ist-sehirrehberi-blog
ist-sehirrehberi-blog
İstanbul Şehir Rehberiniz
34 posts
Profesyonel tur rehberi kadar deneyimim olmasa da araştırmaları sonuçlandıran birisiyim.
Don't wanna be here? Send us removal request.
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Kadinlar Sokaği ve Sanatçıların Tasviri
Marmaris’te Böyle Bir Sokak Mi Varmiş?
Bunu söyleyen doğma büyüme Marmarisli idi. Ama yaşı belki de çok kez gelip geçtiği bu sokağın ismini öğrenmesi için gençti. Ancak duyunca, sorulunca öğrenilecek bu gerçek aslında şehrimizle ne kadar ilgili olduğumuzu da gösteriyor.
Kadınların, İskele meydanından başlayan üç sokağın kesişerek Çeşme Meydam’nda birleştiği çarşıya girip alışveriş yapmaları ayıptı. Alışverişleri erkekler ya da evin çocukları yapardı.Mahallenin gençlerini göndermekte adettendi. Peki kadınlar gidecekleri yere nasıl giderlerdi? Kadınların ev gezmelerinin günlük yaşamın önemli bir bölümünü oluşturduğu Marmaris’te kadınlar hiç çarşıya girmeden de gidecekleri yere ulaşmak için bir yolu sıkça kullanırlardı. Kısa yalıdan, Tepe’den gelen kadınlar, Eski caminin yanından, şimdiki Kamil Okan’ın manav dükkanının önünden geçer, Sofra isimli restorana gelmeden dar bir sokağa dönerlerdi. Bu küçük sokak şimdi Mode Bravo isimli mağazanın yanından ana sokağa çıkardı. Buradan da postane sokağına, Yeni yol caddesine, Taşlığa giden pek çok sokağa dağılırdı. Zaten Marmaris’in tüm yerleşimi de bu alanlar içindeydi. Sofra’nın önünden yukarı devam edince de İrimiçi ‘ne girerdiniz.
Bu sokakların ve pek çok yerin ismini neden değiştirip kuru ve samimiyetsiz numaralandırılmalarını da hala anlayabilmiş değiliz doğrusu.
Eski yerlerin, noktaların tahribi, kaybolmasıyla-denizcilerin deyimiyle Kertezler (ketrez) de mi kayboldu? Ne dersiniz?
Sanatçılardan İpuçları…
Açılan sergilerle adeta bir sanat şehrine dönüştü İstanbul. Etkinliklerin hepsine yetişmek mümkün değil.. Önemli sergileri sanatçıların uyarıları eşliğinde gezmek isterseniz, harfleri izleyin yeter!
“Ben Sanati Seçtim”
Alman sanatçı Joseph Beuys’a sorarlar: “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?” “Ben sanatı seçtim” der kendisi. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ‘Joseph Beuys ve Öğrencileri – Deutsche Bank Koleksiyonu’ndan Seçmeler’ başlıklı sergi; anlatıyor aslında pek çok şeyi. Bunun için üşenmeden panoları bir bir okumalısınız.
Sergide, Beuys’a öğrencilerinden Peter Angermann, Lothar Baumgarten, Walter Dahn, Felix Droese, imi Giese, imi Knoebel, Katharina Sieverding ve Norbert Tadeusz eşlik ediyor. Sergi için son tarih 1 Kasım.
“Bu Bir Retrospektif Değil!”
Sarkis’in 50 yıllık sanat hayatını içerse de bir retrospektif değil ‘Site’. Öyle diyenlere çok kızıyor sanatçı.
Küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği serginin alamet-i farikasına gelince: Bitmemişlikte direnen, ucu açık ve çok katmanlı malzeme… Ve Sarkis’in hep yenilenen yerleştirmeleri, yıllardır biriktirdiği ve yaşattığı eserleri, giysileri, heykelleri, vitrayları ve neonları… Sanatçının sürekli yenileyeceği sergiyi gezmek için 10 Ocak’a dek İstanbul Modern’e gidebilirsiniz.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Kadinlar Sokaği ve Sanatçıların Tasviri
Marmaris’te Böyle Bir Sokak Mi Varmiş?
Bunu söyleyen doğma büyüme Marmarisli idi. Ama yaşı belki de çok kez gelip geçtiği bu sokağın ismini öğrenmesi için gençti. Ancak duyunca, sorulunca öğrenilecek bu gerçek aslında şehrimizle ne kadar ilgili olduğumuzu da gösteriyor.
Kadınların, İskele meydanından başlayan üç sokağın kesişerek Çeşme Meydam’nda birleştiği çarşıya girip alışveriş yapmaları ayıptı. Alışverişleri erkekler ya da evin çocukları yapardı.Mahallenin gençlerini göndermekte adettendi. Peki kadınlar gidecekleri yere nasıl giderlerdi? Kadınların ev gezmelerinin günlük yaşamın önemli bir bölümünü oluşturduğu Marmaris’te kadınlar hiç çarşıya girmeden de gidecekleri yere ulaşmak için bir yolu sıkça kullanırlardı. Kısa yalıdan, Tepe’den gelen kadınlar, Eski caminin yanından, şimdiki Kamil Okan’ın manav dükkanının önünden geçer, Sofra isimli restorana gelmeden dar bir sokağa dönerlerdi. Bu küçük sokak şimdi Mode Bravo isimli mağazanın yanından ana sokağa çıkardı. Buradan da postane sokağına, Yeni yol caddesine, Taşlığa giden pek çok sokağa dağılırdı. Zaten Marmaris’in tüm yerleşimi de bu alanlar içindeydi. Sofra’nın önünden yukarı devam edince de İrimiçi ‘ne girerdiniz.
Bu sokakların ve pek çok yerin ismini neden değiştirip kuru ve samimiyetsiz numaralandırılmalarını da hala anlayabilmiş değiliz doğrusu.
Eski yerlerin, noktaların tahribi, kaybolmasıyla-denizcilerin deyimiyle Kertezler (ketrez) de mi kayboldu? Ne dersiniz?
Sanatçılardan İpuçları…
Açılan sergilerle adeta bir sanat şehrine dönüştü İstanbul. Etkinliklerin hepsine yetişmek mümkün değil.. Önemli sergileri sanatçıların uyarıları eşliğinde gezmek isterseniz, harfleri izleyin yeter!
“Ben Sanati Seçtim”
Alman sanatçı Joseph Beuys’a sorarlar: “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?” “Ben sanatı seçtim” der kendisi. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ‘Joseph Beuys ve Öğrencileri – Deutsche Bank Koleksiyonu’ndan Seçmeler’ başlıklı sergi; anlatıyor aslında pek çok şeyi. Bunun için üşenmeden panoları bir bir okumalısınız.
Sergide, Beuys’a öğrencilerinden Peter Angermann, Lothar Baumgarten, Walter Dahn, Felix Droese, imi Giese, imi Knoebel, Katharina Sieverding ve Norbert Tadeusz eşlik ediyor. Sergi için son tarih 1 Kasım.
“Bu Bir Retrospektif Değil!”
Sarkis’in 50 yıllık sanat hayatını içerse de bir retrospektif değil ‘Site’. Öyle diyenlere çok kızıyor sanatçı.
Küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği serginin alamet-i farikasına gelince: Bitmemişlikte direnen, ucu açık ve çok katmanlı malzeme… Ve Sarkis’in hep yenilenen yerleştirmeleri, yıllardır biriktirdiği ve yaşattığı eserleri, giysileri, heykelleri, vitrayları ve neonları… Sanatçının sürekli yenileyeceği sergiyi gezmek için 10 Ocak’a dek İstanbul Modern’e gidebilirsiniz.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
“Mardin” Kentler Anilariyla Yasar
Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi 1 Ekim’de ziyarete açıldı. Müzenin hazırlıklarını izleyip, kent müzesi kavramını Nazan Olçer’den dinledik. Asansörden yer döşemesine, merdivendeki
çiğdem tanesinden aynadaki su damlasına… Her şeyle tek tek ilgileniyor Nazan Ölçer. Eline kâğıt havluyu alıp aynanın üzerindeki su damlalarını silerken “Biraz titizimdir ben…” diyor. Sadece titiz mi? Disiplinli, otoriter, çalışkan ve mükemmeliyetçi. 2003’te Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğü’nü üstlendiğinden bu yana yaptıkları, hepimizin malumu. 0 malum işler için önce çevre diyor Ölçer: “Picasso’nun torununun arkadaşı benim arkadaşım olmasaydı Picasso Sergisi mümkün olmazdı. İlişkiler çok önemli bu işte.” Bu da mesleğe yeni atılanlara bir tavsiye… Şimdi elini Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’ne attı Ölçer. İlk kez 1969’da gittiği ve adeta vurulduğu Mardin’in müzesini, kızının çeyiz sandığını yerleştirir gibi hazırladı.
Oluyor mu, içinize siniyor mu?
Hiçbir zaman olmaz ki… Hep daha fazlasını arar benim gözlerim. Bir sürü eksik var ama açılışa kadar tamamlanacak. Zaten ekip çok iyi, başka bir ihtimal yok.
Sabancı Vakfı, Mardin Kent Müzesi’ni tamamlamaya karar verdiğinde, kendi kendinize sorduğunuz sorular nelerdi? Ve tabii onların cevapları…
İlk önce binanın bir müze olabilmesi için neler yapabileceğimizi araştırdık. Restorasyon, mimari kurgu, sergi kurgusu el ele gitmeliydi. Elde olan ve ele geçebilecekler üzerinden hareket ettik. Mardinlileri kendi müzelerine katkıda bulunmaya çağırdık.
Ortak Mardin kimliğini yakalamamız gerekiyordu. Mükemmel bir binamız vardı ama malzememiz azdı. Bazen elinizde depolardan taşan yüzlerce eser vardır, nereye nasıl yerleştireceğinizi şaşırırsınız. Burada tam tersi oldu. Yüzlerce metrekareyi nasıl dolduracağımız önemli bir soruydu.
Nasıl doldurdunuz?
Eskiye çok ulaşamadığımız için günümüzden yola çıktık. Şu anki kültür üzerinden eskiye doğru gittik. Taş ve bakır ustalarının balmumu canlandırmalarını yaptık. Müze teşhirinin bir sahneleme olduğundan hareketle sahne tasarımcısı Metin Denizle çalıştık. Çok da iyi yaptık. Eski dibekler, mutfak malzemeleri, altın ve gümüş yapım aletleri bulduk. Mardin’den pek çok kişinin eski Mardin geleneklerini anlattığı bir belgeselden faydalandık. Eksiklerimizi Mardin’de kapı kapı dolaşarak tamamlamaya çalıştık. Şu anda müzede 300’den fazla parça var ve sayı her geçen gün artıyor.
Bir kentin müzesi olması neden çok önemli?
İnsan anılarıyla yaşıyor. Kentler de. Kent biricik olmalı, diğerine benzememeli ve bu durum kentin dokusuna sinmeli. İşin çıkış noktası bu. İnsanlara yaşadıkları yerin biraz öncesini anlatmak çok önemli. Farkındalık ve aitlik hissi oluşturmak…
Kent Müzesi kavramı dünyada nasıl gelişti?
Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan; halk kültürlerine eğilmek, dil ve geleneklerin kökenine inmek gibi eğilimlerle başladı her şey. Avrupa’nın pek çok yerinde halk kültürü müzeleri peş peşe açıldı.
Mardin’e yolunuz düşerse şehrin dar sokaklarında dolaşıp konuşulan dillere kulak verin.
Peki Türkiye’de?
Bizde bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladı. Karanlıkta ve el yordamıyla… ‘İşin özü Anadolu’dur’ deyip Anadolu’daki kültürlere yönelmek Cumhuriyet’in felsefesine de uygundu. Yalnız ne yazık ki başarıyla süren saha çalışmalarının devamı gelmedi. Toplanan malzeme korunamadı. Bu yüzden Türkiye’de kent müzesi araştırmaları biraz geç başladı. Her şey kaybolup gittikten sonra… Mardin şanslı. Bir kere MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) müthiş bir hemşerilik bilinciyle hareket ediyor.
Kent müzesinin olmazsa olmazları neler?
Kent müzeleri, halk kültürünü yansıtmak zorunda. Tarım, ev yaşamı, yemek kültürü, yerel mimari, mutfak kültürü… Gümüş, maden ve taş işçiliği… Eksik kalan, arkeoloji ile günümüz arasındaki zaman. Yani yakın tarih. Yüz seneden geriye giderseniz o bir biçimde sanat tarihinin alanına girer. Eksik halka, yakın tarih ve o da unutulmaya en müsait olanı. Kent müzesi mutlaka yakın tarih belleğini yakalamalı.
Bir müze nasıl kurulmaz?
Bu işin olmazsa olmazı koleksiyondur. Müze gereksinimini koleksiyon meydana getirir. Önce malzemeniz olacak, sonra ona uygun bir mekân arayışına gireceksiniz. Ama bizde tersinden işler süreç. Önce bina yapılır, sonra içi doldurulmaya çalışılır. Öyle şey olmaz. Kesinlikle olmaz.
Genelde eldeki binalar kullanılıyor…
O bile değil. Öyle şeyler yapılıyor ki… Ortada ne bir koleksiyon, ne de müze talebinde bulunan bir toplum var. Sadece müze sahibi olmanın getirdiği prestij söz konusu. O prestij düşünülerek, özellikle Yakın Doğu Ülkeleri’nde tanınmış mimarlara büyük paralarla binalar yaptırılıyor. Boş boş binalar. Ondan sonra da o binaları doldurmaya çalışıyorlar.
En tehlikeli tarafı ne?
İşin en tehlikeli tarafı, bunu bir ticari iş olarak görmek. Paranın olduğu ama müze talebinin olmadığı ve müze gerektirecek malzemenin bulunmadığı ülkeler için tehlikeli girişimler bunlar. Belki çok güzel yapılar çıkıyor ortaya ama içleri boş oluyor. Talep, merak ve malzeme yoksa muhteviyat eksik kalıyor. Talep eden bir cemaat olmalı. Yoksa kendi kendinize müze kurar, eserlere tek başınıza bakarsınız.
Peki; kentin bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi varsa ama malzemesi eksikse;
Mardin’deki gibi…
Mardin’in bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi var; hatta fazlası var, eksiği yok. Onun için buradayız zaten.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Cenang Beach, Langkawi Adaları ve Malezya Turu
Yılın 365 günü güneşin kendisini terk etmediği, tropikal iklimin sıcak rüzgârlarının kumsallarını okşadığı, içine pek çok görkemli efsaneler sığdırdığı, bağrında 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları barındıran Langkawi Adası, 99 takım adanın en gözdesi olarak karşımıza çıkıyor.
Andaman Denizi’nde yer alan Malezya’nın Langkawi Adası, ziyaretçilerini ormanlarla kaplı tepeleri, beyaz kumlu romantik kumsalları ve kristal berraklığındaki sularıyla karşılıyor. Sakin ve huzur veren plajları, su sporları, doğal güzellikleri, tekne turları ile, her türlü turistik etkinliğe ev sahipliği yapan Langkawi Adası, nasıl bir tatil yapmak isleniyorsa hepsini birden sunabilen nadir tropikal adalardan birisi.
Langkawi Uluslararası Havaalanına 3 km mesafede bulunan, 2 km uzunluğundaki Cenang Beach (Pantai Cenang), adanın en popüler tatil bölgesi. Bu plaj boyunca birçok otel, hemen paralel caddede de dükkanlar, restoranlar ve barlar sıralanıyor. Çok sayıda lüks veya düşük bütçeli otelleri ve restoranlarıyla her bütçeye uygun tatil fırsatı bulunabiliyor.
Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkaw.
Cenang Plajında, sükûnet içerisinde etrafı kızıla boyayan günbatımını izlemek ise benzersiz bir keyif.
Pregnant Lady Lake (Hamile Kız Gölü), Langkawi
Langkawi Adası’na dair çok efsaneler bulunuyor. Malezya‘nın bu ünlü tatil adası ile ilgili efsanelerin birine göre ada, yaratılan ilk kara parçası olarak kabul ediliyor, yaşamın ilk başladığı yer. Adada yer alan dünya tarihinin en eski ormanları da sanki efsaneyi destekliyormuş gibi görünüyor. Zira bu yaşlı yağmur ormanları 10 milyon yaşında.
Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güney tarafında yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor.
Yerel efsaneye göre, gölün şifalı olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Kısır Kadınlar Hamamı anlamına gelen Dayang Sari olarak da adlandırılıyor. Efsaneye göre bir prenses, doğumdan sonra ölen ilk bebeğini bu göle bırakmış ve Tanrı gölü şifalı olarak kutsamış. Ayrıca gölü çevreleyen teperler, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, uzanmış hamile bir kadın olarak göründüğünden efsanenin arkasında bunun olduğu da düşünülüyor.
Langkawi Adaları‘nın, yemyeşil orman ve kayalıklarla çevrili bu en büyük gölüne sabahları kalkan tekne turları düzenleniyor. Gölde yüzmek ise keyifli bir aktivite.
Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.
Bir yanardağın ağzında oluşmuş bir göl ile deniz arasında kayalıklar bulunuyor. Deniz seviyesi yükseldiğinde göl ve deniz birleşiyor. Bu tropika cennette, çanta kapmak için etrafta gezen maymunlara dikkat etmek şart.
1 note · View note
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Niko Guido’nun Gözünden Taylan Turu
Chiang Khong, Tayland-Laos sınırında Mekong Nehri kenarında bulunan bir sınır kasabası. Tayland’ın kuzeyinden Laos’a geçmek isteyenlerin kullandığı bu kasabadan Laos’a geçeceğiz. Mekong Nehri’nin karşı kıyısında bulunan Laos’a bağlı Houe Say kasabasında nehir teknesine binip Pakbeng’e doğru yola çıkacağız.
Pakbeng’de 1 gece konakladıktan sonra, yine Mekong Nehri’nde uzun bir yolculuk ile Laos’un eski başkenti, UNESCO Dünya Mirası Listesindeki Luang Prabang şehrine varacağız.
Bu nehir yolculuğunu ilk olarak Güney Amerika ve Güney Hindistan seyahatlerini beraber gerçekleştirdiğimiz sevgili arkadaşım İsmail Ragıp Geçmen’den duymuştum. O günden beri bu yolculuk hep kafamda vardı. Gerçekleştirmek bugüne nasipmiş. Bu sabah 5:30’da kalktık ve kahvaltıdan sonra Chiang kok’a doğru yola koyulduk. Sıkı rejimde olan Talat bu sabah isyan etti ve sabah sabah bir tabak yağlı makarnayı götürdü.
Chiang Rai’dan Laos sınırına yol 2 saat sürüyor. Biz yolda istediğimiz gibi fotoğraf molaları verebilmek için bir önceki gün de bizi gezdiren Dio ile anlaştık. Yolda insanların yiyecek sunumunda bulunduğu rahiplerle karşılaştık. Tabi ki hem olaya tanık olmak hem de fotoğraf çekebilmek için durduk. Sabahın erken saatinde insanlar yol üstünde sıralanıp diz çökerek ellerindeki yiyeceklerle Budist monkları bekliyor. Tapınaktan çıkan rahipler tek sıra halinde oturmuş bekleyen bu insanlardan, çoğunlukla haşlanmış pirinçten oluşan yiyecekleri alıyor, onları kutsadıktan sonra başka bir tapınağa gitmek üzere yola çıkıyorlar. Bu dini ritüel her sabah tekrarlanıyor.
Biz de film ve fotoğraf çekerken sabah erkenden kalkmış ve kızlarını okula gönderen bir aileyle tanıştık. Bahçede okula gitmeyi bekleyen üç kız çocuğu vardı. May, Mo ve Me. Dünya tatlısı bu küçük kızlarla tek kelime paylaşamasak bile fotoğrafın sihirli gücüyle iletişim kurduk. Fotoğraflarını çektik, gösterdik. Onlar güldüler, biz güldük.
Chiang Khong’a vardığımızda bizi uzun bir kuyruk bekliyordu. Ve bizim tekne biletimiz yoktu. Tekneyi kaçırma endişesiyle kuyruğa girdik. Tayland’dan çıkış damgasını bastırdıktan sonra küçük bir tekne ile meşhur Mekong Nehri’nin karşı tarafına geçiyorsunuz. Birçok ülke vatandaşı Laos vizesini sınırda alabiliyor, ama ne yazık ki bizlerin vizeyi önceden alması gerekiyor ve Laos vizesi almak her geçen yıl zorlaşıyor.
Laos’a giriş yaptıktan sonra Mekong Nehri’nde yapacağımız yolculuk için bilet satan bir kadından biletlerimizi aldıktan sonra, tuktukla bizi teknelerin kalkacağı yere götürdüler. Burada çok farklı tekneler vardı ve görünen oydu ki en kötüsü de bizimkiymiş gibi görünüyor, ancak halimizden şikayetçi değildik, binebildiğimiz için mutluyduk.
Mekong Nehrinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya her şeyi taşıyan bu tekneler 20-25 metre boyunda, 3-4 metre genişliğindeler. Konforlu oldukları söylenemez ama bu mükemmel yolculukta bu çok da önemli değil açıkçası. Bizim teknede 70 kişi civarında vardı.
Hayat Kaynağı Mekong Nehri
4350 km uzunluğuyla Mekong Nehri, tam anlamıyla Güneydoğu Asya’nın hayat kaynağı. Doğu Himalaya dağlarından doğan nehir, Çin, Myanmar, Laos, Tayland, Kamboçya ve Vietnam’ı aşarak Güney Çin denizine dökülüyor.
Teknemiz ancak öğlen 12 gibi hareket etti. Yaklaşık bir buçuk saat teknenin kalkmasını beklememize rağmen bu bekleyiş bizde herhangi bir sıkıntı yaratmadı. Asya’da yolda olmak böyle bir şey. İnsanlar rahat ve burada zaman farklı işliyor sanki. Bizi oyalayacak internetimiz de yoktu, ancak insan manzaralarını izlemeyi, hiçbir şey yapmadan zaman geçirmeyi, kendimizle baş başa kalmayı o kadar çok özlemişiz ki!
Mekong Nehri’nde yol alan teknemiz, güzergâh boyunca dolmuş gibi bazı köylerde durup yolcu indirip yeni yolcular alıyorlar. Nehir boyunca balıkçı tekneleriyle, oyun oynayan çocuklara, çamaşır yıkayan kadınlarla karşılaşıyorsunuz. Her yer yemyeşil uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı. Bu güzergâh için bir ipucu; teknenin sol tarafındaki oturun, zira sağ yandan vuran güneş yakıcı olabiliyor.
Keyifli 6 saatli bir yolculuğun ardından konaklayacağımız Pakbeng köyüne vardık. Burası küçük bir köy olduğu için yer bulma sıkıntısı yaşamamak için ben önden indim ve elinde hostel fotoğrafları ile beni karşılayan biriyle hemen anlaştım.
Pek de iyi olduğu söylenemeyecek hostele yerleştikten sonra, çıkıp Mekong Nehri’ne karşı yemeğimizi yedik ve erkenden uyuduk.
  Pakbeng, mekong, mekong turu, mekong nehri, taylan turu, taylan gezisi, laos turu, laos gezisi,
1 note · View note
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Ünlü Makinecilerin Hayat Hikâyeleri
Bramah
Joseph Bramah İngiliz makine uzmanı ve mucidi, 1749’da Stainborough’da (Büyük Britanya) doğdu, 1814’te Londra’da öldü.
Hidrolik presi ve bira sifonunu icat etti. Bir köylü çocuğu olan Joseph bramah, çok hünerli bir makine uzmanıydı. Yaratıcı zekâsını ve üstün kabiliyetlerini bu hüneriyle birleştirerek yeni birçok yararlı âlet ve makine icat etti. Tuvaletlerin temizlenmesine yarayan bir tür musluk, adını taşıyan emniyet kilitleri, kâğıt paraları numaralayan baskı makineleri, içkili yerlerde mahzendeki içkilerin yukarıdaki tezgâha çıkmasını sağlayan basınçlı makine v.b. Fakat en önemli eserinin 1796 yılında icat ettiği hidrolik pres olduğu kabul edilir. Bu araç, meselâ madenler ve madeni levha kaplayacak eşya üzerinde çok büyük bir güçle baskı yapmaya yarar. Bununla beraber Bramah’ın, bu makinesini, çırağının teşebbüsüyle yapılmış, deriyle kaplı ayrıntılı kısımları olmasaydı, gerçekleştirmesine pek ihtimal olmadığı da söylenir.
Claude
Georges Claude, Fransız mühendisi ve sanayicisi, 1870’te Paris’te doğdu, 1960’ta Saint-Cloud’da (Fransa) öldü. Havanın, sanayide yararlanılmak üzere genişletilerek sıvı hale getirilmesini başardı.
Sıvılaştırılmış hava, pratikte ve sanayide çok çeşitli yararlanma alanları olan hârika bir üründür. Yorulmak bilmez bir araştırıcı olan Georges Claude. 1902 yılında Paris’in Bastille – Charenton tramvay hattındaki garaj hizmeti gören bir ambarda kurduğu laboratuvarda, ilk havayı sıvılaştırma işlemini gerçekleştirdi. SıVı havayı damıtarak oksijen ve azot gibi gazlar elde etti. Ayrıca; hidrojenden daha hafif olan, patlamayan, dolayısıyla balonları şişirmeye çok elverişli bir gaz olan helyum ve aydınlatmada kullanılan neon gibi çok az bulunan bazı gazları bu arada büyük atmosfer basıncı yardımıyla sentetik amonyak elde etmeyi de başardı. Solunum yaptığımız hava, Georges Claude’un sayesinde, günümüzde çok kıymetli bir ham madde haline gelmiştir.
James Dudley
İngiliz sanayicisi XVII. yüzyıl başlarında Birmingham (Büyük Britanya) yakınlarında yaşadı.
Dökme demir yapmak için ilk kok kömürünü elde etti. XVII. yüzyıla kadar dökme demir, odunla veya odun kömürüyle ısıtılmış, indirgenmiş ve eritilmiş demir maden filiziyle elde ediliyordu. Top-tüfek gibi savaş araçlarını, çeşitli malzeme ve âletleri yapabilmek için dökme demir ocakları, pek çok orman yutmuştu. ingilizler, bir gün, dökme demir ocakları için gerekli odunu bulamayacaklarını düşünerek endişeleniyorlardı. Birmingham’lı genç sanayici Dudley, odun kömürü yerine maden kömürü kullanmayı düşündü. Fakat maden kömürü topraktaki tabiî haliyle doğrudan doğruya kullanılmaya elverişli değildi. 1625 yılına doğru Dudley, bunu arıtarak kok kömürü elde etti, sonra demir filizini kok kömürü ile ısıttı ve bir miktar demir külçesi elde etti. Daha sonra Darby’ler bu usulü ele aldılar ve sanayide uygulamaya giriştiler.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un kalbinde bilinmeyen GALATA...
Galata Ne Demek
Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süthanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de işyerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, işyerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.
Galata Meydani’ndan Çiktik Yola…
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanışabilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…
‘Sari Madam’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze  sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzaklaşması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.
Neve Şalom – Bariş Vahasi
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur.   Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.
Geçmişi Geleceğe Taşimak
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir.
Peki Kimdi Bu Galata’da Yaşayan Yahudiler?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer  Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da  22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz”  diye bağırılmıştı.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yetenekleriyle Ün Kazanmış Kişiler
Leopoldo Fregoli
İtalyan aktörü. 1867’de Roma’da doğdu, 1936’da Viareggio’da (İtalya) öldü. Çabuk kıyafet değiştirmekte ve çeşitli kişileri canlandırmakta büyük bir yeteneği vardı.
Çabuk kıyafet değiştirmekte pek usta olan Leopoldo Fregoli, aynı oyunda çeşitli rollere çıkabilir, kadın veya erkek 60’a yakın değişik kişiliği tek başına canlandırabilirdi. Bu yüzden bir yerden başka bir yere gittiği zaman birkaç yüz kat elbisesini ve sayısı bini aşkın perukasını da beraberinde götürürdü! Meslek hayatının son yıllarında her gittiği yere ağırlığı 30 tonu bulan sahne takımlarım da taşıyordu Fregoli, aktörlüğünün yanı sıra şarkıcılığı, hokkabazlığı, dansçılığı ve taklitçiliği sayesinde başarıca ulaşarak büyük bir ün yapmıştı. Bir tarihte Fregoli, Habeşlere esir düşmüşse de, Habeş hükümdarı Haile Selasiyeyi çok eğlendirdiği için sanatı sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştu. Günümüzde çabuk kıyafet değiştiren kimseleri genellikle Fregoli’ye benzetirler.
Juan Belmonte Garcia
İspanyol matadoru. 1892’de Sevilla’da (İspanya) doğdu, 1962’de aynı yerde öldü. Dünyanın en ünlü boğa güreşçilerinden biri.
1600 boğa öldürdü. Boğa güreşçiliğini meslek olarak seçmiş pek çok matador (toreador veya torero da denir) henüz işin başında azgın bir boğanın boynuz darbesiyle arenada can vermeselerdi, herhalde dünya çapında bir şöhrete kavuşmuş olurlardı. Manolete, Dominguin, Joselito gibi bazı matadorlar ise ölümü hiçe sayarak ün yapmayı başarmışlardır. Juan Belmonte y Garcia’mn ünü ise biraz da onun özel durumundan geliyordu. Cılız, çelimsiz bir adam olmasına rağmen bu matador çok cesurdu. Hareketleri son derece zarifti; boğa ile âdeta dans eder gibi güreşirdi. Kendine has stiliyle, boğanın üst üste yaptığı saldırılardan maharetle sıyrılırken kendisini hayranlıkla seyreden binlerce kişinin heyecandan yürekleri ağızlarına gelirdi. Belmonte 1600’e yakın boğayı öldürdükten sonra kırk üç yaşındayken şan ve şeref içinde arenalardan çekildi.
Du Pont de Nemours
Eleuthfere-Irenöe Du Pont de Nemours. Fransız kimyacısı, 1771’de Paris’te doğdu, 1834’te Philadelphia’da (Amerika Birleşik Devletleri) öldü.
Dünyanın en büyük kimyasal ürünler tesisini kurdu. Irenâe’nin babası, Fransız siyaset adamlarından Samuel du Pont de Nemours’du. Baba Nemours, önce Fransız Devrimi, sonra da Birinci İmparatorluk sırasında A.B.D.’ne sığınmak zorunda kalınca oğulları da Delavvare’e yerleştiler. Barut uzmanı olan kimyacı Irönâe, bu şehirde 1802’de bir barut fabrikası kurdu. Fabrika gittikçe genişleyerek büyük bir tesis durumuna geldi. Du Pont de Nemuours Şirketi, ilk olarak sunî ipeği, sentetik kauçuğu, D.D.T. adıyla bilinen haşarat ilâcını imâl etti; Kodak müessesesi için sinema filmleri yaptı ve bütün bu adı geçen maddelerle Carothers tarafından keşfedilen naylonun dünyada yayılmasını sağladı. Atom endüstrisi için gerekli plütonyum üretimini de ilk olarak Du Pont de Nemours Şirketi gerçekleştirdi. Ama şirket daha sonra bir dolar gibi sembolik bir fiyatla fabrikalarını A.B.D.’ye sattı.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Galatasaray Postanesi Degüstasyon Zografyan Lisesi
Artık İstiklal Caddesi’ne çıktık. Böylece Tünel- Galatasaray arasındaki bölümü de bitirmiş olduk. Bundan sonra, sağlı sollu sokaklara ve pasajlara da uğrayarak Taksim’e doğru yürüyelim. Çiçek Pasajı’ndan çılanca hemen sağ tarafta, son zamanlarda kötü bir şekilde restore edilen üç kadı bir bina bulunuyor. Birkaç yıl öncesine kadar Galatasaray Postanesi olarak hizmet veren bina PTT müzesi haline getirilecekti. Ancak restorasyonda bir takım yolsuzluk olayları ortaya atılınca bina birkaç yıl boş kaldı. Son olarak da Galatasaray Spor Kulübü’ne devredildi ve bina Galatasaray Kültür Merkezi’ne dönüştürüldü. Beyoğlu Postanesini Ermeni tüccar Theodor Sivadyan konut olarak 1875 yılında yaptırmıştı. Posta-Telgraf Nazın Hüseyin Hasip Paşa, binayı 1907 yılında satın alarak Fosta-Telgraf Merkezi haline dönüştürdü. Yapının ikinti katinda İngiliz, üçüncü katindaysa Alman Radyo Kumpanyası vardı.
Çiçek Pasajinın tam karşısında, bugün Örs İş Merkezi edan bina, yaptırdıktan okulu ilerleyen bölümde göreceğimiz ünlü Esayan Ailesi’nin konutuydu. Neo-klasik cephesiyle hemen dikkati çeken binanın alt katindaysa dönemin ünlü giyim mağazası Baker ile Kanzuk (Canzouch) Eczanesi bulunuyordu. İngiliz Kanzuk Ailesi, yüz yıl boyunca eczacılık yaptıktan sonra son eczanelerini 1931 yılında eczacı Muhiddin Hüsnü’ye satmışlardı. Muhiddin Bey de eczacı aüeye saygısından soyadını Kansuk olarak değiştirmişti. Muhiddin Kansuk’un eczanesi 1965’te kapandı. Aileyle aynı adı taşıyan pastilleriyse günümüze kadar geldi. Bir ara İngiliz Kültür Ofisi’nin (British Councü) yer tuttuğu Örs İş Merkezi’nde bugün çeşitli mağazalar ve kafeler bulunuyor.
Çiçek Pasajı’nın Taksim’e bakan yanındaysa (bugün Türk yemekleri yapan oryantal bir lokantanın olduğu yerde) önce Fransız modaevi Parret, ardından da Japon Nakamura’nın açtığı Japon Pazarı vardı. Boydan boya oyuncaklarla dolu bu dükkan, o dönemin tüm çocuklan-nm içine girmeye can attığı bir rüya alemiydi. Askerler, arabalar, gemiler, kovboy şapkaları, tabancalar, tüfekler, miğferler…
Japon Pazarı’nın yerini 1920’lerde ünlü İtalyan lokantası Degüstasyon aldı. 1919’da bir Yunanlı burada Restoran Riç (Ritch) adlı bir lokanta açmıştı. Daha sonra lokanta Kamelya Kumaş Mağazası oldu. Kumaş mağazası da kapanınca, mekan 1921’de bakkaliye olarak açıldı. Ancak sonradan Maurandi adlı bir İtalyan subayı, bir Amerikan bar ve masalarla bakkaliyesini genişleterek lokanta haline getirmiş, adım da Restoran Milano koymuştu. Maurandi, burayı 1928 yılma kadar işlettikten sonra İtalyan Morrici Kardeşlere sattı. Morricüer sayesinde Degüstasyon, 1930 ve 1940’h yıllarda İstanbul’un en iyi lokantası oldu. Özellikle spagetti ve ravyoli konusunda rakipsizdi. Garsonlar her daim Kumlardı. Altta katta üç, balkonda da bir garson çalışır, hepsi de siyah kostüm, beyaz gömlek giyer ve kravat takardı. Degüstasyon’un edebiyat tarihimizde de özel bir yeri vardı. Sait Faik, Faruk Nafiz, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Fikret Adil, Elif Naci, Yahya Kemal gibi isimler Degüstasyon’un müdavimlerindendi. Orhan Veli, meşhur “Canan ki Degüstasyon’a gelmez, fakirhaneye hiç gelmez” mısrasını oturduğu masada yazıvermiştir. 6-7 Eylül 1955’te en büyük zarar gören yerlerden birisi Degüstasyon oldu. Çığırından çıkan çapulcular buzdolaplarının balyozlarla incecik levhalar haline getirdiler. Tarihi masaları, porselen yemek takımlarım parçaladılar.
Galatasaray Lisesi’nin duvarına bitişik, sola dirsek yapan dar sokaktan (Kartal Sokak) sapıp tekrar sağa döndüğümüzde Tumacıbaşı (eski adı Su Terazisi) Sokak’a çıkıyoruz. Sokakta az ileride Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi’ne ulaşıyoruz. Bu lise, az önce bahsettiğimiz ünlü banker Hristaki Zoğrafos’un 1892’de İstanbul Rum cemaatine bağışıdır. Binada, mimar Periklis Fotiadis’in yoğun Neo-klasisizmi gözleniyor. Sokağın bitiminde, meşhur Galatasaray Hamamı’nı görüyoruz. III. Ahmed  döneminde yapılan Galatasaray Hamamı özellikle turistlerin yoğun ilgisini çekiyor. Reşad Ekrem Koçu, Galatasaray Hamamı’nın sabahçı bir hamam olduğunu, içki aleminden dönen hali vakti yerinde kişilerin burayı tercih ettiklerini yazıyor. Az ilerideki Ağa Hamamı ise Mimar Sinan’ın eseri. Hamam 1561’de Kapıağası Yakup Ağa tarafından Fenerbahçe burnundaki fenere gelir sağlamak amacıyla yaptırılmıştı. Buradan kıvrılan sokak da zaten hamamın adını alıyor.
Sokağın devamında, Yunanistan Konsolosluğunun vize bölümü (Yunan Konağı – Palais d’Ionie) ve eskiden İtalyan Kız Ortaokulu olan, Özel Galüeo Galilei İtalyan Lisesi bulunuyor. Yunanistan Konsolosluğu, Kudüs Piskoposu Kyrillos’un konağıydı. İtalyan Lisesi, İtalya’nın ulusal birliğinin sağlanmasından sonra Avusturya vatandaşlığından çıkıp İtalyan vatandaşı olmuş ünlü banker Abraham Salomon Kamondo’nun desteğiyle 1875’te yapıldı. 1974’te ilkokullarda yabana dil eğitiminin yasaklanmasının ardından sanat galerisine dönüştürüldü.
Geldiğimiz yoldan geri dönelim. Tumacıbaşı Sokak’tan ilerleyerek ve Zoğrafyon Sahaflar Pasajı’nı geçerek tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkalım.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Atıf Yılmaz Caddesi Sakız Ağacı Sokağı
Biz soldan devam edelim; geçtiğimiz yıl açılan ve tarihi dokusuyla örtüşmeyen devasa AVM’yi geçerek bir sonraki Sakız Ağacı Sokağı’na (yeni adıyla Atıf Yılmaz Caddesi) sapalım. Sokağın adı gerçekten bir ağaçtan mı geliyordu yoksa burada yoğun olarak yaşayan Sakızlı Rumlardan mı bunu bilen pek yok açıkçası. İkinci olasılık çok daha kuvvetli, keza Sakız Ağacı’nın İstanbul’da pek yeri yok. Sokağın bir köşesinde İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii bulunuyor (Taksim’deki tenekeden yapılmış mescidi saymıyorum). Ağa Camii, Galata Sarayı ağalarından Hüseyin Ağa tarafından 1596 tarihinde inşa edildi. 1834 tarihinde Sultan II. Mahmud tarafından tamir ettirilen yapı 1934 yılında tekrar esaslı bir restorasyon geçirdi. Caminin, Mimar Sinan elinden çıkma zarif şadırvanı Okmeydanı’ndaki Sinan Paşa Camisi’nden getirilmişti.
Tarlabaşı Bulvan’na bağlanan Sakızağacı Sokağı’nın sol tarafında Beyoğlu’nun asırlık lokantası Hacı Abdullah bulunuyor. Buraya gelene kadar Rejans, Çardaş, Degüstasyon, Fischer gibi bir takım isim yapmış lokantaları gördük. Ama, Türkiye’de ve İstanbul’da lokanta kültüründen bahsetmedik. Hacı Abdullah’a girmeden lokantalardan biraz söz etmekte fayda var. Meyhanelerinin dışında Beyoğlu’nu farklı kılan bir özelliği de lokantalarıydı.
Pera henüz Pera olmazdan önce, meyhanelerde olduğu gibi lokantalarda da saz Rumların elindeydi. Mezecisinden garsonuna ve aşçısına kadar Rumlar, lokanta işini en iyi bilen topluluktu. Osmanlı’dan ve dolayısıyla Türk toplumunda modem anlamda lokanta yoktu. Bu tamamen Türk toplumunun içe kapanıklığıyla ilgiliydi; erkek gündüz çalışıyor, akşam evinin yolunu tutuyor, kadın ise dışarı çıkmadan evin tüm işlerini görüyor, haliyle yemeği de pişirmek kadına düşüyordu. Fakir kimselereyse zaten yüzyılların geleneği imaretlerden yemek dağıtılıyordu. Dolayısıyla lokantaya gitmek, ticaretle uğraşan gayrimüslimlerin ve bekarların âdetiydi. Ancak, Osmanlı’nın son dönemlerinde (özellikle de Pera’da 1870 sonrası) toplumdaki gelişmeler, sınıflararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi, vs. gibi sebeplerden dolayı lokanta sayısı, yemeğini dışarıda yiyen ihsanlara oranla arttı. Ama yine de Türk toplumunun dışarıda yemek yeme alışkanlığını edinmesi görece yeni bir olgudur. Günümüz dünyasında çalışan kadınların sayısının artış göstermesi, gelir düzeyinin yükselmesi, zamanın önemi; tüm bu etkenler birleşin-ce artık dışarıda yemek yemek lüks olmaktan çıktı ve bir ihtiyaç halini aldı. Osmanlı’dan açılan ilk Türk lokantası da Abdullah Efendi’dir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Karaköy Rıhtı-mı’nda İnebolulu aşçı Abdullah Efendi tarafından aynı adla 1888’de açılan lokanta, 1915 yılında Beyoğlu’na taşındı. Az ileride göreceğimiz Rumeli Han’ın zemin katında hizmetine devam eden Abdullah Efendi yirmi beş yıl yerli yabancı çok sayıda ünlü misafir ağırladıktan sonra 1940’ta, eski adı önce Bursa, sonra da Ahududu Sokak, yeni adıysa Sadri Alışık olan, Türk Sineması’nın kalbinin attığı sokağa taşındı ve Hacı Salih ismini aldı. Abdullah Efendi ve Hacı Salih adlarıyla, kalitesinden hiç taviz vermeden Osmanlı-Türk Mutfağı’nın bütün örneklerini başarılı bir şekilde sunan lokanta, 1958 yılında şimdiki yerine, Ağa Cami yanındaki Sakızağacı Caddesi’ne geldi. 1983 yılında ilk ismine geri döndü ve Hacı Abdullah ismini aldı. Abdullah Efendi bir zamanlar gazetelere verdiği ilanlarda lokantasını “Türk-Fransız mutfağının mutena yemeklerini bulacağınız yegane müessese” olarak tanıtıyordu.
Hacı Abdullah’ın yan tarafında Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün ilk kurulduğu bina bulunuyor. Rus Arkeoloji Enstitüsü, 1894’ten 1914’e kadar İstanbul’da hizmet vermişti. Katolik dünyasının etkisini hissettirdiği İstanbul ve Anadolu’da Ortodoks kültürüne ilişkin araştırmalar yapan kurum, Bizans kültürü, tarihi, mimarlığı ve ilahiyatı konusunda çalışmalar yapmıştı. Bir dönem, ünlü yazar ve Bizansolog Fyodor Uspenski’nin müdürlüğünü yaptığı enstitü 1915’te Odesa’ya taşındı. Son derece kıymetli kitaplardan oluşan koleksiyonun bir bölümü bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplığında bulunuyor.
Enstitü binasının az ilerisindeyse Surp Asdvadzadzin Ermeni Katolik Kilisesi bulunuyor. 1866’da Mısırlı Ailesi tarafından yaptırılan küisenin Mimarı Andon Tülbentçiyan. Bahçesinde Mısırlı Ailesi’ne ait lahiderin bulunduğu kilise günümüzde başpiskoposluk kilisesi olarak hizmet veriyor. Dolayısıyla da geniş kompleksinde kütüphane, matbaa, başpiskoposluk binası, rahip konutu gibi binaları barındırıyor. Kilisenin içinde sol cephçde ihtişamlı bir goblen tablo bulunuyor. III. Napoleon’un karısı İmparatoriçe Eugenie tarafından hediye edilen ve orijinali Vatikan’da bulunan bu tablo, Rafael’in Transfigurazione’sinin röprodüksiyonu.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Şişhane Turu Ve Dahası
Altıncı Daire Binasının alt tarafında kalan bölge de “şeşhane”den bozularak Şişhane haline geldi. Şişhane’deki birçok bina istimlaklerle yıkılmış olsa da meydandaki Frej Apartmanı tüm heybetiyle duruyor. Binanın tarihi ve mimarı bilinmezlikler içindedir. Yapılış tarihi konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başı olduğu sanılıyor. Mimarları iki Rum: Konstantinos Kyri-akidis ve Aleksander Neokosmos (Yenidünya). Kyriakidis, 1871’de İstanbul’da doğdu ve kırk dört yaşma kadar İstanbul’da yaşadıktan sonra Atina’ya göç etti, 1942’de de orada öldü. Ortağı Yenidünya ise bugünkü Goethe Enstitüsü binası (bir zamanlar Vemudakis Apartmanı) başta olmak üzere birçok apartman inşa etti.
Frej Apartmanı’nın sahibi Beyrutlu zengin Selim Hana Frej’di. Selim Bey’in Hıristiyan ya da Maruni olduğu söylenir. Babası Arap, annesi Amerikalı’ydı. Aile o kadar varlıkhydı ki Selim Frej, Hayfa, Lübnan ve Trablusgarp kıyılarının kabotaj hakkını Osmanlı İmparatorluğu’ndan 99 yıllığına isteyecek konumdaydı. Aile fertlerinden Musa Frej, İran Şahı’ndan “Arslan” ve “Güneş” nişanlan almıştı. Sınırsız servet, pırıltılı yaşamlar beraberinde bazen trajedileri de getiriyor…
Ticaretten bankerliğe kadar her işi yaparak sınırsız servet sahibi olan ailenin üç çocuğu vardı: Jean, Alfred ve Angel. Tek kız çocuğu olan Angel dönemin en yakışıklı gençlerinden Arnavut Dukakinzade Ailesi’nden Feridun Bey, yani Feridun Dirimtekin ile evlenir. Feridun Beyin unvanları saymakla bitmez. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan General Trikopis’in kılıcını teslim alan kurmay, Harp Akademisinde hoca, Türkiye Tlıring ve Otomobil Kulübü yöneticisi, Ayasofya Müzesi Müdürü, yazar, aristokrat, entelektüel… Bu evliliğin ardından Angel Frej artık İstanbul sosyetesinde Madam Aysel Dirimtekin diye büinir. Rengarenk emprime giysileri ve yurtdışmdan getirttiği tüllü, tüylü, çiçekli ve kuşlu zarif şapkaları ile kokteyllerde Ye davetlerde boy gösterir, patlattığı şen kahkahalarıyla tüm dikkatleri üzerine çeker.
Gün gelir, Feridun Bey emekli olur. Heybetli Frej Apartmanı 1948 yılında 150 bin liraya satılır. Feridun-Aysel Dirimtekin çifti Nişantaşı’nda sade bir apartman dairesine taşınırlar. Feridun Beyin yolda yürürken belediyenin kazıp üzerini örtmediği bir çukura düşerek bacağını kırması, aynı zamanda aÜenin de düşüşünün başlangıcıdır. Kısa bir süre sonra Feridun Bey ölür, miras kavgaları başlar. Mirasçılar deli diye iftira ettikleri Aysel Hanım’ı akıl hastanesine yatırtırlar. Sonra da huzurevine… Frej’in tek kızı Angel artık yaşamın bambaşka bir yerindedir. Antikaları çalınır, mirasçılar evlerini paylaşır. Bir gün Aysel Hanım, eşi Feridun Bey gibi bir çukura düşer, bacağını kırar ve sonra yaşama veda eder. Aysel Hanım adeta tek bir yaşamda farklı yaşamları görmüştür. Önceleri zenginlik, ihtişam, mutluluk, sonralarıysa yoksulluk, hastalıklar, acılar ve ölüm…
Alexandre Vallauri
Merdivenlerden aşağıya doğru inerek Meşrutiyet Caddesi’ne çıkalım. Hemen köşede Galata Antique Hotel olarak kullanılan bina Ale-xandre Vallauri’nin eseri. Burada bir zamanlar tanınmış zücaciyeci Fransız Henri Hipolit Decugis oturuyordu. Ailesiyle birlikte yazlan Fenerbahçe’de çok büyük bir yalıda yaşayan Decugis, kışlık bir konağın inşası için Vallauri ile anlaştı. Ünlü zücaciyeci, yapımı kısa sürede tamamlanan üç katlı binaya 1881 yılında çocuklan ve kansmı da alarak taşındı. Decugis, uzun yıllar yaşadığı bu konakta güzel günler geçirdi ama hayatının son yıllan sıkıntılar ve acılarla geçti. Kan-sının 1940’ta ölümü üzerine iki yıl boyunca kapüannı kimseye açmadı. Fransa’dan özel olarak getirttiği kepenklerle tüm odalan karanlığa gömdü. Eşinin yasını bu şekilde tuttu. 1942’de yaşama gözlerini yumdu. Eşinin yanma, Feriköy Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Kışlık konak da oğluna kaldı. 6-7 Eylül olaylarından sonra Decugis’nin oğlu binayı satarak Fransa’ya göç etti.
Kaderine terk edilen bina, 2001 yılında restore edilerek otel haline getirildi. Bugün binanın altında ünlü mimarın adını taşıyan bir de kafe bulunuyor. Vallauri, tanınmış Levanten aüelerden birisinin çocuğu olarak 1850’de İstanbul’da dünyaya gelmişti. Babası Osmanlı sarayının başşekerlemecisi Eduard Vallauri idi. Dönemin Levanten aileleri, çocuklarını mimarlık eğitimi almaları için Avrupa’ya gönderiyordu. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat sonrası değişen yaşam tarzı içerisinde mimarlar iyi para kazanıyordu. Vallauri de eğitim görmesi için, Paris’e gönderildi. Burada dünyanın en iyi mimarlık okullarından Ecole des Beaux-Arts’da eğitim gördükten sonra 1878 yılında İstanbul’a döndü. Genellikle pahalı inşaatların mimarı olarak bilinen Vallauri, maliyeti çok yüksek nazır konaklan inşa etti, çok sayıda önemli resmî yapıya da imzasını attı.
İstanbul’a döndükten sonra şehirde geçirdiği otuz yü boyunca yaptığı yirmi beş önemli yapı arasından İstiklal Caddesi’ndeki Serkl Dor-yan (Cercle d’Orient) Binası, Pera Palas Oteli, Union Française binası, Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi), Çiftehavuzlar’daki Cemü Topuzlu Köşkü, Cağaloğlu’ndaki Düyun-u Umumiye binası (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi) ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni sayabüiriz. Vallauri mimarlık eğitiminde de görev almıştı. İnşaatını bizzat gerçekleştirdiği binasmda 1883’te öğretime açüan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’nin ilk mimarlık hocasıdır. Said Nahum Duhani, Vallauri’nin hayatta istediği hemen her şeye kavuştuğunu, yalnız çok istediği Fransız elçiliğinin resmî mimarı unvanını elde edemediğini belirtir.
Decugis’nin evini geçer geçmez, tek blok bir apartman görüyoruz. Bu bina, Tanzimat dönemi bankerlerinden Musevi Avram Kamondo’ya ait. Kamondolar İspanya-Portekiz kökenli bir aüeydi. Önce Venedik’e göç edip orada birkaç yüzyıl yaşamışlar, oradan da 18. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelmişlerdi. Avram Kamondo ise bu aüenin bir mensubu olarak Ortaköy’de doğmuştu. Bankacılıktan edindiği servetini bankerliğe yatırdı. Osmanlı İmparatorluğunda gayrimenkul edinme izni alan ilk yabancı uyruklu kişi oldu. Avram Kamondo, Tanzimat Dönemi sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’nm sıkı dostu ve finansörüydü. Biriken borçlarını ödeyemeyen Reşid Paşa, kalp krizi geçirip son nefesini verirken dahi başında Kamondo vardı.
Kamondoların şaşaalı yaşamı gittikleri Paris’te de bir süre devam etti. Orada, Paribas Bankası’m kurdular. Kendi müzelerinin dışında Louvre’a zengin bir koleksiyon bağışlamışlardır. Ailenin reisi Avram Kamondo 1872’de Paris’te öldü ve isteği üzerine naaşı İstanbul’a getirildi. Öldüğü gün, bankalar ve borsa tatil edilmiş, Haliç esnafı da kepenk kapatıp yas tutmuştu. Aüenin geri kalan üyeleriyse, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazüerin toplama kamplarında yok olup gitti. Geriye de sağda solda kendi isimlerini taşıyan bir takım evleri, konaklan, hanlan ve işyerleri kaldı.
Kamondoların evinin karşı köşesinde İtalyan zengin Foscolo’nun evi var. Foscolo’nun akşam içkisini içerken Haliç’te bir sandalı ateşe verip yanmasını seyretmek gibi zevkleri de vardı! Foscolo’nun evinin bulunduğu Yemenici Sokak’ta ise Hahambaşılık binası bulunuyor. Türkiye Hahambaşısı, Türkiye’de yaşayan tüm Musevilerin lideri olarak kabul ediliyor. Yüzyıllardır fiili olarak varolmalarına rağmen hahambaşı olarak kabul edilmeleri Tanzimat dönemine denk geliyor. Hahambaşılık binası Cibali, Ortaköy, Balat gibi semtlerde bulunduktan sonra 1909 yılında günümüzdeki yerine taşmdı. Bugünkü görünümüne ise 1993 yılındaki kapsandı restorasyonun ardından kavuştu.
General Yazgan Sokak’ın adı eskiden Sümbül Sokak’tı ve bu sokakta ünlü Alman lokantası Fischer bulunuyordu. 1941’de açılan lokanta 1953 yılında Galatasaray Lisesi’nin yan sokağına, oradan da 1967’de İngiliz Sarayı’nın yalanlarına taşınmıştı. Uzun yıllar Alman Fischer Ailesi’nin işlettiği bu lokanta, 1978’de bir daha açılmamak üzere kapandı.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Geçmişten Günümüze Gelen Ünlerin Hayatı
Hadrianus
Hadrianus (Publius Aelius Hadrianus), Roma imparatoru, 76’da İtalica’da (İspanya) doğdu, 138’de Baies’te (İtalya) öldü. Gezileriyle ve inşa ettirdiği anıtsal yapılarıyla ünlüdür. Ülkesinde birçok reformu gerçekleştirdi.
Hadrianus 121 yılından 134 yılına kadar Roma İmparatorluğunun çeşitli yerlerini gezerek incelemeler yaptı. Afrika’yı ziyaret etti. Ve bir süre İmparatorluğun Doğu bölgesinde yerleşti. Tüm sınırlarının güvenliğini sağlamaya çalıştı. Bu amaçla Ingiltere İle Iskoçya arasında 117 km uzunluğunda, büyük bir taş duvar yaptırdı. (Hadrianus Duvarı denilen bu duvarın önemli kalıntıları hâlâ vardır.) Ren ve Tuna nehirleri arasında, Germania sınırında, savunma amacıyla, tahta kazıklardan duvarlar ve küçük kaleler İnşa ettirdi. Tivoli yakınındaki Hadraana Villasında, İtalya, Yunanistan ve Mısır’daki gezileri sırasında hayran kaldığı güzel anıtların maketlerini bir araya topladı. Küçük çiftçiyi topraklandırmak için kendi ismiyle anılan bir tarım reformu kanunu çıkarttı. Roma’da, Sant’Angelo şatosunda gömülüdür.
Attilâ
Attilâ; Muncuk’un oğlu. Büyük Hun imparatorudur. 395’e doğru Tuna kıyılarında doğdu. 453’te öldü.
Türk soyundan olan Hunların en büyük hükümdarı; Avrupa’nın büyük bir kısmım fethetti, Roma’ya ve Bizans’a baş eğdirdi. Attilâ, Hun devletinin kurucusu olan babası Muncuk’un sağlığında, çocukluğunun bir kısmını Roma’da barış rehinesi olarak geçirdi. Bu sâyede Romalıların dilini, siyasi ve askeri teşkilâtını, kendi ulusu hakkındaki düşüncelerini öğrendi. 442!de babasının ölümü üzerine, Macaristan’da yerleşmiş bulunan Avrupa Hunlerın başına geçti. Tasarladığı dünya imparatorluğunu gerçekleştirmek için Bizans’ı ve Batı Roma imparatorluğunu ortadan kaldırmaya karar verdi. Önce Bizans topraklarına akın üstüne akın düzenledi ve Bizans imparatorunu haraca bağladı. 451’de 700 000 kişilik bir orduyla Galya’ya girdi. Avrupa milletleri Hun tehlikesine karşı birleştiler. Yapılan savaş kesin bir sonuç vermeyince. Attilâ ertesi yıl Roma üzerine yürüdü ve aman dileyen imparatoru haraca bağladı. Müstebit, fakat âdil ve iyiliksever bir hükümdardı.
Harun-ür Reşid
Abbasî halifesidir, 764’te Rey’de (Horasan) doğdu, 809’da Tus’ta (İran) öldü.
İslâm Rönesans’ının hazırlayıcısı olan bu ünlü hükümdarın yaşadığı devir Bin bir Gece Masallarına konu oldu. Harun-ür Reşid. Bağdat’ı yaptıran Büyük Mansur’un torunudur. Dicle kıyısındaki bu masal şehri, ünlü arap mimarların yönetimindeki 100 000 işçi kurmuştu. Harun-ür Reşid 22 yaşında halife oldu. Asya’da birçok zafer kazandı. Bizans’» baş eğdirdi. Fakat o daha çok, bilim ve sanata, aynı zamanda zevk ve eğlenceye düşkünlüğüyle tanındı. Batı dünyası ile İyi ilişkiler kurdu. Frank imparatoru Charlemagne’ın dostu olduğu, ona bir fil ile bir saat hediye ettiği ve bu hediyelerin Avrupa’da büyük ilgi uyandırdığı söylenir.-Küçük, büyük herkesin merak ve zevkle okuduğu Binbir Gece Masalları, Harun-ür Reşid devrinin saray hayatını canlandırır. Harun-ür Reşid gerek Doğu, gerek Batı dünyasındaki ününü biraz da bu masallara borçludur. Bu masalların en güzelleri Alâeddin’in Sihirli Lâmbası Ali Baba ile Kırk Haramilerdir.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
İstanbul’un Hayalini Kuran Liszt’in Hedefine Ulaşması
Franz Liszt, 1847 Haziranı’nda İstanbul’a geldiğinde yıllar süren hayali de gerçekleşmişti. Aslında Liszt on yıl boyunca İstanbul’a gelmek istemiş ancak Osmanlı İmparatorluğu izin vermemişti. Yıllarca Avrupa’yı ve Rusya’yı gezdikten sonra İstanbul’a gelerek Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıktı. Abdülmecid, Liszt’i dinleme konusunda o kadar heyecanlı ve istekliydi ki ünlü piyanist gemiden iner inmez doğruca saraya götürüldü.
Aynı şekilde Liszt de İstanbul’da, Osmanlı sultanını huzuruna çıkmanın önemini anlamış olmalı ki ünlü piyano yapımcısı Sebastian Erard’m kendisi için özel olarak yaptığı piyanoyu da Paris’ten beraberinde getirdi. İstanbul’da verdiği konserler, Liszt’in verdiği en son ve en önemli konserlerdi. İkisi padişahın huzurunda, birisi Rus Elçiliği’nde, birisi başka bir elçilik binasında ve birisi de yanıp kül olan ve artık kimsenin tam olarak nerede olduğunu bilmediği Francini’nin Büyükdere’deki villasında olmak üzere beş konser verdi.
Sarayda çaldıklarının büyük bir kısmı, Abdülmecid’in İtalyan operasına olan tutkusundan olsa gerek İtalyan operasından derlenen parafalardı. Dönemin gazeteleri, sanata düşkün Sultan Abdülmecid’in, bu önemli besteciyi “büyük ilgi, hayret ve hayranlıkla dinlemiş olduğunu” yazar. Bu hayranlığın neticesinde sultan kendisini iftihar nişanı ve 12.500 kuruş değerinde, üzeri kıymeti taşlarla süslü bir kutuyla ödüllendirdi.
Liszt’in kaldığı odada az kalsın “Kamelyalı Kadın” da kalacaktı. Şimdi Kamelyalı Kadın neresi, İstanbul neresi? İşte öyküsü: O zaman 35 yaşındaki Liszt, Paris’te Marie Duplessis diye bilinen, asıl ismi Alphonsine Plessis olan bir kadına âşık oluyor. Marie her şeyini bırakıp Liszt ile yaşamak üzere Almanya’ya gitmeye karar veriyor, fakat o sıralar efsane ve hayal şehri İstanbul’a gitme hazırlıklarında olan Liszt Marie’yi de götürmeyi öneriyor ve kabul ettiriyor. İstanbul’a varmak üzere Budapeşte’de buluşmak için sabırsızlandıkları sırada bir kış günü Marie, Paris’te yaşamını yitiriyor ve Budapeşte’ye gelemiyor.
Söz konusu Alphonsine Plessis veya Marie Duplessis daha sonra 1852’lerde Alexandre Dumas Fils’in La Dame aux Camelias (Kamelyalı Kadın) yapıtının monden hanımı oluyor. 1936’da George Cukor yönetiminde Hollywood’da beyaz perdeye uyarlanan roman, Greta Garbo ve Robert Taylor’un oyunculuklarıyla popülerleşiyor. Daha sonra piyes haline getiriliyor ve Verdi’nin La Traviata operasında Marguerita Gaultier oluyor. Makus talih ne yazık ki Kamelyalı Kadın veya Verdi’nin koyduğu isimle La Traviata ile dönemin en büyük romantik müzisyeninin İstanbul’da bir araya gelmesine engel oluyor.
İstanbul’da otuz beş gün kaldıktan sonra ülkesine dönen Liszt, Sebastian Erard’a yazdığı mektupta Rus Elçiliği’nden gördüğü Boğaziçi manzarasının kendisini büyülediğini yazar. Liszt’in Erard marka piyanosunu Baltacı isimli bir Panaryot, nişanlısına hediye etme üzere on altı bin kuruşa satın almıştı.
Commendinger’in ardından binada bir süre Paris Sefiri Nazım Paşa oturdu. Nazım Paşa, 1911 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde St. Petersburg Elçisi Riddle, Romanya’nın Fransa Ortaelçisi A. Lahovary ve Gramont Dükü üe beraber olduğu bir sırada çok ilginç bir şekilde öldü. Dörtlü briç oynarken Nazım Paşa, kupa ası çıkardığı sırada geçirdiği anevrizma sonucu hayata veda etti.
Diplomatı taşıyan araba Chez Maxims’in önünden geçerken ünlü gece kulübünün orkestra şefi maestro Lionel Herpin orkestrayı bir dakika susturdu, ancak daha sonra çubuğunu tekrar eline alarak Harry Fraagson’un dillerden düşmeyen “Tout Paris qui chante et qui s’amuse” adlı şarkısını çaldırmaya başladı. Bugün üzerinde plaka bulunan ev ile Liszt’in bir süre kaldığı ev aynı ev değil. Liszt’in İstanbul’u 1847’deki ziyaretinden iki yıl sonra çıkan yangın sonucu bu sokak tümüyle yandı.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Nuruziya Sokağı’nın Keşif Turu
Şimdi, eski adı Polonya Sokağı olan Nuruziya Sokağı’na girerek ilerleyelim. Bu mekanda daha önce 19. yüzyıl başında Polonya (Lehistan) Sefarethanesi olduğu söyleniyor. Doğruluk derecesini bilemiyoruz zira İstanbul’daki Lehler hakkında farklı görüşler var. Polonya’nın bölünmesi sonucu Osmanlı Devleti bir kısım Polonya muhacirini İstanbul’a kabul ediyor. Köylü olanlar Polonezköy’ü kurup, oraya yerleşiyor. Şehirli olanlar da Beyoğlu’na, kendi elçiliklerine yakın bir sokağa geliyor. Bir diğer görüşe göre, Polonya’nın tarihi boyunca yaşadığı işgal ve bölünmelerin birisi sırasında ülkelerinden kaçan Lehlerin gelip Fransız Elçüiği’ne sığınmalarından dolayı sokak Polonya adıyla anılıyordu. Polonya Sokağı’nın bugünkü admı almasıysa 1930’lara denk geliyor. Devrin belediye meclisi masonlukta iki önemli kavram olan “nur” ve “ziya”yı bir araya getirmiş ve sokağın adı “Nur-u Ziya” olmuş.
Nuruziya Sokak geçirdiği yangınlar ve yıkımlarla eski özelliğini yitirdi. Ancak sokak bir zamanlar Beyoğlu sanat dünyasının ve bürokrasisinin önemli isimlerini ağırlıyordu. Günümüzde bu apartmanlardan eser yok. Bir zamanlar bu sokakta oturanlardan birisi de Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim hocalığı yapan İsmail Hakkı Beydi. İsmail Hakkı Bey, yemeğini Degüstasyon veya Hristaki’de yedikten sonra Rum ve İtalyan müziği yapan sanatçüarı sokaktaki evine götürürmüş. Bu müzisyenler müziklerini İsmail Hakkı Beyin yatak odasında yaparak kendisini uyuturlarmış.
Elçiliğin bir üstündeki apartmanda da Yunanistan’da bir dönem çok ünlenmiş Manişka isimli bir şarkıcı oturuyordu. Söylenene göre Maruşka buraya bir Musevi gence aşık olup yerleşmiş.
Park Oteli’nin piyanisti ve Ses Tiyatrosu’nun orkestra şefi İtalyan kökenli Mösyö Maggi de Nuruziya’nm eski sakinlerinden. Mösyö Maggi, 1940’lı ve 1950’li yıllann yerli caz şarkıcılannm repertuarını yapar, notalarını yazardı.
Nuruziya Sokağı geçmişine sahip bir başka ünlü de yazar Refik Erduran. Erduranlar, ailenin adını taşıyan apartmanlarım 1960’larda satıncaya kadar sokakta oturdular.
Sokaktaki ünlü apartmanlardan birisi Belvü Apartmanı. 1941’de yığma tuğladan yapılan Belvü Apartmam’mn yerinde Pastaneci Mösyö Mulatier’nin iki ila dört katlı olduğu söylenen evi bulunuyordu. Evde bir zamanlar iki İtalyan mimar yaşıyordu. Birisi İtalyan De Na-ri, diğeri ise Guilio Mongeri. Özellikle Mongeri’yi iz bırakan bir mimar olarak hatırlayabiliriz.
Mongeri, OsmanlI’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul, Ankara ve Bursa’da önemli eserlere imza attı. San Antuan Kilisesi, Karaköy Palas, Maçka Palas, Maçka’daki eski İtalyan Sefareti, Taksim Anıtı Kaidesi ve Bursa Çelik Palas Oteli bu eserlerden bazıları. Mulatier’den sonra evin mülkiyeti saat tüccarı Gramatopoulos’a geçti. Gramatopoulos, 1941’de Mulatier’nin evini yıktırıp yerine Belvü Apartmam’m yaptırdı. Söylenene göre Gramatopoulos, evi yaptırmak için gerekli parayı İsviçre’de aldığı saatlere Sin-ger damgası bastırıp burada Singer saati olarak satarak toparlamış. Gramatopoulos da zaman içinde İstanbul’u terk ederek İsviçre’ye yerleşmiş. Mulatier evinden arda kalan tek bir şey var; bodrumdaki kalorifer dairesi. Burası yıkılmamış ve apartman bu temel üzerine inşa edilmiş.
Elçiliğin tam karşısında 19. yüzyıldan kalma 43 numaralı apartmanda Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi üyesi, Osmanlı sarayının ve Sultan II. Mahmud’un doktoru Mösyö MacCarthy oturuyordu. Kendisine yaptığı hizmetlerden dolayı padişahtan onur nişanı aldı. Doktor MacCarthy, meslektaşı olan saray doktoru Konstantin Karateodori ile birlikte Sultan II. Mahmut’un Hastalığı ve Ölümünün Gerçek hikayesi adlı bir kitap yazıp Abdülhamid’e ithaf etti. Aynı apartmanda 1940’lı yıllarda Türkiye’nin ilk matbaacılarından Osvaldo Maina oturuyordu.
Nuruziya Sokağı’nın üst tarafında İstiklal Caddesi’nin kesiştiği yerde (bugün Ziraat Bankası var) az önce evini gördüğümüz Mösyö Mulatier’in pastanesi vardı. Mulatier’in çikolatalı pastaları Lebon ve Markizle yarışacak derecede lezzetliymiş. Mulatier’in pastanesi zaman içinde yerini Dekoration isimli bir antikacıya bıraktı. O günlerde Dekoration’da çalışan yakışıklı mimarların, karşı köşedeki lisenin kız öğrencilerinin kalplerini çalmaları epey konuşulmuştu. Mağazanın hemen altında, sokağın içindeyse sinema biletleri ve programlan basan Palamari Matbaası vardı.
Bugün Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın bulunduğu binada ise, 19. yüzyılda Kraliyet İtalyan Mektebi, daha sonra da İtalyan Konsolosluğu yer alıyordu. 1928 yılında masonlar tarafından satın alman bina 1935 yılında mason faaliyetlerinin Atatürk tarafından durdurulmasıyla halk evlerine tahsis edildi, 1948 yılındaysa yeniden masonlara verildi.
Masonlar Locası’nın karşısındaki otoparkta bir zamanlar 19. yüzyılda Dalmaçya kıyılarındaki Ragusa (Dubrovnik) Kent Cumhuriyeti temsilcisine ait bir bina bulunuyordu. Kent devleti zaman içinde ortadan kalkınca bina yerine Profesör Copello’nun dans okulu açıldı. Copello’nun yerine daha sonra Beyoğlu’nun en ünlü mobilya*mağazasının sahibi Mösyö Psalty, arkasından da cumhuriyet döneminin ünlü dans hocası, genç cumhuriyete tangoyu öğreten adam olarak bilinen Mösyö Panosyan geldi.
Masonlar Locası’nın bitişiğinde küçük ama oldukça önemli bir bina bulunuyor. Binanın girişindeki plaketten de anlaşılacağı gibi burası ünlü Macar bestecisi Ferenc (Franz) Liszt’in İstanbul’a geldiğinde kaldığı ev. Daha doğrusu Liszt, bir zamanlar bu binanın yerinde olan ve yanan ahşap evde kalmış. Evin asıl sahibiyse Avusturya-Macaristan vatandaşı piyano satıcısı Alexander Commendinger. Commendinger Ailesi piyano yapımı ve satımında İstanbul’da bir numaraydı. İstiklal Caddesi üzerinde iki dükkanları vardı. Birisinin adı “Toumisseur de sa Majestd Impdriale” yani “sultanın sarayında müzik alet ve notaları satan bir firma”ydı. Emest Commendinger, “pianola” adı verilen, delikli müzik rulolarıyla çalışan mekanik müzik aletlerini bu dükkanda sergiliyordu.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasında Gelişmelerden Yansıyanlar
Askerlerin Konuşlandırılması
Sadrazam metrisleri terk ettikten sonra asaletli Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa ve asaletli Vezir Kara Mehmed Paşa ile Deli Bekir Paşa, Binamaz Halil Paşa, sipahi ve silahtar ağaları, cebecibaşı, topçu başı, Sadrazamın otağına geldiler. Burda bir saat süren bir toplantı yapıldı.
Din düşmanının yaklaşması halinde metrislerdeki askerin olduğu gibi yerinde bırakılması, bütün paşaların kendi kapıları ve vilâyetlerinin” atlı birlikleriyle gâvura karşı çıkıp savaşa girmeleri konusunda tam bir anlaşmaya varıldı. Herkeste yaygın olan inanış, Allah’ın yardımıyla düşmanın püskürtülüp bozguna uğratılacağı, böylece kalenin de rahatça ele geçirileceği yolundaydı. Toplantıdan sonra adı geçen kumandanlar otağı terk ettiler. Kara Mehmed Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa, Sipahi ve silahtar ağalarıyla cebecibaşı; Sadrazamın kethüdasının çadırında bir süre daha kaldılar.
Bir süre sonra, gâvurların yürüyüş yolunu sağdan ve soldan incelemek üzere Sadrazam atına bindi; yukarda sözü edilen kılavuzlarla birlikte yola çıktı. Gâvurların gelmeleri beklenen yolları gözden geçirip tekrar geriye döndü.
Kara Mehmed Paşa, Serasker İbrahim Paşa, Bekir Paşa, Halil Paşa ve İslâm ordusunu korumakla görevli öteki kumandanlar orduyu hümayunun çevresin de yer alıp, çadırlarını ırmak kıyısından Hüseyin Paşanın bulunduğu yere kadar uzanan alanın içine kurdurdular.
İkindiye doğru kudretli Tatar Hanı geldi. Üç saat süreyle genel durumun ayrıntıları hakkında konuşulup savaş ve döğüş için gerekli tedbirler tartışıldı. Birlikte yemek yendikten sonra Tatar Hanına çok ince bir kumaş üzerine samur kürk geçirilmiş bir kaftan ihsan edildi. Bundan sonra da Han, kendisine eşlik eden iki yüz yağmacı Tatarla birlikte kendisine ayrılmış olan yere giderek orda ordugâh kurdu.
Altmış Şahi topuyla iki Kolombrine topu metrislerden çekilip gâvurların gelmesi beklenilen üç yolun karşısına yerleştirildi.
Sol kanattaki tımarlı sipahilerin hepsi metrislerden çıkarılıp kendilerine emredilmiş bulunan yerlere geçtiler.
Bugünkü toplantı sırasında devletlû Sadrazam, paşalarla birlikte kendisinin de en ön saflara gitmek istediğini buyurmuşlardı. Fakat savaş meclisinin uzağı gören üyeleri, onun otağında orduyu hümayunun kalbinde taştan bir dağ gibi dimdik durup kalmasını daha doğru buldular. Böylece Sadrazamın yerinden kıpırdamaması kararlaştırıldı.
Macarlardan durmadan yeni erzak arabaları geliyordu. Bu erzakın Cellat Çadırı önünde her zamanki pazar fiyatı üzerinden satılması konusunda daha önceden verilmiş olan buyruk uygulanmaktaydı.
Sadrazamın Padişahın yanındaki vekili Vezir Koca İbrahim Paşa’dan çadırcı basısı Daltaban Uzun Mustafa bir takım mektuplarla geldi.
Orduların Karşılaşması
Devleti Sadrazam maiyetiyle birlikte ordugâhın çevresini gözden geçirmek üzere at gezintisine çıkıp öğle üzeri tekrar otağına döndü. Öğle namazından sonra Kara Mehmed Paşa’dan, düşman ordusunun biri ırmak kenarından, öbürü ordugâhın üst yanından olmak üzere iki yoldan gelmekte olduğu ve üç saatlik yere varmış oldukları yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine Sadrazam, bütün maiyet ve hizmet halkıyla, silahtar ve sipahilerin silahlanıp davul ve sancakla birlikte hazır olmalarını buyurdu.
Bosna Beylerbeyi Hızır Paşa kendi vilâyetinin bütün askeriyle birlikte adadaki yerlerinden çekildi. Yerine Eflak ve Buğdan beyleri, Saruhan Sancakbeyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın ağalarından Maden Ağa ile Recep Ağa konuldu.
Metrislerden Sadrazama gelen bir haberde, Rumeli kolunda kale duvarına kadar varılmış ve buraya bir lağım yerleştirme hazırlığına geçilmiş olduğu bildirildi. Bu güzel habere çok sevinen Sadrazam, lağımın sabaha kadar hazır edilmesini emretti.
Geceleyin Tatar Ham yirmi tane Alman tutsak yakaladı. On dokuzunun boynunu Vurdurup bir tanesini Sadrazama gönderdi. Bu tutsak sorgusu sırasında şunları söyledi: “Gâvurlar iki yoldan geliyorlar. Aralarında kırk bin askerlik ordusuyla Polonya Kiralının kendisi de bulunmaktadır. Alman Kayzeri de yanındadır. Onun da kırk bini atlı ve otuz bini yaya olmak üzere yetmiş bin askeri vardır. Yanlarında iki yüz tane ağır ve hafif top getirmektedirler. Yarın sabah, İslâm ordusuna karşı hücuma geçmek niyetindedirler.”
Her türlü kuşkudan uzak bu apaçık ifade karşısında Sadrazam bütün orduyu savaşa hazır duruma geçirmek gerektiği kanısına vardı. Gerekli buyrukları dört bir yana yollattı’ Böylece İslâm askeri bütün gece boyunca gökteki yıldızlar gibi uykudan uzak ve uyanık kaldı. Bu hal gün ışıyıncaya kadar sürdü.
Yeniçeri ağası bir miktar yeniçeriyle metrisler^ den çıkıp, gerektiğinde yaya askerini dışardan korumak için savaşa hazır bir halde bekledi.
Zağarcı kolunda üzerinde çalışılmakta olan iki lağımdan birisi gâvurlar tarafından keşfedildi ve bunu zararsız hale getirmek için ellerinden geleni yapmağa başladılar. Anadolu Beylerbeyi Osman Paşazade Ahmed Paşa derhal karşı tedbirleri aldırıp öteki lağımı patlattırdı. Gâvurlardan bir haylisini toprağa gömdü. Bir kelle ele geçirildi.
Geceleyin, gâvurlar, çok sayıda fişek attılar. Bu onların artık ne yapacaklarını bilemez hale geldiklerini ve çok acele yardıma ihtiyaçları bulunduğunu göstermekteydi. Rumeli Beylerbeyi Hocazade Arnavut Haşan Paşa, da sol kanadının sancağıyla metrislerden dışarı çıktı.
0 notes
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yedikule’den Topkapı’ya Yolculuk
İstanbul’un en etkileyici tarihi eserlerinden olan surlar, Bizans İmparatoru Theodosios ve ardılları tarafından inşa edilmiş, Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı eklemelerle bugünkü heybetine ulaşmış. Marmara Denizinden başlayarak Haliç’e doğru devam ettiğinizde zaman içinde kaleye dönüşen Yedikute’yi göreceksiniz. Edirnekapı’ya gidene kadar çok sayıda sürpriz çıkacak karşınıza.
Bizans, bugün Topkapı Sarayı olan yerde kurulmuş küçük bir şehirmiş. Etrafını çeviren ve türlü saldırılara dayanabilmiş surları 196 yılında şehri alan imparator Septimus Severus tarafından yıktırılmış, ancak oğlu Caracalla, babasını ikna edince surlar yeniden inşa edilip 500 metre daha batıya kaydırılmış. Şehrin büyüklüğü ikiye katlanmış. Ne yazık ki ne ilk yapılan surlardan ne de Severan Hanedanı’nın yaptıklarından günümüze ulaşan olmuş.
324 yılında imparator Büyük Konstantin, Bizans yeni başkent ilan etmiş ve adım Nova Roma (Yeni Roma) koymuş. Nova Roma’yla ilgili büyük projeleri varmış imparatorun. Şehri geliştirmek için başlattığı imar planlan ise oğlu ve halefi II. Konstantios tarafından devam ettirilmiş. Kenti çevreleyen ve Severan Hanedanı döneminde yapılmış olan surları daha da batıya kaydırarak inşa ettirmiş Konstantin. Böylece şehri eskisine göre daha büyütmüş. Bizzat çizdiği planlarla imar edilen şehir, bugün bile Sultanahmet Meydanı ve çevresini gezenlerin hayranlığım kazanıyor.
413 yılında İmparator Theodosios surları bulundukları yerden 1,5 kilometre daha batıya taşıyarak bugünkü konumuna kavuşturmuş. 447 depreminden sonra Hun İmparatoru Attila’nın yaklaştığı haberinin ardından tek duvarın surların yetersizliği fark edilince surların önüne ikinci bir duvar ve hendek eklenmiş.
740 yılındaki depremden sonra İmparator III. Leo surları baştan başa tamir ettirmiş. İmparatorların XI. yüzyılda Blachemae Sarayı’na taşınmasıyla sarayın etrafındaki duvara 13 yeni burç ilave edilmiş. Surlar 1509’daki depremden sonra büyük bir tadilattan daha geçirilmişler.
Şehrin savunması, aralarından bir yol geçen iç ve dış duvarlardan oluşan surlar ve önlerindeki hendeklerle sağlanmış. Yaklaşık olarak her 55 metrede bir -kule inşa edilmiş. Asker ve siviller kulelerin arasındaki kapılardan geçiş yapıyorlarmış. Genellikle j yolun sonundaki yerin veya çevredeki önemli binaların adıyla anılan kapıların ismi çok sık değiştirildiği için bugün bile isimler üzerindeki tartışmalar sürmekte. Haliç’te gerili olan ağır zincirler ve şehrin denizden kuşatılmasının zor olması yüzünden imparatorlar sahil surlarını çok güçlü yaptırmamışlar. Bugün Sarayburnu, Cibali, Fener, Balat ve Marmara kıyısında sahil surlarının kalıntılarını görebilirsiniz.
Tarih boyunca surlar sadece iki kez geçilebilmiş. 1204 yılındaki Haçlı Seferi ile Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u aldığı 1453 Kuşatması sırasında. Sahil surlarının bir kısmı yol genişletme veya tren yolu yapım çalışmalarına kurban edilmiş. Kara surlarının ve Marmara Denizi boyunca uzanan Propontin Surları’nın restorasyonu 1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıl Kutlamaları kapsamında yapılmış.
1980’li yıllar boyunca surların Yedikule ve Belgradkapı arasındaki bölümü eski taş işçiliğine önem vermeden yeniden inşaedildi, tarihi doku ciddi hasar gördü. Yapılan hızlandırılmış çalışmalar sonucu ortaya özensiz bir restorasyon çıktı. 2006 yılında surlar üzerindeki çalışmaların ikinci bir incelemeye kadar durdurulmasını öneren UNESCO’nun haklı eleştirilerine zemin yarattı.
Kimin Surları?
Sık sık Theodosios Surları olarak tanımlanmalarına rağmen, II, Theodosios surlaryapılırken henüz yedi yaşında bir çocukmuş. Surlar aslında onun naibi Anthemius’un eseridir.
Mermer Kule
Havaalanından şehir merkezine sahil yolundan geçerek geldiğinizde eski İstanbul’a ait göreceğiniz ilk eserlerden biridir Mermer Kule. Kara ve deniz surlarının birleşme noktası olan Mermer Kule’nin bir zamanlar bir saray ya da bir kalenin parçası olduğu düşünülüyor. Adnan Menderes zamanında surların önüne denizin doldurulmasıyla yapılan Sahil Yolu bir suikaste kurban giden ABD Başkanı J. F. Kennedy’nin adını taşıyor.
Roma Gibi…
Kara surları tamamlandıktan sonra surların içinde kalan “Yeni Roma” da aynen İtalya’daki “Roma” gibi yedi tepenin üstüne yerleşmiş.
Sayılarla Surlar
Kara ve deniz surlarının toplam uzunluğu: 20.5 km. • Mermerkule’den Ayvansaray’a kadar surların uzunluğu: 6.5 km. •             İç surların yüksekliği: 12 m. •             İç surların genişliği: 5 m. •             Dış surların yüksekliği: 8.5 m. •             Kapı sayısı: 81 m •             Kule sayısı: 96 (dış sur) + 96 (iç sur)m •             İç ve dış surlar arasındaki mesafe: 15-20 m. •             Hendeğin eni: 20 m. •             Hendeğin derinliği: 10 m.
1 note · View note
ist-sehirrehberi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Topkapı’dan Ayvansaray’a Giderken Görülmesi Gereken Yerler
Emin Baba Tekkesi
Edimekapı’da yolun karşısına geçtiğiniz zaman göreceğiniz Emin Baba Tekkesi, konak tarzı Bektaşi tekkelerinin en güzel örneklerinden. Sultan Abdüla-ziz’in annesi Peıtevniyal Valide Sultan tarafından Bektaşi tekkelerinin kapalı olduğu dönemde onarılması, Bektaşiliğin gücünü göstermesi açısından önemli. 1997 yılında yenilenen tekke, arka bahçesindeki mezarlıkta bulunan gri mezar taşlarıyla da ilgi çekiyor.
Osmanlıların şehre ilk girdikleri yer: Ahşap Hipodrom Kapısı / Kerkoporta
Edirnekapı’nın kuzeyinde yer alan ve geçmişte bu civarda bulunan hipodrom yüzüne 01ı Ahşap Hipodrom Kapısı olarak adlandırılan kapıdan Fatih Sultan Mehmed’in Yeniçeleri ilk kez şehre girmeyi başarmış. Hemen yakınındaki burç ise Ulubatlı Hasan’ın Osmanlı sancağını dikmek için tırmandığı yer (Topkapı metro istasyonuna onun anısına adı verilmiş). Bu arada “Kerko” Yunanca kuyruk demek, hipodromdaki atlardan geliyor, aynı bir sonraki kapının adının nal olması gibi.
Eğrikapı
Bizanslılar döneminde burada atlar için nal (kaligae) yapılan bir yer varmış. İmparator Manuel Komnenos bir kapı yaptırınca adı “Poıta Kaligaria” olmuş. Bugünkü adıyla Eğrikapı’nın girişinde, Eyüp Sultan’ın yeğeni Hazret Hafız’ın türbesi var. Hazret Hafız’ın VII. yüzyıldaki Arap Kuşatması sırasında öldüğü sanılıyor. 1453’te Türklerin çoğu bu kapıdan şehre girmiş.
1939 yılına kadar bu kapının yanında, Bizans döneminden bu yana Yahudiler tarafından kullanılan bir mezarlık varmış. Buradaki mezar taşları günümüzde Hasköy Mezarlığına taşınmış. Surları geçip soldan iç aşağı doğru yöneldiğinizde yüksek bir duvarın arkasında XIX. yüzyıl Rum Ortodoks kilisesi olan Panayia Suda’yı görürsünüz. Kilisenin içinde sinir hastalıklarından muzdarip olanlara iyi geldiğine inanılan ayazma var. Cemaat kalmadığından kilise hep kapalı, o yüzden ayazmayı görme şansınız yok gibi.
Soldaki kapıdan dışarı çıktığınızda Belgrad Ormanı’ndan getirilen suyun iki son toplama noktasından biri olan Mimar Sinan’ın yaptığı Kırkçeşme Maksemİ’ni göreceksiniz. Maksem 2009 yılında restore edildi. Son toplama yerlerinden İkincisi ise Taksim Meydanı’nda anıtın arkasındadır.
Tekfur Sarayı’ndaki Atölye
BizanslIların saraylarını birçok binadan oluşan kompleks tarzında inşa etme gelenekleri burada da bozulmamış. XIII. veya XIV. yüzyılda inşa edilmiş olan Tekfur (Porphyrogenitos) Sarayı, yanı-başındaki Blachemae Saray kompleksinin önemli bir parçası olarak yapılmış. Porphyrogenitos “mor ya da porfir rengine doğmuş” demek. Mor kraliyet rengi olduğu için bu Bizans imparatorları için de kullanılan bir tanımlama. Mermer ve tuğla ile yapılan sarayın dış yüzey süslemeleri iyi durumda. Yıllardır bitmeyen restorasyon dolayısıyla içeriye girmenin mümkün olmadığı binanın terkedildiği yalnızlık inşanın içini acıtıyor.
Saray Türkçe ’de Tekfur (İmparator) Sarayı olarak tanınmış. Sarayın ilginç bir öyküsü var. Fetihten sonra bir süre zürafa gibi değişik hayvanların olduğu küçük bir hayvanat bahçesi, olarak kullanılmış. 18. yüzyılda çini ve seramik üreten bir atölye olarak yeni hayatına başlamış. İznik fırınlarında üretilenlere göre daha düşük kalitede kabul edilse de, bu seramikler bugün bile çok değerli. Örneklerini İstanbul Arkeoloji Müzelerindeki Çinili Köşk’te görebilirsiniz. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru çini üretimi durdurulup bina düşkünler evine dönüştürülmüş. Robert Koleji (bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) kuran Cyrus Hamlin, 1860’larda okulu saraydan geri kalan bölümde kurmayı bile düşünmüş.
Rum Kiliseleri
İstanbul’da 96 tane Rum Ortodoks kilisesi var. İo’u manastırı 12’si mezarlık, 2’si kurum kilisesi. 1 özel, 7 tane de temsilcilik statüsünde kilise var. Kiliselerin 53 tanesi Tanzimat öncesinde, 42 tanesi Tanzimat sonrasında yapılmış. Bir tek Panayia Muhliotissa Kilisesi Bizans döneminden kalmış.
İvaz Efendi Camii
1580’lerde yapılan caminin geleneksel bir cümle kapısı yok. Ana girişin üstünde Mimar Sinan tarafından yapıldığı yazılı ama Sinan’ın tezkerelerinde adı geçmediğinden yine de mimarı hakkında kesin konuşulamıyor. Blachernae Sarayı’nın kalıntılarının üzerine inşa edilen caminin tek minaresi kıble duvarının köşesine yapılmış, mihrabı ise harika İznik çinileriyle donatılmış. Kazasker İvaz Efendi’nin aslında bir külliye olarak yaptırdığı eserden < geriye sadece bir çeşme ve bahçesinde İvaz Efendi’nin de yattığı hazire kalmış.
Tepeden aşağı biraz inince sağda göreceğiniz 1513 yılında inşa edilen Emir Buhari Tekkesi, XIX. yüzyılda yeniden yapılmış. Baştan aşağı restorasyon ise 2009 yılında oldu.
Blachernae Sarayı
Haiiç kıyılarında kara surları ve deniz surlarının birleştiği yere yakın bir yerde bulunan Blachernae Saray kompleksi 500’lü yıllarda İmparator Anastasios tarafından yapılmış. Adını yakınlardaki çok saygı duyulan bir ayazmadan alan saray, ayazmayı ziyaret eden imparatorluk ailesi tarafından kullanılmış. XI. ya da XII. yüzyılda hanedan Sultanahmet’teki Böyük Saray’dan buraya taşınınca geniş ölçüde yeniden inşa edilmiş. 1204 yılından 1261’e kadar süren Latin İşgali döneminde Büyük Saray virane bir halde bırakılmış ve imparatorlar burayı sürekli olarak kullanmaya başlamışlar. Batılı yorumculann arkasından ağıtlar yaktığı görkeminden ne yazık ki bugüne çok az şey ulaşmış: Tekfur Sarayı, tepedeki birkaç yapı Anemas Zindanı ve II. Isakios Angeios Kulesi.
Civardaki Ayvansaray (Eyvan Sarayı) semti adım görünüşe göre saraydan almış. “Ayvan” Farsça bir kemerle dışarı açılan dikdörtgen mekân anlamına gelen “eyvan” kelimesinin bozulmuş hak.
Anemas Zindanı
Bhchemae Saray kompleksinin bir parçası olan bu hapishane birçok tutsak ağırlamış. Bunların arasında burada öldürülen imparatorlar II. Isakios Angelos ve IV. Aiexios Angelos da var. Orijinal binada, zindanın üç kata dağılmış 42 hücresi varmış. Girit Adası’nın Arap emirinin soyundan gelen Michael Anemas XII. yüzyılda İstanbul’a mahkûm olarak getirilmiş. Cesur davranışları sayesinde Bizans imparatorunun saygısını kazanmış. Anemas, Alexios Komnenos’a karşı bir ayaklanmaya karışmış. Sakalları yolunarak paçavra kıyafetler içinde, sokaklarda gezdirilme cezasına çarptırılmış. Şanslıymış, imparatoriçe ona acımış ve kocasına onu kör yapmaması için yalvarmış. Anemas, adını taşıyan zindana atılmış. Zülfü Livaneli Şahmaran filmini bu zindanda çekmişti. Zindan 2010 yılında restore ediliyordu. İnşallah yakında biter.
Gizli Mezarlık
Ayvansaray’da kara surlarının deniz surları île birleştiği yerde* XVII. yüzyılda yapılmış ancak 2009’da yeniden inşa edilmiş küçük Hacı Hüsrev Mescidi var. Mescidin bahçesinden kara surlarından geriye kalan son üç kulenin nefes kesen manzarasını seyredebilirsiniz. Burada duvarların önünde küçük ve güzel bir mezarlık var. Ebu Şeybet-ül Hudri’nin türbesi de burada. Bu mezarlıkta Hz. Muhammed’in yoldaşları olduklarına inanılan Ebu Ahmet El Ansari ile Hamidullah Et Ansari ve 1453’te şehrin fethinde görev aldığına inanılan Toklu İbrahim Dede de yatıyor.
1990’da yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’da 180 tanesinin yapısı duran 200 civarında ayazma var. Zarif Mustafa Paşa Yalısı’nın bahçesinde bile Bizans döneminden kalma bir ayazma bulunuyor. Arnavutköy’deki Ayios Nikolaos örneğinde olduğu gibi ziyaret ettiğimiz ayazmaların bir kısmı çok kötü durumdaydı. Üzüldük, çünkü bütün eserler bu ülkenin zenginliklerinin bir parçası.
Blachernae Ayazması
Bugün Ayvansaray Kuyu Sokağı’nda bulunan ve iyileştirici gücüne inanılan ayazmaya Hıristiyanlık öncesi dönemde de insanlar geliyormuş. 451 yılında İmparator Marcian’ın eşi Pulcheria, burada bir kilise inşa ettirince önemi daha da artmış. Kutsal topraklardan dönen iki hacı Meryem Ana tarafından giyildiğine inanılan, Kudüs’ten çaldıkları giysileri bağışlamışlar. Burası şehirdeki en kutsal mekân haline gelmiş.
Bu yüzden kilise ve bölge imparatorların çok sık ziyaret ettiği bir yer halini almış ve zamanla buraya bir saray yapma ihtiyacı doğmuş. Öyle inanılmış ki buranın gücüne, 627 yılında Avarlar’a karşı savaşan askerleri cesaretlendirmek için Bakire Blacherniotissa’nın şehir surları üzerinde görüldüğü rivayeti yayılınca kimse şaşırmamış. Bugün hala Avarları yenme yıldönümünde kutlama yapılıyor. Orijinal kilise 1434’te bir yangında hasar görmüş, ayazma XIX. yüzyılda zarif bir kubbe eklenerek yeniden yapılan  kilisenin içinde kalmış.
0 notes