İstanbul Life... Vakit geçirmeyi keyfe dönüştüren site.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

Hikâyelerle Türkiye Tarihinden Kesitler
8 Öğretmen Geleneği Bozdu
ifköğretmen Okulunu bitirenlerin okul gizli fişlerinde “Teroton tayin olunmak istediği üç ilin adı” diye bir hane vardır. Gündüzlü mezunlar bu hanenin karşısına bir ilin, yatılı mezunlar ise üç ilin adını yazarlar. Gündüzlü mezunlar genellikle tercihan istedikleri belirli bir il emrine atanırlarken; yatılı mezunlar zayıf bir ihtimalle üç ilden birine, kuvvetli bir ti ti maile de üç ilin dışında bir başka il’e atanırlar. Hal böyle iken yatılı mezunlar da ne olur, ne olmaz düşüncesiyle üç il adını yazmaktan kendilerini alamazlar.
Bu, yıllardan beri genellikle hep böyle gelegelmiştir. Fakat bu yıl Diyarbakır İlköğretmen Okulunu bitiren sekiz genç öğretmen geleneği bozdu. Alaaddin Bayraktar, M. Şahin Garip, İbrahim’ Şenyiğit, Kasım Aydın. M. Nuri Kaya, M. Ali Noyan, Cemal Oğuzhan, İzzettin Yüksekova “Tercihan tayin olunmak istediği üç ilin adı” bölümünün karşısına şu cümleyi yazdılar : “Türk bayrağının dalgalandığı her yer.”
Sosyal Adalet
Arşları, Eşek ve Tilki ava çıkmışlar… Bir hayli hayvan vurup dönmüşler. Arslan eşeğe “Haydi şunları pay et!” demiş… Eşek de avları üç eşit parçaya bölnüş… Arslan kükremiş: “Hani benim arslan payım!” Ne arslan payı yahu? Üçümüz paylaşacağız!” Arslan ‘kızıp bir pençede eşeği öldürmüş ve tilkiye dönmüş “Hadi sen pay et!” Tilki ellerini ovuşturmuş : “Aman efendim, siz ormanlar kralı, hayvanların padişahı dururken pay etmek ne demek? Hepsi sîzin! Buyrun afiyetle yeyin!”
Arslan hayretle sormuş : “Sen bu sosyal adaleti ne zaman öğrendin?” Tilki boynunu bükmüş : “Eşeğin akıbetini gördükten sonra!”
Şükrü Babasına Telefonda Ne Dedi
Şükrü bir halt etti ki sormayın! Şükrü de kim? Önce Şükrü’yü tanıtalım. Şükrü, Tıp Fakültesinde okuyan bir Karadenizli öğrenci. Geçenlerde memleketteki babasına telefon etti, işte ne olduysa o telefonda oldu. Çok ayıp etti Şükrü! ‘Ne etti bilir misiniz? Babasına “Alo!” dedi. Babası çok kızdı buna! Tuttu oğluna bir mektup döşendi ki aman Allat! “Oğlum Şukri!” diye başladı mektuba İstanbul’a kitip kirk paralık drp dağsili etmakla delefonda bapana alo deyisun. (Bu ne demektur? Oğlum Şukri, işittim ki İstanpul’e kittiğinde adalara modalara
kitimissun! Ren dağsildar bapan, uç seneluk hizmet-i askeriyemde Kasimpaşa’dan başka bir yere kitmemişumdur! Oğlum Şukri, işittim ki İstampul’e kittiğunde Mimoza’ya ki ti muşsun! O ne çeşit bir çiçektur? Ondan pize de könder pizde de pirduri bulunsun. Pen de sana purodan megonya köndereceğum. Oğlum Şukri, işittum ki picamana sekiz dane cep yaptirimissun. Ren dağsildar bapan, kiymağa bandolon bulamirum! Oğlum Şukri, işittim ki Ankara’ya gittiğunde Pahçelievler’ den Ulus’a otobüsle kitimussunf Ren dağsildar bapan, Gopuk Mistafa’dan on beş lira dağ-sil etmek içun, Maçka’dan Dirabzan’a yaya kitirum.
Oğlum Şukri, işittum ki dip dağsilini pirakup, Gadîstiracı olmak istimissun.Gadistiracilik te hacimluk kadar peseriyete hizmet eden pir meslektur. Keçenlerde, dayun Hasan’ların köyüne kittum da doyun anlattı : Pizum köyde şimdiye kadar erazi , kavgasi yüzünden her sene peş alti kişi ölürdü. İci seneden peri ölümler de olmayi, kavgalar da olmayi, çinkum fçi sene evvel köylerinin gadistirası yapilmiş ta ondan imiş. Ru sebebden senun da gadistiraci olmana heçumluk kadar memnun olirum. Oğlum Şukri, şimdi sana elli lira könderirum. On lira könderecektum, yanumda gornşilar olduğu rçun udandum elli lira fcönderdum. Onun içun alur almaz ’kirk lirasını keri delliyesu
Gülmek Bile Vatan Hainliği Sayılırdı
Şimdi size, yaygın bir deyimle “Tarihten bir yaprak” aktaracağız. Hem de çak uzak bir tarihten değil. Mürekkebi bile kurumayan bir tarihten.
1958 yılı Ağustos ayının 21’inci günü. Yer, Türkiye “Büyük Millet Meclisi. Konu, Amerika’nın Lübnan ve Ürdün’deki iktidarları korumak için bu ülkelerin içişlerine askeri müdahalede bulunması… Yani düpedüz çıkarma yapması… Bu konuyla ilgili Türk politikası Mecliste tartışılıyor. Kürsüde, devrin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu vardır ve Amerika’nın bu davranışını savunmaktadır:
“Müttefikimiz Birleşik Amerika civanmerdane bir hareketle, dünya çapındaki mesuliyetinin kendisine yüklediği vecibeleri müdrik bir celadetle derhal harekete geçiyor ve boylece bizim inancımız yani küçük devletlerin istiklaline ve emniyetine ve onların her ne şekilde olursa olsun tahrikler, bilvasıta taarruzlar karşısında müdafaa edileceğine dair olan inancımız, bir anda evci bâlâsını buluyor. Bu hareket karşısında Türkiye’ye düşen vazife ne idi? Elbette ki, bu
civanmerdane hareketi ve belki, bizim de teşvik ettiğimiz bu civanmerdane hareketi desteklemekti.
(CHP’li bir mebusa hitaben) Gülmek Bizim vazifemiz Amerika’yı küçük devletlerin yardımına gitmeye teşvik etmektir. Sen gülüyorsun, bu hareketinle vatana ihanet ediyorsun!
-Kime söylüyorsun?
– Gülüşünüze cevap veriyorum.
– Sözlerinizi aynen iade ediyorum.
– Senin hareketin beni bu sözleri söylemeye mecbur etti.
– Ben gülmüyorum.
– Gülmüyorsanız mesele yok. Şimdi “bir lahza” tevakküf eyleyin ve nereden geldiğimizi düşünün. Amerika’yı böylesine savunan Türk Dışişleri Bakanı ve bu bakanın kendisini gülerek dinleyen muhalefet. milletvekilini vatan hainliği ile suçlaması, bu milletvekilinin de bu damgadan ancak “Gülmüyordum” diyerek kurtulabilmesi… Nereden nereye geldiğimizi bir düşünün ve de sevinin. Değil Amerika’nın politikasına karşı çıkmak, gülümsemenin bile insanı vatan haini yaptığı günler…
Şimdi o günler çok geride, hepimiz rahatlıkla dostumuzu düşmanımızı biliyor ve “Tam Bağımsız Türkiye” diyebiliyoruz. Tam Bağımsız Türkiye ülküsü nedir? Doğru sıfatının, sapına kadar doğrusu… Doğru sıfatının en serti ve en sivrisini profesör unvanının başında taşıyan Muammer Aksoy bunun ne demek olduğunu, “Atatürk’ün Işığında Tam Bağımsızlık İlkesi” adlı kitabında ortaya koyuyor. Yukarıdaki o bölümü de, bu kitaptan aktardık. Türkiye tam bağımsız mıdır” değil midir? Aslında bu çok ağır bir ithamdır. Ve her şeyden önce, bu sorunun cevabı verilmelidir. İster yanlış olsun, ister doğru olsun… İddia yanlışsa bu yanlışlık objektif ölçülerle ispat edilmelidir. Eğer doğru ise, o zaman da bu gerçekleri ileri sürenleri haksız ve insafsız suçlamalar sayesinde yıldırarak susturmak, bağımlı durumun bütün ulusal sakıncalarına katılma ve gelecekte bu bağımlılığın daha büyük felaketler yaratmasına göz yummayı savunma anlamına gelir.
İşte Prof. Muammer Aksoy bu noktadan çıkıyor: Atatürk bugün sağ olsaydı, yine bütün ülkücülüğü ile şöyle diyecekti : Rusya’nın zorla istilasına olduğu gibi, Amerika’nın dolambaçlı yoldan istilasına razı olmak da asla! Ne Amerikan düşmanlığı. Ne Amerikan uşaklığı!” Aksoy, merhum Yavuz Abadan’ın adına düzenlenen armağan yarışmasına katıldığı bu kitabının sonunda şöyle bir istekte de bulunuyor : “Atatürk’ün bu sözlerinin, tüm okulların ve TBMM’nin duvarına kazılmasını öneriyoruz.” O sözler de aşağıda : “Tam bağımsızlık demek, elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” Bu sözlerin altına, imzasını atmayacak Türk var mıdır acaba? Eğer varsa, biz de ona, en azından gülerek bakarız. Hem de vatan haini damgasını yemeden… Çünkü o Köprünün altından, 1958’den bu yana çok sular geçti.
0 notes
Photo

Katliamdan Sonra Bir Genç Kız
Antalya’dan kalkan otobüs Eskişehir’e yaklaşmak üzereydi. Arkadan bir feryat koptu… Genç bir kız ayağa fırlamış, yanında oturan yaşlı kadıncağızın da kolundan çekerek sürüklemeye çalışıyordu:
“İmdat, imdat! Bizi kaçırıyorlar. Vallahi anneciğim, doğru söylüyorum, bizi kaçırıyorlar.”
Herkes yerinden fırladı. Acaba arkada ne oluyordu? Ortam öyle bir ortamdı ki, her şey olabilirdi. İlk şaşkınlık çabuk geçti, kimsenin kimseyi kaçırdığı yoktu. Ama genç kız bağırıyordu:
“Anneciğim, anneciğim bizi kaçırıyorlar. Kurtarın bizi!”
Neredeyse annesiyle birlikte pencereden atlayacaktı. Annesi ve diğer yolcular genç kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama nafile! Genç kız bir kez kaçıracaklar korkusuna kapılmıştı. Kızcağızın ruhsal bir bunalım geçirdiği ortadaydı. Zavallı kadıncağız bir taraftan evladını yatıştırmaya çalışırken, bir taraftan da etrafa dert anlatıyordu:
“Hukukun son sınıfında… Üniversiteye bomba attıkları gün oradaymış. Canını zor kurtarmış. Arkadaşlarının parçalanıp öldüğünü görmüş. O günden beri bu hale geldi. Doktorlar, sakin bir yere götürün bu çevreden uzaklaştırın, dediler. Aldım Antalya’ya getirdim, hiçbir şey değişmedi. Hep böyle! Okutmazolaydım. Ne kısmetler çıktı vermedim. Okusun, dedim. Ağzım tutulaydı. Yavrum bu hale geldi.”
Genç kız hâlâ aynı korku içinde çırpınıyordu : “Bizi kaçıracaklar anneciğim. Hani İstanbul’a gidiyorduk. Bak Antalya yazıyor.”
Kadıncağız yalvarıyordu: “Yapma kızım, güzel evladım, kimsenin bizi kaçıracağı yok. Bak burada beyler, hanımlar var, hepsi bizi koruyor. Kimse seni bırakmaz. Kim kaçıracakmış, niçin kaçıracakmışlar. Korkma güzel yavrum.”
“Hayır anneciğim kaçıracaklar. Seni de etkilemişler, bizi kaçırıp öldürecekler. Açın kapıyı inelim.”
Kadıncağız perişan olmuştu:
“Görüyorsunuz halimi, kendime mi yanayım, evladıma m” yanayım! Ben de kalp hastasıyım. Bana da bir ha! olacak…”
Bütün yolcular hem kadıncağızı, hem de kızını ellerinden geldiği kadar teselli etmeye çalışıyorlardı. Herkes son çareyi Eskişehir’de bulmuştu: “Eskişehir’e gelelim, otobüsten insin, biraz hava alsın iyileşir inşallah. Otobüs sıktı zavallıyı…”
Eskişehir’e gelindi ama kızcağız daha fena oldu. “Kaçıracaklar bizi!” diye çırpınıp duruyordu. Derken annesi de fenalaştı. Bir taksiye koyup ikisini de hastaneye yolladılar. Sonrasını kimse bilemedi. Otobüs, yolcularını alıp gitti. Yolcu yolunda gerekti…
0 notes
Photo

Türkiye’nin 1970 Yıllarındaki Siyasi Nabzından Bir Enstantane
İşte böyle Süleyman Bey! Meşru zemin İçinde çare istemiyor muydunuz? İşte bulundu! «Bir kırmızı oy fazla çıksın!» demiyor muydunuz? İşte 226 da aşıldı, on kırmızı oy da fazla çıktı.
Güle güle Süleyman Bey! 1978’in ilk günlerinde şöyle bir arkanıza dönüp baksanız. Hep kan görürsünüz. Fidan gibi delikanlılar, aslan gibi babayiğitler, gelinlik kızlar ve bilim adamları… Devri iktidarınızda icat ettiğiniz «cephecilik» bizi buraya kadar getirdi.
Nasıl geldik buraya? Hepsini bir bir sıralamanın gereği yok. Şu ilana bir göz atın ve okuyun;
“Beşiktaş Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Bölümünde 3. sınıfta okurken 27.12.1976 pazartesi günü, insanlık dışı bir saldırıda açtıkları yaylım ateşinde ağır yaralanan, kaldırıldığı Etfal Hastanesinde gösterilen bütün ihtimamlara rağmen 31.12.1976 cuma günü 10 Muharremde bizleri acılar içinde bırakarak aramızdan ayrılan sevgilimiz, ruhumuz, canımız, kanımız, medarı iftiharımız özgürlükçü, aydın, yiğit oğlumuz, ALİ NECİP BOZALİOĞLU’nu (26.8.1954)-(?)…”
Mezar taşına resmini oyduk Zalimin zulmüyle acıyla dolduk Annenin yanma kabire koyduk Kime ne de benim yavrum kime ne! Köz düştüğü yeri yakar ele ne!
UNUTMAYACAĞIZ! Az yaşadı, şerefle öldü. Özgürlük ve vatan uğruna, sadece bu mu?
Bir de İstanbul’un Vali Vekili Burhanettin Ergun’un «yeni yıl mesajını okuyun:
Bilmiyorum basınımız bu sade beyanlarımıza sütunlarında tümüyle yer verebilir mi, ama uzunca da olsa kendilerine hizmet gayreti içinde bulunduğumuz muhterem İstanbul halkının yeni yıllarını en candan dileklerle kutlama heyecanı içinde bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Kısa bir dönem için de olsa kıdemli Vali Muavini olarak bana tevcih edilmiş bulunan şerefli İstanbul Valiliği görevini, hizmetin kapsam ve sorumluluğunu bilerek üstlenmekten duyduğum onuru muhterem halkımıza bu vesile ile iletmek ve paylaşmak isterim.
Halkımızın idareden beklemekte bulunduğu meseleler re idarenin yaklaşım tarzını dile getiren ve çok kere müjdeli hizmet haberlerini de içermesi mutat bulunan bu yılbaşı mesajını sadece iyi temennilere inhisar ettirerek halkının hizmet sorumluluğunu taşıyan bir görevlinin yalnız duygularını yansıtmak istiyorum.
Çetin bir yıl geçirdik. Ben de ikisi üniversiteye, biri ortaokula devam eden üç çocuk babasıyım. Çocuklarımın eve dönüş saatlerini anneleri ile heyecanla paylaşarak bekleriz. Özel bir vasıtamız, özel bir korunmamız yok. Halkımızdan bir kişi ve aile olarak sade yaşarız. Halkımızın geniş bir kitlesinin taşıdığı istek, endişe, değerlendirme ve mutluluk duygularından farklı bir dünyamız yok.
Bu dünyanın en büyük dileği gerçekten mutlu olmak için hudutsuz olanaklara sahip bu ülkede, düşmanlık duygularına dönüşecek görüş ayrılıklarının mutlu bir sonuca ulaşmasıdır.
Bu dileğin giderek yaygınlaşması ülkemizin geleceği açısından ümitleri güçlendirir. Ben bu arzuların yaygınlaştığı kanısını taşıyarak yeni yıl için gerçekten umutlanıyorum. Halkımızın güven ve esenliğine atfettiğimiz önem, her türlü hizmet anlayışının da ötesinde üzerinde özenle durulacak bir hizmet konusudur.Muhterem İstanbulluların yeni yıllarını huzur ve güven içinde geçirmeleri dileklerimi tekrarlar, kutlarım.
Sayın Demirel! Uzun lafa ne gerek. Cumartesi günkü sonucun doğruluğunu ispatlamaya sadece bunlar yeter. Bağrı yanık bir baba ve de «devletsin İstanbul’daki en büyük temsilcisi bakın neler diyorlar…
Anlıyor musunuz? Meşru zemin içinde geldiniz, gittiniz ve meşru zemin içinde yine gelebilirsiniz. Ama bir daha böyle gelmeyin!
0 notes
Photo

Barbarlık Nedir Ve Neye Denir?
İngiliz gazetesi Sunın manşeti bu. Barbarlık! Niçin? İstanbul’da 26 kilo esrar satarken suçüstü yakalanan İngiliz çocuğu Timothy’ye, Türk kanunlarının en hafif cezası verildiği için… Demek, haşmetlû majestelerinin ülkesinde barbarlık kelimesinin karşılığı bu olsa gerek. Oysa Barbarlık kelimesinin anlamını, küstah İngiliz çok iyi bilmesi gerek. Hem şuradan, buradan değil, kendi tarihlerinden… Zira haşmetlû majestelerinin ülkesinin tarihinde barbarlığın ne olduğu o kadar açık ve seçik olarak yazılıdır ki!
Belki unutmuşlardır; onun için tarihin inkâr kabul etmez gerçeğini bir kere daha hatırlatalım. Dünya tarihi afyon savaşı başlığı altında şöyle yazar:
İngiltere’nin Çin ile yaptığı ticaretin en büyük kısmını Hindistan’da yetişen afyonun satışı teşkil ediyordu, 1800 yılında Çin İmparatoru, halkına bu yabancı süprüntüsünü kullanmamasını emretmişti. Fakat afyon kullanılışı, azalacağı yerde arttı. 1767’de Çin’e bin sandık afyon sokulmuştu. 1820’de ithalat 20 bin sandığa ulaştı. 1838’de afyon hakkında İmparatora sunulan bir rapordan sonra, ithalat yasaklandı.
Kanton’a gelmiş bulunan 20 bin sandık afyon müsadere edilerek, yerine sandık başına 5 kilo çay verildi. Oysa bir sandık afyonun değeri 1000 sterlingdi. İngiliz çıkarlarını korumak amacıyla, Ingiliz – Hindistan kumpanyasının temsilcisi, Kanton’un karşısındaki Hong Kong’a gidip yerleşti ve itirazlarına hiçbir cevap alamayınca, iki İngiliz savaş gemisi Kanton’u topa tuttu. Kanton kalelerinde de üç top vardı. Ateşe karşılık verildi, bir Ingiliz gemisi batırıldı ve İngilizierin Kanton ile her türlü ticareti yasaklandı. Çin İmparatoru ülkesine afyon sokan tacirlerin başının kesilmesini emretti.
Bunun üzerine İngiltere, Çin’e savaş ilan etti ve 1840’ta bir İngiliz filosu Kanton nehrini kesti. 1841’de Kanton kalelerinin bombardımanından ve bir öncü birliğin karaya çıkarılışından sonra. Kanton halkı teslim oldu. Kanton valisi İngiltere’ye 6 milyon dolar tazminat verilmesini ve şehrinin afyon ticaretine açılmasını kabul etti. Fakat Çin İmparatoru Valinin verdiği tavizleri kabul etmeyince savaş yeniden başladı. Bu sefer İngilizler Yançe bölgesine çıkarma yaparak Amoy ve
Ningpo’yu ele geçirdiler. İngiliz donanması Yançe boyunca çıkarak, surlarla çevrili Şanghay’ı ele geçirdi. Küçük Mançu kasabasının halkı, İngiliz kuvvetlerine direniyordu. 16 bin Çinli teslim olmaktansa intihar etmeyi tercih etti. Hepsi öldü. Ancak bundan sonra, İngiliz kuvvetleri bu kasabayı aldı ve Çen – Kiyang – Fu’ ya girdi.
Bir ay sonra İngiliz ordusu Nanking önlerine geldi. Savaşta İngiltere sadece 520 kişi kaybetmişti. Çinliler ise 20 bin ölü vermişlerdi. İngilizlerin silah üstünlüğüne karşı koyamayan Çinliler, 29 Nisan 1842’de de Nanking Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmaya göre, Ingilizler, artık Çin’de serbestçe afyon satabileceklerdi.
Afyon savaşını kazanmışlardı. Barbarlık ha! Barbarlık budur İşte! Önce kendi tarihini oku, barbarlığın ne olduğunu öğren, ondan sonra o kelimeyi kullan. 1972 yılında, karşında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti var. 1840’iarın Çin imparatorluğu ve Çin halkı değil.
Ve senin, o haşmetlû unvanın da, 1972’de, artık mizahtan öte bir anlam taşımıyor. Hem haşmetlû olsan ne çıkar? Çanakkale önünde gördük, senin o yenilmez armadanı…
0 notes
Photo

Memleketin En Büyük Eşkıyası
‘Bir hikâyemiz var bugün… Az duyulmuş bir hikâye sanırız Zengin bir adamın, babasının parasında gözü olan bir oğlu varmış. Babası, “Çalış oğlum” demiş, Baba parası fayda etmez, çalış da sen kazan! Baba yaşlanmış, oğlan bir iş sahibi olamamış ve bir gün adam yatağa düşmüş. Ağır hastaymış; oğlunu çağırmış:
Bak oğlum, beni iyi dinle: Şu sandıkta 6000 altın var. Üç bin altın senin, üç bin altın da memleketin en büyük eşkıyasının… Arayacaksın, tarayacaksın, memleketin en büyük eş-kıyasını bulup ona vereceksin. Vasiyetim bu! Eğer dediğimi yapmazsan ahrette iki elim yakanda olur. Ve baba ertesi gün can vermiş… . Oğlan 6000 altını cebine koyup düşmüş yollara. Memleketin en ‘büyük eşkıyasını arıyor. Dolaşmadığı yer, sormadığı kimse kalmamış. Kimi bulduysa Ondan da büyüğü var! demişler. Sonunda kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağın tepesinde yaşayan Kelle Koparan İbrahimi salık vermişler:
Memleketin en büyük eşkıyası odur. Ondan büyüğü yoktur. Oğlan başlamış dağı tırmanmaya. Mevsim kış, zemheri soğuğu. Tipi, bora, fırtına kıyamet… Tırmana tırmana dağın doruğuna yaklaşmış. Birden karşısına silahlı iki adam çıkmış. Kelle Koparan İbrahim’in muhafızlarıymış. Alıp kendisini ağanın
huzuruna götürmüşler. Memleketin en büyük eşkıyası ayı postlarıyla kaplı mağarasında çubuğunu tüttürüp yan gelir yatarmış. Oğlan huzura varınca selam verip derdini anlatmış: . Ağam, babamın vasiyeti var. Memleketin en büyük eşkıyasına üç bin altın bıraktı. Sordum soruşturdum, senden büyüğü yokmuş. Aldım altınları getirdim…
Kelle Koparan İbrahim Zahmet ettin yanlış kapı çaldın oğlum demiş. Bu memleketin en büyük eşkıyası ben değilim! Aman ağa. hazretleri nasıl olur? ‘Herkes sizi söyledi… Değil oğlum, benden de büyüğü var. Filan yerin kadısı Mehmet Efendi, benden de büyük eşkıyadır. Var git ona ‘babanın vasiyetini yerine getir. Ben hakkım olmayan parayı almam. Ağa hazretleri hiç kadıdan eşkıya olur mu? ‘Sen benim, dediğimi dinle, git, gör de eşkıyanın kim olduğunu anla!
Oğlan yine düşmüş yollara… Kelle Koparan İbrahim’in tarif ettiği yeri bulup, Kadı Mehmet Efendinin huzuruna çıkmış, el öpüp derdini anlatmış: Kadı Efendi, babam ölürken 6000 altın bıraktı. Üç bini benim üç bini de memleketin en büyük eşkıyasınındır. Fakat Kelle Koparan İbrahim, altınları almadı ve sizi tavsiye etti. Kadı Efendi birden celallenmiş: Vay küstah herif! Hiç kadıdan eşkıya olur mu?
Oğlan bıkmış artık, babasının vasiyetini bir yerine getirse rahat edecek. Başlamış yalvarmaya: Aman Kadı Efendi, ne yap, ne et de şu dertten beni kurtar. Al şu üç bin altını, ben de başımın çaresine bakayım. Kadı Efendi sakalını sıvazlayıp Hele kara kaplı kitaba bir bakalım demiş. Kitabı karıştırdıktan sonra Hile-i şeriye gerek! diye başını sallamış… Ocağına düştüm Kadı Efendi, ne yaparsan yap da, beni bundan kurtar! Kadı Efendi hile-i şeriyeyi anlatmış: Şu karşıki araziyi görüyor musun? Evet Kadı Efendi! İşte o arazi benim! Hayırlı olsun Kadı Efendi! Peki toprağın üzerindeki kar kimin? Bilmem! Nasıl bilmezsin yahu, toprak kiminse kar da onundur. Şimdi ben sana bu karları üç bin altına. satacağım… Aman Kadı Efendi ne yaparsan yap!
Kadı Efendi kâtibi çağırıp, satış senedini yaptırmış. Oğlan üç bin altını verip, karları satın almış! Delikanlı ertesi sabah- handa uyurken kapı vurulmasıyla uyanmış. Kadı Efendi seni istiyor! Hemen giyinip kadının huzuruna varmış:
Bre gafil bu yaptığın ne? Aman Kadı Efendi ne yaptım? Bu arazi kimin? Senin! Ya bu karlar? Cevap versene, dün sen satın almadın mı? Evet öyle oldu. O halde benim arazimin üzerinde, senin karlarının işi ne? Derhal kaldır bunları… Aman Kadı Efendi, kar kalkar mı? Ya bu karları kaldırırsın, ya da seni hapse atarım. Ne hakkın var benim arazimi işgale!
Delikanlı başlamış yalvarmaya: Etme, eyleme Kadı Efendi, şu kara kaplı kitaba bak da, bunun da bir hile-i şeriyesini bul! Kadı sakalını sıvazlamış, kara kaplı kitaba bakmış:
Zor ama bunun da bir hile-i şehriyesi var. Madem be-nim toprağımı işgal ettin, işgaliye rüsumu olarak 3000 altın ödersin, ben de davamdan vazgeçerim. Delikanlı, çaresiz, babadan kalan 3 bin altını da kadıya verip çıkmış dışarı ve Hey gidi Kelle Koparan İbrahim! Diye bağırmış. . Sen eşkıya değil, evliya imişsin meğer! Dediğin doğruymuş! Gel de eşkıya nasıl olurmuş gör! ‘Babamın da ruhu şad olsun… Vasiyetini tuttum!
0 notes
Photo

Eski Türk Hikayelerinden Derlemeler
Tevetoğlu Böyle Konuşur
AP Samsun Senatörü Fethi Tevetoğlu Çorum kongresine davet edilmişti. Tevetoğlu günlerden beri kongre kongre dolaşıyor ve hiç durmadan konuşuyordu. Çorum’da da kürsüye çıktı. Önce sağ kolunu dimdik ileri uzatıp dinleyicileri selamladı. AP liIer bu maruf senatörlerinin ne diyeceğini merak ediyorlardı. Tevetoğlu “Aziz Çorumlular!” diyerek söze başladı. Sonra birkaç saniye durdu, gözlerini kendisini dinlemeye hazırlanan kalabalığın üzerinde gezdirdi ve devam etti : “Sözlerime başlamadan size niçin ‘Aziz Çorumlular dediğimi izah edeyim!”
Konuşmasının başında cafcaflı birkaç laf ederek alkış toplamak istiyordu. “Siz azizsiniz, çünki” Dinleyenler merakla gözlerini dört açmış, lafın sonunu bekliyorlardı. “Siz azizsiniz çünkü, aziz olan ekmek Çorum’da yapılır!” Tevetoğlu birkaç alkış bekledi. Ne gezer! Siz azizsiniz çünkü, aziz camiler Çorum’da vardır!”
Hayret, yine alkış yok! Siz azizsiniz çünkü, aziz olan minareler Çorum’da yükselir!” AP’liler pür dikkat senatörlerini dinliyorlardı. Ne alkış, ne ses, ne de nefes!.. Tevetoğlu hırsından dudaklarını ısırdı. Nereden girmişti bu laf çıkmazına! Ama başaracaktı. Sağ yumruğunu sıktı, sesini ayarladı ve başladı:
Aziz Çorumlular! Siz azizsiniz! Çünkü Samsun’da denize iki beton kol uzanır. O kolların içindeki taşları birbirine tutturan, yapıştıran çimento Çorum’dan çıkar. Bu çimento azizdir! Siz de çimento gibi azizsiniz!” Salonda bir alkış yükseldi.
Tevetoğlu hızlandı : “Çimento gibi aziz hemşerilerim! Sağ olun, var olun Mübarek çimentonun çıktığı Çorum’un aziz sakinleri! İşte si; bundan dolayı azizsiniz! Siz bin yaşayın! Kahrolsun komünistler!..” Bütün salon ayağa kalkmış, Tevetoğlu’nu çılgınca alkışlıyordu.
Gökay Halı Altında Ne Arıyordu?
Yüksek Planlama Kurulu toplantılarından birinde, İmar ve İskân Bakanı Fahrettin Kerim Gökay salona telaşla girdi, çantasını masaya koydu, önce dolapları aradı, sonra eğildi masanın altına baktı. Bütün Bakanlar Gökay’ı hayretle takip ediyor, içlerinden “Dur bakalım ne olacak” diyorlardı. Gökay yerdeki halıyı da eliyle kaldırıp altını dikkatle inceleyince Sanayi Bakanı Fethi Çelikbaş dayanamayıp sordu : “Ne arıyorsun Allah aşkına?” Gökay cevap verdi : “Gazeteci!”
Norstad Yetişecek İnönü Bekleyecek
İnönü ve Norstad… İkisi de asker… Biri dün 79 yaşının ilk günü yaşadı, diğeri dün Türklere veda etmek için Türkiye’ye geldi. Bu, onun Türkiye’ye ikinci gelişi. Norstad Ankara’ya ilk gelişinde İnönü ile tanışmış ve Paris’e döndüğü zaman, “O günü asla unutamayacağım.” diyerek bir gazeteciye şunları söylemişti.
“O gece saat 22.30’a kadar süren bir yemek vardı. Ben işlerimin ve yolculuğun tesiri ile kendimi yorgun hissediyordum. Onu da yorgun görseydim hiç şaşmayacaktım. Çünkü sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar ağır bir mesai yaptığını biliyordum. Fakat o hiç yorgun gözükmüyordu. Konuşma sırasında yaşından bahsetti. Ona müsterih olmasını, kendisine yetişeceğimi söyledim. Güldü ve hemen cevap verdi ; ‘Sizi bekleyeceğim!’
#daha önce duyulmamış gerçekler#duyulmamış gerçekler#garip hadiseler#Hababam hikayeleri#ilginç hikayeler#komik hikayeler#olaylar olaylar#türk hikayeleri#Türk olayları#türkiye hikayeleri
0 notes
Photo

Türk Tarihindeki Enteresan Olaylar
Tek Oy
CHP Parti Meclisi toplanıp yeni Merkez Yönetim Kurulu üyelerini seçti. Toplantıdan sonra seçilemeyen eski üyeler, İnönü ve Genel Sekreter Bakşık’la hatıra fotoğrafı çektirdiler. Bu sırada eski Genel Sekreter Yardımcısı ve Ecevit’in sağ kolu Prof. Turan Güneş, İnönü’ye “Paşam haberiniz var mı?” dedi. 1Bu seçimlerden bana bir oy çıktı!”
İnönü bir kahkaha attı: Kim vermiş sana bu bir oyu?” Turan Güneş “Şimdi söylesem şaşarsınız” dedi. ”Seçimden sonra bütün arkadaşlarımı tek tek kenara çekip sordum. Hepsi, de, ben verdim, dedi. Oysa o bir oyu ben kendi kendime vermiştim!”
Dürbünle Bakınca…
Karadenizlinin biri açık tribünde maç seyrediyor muş. Birden bağırmaya başlamış. Ama ne bağırma! Yer gök inliyormuş:
“Cazim, Cazim caziiim!” Yanındaki sinirlenmiş: “Yahu Kâzım kim? Nerede? Ne bağırıp duruyorsun? Kulağımın zarı patlayacak.” Karadenizli karşıdaki kapalı tribünü göstermiş: “Şuradaki adamı Cazim’a benzeteyrum da.” Ve başlamış yine bağırmaya. Yanındaki dürbünü uzatmış:
“Dürbünle bak da, o mu, değil mi anla!” Karadenizli dürbünü gözüne yerleştirince Kâzım’ı yanında görmüş ve bağırmayı kesip hafif sesle seslenmiş:
“Cazım buraya gelsene, da!” yanındakine dürbünü vermiş:
“Çok teşeççür edeyrum. Bağırmaktan sesum kısılacaktu. Söyledim Cazimın kulağına, gelir şimdi puriya!”
Sayılı Kanun Nasıl Uygulanır?
Hikaye bu ya! Adamın bir işi varmış. Bu iş bir türlü bitmezmiş. “Bugün git yarın gelden canı çıkmış. Kime sorduysa” “Haklısın!” derlermiş. O da haklı olduğunu bilirmiş de, bir türlü hakkını alamazmış. Tanıdıkları “Bir kere de git kendin konuş!” demişler. “Belki yüz yüze anlaşmak mümkün olur!” O da giyinmiş kuşanmış, huzura varmış. Başlamış derdini anlatmaya :
“Efendim biliyorsunuz sizde bir işimiz var. Durum şöyle şöyle… İşimizin hâlâ sürüncemede kalması bizi çok müşkül durumda bırakıyor. Zarar görüyoruz. Eğer lütfedip durumu incelerseniz, haklı olduğumuzu anlayacaksınız. Sizden ricamız hakkımızı teslim etmenizdir.” Bay yetkili gömüldüğü koltuktan zile basmış ve odacıya, “Falan beyi çağır!” demiş. Falan bey gelmiş, baş başa konuşmuşlar. Sonra bay yetkili hakkını atamaya gelen adama “Durum biraz karışık ama” demiş “Bir şeyler yapmaya çalışacağız.”
Ve düşünmeye başlamış. Sonra bulmuş: “Size 1715 sayılı kanunu tatbik ederiz.” Adam anlamamış. “1715 sayılı kanunu tatbik edelim, dedik ya! Siz gidin de iki gün sonra gelin.” Adam çıkmış dışarı. 1715 sayılı kanun ne ola? Düşüne düşüne giderken aklına bir avukat arkadaşı gelmiş. “Gidip ona sorayım” demiş. Durumu avukata anlatmış. Avukat da önce anlamamış, sonra kanunlar kılavuzuna bakmış… Ve başlamış gülmeye. Adam sinirlenmiş: “Yahu ne gülüp duruyorsun? Benim derdim başımdan aşkın… Yardımını istedik, sen gülüyorsun. Neymiş bu 1715 sayılı kanun?” Avukat hem gülmüş, hem de “Çıkar cebinden bir kâğıt para!” demiş. Adam cebinden bir beşlik çıkarmış: “Oku bakalım üzerini”
“11 Haziran 1930 tarih ve 1715 numaralı kanuna göre çıkarılmıştır.” Avukat “Anladın mı şimdi?” demiş. “Sana tatbik edilecek kanunun ne olduğunu?” Adam anlamış tabii.
Fener’de Patlayan Dinamitin Ardından
Geçtiğimiz çarşamba günü Fener’deki Rum Lisesine dinamit kondu ve patlatıldı. Vukuat-ı adiyeden sayılan bir şey olduğu için kimse, “Sonra ne oldu?” diye sormadı. Gazetelerde iki satır haberle geçiştirildi. Oysa bakın neler olmuş Fener’de… Fakir fukara mahallesi Fener’de dinamit patlayınca! Vatandaş Erdoğan Özarslan oturup bir mektup yazmış, “Bombacı bey kardeşim” diye başlamış söze:
24 Mart 1971’de bizim mahalleyi ziyaret edip bir de hediye bırakmışsın. Farkında olamadık, sessizce gelip gürültü ile gitmişsin. Oysa biz çok misafirperverizdir. İnsan hiç selam sabahsız geçip gider mi? Otursan sana ikramda bulunurduk, hiç olmazsa bir çayımızı içerdin.
Aziz kardeşim, bu semti iyi bilmediğin belli. Merde o eski Fener. Nerde şimdiki. Bugün Fenerin çoğunluğu fakir, gurbete çıkan köylünün ilk yerleştiği 100 -150 lira kira ile bir odada 5-6 kişilik ailelerin oturduğu, gönlü zengin kişilerin İstanbul’da sığındığı tek semttir.
Biz böyle gürültülü hediyelere alışık olmadığımızdan gece yarısı uykumuzdan sıçrayarak kalktığımız İçin bizi affet. Yadırgadık birden. Korkudan bayılan, çocuk düşürmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan hamile kadınları, tüm pencereleri kırıtan odalarımızda sabaha dek acı, soğuk ve sulu kar yağışıyla titreyip ağlayan, zatürree olmak tehlikesiyle karşılaşan yeni doğmuş bebekleri, yaşlı hastaları da affet. Sana teşekkür edemedikleri için üzülüyorlar. Ardından ana avrat şovenlere aldırma, bilinçsiz olduklarından öyle davranmışlardır.
Ertesi gün ise bir başka âlem oklu ki sorma. Ay sonu olduğu için kırılan pencerelerimize cam taktırmak için, sağa sola borç para almak için nasıl koşuştuğumuzu, camcılara nasıl yalvardığımızı görsen dört köşe olurdun zevkinden. Beni sorarsan camları taktırmak için borç almadım. Doğuracak karımın hastane masrafları için üç ordan, beş hurdan bir araya getirdiğim parayı tamamen verip taktırdım camlarımızı. Kabahat sende değil, bizim evi yapan ustada! Bu kadar çok pencereli ev yapılır mı canım?
Ay başına daha dört gün var, bakkal veresiyesiyle otlatırız onu da… Hanım da kendi kendine doğum yapsın artık, na’palım yani? Aziz kardeşim tekrar bekleriz seni; hem de dört gözle, İyi bir havada gel ki bozuk yollarımızın çamurları ayakkabılarını kirletmesin. Ama bu kez hediyeni mağrur ve alayla dimdik duran Rum Lisesinin demir kapısına değil, tek tek evlerimizin kapısına bırakıver. Bırakıver ki, tüm olarak kurtulalım bu dertlerden; anlıyor muşun, tüm olarak.”
#enteresan yaşanmışlıklar#eski olaylar#Fenerde patlayan dinamit#garip olaylar#ilginç hikayeler#olaylar olaylar#türk hikayeleri#türk tarihindeki olaylar#türkiyedeki ilginç olaylar
0 notes
Photo

Tarihteki Kıssadan Hisseler
Dön Baba Dönelim
Olay Trabzon’da geçer. Vakit gece yarısıdır. Sokaklarda kimse yoktur. Ûç bekçi Adapark’ta buluşurlar. Birer sigara yakarlar ve sohbete başlarlar. Laf arasında bekçilerden biri arkadaşlarına Luna Parktaki döner salıncakları göstererek “Gelin şunlara binelim” der, “Gündüz binsek çoluk çocuk alay eder… Şimdi kimse yok.” Bu teklifi diğer bekçiler de beğenir. “Hadi be!” derler. “Oldu olacak biraz dönelim!..” İki bekçi salıncağa biner, üçüncüsü de elektrik şartelini indirir ve o da salıncağa atlar. Salıncak yavaş yavaş hızlanarak dönmeye başlar. Beş dakika, on dakika, on beş dakika… Salıncak döndükçe döner ve sonunda bekçilerin d© başı döner… Aşağı İnmek isterler ama nasıl insinler?!.. Salıncağı kim durduracak? Şarteli kim indirecek? “Hay Allah kahretsin!” diye başlarlar söylenmeye: “Binerken burî hiç düşünmemiştik!” Dön baba dönelim, hacılara gidelim misali tam üç saat dönerler… Nihayet sabaha karşı namaza giden bir adam onları görür… Gözlerini ovuşturur- “Allah, Allah…” diye hayret eder: “Bu bekçilere de ne olmuş? Delirmiş mİ bunlar!” Bekçiler adama bağırırlar. Adam gelir, şarteli indir ve üç bekçi yan baygın halde yere inerler.
Birol “Vefakâr Amigolar”A Veda Etti
Salı günü (Beşiktaş idarecisi Himmet Ünlü’nün yazıhanesi ana x baba günüydü. Ağlayanlar, birbirlerine sarılanlar, gömleklerini yırtanlar, kalfalarını duvarlara vuranlar, “Bileğimi kesseniz kanım siyah – beyaz akar!” diyenler… Neler de neler… Amigo çetesi, Bİrot’u Kadıköy’deki evinden kaçırmıştı!.. İdareciler taraftarların bu baskısı karşısında bunalmışlar, Birol’u geri almaya karar vermişlerdi. Ama Birol 110 bin lira istiyordu. ‘İdareciler de 55 bin lira teklif ediyorlardı. Anlaşmaya varılmasına imkân yoktu… Ve varılamadı! iBirol bir dram aktörüne yakışır pozlarla ((Beşiktaş’a gönül vermiş, vefakâr taraftarlara” veda etti, çıktı gitti. Oda boşalmış içeride birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan biri Abdullah Ziya Kozanoğlu’na yanaştı. “Hoca!” dedi “2750 papel masraf yaptık!” Kozanoğlu hayretle sordu:
“Ne masrafı yahu?” “Birol’u taaa ‘Kadıköy’den buraya getirdik!”
“Hususi vapur mu tuttunuz?” “Yok be hoca! İki gecedir otelde kalıyoruz… Kolay mı Birol’u kaçırmak!”
“Oğlum size Birol’u kaçır, diyen oldu mu? Hem hiç kaçırılmışa benzemiyordu… Tıpış tıpış gelmiş” “Olur mu hoca! Bütün Fenerliler peşinde… Hırsız Semai’yi nasıl atlattık biz biliriz!” “Oğlum bu nasıl otelmiş?… İki günde 2750 lira!” “Vallahi hoca duman olduk! Sen şu parayı ver de belimizi doğrultalım!”
Ve kafalarını duvarlara vuranlar, gömleklerini yırtanlar, ağlayanlar (Bileğimi kessen kanım siyah- beyaz akar” diyenler… 2750 lirayı alıp gittiler!…
Az Pilav Ver!
Urfa Valisi iken, Ankara’ya deve getirip devrin başbakanının evinin önünde kesen ve son seçimlerde milletvekili seçilen AP’li Kadri Eroğan, Meclis kürsüsünde 1963 bütçesini tenkit ediyor: “Vatandaş İsmet Paşa’dan plan değil, pilav istiyor!” CHP’liler de kendisine cevap veriyorlar: “Fasulyalı mı, salçalı mı, yoksa deve etinden kavurmalı mı?”
Film Nece
Feriköy’deki bir yozluk sinemanın gişesi önünde kuyruğa girmişti. Arkadaşı bekliyordu. O gün inşaatta çok yorulmuşlardı. Hem film seyredip, hem de dinleneceklerdi. Sıra kendisine gelince gişedeki memura sordu:
“Hemşerim filim nece?””Bini Türkçe, biri orijinal!” Kenarda bekleyen arkadaşına bağırıp sordu : “Ülen Memet! Filimin biri Türkçe, biri orcinalceymiş… Bilet a lam mı?
Hafıza Kuvveti Buna Derler
Asliye Hukuk Mahkemelerin den birinde, bir “yaş tashihi” davasına bakılıyordu. Dava konusu bir kızın yaşı idi. Nüfus kâğıdına göre 14 yaşında görülen kızın yaşının 16’ya çıkarılması isteniyordu. Kızın babası doğum tarihinin nüfus kâğıdına yanlış kaydedildiğimi iddia ediyordu. Bunu ispat etmek için de tanıklar getirmişti. Tanıklardan ilki yaşlı bir kadındı. “Bu kız benim elimde doğmuştur” diye söze başladı: “Hiç unutmam karli bir gündü. Onlar üst katta, biz alt katta oturuyorduk. Hacer Hanımın sancıları tuttu. Hemen ben yukarı çıktım. Doğum yakındı. Ebe hanım karşı sokakta oturuyordu. Ona koştum, aldım, geldim biraz sonra Gönülcüğüm dünyaya geldi. Bugün gibi aklımda,.. 1947 yılının Şubat ayının 18’inci günüydü!!” Gülümseyerek tanığı dinleyen yargıç sordu “Peki hanım! Bu kızın doğumunu bu kadar tafsilatlı olarak hatırlıyorsun… Sen ‘hangi yılın hangi ayı ve hangi günü doğmuşsun? Bunu bana söyler misin?”
Sirkeci De Film Çevriliyordu
Pazartesi sabahı Sirkeci Meydanında bir film çevriliyordu. Meraklılar filmcilerin etrafına toplanmış onları seyrediyor, bu yüzden de trafik aksıyordu. Oyuncular, teknisyenler kan ter içinde sahneyi bitirmeye gayret ediyorlardı. Bu sırada ağır ağır yürüyen otomobillerden birinden bir baş uzandı. Şoför, Ayhan Işık’a bağırdı: Ayhan abi.. Ayhan abi… Film bu akşam biterse bana da İki bilet ayır Galaya gelecem!.”
0 notes
Text
Olaylar Olaylar
Yaslı Kadın Ve Cumhuriyet Bayramı
Devrek mahkemesi başkâtibinin odasına, elinde dilekçe ile yaşlı bir kadın girdi. Oda doluydu. Vatandaşın biri girip, biri çıkıyordu. Yaşlı kadın köylüydü, korkaktı, ürkekti, elbisesi yamalıydı, çekiniyordu, devlet kapısına işi düşmüştü, kim bilir başına ne haller gelecekti! Hep öyle duymuş, hep öyle işitmiş, çok kere de öyle görmüştü. Ya «Bugün git, yarın gel» denecek, ya da terslenip tersyüz edilecekti.
Baş katibe dilekçesini uzatırken elleri titriyordu. “Arzuhalciye onca yalvarmış, onca yakarmış, “Gözünün yağını yiyem” demişti. “Şöyle guvvetli bir arzuhal yaz da, işim ola!» Arzuhalci “guvvetli” yazdığını söylemişti ama, bakalım başkâtip ne diyecekti? Başkâtip dilekçeyi aldı, kalın bir deftere kaydını yaptı, okudu, mühürledi, bir şeyler yazıp çizip hesapladı ve sonra «İki lira vereceksin teyze» dedi. Yaşlı kadın boğum boğum olmuş kesesini koynundan çıkardı, düğümü çözdü, içinden iki liracığım çıkarıp başkâtibe uzattı. Başkâtip parayı aldıktan sonra “Tamam teyze!” dedi. “Biz sana davetiye yollarız!” Kadıncağız inanamadı. İşi bitmişti ha! Hiç devlet kapısında iş bu kadar çabuk biter miydi? Bir bityeniği vardı bu işte! Utana, sıkıla, çekine sordu : “Oğlum, essahtan mı benim işim bitti?” “Bitti teyze.” “Başka bir yere gitmeyecek miyim?” “Gitmeyeceksin teyze.” “Oğlum ayağının kurbanı olayım, doğru söyle, beni uğraştırma”
Başkâtip ciddi ve biraz da kızgın teminat verdi ; “Tamam teyzeciğim, tamam! Merak etme, işin tamam. Ama müsaade et de şunları bitireyim, bak masanın üzerinde evrak dolu” Yaşlı kadın o zaman işinin olduğuna inandı, heyecanlandı, sevindi, bir şeyler söylemek geldi içinden ve birden bağırdı: “Yaşasın Cumhuriyet Bayramı!” “Ertesi gün Cumhuriyet Bayramıydı ve ilkokula giden torunu günlerdir bu şiiri ezberliyordu.
En Akıllısı Deli Memet, O Da…
Deli Memet’i tanır mısınız? Tanımaya değer bir adamdır Deli Memet. öyle hikayeleri vardır kİ Deli Memet’in arada sırada size anlatacağız. Deli Memet köy yerinde yarenlik ediyormuş. Birden karşıdaki lahana tarlasına bir dana girmiş. Tarlanın sahibi davranıp, koşmak isterken Deli Memet fırlamış yerinden: “Dur ağa. Ben şimdi kovalarım o danayı! Ve dalmış tarlanın içine. Ama ne dalış. Dana bir yanda, Deli Memet bir yanda ve en güzel lahanalar bir yanda. Lahana tarlasına kırk dana girse böyle olmazmış. Tarla sahibinin oğlu bakmış iş kötü o da başlamış tarlaya koşmaya. Arkasından da babası bağırırmış: Lan oğlum önce şu Deli Memet’i çıkar tarladan, vazgeçtim danadan!»
Deli Memet, köyden kasabaya gidecek. Yolun kenarına çıkıp kamyon beklemeye başlamış. Bir kamyon gözükmüş uzaktan. Deli Memet el edip kamyonu durdurmuş, atlamış içine… O havalide Deli Memet’i tanımayan yok. Şoför «Lan Deli Memet” demiş “‘Doğru dürüst dur, başıma iş çıkarma!” Ama Deli Memet bu, hiç durur mu? Kamyon rampa aşağı kayıp giderken rüzgârdan başındaki kasket uçmuş. Deli Memet de şapkasının ardından cup diye kendisini yere atmış. Kamyon şoförü basıp frene durmuş ve inip Deli Memet’in yanına koşmuş: Lan deli, ne demeye kalkıp kendini atarsın aşağı?»” “Kasketim uçtu” Lan kasketin mi kıymetli canın mı?” “Elbette canım kıymetli.” “O halde ne bok yemeye atlıyorsun?” “İyi emme kasketimin içine beş kağıt saklamıştım!”Deli Memet bu işte! Ne demişler? “En akıllısı Deli Memet” demişler. “O da kazığa bağlı!”
Düşmeye Göresin Bir Kere Demişler
Bir, “Hain-i vatan” diye yazıp, ilan etmedikleri kaldı. Ne faşistlikleri, ne solculukları ve ne de düşen maskeleri… Hepsi bir bir sıralandı. “12 Mart”ın kuyruk acısı, 11 Nisandan çıkarılıyordu. Düşmeye göresin, demişlerdi… Boşa söylenmemişti bu laf. İşte aynıyla vaki. Düne kadar önlerinde elpençe divan duranların, yarın neler yapacaklarını da göreceksiniz. Bitmeyen bir oyundur bu.Bekleyin. 11 adamdılar, adam. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, sevaplarıyla ve de inançlarıyla on bir adam. Kulun hatadan münezzeh olduğu görülmüş müydü? Onların da elbet hataları vardı. Ama namusları, şerefleri ve haysiyetleri dimdik ayaktaydı. Bildikleri çok şey vardı bilmedikleri tek şey: Politika! Politikayı bilmiyorlardı. Bu yüzden ters düşüyorlardı.
Politikanın alfabesi, karşılıklı taviz vermeyle başlardı. Politikanın belirli kuralları vardı. Bu kuralların doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilirdi. Ama politika yapınca, bu kurallara uymak gerekti. Fakat onların ne bu kuralları öğrenmeye niyetleri vardı, ne de hevesleri’.
Önce, “Sen bana bir kere gel, ben sana yirmi kere giderim» sözünü yadırgadılar. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Erim, politikayı biliyordu. Politikacıyı tanıyordu ve oyunun adı: P0litika’ydı. Futbol, futbolun kuralıyla, basketbol basketbolun kuralıyla oynanırdı. Politika da politikanın kuralıyla… Bu kuralı bilmedin mi, ters düşerdin… “11’ler” de ters düştüler. Aslında en büyük hataları, oyunun kuralının sonucunu işin başında görememeleriydi.
Devirler ışık gibi akıp gider, günler ses gibi gelip geçer, ama bir Karaosmanoğlu, bir Koçaş, bir Özgüneş, bir Çilingiroğlu, bir Olcay, bir Babüroğlu, bir Akyol, bir Derbil, bir Orel, bir Sav, bir Ömeroğlu unutulamaz… Hatalarıyla, sevaplarıyla ve inançlarıyla…
Geçmiş devirde vali bir köye gitmiş. Muhtarı çağırmış, “Bu köyü ağaçlandıracağız” demiş. “Hadi bakalım sıvayın kollarınızı, fidan dikin!” Akşama kadar köy arazisine yüzlerce fidan dikilmiş. Vali ayrılırken muhtara sıkı sıkı tembih etmiş : “Gelecek yıl geldiğim zaman bu fidanları yeşermiş göreceğim.” Vali ertesi yıl köye gitmiş. Bakmış ki arazide fidan filan yok. Kızmış, muhtara haber salmış: “Bütün köylüyü toplasın, buraya gelsin!” Biraz sonra başta muhtar, bütün köylü çoluk çocuk çıkagelmiş. Vali hepsini azarlamış: “Ben size ne dedim? Hani fidanlar? Sizde hiç Allah korkusu, vicdan yok mu? Ne yaptınız fidanları? “
Muhtar boynunu büküp, çocukları göstermiş: Kusura bakma vali bey, bizim diktiklerimiz tutmuyor da, şey ettiklerimiz tutuyor. Biz de anlayamadık bu işi!
#Enteresan olaylar#ilgi çekici olaylar#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#komik hikayeler#komik olaylar#olaylar olaylar#rivayetler#türk hikayaler#türkiyedeki hikayeler#türkiyedeki olaylar#yaşanmış hikayeler
0 notes
Text
ALTINDAĞ TİYATROSUNUN SAMİMİ SEYİRCİSİ
Devlet Tiyatrosu yöneticileri Altındağ Tiyatrosunu açtoaya karar verdikleri zaman çok düşündüler. Ya tiyatro tutmazsa, ya halk tiyatroya ilgi göstermezse diye çok endişelendiler. Tiyatro açıldı ve bir hafta sonra endişelerinde ne kadar haksız olduklarını anlayıp, her gece salonu dolduran halkın yüzlerine bakarak utandılar. Halk İyiyi, güzeli anlıyordu. Mesele halka iyiyi, güzeli, doğruyu onun anlayacağı dilde verebilmekteydi. Gecekondu mahallesi Altındağ’ın halkı da böyleydi. Salon her gece allı güllü başörtülü kadınlarla, kasketli erkeklerle dolup taşıyor ve oyunu büyük ilgiyle izliyorlardı. Bir kusurları hislerini hemen yüksek şeşle anıklamalarıydı, O kadar samimi ‘tiyatro’ seyircisiydiler ki, neredeyse sahneye çıkıp oyuncularla kavga edecek ler, yahut sarılıp öpüşeceklerdi. İşte oyun esnasında Altındağ Tiyatrosu salonunda yükselen seslerden birkaçı:
“Herife ba… Zengin oldum diye böbürlenip duruyol… Ölen senin neren zengin? Galıbına, gıyafetine bakıp ta. gendin! zengin, oldun mu sanıyon? Golunda saatin bilem yok!”
“Ülen hizmetçi garıya bak! Zaten onda hizmetçi gılığt yoktu ki… Herifi yalandan dazlattılar.,. Ondan sonra hanımefendi oldu çıhtı! Sen ne diyon? Ben taa başından anladım o herifin ga-rısı olacağını.” “Yaşlı garıya bak! Leğeni önüne almış sözüm oğa çamaşır çiteliyo… Leğende su bilem yok! Lan kocakarı sen kime yutturuyon? Hem leğende öyle mî çamaşır yakana?! Öyle yıkanmaz! Sen srkmasını bilem beceremiyon!…”
“Tam vaktinde perdeyi kapattılar. Yoksam tüm rezalet çıkacaktı! Görüyon mu herifin gafasına ihtiyar nasıl da indiriverdi çantayı! Ama o herifte dayağı yiyecek göz yok! İçerde garanti dövüyo onu”. İşte Altındağ seyircisi böyle içten, böylesine samimi bir seyirciydi..
AMERİKALI GAZETECİ VE KIBRISLI TÜRK
Amerikalı bir gazeteci Kıbrıs’ta köyleri dolaşıyordu. Yanmış, yıkılmış bir Türk köyünde bir ihtiyarla karşılaştı. Yaşlı Türk sırtını bir ağaca vermiş, ağzında çubuğu, bacaklarının arasında değneği, dalgın dalgın batan güneşe bakıyordu. Amerikalı gazeteci ihtiyar Türkün yanına yaklaştı. Tek bildiği Türkçe keli-meyle ‘Merhaba!’ dedi. Yaşlı Türk Merhaba’ diye cevap verdi ve tekrar batan güneşi seyre devam etti. Amerikalı gazeteci tercümanı aracılığı ile ihtiyara bir soru sordu:
“Üzüntünüzü anlıyorum. Kim bilir belki siz de yüzlercenız ,! gibi çarpışmalarda çocuklarınızı, torunlarınızı, yakınlarınızı kaybettiniz. Eviniz barkınız yakıldı, yıkıldı. Bunların hepsinin sizi ne kadar müteessir ettiğini biliyorum. Fakat size şu anda bir şey sormak isterim. Belki zamansız ama… Bütün bu acıları bir gün unutup bu Ada’da Rumlarla bir arada yaşamayı düşünüyor musunuz?”
ihtiyar Türk dudaklarında buruk bir tebessüm, tercümana döndü. «Aniatacağım hikâyeyi hiç değiştirmeden Amerikalıya söyle» dedi. «Sorduğunun cevabını bu hikâyede bulacak!”
Ve hikâyeyi anlattı: Geçmiş zaman içinde bir çoban varmış. 8u çoban koyunları dağa götürüp otlatırken bir yılanla dost olmuş. Yılan her gün kovuğundan çıkar ve çobana ağzından bir altın çıkartıp verirmiş. Bu yıllarca devam etmiş. Çoban sırrını kimseye söylememiş. Çobanın bir gün şehre inmesi gerekmiş. Bir ay kadar orada kalacakmış. Sırrını oğluna açmış ve sürüsünü teslim edip gitmjş. Çobanın oğlu da birkaç gün sürüyü dağa götürüp yılandan birer altını almış. Ama bir gün şeytana uymuş. Her gün birer altın alacağına bu yılanı öldürüp kovuğundaki altınların hepsine sahip olayım diye düşünmüş… Ertesi gün yanına bir balta alıp dağa çıkmış. Kovuğun önüne gelmiş ve yılanın yıllardan beri alıştığı ıslığı çalmış. Yılan kovuktan çıkmış. Tam altını verirken çocuk arkasına sakladığı baltayla yılana hücum etmiş… Fakat yılan birden çekilince balta kuyruğuna inmiş ve yaralamış. Yılan can acısıyla çocuğa saldırıp sokmuş ve zehirleyerek öldürmüş. Bir ay sonra çoban dönmüş, durumu öğrenmiş… Bir süre oğlunun ölümüne ağlamış. Sonra acısı geçmiş, yılanla tekrar dost olmayı düşünmüş… Dağa çıkmış, kovuğun önüne gelmiş, ıslığı çalmış ve yılanı çağırmış. Yılan dışarı çıkmış. Çoban, ‘Gel artık barışalım’ demiş. ‘Olan oldu! Benim oğlum öldü, sen de kuyruğundan sakat kaldın! Her şeyi unutup eski düzene dönelim.
Yılan, Bak arkadaş!’ diye cevap vermiş. Bizim barışmamız imkânsız! Bende bu kuyruk acısı, sende bu evlat”acısı varken biz dost olamayız. Ve donup kovuğuna girmiş.” İhtiyar Türk bu hikâyeyi anlattıktan sonra başını çevirip yine -güneşin batışını seyre başladı. Amerikalı gazeteci de sorduğunun cevabını bin kere fazlası ile almanın sessizliği içinde uzaklaşıp gitti.
0 notes
Photo

Cercle Dorient Abraman Paşa İnci Pastanesi
Aynı sıradan az daha ilerlediğimizde, cadde üzerinde, sol taraftaki köşeyi boydan boya kaplayan oldukça büyük bir bina ile karşılaşıyoruz. Burası, bir dönem gayrimüslimlerin ve yabancüarın üye olabildiği, istisna olarak da Türklerden ancak en büyük rütbede iki üç paşanın kabul edildiği, zamanın en şık kulübü Cercle d’Orient (Serkl Doryan ya da Büyük Kulüp). Aslında bir şehir kulübünün adı olan Cercle d’Orient’m müdavimleri genellikle bankerler, diplomatlar, tüccarlar ve devletin diğer üst tabaka gayrimüslim kesimiydi. Kulübe kabul edilen az sayıda Müslüman üyenin arasında Prens Aziz, Yunus Nadi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Damat Ferit Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa vardı. Kulübün müdavimleri yukarıda adı geçenler olursa sahibi de onlardan aşağı kalacak değil!
Binayı ünlü mimar Vallauri’ye yaptıran Abraham (Eramyan) Paşa, Eğin’den İstanbul’a göç eden bir aüeden geliyordu. Ana dili Ermenice’ydi ama Türkçe ve Arapça’yı sular seller gibi öğrenmiş, Fransızca’yı da çok iyi konuşuyordu. Bir zamanların kapı kahyası olan Abraham Eramyan, sonra ayan oldu. En sonunda da divan üyesi olup paşalığa kadar yükseldi. Bu tanrının sevgili kulunun zaman içinde Boğaz’da yalıları, çeşitli apartmanları, arazileri oldu. Mesela, Beykoz’dan Riva’ya kadar bütün topraklar onundu. Benzer şekilde İstanbul’un dört bir yanında koruları, köşkleri, konaklan, dükkanları vardı. Abraham Paşa zevkine oldukça düşkündü. Avcılığa, özellikle de lüfer avına çok meraklı olduğu bilinir.
Hatta, Boğaz’da lüfer avlamak için ortasında olta sarkıtacak deliği olan, camekanlı özel bir yat bile yaptırmıştı. Tam bir zevk düşkünü olan paşa ata binmeye, tavla ve büardo oynamaya da meraklıydı. Tüm bunlar dışında Büyükdere’de bir polo kulübü de kurdurmuştu. Bir diğer tutkusu da Viyanalı kadınlardı. “Mutlu bir hafta sonu” geçireceği güzel kadınları Tuna kıyılarından bulup getirmek için adam dahi tutmuştu. Bu işle görevli adamı, Viyana’dan sarışın, beyaz tenli, renkli gözlü Tuna kadınlarının birini getirip diğerini geri götürüyordu ki, gün geldi Abraham Paşa öldü. Mirası da bir şekilde paylaşüdı gitti. İstiklal Caddesi üzerindeki bu bina da Emekli Sandığının malı oldu. Bu yüzden de kısaca Emek Pasajı diye anılmaya başladı. Özellikle de binayla aynı adı taşıyan sineması son derece bilinen bir yer.
Cercle d’Orient’m altında bir başka sembol mekan olan İnci Pastanesi’ni görüyoruz. İnci denince akla tek bir kelime geliyor: “Profiterol”. İnci Pastanesi’nin kurucusu Luca Zgonidis’e göre profitero-lün adı da kendisi de uydurmaca. Nasıl mı? İşte öyküsü: Arnavut asıllı Rum olan Zgonidis, Türkiye’ye on beş yaşında iken gelir ve babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlar.
Mesleğinin inceliklerini Tokatlıyan ve Park Otel’de öğrenir. Sonra dört ortak, Tepebaşı’nda bir yapının bodrum katında pastacılık yapmaya başlarlar. Ortaklardan ikisi bir pastacı dükkanı açmaya karar verdiklerinde İkinci Dünya Savaşı yıllarının zor koşullarında 45 bin TL (Amerikan Doları’nın 38 kuruş olduğu dönemde) hava parası vererek İstiklal Caddesindeki İnci Pastanesinin bulunduğu mekanı tutarlar. İlk günler çok zorluk çeken iki ortak, ancak ucu ucuna kurtarır, pek bir kâr edemezler. Zgonidis, yeni bir tatlı üretmeye karar verir ve ilk yaptığında oranını kendisinin de bilmediği miktarda yağ, şeker, kakao ve unu karıştırır, bir de isim uydurur. Ancak ortaya çıkardığı tadı çok iyi tutar ve dünya pastacılık literatürüne mucidi Zgonidis, adı da “profiterol” olarak girer.
Zgonidis böyle anlatsa da etimoloji sözlükleri ve tarih onu pek desteklemiyor. Zira, profiterol sözcüğü 16. yüzyıldan kalan Fransızca bir deyim; “ufak kar” demek. Belki de şimdiki anlamını Zgonidis üe almıştır. 1942’den bugüne, İnci ve profiterol, birbirinden ayrılamaz iki kavram. İstanbul’da önüne ekler getirilerek “Bir İnci”, “Öz İnci” vesaire gibi adlarla türlü taklidi yapıldı. Ancak, İnci Pastanesi’nin profiterolünün tadı ve yıllardır duvarında asılı duran “başka şubemiz yoktur” yazısı her şeyi açıklamaya yetiyor.
#Bir inci#boğazda lüfer avlamak#eğlenceli İstanbul#İstanbul eğlence#İstanbul günleri#İstanbul hafta sonu#İstanbul hayatı#İstanbul keyif#İstanbul life#İstanbul turu#keyifli İstanbul#öz inci#profitorol#tarihi İstanbul
0 notes
Text
Yelölçer, Alizeler ve Muson Rüzgarları Hakkında
Yelölçer
Fırıldak ya da yelkovan rüzgârın esiş yönünü gösterir. Yelölçer ise, rüzgârın etkisiyle dönerek rüzgârın hızını ya da kuvvetini Ölçen bir meteoroloji âletidir.
Hava alanlarında bir direğin ucunda bağlı, ucu delik uzunca torba, rüzgârın hızını ve esiş yönünü belirtir. Bu torba yere ne kadar paralelse rüzgâr o kadar hızlı esiyor demektir. Ama meteoroloji İstasyonlarında yelölçer ya da anemometre denilen bir âlet kullanılır. Rüzgârın etkisiyle dönen bu âletin mili, bir kadran üzerindeki göstergeyi harekete getirerek rüzgârın hızını gösterir. Rüzgârın hızı «saatte kilometre» birimiyle ifade edilir; en şiddetli rüzgârın Beaufort cetveline göre 12 kuvvette olduğu kabul edilmiştir. 7 kuvvette esen bir rüzgâr (saatte 30 mil ya da 55 kilometre) yelkenliler için tehlikeli olabilir.
Alizeler
Sıcak iklim kuşağı üzerinde, bütün yıl boyunca aynı yönde i düzenli olarak esen rüzgârlardır. Uçaklarla yelkenli gemiler, daha çabuk gitmek için bu rüzgârlardan yararlanılacak iklim kuşağı (tropikal bölge) bütün yıl boyunca yeryüzünün en sıcak yeridir. Ekvatoral güneşin etkisiyle ısınan hava yükselince, boşalan yer kuzeyden, ya da güneyden kayarak gelen daha serin bir havayla dolar. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi sebebiyle alizeler yönlerinden bir miktar kaymışlardır. Meselâ: Kuzey yarıküresindekiler kuzeydoğudan güneybatıya, güney yarıküresindekiler de güneydoğudan kuzeybatıya doğru eserler. Büyük uçaklar rotalarını, bu rüzgârların estiği bölgelerden geçecek şekilde düzenlerler ve süratlerinin böylece biraz daha artmasına sebep olur.
Muson Rüzgârları
Muson rüzgârları, yaz ve kış aylarında Asya’nın güneyinde ve doğusunda esen rüzgâra verilen addır. Kış boyunca kuzeyden eserek kuraklık getirir, fakat yazın gelmesiyle beraber yönünü değiştirir. Okyanus’tan karalara doğru eserek yağmur, bolluk ve bereket getirir.
Muson rüzgârları, Hindistan ve Çin gibi Güney Asya ülkelerine has bir rüzgârdır. Orta Asya’nın şiddetli soğukları, yüksek basınç alanları meydana getirerek kış boyunca karalardan denize doğru esen rüzgârlara neden olurlar. Bunun sonucu olarak da kuraklık başlar, toprak çatlar, bitkiler kurur, hayvanlar kırılır. Ama yaz gelip de havalar ısınmaya başlayınca denizlerden karalara doğru, yâni Hint Okyanusu’ndan Hindistan’a; Büyük Okyanus’tan da Çin’in güney kıyılarına doğru esmeye başlar. Yaz başında esmeye başlayan bu rüzgârlar bu ülkelere bol yağmur getirirler.
0 notes
Text
Radyometre, Lazer ve Flaş Hakkında Faydalı Bilgiler
Radyometre
Camdan bir ampul içinde, beyaz ve siyah kanatlı küçük bir fırıldak, motoru olmadığı hâlde kendiliğinden süratle döner. Bu fırıldağı bu kadar hızla döndüren, kanatlarının üzerine çarparak iten gün ışığıdır.
Siyah renk, ışık ışınlarını alıkoyar; beyaz ise yansıtır. Işık enerjisi (fotonlar) siyah cisimler üzerine, beyaz cisimler üzerine yaptığından çok daha fazla bir kuvvetle etki yapar. Işığın bu özelliği radyometre adlı bir filetle İspat edilir. İçindeki havası boşaltılmış cam bir ampulün içine, kolları, nın ucunda bir yüzü siyah, öteki yüzü beyaz kanatçıklar bulunan küçücük ve çok hafif bir fırıldak yerleştirilmiştir. Radyometre denen bu filet ışığın karşısına konur. Siyah kanatçıkların üzerine fotonların yaptığı itişle fırıldak dönmeye başlar. Etraf karartılırsa fırıldak yavaşlar ve durur.
Lazer
Lazer, özel bir ışık ışını veren modem bir aygıttır. Bu özel ışın çok sert cisimleri delmekte, ya da uzayda tel olmadan elektrik akımı nakletmekte kullanılır.
Lazer, gezegenler arası mesafeleri ya da iki kıta arasındaki uzaklığı kesinlikle ölçmemizi sağlar. Operatörler de lazerden hasta hücreleri, etrafındaki sağlamlarını zedelemeden yok etmek için yararlanırlar. Lazer aynı zamanda gerek sesli, gerek görüntülü haberleşmeleri, daha önceden teller çekilmesine ihtiyaç bırakmadan çok uzaklara nakletmeyi sağlar. Güç etkilenen cisimleri eritir, çok sert cisimleri bile kolaylıkla deler. Işını pek az ışıklıdır: Enerji ve sıcaklık bakımından çok zengin, bir kızılötesi ışındır.
Flâş
Flaş, fotoğraf çekildiği zaman gerekli anda şimşek gibi kuvvetli, fakat bir anda çakıp sönen ışık veren bir aygıttır. Fotoğrafı çekmek için ‘ basılan düğmeyle senkronize edildiği için aynı zamanda çakan bu şimşek gibi ışık özel bir ampulden çıkar.
Bir fotoğrafın iyi çıkması her şeyden önce konunun iyi ışıklandırılmış olmasına bağlıdır. Ne var ki her zaman tıpkı film stüdyolarında olduğu gibi sunî güneş ışığı veren özel projektörler kullanıp ışığı artırmak imkânsızdır. Eskiden fotoğrafçılar kötü ışıklı yerlerde fotoğraf çekerken bir sopanın üzerindeki tablada taşıdıkları magnezyum tozunu yakarlar, bol ışık elde ederlerdi. Bu usul hem kullanışsız, hem tehlikeliydi, üstelik de etraf dumana boğulurdu. Günümüzdeki elektronik flaşlarla yüksek voltajlı elektrik şimşekleri elde edilmektedir. Amatörler için en kullanılışlısı magnezyumlu küçük lambalardır.
0 notes
Photo

Çiy, Klorofil ve Fotosentez Olayları
Çiy
Çoğu zaman sabahları ormanlardaki ağaçların, yerdeki otların, bitkilerin üzeri küçücük su damlacıklarıyla kaplanır. Bu olay ya bitkinin terlemiş olmasından, ya da su buhan yüklü havanın, yaprakların üzerinde çiy meydana getirmiş olmasından ileri gelir.
Çiy olayı İle bitkinin terleme olayı çoğu zaman birbirine karıştırılır. Çiy, nemli havanın soğuk toprağın ya da çeşitli cisimlerin üzerinde yoğunlaşması olayıdır. Bu damlacıklar bitkilerin üzerinde olduğu gibi yerdeki taşların, hattâ örümcek ağlarının üzerinde de meydana gelebilir. Öte yandan sıcak gecelerde bitkiler tazeliklerini devam ettirebilmek için yapraklarından küçücük su damlacıkları çıkartarak terlerler. Yanlış olarak çiy diye adlandırılan bu su damlacıkları yalnız bitkilerin yaprakları üzerinde görülür, yerlerdeki taşlarda görülmez.
Eskiden köylüler topraklarını ekin değiştirerek zaman zaman da hiçbir yay ekmeyerek dinlendirirlerdi. Günümüzde tarlalarda hep aynı bitkiyi ekip yetiştirmek zorunluluğu toprağın kuvvetini çok düşürmektedir Toprağı devamlı olarak tabii ve aunt gübreyle beslemek gerekmektedir. Son yıllarda plastik endüstrisinde, balıkçılıkta, potas ocaklarında, şeker fabrikalarında ikinci derecede elde edilen maddelerden sunf gübre olarak yararlanılmaktadır.
Klorofil
Yapraklara ve otlara güzelim yeşil rengini veren klorofil denilen bir maddedir. Bitki, bu madde sayesinde yaşayabilir. Sararan bir bitki, klorofilini kaybediyor, ölüme yaklaşıyor demektir.
Klorofil, bitkilere hayat veren maddedir. Klorofil sayesinde bitki, yaşaması İçin gerekil besinleri sağlar ve bunları Özümler, özümleme, bitkinin besinlerini sindirmesidir. Bu olay sonucunda, klorofil, güneş etkisi altında, havadaki karbondioksidi karbonhidrat hâline çevirir. Karbonhidrat, bitki hücresinin ana maddesidir. Klorofilden yoksun bitkiler, meselâ mantarlar, özümleme yapma yetenekleri olmadığı için klorofili bitkilere sarılarak yâni asalak yaşarlar.
Fotosentez
Bütün canlıların enerjisini güneş sağlar. Bitkiler, şekerle diğer besin maddelerini depo edebilmek için güneş ışığından yararlanırlar. Bu olaya fotosentez denir. Hayvanlar ve insanlar da enerjilerini Güney onorjisi bize hem ısı, hem de ışık haline gelir. Rüzgârların, yağmurların, akarsuların, hayvan ve bitkilerin yayması İçin gerekil nemin meydana gelmesini güneş sağlar. Güney ışığı ise klorofili bitkiler tarafından yekerlerln ve nişastaların sentezlinle sağlamak amacıyla kullanılır. Bitkiler, özellikle otlar, ot yiyen hayvanların temel besin maddesidir; böylelikle bu otlar et yiyerek beslenen hayvanların da besin maddesinin temelini meydana yetirirler. Kısacası fotosentez, bütün canlıların beslenmesi için güney enerjisini depo etme olayıdır.
0 notes
Text
Elektrik Direnci, Devre Kesici ve Sigorta
Elektrik Direnci
Elektrik akımı, her çeşit yalıtkan telin üzerinde aynı kolaylıkla yol almaz. Bir tel ne kadar inceyse akımın geçmesine o derece direnme gösterir ve o kadar da çok ısınır. Elektrik ampulünün içindeki telin büyük bir direnci vardır.
Elektrik akımı ileten bütün cisimlerin hepsi, akımın aynı kolaylıkla geçmesine imkân vermezler. En kötü iletkenler, en mükemmel yalıtkanlardır. Bir elektrik teli ne kadar uzun ve İnceyse akımın geçmesine o derece direnç gösterir. Bu da telin ısınmasıyla belli olur. Bir elektrik tesisatında çok yüklü elektrik akımı varsa teller kolayca kızar ve hele ev ahşapsa bir yangına sebep olabilir. Ama devrenin üzerine yerleştirilmiş olan sigorta adı verilen emniyet düzeni kendiliğinden eriyerek akımı keser. Bir radyo alıcısının reostası da bir çeşit elektrik direncidir.
Devre Kesici
Elektrik düğmesi ya da anahtarı, elektrik lambasını yakmaya veya söndürmeye yarar. Devre-kesici ise elektrik tesisatının ansa yapması halinde elektrik akımını otomatik bir şekilde kesen bir çeşit elektrik anahtarıdır.
Bir elektrik tesisatında, el şalteri, elektrik sigortası veya otomatik devre kesici gibi güvenliği sağlayıcı aygıtlar bulunur. Bunlardan halk arasında otomatik sigorta diye de anılan otomatik devre-kesiciler, elektromıknatıs prensibinden yararlanılarak yapılmış otomatik elektrik anahtarlarıdır. Devre kesici, temel olarak bir elek, tromıknatıs bobininden meydana gelmiştir. Elektrik akımının çok şiddetli gelmesi halinde bu bobin, yarattığı manyetik alanın gücüyle devreyi kesen bir anahtarın kolunu çeker. Elektrik tesisatının modern olduğu binalarda, otomatik devre-kesiciler, elektrik sayacının hemen yanındadırlar.
Sigorta
Bir elektrik tesisatındaki teller, çok kuvvetli bir elektrik akımı geçtiği zaman ısınır ve kızarırlar. Çoğu zaman da bir yangına sebep olurlar. Ama bu sıcaklık, sigortanın incecik telini eritince devre kendiliğinden kesilmiş olur.
Sigorta, gerektiği zaman akımı kesen bir düzendir. Bir tesisattaki akımın şiddeti, öngörülen dereceyi aşınca sigortanın teli kendiliğinden eriyerek akımı keser. Sigortanın telinin kolayca ısınıp kopabilmesi için genellikle erime ısısı düşük olan kurşun alaşımlarından yapılmıştır: Kalınlığı da, gereği kadar elektrik yükünü ısınıp kopmadan taşıyabilecek kadardır. Bunun İçin sigortanın teli değiştirilirken hiçbir zaman iki ya da üç katlı kalın bir tel hâline getirilmemelidir. Sigorta, elektrik tesisatını koruyan, elektrikle çalışan âletlerin bozulmasını önleyen çok önemli bir güvenlik düzenidir.
#devre kesici#devre kesici ne işe yarar#devre kesici nedir#Elektirik Direnci#Elektirik Direnci nedir#elektrik sigortası#sigorta nedir
0 notes
Text
Menkul Kıymetler ve Sermaye İle Ekonomiye Bakış
Menkul Kıymetler
Menkul kıymetler, diğer deyimle “taşınabilir değerler” “hisse senedi” ve “tahvil” adı verilen kıymetli belgelerdir. Bunlar, bir büyük ortaklığa ödenen parayı gösterirler. Hisse senetleri, yıllık kâr; tahviller ise yıllık faiz getirirler.
Menkul kıymetler (taşınabilir değerler) «hisse senedi» ve «tahvil» denilen belgelerdir. Bunlar, menkul kıymetler borsasında alınıp satılabilirler. Hisse senedi, bir anonim veya komandit ticaret ortaklığı tarafından çıkarılan ve sermayenin bölünmüş olduğu payı gösteren ortaklık belgesidir. Bu belgenin sahibi kimse, her yıl, ortaklığın elde ettiği kârdan elindeki hisse senedine göre bir pay alır. Tahvil ise devletin veya bir ticaret ortaklığının ödünç para elde etmek amacıyla belirli bir sûre geçer li olmak üzere çıkardığı; değişmez bir yıllık faiz getiren ve vâdesi sona erince üstünde yazılı bedeli tahvil sahibine ödenen kıymettir.
Sermaye
Güzel bir ses, şarkıcının sermayesidir. Bir ev, sahibi için iyi bir meslek de çalışan için birer sermayedir. Para, değerli eşya, bir mal, bir kabiliyet hepsi birer sermaye yerine geçer.
İhtiyacı olan biri için faydalı eşyanın çok büyük bir değeri vardır. Ona sâhip olan için sermaye yerine geçer. Böyle bir şeye sâhip olan kimse ya kullanarak ya kiraya vererek ya da ihtiyacı olan bir başkasına satarak ondan yararlanır. Parası olan da parasını bir başkasına ödünç vererek ondan faiz alır. Mal-mülk almayı sağladığı için para da bir sermayedir. Bunun gibi parasını bir başkasına ödünç verenler, o parayı, belirli bir süre kullandığı için o kimseden bir miktar faiz alırlar.
#Menkul kıymetler#menkul kıymetler ne işe yarar#menkul kıymetler nedir#sermaye#sermaye nedir#sermaye nelerdir#sermaye nerelerde kullanılır
0 notes
Photo

Ünü Tarihten Günümüze Gelen Tiyatrocu
Asklepios
Eski Yunanlılarda hekimlik tanrısı, Apollon’un oğluydu. Hastaları, şaşırtıcı bir şekilde iyileştirerek, halkın en sevdiği tanrılardan biri oldu.
Yunan Efsanelerine göre, Apollon’un oğlu olarak kabul edilen Asklepios, pek çok hastayı İyileştirdiği İçin halkın sevgi ve saygısını kazanmıştı. Hekimlik tanrısı, birçok hastalığın tedavisinde bitkilerden yararlanmayı öğrenmişti Yaptığı tedaviler o kadar büyük bir başarı kazandı ki ölüleri dirilttiği bile söylenmeye başlandı. Bu habere Cehennem Tanrısı Hades (Plüton) çok kızdı: Bu Asklepios, kurbanlarını elinden mi alacaktı? Zeus (Jüpiter) de, durumdan pek memnun değildi: Asklepios, tanrılar kralının kurtulmak istediği bazı münasebetsiz kimselerin de sağlıklarını düzeltiyordu. O zaman bu çok becerikli fakat artık can sıkmaya başlayan hekimden kurtulmak için Zeus onu takımyıldız haline getirdi.
Romulus ve Remus
Mars ile îlia’nın oğulları, Efsanevî ikiz kardeşler. M.Ö. VII. yüzyılda yaşadılar.
Roma’nın kuruluşunda önemli rol oynadılar. Bu İkiz kardeşlerin hikâyesi heyecanlı olaylarla doludur. Doğdukları zaman bir sepet içinde Tiber nehrine atılırlar ve bir dişi kurt tarafından kurtarılarak emzirilirler. Romulus ve Remus arasında, Roma’yı kimin kuracağı konusunda kavga çıktı ve bunun sonunda Remus, kardeşi tarafından öldürüldü. Roma’nın kuruluşu hakkındaki efsaneye inanmak gerekirse Roma, Pales bayramı günü (M. Ö. 753 yılının 21 Nisan günü) kurulmuştur. O gün İlk Roma kralı Romulus, kutsal bir sapanın bronzdan demiriyle gelecekteki şehrin sınırlarını belirleyen çizgiyi çekti. Bu sınır, İçinde Capitolo ile Palatlno dağının da olduğu yedi tepeyi İçine alıyordu. Roma’lılar, devrimizde de, 21 Nisan gününü şehirlerinin kuruluş yıldönümü olarak kutlarlar. Romulus ve Remus’un dişi kurt tarafından emzirilmesi, birçok resim ve heykelde tasvir edilmiştir.
Don Kişot
Aynı adı taşıyan dünyanın en ünlü romanının kahramanı İspanyol şövalyesi, 1605’te ünlü İspanyol yazarı Cervantes’in kaleminden doğdu. Temiz yürekli fakat biraz delice kişidir.
Yaşlı, delice bir İspanyol soylusu olan Don Kişot, şövalye romanlarını okuya okuya şövalyeliğe heveslenir. Esir prensesleri kurtarmak, kötüleri cezalandırmak, kuvvetlilere karşı zayıfları korumak ve böylece ün kazanmak ister. Eski bir miğferle mızrağı kuşanır, cılız atı Rosinante’ye biner ve arkasında, ihtiyar bir eşeğe binmiş sadık uşağı Sancho Panza olduğu halde macera aramaya çıkar. Erişilmez hayâller peşinde koşan Don Kişot, korkunç devler gözüyle baktığı yel değirmenlerine karşı savaşır, İspanya’nın düşmanı olan Mağriplileri temsil eden bir kukla tiyatrosunun kuklalarının kellelerini uçurur, düşman sandığı bir koyun sürüsüne saldırır ve bu arada başına bir sürü İş açar. Cervantes, bu romanında modası geçmiş bir şövalyeliğin gülünç yanlarını insancıl bir görüşle ortaya koyar.
#asklepios#don kişot#hekim tanrısı#hikâye kahramanları#Mağripliler#masal kahramanları#Remus#Romulus#Romulus ve Remus#Rosinante#yunan tanrıları
0 notes