konserin başından itibaren başlamış olan “Mosh Pit”ler doruğa çıkıyor. “Hellhammer” tokmaklarını üzerimize salıyor. Bu gece “Mayhem” gazabından kurtuluş yok! “My Death” ve “Crystalized Pain In Deconstruction” şarkılarıyla devam eden ilk bölüm “View From Nil” ve “Ancient Skin” ile hız kesmeden bizi bu “Set”in son şarkısı olan “Symbols Of Bloodswords”e taşıyor.

İlk şoku üzerimizden atlatıyoruz, manik depresif şekilde geçen ilk “Set” sonrası “Dead” görüntüleri tekrar ekrana veriliyor. Çayır çimen üzerinde koşturan “Dead” gördüğüm için yine hafif duygusallaşıyorum.(Ağlayanların olduğu iddia ediliyor.) “We are not ordinary, We worship Death!” Sözleri sonrası “Hellhammer” bagetlerini havaya kaldırıyor, grup tekrardan sahneye çıkıyor. Kaftanlar giyilmiş, hazırlıklar tamamlanmış, Atilla Csihar sahnede Barış Manço hareketleri sergileyerek sanki bir orkestra şefi gibi bizleri mum etmiş. Ve işte böylece 2. “Set” Euronymous anısına, bağırışlar, çığlıklar, hezeyanlar içinde efsanevi albümden efsanevi “Mayhem” şarkısı “Freezing Moon” çalınırken başlıyor. Şarkının yarısına kadar seyirci çığlığından şarkıyı duymakta zorlanıyorum. “Life Eternal” ve “Buried By Time And Dust” eserleri sonrası zurnanın zart dediği yere geliyoruz. Albümle aynı ismi taşıyan güzide parça “De Mysteriis Dom Sathanas” Atmosfer o kadar iyi ki daha önce bolca bahsettiğim If’in güzel “Black Metal” “Sound”una değinmeye gerek bile yok. Albümlerden çok daha iyi bir ses kalitesini konserde canlı olarak dinleyebildik. “Mayhem” o gece hatasız, tavizsiz ve tarifsizdi!

Yeni bir dokümanter görüntü, yine sahnede “Dead” şarkı sözleri ve sinematik şekilde akan görüntüler. (Bunlardan en az bir düzine deneysel film/video çıkar benden söylemesi..) “Dead”in anıldığı yazılar sonrasında belki de konserin en duygusal, dramatik, şaşırtıcı, özel anları yaşanmaya başlıyor. “Mayhem”in “Funeral Fog” şarkısı “Dead” tarafından (Evet ne kadar ironik değilmi..) söylenmeye başlanıyor. Kendisi bu Dünyada değil ama ruhu hala aramızda! “Mayhem” üyeleri şarkıyı çalarken “Dead”in sesinden “Funeral Fog” dinliyoruz. Gerçekten unutulmaz dakikalar.. Bu unutulmaz anlar sonrası yine bir görsel şölen, ekran ve mekan kırmızıya boyanıyor, Necrobutcher 3. Şaşkınlık perdesini “Mayhem in eski vokali Messiah ve eski davulcusu Manheim’ı sahneye davet ederek açıyor! O ana kadar yeterince şok atlatmamışız gibi bu üyelerin sanki bir “Pentagram” konseri enerjisiyle sahneye çıkmaları kendi adıma son nokta oluyor. 1980’lerden “Mayhem” şarkıları dinleyeceğimiz bu bölümde artık arkalarda saklanmak yok! En öne koşturuyorum. Belki tekrardan Necrobutcher, Hellhammer falan görürüz ama bu Oldschool manyakları görürmüyüz? bilemiyorum! Bu noktada şaşırtıcı şeyler olmaya devam ediyor.

Manheim gayet mütevazi bir şekilde davulun başına geçerken, Messiah kırmızı tişörtü, kel kafası, koca göbüşüyle mikrofonun başına dikiliyor. Necrobutcher kolay vedalaşamadığı bira şişesini bir kenara bırakıyor ve ayin tüm hızıyla devam ediyor. Messiah! Abi sende ne ses var be! Ben kendi adıma bu adama hayran kaldım, gözlerimi hipnotik bakışlarından ayıramadım! Kendimi bu saatten sonra “Order” “Fan”ı ilan ediyorum! Manheim’a söylenecek söz yok. Gerçekten profesyonel müzisyenler. “Deathcrush”, “Necrolust” hele “Chainsaw Gutsfuck” bize biraz nefes aldır. 1 konser diye geldik 3. Konserimizdeyiz! “The True Mayhem” “Carnage” ile üstümüzden geçmeye devam ederken ruhumuzu “Pure Fucking Armegeddon”da artık sonunda teslim ediyoruz… Manheim tarafından “Weird” çalınırken biz kopan parçalarımızı toplamaya çalışıyoruz, savaş gibi konser geçirdik. “Mayhem” grubu seyirciyle uzun uzun vedalaşıyor ve bir daha geri gelmemek üzere “Beşiktaş If” sahnesinden bu konserlik ayrılıyor.

Ben yine dağılmış vaziyette çıkışa doğru yolumu bulmaya çalışıyorum. Konser sadece bir konser olmadığı, aynı zamanda bir tiyatro belki bir sinema niteliği taşıdığı için görmek ve götüntü almak için oradan oraya koşturmuşum fakat kesinlikle değmiş. Çıkışta beni bekleyen rüya gibi, muhteşem bir sürpriz var. Biraz dışarıda soluklandıktan sonra IF’in kapısının önünde dikilen iki tane tip görüyorum. Kim mi bunlar? Manheim ve Messiah! Gözlerime inanmasam da hemen yanlarına ilişiyorum. “Merhaba” “Harikaydınız” “Çok memnun oldum” hezeyanlarından sonra hemen konumuza dönelim “Bir fotoğraf çekineydik”… Acayip mütevazi adamlar tabiki diyor ve ben “Mayhem”in efsanevi üyeleriyle tanışma, fotoğraf çekilme fırsatı bulduğum için inanılmaz mutlu oluyorum. Herkes grubun geri kalanını beklerken bu zavallılarım ekipten ayrı düşmüş orada masumca bekliyor. E kurt kapıyor tabi onları hiç affetmem. Ne kadar beklenirse beklensin “Mayhem”in geri kalan üyelerini yakalama süreci bir sonuç vermiyor, adamlar ışık hızıyla kapılardan geçip minibüslerine atlıyor. (Eski günlerim olsa onları da yakalardım ben peeh.) Herşey bittikten sonra aşırı güzel anılar, fotoğraflar ve hikayelerle birlikte evimin yolunu tutuyorum. “Mayhem” konseri “Unutulmaz” oluyor. Konser yoğunluğu yüzünden yazılar yetişmiyor kusura bakmayın dostlar. Yarın bir çok grubun sahne alacağı çok iyi bir festival var “Bosphorus Metal Fest” Güzel, Metal dolu bir hafta sonu geçirmek için orada olacağız. Gelin hep beraber festival kafası yaşayalım, biraları tokuşturalım! Sonrada anılarımızı yazalım, paylaşalım! Görüşmek üzere, herkese Metal Müzik dolu bir haftasonu dilerim!
2 notes
·
View notes
Text
31.08.24 OVERKILL KONSERİ (ZORLU PSM)

“Thrash” dolu bir yazıdan selamlar! “Overkill” tam 5 yıl aradan sonra tekrardan ülkemize geldi ve kelimenin tam manasıyla “Zorlu Psm” yi yıktı geçti! Kendi adıma kolaylıkla söyleyebilirimki “Overkill” enerjisini ve çoşkusunu çok özlemişim, daha dün gibi gerçekleşen son “Kçp Bahçe” konserlerinden beri tam 5 yıl nasıl geçmiş hiç anlamamışım. İçinde bulunduğumuz sene içerisinde art arda konserler açıklanıyor, ülkemize ilk defa gelen onlarca grubun konserlerini izleme şansı yakalıyoruz, kimi zaman yeni “Sound”lar, tarzlar deneyimliyoruz, bara çıkar gibi konserlere katılıyoruz ama klasiklerin modası asla geçmiyor. “Overkill” 31 Ağustos akşamı hem eski tayfaya hem de yeni nesil metal müzik kitlesine ne kadar büyük bir grup olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Şu 5 sene içerisinde değişmeyen bir şey var mı? Var! Bobby “Blitz”in muhteşem, karakteristik sesi! Değiştirmeyin bu sesi! Sabahlara kadar, günlerce, aylarca “Overkill” “Sound”uyla bezeli Bobby amca dinleyelim, bu ses tonuyla karşılıklı sohbet edelim. “Çüçüçiçik Park”ta “Necroshine” trenine binelim! Lafları da çok uzatmayalım, bu eğlenceli konser akşamına, özlediğimiz klasik “Thrash Metal” Dünyasına hemen dalalım!

Anılar anılar! 31 Ağustos sabahı bir önceki “Overkill” konseri tarafımdan yad edilerek geçiriliyor. 5 yıl olmuş, bana 5 ay gibi geliyor. Yaşlanma belirtileri işte. Artık aradan geçen zamanı eski video, fotoğrafların kalitesizliğinden hesaplıyoruz. Halihazırda kullanmış olduğumuz teknolojiyi bir kaç ay sonra boklamaya başlayacağımızı hesap edersek eğer, bu hızla gidilirse bir 5 yıl sonra zannediyorum telefonların üstünde Bobby “Blitz” dans ediyor, ensemize şaplak atıyor falan olur. Düşününce fena da olmaz aslında.. Jet hızlı Thrash metal enerjimiz ve ruhumuzla alana giriş yapıyoruz. Başta biraz duralıyoruz çünkü amfi bölümünde diğer konserlerden farklı olarak gümbür gümbür çalınan harika metal müzik sesleri her yeri doldurmuş vaziyette bizi karşılıyor.

Amfi alanının DJ kabini içersinde tanıdık bir sima; Adil abiyle karşılaşıyoruz. Bu güzel “Sound” gemisinin kaptanı o. İlk defa “Zorlu Psm”de gittiğim bir Metal müzik konseri öncesinde, konserde karşılaşacağım şeyle uyumlu “Sound”lar duyuyorum. Bu keyifli bira içme, sohbet, hoş beş anları için organizasyona teşekkür ediyorum. Umarım bundan sonrada benzer aksiyonlar alınır diyorum. Ortam keyifli olunca vakit bira gibi akıp geçiyor. Saatime bakıyorum, konser zamanı yaklaşmış! Hemen aşağıya koşturmak, varsa güzel “Merch”lere bakmak gerek. “Overkill” benim için önemli grup, her zaman önemliydi. Tişörtlerim soldu, yırtıldı, delindi. Hemen tedarik etmek lazım. Bir adet öküz beden “Overkill” tişörtünü kaptığım gibi geçiyorum konser alanına.

İçerisi bildiğiniz gibi. Her yaştan metal müzik dinleyicisi “Zorlu Psm”yi nispeten doldurmuş. Bir önceki katıldığım “Sold Out” olan “Opeth” konseri gibi hıncahınç dolu değil, arkalarda boşlukların olduğu bir konser alanıyla karşı karşıyayız. Yalan yok genelde bu durum beni daha çok memnun eder. Hele ki böylesine bir efsane “Thrash Metal” konserinde hoplayıp, zıplayacak, azıtacak yeterli yerin olması ayrıca iyi hissettirir. Arka sıraların bu şekilde tenha sayılabilecek durumda olduğu böyle bir konserde “Arkadaşım göremiyoruz” cümlesi çok manasız kalıyor. Bence sen beni görmek için ısrar ediyorsun hayatım :) Bütün saçmalığa rağmen yine de “Kusura bakmayın” çektiğim bu konsere özel olarak “Bence sen herkesi kendin gibi zannediyon” cevabı almak ekstra ilginç oluyor, repertuara yeni hayretler ekleniyor. Hemen her konserde bu ve buna benzer anılar yaşadığımız için hiç takılmadan bu bölümü geçiyoruz. “Overkill” elemanları yavaştan sahneye çıkmaya başlıyor. Alkış, kıyamet, başlıyorlar çatır çatır çalmaya. “Overkill”in vahşi müziğini dinlerken arkadan gelecek olan canavara hazırlanıyoruz ve kısa süre sonra Bobby “Blitz” Ellsworth sahnede ki yerini alıyor!

Yeni albümlerinden “Scorched” ile açılışı yapıyoruz. İlk birkaç parça da arada bir yaşanan küçük aksaklıklar dışında müzikal anlamda mükemmele yakın, neredeyse albüm kalitesinde çalınan bir “Sound”la karşı karşıya kalıyoruz. Gitarlar durmuyor, davul havaya uçacak gibi. “Zorlu Psm” ye özgü olduğunu düşündüğüm davulda “Kick” zayıflığı peşimizi bu konserde de pek bırakmıyor. Konserin ilerleyen kısımlarında biraz daha iyi alsamda zannediyorum mekanın akustiğiyle alakalı bir durumda söz konusu oluyor. Arkadaki tiyatro bölümününde sahne alanıyla birleştirilip mekanın genişletilmesi ses açısından çok iyi bir fikir değil sanırım. Hayretle Bobby “Blitz” izlerken (Bu adamın sesi asla değişmiyor!) “Overkill”in sahne arkasında ki görseline bakıyorum. “Overkill” sahnesi görseller dışında teknik ekipmanların “inşası” bakımından da güzel tatlar barındırıyor. Sağda ve solda duran ışık kuleleri gruba eşlik ederek ayrıca verimli bir kadraj sunuyor. Seyircinin yoğun şekilde eşlik ettiği “Rotten To The Core” sonrası “Bring Me The Night” ve akabinde çalınan “Hello From The Gutter” ile birlikte iki eğlenceli şarkı dinliyoruz. Yine seyircinin etkileşimi çok yoğun. Şarkılarına birlikte eşlik edebileceğimiz klasik Metal gruplarını gerçekten özlemişiz.

“Deny The Cross” çalındıktan sonra “Electric Rattlesnake” ile birlikte artık iyice yerimde kımıldanmaya başlıyorum. Bu şarkının Bobby “Blitz” sesi ile birleşen etkisi benim üzerimde çok kuvvetli. Tüylerim diken diken oluyor. Her “Electric Rattlesnake” haykırışında Bobby “Blitz”in o muhteşem, kirli, “Thrash”, yirmi paketlik kırmızı Marlboro sesi sonrası kendimi kaybediyorum. “Mean, Green, Killing Machine” bittikten sonra yeni gelecek “Overkill” şarkılarına hazırız, iyice kıvamdayız. Fakat bu kadar hazırmıyız gerçekten bilmiyorum. Konsere gelmeden, önceki günlerde çalınan “Setlist”lere bakmamıştım ve açıkçası bu şarkının çalınacağına dair bir beklentimde bulunmuyordu. Şarkıdan biraz bahsetmem gerekirse eğer özellikle 2010’lu yıllara gelene kadar Taksim eski “Dorock”ta bu şarkı “X” bir grup tarafından çalınmaya başlarken, içerideki herkes dışarıya, dışarıdaki herkes içeriye girmeye çalışırdı ve kapı önünde doğal bir “Wall Of Death” oluşurdu. “Takatakataka” “Takatakataka” Rayların üzerinde tam gaz giden bir “Rock N Roll” treni mi diyeyim, saldırıya hazır büyük bir atak helikopterimi, dörtnala koşan atlı seslerimi artık ne derseniz deyin yeterki bir yerlere saklanın çünkü artık anlayın ki “Overkill” “Necroshine” ile üzerinizden geçmeye geliyor!

Gülücükler, kahkahalar, ıslıklar, tezahüratlar eşliğinde hayatımın belkide en iyi “Necroshine” performansını yaşıyorum. İster popüler kültürden hoşlanın, ister klasikçi olun, arabesk dinleyin, tekno, club müzikleriyle kopun, “DSBM” sevin ya da “Djent” dinleyin, Bobby,nin sesi o kadar enteresan, manyaklık derecesinde karakteristik ve müzik o kadar çoşkulu ki bu şarkıdan insanın etkilenmemesi mümkün değil! Bu müthiş anlar sonrası “Horrorscope” çalınıyor ve hançeri dibe batırıyor. Bana bu şarkı bile yeterdi abi az önce bizi mahvettin “Necroshine” ile. “Under One” ve çok sevdiğim “Surgeon” sonrası Bobby babanın biraz yorulduğunu fark ediyorum. Arada bir soluklanıyor, bazen eliyle göğsünü tutuyor. Kendisine sağlıklı, uzun ömürler ve konserler diliyorum. Uzun turnenin yorgunluğu ve yaşın etkisiyle olsa gerek bizi biraz endişelendirsede bu kendisinin deliler gibi “Ironbound” üstüne “Elimination” söylemesine asla engel olmuyor! Bir önceki albümlerinden daha fazla çalmalarını arzu etmek dışında, gerçekten katıldığım en iyi “Setlist”e sahip olan “Overkill” konseri olarak bu etkinlik benim adıma tarihe geçiyor. (Ah bide “I Hate” olaydı bide “Bastard Nation” bide...) Histerik Bobby Blitz vokalleriyle bezeli, tipik “Overkill” “Thrash” “Sound” ile çevrelenmiş muhteşem “Eliminaton” şarkısı çalındıktan sonra “Overkill” sahneye kısa süreliğine veda ediyor.

Grubun kurucu Bass vokali D.D Verni ve sololarıyla peşimizi konser boyunca bırakmayan Dave Links baba ile Derek Tailer ve tabiki Bobby “Blitz” Ellsworth gibi tecrübenin sözlük karşılığından oluşan “Overkill” grubu sahneye neredeyse bir “Manowar” şarkısı olacakken yanlışlıkla “Overkill” şarkısı olmuş olan “In Union We Stand” ile geri dönüyor! Cümlenin uzunluğuna gel vuhhuu patron çıldıranzi! (İşte “Overkill” enerjisi.) “Evil Never Dies” çalınırken ben hazırlıklarımı tamamlamıştım bile. Biralar bitti, telefon, cüzdan sağlama alındı. Bacak, bel kontrolü yapıldı, kalkışa hazırım. Konserin bitmeye yakın olduğunu anlayan arkadaşlar çıkışlara doğru yönelirken ben tam aksi yöne, sahne önüne doğru koşturmaya başladım. Bobby bitti demeden bitmez, ben o “Fuck You” şarkısını dinlemeden, deliler gibi çıldırmadan, dostlarla pogoya girmeden, şöyle bir sahne önünü tavaf etmeden gitmez! Bu söylediklerim ve emin olun çok çok daha fazlası az sonra çalınan ve malesef “Overkill” in o akşamlık son şarkısı olan “Fuck You” eseri ile birlikte yaşandı bitti saygısızca. Bobby bizi her zamanki gibi iyi gaza getirdi, “Ortalığı karıştırmak istemiyorum ama dün Romanya da daha çok bağırdılar” gibi bir Müslüman şakası yaptı, ve ortalık karıştı. Beni zaten hiç sorma “Bobby” ile aramda 1 metre var, kendimden geçildi. Konser bitti “Overkill” sahneyi terk etti, bende aldım pit içerisinden topladığım penalarımı, ganimetlerimi çıkışa doğru yöneldim.

“Overkill”im az geldi doktorum nerede? Zorlu’nun o Zorlu merdivenlerini koşarak çıkarım ama çok kalabalık. Nasıl bir enerji patlaması yaşadıysam, nasıl bir “Thrash Metal” (hem de en alasından “Thrash Metal”!) konseri özlediysem artık bana yetmedi. İnsanlar yukarıdaki açık alanda soluklanırken ben hala kendime hakim olamıyordum, bir kez daha gelsinler, zamanı geriye alalım, bir daha “Overkill” dinleyelim düşünceleriyle ayakta biramı içmeye çalışırken neredeyse Lunaparktan zorla çıkarılan çocuklar gibi etrafımdakilere “Bir tur daha binelim” diyeceğim. Neyse bir şekilde sakinleşiyorum, mekanda biraz daha takıldıktan sonra evin yolunu tutuyoruz. Tutuyoruz tutmasına ama yanımda ki zavallı arkadaşımın kulağına yol boyunca “Electric Rattlesnake” diye bağırmayı da asla ihmal etmiyorum. (Öss birincisi konuşması geliyor alert.) Buradan bütün “Overkill” grubuna, New Jersey Old Bridge de ki Zenci Memoya ve özellikle Bobby Blitz’e sağlık, sıhhat, mutluluk, huzur dilerken bize bu eğlenceli, Thrash dolu, Metal dolu geceyi yaşatan dostlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bir sonraki “Overkill” konserini 4x4 gözle bekliyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum, nice konserlerde görüşmek üzere diyorum efendim!
0 notes
Text
21.08.24 UADA KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)

Uzun zamandır izlemeyi beklediğim ABD, Portland çıkışlı “Melodic Black Metal” grubu “Uada” sonunda güzel ülkemize teşrif etti. Grubu 2016 çıkışlı “Devoid Of Light” zamanlarından beri dinliyordum. “Uada” konusunda beni şaşırtan, ilgimi çeken kilit birkaç nokta vardı. Bunlardan ilki albüm kapaklarında kullandıkları “Artwork”lerdi. Grup albüm kapak görselleri fazlasıyla etkileyici, dikkat çekici, ürperticiydi. Bu görsel uzmanlıklarını grup üyeleri kendi fotoğraf çekimlerinde de enteresan bir şekilde kullanmayı başarıyordu. Öyle ki, yine ilk yıllarında çekilmiş olan bence “Black Metal” camiasında artık jenerik olmuş “Promo” fotoğrafları sayesinde birçok kişi gruba aşina olmuştu.

Grup elemanları tabi ki siyah beyaz bir fotoğrafta karanlık ağaçların önünde sıralanmış, elleriyle yüzlerini sanki bir şeyden utanırmışçasına kapatmış, kimliklerini gizlemiş bir biçimde poz vermişti. Fotoğrafla yüzleşme sonrasında dinleyici olarak “Vay lan neymiş, kimmiş bunlar” şaşkınlığından sonra kendinizi grubu araştırma aşamasında karşılaştığınız ilk albüm olan “Devoid Of Light” görselinde buluyordunuz. (Şok 2.) Patlamış bir yanardağ önünde, kızıl atmosferde toz, toprak içinde, kemikleri sayılan, iskelet halinde kalmış bedenler... Kucağına ölü bebeğini almış, göklere feryat eden bir anne figürü… “Mordor” manzaraları arasında, her şeyin üzerinde yükselen “Uada” logosu... Bu saydıklarımın hepsi, henüz “Uada”nın müziğini dinlemeden, deneyimlemeden, hiç kendileriyle muhatap olmadan, sizi “Uada” ile bir çekim gücü sureti ile birbirinize bağlıyordu hocam. Eh insan her gün böyle sahnelere şahit olmuyordu…

Müzikal anlamda ise başka bir şaşkınlık beni bekliyordu. Kendi adıma açıkçası “ABD” çıkışlı bir grubun alışık olduğumuz İskandinav usulü “Black/Melodic Black Metal” yapmasına, yapabileceğine karşı inancım zayıftı diyelim. Fakat “Uada” dinlemeye başladığımda kendimi tam zıt hissiyatlarda buldum diyebilirim. “Black/Melodic Black Metal” “Uada” tarafından hakkıyla icra ediliyordu ama esas şaşırtıcı olan işin sanki çok daha fazlasının, çok daha deneysel boyutlarının da olmasıydı. Konsept albümler içerisinde şarkı sayıları az fakat süreler uzundu. Sadece “Black Metal” altyapısı kullanmıyorlardı. Konser bölümüne geçince daha fazla bahsedeceğim gibi yer yer uzun gitar sololarla bezeli bölümlerde klasik “Heavy Metal” sayılabilecek “Sound”lara bile neredeyse yer veriyorlardı. Bunun dışında müzikleri genel olarak Melodik olmak dışında atmosferik ve bir o kadar depresifti. Çok sevdiğim “DSBM” grupları kadar bu depresiflik işine belki yükselmiyorlardı ama öyle güzel harman bir iş yapıyorlardı ki belki de diğer “Black” gruplarından en büyük farkları buydu. “Uada” içinde her şey vardı! İlk bakışta çok olumlu olarak karşılanabilecek bu yorumun dezavantajları da yok değildi. Bunlardan da bahsetmek isteyecektim tabiki.

Utangaç fotoğraflarlar çektiren adamlarımızın müzikal pazarlama anlamında bir sıkıntısı vardı. (Uzun parantez alert! Çok severim böyle pozlar, “Vibe”lar. Hayata karşı çok düzgün duruşu olan bir adam bile olsanız yine de insanlığın doğaya karşı, hayvanlara karşı, birbirlerine karşı işlediği suçlardan utanan insanların belki biraz depresif ve özellikle Mizantropist bir biçimde bunu dışa vurmaları beni hep etkilemiştir. Alçakgönüllü bir iştir, en nihayetinde kendini bilme meselesidir, iyi ki bu tarz insanlar vardır. Kafasını kazıtıp üzerine “Guilty” dövmesi yaptıran “Shining”den Niklas Kvarforth adamın dibidir.)

Dünyanın en Underground Metal müzik grubu bile olsanız sizi seven, müziğinize tapan dinleyicilerinize bir jest niteliği taşıyacak, müzikalleri dışında söz olarak konserlerde size birlikte eşlik edebilecekleri en azından 1 şarkı sunmanız gerekir. “Uada” konusunda bu şarkı sanırım ikinci albümleri olan ve yine çok beğendiğim “Cult Of A Dying Sun”dan “Snakes&Vultures” olmuş. Yeterli geliyor mu bilmiyorum. Dediğim gibi şarkılar çok uzun ve “Setlist” çok kısa. Sadece konserler içinde değil albümü dinlerken eşlik edebileceğiniz, özdeşleşebileceğiniz bölümler “Uada” grubunda malesef biraz kısıtlı. Belki bu durum hayran kitlelerinin genişlemesinin önünde hafif bir engel oluşturuyordur ve İstanbul konserinin doluluk oranını bu şekilde açıklıyordur. Henüz benim nazarımda hala yeni bir grup sayılan ve zaman içerisinde çok daha iyi yerlere geleceğini bildiğim “Uada”nın tek nazarlığı bu olsun diyoruz ve konsere geçiyoruz. (Fakat konser boyunca başka türlü küçük nazarlar ile de karşılaşıyoruz.)
Alana geçtiğimizde “Uada”nın bütün konser boyunca bize eşlik edecek olan muhteşem sahne görselini görüyoruz. Yine karanlık bir orman manzarası arasında göğe yükselen “Uada” monogramı, grubun sahneye çıkmadan önce çalınan “Intro”suyla birleşince gerçekten yaşanılmaya değer bir atmosferi bizlere sunuyor. “Uada” konserinde alt grup yok. Organizasyon şirketlerinin özellikle yerli alt gruplarla çalışma konusunda müthiş bir gayreti var bunu biliyorum ve gözlemliyorum. Bu kadar dolu bir konser takvimi ortasında mümkün mertebe yerli gruplarla birlikte hareket etmeyi kesinlikle destekliyorum ve bu durumun giderek önünün açılmasını umuyorum. Malesef her zaman gerekli şartlar teknik, maddi, manevi konularda karşılanamayabiliyor ve bu durumun tek sorumlusu bizim taraftan olmayabiliyor. Bu yüzden “Uada” sahneye çıkana kadar bir süre içeride bekliyoruz. Kısa süre sonra, biralar doruktayken “Uada” az önce bahsettiğim belki de en “gaz” olabilecek şarkıları “Snakes&Vulteres” ile sahneye çıkıyor. “Intro”dan itibaren duman kullanımı o kadar yoğun oluyor ki gözlerimiz kanıyor. İlk şarkıda bir süre ne sahneyi ne adamları göremiyorum. Sanırım yaratılmak istenen etkide biraz bu oluyor gizemli adamlarımız konusunda.

Önceki birçok “Black Metal” konserinde bahsetmeye çalıştığım gibi Beşiktaş If’in ses sistemi bu müzikle uyum içerisinde çalışıyor. Konser boyunca baştan sona yine iyi bir ses alıyoruz. Özellikle gitaristin sololarına hayran kalıyorum. Yer yer beni “Black Metal” atmosferinden çekip az önce söylediğim gibi “Heavy Metal” “Sound”unun güvenli sularına çekiyor, coşkuyu üzerimize salıyor. Gümbür gümbür çalınan ve yer yer seyircinin de iyi şekilde eşlik ettiği “Snakes&Vultures” şarkısından sonra gelen (Nakarat kısmındaki Fucking “Snakes&Vultures”tan bahsediyorum tabiki.) “Uada”nın üçüncü tam zamanlı albümüyle aynı ismi taşıyan “Djinn”de (Bu da çok enteresan isim töbe bismil.) bu tarz etkilendiğim melodileri bolca dinleme tecrübem oluyor.

Grubun gitar, vokali Jake, samimiyetle söyleyebilirim ki albümlerde duyduğumuzdan çok daha iyi bir vokal performansını sahnede icra ediyor, bir hayranlıkta buradan kendisine geliyor. Bass gitarlar hareketli şekilde giderken tok bir davul “Sound”u müzikal atmosferi tamamlıyor. “Uada”nın bu müzikal çeşitliliği ya da “Janra” çeşitliliği diye ifade edebileceğim yeteneği gerçekten deneyimlemesi enteresan bir tecrübe oluyor. Konserin hülyası içerisinde “Uada”yı kendime göre tanımlıyorum; “Black Metal” bir vokal “Heavy Metal” koşturmalar, “Doom Metal” davullar ve ziller, depresif atmosfer, Paganist kaygılar..

Mistik bir atmosferde Paganist şekilde devam eden “Uada” konseri yine üçüncü albümden “In The Absence Of Matter” şarkısıyla yeni bir hız kazanıyor. Grup elemanları o ana kadar ekseriyetle durağan pozlar verdikleri sahnede yerlerini değiştirmeye çalışırken ayakları yerdeki kablolara, monitörlere ya da benim göremediğim başka bir şeye takılıyor. Vokal düşecekmiş gibi oluyor derken hemen kendisini toparlıyor ve bu nazar “Level” da böylelikle geçilmiş oluyor. “Uada”nın son albümü “Crepuscule Nature” şahsen dinlemeye doyamadığım bir albüm. İçerisinde bol bol alacakaranlık, ay, doğa, orman temaları bulunan bu albümü tek başınıza, gençlik temalı bir korku filmi ormanında, kamp sandalyeniz üzerindeyken kulaklıkla dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

“Uada” sizi “Retraversing The Void” ile içine çekiyor. Konserde bizi bizzat çektiği için an itibariyle bu boşluktan tecrübeyle sabit bildiriyorum. Dinlerken zaten kaybolup gittiğiniz “Uada” müziğini bir de konser atmosferinde dinlemenin çok kişisel ve özel bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncelerimi destekler nitelikte çok sevdiğim ikinci albümleriyle aynı ismi taşıyan “Cult Of A Dying Sun” çalınmaya başlıyor. Seyircinin ikinci büyük reaksiyonu burada yaşanıyor. Öz bir “Black Metal” seyircisinin yaratabileceği en güzel etkileri burada görüyoruz. Bu şarkıda izlediğim tepkilerden anladığım kadarıyla “Uada”nın ilk dönemleri çok seviliyor, yeni dönemlerine biraz daha alışmaya çalışıyoruz. Üçüncü ve malesef son reaksiyon ilk albümlerinin son şarkısıyla geliyor. “Black Autumn, White Spring” ve artık ben bu şarkıda “Uada”nın Türkiye’de kemik bir kitlesinin olduğunu gözlemlemiş oluyorum. Saçınıza, sakalınıza sağlık çocuklar!

Her ne kadar ilk albümlerinden en azından bir şarkı daha çalmalarını beklesemde, “Uada” ikinci albümlerindeki enstrümantel şarkı “The Wanderer” ile “Outro” yaparak sahneye veda ediyor. Seyirci iyi bir süre “Uada”yı ismiyle anarak sahneye geri çağırıyor fakat bundan bir sonuç alamıyor. Konserin tadı damağımızda kalıyor. “Uada” her zaman her yerde dinleyebileceğim, nerede konser verseler izleme imkanım varsa eğer konserlerine gitmek isteyeceğim bir grup. Etkinlikten bu düşüncelerle ayrılırken, yorgun bir Druid gibi alandan çıkış yapmaya çalışıyorum. Dışarısı bildiğiniz gibi, biraz daha durmakta, soluklanmakta fayda var. Geçirdiğimiz bu yoğun konser takvimi arasında “Uada” grubunu izleyebildiğim için Beşiktaş’tan her zamanki gibi mutlu, mesut bir şekilde ayrılıyorum. Hafta içi olmasına rağmen konser, muhabbetler, müzik beni kesmiyor. Eve gideyimde bir şişe “Uada” şey bir parça “Uada” açayım diyorum ve bir Ağustos akşamına daha veda ediyorum. Nice konserlerde görüşmek üzere dostlar, sevgiyle kalın!

0 notes
Text
13.08.24 OPETH KONSERİ (ZORLU PSM)

Selam dostlar! Biraz geç oldu, araya çok tatil girdi derken konserleri ihmal etmiş gibi olmayalım hemen kaldığımız yerden devam edelim. “Zorlu Psm” iki gün üst üste “Sold Out” olan “Opeth” konserlerini geride bıraktı. Yılların dinleyicisi olarak organizasyonu düzenleyenler kadar bu durum beni de şaşırttı. “Scorpions” “Megadeth” hıncahınç dolan “Kçp” konserleri tamam ama “Opeth” her zaman Türk seyircisinin kalbinde taht kurmasını bilmiş bir grup olmasına rağmen kendileri de dahil olmak üzere hiç kimse iki gün üst üste tükenecek bilet kapasitesi beklemiyordu. Mikael benim katıldığım 13 Ağustos gösterisinde konser boyunca teşekkür etmek zorunda kaldı, adamın şaşkınlıktan gözleri açıldı. (Herifler her geldiğinde ayrı bir şeyimize şaşırıyor.) Ne olmuştu, nasıl olmuştu da “Opeth” grubu ülkemize son geldikleri sene olan “Rock Off 2019” festivalinden beri bu kadar hayran toplamayı başarmıştı? Cevabı her zamanki gibi konser alanında aldım; “Aşk” Öyle bir kalabalık, öyle bir sevgi vardı ki gruba karşı kelimeler kifayetsiz kaldı. Şarkıları birlikte söyleyenlermi dersin, muhteşem “Opeth” görselleri eşliğinde kendinden geçenmi, donmuş vaziyette “Eargasm” geçirenlermi.. Bu konserde bol bol seyirci gözlemleme fırsatım oldu ama konsere geçmeden önce şu adı sık sık şaka malzemesi yapılan müthiş “Opeth” grubundan biraz bahsedelim.

“Opeth” ilk dönemlerini Progressive/Death Metal hatta “Doom/Death Metal” soundlarıyla geçiren “Heritage” albümü ve sonrasında neredeyse günümüze gelene kadar (Burası şokomelli, daha sonra bahsedeceğim.) “Progressive/Rock” Sound’u ve bence tanımlamaların yetmediği daha da enteresan Soundlar yakalamış, romantik, hoş logolu ama bir o kadarda içerisinde sertlik barındıran güzide İsveç’imizden bir grup. “Opeth” müzikal olarak tanımlamak için gerçekten zor bir oluşum, her zaman zordu. “Dream Theater”, “Tool” vs. gibi ağır progresifler arasında “Opeth”te müzikal açıdan yorumlamaya kalibremin fiziken yetmediği, daha ziyade “gönül yorumculuğu” yapmaya çalıştığım bir gruptu. “Heritage” dönemine girip Mikael, Brutal vokale en azından albümlerde ara vermeden önce de grup, tarzlarını bambaşka yerlere taşıyabileceğinin sinyallerini veriyordu. Herhangi bir “Opeth” dönemi albümünü ya da şarkısını konserde, evde, arabada, okulda dinlerken kendinizi bir orada bir burada bulabilirsiniz. Brutal vokallerle bezeli son derece sert bir müzik devam ederken bir anda, ortada hiçbir sebep yokken, aniden dinlediğiniz müzik sakinleşir, sizi çayırlara çimenlere götürür, kır manzarası, çiçekler, oh oradan mis gibi kokular geldi, hafif bir rüzgar, aa inek mi o? falan şeklinde pastoral pastoral takılırken yine birden tepenize çekiç gibi Mikael Brutalleri, aşırı hızlı Riffler, davulda durmaksızın vuran Twinler falan biner. Allah’ınız şaşar, çığlık atarsınız, direksiyon hakimiyetini kaybedersiniz. Dikkat edin bazı iyi “DSBM” grupları şarkılarının özellikle başlarında bu “Opeth” etkisi diyebileceğim şeyi kullanır. Bir dönemimizi manik depresif geçirmemizin en büyük sorumlusudur bu “Opeth” Ay’ın şehri, gönlümün sultanı.

“Nature”, “Death”, “Love”, “Heartbreak”, “Sorrow”, “Seasons”, “Occultism”… “Metal Archives”ta “Opeth” hakkında yazan şu temalara bir bakın. Belliki otçu baba türbesi gibi bir yer burası. Aklınıza ona göre mukayyet olun. Peki bu kadar anlatı bir Metal müzik dinleyicisi olarak “Opeth” sevgimizi anlatmaya yetiyor mu? Yetmiyor efendim alakası bile yok. “Opeth” solisti Mikael dediğimiz, Dünyanın en iyi Brutal vokal yapan adamlarından biri olan şahıs (Belki de en iyisi, konu epey tartışılır.) “Opeth”in solistliğini üstlenirken aynı zamanda “Katatonia”nın “Death/Doom Metal” icra ettiği güzide zamanların zirvesinde, Jonas Renkse’nin ses tellerinden ameliyat olması ve bir daha asla eskisi gibi Brutal vokal yapamayacak olması sebebiyle “Katatonia”nın “Brave Murder Day” albümündeki vokal kayıtlarını yapmıştır. Mikael, bence Dünyanın en iyi “Death/Doom Metal” albümü olan, asla yerine başka bir şeyi koyamayacağım bu eserde vokal yapması dışında yıllarca “Bloodbath” grubunun solistliğini de üstlendi. Kısacası, Martin Mendez, Fredrik Akesson, yeni davulcuları Waltteri ve klavye, perküsyona bakan Joakim gibi çok yetenekli müzisyenler dışında biz sadece “Opeth” izlemeye gitmiyorduk. “Opeth”ten çok daha fazlasıyla hasret giderip, kucaklaşacaktık. İşte böyle bir duygu atmosferi hakimdi güzel bir Ağustos akşamı “Zorlu Psm”ye.

Ortam güzel, ortam neşeli, ortam kalabalık! Zorlu’nun dış kapılarından girdiğimiz anda neredeyse yola kadar taşmış olan bir kalabalık bizi karşılıyor. Aylar öncesinden “Sold Out” olan konser e kolay değil biraz sırada beklenecek. Kontroller sonrası “Psm” tarafına geçtiğimizde, bizi bildik, tanıdık o güzel, neşeli amfi karşılıyor. Dostlarla takılmalar, konuşmalar, özleşmeler, kavuşmalar hep burada gerçekleşiyor. Ortalamanın biraz üstü fiyattaki pahalı biralarımızla takılırken eski konserlerden bahsediyoruz. Konser saati yaklaşırken içeriye geçiyoruz, “Avm” yürüyen merdivenlerinden iniyoruz, “Merch” standı aşağıda duruyor, şöyle bir göz atıyoruz, dolapta yer, cepte para kalmadı dercesine gözümüz yaşlı standın başından ayrılıyoruz. (Bu seferki “Merch”lerde gayet başarılıydı, alanlar güzel günlerde kullansın.) Alana girdiğimizde henüz yukarısı da kalabalık olmasına rağmen doğru düzgün duracak yer kalmadığını görüyoruz. Hemen orta bir yerlere sıkışmak ve konser boyunca sıkışmamak lazım. Tuvalet yapılırsa bir daha aynı yere tekrar ulaşılamayabilir. Aldık pozisyonlarımızı, tuttuk çişimizi beklemeye başlıyoruz. Etraftan gelen “Ama siz çok uzunsunuz” “Pardon” “Biraz kenara çekilir misiniz” gibi klasikleşmiş cümleleri bertaraf ettikten sonra (Bu konu hakkında ayrıca bir not alacağım buraya yazmayayım şimdi hiç. Daha iyi konser alanları yaratabiliriz, yaratamıyorsak eğer birbirimize saygı, sevgi ve karşılıklı anlayışla yaklaşabiliriz sevgili dostlar. Bizim kitlenin bunu gerçekleştirebilecek potansiyeli var.) (Yine yazmış oldum neyse...) sahnede kıpırtılar gözlemliyoruz. Rüya gibi bir atmosferde uzaklarda bir yerlerde “Opeth” grubu sahneye çıkıyor.

“Seven Bowls” introsu sonrası “Opeth” “The Grand Conjuration” ile hiç affetmeden dükkanı açıyor. “Opeth” büyüsü ve mistisizmi daha dakika bir, gol bir bizi sarıyor. Konser boyunca epey bir yerde kendimi müziklerine kaptırıp mal gibi sahneye bakakaldığım çok an oldu. Başta yazdığım etki “The Grand Conjuration”da başımıza bela olmuşken bu nispeten uzun “Opeth” şarkısı bitişinde ben, nasıl hissetmem gerektiğine henüz karar verememiştim. Sakin mi? Öfkeli mi? Büyülenmiş mi? D şıkkı hepsi. İlk dinlediğim ve benim için çok özel bir yeri olan “Opeth” şarkısı “Demon Of The Fall” çalınmaya başladığında masaya yeni bir şık eklendi, Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtıldı. Hemen Demonic moduma girdim, Full şarj olduktan sonra Start tuşuna basılan robot gibi şöyle önce bir kendime geldim sonra derhal kafa sallamaya başladım. “Opeth”in bu konserlerde kullandığı sahne ekranları ve görselleri o kadar iyi, o kadar başarılı ki “Demon Of The Fall” çalınırken arkada gözüken dağ manzaralarında kendimi oraya tırmanırken hayal ettim. Aklıma çok sevdiğim “Death” grubunun “The Sound Of Perseverance” albüm görselini getirdim daha da gaza geldim. Bu muazzam ve yorucu şarkı sonrası iyi ayarlanmış “Setlist”lerine, “Opeth” 2014 çıkışlı “Pale Communion” albümünün ilk şarkısı olan “Eternal Rains Will Come” koymuş. Demoniclik bitti pastorale devam birazda dinlenelim, huzur bulalım kısmına geçtik, “Opeth”in “Nature”, “Seasons” temaları ile şenlendik.

Grup elemanlarının profesyonelliği üst düzey olduğu için sahne performansları da üst düzeydi. Özellikle Mikael seyirci iletişimi konusunda “Frontman”liğin kitabını yazdı diyebilirim. Konser boyunca seyirciye pena fırlatmayı ihmal etmedi, sürekli iletişim halinde kaldı vs. İlk günkü konserde güzel ülkemizin ne kadar güzel olduğunu anlatmanın yanı sıra Mikael, kendisinin iyi bir Erkin Koray hayranı olduğundan ve Erkin Koray plaklarını toplamayı çok sevdiğinden de bahsetti. (İkinci günkü konserde sanırım İbrahim Tatlıses üzerinden bir şaka döndürmüş.) Türkçe Rap’in sevilen isimlerinden Sagopa Kajmer ile çektirdiği fotoğraf zaten şimdiden efsaneler arasında yerini almıştı. Anlayacağınız Mikael ve “Opeth” grubu ülkemizle gayet içli dışlıydı. Konser boyunca gitarlar çok iyi duyuldu, davul başta biraz sıkıntılıydı fakat sonradan düzeldi. (Davulcu arkadaşıma göre pek düzelmedi, ben alıştım sanırım.) Klavyenin büyülü kullanımı ve perküsyonların müziğin geneline kattığı baharat tadı lezizdi. Mikael belki eskisi kadar Brutal’lerde yükselmiyor, uzatmıyordu ama turnenin sonu sayılırdı ve adamımızın artık yaşı da vardı.

“Zorlu Psm”nin orta, arka bölümlerinde ben kendi adıma güzel verimli bir sesi konser boyunca alabildim. Özellikle arka bölümde olan kısa boylu dinleyiciler haklı olarak pek bir şey görememekten şikayetçi oldu. Sahne önü zaten Full’dü. Uzak görüş, oturmalı bölüm için Mikael kendisi de bu durumu bir Müslüman şakasıyla süsleyerek “Oradan görebildiğiniz kadarıyla nasılız?” gibi bir şey söyledi. Bir yorum olarak genel alanların kademeli sistemle arka tarafa doğru yükselerek gitmesinin sağlanması taraftarıyım. Bu şekilde herkesin optimum bir görüş açısına kavuşması sağlanabilir. “Dorock XL Fitaş Venue” sahnesinin en sevdiğim yanı bu anlattığım sisteme sahip olması ve genel alanın sahneden arkaya doğru değil daha ziyade yan taraflara doğru geniş olmasıdır. Yine de daha önce Zorlu stüdyoda oturarak izlemiş olduğum “Empyrium” konseri gibi “Opeth” konseri de her ne kadar pek bir şey gözükmese de oturmalı düzende iyi şekilde dinlenebilecek konserlerden olabilir. “Saturnus” grubu için de buna benzer bir yorumum olmuştu.

“The Drapery Falls” “Her şeyi unut, benimle birlikte düş” dercesine etrafımızı sarıyor. Trans haline geçtiğimiz, duygudan duyguya savrulduğumuz bu şarkı sonrası hepimizin bildiği, çok sevdiği, inzivaya çekildiğimiz zamanlarda “Playlist”imizin başında duran “In My Time Of Need” geliyor. “Opeth” ne kadar büyük bir grup abi ya bölümü burada gerçekleşiyor. Bütün seyircinin bu şarkıya eşlik ettiğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Bu harika anları geride bıraktıktan sonra başka bir sevgiliye; “Face Of Melinda”ya geçiyoruz. Mikael gerçekten enteresan bir adam. Ben bir insanın sahnede çok kısa aralarla hem bu kadar şeytani olup hem de akabinde bu kadar romantik olabilmesine hayret ediyorum. Gerçekten özel bir insan… “Heir Apparent” çalınırken aklım tekrardan sahnedeki ekran kullanımı ve görsellere gidiyor. Mikael ve gitarların durduğu alt bölüm, Davul, klavye ve perküsyonun bulunduğu bir üst bölüm ve bunlarında üzerinde duran dev ekranla birlikte sahnede üçe bölünmüş gibi duran, özellikle ortadaki ekranın ince bir film şeridini andıran konumuyla sahne kadrajı harikaydı. Başta değinmeye çalıştığım müjdeyi verecek olursam eğer, Mikael malumunuz tekrardan albümlerde Brutal vokal kullanımına geri dönüyor. Birkaç hafta önce yayınlanan yeni Single’ları “S1” bunun habercisi niteliğinde. Klibi de son derece sinematik olan bu şarkıda korku temaları, inler, cinler, periler, musallatlar yoğun şekilde kullanılmış. Konserde gördüğümüz yukarıda bahsetmeye çalıştığım film şeridi metaforlu “Opeth” sahnesi ve yeni çıkan Single ile yayınlanacak albümü düşündüğümüzde kolaylıkla söyleyebilirim ki “Opeth” tarafına bizi çok daha sinematik şeyler bekliyor. Neden olmasın belki “Rammstein”dan alışık olduğumuz film tadındaki klipleri korku/gerilim temaları halinde “Opeth”ten de ilerleyen zamanlarda görebiliriz.

Bu korku temasının biraz daha “Hollywood” vari olacağını belirtmem gerekiyor. Çok ciddi şeyler beklememek lazım. Bu noktada aklıma tabi ki yine İsveçli “Ghost” grubu geliyor. “Ghost” görsellerinin daha renksiz bir hali bizi ilerleyen süreçte karşılayabilir. Konsere geri dönecek olursak eğer daha da geriye dönmem gerekiyor. Çok sevdiğim bir arkadaşımın telefonu (O kendini biliyor.) “Ghost Of Perdition” şarkısının açılışıyla çalardı. Yıllardır bir anda böğüren Mikael ile gelen telefon sesiyle yaşamaya alışmış olan ben, bu şarkı konserde çalındığında yine şöyle bir etrafıma bakındım ulan bizim elemanın telefonumu çalıyor diye. Şaka bir yana hiç affetmeden giren bu şarkı sonrası tamamen dağıldık. Hemen üzerine aşırı iyi bir görsel desteğiyle birlikte “Sorceress” çalınmaya başlandı. Yani konserden bir an vazgeçtim, al çerezini kolanı otur film gibi ekranda akan görselleri seyre dal düşüncesi geldi geçti kafamdan. Bu anları gerçekten tekrar yaşamak isterdim. Bol bol görüntü aldım, yapabildiğim kadar kadraj yaptım hehe. “Opeth” bu şarkı sonrasında sahneye kısa süre veda ederken biz biraz soluklanmaya çalışıyoruz. Bereket tekrar sahneye döndüklerinde Mikael hemen gelecek şarkıya girmek yerine uzun bir tartışmanın fitilini ateşliyor. “Black Rose Immortal” hafif şekilde çalınıyor gibi yapılıyor ama hemen kesiliyor ve Mikael seyirciyle akıl oyunları oynamaya başlıyor. Son olarak bir şarkı çalınacak ve bu “Black Rose Immortal”mı olacak yoksa seyircinin hep bir ağızdan bağırdığı bambaşka bir şark��mı ya da Allah’ın bildiğini kuldan saklamayalım parçası “Deliverance”mi? “Black Rose Immortal”mı? “Deliverance”mi? Limon! Sirke! Yunus idi, Hızır idi derken finalde ilk gün konsercileri olan bizim bahtımıza tekrardan “Black Rose Immortal” düşüyor. (Deliverance tahmin ettiğiniz gibi ertesi gün çalınıyor.)

Gotik bir köprüyle bezenmiş albüm kapağına sahip “Opeth”in “Morningrise” albümünden “Black Rose Immortal” açın şu an dinleyin. Nasıl? Kendinizden geçtiniz dimi yirmi dakika boyunca. İşte bunun konserde canlı çalındığını hayal edin. Yirmi dakika, belki daha fazla süre boyunca duygudan duyguya geçiyorsunuz, bir süre geçtikten sonra şarkının hiç bitmeyeceğini hissetmeye başlıyorsunuz. Şarkı, “Opeth” sizi ele geçirmiş, bir kara delik misali içeride sıkışıp kalmışsınız “Loop”ta dönüyorsunuz, etrafınızdaki yıldızlar, gezegenler de sizinle birlikte dönüyor. Vahşi ve hızlı bir şekilde başladığınız yolculuğunuz sizi yormuş, zaman geçtikçe yaşlanıyorsunuz, sakinleşiyorsunuz, müzikte sakinleşiyor, uzay boşluğu, sessizlik, hiçlik… Bu ve buna benzer daha anlatamayacağım tonlarca çeşitli duyguyla birlikte şarkıyı dinlemiyoruz, “Opeth”i sahnede izlemiyoruz resmen yaşıyoruz. Bu şarkı bitiyor, konser bitiyor ve ben aklımdan hala “Opeth” tanımlamaya uğraşıyorum. Bugün bu tanımı kendimce daha iyi yapabileceğimi düşünüyorum. “Opeth” bir “Sanat” grubu arkadaşlar. Seversin, sevmezsin, anlarsın, anlamazsın ayrı konu ama “Opeth” her zaman bulunduğu yerde “Sanat” için var olmaya devam edecek bir grup. Aşk, Nefret, Doğa, Öfke, Mistisizm, Büyü kelimelerini aklımda düşünürken hepsinin üzerine bir sünger çeker gibi Mikael’in Brutal vokalini duyuyorum ve rüyadan uyanıyorum.

Evet… “Sanat” dolu geçen bir “Opeth” konserinin daha sonuna geliyoruz. Kendimi toparlamaya çalışıp, konser alanında çıkışa doğru ilerlerken her zamanki gibi bir “Opeth” konserinden daha mutlu olarak ayrılıyorum. İki gün “Sold Out” şekilde verilen konser serisinden olan tek hayal kırıklığım iki farklı günde çalınan iki farklı şarkı oluyor. “Black Rose Immortal” dinleyenler olarak biz “Deliverance” de dinlemek isterdik, keza ikinci gün konsere gidenler için de tam tersi geçerlidir muhakkak. Maalesef herkes her iki konsere de katılamıyor ve dinleyemediği eser insanın aklında kalıyor. Bu da işin nazarlığı olsun diyoruz. Konser alanından çıkıyoruz, merdivenlerden yukarıya, kapılardan geç hoop tekrardan amfidesin. “Opeth” konseri kritikleri bitmiyor, belki elli kişiyle konuşuyorum. “Nasıldı abi?” “Ses iyi miydi” “Çok iyilerdi abi ya” cümleleri havada uçuşuyor. Çok güzel anılarla evin yolunu tutuyoruz, bir sonraki “Opeth” konserini dört gözle bekliyoruz. Yeni albüm, yeni “Opeth”, yine yeni yeniden Mikael Brutal vokali diyoruz. Hepinizi gözlerinizden öpüyoruz. Nice konserlere!

2 notes
·
View notes
Text
29.07.24 ROCK OFF FESTİVALİ 10.YIL (AMON AMARTH+PENTAGRAM)

Rock Off Festivalinin 10. Yılı. 10 yıl önceki gibi heyecanlı ve kıpır kıpır olmaya haftalar öncesinden başladık. Uzun zamandır beklenen anons geçilmişti. Bu senede “Rock Off” festivali olacaktı. Başladığı gibi çok gruplu bir organizasyonla değil, az ve öz bir etkinlik planlanmıştı bu sene. Ülkemizin Metal müzik adına gurur kaynağı, köklü, tecrübeli, hepimizin sevip bağrına bastığı “Pentagram” ile 2017’den beri hasret kaldığımız Viking yıkım ekibi “Amon Amarth” “Rock Off” 2024’te sahne alacaktı. Mekan yine Park Orman’dı, hava şartları bir metal müzik yaz festivali için uygundu. Grubun dolu tur takvimi sebebiyle gün uygun değildi. Haftaiçi idi, günlerden pazartesiydi! Bu sebeple “Doluluk nasıl olur acaba?” diye düşündüğüm konserin doluluğuna ilerleyen bölümlerde bol bol değinirim. “Pentagram” 20. Yıl konserlerine katıldığım günden beri sayısız kez sahnede izlediğim bir grup. Her zaman çok iyiler, her zaman seyirciyi alıp götürüyorlar, her zaman performansları aşırı keyifli geçiyor. Bu konser de şaşırtmadılar. “Amon Amarth” ise parantezi çok yoğun, çok anlatılması gereken İsveç’in bağrından kopup gelmiş, ülkemizde köklü hayran kitlesine sahip olan, hepinizin bildiği “Viking Death Metal” diyebileceğimiz tarzı Odin’ine kadar icra eden bir grup. Küçüklüğünden beri anneannesinin çatal bıçak takımlarını kuşanıp, yastıklara karşı savaş açan benim gibi bir “Turkish Viking” için kolaylıkla söyleyebilirim ki bu senenin en iyi konseri ve performansı geldi geçti! “Rock Off!”dostlar! Sabırsızlıkla ve heyecanla, geride kalan bu anıları yazmaya çalışacağım. Buyurun Valhalla’ya!

Judas konserinden idmanlıyız, metrolara atlayıp Park Orman’ın yolunu tutuyoruz. (Şişli’den yaklaşık 15 dakikada Darüşşafaka durağında olmak gerçekten enteresan bir deneyim. Doğruya doğru eski basketçi olduğumdan bilirim, biz buralara bir saatte otobüslerle falan zor giderdik, güzel birşey.) Pentagram çıkacağı için konser alanına biraz daha erken gelmeye çalıştım. Epey bir süredir kendilerini izlememiştim. (1 sene falan olmuştur hehe.) İçeriye girer girmez Merch standına koşturuyoruz. “Amon Amarth” tişörtleri gerçekten çok güzel. Arkasında “I was in the row pit in İstanbul” yazan öküz beden tişörtü hemen kapıyoruz. (Odin çarpsın orada olacağım.) Etkinlik alanı ilk saatlerde tenha olsa da Metehan Mert Çakır eşliğinde dinlediğimiz metal bombardımanı sonrasında “Pentagram”ın çıkışına yakın sahne önü ve arka alan dolmaya başlıyor. “Kçp” gibi Park Orman’da alışverişlerde bir uygulama sistemi getirmiş. (Judas konserinde yoktu, kart nakit anında görüntü vardı.) Telefonunuzdan indirdiğiniz bu aplikasyon da, “Kçp”de ki “Uru” uygulaması gibi fena çalışmıyor. Paraları yükledikten sonra yeteri kadar bira içmediysen eğer, arda kalan parayı hesaba birkaç gün sonra iade ediyor. Uygulama sevmeyenler için “Hard copy” kartlara da para yükleyebiliyorsun ama onda iade falan yok sanırım. “Şarz bitiyor” “Uygulama ne yahu” “Ne saçma şey” vs. Şikayetleri hemen her kafadan çıkıyor. Haklısınız ne diyeyim ama herşey gibi buna da alıştıktan sonra insan rahat ediyor. Vardır etkinlik tanrılarının bildiği bir Hikmet…

Konser alanında fazla bir değişiklik yok. Herşey yerli yerinde, nizami, rahat. Tıpkı Judas konserinde anlattığım gibi. Bu etkinlik için arka tarafa ekstra oturma bankları da konmuştu. Judas’ta sadece “VIP”ler oturabilmişti. Hava kararmaya yüz tutmuşken “Pentagram” sahneye çıkıyor. Bütün ihtişamlarıyla sahnedeler diyemeyeceğim, “Pentagram” konserlerinde genel olarak bir “Kreşendo” etkisi izlemeyi seviyor. Zayıf başlayıp, muhteşem bir şekilde final yapıyorlar. Introları sonrası; “Bu Alemi Gören Sensin” (Pek severim.) “Şeytan Bunun Neresinde” “Geçmişin Yükü” “Anatolia” “Gündüz Gece” gibi klasikleşmiş şarkıları dışında da sevilen bir çok eserlerini icra ediyorlar. 15 şarkılık güzel bir “Playlist” ve iyi bir süre boyunca Hakan Utangaç ile başlatıp Ogün Şanlısoy’dan Murat İlkan’a doğru giden süreçte çeşitli Pentagram solistleri hemen her konserde olduğu gibi bizi karşılıyor. Bazı kulak misafiri olduğum yorumlarda seyircide hafif bir “Pentagram” yorgunluğu sezmedim değil. “Sürekli konser veriyorlar abi” “Yeter yahu” “Yine mi Pentagram” tadında laflar havalarda uçtu ama finalde yine şu oldu: “Tigris” çalınmaya başladıktan sonra “Pentagram” tam kadro “Bir” şarkısına girdiğinde bu lafları diyenlerde havalarda uçtu. Bu sebeple evet “Yine yeni yeniden Pentagram!” Yoğun ve sürekli bir etkinlik takvimleri olduğunu kabul ediyorum ama son tahlilde ülkemizi hala en iyi ve doğru şekilde temsil eden Metal müzik grubu onlarken, “Amon Amarth” elemanları bile sahne arkasından hayranlıkla “Pentagram” izlerken, bana kalırsa “Popçular Dışarı!”
“Rock Off” performansı benim izlediğim en iyi “Pentagram” konserlerinden biriydi diyebilirim. Güldük, oynadık, eğlendik, hep beraber çok iyi bildiğimiz müziklerine, şarkılarına eşlik ettik. Ortalama müzik konserlerinde seyirciye şarkının bir nakaratını bile söyletmek başlı başına bir olayken, “Pentagram” şarkının tamamını seyirciye söyletebiliyor. Bu öyle hafife alınacak bir olay değildir, üzerine eğri oturup doğru konuşup, düşünmek gerekir. Bir çok şarkısıyla büyüdüğümüz grubu ne zaman, nerede dinlesem dağılırım. Yine öyle bir ruh haliyle “Pentagram” sahneden inerken yalpalıya yalpalıya indirdiğim uygulamanın “Qr” kod bölümünü telefonumdan açmaya çalışıyorum, susadım. Hava artık karardı, “Pentagram”ın önünde çaldığı kara perdenin arkasının gözükme zamanı geldi. Hepimizin malumu “Amon Amarth” sahne şovları ve dekorlarıyla meşhur bir grup. Bu tırlar İstanbul’a boşuna gelmedi. İçlerinde türlü türlü Viking oyuncakları olsa gerek! Muhabbetler, gezmeler, tozmalar, naber abiler henüz daha bitmemişken sahnede bir kıpırtı. Bir şeyler oluyor. Perde çığlıklar eşliğinde iniyor. Sahnede gözleri yanan devasa bir Viking savaş miğferi ve onun üzerine kurulmuş davul standı bizi karşılıyor. Işık, Kamera, Viking! Perde! “Amon Amarth” bütün ihtişamıyla sahnede!

Çok sevdiğimiz, ülkemizde izleme fırsatı bulduğumuz merhum Alexi Laiho’nun grubu “Children Of Bodom”dan “In Your Face” sonrası “Amon Amarth” yıldırım gibi “Raven’s Flight” ile sahnede. Bence çok iyi bir konser açılış şarkısı seçimi yapmışlar. Hepsi birbirinden iddialı şarkılar olan böyle bir “Setlist”te, en bilinen şarkılardan biriyle “Bam” diye konsere girmek yerine bu eser, topu biraz yumuşatan fakat yine de iddialı, iyi bir tercih olmuş. Konserin bu başlangıç kısmından sonrası zaten evlere şenlik. Boş şarkı yok, şov olmayan bir an yok, durmak yok “Viking”liğe devam. “Amon Amarth” öyle bir grupki; sevmeye, bilmeye, benimsemeye falan çok fazla lüzum yok. Gidin bir “Amon Amarth” konserine, film izler gibi sahneye bakın, memnun bir şekilde evinize paranızın karşılığını falzasıyla almış olarak dönersiniz samimi söylüyorum. Artık konser işi şov işi. “Amon Amarth”ta bu işi en iyi yapan gruplardan biri. Sahne şovu konusunda onları artık rahatlıkla “Rammstein”ın ligine sokabilirim. İmkanlar dahilinde bütün bir şehri savaşa sürükleyebilirler, ben onlardan razıyım. Şimdi bu “Şov biznıs” güzel şey evet ama birde adamların sıkı takipçisi, eski hayranları, orta yaşlı/dinozor metalci kitlesi, gerçek “Viking”ler, “Amon Amarth”ın Sindarin dilinde “Mount Doom” (Ölüm/Hüküm dağı.) demek olduğunu bilen “LOTR”cular için aşağıya 2017 konserleri öncesinde yazmış olduğum bir küçük yazıyı bırakayım sonra kaldığımız yerden devam ederiz.


“Amon Amarth”ın Türkiye Tribute band’i “The Guardians”ta Viking olarak baltam ve kalkanımla bağırmaktan aşırı keyif aldığım şarkı “Guardians Of Asgard” çalınıyor. Normal bir grup olsa bu şarkıyı sonlara bırakmayı seçer düşüncesi bende oluşurken “Amon Amarth” son derece ekstrem bir oluşum olduğundan bu parçayı “Setlist”lerinde ilk sıralara koyuyor. Koştur koştur ortalara geçiyorum. “Viking Helmet” gözlerinden ateşler fışkırtarak yanıyor! Bu kafaya, üstünde davul ve yanlarında “Argonath” gibi duran iki devasa “Viking” figürü eşlik ediyor! Dev İsveçli “Viking”imiz Johan Hegg ve “Amon Amarth” elemanları zaten sahnede çoşuyor. Yani nereye bakacağımı, neyi kadraja alacağımı şaşırıyorum. Öyle bir acayip sinematik etki var konser boyunca. Takip mekanizması kırılıyor, Viking büyüsüne kapılınıyor. “Amon Amarth” solisti Johan Hegg aynı zamanda bir dizi/sinema oyuncusu olduğundan bu sahne şovu işini gerçekten iyi çözmüş durumda. Son derece tecrübeli, sakin ve profesyonel vaziyette Viking gemi inşasının başında duruyor. Tok, bariton, koca sesli Johan’ın güzel bir demeci sonrası belki en bilinen “Amon Amarth” şarkısı olan “The Pursuit Of Vikings”te çoşku zirveye çıkıyor. Tabiki partileyeceğiz ve Vikingler gibi ziyafet çekeceğiz! Eller, kollar aynı anda havalara kalkıyor, kafa sallanarak şarkıya eşlik ediliyor. “Deceiver Of Gods”ta Şeytani İskandinav tanrısı Loki kostümlü biri sahneye çıkıyor ve Johan Hegg kötü tanrıyı, iyi tanrı Thor hareketleri sergileyerek sahneden kovuyor. (Resmen tekme atıp Loki’yi defediyor!) Bunlar gerçekten görülmeye değer anlar olarak kayıtlara geçiyor!

“As Loke Falls” sonrası “Tattered Banners And Bloody Flags”te sahneye çıkan iki Viking kostümlü adam tarafından bayraklar sallanıyor! Görsel ve işitsel şov devam ederken sahne önünde ses gayet iyi duyuluyor. (Arka taraflara gitar pek gitmemiş şikayeti alıyorum.) Kendi adıma Park Orman sahnesinin ışık ve ses sistemini “Judas Priest” konserinde deneyimlemiş olduğum gibi başarılı buluyorum. “Heidrun” diye hep bir ağızdan bağırıyoruz! Bu enerji patlaması “War Of The Gods”da kendisini “Mosh Pit” olarak ortaya çıkarıyor. Tutmayın büyük Viking’i dalıyorum abiler! Bu yaşta bu kadar eğlendiğim “Mosh Pit” azdır. Şarkı son sürat çalmaya devam ederken kendimi pit’in ortasında kaybediyorum. Tam topladım biraz çıkıp nefesleneyim derken arkadaşım sağolsun beni içeriye geri çekiyor, mahvoluyorum… Bu perişanlık sonrası için “Amon Amarth”ın tabiki bir planı mevcut, bütün “Setlist” profesyonellikle yönetiliyor, beklenen dinlenme anı geliyor. Bayanlar Baylar kürekleri hazırlayın! Karşınızda: “Put Your Back Into The Oar” Şarkının ortasında komutu aldığımız gibi yere çöküp asılıyoruz hayali Viking botumuzda ki hayali küreklerimize. Row! Row! Row! Hepbirlikte çekmeye devam ediyoruz kürekleri! Böyledir “Amon Amarth”, “Metal Müzik” hayranı olmak. Dinlediğin müzik, atmosfer sana hayal kurdurur, hayallerini yaşatır. Bundan güzeli, kıymetlisi var mıdır? (Kitap okumak.)

“The Way Of Vikings”de tekrardan güzel bir Viking şovu izliyoruz. Kılıçlar, kalkanlar birbirine çarpıyor, savaş kızışıyor! Benimde sahnede severek icra etmeye çalıştığım hoş bir performans şarkısı “The Way Of Vikings”den sonra belkide “Setlist”in hatta tüm bir “Amon Amarth” repertuarının en romantik, en duygulu şarkısı “Under The Northern Sky” çalınıyor. Biraz nefes aldık, soluklandık, duygulandık derken bunu gören Johan ve “Amon Amarth” müzisyenleri dururmu hiç? “First Kill” geliyor hemen ardından kalkanlar havaya kalkıyor “Shield Wall” ile savaşımızı sürdürüyoruz. Savaşmak, ölmek, öldürmek kolay iş değil birazda sevişmek dediğimiz an “Raise Your Horns” imdadımıza yetişiyor ve gerçek bir Viking partisi havasında biralarımızı üzerimize başımıza döke saça şarkıya eşlik ediyoruz. Viking gibi eğleniyoruz! Herkes mutlu, herkes sevinçli. Bir kutlama havası var. Gerçekten savaş kazanmış gibiyiz! Son zamanlarda bu kadar eğlendiğimi hatırlıyorum tabii (Judas konseri.) ama bu başkaydı be abi! Bu konserde olupda tanıdığım, tanımadığım herkese bizimle birlikte eğlendiği için teşekkür etmek istiyorum! Bu öfkeli neşeyle devam ederken “Amon Amarth” kısa süreliğine sahneye veda ediyor, sonrasında çok… çok acayip şeyler oluyor…

“Crack The Sky” ile “Amon Amarth” tekrardan taş gibi sahnede! Şarkı zaten yeterince çoşkulu ve inanılmaz yetenekli müzisyenler tarafından müthiş bir performansla çalınıyor fakat o da nesi! Bir patlama sesi! Sanki gök hakikaten çatlıyor! “Cracking The Fucking Sky!” Akabinde üzerimize binlerce yıldırım şeklinde beyaz konfetiler yağıyor. Işık şovlarıyla bu görüntü aşırı kuvvetli bir fırtınayı andırıyor! Çığlıklar eşliğinde deliler gibi konfetileri yakalamaya çalışıyoruz, zırh gibi yıldırımları üzerimize kuşanıyoruz. Sahne görselleri değişmiş, yerine yenileri gelmiş. (Şişirilmiş Viking heykelleri gitmiş yerine albüm kapakları ve “God of War”da mevcut olan Dünya yılanı Jörmungandr ve ejder başlı Viking Longboat’u gelmiş. Şişme bot gibi heykellerin sönmesi sonra yılanın dikelmesi falan bir tık komikalatifti fakat yapacak bir şey yok! Ortada duran Viking başının tırlara nasıl sokulduğu, sahnede birleştirildiği, monte/demonte işlemleri bizim için hala bir soru işaretidir mesela.) “Crack The Sky” fırtınası duruldu derken yeni bir dalganın habercisi niteliğinde sahnede şimşekler çakmaya başlıyor. Sahnenin her yerine parçalanmış sancaklar gibi dağılmış beyaz konfetiler hayaletli, perili bir görüntü oluşturuyor. Bu görüntüleri destekler nitelikte yıldırımlar ve şimşek sesleri Park Orman’ı dolduruyor. Sahnedekiler sessiz ama belli bir şeyler oluyor. Bu sessizlik hayra alamet değil! Kahinler haklı çıkıyor! Kısa süre sonra Thor bütün haşmetiyle sahneye geliyor!

Şarkıların şarkısı, albümlerin albümünün ilk parçası “Twilight Of The Thunder God” küçük bir gitar cırlamasının akabininde gümbür gümbür çalınmaya başlıyor. Ben böyle şey ne gördüm ne duydum. “Amon Amarth” sahne şovunu üst perdelere taşıyor! Şarkının ilk girişinin sonunda davul bitirişinde Johan Hegg (Bundan sonra yazar tarafından kendisine “Thor” denilecektir.) elindeki kocaman çekici önüne doğru vuruyor ve alevlerin fırlaması gereken yerde bir duman şov başlıyor. (Mekan tarafından güvenlik sebebiyle alev gösterisine ve kullanımına izin verilmemiş sanırım, çok yazık olmuş.) “Thor! Hlôdyn's son Protector of mankind Ride to meet your fate Ragnarök awaits” Evet, Ragnarök’e gerçekten de bundan daha fazla hazır olamazdık. “Amon Amarth” bu şarkı sonrası 16 şarkılık “Setlist” finalinde, en nihayetinde 10. Yıl “Rock Off” Çağlan Tekil sahnesine (Ruhun Şad olsun Baron! Göğe selam!) Park Orman’a, Türkiye seyircisine veda ediyor, hediyelerini (Pena, Baget, Islak kol bilekliği vs.) dağıtmayı ihmal etmiyor.“Megadeth” ve çok daha öncesinde başlayan, Bruce Dickinson, “Judas Priest” ile devam eden en sonunda an itibariyle “Rock Off” “Amon Amarth+Pentagram” ile final yapan 2024 “Metal Müzik” konser serisi tam gaz sürerken bu maratona kısa bir ara verecek olan ben birkaç hafta müsadeyle konserlerden ayrılıyorum. “Vikinglerde tatil yapar durmaz yerinde Solar güzelliğin kalmaz yüzünde” Hoşçakalın dostlar, Nice konserlere!
1 note
·
View note
Text
24.07.24 JUDAS PRIEST KONSERİ (PARK ORMAN)

Nereden başlasam.. Hah.. 2008 “Judas Priest” konseri Kuruçeşme Arena. Hayatımda katıldığım ilk Judas konseri. Aylar öncesinden sahne önü biletlerimizi almıştık, planlar yapılmıştı, hazırlıklar tamamdı. Efsaneler efsanesi, belki en sevdiğim grup “Iron Maiden”ın bile ilham kaynaklarından “Judas Priest” ve tabiki Rob Halford İstanbul’a geliyordu. Kuruçeşme Arena denize nazır çok güzel bir alandı. O sabah erken saatlerde kuzenlerim, arkadaşlarımla birlikte sıraya girmiş, kapılar açılınca alana geçiş yapmıştık. Judas sahne alana kadar deniz kenarına yayılmış, muhabbet sohbet’e girişmiştik. Nasıl unuturum o günleri.. “British Steel” tişörtleri, bandanalar, yaz sıcağında ıslak deri kokuları, aromalı purolar, takılar tokalar, su gibi akan biralar. “Judas Priest” boğaz manzarası, sene 2008, yaş 19. Tek derdimiz tasamız bu adamlar ne zaman çıkacak… Çıktılar… Hem de motorla, topla, tüfekle çıktılar. Yıkıp geçtiler. Bize asla unutamayacağımız anılar bıraktılar. İlkler yaşandı, kendimizden geçildi, tabiri caizse eğer gençliğin dibine vuruldu. Böyleydi konser, festival ortamları, alanları. Bence bu kadar kokuşmuşluk arasında hayatın ta kendisiydi. Hafif buruk bir şekilde ayrılmıştık konser alanından. Bir daha ne zaman gelirlerdi? Gelseler bile konser yine çok iyi geçer miydi, adam o zamanlar bile hatırı sayılır yaştaydı performansı nasıl olurdu? Bunun cevabını tam 16 sene sonra aldık. “Judas Priest” uzun zamandır görmediğimiz, hasret kaldığımız bir sahne şovuyla İstanbul, Park Orman’ı “Heavy Metal”le ezdi geçti. Bize tekrardan ne kadar büyük olduklarını hatırlattı, 2008 hasretimizi bitirdi, güzel anılarımızı tekrar yaşattı. Tabiki konserde bunlardan çok daha fazlası oldu. Yüzümdeki gülümsemeyi kontrol altına alabilirsem eğer, (anılarım çok taze) hemen 24 Temmuz gecesinden elimden geldiğince bahsetmeye çalışayım. Buyursunlar!

24 Temmuz “Judas Priest” konseri de bir önceki konser gibi aylar öncesinden açıklandı. Etkinlik “Park Orman”da gerçekleşecekti. Burası her zaman sevdiğim bir yerdi. Henüz daha çocukken (Yanlış hatırlamıyorsam 97 yılı.) “Park Orman”ın ilk açılış günü oradaydım. Ormanın içerisinde güzel, havuzlu bir tesis ve etkinlik alanları beni karşılamıştı. Ailemle güzel bir gün geçirmiştik… Şehrin içindeydi ama birazda dışındaydı. Sonraki süreçte, “Park Orman”da hemen her Metal müzik etkinliğine, festivaline katılma fırsatım oldu. 2006 yılında ağaçların arasına kurulmuş sahnede, Eylül ayında bir parti havasında geçen “Katatonia” konserinden, (Matthias’ın doğum günü vesilesiyle.) havuzda deve güreşi yaptıktan sonra ıslak mayolarla ana sahneye koşup “Orphaned Land” izlemeye gittiğimiz “Uni Rock” festivaline. Kamplı, kampsız “Rock Off”lardan, “Tuborg Gold Fest”lere kadar hemen her yaz “Park Orman” bizi muhteşem şekilde karşılamaya devam etti. Metronun yapılmasıyla birlikte ulaşım konusu da epey rahatladı. “Park Orman” ana sahnesi arkadaki yiyecek içecek alanına kadar uzuyor. Fakat “Kçp” aksine alan çok geniş olduğu için seyirciye enlemesine de alabildiğince yayılma imkanı sunuyor. Neticesinde sahne bir çok açıdan gözükebiliyor bu güzel bir şey. Bu konserde alan içerisinde uzun direklerin üzerine yazılmış “Buluşma noktaları” ayarlanmıştı. İnsanlar arkadaş gruplarıyla buralarda denk gelebildi. Hoş bir detaydı, çok işe yaradı. Her telefon konuşmasında birilerinin ağzından “buluşma noktası 1 deyim, 2 deyim” gibi laflar duydum. Yiyecek içecek alanları ve barlar gayet yeterliydi. Fiyatlar piyasa şartlarına göre makuldu. Gördüğüm kadarıyla herkes rahat bir şekilde alışverişini yapabildi. Bütün tuvaletler arka bölümde tek bir yerde toplanmıştı. Sahne önü ve orta bölüm için bu gidiş gelişlerde biraz problem yarattı ama genel olarak sıkıntısız süreçler yaşandı diyebilirim.

“Judas Priest” 21.20 gibi sahneye çıkacaktı. Biz saat 19.00 da evden çıktık, saat 20.00 olmadan Metro çıkışından başlayan kervanda yerimizi aldık. 2008 tişörtlerim paramparça olduğundan elimde halihazırda bir Judas tişörtüm bulunmuyordu. Sevilen şarkı “Painkiller”dan esinlenerek “Death” tişörtümü geçirdim üstüme. Büyük piştinin döneceğinin ilk belirtileri Metroya bindiğimizde başlamıştı zaten. Herkes benimle aynı şeyi düşünmüştü muhtemelen. Kolektif bilinç güzel bir şey. “Death” formalarımızla “Park Orman” girişine giden yolda yürüyüşümüz başladı. Etkinliğe ilgi yoğun, acayip kalabalık bir şekilde iki ileri bir geri ilerliyoruz. Kapıya giden kaldırımlarda dostlar yayılmış geyik halinde. Her on metrede bir ilerleyişimiz sekteye uğruyor. “Naber abi” “Vaaay” “Özledik be” “Kankam” “2008 abi evet” “Brocum naber ya”lar havada uçuşuyor. (Öp, öp, öp, öp do ya ma dım.) Her durakta bir bira, sigara derken bu bölümü yaklaşık 45 dakikada atlatıp kapılardan geçiyoruz. Sistem şakır şukur işliyor kapılarda hiç bekleme yapmadan içeriye geçiyoruz. Güvenliğinden, bar görevlisine, etkinlik sorumlularından organizatörlere “Park Orman” ekibi gayet profesyonel biçimde çalışıyor. Kollara takılan bileklikler belki biraz daha kaliteli olabilir. Terden bileklik kendiliğinden söküldü. Alan içinde oradan oraya geçerken güvenlik arkadaşlar haklı olarak “koluna tak” dedi fakat takılacak bir tarafı kalmamıştı. İdare ettik bir şekilde, sağ olsunlar beni hiç kırmadılar. Alanda yerimizi aldık, eski dostlar, yeni dostlar görülmeye devam ediliyor. Seyircide büyük bir heyecan, içeriden gelecek olan şey bekleniyor. “Merch” standına bakıyorum ama bana olabilecek öküz bedeni yine, yeni, yeniden bulamıyorum. Olsun, önümüzdeki “Merch”lere bakalım.

Aldım biraları, yaktım sigarları. Yerimde güzel şöyle bir etrafın fotosunu alıyorum. Dostlarla foto çekimini de asla ihmal etmiyorum. Orman havası malbuş karışımı bir havayı içime çekerken beklemeye başlıyorum. Arkadaşlardan, dostlardan biraz uzağa geçiyorum, duygusalım, uzun zamandır bu anı bekliyorum, gözlerim dolu dolu kişisel deneyimimi yaşıyorum. “Black Sabbath” “War Pigs” çalmaya başlıyor Allah’ım daha Bruce Dickinson konserini atlatamadan “Ozzy” sesleri üzerine “Judas” introsu sonrası yeni albümlerinden “Panic Attack” ile sahneye bütün haşmetli kostümleriyle çıkan Rob Halford görüyorum. Kafayı yememe ramak var. Mahşerin üç İngiliz atlısı üzerime koşuyor dördüncü atlı için bir Jack Daniel’s shot atıyorum! “Panick Attack” geçmişim nedeniyle kendimle çok bağdaştırdığım, benim için tadından yenmez bir şarkı. Zaten “Judas Priest”in son albümleri çok iyi. Eski albümlerinden sonra “Nostradamus” “Redeemer Of Souls” “Firepower” ve son olarak yeni çıkan “Invincible Shield” albümleriyle yakaladıkları eski dönem “Soundlar”ı üzerine bindirilmiş epik kafa benim çok hoşuma gidiyor. Bu saydığım bütün albümleri tek bir şarkısından bile asla sıkılmadan “Rob Halford”un muazzam sesi ve karakteristik “Judas Priest” “Sound”uyla saatlerce dinleyebilirim! “Panick Attack” grup elemanları tarafından çalınmaya başladığında “Judas Priest” gökgürültüsü gibi sahnede yerini aldığında, Rob Halford’un önce arkalardan bir yerden sesi geliyor fakat kendisi yok! Kısa süre sonra baba şıkır şıkır kıyafetiyle ortaya çıkıyor. Alkış, kıyamet böyle bir rabarba olamaz. Herkes özlem dolu, Rob baba’ya Judas’a hasret. Coştukça coşuyoruz!

“You’ve Got Another Thing Comin” ortam ısınıyor. “Rapid Fire” ateş ediyor derken tam olarak beklenmedik bir an yaşanıyor. Henüz üzerimizdeki şoku atlatamadan çok tanıdık, her metal müzik dinleyicisinin kendi adından daha iyi bildiği “Breaking The Law” çalınmaya başlanıyor! Tamamen dağıldık, bu kadar erken bu parçayı beklemiyordum. Sağlı sollu, önlü arkalı bütün seyirci hareketlendi. Şarkı başladığında herkes nerede duruyorsa, bittiğinde kimse aynı yerinde değildi. Ses önlerden harika duyuluyordu. Orman akustiği ve ses dağılımı gereği arka taraflarda o kadar iyi değildi ama biraz ön ve özellikle orta taraflarda durabilirseniz eğer muazzam bir ses alabilirsiniz “Park Orman” sahnesinden. “Rob Halford’un sesi yaşına rağmen gayet gayet iyi durumda. Bunun dışında gitarları ve davulu çok iyi aldık. Bass gitar bir kısımda o kadar fazla açılmıştı ki patlayacak sandım. Tek tek bütün “Judas Priest” müzisyenleri tecrübede son nokta ve üst düzey yetenekli insanlar. Baştan sona rüya gibi bir “Sound”a imza attılar. 71 yaşında ki Rob babaya ben şahsen bir şey diyemiyorum. 2008’i bana aratmadı. Çoğu kişiden benzer yorumlar duydum, bu yaşta bu performans mucize gibi bir şeydi. “Riding On The Wind” ve “Love Bites” dinliyoruz. Gayet seksi ritimleri olan hoş bir şarkı tam bir klasik Rob Halford ve seksenler işi! Hemen her şarkıda arka ekranda dönen görseller, bar görüntüleri, şehir planları yer yer giren sözler, tribal efektler, şarkının dinamiğine göre ışıkla süslenmiş videolar o kadar iyiydi ki artık benim için konserlerde vazgeçilmez bir detay olma yoluna çoktan girdi.
“Devil’s Child” “Saint’s In Hell” babalar tam gaz devam ediyor. Rob Halford arada bir arkaya geçiyor gerçi ama hemen sahneye perdelerin arasından geçerek geri geliyor. Sahne Rob Halford doğuruyor! (“Rammstein”dan Till Lindemann’da benzer mizansenler kullanır. Gayet hoş ve sinematografik bulurum bu tarz şeyleri.) Rob Halford’un arada ışık oyunlarıyla arkasına kendi gölgesini alarak seyirciyle konuşması, seyircinin sesini açma denemeleri, eşlik etme şovları unutulmazlar arasında yerini çoktan aldı. Bir yandan arkasında kendi gölgesiyle konuşup vokal yaparken bir yandan yüzünün ana ekrandan seyirciye verilmesi harika bir fotoğrafik detaydı. Buna benzer unutamayacağım ve belgelemeyi asla ihmal etmediğim çok fazla görsel oldu konser boyunca. “Crown Of Horns” ve “Sinner” şahaserleri sonrası tuhaf introlar sahneden yükselmeye başlıyor. Bu şarkıyı da çok iyi biliyoruz “Turbo Lover” geliyor! Teyzemin en sevdiği bu “Judas Priest” şarkısı çalınırken ne yapacağımı şaşırdım. Aynı anda birçok şey oldu. Teyzem şehir dışında olduğu için tek elimle telefonu tutup, onu görüntülü arayıp, şarkıyı dinlettim. Bu sırada şarkının kaydını alayım diye telefondan “Screenshot” almayı becerdim. Diğer elimde tuttuğum bira biraz yere dökülünce sinirlendim, bira bardağını dişlerimle tuttuğum gibi bir sigara çıkardım, yanımdakine yaktırdım. “Turbo Lover” çalınmaya devam ederken ben “Doctor Octopus” modunda şarkı bitene kadar takılmaya devam ettim.

Konserde sahnenin tam ortasında arada bir ışık veren dev bir “Judas Priest” drahnisi diyeceğim artık, amblemi vardı. Tam manasıyla bir “DEV” idi görmemek zaten imkansızdı, etrafa hoş ışıklar saçıyordu. (Bunu neyle, nasıl, hangi tırla, gemiyle, zeplinle getirdiniz aga… Lego gibi bişey olmuştur muhtemelen tak çıkar modeli. Kendime not: Sorayım bunun olayını.) Yanlış hatırlamıyorsam tam bu aralarda “Judas Priest”in yeni albümüyle aynı adı taşıyan “Invincible Shield” çalınırken sahnenin tepesine bağlanmış bu dev Judas amblemi sanki yeterince dev değilmiş gibi töbe estafurullah üzerimize doğru gelmeye başladı. Çığlıklar, heyecanlar, hezeyanlar aman Allahım gözlerime inanamadım. Gerçekten çok başarılı bir şovdu fakat nihayet kesinlikle bu değildi. Amblemimiz hafif hafif kendini tekrar yukarıya çekerken “Victim Of Changes” çalınmaya başladı. Malesef bu sene “Yngwie Malmsteen” konserine katılamadım ama Judas’ın gitar üstatları bu konserde bize hatırı sayılır solo performanslar icra ettiler, tatları damakta kaldı. Gitarlar ve “The Green Manalishi” şarkısından sonra sıra davulcu abimize geliyor ama ne gelmek. “Rob Halford” konser boyunca bizimle konuştu, birlikte vokal denemeleri yaptık, İstanbul’un güzelliklerinden, yemeklerimizden, bokumuzdan, püsürümüzden bahsettik ama Judas davulcusu Scott Travis (Travis Scott değil.) davulunun tepesine çıkıp öyle bir konuşma yaptıki… Bu konserin en net kırılma anlarından biriydi. Baba bize davulun başından sordu: Eğer sadece bir şarkı dinleme şansınız olsa, sadece bir tane olsa hangisi olurdu? Cevap çok basitti. Konserde olan ne kadar kişi, kaç tane ağız varsa avazı çıktığı kadar hep birlikte şu kelimeyi bağırdı;
PAINKILLER!

Çığlıklar eşliğinde müthiş bir davul solo başlıyor. Hali hazırda “Judas Priest”in kült olan bu şarkısı hepimizi hala hüzne boğan merhum “Death Metal” filozofu “Chuck Schuldiner”ın kurucu gitaristi olduğu “Death” grubu tarafından 98 çıkışlı “The Sound Of Perseverance” albümünün son şarkısında muazzam bir şekilde coverlanmıştı. Saçlar açıldı, ortam dağıldı. Küçük gruplar pogo yapmaya başladı, “Headbang”lerin haddi hesabı yoktu. Yani şu atmosfer sonrası bende, seyircide bitmişti zaten. Konseri kapatıp gidebilirdik o derece bir performanstı. Fakat bu bile bir son değildi. Şov devam etmeliydi. Belki sabaha kadar “Heavy Metal” alemlerinde boğulmalıydık! Grup sahneye kısa süre veda etti. Seyirci hepbirağızdan Priest!, Priest!, Priest! Diye bağırmaya başladı. Maça gelmiş gibiydik. “Judas Priest” vs 50 yıl! Babalar bütün enerjileriyle, zamana meydan okuyarak “Heavy Metal”in kralları olduklarını hatırlatıyordu. “The Hellion” introsu sonrası Motor, gaz, egzoz sesleri duymaya başladık, sahne duman altı, belliki bir şey gelecek. O şey geldi. Motoruna binmiş Rob Halford ve grup arkadaşları tekrardan sahnede! Rengarenk harika bir “Chopper” üzerinde baba şarkılarını söylemeye başladı, önce ağzında ki sonra elinde ki tatlı, tüylü sopayla da grup arkadaşlarına küçük dokunuşlar yapmayı ihmal etmedi! “Electric Eye” icra ediliyordu. Hala tüylerim diken diken, yazmakta zorlanıyorum. Işık şovlarıyla dolu bir “Judas Priest” sahnesinde Rob Halford motorun üzerinde, grup yardır yardır çalmaya devam ediyor öyle bir ortam ama kafamız nasıl güzel! O kadar güzel yani!

“Hell Bent For Leather” yine bu hissiyatlarla geçiyor ve sonunda zurnanın zart dediği yere geliyoruz. Konuşmalar, sevgi gösterileri, kafamızda havaifişekler sonunda arka planda eğlenceli geceyarısı şehir görselleri eşliğinde “Living After Midnight”! Rob baba bizi bardan, pavyondan topla, at motorunun arkasına dağlara tepelere çıkalım uçur bizi! Kurtar bizi buralardan! (Sonra birkaç fındık shot, viski falan için bizi tekrar Dorock’a bırak ama emi canım ben ordan taksiyle giderim.) Bu şarkı çalınırken arkadaki görseller harikaydı. Ekran’a verilen kilit bazı nakarat sözleri sayesinde bütün kalabalık gruba eşlik edebildi, süper bir ambianstı. Loop’a ya da bir Kara deliğe falan girip tekrar tekrar o anları yaşamak isterdim. Bir benzerini 2006 yılında yine Kuruçeşme Arena’da “Gun’s N Roses” konserinin son şarkılarından biri olan “Paradise City” çalınırken yaşamıştım. Üzerimize renkli konfetiler yağıyordu, Axl acayip formundaydı falan neyse bu başka bir hikaye… Konser boyunca Rob baba birçok farklı kostüm giydi, bunlardan bir tanesi paçalarına kadar her yeri grup “Patch”leriyle dolu olan uzun bir kot manto gibi bişeydi. İnternette bir geyik vardır. Festivaller, konserler, Death, Doom, vs. geçildikten sonra bölüm canavarı olarak bu Boss’la karşılaşıyorsunuz diye. Hah işte bu Boss o Boss! “Judas Priest” grup halinde herkese teşekkür ediyor, hediyelerini dağıtıyor, önümüzde eğiliyor. Arka ekranda bir yazı “The Priest Will Be Back!” Bu yazı yüreğimize biraz olsun su serpiyor, inşallah babalar! Kendi kendime bundan sonra Judas konseri Fizanda olsa gideceğim lan sözleri veriyorum yine..

Konser bitiyor ama bende bitiyorum yani. Çöküyorum bir yere biraz soluklanmaya çalışıyorum. Çıkışta biraz yokuş çıkılacak sonra metroya yürünecek falan süreçlere hakimim. Ceplerimi yokluyorum aa “sürpriz” fazladan aldığım iki tane fıçı bira fişi cebimde kalmış. Koşa koşa Yonca Evcimik gibi bara gidiyorum “Aboneyim abone biletlerim cebimde” Alan boşaltılırken oradan son bir tuvalet yapıp yine sağda solda gördüğümüz arkadaşlarımızla muhabbet sohbet, gözyaşı, el ele kol kola Metroya yürümeye başlıyoruz. Metroda Engin abiyi görüyoruz tam “Rock’n Roll Train!” “Judas Priest” konserinin her anı her dakikası, saniyesi benim için aşırı keyifli geçiyor. Park Orman Metal Müzik festivalleri, konserleri için İstanbul’da biçilmiş kaftan. Yurtdışı orman alanlarının, festival arazilerinin enerjisi, potansiyeli bu alanda hep vardı, hala mevcudiyetini koruyor. Organizasyona, bütün çalışanlara, herkese bizi bu güzel geceyle şenlendirdikleri için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Nice nice güzel etkinlik ve konserlerde görüşmeyi umuyoruz.

Bu senenin takvimi aşırı yoğun geçiyor. Neredeyse artık gençliğimizde her Allah’ın günü Bar’a gider gibi, bu sefer her hafta sonu hatta hafta içi konserlere gidiyoruz. Aralarda hiç mesafe kalmadığı için yazdığım yazıyı bir daha okuyamadan diğer konserin yazısını yazmaya çalışıyorum. Bunlar çok güzel şeyler, eski ruh sanki tekrardan alevleniyor, fakat herkesin düşündüğü gibi, gruplar ortak çatılar altında toplanmaya yeniden başlarsa hiç fena olmayacak gibi duruyor. Seyirci yorgun, bitap düşüyor, çoğu zaman bekledikleri enerji vücutlarında kalmıyor. Seyirci olarak bir yana, epey süredir bir şeyler yapmak istediğim bu sektörde “Ulan doğru zaman mıydı acaba?” Tam da bize denk geldi” kaygıları yaşamıyor değilim. Her şeyin, hepimiz için çok daha güzel olacağını düşünüyorum. Pazartesi günü canavar gibi geçecek olan bir “Amon Amarth” konserinde yine Park Orman’da görüşmek üzere dostlar! Bugün de gelebilen “The Guardians” grubunun bizi tam gaz hazırlayacağı “Amon Amarth” konserinin “Pre-Party”sine, Kadıköy Sahne’ye gelsin derim. Belki sahnede toparlak bir Çanakkaleli “Viking” görürsünüz! Sağlıcakla kalın!

1 note
·
View note
Text
19.07.2024 BRUCE DICKINSON KONSERİ (KÇP)

Kelimeler tarifsiz ve yetersiz. Aylar öncesinden yapılan açıklamayla sevinçten havalara uçmuş olan ben, Bruce Dickinson konseri öncesi heyecandan yıkılıyorum. Çocukluğumdan beri ciddi bir “Iron Maiden” hayranıyım. Maiden’ın zaman içerisinde vokal görevini üstlenmiş olan diğer solistleri bir yana (Paul Dianno, Blaze Bayley. Özellikle Bayley’e ve o dönem albümlerine çoğu Maiden fan’ı aksine bayılırım.) Bruce Dickinson benim için ayrı bir yerde durur. Peki kimdir bu Bruce? “Iron Maiden” vokalisti, pilot, yayımcı, yazar, senarist, eskrimci, futbolcu, popçu, topçu, süperman, Mandrake! Bunların hepsi evet ama benim için Bruce Dickinson bu kadar kualifikasyondan bile çok çok daha fazlasıdır. İlk dinlediğim “Heavy Metal” sestir. Çocukluk kahramanımdır, Ejderha kovalama arkadaşımdır. Otobüsle güneye inerken, camdan dağlara baktığımda “Walkman”imden fırlayan “Air Raid Siren”dır. Beni “Brave New World” Eddie’si gibi gökyüzünden gülümseyerek takip eden dostumdur. Dünyanın şeytanlarına, düşmanlarına, sıkıntılarına, aşk acılarına, gereksiz düşüncelerine, popüler kültürüne, kapitaline karşı her zaman yanımda olan adam gibi adamdır! Bu adam, bu sefer, önceki iki sefer ki gibi Dünya üzerinde en sevdiğim grupla birlikte değil, kendi solo projesi kapsamında kurmuş olduğu yetenekli müzisyenlerle dolu bir ekiple geliyordu. Hasret, heyecan, merak büyüktü, dolayısıyla yine yollara düşüldü Nejat baba!

Bruce Dickinson’ı “Iron Maiden”dan bağımsız tutmak imkansız gibi birşey. Eski grubu “Samson”u bırakıp 83 te Maiden kadrosuna dahil olup “The Number Of The Beast” albümünde vokal görevi üstlendiği günden beri, Bruce Dickinson’sız “Iron Maiden” “Iron Maiden”sız Bruce Dickinson düşünemez olduk. Buna rağmen 90’lı yıllardan beri Bruce’un yollarına çiçekler serptiği (Malesef çoğu zaman Maiden gölgesinde kalan.) müthiş bir solo kariyeri var. Dünyada bazı adamların yıldızı çok yüksektir, star hamuru vardır, yaradılıştan şanslıdır falan bunlar. İşte Bruce bence tam olarak bu adamlardan. “Iron Maiden” kariyeri olmasa da (Belki bu kadar değil.) rüyaları süsleyecekmiş Bruce abimiz. Tam da bu sıcak Temmuz ayının ortasında, tepede çok güzel bir dolunay (neredeyse) varken, (Bruce buna konuşmalarında çok değindi herif tam bir “ay” aşığı.) bu geri planda kalmış solo kariyerin ilk Türkiye konseri için Küçükçiftlik park’ta (KÇP) yerimizi aldık. “Kçp” içerisinde “Megadeth” konserinden beri bazı gelişmeler olmuştu. Bahçe alanı bu sefer konsere dahil edilmemişti, Sahne önü ve Normal girişler aynı kapıdandı. Hem arkada hem önde “Merch” standları vardı, itemlar güzeldi, Wc düzeni hemen hemen aynıydı, “Vip” orada duruyordu, biralar pahalıydı falan filan..

Konser haftanın son gününe denk geldiği için yol, hava, civa muhalefetleri yüzünden malesef Bruce Dickinson’dan önce çıkan “Malt” grubunu kaçırdık. Uzun zaman önce bir kez izleyebildiğim 2006 çıkışlı grubun Performansının güzel ve keyifli geçtiğini duydum, umarım yakın bir zamanda tekrardan kendilerini izleme fırsatı yakalarım. “Kçp”ye gidilebilecek her yolu yaklaşık 20 senedir deneyimliyorum. Şehrin tam merkezinde olup ulaşımının bu kadar yorucu olması müthiş bir çelişki, tam bir dilemma. Artık piyasada taksi yok. Bu ihtimali geçtiğimizde elimizde toplu taşıma, tabanvay ve “Özel araç” seçenekleri kalıyor. Toplu taşıma ve tabanvay aslında birbirinden bağımsız gibi gözüksede birbirine bir o kadar bağlı. En yakın toplu taşıma durağına ulaşmak için bu sıcakta hatırı sayılır bir yol tepmeniz gerekiyor. Son kalan “Özel araç” seçeneği “Kçp” için en iyi fikir diyebilirim. Eğer çok içen birisi değilseniz yada şöförlük yapacak bir arkadaşınız varsa atlayın arabanıza, açın klimanızı, müziğinizi “Kçp”nin hemen karşısında eski “Opel” servisi yıkıntıları arasında ki yeni “İspark”a doğru devam edin. Günümüz şartlarına göre otopark’a çok birşey vermiyorsunuz yüz-yüz elli, yarım bira parası yardırın. Trafiği biraz daha arttıralım. Zaten İstanbul trafiğinde hiçbir koşulda hiçbir yere gidemiyoruz bari serin serin duralım. Karbon emisyonları, küresel ısınma, hava kirliliği amaan geçelim… Dünya kimsenin umrunda değil, kimsede Dünyanın umrunda değil. Doğa dengede, “Road to Hell!”

Bira demişken konser öncesi acık içelim tabi. Ana kırmızı kapıdan içeriye girdiğimiz gibi bar sırasına geçiyorum. Etrafa şöyle bir bakıyorum ortam güzel. Bütün dinozorlar bir aradayız. Arada bir ufak tefek gençlik kıpırtıları ve buna tam tezat giden elleri yelpazeli bir yaşlı hareketide yok değil. Sonuç olarak Sahne önü full kapasite, normal bölüm arkalara doğru boş olmak üzere hınca hınç dolu. Sürekli sıcaktan bahsediyorum ama bu seferde gerçekten çok sıcaktı be kardeşim.. Durduğum yerde duş almışa döndüm, arada bir hava esince beynime kan gitti onun dışında uzaktan kumandalı robot modunda takıldım. Müzik, sanat bu yüzden var dercesine, geri kalan bütün düşünceleri unutturur şekilde Bruce Dickinson grup arkadaşları sahneye çıkıyor ve introlar başlıyor. İkinci şakıya kadar ben bar sırasındayım tabi biramı bırakmam. “The Invaders” ve “Toltec 7 Arrival” sonrasında Bruce baba “Accident of Birth” ile yıldırım gibi sahnede. Bu anlatı için “Gibi” lafı fazla bile olabilir. 66’lık Bruce (Son İstanbul “Iron Maiden” konserinden beri yüzü epey yaşlanmış ama aradan 11 sene geçmiş.) sahnede bir an bile durmuyor, koşuyor, oynuyor, zıplıyor! Grup arkadaşlarıda performanslarıyla Bruce’a eşlik ediyor ama inanmazsınız hiçbiri Bruce kadar enerjik ve istekli değil. Bu adam tam bir enerji bombası since 1958!

Bruce Dickinson sahneye öyle bir çıkış yaptıki aklıma direk 2002 “Rock in Rio” “Iron Maiden” performansı geldi. Bruce sahneye yine zıplayarak, ışık hızıyla çıkmıştı, üzerinde yine bu akşam giydiği gibi mavi bir kot yelek vardı. Bu kombin milenyumda çıkan “Iron Maiden”ın “Brave New World” albümü fotoğraf çekimlerinde Bruce’un üzerinde olan kıyafetlerdi. Yeni solo albümü “The Mandrake Project” için Bruce yine benzer bir seçim kullanmıştı, beni nostaljiye bağlamıştı. “Abduction” çalındıktan sonra “Laughing In The Hiding Bush” ile Bruce partisi başlıyor. Bu konser genel olarak parti havasında geçiyor. Şarkılar ve grup arada ki nadir düşük tempolu parçalar hariç gerçekten çok eğlenceli, enerjik. “Hard Rock/Heavy Metal” “Soundları” tadında bulduğum Bruce’un solo projesinin “Iron Maiden”dan keskin farkları (tabiki Steve Harris faktörü ve Bass etkisinin o kadar yüksek olmaması dışında.) daha eğlenceli bir tarzın olması, daha az “Epik” olması, seyircinin eşlik edebileceği uzun pasajların azlığı vs. diye özetlenebilir. Bunun dışında Bruce ekibinin sesine bile Maiden’ın sesçisi bakıyor. “Iron Maiden” “Sound”uyla benzeşen çok fazla öğe var bu bir gerçek.

“Jerusalem” ile ilk düşüşümüzü yaşıyoruz. Bruce şarkı öncesi uzun bir anlatı yapıyor. Adam konuşurken bile enerjik. Seyirci iletişimi konusunda bölüm sonu canavarı. (Bir röportajında konser alanının en arkasında duran herife “hey sen” deyip ona seslenebilirim demişti. Dediğini her zaman yapar.) “Biritiş” aksanlı kahramanım, bir “William Blake” şiiri olan eseri seslendirmeden önce “Iron Maiden”ın (98 Blaze Bayley zamanlı Harbiye konseleri hariç.) Bruce Dickinson ile ilk kez geldiği “Sonisphere” festivalinde yaptığı konuşmaya benzer mesajlar veriyor. (Hangi dine inanırsak, inanalım, kim olursak olalım, Hristiyan, Musevi, Müslüman, Jedi, Ork, Hobbit hepimiz kardeşiz vs. Bunu 2011 “Sonisphere”de “Blood Brothers” çalınmadan hemen önce söylemişti.) Güzel bir dinleti, barış kardeşlik mesajları ve “William Blake”ten sonra Bruce’un yeni albümü “The Mandrake Project”ten “Afterglow Of Ragnarok” dinliyoruz. Bence günahıyla sevabıyla tam bir “Iron Maiden” parçası kıvamında. Aztek, Japon derken koy olası bir “Viking”, “Norse” temalı Maiden albümünün ortasına bu şarkıyı yemin ediyorum sırıtmaz. “Chemical Wedding” ile eylencenin dozu giderek artarken Bruce “Tears Of The Dragon”u araya sokarak bizi yine manyak ediyor, duygudan duyguya sokuyor. Belki de Bruce’un solo kariyerinin en bilinen şarkılarından olan “Tears Of The Dragon” Bruce’un söylediğine göre “Hellfest”te süre sıkıntısı yüzünden çalınamamış. Pek festival işi değilsin zaten sen babam sığamazsın oralara. Gel bize tek başına sabaha kadar çal, söyle başım üstüne.

“Resurrection Men” ve “Rain On The Graves” yeni albümdeki sıraları değişmiş olarak peşisıra çalınıyor. Ben Bruce’un son albümünden çok memnunum. “Afterglow Of Ragnarok”ta olduğu gibi bu iki şarkıda keyifle dinlenebilen, Maiden dinleyicisinin kolaylıkla aşina olabileceği güzel eserler olmuş. Albümü uzun bir yolda baştan sona açın dinleyin, akıp gidiyor. Yeni albümden sonra geçmişe geri dönüyoruz “Frankestein” başlarda sıcağın etkisiyle beklediğimden düşük olan seyircinin reaksiyonunu kademeli olarak yükseltiyor. Hemen herkes şarkılara eşlik ediyor. Bruce canavarını yaratıyoruz! Kehanetler, büyücülük, hokkabazlık gibi konulara uzun yıllardır kafayı takmış olan Bruce (Hatta yanlış hatırlamıyorsam “Iron Maiden”ın geleceği konusunda Steve Harris ile yaşadığı en büyük tartışmaların kaynağı bu tarz temalardı.) “The Alchemist” ve “Darkside Of Aquarius” arası bir yerde delilik çıtasını zirvelere koyuyor. Hayatımda ilk defa bir konserde böyle bir enstrümanın çalındığını görüyorum. Aletin ismini tam olarak bulamadım ama korku filmlerinde kullanılan bir tür rezonans çubuğu diyebilirim. Bruce bir orkestra şefi gibi elini yaklaştırıp uzaklaştırdıkça aletten farklı, büyülü, perili sesler çıkıyordu, Mandrake bizi hipnotize ediyordu.. Konser boyunca Bruce Dickinson, adını bilmediğim bu enstrüman dışında perküsyonlara da el attı. Yeni albümünde gitarda çalmış.. Yani adam sadece vokal, yazar, pilot, eskrimci, manav, bakkal, aşçı, uşak değil aynı zamanda çeşitli enstrümanlarıda çalabilen yetenekli bir müzisyen…

Mandrake gösterileri, hipnotik anlar, Bruce’un ecnebi tabiriyle “Goofy” sayılabilecek belki biraz Jim Carrey tadında “Hubidicubi” hareketlerinden sonra tam gaz “Road To Hell” burada yaşanan atmosfer görülmeye değerdi. Bruce ve ekip arkadaşları sahneye kısa süreliğine veda etmeden önce bütün enerjileriyle bu şarkıyı çalıp söylediler. Seyircinin çoşkusunu başta dediğim gibi bir parti havasında tutmayı başardılar. Bruce güle oynaya, şakayla şukayla sahneden indi, herkes bağırmaya başladı. Doymadık, doyamadık. Bruce’ta bu işin gayet farkında bir şekilde sahneye geri döndü. Konser boyunca ses gayet iyiydi. Adamlar ve hanım ablamız zaten çok iyi çalıyorlardı ayrıca iyide duyuluyorlardı. Belki davul biraz arkaplanda kalıyordu ama bunun dışında herhangibir sıkıntı yoktu. Bruce zaten mikrofonsuz bile sesini bizlere bir şekilde duyururdu. Bazı Maiden konserlerini izlerken Bruce’un sesi konusunda endişeye kapılıyorum ama ne kadar efekt kullanmış olursa olsun bu konserde Bruce bütün endişelerimi giderdi diyebilirim. Bir 66 sene daha sahnede kalıp şarkı söylemeye, en arkadaki seyirciye naber lan demeye devam edebilir. Hafif duygusal “Navigate The Seas Of The Sun” ve sonrasında “Book Of Thel” dinliyoruz.

“The Tower” klasiği öncesi Bruce ekip arkadaşlarını tanıtmaya başlıyor. Bu bölümlerde çok eğlenceli geçiyor. Bütün ekibi tanıyoruz, herkesi tek tek ellerimiz patlayana kadar alkışlıyoruz. Hem çok eğleniyoruz hem parti bitecek diye üzülüyoruz, iki süper duygu birden. Bruce’un ekip arkadaşları çok sıcak, samimi, yetenekli insanlardan oluşuyor. Güzel enerjileri seyirciye iyi bir şekilde geçiyor, hoş bir seda bırakıyor. Konserin son kısmını tekrar tekrar izlemek, dinlemek isterim öyle güzel anlardı. Farklı grupları, tarzları yazmak, konserlerine gitmek, yeni şeyler keşfetmek tabiki çok güzel ama insanın çocukluk kahramanını, neredeyse bütün hayatını geçirdiği insanı, insanları yazması, anılarını paylaşması bambaşka oluyor. (2010’larda Dorock’ta Maiden konuşurken gözlerimizin dolduğunu bilirim.) Bu vesileyle Bruce Dickinson konserinin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese kocaman teşekkürlerimizi sunarken, yakın zamanlı bir “Iron Maiden” konseri beklentilerimizi tekrardan kendilerine iletiyoruz. Dilek ve teşekkür faslını geçtikten sonra gurur tablomuza geliyoruz. “As bayrakları as!” Bruce sahneye son kez veda etmeden önce kendisine verilen Türk bayrağını tutuyor ve uzun süre bırakmıyor! Son dönemde yaşanılan tatsız olayların üstüne Bruce göğsümüzü kabartıyor. İşte adamın dibi, işte idollerin kralı! Bir gün bir yerlerde muhakkak tekrardan görüşmek üzere adamım! Seni çok seviyorum/z!

2 notes
·
View notes
Text
22.06.24 PANZERFAUST KONSERİ (DOROCK HMC)

Kamuflaj şortlar giyildi, bayram tatili yarıda kesildi, yollara düşüldü. 2005 Kanada çıkışlı “Black Metal” grubu “Panzerfaust” okyanus ötesinden geliyordu, (Aslında turnede oldukları için Litvanya’dan geliyorlardı ama olsun.) biz Kazlı çeşme sahilden mangalı yarıda kesip gelecektik çok muydu? Enteresan şekilde aşırı sıcak bir yaz günü değildi, hava serin bile sayılabilirdi, rüzgar esiyordu. Konser Milli maçların oynandığı bir güne denk gelmişti bu yüzden hala bayram tatili içerisinde olsak da Taksim’de kalabalık bir Cumartesi günüydü. Önce sıcak çarpması sonra rüzgar çarpması neticesinde hasta olmayı becermiş olan ben bir önceki gün gerçekleşen “Ocean” konserine katılamamıştım ama “Panzerfaust” konserine sürünerekte olsa gelmiştim. Yıllar önce ateşler içinde yanarken “At The Gates” konserinde benzer bir hastalık tecrübesi yaşamıştım, bu sefer ona göre yine iyi bile sayılırdım. Konserin çok iyi geçeceğini biliyordum, grubu dinlemeyi çok seviyordum. Bütün beklentilerim fazlasıyla karşılandı “Panzerfaust” roketini kafama yememle birlikte derhal iyileştim, tedavimi oldum, savaşa geri döndüm!

Maçıda izleriz diyerekten evden biraz erken çıkıyoruz. İstiklal’e dalmayarak nispeten tenha ara sokaklardan “Dorock Hmc”ye doğru ilerliyoruz. Biz yürüdüğümüz sırada maç başlamıştı fakat bu bir sorun değildi. Geçtiğimiz her sokak, her kaldırım başında “X” bir bar, cafe, hemen hemen her yer maçı ekranlarına yansıtmıştı. “Dorock Hmc” içerisine girdiğimizde maçı mekanın dev ekranından izlemeye devam ettik. Malumunuz talihsiz bir maçtı, yediğimiz gollerle öfke katsayımız arttı, konsere istemsiz ekstra hazırlıklar yaşandı. Mekanın dışına çıkıp bizim gibi erken gelen arkadaşlarla muhabbete başladık. Konser saatine kadar çok dolu olmayan “Dorock Hmc” yavaş yavaş dolmaya başladı. İçeride gürül gürül çalışan havalandırma, kalabalıkla birlikte yerini havalandırmamaya bıraktı. Yinede alt katın kıymetini bilmeyenler için sizlere bir doz “ara kat” verebilirim. Koşa koşa aşağıya geri inersiniz. En üst kat teras ise yelkenler fora yapmış, şansımıza püfür püfürdü. Mekanı gezmem bitince grup elemanlarının içeriye giriş yaptığını gördüm. Hareketlenmeden önce aldığım bilgiye istinaden nevizadeye doğru hasta sesimle şöyle bir haykırdım; ARKADAŞLAR GRUP 10 DAKİKA SONRA SAHNEDE OLACAK!
Ilık biramı, yarım sigaramı bitirdim, “Dorock Hmc” kapılarından geçip mekanın içerisinde yerimi aldım. Açıldığı günden beri gittiğim “Dorock Hmc”yi yazmak, düşünmek, içinde bulunmak benim için her zaman ayrı bir keyif oldu. Kendi adıma burada büyüdüm, güzel dostluklar kurdum, çok iyi müzikler dinledim, en keyifli içkileri içtim diyebilirim. Eski “Dorock” için çakır keyif olduğum sayısız gece, kim bilir kaç kere masalarının arasında dolaşırken kendi kendime “burası benim evim” demişimdir. Bu düşüncemin hiçbir zaman değişmediği ve asla değişmeyeceği “Panzerfaust” konseri günü yine yeni yeniden kanıtlanmış oldu. “Dorock Or Die”! Grup sahneye çıkmadan önce sanki bir savaş ilanı niteliği taşıyan “intro”larını dinliyoruz. Heyecan dorukta. İnsanlar “Panzerfaust!” diye bağırıyor, herkes mevzilenmiş, üst merdivenlerden inecek grup elemanlarını bekliyor. Kısa süre sonra hasret bitiyor, “Panzerfaust” bütün ihtişamıyla sahnede! Grup elemanlarının sırtı bize dönük şekildeyken biraz daha “intro” dinliyoruz. Çığlıklar eşliğinde grup üyeleri sonunda yüzlerini bize dönüyor. Ana vokal sahnenin önüne kurulmuş olan kürsüye geçiyor ve savaşı başlatıyor!

Uzun uzun süren “Panzerfaust” şarkılarının atmosferinde önce havada süzülüyoruz, akabinde gelen gümbür gümbür davul ve gitarlarla yere düşüp hızlıca “Headbang”lere başlıyoruz. Ortamda tam bir savaş atmosferi var. Berlin yıkıntılarının dar aralıklarına sığınmaya çalışan Sovyet tankları gibiyiz ama “Panzerfaust” birlikleri hiçlikten ortaya çıkarak üzerimize roketlerini yağdırmaya devam ediyor! “Dorock Hmc” “Panzerfaust” ve hatta daha “Underground” “Black Metal” gruplarını izlemek için harika bir yer. Grupların kaotik atmosferiyle mekan uyum i��erisinde oluyor, ses sistemi asla üzmüyor, bar elinin altında, sigara hemen dışarıda vs. derken havalandırma konusu artık mekanın nazarlığı oluyor. Yinede ben bu konserde bu kadar iyi ses almayı beklemiyordum. Özellikle davul olmak üzere gitar ve bass’tan, vokallerden gayet net ses alındı. Ana vokal ve gitaristin sesleri birbirine yakındı, birinin kesip diğerinin akabinde devam etmesi, birbirlerini tamamlamaları, ses uyumları gerçekten iyiydi. Seyirci aşırı gazdı. Bir arkadaşımız koltuk değnekleriyle gelmişti, kendisini göremedim ama sahnenin tavanına doğru uzanan değnekleri gördüm. Güzel manzaraydı ama umarım kendisine birşey olmamıştır, sağlığı sıhhati yerindedir. Önce iş güvenliği sonra iki bira, gerisi “Rock’n Roll!”

Demoları ve “Totalus Necrum”la birlikte yaptıkları “Split” albümden sonra “Panzerfaust” “The Dark Age Of Militant Paganism” ve “Jehovah Jireh: The Divine Anti-Logos” isimli iki albüme imza atmış. Grubun ilk albümlerine fazla alışamasam da sonradan çıkaracakları, konsept albümler zincirinin ilk halkasını oluşturan “The Suns Of Perdition-Chapter I: War, Horrid War” ve özellikle sonrasında gelen ikinci albüm “The Suns Of Perditon-Chapter II: Render Unto Eden” benim için “Black Metal”de aradığım hemen her şeyi veren iki albüm olmuştur. “DSBM” kadar yüksek olmayan, hüzün ve karanlığı alt tema olarak tadında bırakan “Panzerfaust” bu alt katmanın üzerini ofansif bir şekilde saldırganca döşüyor ve ortaya aranılan manik depresif kan çıkıyor. Bu “kan” konserlerinde yağmur olup akıyor! Son çıkan albümleri, konseptin üçüncü halkası “The Suns Of Perdition-Chapter III: The Astral Drain” bir önceki albümün bana göre biraz gölgesinde kalsada yinede keyifle dinlenecek başarılı bir albümdür. Konser boyunca “Panzerfaust” kariyerinin önemli mihenk taşlarından, “The Day After Trinity” “Stalingrad, Massengrab” (Bu şarkı girdiğinde sağa sola savrulduk.) “Promethean Fire” ve benim en sevdiğim “Panzerfaust” şarkısı “The Snare Of The Fowler” gibi parçaları çaldı. Şarkıların süresi uzun olsada “Setlist”leri yaklaşık bir saat kadar sürdü, “Panzerfaust”Bizlere dar alanda kısa paslaşmalar yaşattı.

Hala sahnenin ortasında, kürsünün arkasında karargah kuran ve konser boyunca neredeyse yerinden hiç kıpırdamayan ana vokal “Goliath”ın üzerine giymiş olduğu o kaftan benzeri kemiklerle dolu kıyafetle nasıl bir saat boyunca orada durduğunu anlayamıyorum. Adam ya “Fremenler” gibi damıtıcı özelliği olan bir giysi kullanıyor, ya da kürsünün içerisinde bizim görmediğimiz ekstra bir havalandırmadan faydalanıyor. Şaka bir yana konser bittikten sonra diğer bütün grup elemanları insanlara teşekkür edip gülücük dağıtırken bu abimiz arkasına bile bakmadan koşa koşa kulise gitmiş. Helal olsun sana ne diyeyim, “Metal”e giren terler! Konser boyunca “Goliath”ın adını hakeden cüssesi sayesinde arkasında konumlanmış davulcuyu hiç göremedim ama müthiş şekilde dinledim. “Panzerfaust” grubunu bu kadar sevmemde ki en önemli etkenlerden biri grubun davul ve zil kullanımıydı. Kaftanlar ve kıpırtısız ayin benzeri duruşlarla “Batushka”yı andıran sahne şovları, müzikalitede baskın olan davul ritimleri ve çok net duyulan ziller sayesinde “Mgla”yı andırıyordu. Bu iki Polonyalı grubuda ülkemizde “Dorock Xl Venue”de ağırlamıştık. İki konserde birbirinden güzeldi, tatlar damaklarda kalmıştı. Davasını kazanan, Mayıs konseri ertelenen muzaffer gitarist “Batrueshka”yı da Ekim ayında yine “Dorock Xl Venue”de ülkemizde görüp dinleme fırsatı yakalayacağız umarım.

“Sabaha kadar çalsalar dinlerim” Bu düşünceler kafamın içinde belirmeye başlarken benim dışarıda aldığım küçük bir hava molası sonrası grup sahneden iniyor (Merdivenlerden yukarıya çıkıyor.) ve “Panzerfaust” konseri bu seferlik bitiyor. Bu seferlik diyorum çünkü gözlemime dayanarak grubun tekrar ülkemize gelmesine kesin gözüyle bakıyorum. “Panzerfaust” “Sound”undan, enerjisinden, performansından memnun kalmamış tek kişi bile görmüyorum. Bende mutlu mesut bir şekilde yukarıya çıkıyorum. Kritikler yapılıyor, biralar içiliyor, güzel bir Haziran akşamı “Panzerfaust” konseri sonrası takılıyoruz işte birazdan Razor Inc. sahnede olacak falan hayat bize güzel. Grup elemanları yukarıya çıkmış, onlarla fotoğraf çektiriyoruz, hepsi çok alçakgönüllü, güzel insanlar. Gitar vokallerinin sesi sizi yanıltmasın o da pamuk gibi bir insan. (Küfürbaz Haydo dublajını bu abimize kolaylıkla yaptırabiliriz normal konuşma sesi öyle.)

Evet, arkadaşlar bu duygu ve düşüncelerle bir konsere daha veda ediyoruz. “Panzerfaust”un bir sonraki Türkiye konserlerini dört gözle beklerken sizleri bu şiirle baş başa bırakmayı şeref addediyorum. Şen kalınız, esen kalınız, hoşçakalınız.

1 note
·
View note
Text
12.06.24 MEGADETH KONSERİ (KÇP)

Sıcak bir haziran gününden merhabalar ve iyi bayramlar arkadaşlar. Bu senenin efsane konserlerinden birini daha geride bıraktık. “Scorpions” konserlerine katılamadığım için kendi adıma bu senenin ilk Küçükçiftlik park, (Ağustos sonu ülkemize tekrar gelecek olan “Overkill”den Bobby Blitz’in tabiriyle nam-ı diğer “Çüçüçiçik park”) konserini yaşadım. “Kçp”nin şehrin göbeğindeki avantajlı konumu çoğu zaman insanları rahat ettirmiştir ama “Megadeth” konseri, Tüpraş stadyumunda aynı anda gerçekleşen Ajda Pekkan konseriyle ve Harbiye açık hava da ki başka bir etkinlikle birleşince “Kçp” bu sefer güldürmedi. Senenin nem oranı en yüksek, cehennemi, boğucu havasında bile Maçka parkının altında kalan “Kçp”ye inerken nefes almaya başlasakta, sürekli akan kalabalık yüzünden kaldırımlarda zar zor durabildik. Arada bir esen cılız rüzgarlarla bağzı bağzı ferahladık, sıcak birayla tekrar bayıldık. Çoğu kişinin aksine alana güneş bi nebze kırıldıktan sonra saat 7 gibi ulaştık. Maçka parkının alt girişinden başlayan kuyruk, “Kçp” giriş kapılarına kadar sürüyordu. Bir klasik olan “X” bir “Kçp” konseri öncesi çimenlere yayılma aktivitesi gerçekleşemedi, insan kalabalığından çimenler görülemedi. Olsundu, içeride de bu sefer bol bol çayır çimen vardı. (“Kçp” Bahçe bölümü de “Megadeth” seyircisi kullanımına açıktı.) Senenin en kalabalık “Metal” müzik konseriydi, belki en sıcak günlerinden biriydi. “Megadeth” gelmişti. Bu ismin hakkı hem grup tarafından, hem seyirci tarafından sonuna kadar verildi! Unutulmaz bir deneyim yaşandı. Buyursunlar aşağıya!

Bundan on sene önce, o zamanların yurtdışı festivallerini aratmayacak “Metal” müzik etkinlikleri ülkemizde gerçekleşiyordu. “Megadeth” bu konserden önce son olarak 2014 yılında üç günlük “Rock Off” festivalinde sahne almıştı. “Him” aniden bastıran yağmur yüzünden performansını yarıda kesmek zorunda kalmıştı, “Amon Amarth” bir “Viking” işgali gibi üzerimizden geçmişti. “Haggard” “Gojira” bu grupların hepsi aynı festival çatısı altında “Kçp”de boy göstermişti. “Rock off” “Headbanger’s Weekend” “Unirock” “Kçp” geçmişte bir sürü metal müzik festivaline ev sahipliği yapmıştı. Bu kadar uzun uzun anlatmamın sebebine hemen geleyim; Ben “Kçp” de böyle bir kalabalığı en son “Iron Maiden”ın geldiği ikinci “Sonisphere” festivalinde görmüştüm. Bilmeyenler için “Sonisphere”de bir festivaldi (Good old laik days.) ve benim için Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi metal müzik grubu olan “Iron Maiden” dışında “Slipknot” (Yanlış duymadınız.) Alice Cooper, “Inflames” gibi isimlerde bu festivalde sahne almıştı. Ne demek istediğimi anladınız sanırım. 12 Haziran 2024 günü, “Kçp” den içeriye girdiğimizde karşımızda işte böyle bir kalabalık vardı. Az önce saymış olduğum bütün grupların kalabalığını “Megadeth” tam on üç sene sonra tek başına dakikalar içerisinde (Burası çokomelli.) toplamıştı! Nasıl böyle olmuştu? Ne alakaydı? Bu adamlar şarapmıydı? Nüfus patlamasımı olmuştu? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrenmişti? gibi konuları önceki yazılarımda bol bol irdelemiştim oradan şeyapılabilir.

Haliyle böyle bir kalabalığı içeriye doldurmak, etkinlik bitince tekrar boşaltmak başlı başına bir sanat. Barlardır, tuvaletlerdir, ödeme sistemidir, yeme içmedir aslına bakarsanız kapı açılış saati olan 18.00 den etkinlik bitimi olan 23.15 ve + süreçlere kadar yaşayan bir küçük şehir kuruyorsunuz. Dışarıda köfte dumanları, egzoz kokuları ve sıcak Vodka yudumları arasında gözlemleyebildiğim kadarıyla etkinlik alanına üç ana giriş vardı. “Sahne önü” ve “Vip” Maçka tarafına doğru, diğer iki giriş Dolmabahçe tarafına doğru konumlanmıştı. Her üç girişte de yoğun kuyruklar yaşandı. İnsanlar “Megadeth”i biraz daha önden izleyebilmek adına sıcağın altında bu kuyruklarda beklemeyi göze aldı. “Metal” müziğin ruhu nerede diyenlere bu kuyrukları kolaylıkla örnek gösterebilirim. Bizde zamanında az beklemedik bu kuyruklarda. (Orta yaşlı Metalci girer.) Konser saati yaklaşırken içeriden tanıdık, enerjik bir ses (Muhtemelen Adil abi.) “Megadeth”in birazdan sahnede olacağını ve kendilerine gösterilen bu yoğun ilgi karşısında “Setlist”e ekstra parçalar kattıkları müjdesini veriyor. İçeriden bir haykırış ve heyecan kakafonisi yükseliyor. Ee artık içeriye girme zamanı, kalabalık beni çağırıyor.
Kapılardan geçiyoruz. Aman dikkat arkadaşlar zincir, takı toka, “Spike”lı bileklik artık aklınıza gelen sevdiğiniz ne varsa güvenlik tarafından itinayla çöpe atılıyor, ona göre “Kçp”ye hazırlıksız gelin. (2008 Ali Sami Yen Metallica konserinde benim de bilekliklerim çöpe gitmişti, güvenlik önlemi için oluyor malesef böyle şeyler.) İçerisi “Pelennor” çayırlarına yayılmış “Sauron”un ordusu gibi. Tam bir festival havası hakim. İlk hedefim olan arkadaki barlardan birine giderken seyirci müthiş bir çoşkuyla grubu sahneye davet ediyor. “Her konserde meşale gibi telefon tutuyorlar” yorumları okumuştum. Evet bende o nostaljik ve artık ulaşılması ütopik telefonsuz Dünya düzenini özlüyorum ama yapacak bir şey yok. “Megadeth” çağrılırken havaya tutulan telefon ışıkları güzel bir görüntü yaratmıyor değil. Bazı telefonlar çıplak gözle gördüğünüz görüntüden daha kaliteli çekim yapıyor. Boyunuz kısa, yeriniz darsa falan bu arkadaşlardan birinin arkasına geçip konseri oradan izleyin. (Gerçi bu konserde üç adet ekran vardı zaten ve bir çok kişi konseri bu şekilde izleyebildi.) Ben bile bir konserde buna benzer bir deneyim yaşamıştım. Pek hoş değil evet ama ne yaparsın işte..

Bar kuyruğunda beklerken “Megadeth” onbinlerce kişinin çığlıkları arasında sahneye çıktı. Kısa bir “Intro” sonrası 2022 yılında çıkardıkları “The Sick, The Dying… And The Dead!” albümü ile aynı adı taşıyan şarkılarıyla halihazırda yanan ortamı yellemeye başladılar. Ardından “Dread And The Fugutive Mind” ve “Wake Up Dead” hızla çalınmaya devam etti. İlk bir kaç şarkıda davul tomlarını tam duyamasam da davulun diğer elemanları, (Özellikle ziller çok iyi duyuldu) gitarlar ve vokal arka taraflara gayet iyi geldi. Çıkışta konuştuğum arkadaşlarım ilk parçalarda da davuldan çok temiz ve net bir ses aldıklarını söylediler. Belki ilk etapta konuma göre ses dağılımında bir sıkıntı olmuştur ama “In My Darkest Our” ve “This Was My Life” çalınırken konser alanının her yerini tavaf etmekten keyif alan ben, yine her yerde iyi şekilde duyulan mükemmele yakın bir sesi bu kulaklarla aldım

Konserin başlarında epey bir süre kuyruklarda oyalanmak zorunda kaldım. “Kçp” “URU” diye yeni bir ödeme sistemi (Akıllı telefon uygulaması, App.) geliştirmiş. Çoğu kişi şikayetçi, henüz daha sisteme hakim değil, internetle problem yaşıyor vs. Bu da kuyrukların uzamasına sebep oluyor. Bence insanlar alıştıktan sonra sistemin kendisi bir sıkıntı yaratmayacaktır. Ben efektif bir şekilde kullanabildim. Önceden telefonumdan uygulamaya bakiye yükledim, (İçeride de yükleme alanları var fakat tavsiye etmiyorum. Buradan yüklediğiniz paranın geri iadeside yok, sanırım hepsini etkinlik bitene kadar harcamak zorundasınız.) barlarda uygulamadan “QR” kodu gösterdim, konser sonrası içinde kalan kullanmadığım bakiyem iki gün sonra kartıma iade edildi falan ama bu haliyle bana kalıcı bir çözüm olacak gibi gelmedi. Sonuç olarak insanlar yine siparişlerini konser gürültüleri arasında çalışanlara vermeye çalışıyor ve iki tarafta birbirini kesinlikle anlayamıyor. Belki ileride uygulama içinden siparişte verilebilir. Parayı yükle, istediğini seç, “QR” göster, istediğin birayı kap sistemi çalışabilir. Fakat ne olursa olsun alan içerisinde dört bir yanı full çalışan barda yapsan, bileklikte dağıtsan, havadan zeplinle bira da yağdırsan, o kalabalıkta, o mekanda bizim memlekette her zaman aksamalar yaşanacaktır.

Gitarlar estiriyor, davullar gümbürdüyor, Dave baba yardırıyor 18. Hangar beni benden alıyor. Sıra, sıcak, düşünce müşünce hiçbir şey kalmadı geriye. “Angry Again” “Skin O My Teeth” tam gaz devam ediyoruz. 62 yaşında ki Dave Mustaine şaşırtıcı bir performans sergiliyor. Bu adam çokta yaşlanmamış mı? Sesi değişmemiş mi? “Iron Maiden”dan Bruce Dickinson için bile sesi artık çokta eskisi gibi değil diyebilirim belki ama vokal stilleri çok farklı olsa da Dave Mustaine ya da “Overkill”den Bobby Blitz, bir ihtimal James Hetfield gibi herifler için “çok bozdu ya” asla diyemiyorum. “ABD” havasında suyunda bir şey mi var? “Bourbon” sese iyi geliyor, “Scotch” yaramıyor mu? Anlayamadım. “Hook In Mouth” ve “She Wolf” sonrası bütün seyirci tek bir ağızdan yemin etmiş gibi “Sweating Bullets” girişinde Mustaine’e eşlik ediyor. Bazı kısımları Mustaine sadece seyirciye söyletiyor. “Hello me, meet the real me..” (Hatta bir seyircinin elinde bu sözcüklerin yazılı olduğu bir pankartta vardı, hoştu.) 60’larınızda bir “Thrash/Heavy Metal” grubu da olsanız konsere çıkmak, turneler yapmak her zaman çok iyi bir kondisyona sahip olmayı gerektirir. Spor yapmak, maça çıkmak gibidir bu iş. Hele içerisinde festivaller barındıran bir turne maratonu “NBA Playoff”ları gibi geçer. Orta Avrupa, Doğu bloğu gruplarını elersiniz falan. Henüz otuzlarını sollamakta olan, kırklarında ne yapacağını bilemeyen, sadece seyirci olarak kan ter içinde kalan ben, sahnede ki 60’lık abimize ve gruba tam puanımı veriyorum, helal olsun, bu kadar olurdu cidden.

Dubudumdum dumdum dumdumdumdum. “Trust” gümbürtüleri davuldan geldi, benimde çişim geldi. Davula eşlik ede ede en yakın tuvaleti arıyorum fakat müjde! Her yer tuvalet. Yani tuvalet konusu gerçekten çok iyi şekilde çözülmüş. Sağda zaten “Kçp” nin yıllardır kullanılan tuvaletleri dışında sol tarafa portatif tuvalet kabinleri döşenmiş. İki birada bir yarış atı gibi işeyen ben için muazzam bir deneyim, bulunmaz bir nimet. “Tornado Of Souls”ta bir gitar solo dinledik ki hala kulağımda.. “Countdown To Extinction” da biraz dolanmaya karar verdim. (Mümkün olduğu ölçüde.) Sahne önü bölümünün ayrı bir mücadelesi var, kendi içinde kapalı ve full kapasite dolu, kendine ait barı olan sınırlı bir alan. Sesi en iyi alan yer mi? tartışılır ama görüntü olarak tabiki en verimli yer. Gördüğüm kadarıyla herkes halinden memnun gibiydi alınan biletlere değmişti. “Vip lounge” sahnenin sağ tarafına, biraz köşe bir yere konumlanmış durumda. Burada izlediğim konserler olmuştu. O günlerden beri yeri değişmemiş. Sahneye çaprazdan bakmak mükemmel bir fikir olmasa da, hafif yükseltisi sayesinde burası hoş konser manzaraları sunuyor. Buralar bilmediğiniz gibi. Şimdi gelelim Titanic’in diğer kamaralarına, benim esas ilgimi çeken “Jungle”ın kalbine, arka sıralara!
“We’ll Be Back!” Kesinlikle! “Megadeth”in son albümünden gaz bulduğum, söylenmesi eğlenceli bir şarkı. Nakaratı söyleye söyleye arkalara ilerliyorum, sahnenin sağında ve solunda bulunan, içinde “Megadeth” oynayan ekranlara sırtımı veriyorum. “Normal giriş” kategorisi resmiyete dökülmemiş bir şekilde ikiye ayrılmış durumda. Ses, ışık kulesinin (Kumanda merkezinin.) arkasında konumlanmış üçüncü bir dev ekran ve biraz arkasına kadar kocaman bir alan “Normal giriş” kategorisinin ilk düzlüğünü oluşturuyor. Bu üçüncü dev ekran’ın önü genelde bereket boş durdu, bu sayede orada biraz nefes alabildik. (İnsanlar bunun önünde durmayı tercih etmedi, ekran sahneyi tamamen kapatacak şekilde konumlanmıştı, konserde sadece televizyon seyretmenin pek manası yoktu.) Bunun dışında geriye kalan hemen her yer silme insandı. “Normal giriş” kategorisinin ikinci düzlüğü diye tanımlayacağım yer, çimenlik bir alan “Kçp”nin Bahçe bölümü. Normalde daha önce gittiğim konserlerde bu bölüm ayrı tutulur, (Aynı gün olmasa da farklı günlerde oraya özel farklı etkinlikler düzenlenir.) paravanlarla kapatılırdı. Böylesine kalabalık bir konserde, bu bölümde ana etkinlik alanına dahil edilmişti. Esas film burada kopuyordu!

Bahçe bölümünün ön safları üç sıra mevzilenmiş “Elf” okçuları gibi görünüyordu. Kaderine razı ama yinede cılız bir şekilde savaşı kazanma umuduyla çok uzaklardan sahneye bakmaya çabalıyorlardı. Ölüler ve yaralılar arkadaydı. Bahçe alanı, günün yorgunluğundan bitap düşmüş, güneş çarpması, sıcak çarpması, artık aklınıza ne gelirse çarpması yaşamış, sere serpe çimenlere uzanmış insanlarla doluydu. Bu insanlar artık “Megadeth” konserinden umutlarını kaybetmiş durumdalardı ama teorik olarak hala bir “Megadeth” konseri içerisindeydi. “Merch” standına gitmeye çalışırken, karanlıkta yere yatmış insanlara basmamak için mayın tarlasında yürür gibi dikkatle, yavaş ve hafif adımlar attım. Ses buraya bile fena gelmiyordu aslında ama aklınızda bulunsun, eğer dinlemeye gittiğiniz grubu birde ekran dışında canlı izlemek istiyorsanız, ya dakikalar içerisinde sahne önü biletine ulaşmalısınız, ya da saatlerce kuyrukta bekleyerek “Genel giriş” kategorisi içerisinde en önlerde yer tutmalısınız. Çok uzaklardan bir uğultu yükselince olduğum yerde duruyorum, geri basıyorum ve sahneye doğru gidebileceğim en ön yere kadar gitmeye çalışıyorum. “Symphony Of Destruction” sesleri duyuyorum!
“Megadeth” “Megadeth” “I love you Megadeth” bir çok gitaristin hocası, belki ilk çaldığı “Metal müzik” eserlerinin sahibi “Megadeth” artık sahnede devleşiyordu. Eskiler derdi “Gitar çalan adam Megadeth kıymetini daha iyi anlar” diye. Doğru bir söz olabilir, hiçbir zaman gitar çalmadım ama yinede “Megadeth” ve Dave Mustaine farkını her zaman hissettim. Mustaine’in seyirciyle ilişkisi tadındaydı, bir ara pankart taşıyan hayranlardan birine takıldı. “Bilekliğimi vermemi mi istiyorsun? Bu işe yaramayacak” gibi bir şeydi sanırım, yanlış duymuş olabilirim. Aksi demeyelimde, bilgiç, olgun bir abimizin, emekli albayımızın bizimle kısa süreliğine iletişim kurması gibi bir deneyimdi. Hızlı bir şekilde çalınan “Peace Sells” sonrası (Fazla manalı ve benim her zaman ayrı bir sevdiğim, ayrı bir yere koyduğum şarkıdır.) kısa bir ara oluyor, Dave Mustaine sahnede tekrardan konuşuyor, altı dakikalık bir şarkılarının olduğunu ama üç dakikalarının kaldığını söylüyor. Seyirciden hayal kırıklığı nidaları yükseliyor. Sanırım çıkış trafiği için bir planlama yapılmış durumda. Aynı bölgede üç etkinliğin olduğu bir Çarşamba akşamı daha da karışmamalı. “Holy Wars” çalınıyor ve tam manasıyla dağılıyoruz. Yer yer “Pogo” yapan, “Circle Pit”ler oluşturan gençler gördüm. Hepsi bu müziğe gönül vermiş insanlar için çok güzel manzaralardı.

“Holy Wars” etkisi geçmeden Mustaine, saz arkadaşlarını tanıtıyor, alkış kıyamet. “Silent Scorn” sonrası “Outro”lar ve akabinde “Megadeth” “Kçp” sahnesinden iniyor. Şok’u atlatmak zor. Kırk küsür senelik grup bizlere iki saat boyunca unutulmaz anlar yaşatmış. İyi ki Dave Mustaine ve “Metallica” arasında ki yollar ayrılmış, “Thrash Metal” Dünyası “Megadeth” gibi epik bir gruba kavuşmuş diyoruz. Artık alanı terk etmek lazım fakat kalabalık dört bir yandan dalgalar halinde üzerimize geliyor. Kocaman “WC” tabelaları çok iyi fikirdi, keşke aynı şey çıkışlar içinde geçerli olsaydı. Ne yapacağımızı bilemez halde önce sol sonra “Kçp”nin kırmızı ana kapısına doğru sağ gürühu takip ederken kendimizi bir çıkmazda bulduk. Bizim çıkacağımız ana kapının önüne, “Sahne önü” insanları önden çıkabilsin diye barikat çekilmişti. Biz beklemek zorunda bırakılırken, “Sahne önü”nün neşe içerisinde dağıldığını seyrediyorduk. Titanik batıyordu, filikalar azalıyordu. Zenginler kendilerini kurtarırken, fakirler suda boğuluyordu. Yanımda duran eşime döndüm “Rose” dedim, seni seviyorum! (Benden de ne DiCaprio olur ya!)

İşin şakası bir yana basit bir planlamayla çözülecek iş çorba olmuştu. Biraz daha bekledikten sonra bizim barikatlarda açıldı, kendimizi dışarıya salabildik. Sigara, bira, muhabbet, sohbet. Haydi dedik artık konser bitti ama macera devam ediyor. İlk taksiyi bulana “Dorock”ta benden bira! Tabiki günümüz İstanbul koşullarında bu artık daha da büyük bir şaka… Kabataş’a kadar yürüdük oradan yorgun argın kendimizi bir şekilde evimize attık. Biz yürürken Tüpraş stadyumunda günün “Headliner”ı Ajda ablamızın konseri devam ediyordu. Dışarıdan ona da eşlik ettik. Acısıyla tatlısıyla bir “Megadeth” konserini daha geride bıraktık. Unutulmaz anlar yaşadık. Bir daha gelirler mi? Umarım şarkılarında ki gibi olur. “We’ll Be Back” Bir sonraki konserde görüşmek üzere benim güzel, şortlu, metalci kardeşlerim. Sağlıcakla, sevgiyle kalın!
1 note
·
View note