Tumgik
Photo
Tumblr media
Tarihte Duymadığınız İlginç Hikayeler
Öğretmeni Berberde Tıraş Ettiler…
Bu yazıya   “Kadirli’den sevgilerle” diye başlayacağız ve öyle bitireceğiz “Kadirli’den sevgilerle!” diyerek…
Öğretmen bu yıl Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş ve Kadiri ’ye atanmıştı. Genç olmasına genç, ülkücü olmasına ülkücü, Atatürkçü olmasına Atatürkçüydü. Ve bütün bunlar devri demokrasinin ne büyük günahıydı! Mimlenmişti öğretmen. Kırıkhan’da adam öldüren, İslahiye’de avukat yaralayan, şurada burada yol kesip “ “Huzur planını” uygulayanlar tarafından mimlenmişti. Yaman adamlardı huzur planı’nın uygulayıcıları. Saç keser, favori kazırlardı. Kulaklarına fısıldanmış, kafalarınag yazılmıştı: “Gomonist dediğin saçından ve de favorisinden belli olur. Kestin mi saçını, yoldun mu favorisini cascavlak kalırlar ortada! ”
Mimli öğretmen de akşam lokantada yemek yiyordu. Ne karşı masada palabıyıklı vatandaşların kafasından geçenlerden, ne de lokantanın dışında tezgâhlanan oyunlardan haberi yoktu. Arkadaşıyla birlikte yemeğini yedi, hesabını ödedi ve tam dışarı çıkarken yolu kesildi. Yol kesenler lafı uzatmadan konuya girdiler:” Senin saçını ve favorilerini keseceğiz.” öğretmen önce şaşırdı, sonra durumun ne durum olduğunu hemen anladı ve anlamamazlığa geldi:
“Siz kimsiniz acaba? Berber misiniz?””Ne berberi lan! Ben falanım. Tanımıyon mu? Saçlılara, favorililere, mimlilere, maksililere harp ilan ettim. Elimde liste var, bugün sıra sende!” öğretmen yine aşağıdan aldı : “Saçlarımı ve favorilerimi yarın ben kestirsem olmaz mı?”
Olmazdı! Kanun yürürlüğe girmişti. Sıra ona gelmişti. Bir-den öğretmenin etrafını sardılar ve yaka paça berbere götürdüler. Berber usturasını bilemiş, makinesini temizlemiş müşterisini bekliyordu. Öğretmeni pencere yanındaki koltuğa oturttu ve tarif üzerine bir güzel tıraş etti. Dışarıda toplananlar insanlık onurunu yücelten bu sahnenin bedava şakşakçılarıydılar. Öğretmen kazınırken güruhun başı “Sana bunca haber yolladım” diyordu, “Kessin saçlarını ve de favorilerini, diye. Dinlemedin. Benim forsumu kırdın… Gör bakalım şimdi ben ne yaparım adama!” Öğretmen adamın ne yaptığını önündeki aynadan görmüştü. Tıraş bitti. Kahraman dışardakilere sırıtarak baktı ve öğretmene sordu: “Kahveni nasıl içersin? “İçmemi!  “O halde rakı içelim.” “Onu da İçmem!” “Öyleyse şehadet getir.” Öğretmen istenileni yapar. Saç kesici kahraman sokaktakilere döndü : “Dindaşlarım, işimiz bitti, dağılalım.” Ve dağılırlar. Ne demiştik? Yazıyı “Kadirli’den sevgilerle!” diye bitirecektik. Öyle bitiriyoruz : Kaymakam Mehmet Çan’ı ve de Topaloğlu’nu anarak!
Şirketin Sahibi Bakanları Soruyordu
Hükümet programının okunmasından bir gün sonra gazetemizin santralına bir telefon geldi. Kendisini «Bir okuyucu!” olarak tanıtan kişi, “iBir konu hakkında bilgi almak” istiyordu. Santral, “Bir okuyucuyu” istihbarata bağladı. Telefona arkadaşlarımızdan özer Oral çıktı. “Bir okuyucu” bu defa kimliğini söyledikten sonra şöyle devam etti:
“Ben şirketinin muhasebecisiyim. Şirketimizin yetkilileri yeni bakanları tanımak istiyorlar. Düşündük. Gazetecilerin kulağı deliktir, dedik. Acaba size gelsem, yeni bakanlar hakkında bana bilgi verir misiniz? Yazmadıklarınızı söyler misiniz?”özer Oral ağzı çok laf yapan adamın dediklerinden bir şey anlamamıştı. Daha doğrusu anlar gibi olmuştu da biraz deşmek istedi
Anlayamadım, nasıl bilgi istiyorsunuz?” “Yani, şey, bakanlarımızın görüşleri nedir?” “Hangi görüşleri?”“Siyasi, iktisadi görüşleri…” “Hükümet programı bütün bakanların görüşlerini kapsar. Başka neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
“Evet, hükümet programını okuduk. Fakat programda ana-hatları var. Daha teferruatlı bilgi istiyorduk. Siz bakanları yakından tanırsınız, ne yapmak isterler, belirli konularda ne düşünürler, merakları nedir?” Gazetelerin çoğunda bakanlar hakkında yazı çıktı. Hayat hikâyeleri, eşlerinin anlattıkları… Onları okursanız istediklerinizi öğrenirsiniz sanırım.” “Evet, onları da okuduk. Fakat bizim şirketin sahipleri daha özel bilgiler öğrenmek istiyorlar. Onun için size başvurduk”
Adam baklayı ağzından çıkarmaya başlamıştı. Özer Oral da pas verdi:  Ha anladım! Siz dostluklardan yararlanıp bakanların özel hayatlarını öğrenmek istiyorsunuz.” “Evet efendim, çok iyi bildiniz, işte onları öğrenmek istiyoruz. Bir randevu verseniz çok iyi olacak. Bakanlardan çoğunu herhalde tanıyorsunuz. Bu bizim için çok önemli” “Bakanları tanıyıp tanımamamız önemli değil, önemli olan sizin bu teklifiniz. Şirketin sahibine selam söyleyin. Yanlış kapı çaldınız. Haydi güle güle!” Kudretlinin çevresine ağ örmek, kudretliye çengel atmak… Çirkin politikacının alışıp sürdürdüğü bir taktikti… O zavallı da, bu taktiği en aptalca uygulamaya çalışıyordu…
Bakkal Dükkânında Olup Bitenler…
Kadın yanında çocuğu bakkaldan alışveriş ediyordu. Dükkânda yaşlı bir adam vardı. O sırada dükkâna yoksul bir çocuk girdi. Elindeki parayı bakkala uzattı:
Bana bir liralık yağ ver! Bir liralık yağla annesi yemek pişirecekti. Kadının çocuğu çikolata istedi: Anne bana çikolata atsana!” Bir liralık yağ isteyen çocuk, aynı yıl doğan akranının elindeki çikolataya çocukluğunun bütün kıskançlığıyla baktı. Kadın çocuğun bakışındaki keskinlikten ürperdi. Bakkala fısıldadı : Ona da bir çikolata veri Çocuk bakkalın eline sıkıştırdığı çikolataya bir garip baktı. Aldı ve çıktı. Yaşlı adam bakkala döndü: İşte bunlar cennetlik!”
İhtiyarın cennetlik dediği kadın karşılık verdi: Olur mu dede” biz cennetlik olur muyuz? Baksana başımız açık!” Yaşlı adam, “Sizin başınızı Atatürk açtı” dedi. “Ben gençtim, Of’ta bir gelin gördüm, başı açıktı. Allah Mustafa Kemal  den razı olsun, diyordu. Ben de eve gidip hem karımın, hem de gelinimin başını açtım. İkisi de Mustafa Kemal Paşa’ya dua ettiler. Sizin başınızı Atatürk açtı. Cennetlik olmanın baş açıp, kapamakla bir ilişiği yoktur. Bir sübyanı sevindirmenin sevabı sana yeter kızım.”
Kaybolan Çocuk
Görele’nin pazarı salı günüdür. Köylü sabahtan akın eder kasabaya. Yağıyla, sütüyle, lahanasıyla, bir de çocuklarıyla. Bir mahşer olur ki tüm Anadolu kasabaları gibi. O salı da öyleydi. Birden meydandaki elektrik direğine asılı belediye hoparlörü konuşmaya başladı : Bir erkek çocuk bulunmuştur. Anasının veya babasının belediyeye gelmesi duyurulur.” Genç bir karı koca kalabalığı yarıp elektrik direğinin dibine koştular. Sonra da oradakilere döndüler :
Bizim çocuk kayboldu, şimdi adamın biri burada bağırıp duruyordu, bizim çocuğu bulmuş!”
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Ülkemizde Yaşanmış Enteresan Olaylar
35 Yıl Sonra Nüfusa Kaydolacaktı
Şarkışlalı Kemal Güneş 35 yaşındaydı. Ama hâlâ nüfus kütüğünde kaydı yoktu. Geçen hafta nüfus memurluğuna müracaat etti. «Beni nüfusa kaydedin» dedi. Memur, Kemal Güneş’in yaşını tespit için doktora gönderdi. Kemal Güneş raporu aldı, arzuhalciye gitti. Arzuhalci, Kemal Güneş’in 3 Ekim 1928’de doğduğunu belirten bir doğum kâğıdı yazdı. Doğum kâğıdını iki şahit İmzaladı, muhtar onayladı ve Kemal Güneş aldı nüfus memuruna gitti. Nüfus merhum doğum kâğıdını inceledi, evirdi, çevirdi ve «Olmamış!» diyerek kestirip attı. “Tarih 3 Ekim değil 4-Ekim olacak! Git bunu baştan yaptır!” Kemal Güneş yalvardı, yakardı, “Elini ayağını öpeyim memur bey” dedi,”Kırk param kalmadı… Bu kâğıtları yeni baştan nasıl yaptırayım? Kurbanın olanı, elinde kalem var… Şu üçü dört yapıver!.” Memur kabul etmedi. «Olmaz!” diye diretti. «Baştan yaptıracaksın!” Kemal Güneş’in tepesi attı. Aldı kâğıtları eline “Vazgeçtim!” diye bağırdı: “Nüfusa kaydolmaktan vazgeçtim! Devlet beni asker etmek isterse muameleyi kendi eliyle yaptırsın!”
Ve çıktı dışarı, gitti.
Hırsızı Karakola Götürdü
Hikâye 28 Ağustosu, 29 Ağustosa bağlayan gece Mecidiyeköy, İkinci Taşocağı; Sokakta bulunan Emek apartmanının beşinci dairesinde başlar ve hâlâ devam eder… Hikmet Erdal bir tıkırtı ile uyanır. Gözlerini acar ve sofada iriyarı, elinde çanta olan bir adamın dolaştığını görür. Fakat kalkmaya cesaret edemez. Çünkü adam hem ondan çok cüsselidir, hem de kendisinin yanında bir tırnak çakısı bile yoktur. “Kimsin?” diye bağırır. Adam hemen fırlar ve balkondan aşağıya atlayarak kaçar. Hikmet Erdal karısını uyandırır, kalkar evi kontrol ederler. Her şey yerli yerindedir. Hırsız hiçbir şey çalamadan kaçmıştır. Karı kocanın sinirleri bozulmuştur. Oturur çay demler içerler. Gün ağarmak üzeredir. Hikmet Erdal perdeyi aralar dışarı bakar. Bir de ne görsün… Hırsız sokakta dolaşmıyor mu? Hemen giyinir ye dışarı fırlar. Hırsız, ev sahibini görünce kaçmaya başlar. ‘Hikmet Erdal hem koşar, hem de “Tutun, yakalayın  hırsız kaçıyor!” diye bağırır. Birkaç işçi ve şoför hırsızın peşine takılır ve güçlükle yakalarlar. Otomobile bindirip karakola getirirler. Karakolda adamın elindeki çanta açılır, içinden tornavidalar, keskiler çıkar. Biraz sonra da karakola bekçi gelir. Hikmet Erdal bekçiye çıkışır: “Yahu neredesin! ‘Başımız derde girdi… Sen ortada yoksun!”
Bekçi kızar, “Sana ne benim nerede olduğumdan» der. “Mıntakamı teftişten geliyorum!” Polis hırsızın ifadesini alırken bir kadın içeri girer… Hırsizı görünce feryada başlar: “İşte gece bizim eve giren buydu!» ifadeler alınır, zabıtlar tutulur ve polis, “Beyim siz işinize gidin” der. Biz tahkikatı yürütürüz” Günler geçer, Hikmet Erdal hırsızı, tahkikatı filan unutur… Fakat bir dava dilekçesiyle karşılaşınca şaşkına döner. O gün hırsız diye yakaladıkları adam şimdi ondan davacıdır. Adam dilekçesinde şöyle demektedir:
Ortaköy’den Silahtarağa’daki işime giderken Mecidiyeköy’ de birkaç kişi üzerime gelerek ‘Hırsızsın!’ diye yakama yapıştılar. Döverek söverek beni zorla bir otomobile bindirip karakola götürdüler. Bunlardan Hikmet, boğazımı sıkıyor ve beni öldürmek istiyordu. Karakolda ifademi aldılar ve beni savcılığa gönderdiler. Savcı bey yaptığı tahkikat ve evrak üzerindeki incelemedi sonunda ademi takip kararı verdi, beni serbest bıraktı. Hikmet Erdal’ın ortada hiçbir sebep yokken beni dövmeşi, küfür etmesi ve işimden alıkoyması gibi halleriyle şahsi maneviyatım üzerinde bir hayli tesir yapıp müptela olduğum şeker hastalığının fazlalaşmasına sebep olmuştur. Sanığın bigünah olduğum halde dövmek ve küfür etmesi sebebiyle hakkında davacıyım. Manevi tazminat olarak 500 liranın tahsili hakkında karar verilmesini talep ve istida eylerim.”
Refahiye Nire  İstanbul Nire
Mühendis Vural Topkaya önceki sabah otomobili ile İzmit’e gidiyordu, ‘Pendik’i geçince yolun kenarında elinde çantası  bir ilkokul öğrencisi gördü. Yağmur yağıyor ve çocuk ıslanıyordu. Otomobilini durdurdu ve çocuğu aldı. Çocuğun önlüğü, yakası sırılsıklamdı. Biraz gittikten sonra sordu: “Oğlum senin Okulun nerede?” “Daha ileride!”
Otomobil gidiyor ve »mühendis sık sık soruyordu: ”Oğlum sen nerede ineceksin?  “Çocuk her soruşa «Daha ileride, daha ileride..” diye cevap veriyordu. Nihayet Vural Topkaya dayanamadı: «Oğlum!» diye çıkıştı. «Daha ileride diyorsun ama, İzmit’e yaklaştık! Şaşırmış olmayasın!» Çocuk «’Ben şaşırmam!” dedi.’ “Ben Refahiye’de ineceğim!” Neee.. Vural Topkaya’nın aklı duracaktı … “Evladım! Sen Refahiye’nin nerede olduğunu biliyor musun?” .
“Elbette biliyorum! Erzincan’ın ilçesi” Ve 8 yaşındaki çocuk başladı hikâyesini anlatmağa : “Ben Erzincan’ın, Refahiye ilçesinin Hanperi köyünden “ Murat Sarak’ım. Bizim köyde okul yoktur. Ben okuyanların büyük adam olduğunu duymuştum. Askerden gelen ağalarım Okuyanların büyük adam olduğunu söylerlerdi. Ben de okuyup büyük adam olmaya karar verdim. Bizim gelinin kardeşi ile yola çıktık. O İstanbul’a çalışmaya geliyordu.” Bindik otobüse, düştük yollara, vardık İstanbul’a… Hacı amcam İstanbul’da inşaatlarda çalışırdı. Beni okula yazdırmak için çok uğraştı. Ama kayıtlar kapanmış… Okula almadılar, Hacı amcam ’Nedek Murat! dedi, ‘Gelecek yıl yazılırsın!’ Vapura bindik, Haydarpaşa’ya geçtik
Vural Topkaya ne diyeceğini şaşırdı. Çocuk sözlerini bitirdiği zaman ‘İzmit’e gelmişlerdi. Hemen otomobili Emniyet Müdürlüğünün önüne çekti. Çocuğu yanına alıp içeri girdi. ‘Komiser Alparslan’a durumu anlattı. Komiserin şaşkınlığı, onun şaşkınlığından az değildi. ‘Ne yapacaklarını bilmiyorlardı, önce çocuğu soyup üstünü başını kuruttular. Ondan sonra da ne yapacaklarını düşündüler. Çocuk “Merak etmeyin ben giderim!”  diyordu. “Sağ el beni buraya kadar getirdin!” Sonunda komiser ve mühendis baş başa verip bir hal çaresi buldular. Mühendis çocuğun Sivas’a kadar otobüs biletini aldı, cebine de birkaç kuruş harçlık koydu. Komiser de Sivas Emniyet Müdürlüğüne hitaben bir yazı yazdı ve Murat Sarak’ı otobüsün şoförüne teslim etti. ‘Murat Sarak otobüse binerken elindeki minicik çantasını açtı. Çantanın içinde alfabesi defteri, kalemi ve birkaç parça da çamaşırı vardı. Gözleri yaşlıydı. «Bunları boşa aldım» dedi.  ”Köy yerinde bunlan nidecem? İnşallah gelecek yıl okurum!”
Bektaşinin biri çarşıdan geçerken kendisini meyhaneden çağırmışlar “Gel erenler» demişler. “Şurada İki testi şarap var, biz hangisinin daha iyi olduğunu anlayamadık. Sen seçlver.” Bektaşi birinci testiyi başına diker dikmez elinden atmış ve ağzındaki şarabı yere tükürerek dışarı fırlamış. Arkasından seslenmişler:””Hey erenler İkinciden de bir yudum tatsanal” Bektaşi dönüp bağırmış: “Nesine bakayım onun.. Bundan daha kötü olmaz ya”.
0 notes
Photo
Tumblr media
Asmalımescit’ten Taksim Tünel’e Doğru Bir Seyir Turu
Asmalımescit’ten Tünel’e doğru ilerleyelim. Tünel’e Müeyyet Sokak’tan çıkabileceğimiz gibi son yıllarda açılan restoranların ve kafelerin hoş bir hale getirdiği Tünel Pasajı’ndan da çıkabiliriz. Tünel Meydam’mn hemen altında açık pembe renkli, büyük bir bina var. Bugün pek dikkati çekmeyen bu bina, aslında Beyoğlu ve İstiklal Caddesi’nin bugünkü görünümünü almasını sağlayan yer.
yüzyıla gelindiğinde Osmanlı başkenti demografik ve fiziksel olarak büyümüştü. Bu, sorunları da beraberinde getiriyordu. Sorunların çözümü için bir takım idari reformlar gerektiğinin farkına varıldı. İdari reformların gerçekleştirilmesinde Avrupa’dan kente göçmüş nüfusun da etkisi oldu.
Kırım Savaşı’ndan sonra 1855’te, kent yönetiminin yeniden düzenlenmesinde önemli bir adım daha atıldı. Fransız modeli uygulanarak “pröfecture de la vüle”in Türkçe karşılığı olan “şehreminlik” makamı yaratıldı. Hatta İstanbul’da bugün aynı adı taşıyan bir semt de var. Şehreminlikten önce varolan kadüık sistemine göre İstanbul dört kadılığa ayrılmıştı: İstanbul, Üsküdar, Galata ve Eyüp. Kadı, belediye başkamnın görevlerini yerine getirmekle beraber aynı zamanda vali, emniyet müdürü ve hakim demekti. Şehreminlik makamına bağlı olarak İntizam-ı Şehir Komisyonu kuruldu. Komisyonun başlıca görevleri şehrin güzelleştirilmesi (tezyin) 4 temizlenmesi (tanzif), sokakların aydınlatılması (tenvir-i esvak), yolların genişletilmesi (tevessü) ve inşaat usullerinin iyileştirilmesi (ıslah-ı usul-i ebniye) olarak belirlendi. Komisyonun kararıyla İstanbul, Paris veya Viyana’daki uygulamalara benzer bir şekilde on dört daireye ayrıldı.
Pera, Galata ve Tophane’yi kapsayan bölge altıncı bölgeydi ve kent reformunda pilot bölge olarak belirlendi. Bu bölgede sokakların düzenlenmesi, döşenmesi, su ve kanalizasyon şebekelerinin tesisi ve bakımı, çöplerin toplanması, sokakların aydınlatılması, çarşı-pazarm denetlenmesi gibi konular Altıncı Daire-i Belediye’nin sorumluluğunda olacaktı. Nitekim, 19. yüzyılın ikinci yansında Beyoğlu bölgesi bir şantiyeyi andırıyordu.
Tüm bu gelişmeler yaşanmaya başlamışken 1870 yılının Haziran ayında Taksim civarında bir evde çıkan ve “harik-i kebir” diye de bilinen Büyük Beyoğlu Yangını, güçlü rüzgarın etkisiyle yayılarak kısa sürede Tarlabaşı, Taksim, Cadde-i Kebir ve Galatasaray semtlerini tahrip etti. Bir gecede 8 bin yapıyı yok eden, 650 kadar kişinin de ölümüne yol açan yangın sonucunda bugünkü Büyük Parmakkapı Sokak’tan başlayarak Galata dahü olmak üzere aradaki bölge tamamen yandı. Bu, Beyoğlu’nun üçte ikilik bir bölümü demekti. Şu ana kadar gördüğümüz binalarının birçoğunun farklı tarihlerdeki yangınlardan sonra onarıldığından, yıkılıp yeniden yapıldığından söz ettik. İstanbul’un ahşap konut dokusu kentin tarihi boyunca birçok yangına neden oldu. Nüfus arttıkça bina sayısı, bina sayısı arttıkça da yangınlar arttı. Gerçekten de İstanbul’da yaşanan yangınların sayısı yüzlerle ifade edilir.
Sadece 1853 – 1906 yılları arasında 229 büyük yangın görüldü. İstanbul seyahati sırasında bu yangınlardan birisine denk gelmese de görgü tanıklarından duyduklarını bir hikayede toplayan en ünlü İtalyan gezgini Edmondo de Amicis İstanbul halkının yaşadığı paniği ve acıyı şöyle ifade eder:  “ İstanbul sakinleri için yangın’ kelimesi ‘her türlü belayı’ ifade eder. Yangın var!’ feryadı ise tüyleri diken diken edici korkunç, meşum, duyanı yeise gark eden bir feryattır ki şehir iliklerinde hisseder ve insanlar Allah’ın gazabının haberini almışçasına sokaklara akarlar.” (Amicis, Edmondo de, İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1986) Şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipini tercih edilmesinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem korkusu, kırsal alışkanlık, maddi imkanların yetersizliği ve kaderci dünya anlayışı gibi. Ama temel neden ekonomikti. Ahşap ucuzdu ve inşaatı kolaydı. Bu nedenlerden dolayı yangınların yok ettiği ahşap binaların yerine sürekli yenileri yapıldı. Belli bir zamana kadar ahşap yerine kagir bina yapılması sadece “tavsiye” edildi; ancak 1870 yangınından sonra zorunlu hale getirildi. Yangının İstanbul’a sağladığı tek fayda belki de modem anlamda bir itfaiye teşkilatının kurulmasına sebep olmasıydı. Macaristan’dan getirilen Kont Seçeni (tam adı Comte Öden Szecheny) adlı bir subay yangından altı sene sonra İstanbul’da bir itfaiye alayı oluşturdu.
Ünlü Macar yurtseveri Istvan Seçeni’nin oğlu olan Kont Seçeni, tam kırk sekiz sene İstanbul itfaiyesinin müdürü olarak hizmet vermişti. Seçeni, gerçekten alanında çok bilgili ve ileri görüşlüydü. 1877’de Boğaziçi’ndeki yalıların ahşap olduğunu görerek (bugün bile olmayan) deniz itfaiyesini kurma fikrini ortaya atmıştı. II. Abdülhamid’den de paşalık unvanı alan Seçeni, 1922’de İstanbul’da öldü ve Feriköy’deki Latin Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Hatta, Fatih’te Seçeni’nin adını taşıyan ve’pek fazla kişinin bilmediği bir de müzesi (Türkiye’nin tek itfaiye müzesi) var.
Aslında Kont Seçeni, bitmek bilmeyen yangınlarla mücadelesine başlamadan çok daha önce, 1836’da İngütere’ye sefir olarak gönderilen Mustafa Reşid Paşa, sultana gönderdiği mektupta yangınlarla başı belada olan Türklerin, İngiliz gazetelerinde “Acaba memleketinizde taş yok mudur? Tlığla imalini ve kagir inşasını büenler bulunmaz mı?” türünde cümlelerle, alay konusu yapıldığını ifade etmişti.
Reşid Paşa’nm ünlü mektubu hemen olmamakla beraber, şehir reformları için düğmeye basılmasında etkili olmuştur. Nihayetinde, mühendis, mimar ve yöneticüerden oluşan bir komisyon kuruldu. Komisyonun ilk işi bir yeni şehir (nouvelle vüle) projesi tasarlamak oldu. Proje tam olarak uygulamaya dökülmese de Beyoğlu’nda önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Büyük Yangını izleyen 20-30 yılda ahşap binalar yerini Batı tarzı modem ve estetik taş binalara bıraktı.
Büyük anıtsal yapıların, apartmanların, okulların, ibadethanelerin, hanların ve pasajların yapımı kısa zamanda tamamlandı. Yeni yapılan binaları Avrupai tarzda restoran ve kafeler, iş ve alışveriş merkezleri, şarküteriler, oteller, modaevleri, kitapçılar, yayınevleri, seyahat acenteleri, kuaför ve güzellik salonları, saatçiler, tuhafiyeciler, perukçular, şapkacılar, oyuncakçı dükkanları süsledi. İstanbul halkı tiyatrolar, sinemalar, kafe-şantanlar, barlar, pavyonlarla tanıştı. Sokakların yıkanması, çöplerin toplanması, kaldırımların döşenmesi gibi basit şehircilik hizmetleri başladı. Türkiye’de ilk sokak ışıklandırması yapılan yer İstiklal Caddesi, ilk halka açık park alam da Taksim Gezi Parkı oldu. Reformlar sonucunda Beyoğlu bölgesi bambaşka bir görünüme kavuştu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Grand Rue de Pera zamanın gözde başkentleri Paris, New York, Londra ve Viyana’daki caddelerle yarışacak duruma geldi. Hatta, Beyoğlu’ndaki çok kültürlülük dünyanın hiçbir kentinde yoktu.
Tüm bu reformların planlandığı, finanse edildiği ve de uygulandığı yer olan Altıncı Daire Binası bugün Beyoğlu Belediyesi olarak hizmet veriyor. 1879-83 yıllan arasında adım Hollanda Elçiliği’nden hatırlayacağımız İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini tarafından yapılan bina Türkiye’nin ük belediye binası olma özelliğini taşıyor. Barborini, 1820’de Piacenza’da doğdu ve İtalyan ekolüyle yetiştikten sonra 1849’da İstanbul’a geldi. Otuz bir yıl kaldığı İstanbul’da Tarla-başı Alman Protestan Kilisesi, Çemberlitaş Hamamı, Moda’daki Assumption Church ve Mercan’daki Ali Paşa Canın gibi binalara da imzasını attı. Beyoğlu Belediye binası veya eski adıyla Palais Communal de Pera, simetrik cepheleri, geniş kat silmeleri, saçak silmeleri, köşe pilastrlan, pencere korkuluk ve allıklarıyla kendine özgü bir yapı.
0 notes
Photo
Tumblr media
Beyazıt Kulesi, Roma Amfiteatrı ve Roma Sirki Hakkında Bilgiler
Beyazıt Kulesi
Telefon olmadığı için eskiden yangın haberinin duyulması da, söndürülmesi de çok güçtü. Bunun için yüksek kuleler yapılır ve buraya dikilen nöbetçiler çevrede çıkacak yangınları gözlerlerdi. Beyazıt kulesi de bunun için yapılmıştı.
İstanbul’da Üniversite bahçesinde yükselen İlk kule 1749’da Ağakapısı’ndakl sarayın iç avlusunda ahşap olarak dikilmişti. Padişah, eski sarayı Askerkapısına ayırınca burada yine ahşap bir kule yapıldı. Kule bir yeniçeri ayaklanmasında yakılınca 2’nci Mahmud’un emriyle 1828’de bugünkü mermer kule yapıldı. 85 metre yüksekliğindeki bu kule, aşağıdan yukarı doğru nöbet katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katandan ibarettir. 1849’da yuvarlak pencereli taştan yapılmış taraşla parmaklıklı üç kat İlâve edilmiştir. 1889’da ise demirden bir bayrak direğinin eklenmesiyle kule bugünkü hâlini almıştır.
Roma Amfiteatrı
Roma amfiteatrları. Üzerinde seyircilerin oturması için basamaklar bulunan, yuvarlak ya da oval biçimde kale duvarları gibi yüksek yapılardı. Ortadaki «arena» denen meydanlıkta spor gösterileri veya kanlı boğuşmalar yapılırdı.
Fransa’nın Nimes şehrindeki ünlü arana, Romalılardan günümüze kadar kalmış arenaların başında gelir. Bu arenalarda bugün bile gösteriler, ya da boğa güreşleri yapılır. Ortadaki arena diye adlandırılan meydan, kumla örtülüdür. Eskiden bu kuma altın tozu karıştırıldığı da olurdu. Bu meydanlarda gladyatörler, ölesiye dövüşerek Roma’lıları eğlendirirlerdi. Yenilen gladyatör halktan hayatının bağışlanmasını isterdi. Eğer seyircilerin büyük bir kısmı yumruklarını beşparmakları yukarı gelecek şekilde kaldırırsa zavallı gladyatörün hayatı bağışlanırdı.
Roma Sirki
Roma’da Büyük Sirk’in taştan basamakları üzerinde 300.000’den fazla seyirci; oyunları, mücadeleleri, çeşitli gösterileri, araba yarışlarını rahatça izleyebilirdi. Öylesine heyecanlanırlardı ki aralarında, kazanacaklar üzerinde bahse de tutuşurlardı.
Eski Roma’da sirk gösterileri, yıllık büyük bayramlar ya da önemli olaylar münasebetiyle halkı bir araya toplamak için devlet tarafından düzenlenirdi. Seyirciler, kanlı ve zorlu gösterilerden çok hoşlanırlardı. O çağın sirklerinde yumruk dövüşü, kanlı kavgalar gibi gösteriler ve daha çok araba yarışları yapılırdı. Yarışçıların rakiplerini’ geride bırakmak İçin birbirlerini kırbaçladıkları, arabasından aşağı yuvarladıkları çok olurdu. Günümüzde sirktaşka anlamda ve çok daha eğlenceli, ilgi çekicidir.
1 note · View note
Text
Şişe Mantarı, Muşamba ve Plastik Maddeler
Şişe Mantarı
Akdeniz bölgesinde yetişen bazı cins meşe ağaçlarının, yağmura, kuraklığa, sıcağa ya da soğuğa karşı koruyan kalın kabuklan vardır. Bu kaim kabuğa “mantar” denir. Bu maddeden şişe mantarı, balık ağı mantan ya da mantarlı muşamba yapılır.
Ağaçların gövdelerini ve köklerini kaplayıp örten koruyucu maddeye “mantar” adı verilir. Bazı ağaçların üzerindeki bu mantar tabakasının kalınlığı 3, hatta 4 santimetre olur. Bu kabuk her on yılda bir kaldırılarak sökülüp alınır, yeniden gelen mantar eskisinden daha güzel, daha muntazam olur. Bu tabakalar işlenmeden önce suya yatırılıp yumuşatılır. Sonra da kesilerek silindir biçimi mantarlar, özel biçimli şampanya şişesi mantarları, ısı kaybına engel olmak İçin koruyucu madde levhaları yapılır.
Muşamba
Eski bir döşemeyi hem göze çirkin görünmekten kurtarmak, hem de kullanışlı bir zemin elde etmek için yere muşamba döşemek kâfidir. Muşamba, üzeri düz olduğu için hem göze daha güzel gözükür, hem de kolayca silinip temizlendiği için bakımı kolaydır.
Günümüzdeki yapılarda yerleri hem çabuk, hem de ucuz bir şekilde kaplamak için pek çok malzeme vardır. Bunların birçoğu doğrudan doğruya beton döşemenin üzerine yapıştırılır. Başlıcaları, tahta mozaik parke, döşemelik yün kadife ya da plâstik karedir. Bu gibi yer döşemelerinin en eskisi “linoleum” denilen mantarlı yer muşambasıdır. Muşamba, keten yağımla karıştırılmış mantar tozunu keten çuval gibi kaba bir dokuma üzerine döküp sıvayarak yapılır. Üzerine mantarlı yağ sürülen bu geniş dokuma, sonra preslerden geçirilir. En kalın cins muşambalar gemilerde taban kaplaması olarak kullanılır.
Plastik Maddeler
Plastik maddeler, kimyagerler tarafından bulunmuş olan, kolayca kalıplanıp çekil verilen ya da İplik hâline getirilip kumaş gibi dokunabilen, kesilebilen ya da birbirine kaynaştırılan maddelerdir. Tahta, kömür, tuz ya da petrol gibi maddelerden yapılır. İlk plastik imâdeler, selûioit ya da kükürtle vülkanize edilerek sertleştirilmiş kauçuk gibi maddelerdi ve ancak belirli sayıda eşyanın yapımında kullanılırdı. Ama sentetik reçinenin keşfi, bu alanda çok değişik eşyanın yapılmasına yol açtı.
Ambalaj malzemesi, iplikler, kumaşlar ve eskiden tahtadan, madenden ya da camdan yapılan akla gelebilecek her şeyi. Plastik maddelerin ham maddesi tabiatta çok boldur. Kokkömürü gazı, tuz, selüloz, kireç, süt, bitkisel asitler gibi birbirinden çok farklı maddeler plâstik eşyanın yapımında kullanılmaktadır. Çağımız için “Plâstik Çağı” dense yeridir.
0 notes
Photo
Tumblr media
Paraleller, Gündönümü ve Yükselti Hakkında Bir Derleme
Paraleller
Dünyamızın yüzeyini ekvatora paralel bölgelere ayırdığı varsayılan çizgilerdir. Bunlar sâdece haritaların üzerinde çizili bulunur. Bir yerin enlemini göstermeye yararlar.
Paraleller aslında bulunmayan, sadece var olduğu sayılan. Ekvatora paralel olarak dünyamızı çepeçevre çeviren çizgilerdir. Bir yerin enlemini, yâni kutupla Ekvator arasın da bulunduğu yeri bildirmeye yarar. Bu yer, 0 (sıfır) derece (Ekvator) ile 90 derece (Kutup) arasında, derece cinsinden bir sayıyla ifade edilir. Eğer enlemi bulunmak İstenen nokta Ekvatorla Kuzey Kutbu arasındaysa, kuzey enlemi. Ekvatorla Güney Kutbu arasındaysa da güney enlemi denir. Ama bir noktanın tam olarak yerini belirtmek için o noktanın boylamını da bilmek gerekir. Bir yerin enlemi sekstant denilen Aletle bulunur.
Gündönümü
Kışın, geceler usundur; yazın da çok kısa… Ama ilkbahar ile sonbahar başlangıcında geceyle gündüzün uzunluğu birbirine eşit olur. Buna gündönümü denir.
Dünyamızın ekseni dalma aynı tarafa eğik olduğu İçin aynı sıralarda yeryüzünün har noktasının güneş ışıklarıyla aydınlanma süresi eşit değildir. Yazları, dünyamız ekseninin kuzey ucu güneşe eğik olduğu İçin Avrupa daha çok güneş ışığı alır. Kışları Isa dünyamız ekseninin güney ucu güneşe eğik olduğundan aynı Oklalar daha az güneş ışığı alır. Dünyamızın alanı güneş ışınlarına dikey bir düzlem İçinde olduğu zaman da gündönümü olur, yâni gündüz, tarla geceler birbirine eşit uzunlukta olurlar. Gündönümü sırasında şiddetli gündönümü gel-gitleri meydana gelir.
Yükselti
Yükselti, bir yerin deniz yüzeyinden olan yüksekliğidir. Meselâ Paris’teki ünlü Eiffel kulesinin yerden yüksekliği 320 metre olmasına rağmen coğrafi anlamdaki yüksekliği 345 metredir. Çünkü Paris, deniz yüzeyinden 25 metre yüksekliktedir.
Havacılar güvenlik içinde uçabilmeleri için yerden ne kadar yükseklikte uçtuklarını bilmek zorundadırlar. Uçakların altimetre atmosfer basıncını ölçen bir alettir. Bu basınç da, normal havada deniz yüzeyinde 76 santim boyunda, 1 santimetre kare eninde bir cıva sütununun basıncına, yerden 5000 metre yükseklikte 40 santim, 10.000 metrede de 20 santim olacak şeklide azalır. Böyle olunca bir altimetrenin göstergesini metre cinsinden işaretleyerek, ibrenin gösterdiği rakamı okuyup yüksekliği öğrenmek kolay olur.
0 notes
Text
Drakkar, Deniz Haydutları ve Feribot Nedir?
Drakkar
“Vikingler”,  ya da “Normanlar” diye anılan eski çağların İskandinav korsanları «drakkar» denilen ahşap gemiler yaparlar, bunlarla denizleri aşarlardı. Gemilerinin önlerine yerleştirdikleri tahtadan oyma ejder heykelleri düşmanlarım korkutmak içindi.
Vikingler, reisleri savaşırken öldüğü zaman gelenekleri gereğince cansız vücudunu kumanda ettiği gemiyle birlikte ya denize ya da karaya gömerlerdi. Bu âdet sâyesinde bugün burunlarındaki oyma ejderlerden ötürü «drakkar» diye anılan bu gemileri el değmemiş hâlde bulmak mümkün olmaktadır. Meselâ Oslo’nun 80 kilometre uzağında, Oseberg’te bulunan drakkar bunlardan biridir. Milâttan sonra 800 yıllarında yapıldığı tahmin edilen tekne 22 metre boyunda, 5 metre genişliğindedir. Teknenin içinden ayrıca büyük bir araba, bir kızak, çeşitli kap kacak, âlet-edevat, elbiseler, çizmeler çıkartılmıştır.
Deniz Haydutları
Genellikle Amerika yakınlarındaki denizlerde gezen deniz haydutları kaçamayacak kadar yavaş giden ya da çok zayıf gemilere rastlayınca içindekileri öldürüp mallarım yağma eden haydutlardı.
Korsanlar deniz haydutlarıyla karıştırmamak gerekir. Deniz haydutlarının hiçbir devlete bağlı olmamalarına karşılık, korsanlar, doğrudan doğruya bir devletin emrinde çalışan ve düşman memleketlerin gemilerini saldıran deniz akıncılarıydı.
Genellikle Amerika denizlerinde görülen deniz haydutlarının çoğu, yakalandıkları zaman asılmaları için haklarında önceden idam hükmü verilmiş canilerdi. Gemileriyle tüccar gemilerinin yolunu keserler, ele geçirdikleri malları ambarlarına doldurup üslendikleri limana dönerlerdi. Haiti adalarının kuzeyindeki «Kaplumbağa» adası, bu deniz haydutlarının âdetâ merkezi olmuştu. Burada yağmaladıkları malı satar ya da başka bir malla değiş-tokuş ederler, bu arada da aralarında kanlı kavgalara girişirlerdi. Bunların birçoğunun direğinde, siyah üzerinde kuru kafa bulunan bayrak dalgalanırdı.
Feribot
Otomobillerin yolcularıyla birlikte taşınması için özel olarak yapılmış bir gemi çeşididir.  Otomobilleri, otobüsleri, kamyonları içine alır, vakit kaybına meydan vermeden karşı kıyıya geçirir. Köprüsü olmayan akarsular Özerinde ulaşım genellikle sallarla yapılır. Ama daha uzun bir yolculuk İçin sal yerine gemilerden yararlanılır. Feribot, taşıtların uzun bir yolculuk yapmalarını sağlayan bir gemi çeşididir. Taşıtları kullanan şoförler de tıpkı bir garaja gidiyorlarmış gibi arabalarıyla birlikte feribota girerler. Karşı kıyıya çıktıkları zaman da hiç vakit kaybetmeden yollarına devam ederler. Bizdeki feribotların küçüklerine araba vapuru denir. Bunlardan başka, bütün bir trenin vagonlarını, içindeki yolcularla birlikte alıp taşıyan büyük feribotlar da vardır.
0 notes
Text
Itri Efendi, Tamburi Cemil ve Şinasi ile Sanat Turu
Buhurizade Mustafa Itri Efendi
Türk musikisinin büyük ustası, 1640’ta İstanbul’da doğdu, 1711’de aynı yerde öldü.
Hemen bütün İslâm dünyasında yüzyıllardan beri okunan Kurban Bayramı Tekbiri onun bestesidir.
Itrî bir gün Topkapı sarayında, padişah III Ahmet ile yemek yerken sofrada önüne gelen altın sahanın kapağını açtığında, kabın içinde yemek yerine zümrüt, yakut ve elmaslar olduğunu görmüş, hemen padişahın ellerine kapanarak: “Devletlû sultanım, ben bu nimete lâyık değilim” demiştir. Padişahta: “Ne yapayım ki sarayımda sana lâyık daha kıymetli bir şeyim yok” diye cevap vermiştir. Hükümdarın bu derece değer verdiği büyük sanatçının yüzlerce bestesi, notaya alınmadığı için zamanımıza kırk kadar eseri kalmıştır. Bayram namazlarında okunan tekbirin, beş vakit okunan ezanın ve cuma ve cenaze namazlarından önce minarelerden verilen salânın da bestecisi olan Itrîye çiçekleri çok sevdiği için hoş kokulu anlamına gelen bu lâkap takılmıştı.
Tamburi Cemil
Tamburi Cemil Bey; Türk bestecisi ve tambur virtüözü, 1871’de İstanbul’da doğdu, 1915’te aynı yerde öldü.
Türk müziğinin klâsik yapısını bozmadan bu alana yeni bir üslûp getirdi. İlkokuldan sonra öğrenimini özel dersler alarak tamamlayan Cemil Bey, daha sonra Mülkiye’ye devam etmiş ve bu arada Fransızcayı da öğrenmişti. Ama içinde müziğe ve özellikle Türk musikisine karşı dayanılmaz bir tutku vardı. Bu nedenle. Hariciye Nezareti Şehbenderlik Kaleminde bir süre görev almışsa da buradan ayrılarak kendini tam anlamıyla musikiye adamıştır. Kendisine tambur çaldığı için «Tamburi» lâkabı takılan sanatçı, bu âleti çalmakta virtüözdü. Sanatçı, tamburdan başka rübap, lâvta, kemençe, viyolonsel gibi müzik âletlerini de büyük bir ustalıkla çalardı. Birbirinden güzel şarkıları, saz eserleri ve taksimleriyle Türk musikisine yeni bir üslüp getirmiş olan bu sanatçı, ayrıca Rehber-i Musiki adıyla müzik kurallarını öğreten bir eser yayımlamıştır.
İbrahim Şinasi Efendi
Türk gazetecisi, şair, tiyatro yazarı, 1826’da İstanbul’da doğdu, 1871’de aynı yerde öldü.
Resmi olmayan ilk Türk gazetesini çıkardı; Osmanlıcayı, stratejileştirme hareketlerine yol açtı.
Şinasi, bir süre memuriyet yaptıktan sonra Paris’e maliye öğrenimini gördü. Dönüşünde, önemli devlet görevlerinde bulundu. Agâh Efendi ite Tercüman-ı gazetesini çıkardı (1860) ve başyazılarını yazdı. Bizde ilk tiyatro eseri olan Evlenmesi isimli komedisini bu gazetede yayımladı. 1862’de, tek başına, Efkâr gazetesini çıkardı. Değerini gösteren makaleler kaleme aldı. Mantıklı üslûpla yazdığı edebiyat tartışmalarıyla ilk fikir gazeteciliğini kurdu. Hürriyet ve demokrasi fikirlerini yaydı. Şinasi, gazeteciliğin tertip, baskı gibi alanlarda da yenilikler getirdi. Yeni Osmanlılar Cemiyetine girdi. 1865’de gazeteyi Namık Kemal’e bırakıp Paris’e gitti. Âli Paşa’nın ölümünden sonra İstanbul’a gelerek (1869), gazetesini tekrar yayımlamaya başladığı sırada hastalandı ve öldü.
1 note · View note
Text
Tarak Dubası, Maden Ocakları ve Elmas Hakkında
Tarak Dubası
Tarak dubası, denizlerin diplerinde biriken çamuru, çakılları, kumları kazıyıp çıkarmaya yarar. Böylece kum ve çakıllar temizlenip dip derinleştiği için gemilerin, oradan tehlikesizce geçmesi sağlanır.
Taraklar ya deniz kıyısına ya da özel gemi veya düjşalarin üzerine yerleştirilmiş makinelerdir. Bunlara tarak küreği de denir. O bölgeye akan suların getirdiği pislikler ve kumlarla dibi dolan limanları, geçitleri temizlemekte kullanılırlar. Bir zincirin ucuna takılmış su dolabı kovalarına benzeyen büyük kepçelerden meydana gelmiştir. Tarak çalıştığı zaman bu kepçelere dolan çamur ya da çakıl ve kum ya kıyıya ya kamyonlara ya da mavnalara boşaltılar Bu kum ve çakıllar yapılarda beton atılırken ya da yolları kaplamakta kullanılır.
Maden Ocakları
Toprağın içinde kömür, tuz, altın, elmas, mermer, demir, kükürt gibi pekçok zenginlik yer alır. Bunlan bulup elde etmek için çoğu yerde toprağı kazarak kuyular açmak ve arayarak çıkartmak gerekir.
Maden filizlerini ve mineralleri topraktan çıkartmak İçin değişik yollara başvurulur. Çoğu zaman bu İşler, açık havada kazıcı âletler ve dinamitin yardımıyla gerçekleş, tlrillr. Bu çeşit maden ocakları tıpkı taş ocaklarına benzer. Bazen maden filizleri, tıpkı kalay çıkartılan ocaklarda olduğu gibi toprağı çok baaınçlı su püskürterek ufalayıp dağıtmakla çıkartılır. Maden ocakları, nın hemen hemen hepsi toprağın derinliklerine açılmış kuyular ve koridorlar fiilindedir.
Sertleşirken billûrlaşıp kristalleşen pekçok cisim vardır. Elmas da kristalleşmiş sâf karbondur. Toprağın içinde yarı saydam taşlar hâlinde bulunur. Bunların büyükleri, mücevher hâlinde kullanılmak üzere usta sanatkârlar tarafından titizlikle yontulur, biçimlendirilir. Öte yandan elmas, bilinen cisimlerin en sertlerinden biri olduğu için cam kesmekte, sondaj için yararlanılan delgilerin uçlarına keskinlik vermekte kullanılır. Elmas, aslında karbonun en sâf hâ. II olduğu için kömür gibi yanar. Tabi, çok kıymetli bir taş olduğu için elması yakmak düşünülemez bile.
Elmas ve Altın Külçeleri
İyi yontulduğu zaman etrafa ışıklar saçan, bu yüzden de mücevhercilikte kullanılan, çok değerli bir taştır. Çok ender bulunduğundan, özellikle büyükleri çok pahalıya satılır. Altın Külçeleri madenlerin büyük bir kısmı toprağın içinde maden filizleri hâlinde bulunur. Bunlar sâf maden hâline getirmek için sonradan üzerinde çalışmak gerekir. Fakat altın, kayaların çatlaklarında külçe hâlinde ve sâf olarak bulunabilen ender madenlerdendir.
Altın filizleri çoğu yerde, kayaların ve kristalleşmiş kaya ve kuvars bloklarıyla karışmış başka maden damarlarıyla bir arada bufuhur. Bazan altın, ağırlığı 80 – 90 gramı bulan parlak parçalar hâlinde de bu. lunur ki bunlara altın külçesi denir. Bu külçelerin değeri dere yataklarında altın arayıcılarının buldukları zerreler hâlindeki altın parçacıklarından çok daha fazladır. Altın arayıcıları, günün birinde kendilerini milyarder yapacak muazzam altın külçesi bulmak hayaliyle yaşarlar. En çok altın çıkartan ülkelerin başında Güney Afrika Birliği gelir.
0 notes
Photo
Tumblr media
Cinsel isteği kamçılayıcı maddeler gerçek mi yoksa düş ürünü mü?
İnsanlar çeşitli maddeler, büyük coşkuyla övülmüştür. Ama bilimsel araştırmalar cinsel istek kamçılayıcı maddeler ortaya koymuş mudur?
A.B D’nde, Baltimore John Hopkins hastanesinde erkek hormon tedavisi uygulanmaya başlandığı zaman, laboratuvar teknisyenlerini biri etkilerini ilgi ile izledi. Cinsel gücünün düşüş göstermesinden yakınan elli beş yaşlarındaki bu teknisyen, harika ilaçtan kendisinin de yararlanabilip yararlanamayacağını sordu. Bir iğne yapıldı ve ertesi gün işine yenilenmiş, canlı, hoşnut bir halde döndü.
Bir ay sonra kendisine yeniden hormon iğnesi yapılmasını ister. Bu kez, içinde hormonla ilgili hiç bir şey olmayan, ama erkek hormon tedavisi gördüğünü sanması için, şişeye konmuş bir sıvı şırınga edilir. Teknisyen gene tedaviden çok hoşnut olduğunu, hatta cinsel isteklerinin, onu gündüz işinde rahatsız edecek derecede arttığını bildirir.
Baltimore’lu hekimler böyle davranmakla hekimlik taslayanların, yeniden cinsel güç kazandıracaklarını ileri sürerek, nasıl kesinlikle etkisiz maddeler satabildiklerini ve verdikleri maddeler etkisiz olduğu halde müşterilerini nasıl hoşnut ettiklerini ortaya koymuşlardır. Bu duruma bilim adamları, düşünürler ve din adamları tarafından karşı çıkıldığı halde, cinsel isteği kamçılayıcı maddelerin ya da afrodizyakların yararlı oldukları konusundaki çok eski inancı da açıklayabilir.
Bu inancın insanlara özgü gülünç bir gariplik olduğu sanılır; çünkü hayvanlar istek duyduklarına karşı ilgi duyarlar, ilaç ya da büyü ile teşvik edildiklerine değil. Bununla birlikte, insan aşkını hayvan cinselliğinden ayıran romantik düşüncelerin ortaya çıkışı, sanıldığından çok daha eskidir. Fransa’da bulunmuş, taptığı kadının önünde diz çöken, yalvaran bir erkeği gösteren çok eski bir kemik kabartma da bunu kabartır.
O cağlardan bu yana insanoğlu Afrodisiyoklar adı Aphrodite’ın (aşk tanrıçan) adından gelir. Eski Yunan mitolojisine göre Aphrodtte Krona babasını öldürüp cinsel organlarını denize atınca, bir istiridye kabuğunun üstünde denizden çıkmıştır. Kabuklu deniz hayvanlarının afrodizyak sayılmaları büyük bir ihtimalle bu efsaneden gelir.
Ortaçağ Avrupa’sında büyüye dayalı cinsel istek kamçılayıcılarının etkili olduklarına inanılmıştı; bu inanç daha az yaygın olarak sonraki yüzyıllarda do devam etti XVI. yüzyılda Fransa’da Henri ll’nin kendinden yirmi yaş büyük olan Diane de Poitiers’ye duyduğu büyük sevgi, kıskanç saraylılar tarafından kadının son derece etkili bir aşk iksiri kullandığına yorumlanmıştır.
Aşk iksirleri kesinlikle tehlikeli olmasalar da, her zaman oldukça sakıncalı sayılmışlardır. Bunu haklı gösteren bazı hikâyeler vardır. Sözgelimi bir iskoc öğretmeni olan Dr. Flen’le ilgili bir hikâye anlatılır: Dr. Fien bir köylü kızma âşık olur, ama kız onu reddeder. Bunun üzerine bir plan kurar Dr. Fîen sınıfında öğrenci olan kızın küçük erkek kardeşine yapacağı bir iyilik karşılığında onu dövmekten vazgeçeceğini söyler çocuk geceleri ablasıyla aynı yatakta yatmaktadır ve ablası uyuduğu zaman ergenlik kıllarından üç tane koparıp öğretmenine götürecektir Ama çocuk bunu yapmağa kalkışınca ablası can acıstyia uyanır ve kardeşim annesine şikâyet eder. Kadın, çocuğu ne yapmak istediğini iyice açıklayıncaya kodar döver. Durumu öğrenince de hemen memesinden üç kıl keserek çocukla Dr Fien’e yollar Dr Ften bunları sevdiği kızın fettan sanarak büyüsünü yapar büyü tutar ve Dr Fîen, bir ineğin istemediği yanlışla karşı karşıya kalır.
Erkek organı biçimindeki sebzelerin kullanılmasının taşıdığı simgesel anlam açıkça ortadadır ama bunların kimyasal bileşimleri kesinlikte etkisizdir.
Belirli çağlarda, akla gelen her yiyecek maddesinin belirti zaman ve yerlerde cinsel isteği kamçılayıcı özellikleri olduğu düşünülmüştür. XVI. yüzyılda İngilizcede domatesin adı aşk elmasıydı. Fransızcada ve Almancada da bu adın karşılıkları vardı. Daha sonraları domatesin zehirli olup kanser yaptığı söylentileri kullanımının azalmasına yol açtı. Aynı biçimde salatalık da, bazı toplumlarda cinsellik kamçılayıcı bazılarında ise tam tersine cinsel isteksizlik yaratıcı sayılmıştı. Her iki görüşün de asılsız olduğu kuşkusuzdur.
Eski Yunan efsanesine göre, tanrı Kronos babasını öldürür, kısırlaştırır ve cinsel organlarını denize atar. Organların çevresi köpüklerle sanır ve içinden tanrıça Aphrodite ya da Venüs belirir.
Aphrodite Urania adıyla ideal aşkın temsilcisidir. Aphrodite. Genetrix adıyla bekâr genç kızların ve yalnız kalan dul kadınların çıkarlarını korur ve Aphrodite Parne adıyla da fahişelerin tanrıçasıdır; cinsel isteği kamçılayıcı anlamına gelen Afrodizyak sözcüğü onun adından türetilmiştir. Aphrodite’in denizden, bir istiridye kabuğu üstünde çıktığı söylendiği İçin, kabuklu deniz hayvanlarının cinsel isteği kamçıladığına inanılmıştır. İstiridyeleri günümüzde bile aşk yemeği diye düşünenlerin sayısı çoktur.
Katolik Kilisesinin eski kuralları oldukça karışıktı. Cuma günleri et yemek yasaklanıyor, et yerine balık yenmesi isteniyordu. Eski bir Hıristiyanlık simgesi olmasının yanı sıra balık öteden beri cinsel isteği kamçılayıcı sayılmıştır. Ayrıca balığın yendiği Cuma günü, İskandinav aşk tanrıçası Freyfa’nın günüdür.
Gerçek anlamda hiçbir yiyecek, cinsel hayatı doğrudan doğruya etkileyen bir cinsel güç kamçılayıcısı değildir. Bununla birlikte sağlıklı olmak koşuluyla dengeli bir beslenme rejiminin, normal bir cinsel hayat yürütmek için gerekli enerji ve olanaksan sağlayacağı da kuşku götürmez.
Fizyolojik yönden her şey iyi gidiyorsa ondan hemen sonra düşünülecek önemli şey zihin sağlığı ve tutumudur. Bir yiyeceğin isteği kamçılayıcı özellikleri etkili bir hal alabilir. İstiridye ve bal kombinasyonu ile donanmış bir masaya istiridye ve şarabın cinsel gücü kamçılama inancı da eklenirse, o gecenin son derece ateşli bir sevişme gecesi olacağı hemen hemen kesindir.
Yemek kokusunun ağzın almasına yol açması ve iştahı artırması gibi, sevilen kişinin kokusu sevişmeyle ilgili kokular da cinsel isteği kamçılar. Eski tarihlerden beri bu gerçeğin farkına varılmış parfüm karışımları meydana getirme sanatı, bir hayli gelişmiştir. Bununla birlikte parfüm tam anlama bir cinsellik kamçılayıcı değildir. Sıcak basit bir çağrışım yoluyla etkili olur.
Cinsellik kamçılayıcı özellikleri ısrarla savunulan ilâçlar arasında adamotunun kökünden elde edilen “mandragora” ve kantaris adlı çiçekten yapılan «ıkantarit» vardır. Mandragorada atropin ve skpolomin bulunur. Bunların ikisi de uyutucu maddelerdir ve aşırı yüksek dozlarda alındığında zihin karışıklığına ve ölüme yol acarlar.
Adamotu, uykusuzluğu tedavi etmek için kullanılırdı. Günümüze kalmış bir reçetede bu bitkinin özel bir törenle toplanması gerektiği belirtilmiş, bitkiyi sökmek için toprak kazılırken yüzün rüzgâra dönük olmaması öğütlenmiştir. Yunan eczacısı Pedanius Dioskorides adamotu şurubunu cerrahi bir uyuşturucu olarak öğütlerdi, ölüm cezasına çarpılan suçlulara idam acısını hafifletmek için adamotu şurubu verilirdi.
Adomotu, kökünün biçiminden dolayı birçok toplumda bir cinsel istek kamçılayıcısı sayılmıştır. Eski Mısırlılar ondan “Tarlanın erkeklik organı” diye söz ederlerdi. Roma imparatoru Julianus Apostata adamotunun gücüne kesinlikle inanırdı. Eski Mısırlılar da bu bitkiye ‘şeytanın erbezi‘ adını verirlerdi. Bitkinin topraktan koparıldığı zaman, duyma mesafesinde bulunan herkesi öldürecek kadar korkunç bir feryat kopardığı inancı yayılmıştı, öğütlenen bir çare bir köpeğin kuyruğunu bitkiye bağlayıp güvenli bir uzaktan köpeği çekmekti. Köpek ölüyordu ama böylesine değerli bir test için bu, küçük bir bedeldi. Ne var ki, bütün bu yaygın inançlara karşılık, adamotunun içinde atropin ve spkopolomin bulunması, bu maddelerin uyuşturucu gücü nedeniyle, bitkinin yatakta tam tersi etki yapacağını göstermektedir.
Son derece güvenilen bir başka cinsel istek kamçılayıcısı kontarit, cantharîs verlcatoria adlı bir böceğin kurutulmuş ve toz haline getirilmiş bedeninden yapılır ve ağır basar. Ortaçağdan katma Tristan ve îsolde efsanesine göre Aubrey Beardsley’nin yandaki çilimi, bu efsaneyi canlandırmaktadır bu çift bilmeden bir aşk iksiri içerek birbirlerine âşık olmuşlardır.
Kuzey Almanya’da, köylü çiftçilerin çiftleşmeye yanaşmayan boğaları uyarmak için kontarit kullandıkları bildirilmesine karşılık, köpeklerle yapılan deneme, bu yöntemin hiçbir geçerliliği olmadığım ortaya koymuştur. Kontarit’in cinsel istek kamçılayıcısı olarak kullanılması ölümlere yol açtığı için, 1986 yılından bu yana pek çok ülkede yasaklanmıştır.
Marius de Sade, Marsilya’daki bir genel eve gittikten sonra, genelevde eğlence olsun diye fahişeler içinde kantarit bulunan şekerlemeler verdiği, bu yüzden fahişelerin acıyla yerlerde kıvrandıktan, birinin kendini pencereden atarak, ikisinin de zehirlenerek öldüğü için Fransa’da yargılanmışı.
Alkol modern cinsel istek kamçılayıcıların belki de çok kullanılanıdır ve hiç değilse, çok miktarda alınmazsa öldürücü değildir. Bununla birlikte alkol az miktarda bile alınsa uyuşturucu etki yapar. Gerçi iki üç bardak şarabın yasakları kaldırma etkisi vardır. Böylece sevenin girişimler yapmasına ve sevilenin de atışılmış sıkılma ve utanmadan bir yana bırakın, bunları kabul etmesine yol açar. Ama biraz daha içmek, eşlerin cinsellikle daha az ilgilenmelerine yol açar, daha fazla alkol ise erkeği güçsüz kılabilir. Bundan sonraki kadehler ise artık bir uyku ilacıdır.
Erkeklerin sürekli olarak cinsel isteği kamçılayan ilaçlar ve gençlik iksirleri istemeleri, bilim ve teknik çağında hâlâ azalmamış görünüyor. Eskisi unutulur unutulmaz, basın her zaman olduğu gibi yeni bir harika ilaç ortaya atar. Bununla birlikte, en son araştırmalar, doğrudan doğruya sinir sistemini etkileyen çeşitli ilâçlar ortaya çıkarmıştır. Ama ilaçların gerçekten cinsel isteği kamçılayıp kamçılamadıklarının anlaşılması için daha çok yıllar geçmesi gerekmektedir.
Çok miktarda alındıklarında bütün beden sistemini zayıflatabilen, bu yüzden de cinsel ilişki kurma yeteneğini azaltan birçok madde vardır. Çok miktarda yiyecek ve alkolü içine alan bu etmenler, gerçek birer cinsel istek kamçılayıcısı değil, genellikle teskin edici şeylerdir. Ama günümüzde, bu konuda gerçekten işe yarar maddeler bulmaya başlamıştır. Sözgelimi çocuklara sarkıntılık eden erkeklerin aşırı cinsel isteğini, günümüzde anti androjenle denetim altına almak mümkündür. Bunalımı yâda yüksek tansiyonu denetim altına almak içi kullanılan bazı ilaçlar da sertleşmeye engel olmaktadır.
İnsanların cinsel güçlerini aldıkları zevki artırmak yolunda harcadıkları bunca zamana karşılık, sevişmek için en iyi gereçlerin sağlıklı iyi beslenmiş bir beden ile verimli bir düş gücü olduğuna kuşku yoktur.
0 notes
Text
Güneş, Güney Haçı ve Gezegen Hakkında Faydalı Bilgiler
Güneş
Çapı 1.400.000 kilometreye yaklaşan, (dünyamızın çapından 120 kere daha büyük) bir yıldızdır. Bizi hem ısıtır, hem aydınlatır. Güneş olmasaydı, yeryüzünde sıcaklık ve aydınlık olmaz, dolayısıyla canlılar da yaşayamazdı.
Güneş, içinde bulunduğumuz gezegen -sis. temininJjeJiibaşh yıldızıdır# O kadar büyüktür ki dünyamızla ay arasındaki 386.000 kilometrelik boşluktan geçemez. Bununla beraber güneş, bildiğimiz yıldızların en büyüğü değildir. Bilginler “Betelgeuse” adlı yıldızın çapının, güneşlnkinden 300 kere daha büyük olduğunu ölçmüşlerdir. Kaldı ki “Antares” adlı yıldızın çapı da Beteljöz (Betelgeuse)’inkinden iki misli büyüklüktedir. Yine de bilginler, ondan da daha büyük yıldızlar bulunduğunu iddia etmektedirier.
Gökyüzündeki yıldızlar sayılamayacak kadar çoktur. İnsanlar bunları birbirlerinden ayırt edebilmek için aralarında meydana getirdikleri şekillere göre adlandırmışlardır:  (Köpek, Akrep, Boğa,  Büyük Ayı, Küçük Ayı, Samanyolu) vs. gibi.  Bu yıldız topluluklarına takımyıldız denir. Bir araçtan faydalanmaksam gökyüzüne baktığımız zaman ancak 2.000 kadar yıldız sayabiliriz. Ama teleskopla bakarsak daha çoğunu görüp incelememiz mümkündür. Bütün bir yıl boyunca, dünyamızın güneşin etrafında devamlı dönmesi sonucu, bu yıl-, dızlar sanki gökyüzünde dönüyorlarmış gibi gözükürler. Aslında her biri, yanındakilere göre yerini aynen devam ettirmektedir, işte bilginler bunlara bakarak bu yıldız topluluklarına birer ad takmışlardır. Bunların bazıları ancak kuzey ya da güney yarıküresinden görünür. Meselâ Kutup Yıldızı veya Küçük Ayı, yalnız kuzey yarıküresinden. Güney haçı ise yalnız güney yarıküresinden görünen takımyıldızlardır.
Güney Haçı
Ekvator’un güneyinde kalan ülkelerde % gökyüzüne bakıldığı zaman haç biçiminde yer almış dört yıldız gözükür. Gemiciler,  geceleri güneyi bulmak için bu yıldızlan bulur, rotalarını ona göre hesaplarlar. Güney haçı adı verilen takımyıldız, yalnız güney yarıküresinden görünür. Kuzey yarıküresinde nasıl Küçük Ayı takımyıldızı kuzeyi gösteriyorsa, güney yarıküresinde de Güney haçı güneyi bulmaya yarar. Gerçekten de bu İki takımyıldız yaklaşık olarak dünyanın kuzey-güney ekseni doğrultusundadır. Bu iki takımyıldızın görünen hareketleri o kadar azdır ki, yerleri daima aynı İstikameti gösterir. Küçük Ayı’nın ucundaki Kutup Yıldızı’nın tam kuzeyi göstermesine karşılık, Güney haçı tam güfteyi göstermez. Güney istikametini gösterir. Arada 30 derecelik bir fark vardır. Güneyi hesaplarken bu farkı akıldan çıkartmamak gerekir.
Gezegen
Güneşin çevresinde dönen 9 yıldıza gezegen denir. Gezegenlerin de, etrafında dönen kendilerinden daha küçük yıldızcıklar olabilir, bunlara da uydu adı verilir. Dünyamız bir gezegen, ay da dünyamızın uydusudur. Gezegen kendine öz ışığı olmayan, fakat güneşten aldığı ışığı yansıtan bir yıldızdır. Güneş sisteminde belli başlı 9 gezegen vardır. Merkür (Utarit) ile Venüs (Zühre) güneşe, dünyadan daha yakındır. Güneşe en uzak gezegen de Plüton’dur, öteki gezegenler de Mars (Merih), Jüpiter (Müşteri). Satürn (Zühal) “etrafındaki halkasıyla”, Uranüs ve Neptün’dür. Ay, dünyamızın tek tabii uydusudur. Jüpiter’in 12, Mars’ın da 2 uydusu olduğu bilinmektedir. Güneşe çok yakın olan Venüs “Çoban Yıldızı” ancak güneşin batışından az sonra etrafı karanlık bastırırken görünür.
0 notes
Photo
Tumblr media
Hayatın Aşka Tutulması “Leyla ile Mecnun”
Leylâ ve Mecnun
Doğu edebiyatında çok yaygın bir aşk hikâyesinin kahramanları, Türk, Arap ve İranlıların gerek klasik, gerek halk edebiyatlarında pek çok Leylâ ile Mecnun vardır. Bunların en güzeli, Fuzulî’nin yazdığı «Leylâ ile Mecnun» mesnevisidir.
Kays ila Leylâ, küçük yaşta birbirlerini severler. Leylâ, sevdiği Kays’ı ara sıra kıskandırmaktan zevk alır. Sevgisi günden güne artan Kays, Leylâ için şiirler söylemeye koyulur. Kays’ın babası, Leylâ’yı oğluna ister. Kays’ın yazdığı şiirlerin kızının adını dile düşürdüğü gerekçesiyle Leylâ’nın babası kızını vermez. Kays, Leylâ ile görüşmekten vazgeçmediği için halifeye şikâyet edilir ve kızla görüşmesi yasaklanır. Leylâ’nın kabilesi başka bir yere göçer… Bu aşktan kurtulması için duâ etmek üzere Kâ-be’ye götürülen Kays, orada aşkının artması için Tanrı’ya yakarır. Bu arada Leylâ, başkasıyla evlendirilir. Kays, gerçekten çılgına döner. Mecnun olup çöllere düşer, vahşi hayvanlarla yoldaşlık eder, insanlarla ilgisini keser. Bu ayrılık acısına dayanamayan Leylâ Ölür. Bir gün sonra da Mecnun’un ölüsü bulunur.
Arlecchino
Zanni veya Arlecchino (Fransa’da Arlequin) İtalyan Sanat Komedisinin kişisi, 1572’de doğru Bergamo’da (İtalya) doğdu.
Kara maskesi, gri şapkası, alaca bulacplı elbisesi, şakşak’ı ve zekâsı onu meşhur yaptı. Arlecchino, Italyan komedisinin rengârenk bir elbise giyen, yüzü isle boyalı, başı kazınmış soytarısıdır. Italyanlar Arlecchino’ya Zanni derler. Bu ad. lâtin soytarısı Sannlodan gelir. Kral Henri IV, devrinin Arlequin’i Tristan Martinelli’yi huzuruna kabul etmekten büyük bir zevk duyardı. Martinelli, tiyatrodaki küstahlığını, günlük hayatta, kralın sarayında sürdürerek günün birinde kralın tahtına oturdu ve kralı ayakta bıraktı. Henri IV, bu münasebetsiz davranışı hoş karşılayarak güldü. Güneş-Kral devrinde Arlequin’ler topluluğu, Moliöre’le birlikte Kral Sarayı isimli tiyatroda, nöbetleşe temsiller verirdi. Regnard ve Marivaux gibi yazarlar da, bu küstah ve zeki uşağı sahneye koydular. Arlecchino’nun kişiliğine sadık kalan, Milano Küçük Tiyatro’su, onu bütün dünya sahnelerinde hâlâ alkışlatmaya devam ediyor.
Pickwick
Samuel Pickwick, 1837’de ünlü İngiliz romancısı Charles Dickens’in yazdığı «Mister Pickwick’in Serüvenleri» adlı kitabın kahramanı, eski tüccar ve Pickwick’çiler kulübü başkanı.
Bin bir çeşit acayip serüvenle karşılaştı. Samuel Pickwick, servet sahibi olduktan sonra işlerden elini, ayağını çeken iyi yürekli bir Ingiliz zenginidir. İnsanlığa hizmet etmeye karar verir ve Pickwick’çiler kulübünü kurur. Sonra pek sâf düşüncelerle hareket eden kahramanımız bütün dünyayı dolaşır. Her şeyi  sâdık uşağı Sam Weller’in hiçbir şekilde benimsemediği tam ve sarsılmaz bir iyimserlik açısından görür. İyi insan Pickwick, şeref ve haysiyetinin, çoğu kere gayet zor durumlara düştüğü olaylarla karşılaşır. Çok dalgın ve düşünceli olduğu bir gün, büyük bir ciddiyetle not defterine, kendisini götüren payton sürücüsünün değişik ve garip düşüncelerini yazmaktadır. Sürücü ise Pickwick’in kendisini şikâyet etmek için arabasının numarasını aldığını zannederek kızar ve bu sâkin müşterisini bir güzel döver.
0 notes
Text
Ses Duvarı, Uzay Füzeleri ve Astronot Hakkında
Ses Duvarı
Bir uçak, havada ses hızından daha hızlı uçmaya başladığı an “ses duvarım aştı” denir. Unutmamak gerekir ki sesin hızı saatte 1200 kilometredir.
Sesin havadaki hızı yükseklik ve ısıyla değişir. Deniz yüzeyinde ses duvarı saatte 1200 kilometrelik bir hızla aşılırsa, 15.000 metre yükseklikte ses duvarını aşmak için saatte 1000 kilometrelik bir hız yeter. Uça. ğın hızı, sesin yayılma hızına eşit olduğu anda uçak ses titreşimlerinden meydana gelen çok kuvvetli bir engelle karşı karşı, ya kalır ki buna “Ses Duvarı” denir. Uçak hızını daha da artırırsa, motorun çıkardığı ses artık uçağa yetişemez olur. Uçak geçmiş, gitmiş, ses dalgaları arkasında kalmıştır.
Uzay Füzeleri
Dünyamızdan ayrılıp uzayı keşfetmek ve başka gezegenlere gidebilmek için insanlar, astronotları ve gerekli araçlarını taşıyıp götürebilecek dev füzeler fırlatırlar. Uzaya bir füze atabilmek için herşeyden önce yerçekimi kuvvetini yenmek, sonra da aracın uzaya doğru fırlayıp gitmesini sağlayacak gücü sağlamak gerekir. Bu iki zorluk, uzay füzeleri adı verilen dev füzelerin icadıyle ortadan kaldırılmıştır. İlk uzay füzeleri 1957’de fırlatılmıştır. Bunlar içinde lüzumlu yakıt depo edilmiş bulunan birkaç katlı füzelerdi, içindeki yakıt kutlanılıp bitince bu katların herbiri teker teker boşluğa bırakılıyor, böylece füzenin boşluktaki yörüngesine oturması sağlanıyordu. İlk füzelerdeki bu sistem günümüzde ki modern dev füzelerde de aynen kullanılmaktadır.
Astronot
Gezegenlerarası yolculuklarda hava gemilerini kullanan kimselere astronot denir. İlk astronot, 1961 yılında dünyanın çevresinde kısa bir yolculuk yaptıktan sonra yere inmiş olan Gagarin adlı bir Rus subayıdır.
Gezegenlerarası yolculuklarda dev füzelerle ve yapma uyduları kullanan pilotlara Astronot denir. Bunlar uzay yolculuğuna dayanabilecek kimseler arasından seçilir; ıızay gemilerini yönetebilecek şekilde ye. tiştirilir. Bindikleri araç her ne kadar yerden idare ediliyorsa da yolculuk sırasında astronotlar idareyi ele almak zorunda kalabilirler. Yolculuğun en zor, en tehlikeli kısmı hava gemisinin yerden kalkarak hız almaya başladığı kısımdır. Astronotlar bu sırada özel olarak yapılmış elbiseler giyerler. Fakat buna rağmen astronatlar için kendilerini kaybedip bayılma tehlikesi daima mevcuttur.
0 notes
Photo
Tumblr media
Kahve Ağacı, Kakao Ağacı, Kadastro ve Traktör
Kahve Ağacı
Kahve ağacı anavatanının Habeşistan olduğu sanılmaktadır. Kahve bugün Amerika ve Afrika’daki özel fidanlıklarda yetiştirilir. Meyvasının çekirdekleri yeşil ya da san renktedir, ama kavrulunca kahverengi dediğimiz rengi alır.
Eğer zaman zaman budanmazsa kahve ağacinin yüksekliği yerden 15 metreyi bulur ve meyvelerini toplamak zorladır. Meyvelr yeşil renkte bir kiraz biçimindedir, olgunlaştıkça kızarmaya başlar. Etli kısmı, nın içinde iki çekirdek vardır. Bunlardan herbirlnln karşılıklı yüzleri düzdür, üzerinde de uzunlamasına bir çizik bulunur, işte kahve dediğimiz taneler aslında bu çekirdeklerdir. Kahve çekirdekleri önce kavrulur, sonra da değirmende öğütülerek toz hâline getirilir. Kahve meraklıları, değişik cins kahveleri, değişik ölçüde karıştırarak kendilerince en çok sevdikleri kahve karışımını elde ederler.
Kakao Ağacı
Kakao ağacı, meyvalarımn tohumlarından kakao elde edilen bir ağaççıktır. Çikolata, kakao tozunun şekerle karıştırılmasıyla yapılır. Çikolata, ısınlıp yenen tabletler hâlinde olduğu gibi sıcak veya soğuk hazırlanıp içilebilir de. Anavatanı Amerika’nın tropikal bölgeleri olan kakao, uygun şartlar bulduğu İçin Af. rlka’da da yetiştirilir. Kakao ağacının meyvaları orta boy tombul salatalık biçimin, dedir. Meyvaları ağacın ancak gövdesinde, ender olarak İri dallarının üzerinde gelişir. Bu meyvanın içinde sıra sıra dizili 40-50 kadar tanecik bulunur. Bu taneler toplanır, mayalandırılarak ekşitilir, kabuk, larından ayırtılır, tekrar kurutulur, sonra da bundan kakao elde edilir. Kakao tane, leri henüz çiğken presten geçirilirse bir yağ elde edilir. Bu yağ yumuşatıcı melhemlerin ve dudak boyası gibi bazı güzellik müstahzaratının yapımında kullanılır.
Kadastro
Bir ülkedeki her çeşit arazi ve mülkün yerini, alanını, sınırlarını, değerlerini belirtip plâna bağlama işine kadastro denir. Kadastro plânlarında, bütün arazi haritalarda olduğu gibi en kesin ve doğru şekliyle görülebilir.
Kadastro hizmetinin amacı, arazi bölüm, lerini büyük bir kesinlikle tespit etmek, sınırlarını, sâhiplerinl belirterek büyük defterlere geçirmektir. Arazileri yanyana olan iki komşu arasında bir anlaşmazlık çıktığı zaman karar, bu defterlerdeki ka. yıtlara göre verilir. Ayrıca arazi ve ev sahiplerinden alınan yergiler de bu defterlere dayanılarak hesap edilir. Türkiye’de tapu ve kadastro İşleriyle Başbakanlık’a bağlı olan Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü uğraşır. Ayrıca il ve ilçelerde de tapu ve kadastro işlerini yürüten daireler vardır.
Traktör
Tarım işlerinde kullanılan motorlu araçlardan biri de traktördür. Kocaman tekerlekli, üstü açık bir otomobile benzeyen traktör arkasına pulluk bağlanıp tarlaları sürmeye yarar. Böylece köylünün işi hem kolaylaşmış, hem de kısa zamanda bitmiş olur.
İnsanlar çok eskiden ucu kıvrık, kalınca bir sopayı arkalarından çekerek tarlalarını sürerlermiş. Sonra ilk sabanı icat etmişler ve bunu kölelerine çektirmeye, başlamışlar. Daha sonraları kölelerin yerini at, öküz, eşek gibi koşum nayvanları almış. Tâ ki geçen yüzyılın sonlarında ilk otomobiller yapılıp bu yüzyılın başlarında ilk traktörler meydana çıkıncaya kadar. Günümüzde köylüler, büyük toprak parçalarını modem traktörlerinin arkasına bağladıkları pulluklarla çekerler. Böylece kısa zamanda büyük tarlaların sürülüp ekilebilir hâle gelmesi mümkün olur.
1 note · View note
Photo
Tumblr media
İstanbul’un İlk Alışveriş Merkezi Kapalıçarşı
Beyazıt Kapalıçarşı
Kapalıçarşı XV. yüzyılda yapılmış ve o günden bugüne her dem şehrin en canlı, en renkli yerlerinden biri olmuş. Sadece her zevke ve her keseye uygun hediyeliği bulabileceğiniz sıradan bir çarşı değil burası, sizi yaşadığınız çağdan ve dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırıp bambaşka bir atmosfere sokabilen büyülü mekânlardan biri… Her ne kadar ana yollarında turizm egemen olsa da arka sokaklara geçtiğinizde zanaatkârları çalışırken görebileceğiniz, eski hanların yarattığı benzersiz bir ortam saracak sizi.
İstanbul’un ikinci tepesi üstüne kurulmuş Kapalıçarşı (pazar günleri kapalı), her dem kalabalık 60 sokağı ve 4000 civarında dükkânıyla dünyadaki en eski ve en büyük çarşılardan biri. Aslında her biri farklı ürünler üzerinde ihtisaslaşmış, farklı çarşı dizilerinin yan yana sıralanmasıyla oluşmuş. Çoğu genellikle iki katlı, çok odalı ve merkezi bir avluya açılan hanlar ve iki bedestenin bir kısmı günümüze aynen ulaşmış, zaman içinde birbirine bağlanıp bir çatıyla örtülmüş ve bugün gezmekte olduğunuz geniş kompleks yaratılmış. Geçmişte, küçük dükkân görevi gören ve yolların iki tarafına sıralanan ahşap “dolaplar” ise XIX. yüzyıl sanatçılarının tuvallerine yansıttıkları yerler olmuş.
Ziyaretçilerin çoğu Kapalıçarşı‘ya Beyazıt-Kapalıçarşı tramvay durağı yarımdaki Çarşıkapı’dan girmeyi tercih ediyor, oysaki çok daha cazip bir rota sizi Çemberlitaş’tan Nuruosmaniye Camii avlusuna, oradan üstünde Osmanlı arması olan muhteşem Nuruosmaniye Kapısı’na ulaştırıyor. Kapının karşı çaprazında bir halıcıya ev sahipliği yapan küçük sebile göz atmayı unutmayın. Size bir ipucu: Kapıdan girdiğinizde soldaki ilk dükkân 1 numara, sağdaki ilk dükkan ise 2, dolayısıyla solda rakamlar tek, sağda çift artıyor. 64 no’lu dükkâna geldiğinizde sağa saparsanız kendinizi çarşının en eski bölümünde, İç Bedestende bulursunuz.
Kapalıçarşı’da Pazarlık Yapmak
İstanbul’un pek çok yerinde pazarlık yapmak artık geçmişte kaldı. Bununla beraber ilk söylenen fiyatın hemen ödenmediği Kapalıçarşı’da gelenek hala devam ediyor. Pazarlığa nasıl başlanacağına dair kesin kurallar yok. Örneğin, altın ve gömüş eşyaların fiyatları büyük ölçüde ağırlıklarına bağlı ve gram fiyattan her gün değiştiğinden sadece İşçilik kısmına denk gelen rakam için pazarlık yapabilirsiniz.
Etraftaki diğer dükkânları gezip, fiyatları karşılaştırıp pazarlık yapın. Tespit ettiğiniz diğer fiyatlara göre makul bîr rakamı yakalarsanız malı satın alın. Anlaşamadınız ve dükkândan çıktınız, satıcı arkanızdan geliyorsa pazarlık için bir payınız var demektir, ilgilenmiyorsa pazarlık sınırını tüketmiş ve ulaşabileceğiniz en düşük fiyatı elde etmişsinizdir.
İsimlerin Anlamı
Daha önceki dönemlerde yaşamış gezginlerin anlattıklarından da yola çıkarak Kapalıçarşı’da I her daim ziyaretçilerin ilgisini | çekebilecek tarzda eşyaların I satıldığını söyleyebiliriz. Zaman I içinde ziyaretçilerin ilgi alanı ve I almak istedikleri değişse de I sanki çarşı gelenlerle konuşur I ve gördüğünüz sokak isimleri I ile eskiden buralarda nelerin satıldığına dair ipuçları verir misafirlerine. örneğin, bugün üzerine kuyumcular dizilmiş olsa da Kalpakçılar Caddesi bir zamanlar kalpakların (kürklü şapka) satıldığı yermiş. Terziler Caddesi terzilerin ikamet ettiği, Yağlıkçılar Caddesi yağlık (mendil, havlu ve başörtüsü olarak kullanılan kumaş) satanların toplandığı, Fesçiler Sokak fes sabolarının ve Kürkçüler Çarşısı da kürk tüccarlarının bulunduğu yerlermiş.
Kalpakçılar Caddesi
Nuruosmaniye Kapısından Beyazıt Kapısı’na doğru giden ve dışarıdaki Yeniçeriler Caddesine paralel olan tonozlu, geniş ana cadde, yani Kalpakçılar Caddesi çok sayıda kuyumcuya ev sahipliği yapıyor. Sadece turistlere değil güzel görünmek ya da düğün ve sünnetlerde takı takmak isteyen yerli halka da hitap ediyor. Sayısız deri, halı, tekstil, çanak, çömlek, antika ve hediyelik eşya dükkanının konuşlandığı arkadaki labirent misali yollarda kaybolmaktan sakın Korkmayın, bu eğlencenin bir parçası!
İç Bedesten
1461 yılında Fatih Sultan Mehmed zamanında yapılmış orijinal çarşı olan İç bedesten, çarşı kompleksinin tam ortasında yer alıyor. Eski Bedesten veya Cevahir Bedesteni olarak da adlandırılan bölüm, göz alıcı antikacılar ve kuyumcularla dolu. Kapalıçarşı’nın en özgün kısımlarından biri olan bedestenin metal sürgülü ağır ahşap kapıları eskiden olduğu gibi bugün de akşam olduğunda sıkı sıkı kapatılıyor.
Sandal Bedesteni
Nuruosmaniye Kapısı yakınındaki Sandal Bedesteni geçmişte lüks kumaş ve değerli taş satın almak isteyenlerin cennetiymiş. Şimdi ise paşmina, deri ve taklit kıyafet ile çanta cenneti. Sandal eskiden Bursa’da üretilen ağır ve pahalı bir kumaşa verilen isimmiş. Burası iç Bedesten’e göre daha az kalabalık olduğundan antik yapısının ve 20 kubbesinin mimari özelliklerinin tadını doya doya çıkarın.
Çukur Muhallebicisi
Kaybolmaktan korkanlar için Çarşı’nın içinde bazı dikkat çekici noktalar var. Bunlardan biri 1850’lerden kalma Çukur Muhallebicisi. Bu iki katlı şirin bina bugün bir kuyumcuya ev sahipliği yapıyor. Bir diğeri de Cafer Ağa Camii’nin sokakların birinde karşınıza çıkan ahşap minaresi.
Beyazid Sahaflar Çarşısı
Beyazıt Camii ve Kapalıçarşı’nın arasındaki avlunun etrafına sıralanmış ikinci el kitapçılar, özellikle kitap koleksiyoncularının ilgisini çekiyor. Kapalıçarşi’nın Beyazıt Kapısından çıktığınızda, sağ kolda kolaylıkla bulabileceğiniz Sahaflar Çarşısı, komşusu İstanbul Üniversitesinde okuyan öğrencilerin talepleri çerçevesinde yeni ders kitapları da satıyor, bununla beraber turistlerin ilgisini çekecek kitaplarla birçok romanın ikinci elini de bulmak mümkün. Avluda camların arkasında korunan taş baskıları yakından inceleyin. Bunlar, XIX. yüzyılda hemen yakındaki Bab-ı Ali’de yer alan şehrin büyük yayınevleri tarafından kullanılmış.
0 notes
Photo
Tumblr media
Teyp, Play-Back, Diyapazon ve Ses Telleri
Teyp
Teyp, bir mikrofon aracılığıyla aldığı müziği ve sesleri, mıknatıslama yoluyla plastik bir şerit üzerine kaydeder. Bu sesleri ve konuşmaları istediğimiz kadar dinleyebiliriz.
Teyp, üzeri manyetik demir oksidi kaplı, kırmızımsı kahverengindeki bir film şeridinin üzerine manyetik yolla ses kaydeden bir aygıttır. Şerit, mikrofondan gelen akımın direncinin devamlı değişmesiyle etkilenen, “kafa” adı verilen bir elektromıknatısın önünden geçirilir; şerit mıknatıslanmış olur. Mikrofona söylenen sözler bu şeride kaydedilir. Bu sesleri dinlemek istediğimiz zaman kendisi bir mıknatıs hâline gelmiş olan şerit, ses verme kafasının önünden geçirtilir. Böylece mikrofondan gelen akımın değişen direncinin aynı elde edilir, bu da hoparlörler aracılığıyla ses hâline getirilir.
Play-Back
Çoğu zaman televizyon ekranındaki şarkıcılar şarkı söylemezler, daha önceden teype alman şarkıları çalarken kendileri de söylüyormuş gibi yaparlar. Eğer ‘play – back’ (pley-bek okunur) muvaffak olmuşsa televizyon seyircisi hiçbir şeyin farkına varmaz.
“Play-Back” İngilizcede, arkadan çalmak anlamına gelir. Şarkıcı, daha önceden teybe alınmış şarkısı çalınırken ağzını anlık şarkıyı o söylüyormuş gibi hareket ettirir ve kaliteli bir senkronize tekniğiyle bu hareketlerin şarkıya tıpatıp uymayanı gözetir. Bu teknikten önceleri sinemada yararlanılmıştır. Bazı şarkıcılar plak doldururlarken doğrudan doğruya orkestrayla birlikte söyleyemezler daha önceden plağa alınmış müzik çalınırken kendileri de sözlerini söyleyerek şarkının plağa kaydını yapmış olurlar.
Diyapazon
Piyano, gitar ve keman, telli müzik âletleridir. Bu teller fazlaca gerildiği ya da biraz gevşetildiği zaman müzik âletinin akordu bozulmuş olur, yanlış sesler verir. Diyapazonun sesini dinleyerek müzik âletlerini kolayca akort ederiz.
Telli müzik Ketlerinin sesini uyumlamaya yarayan diyapazon, hafifçe vurarak titreşmesini sağladığımız, U biçiminde kıvrılmış bir çelik parçasıdır. Kolları ne kadar kısa olursa titreşim o kadar tiz olur. Diyapazon yapan kimse, bir eğeyle bu kolların uçlarını hafifçe törpüleyerek istediği kadar kısaltır böylece bir –la- sesini (saniyede 440 titreşimli) elde eder. Diyapazona hafifçe vurarak bu –la- sesini pek çok kere dinleyebilir ve böylece müzik iletimizi akort edebiliriz. Diyapazonun akordu hiç bozulmaz.
Ses Telleri
Gitar ya da kemanın sesi, değişebilir uzunluktaki az ya da çok gergin tellerin titreşimi sonucu meydana gelir. Bizim sesimiz ise boğazımızdaki ses tellerini titretmemiz sonucu çıkar.
Sesler, bazı cisimlerin havanın İçinde titreşimi sonucu elde edilirler Meseli İyice gergin bir telin parmakla çekilip bırakılması ya da yassı, ince, ucu madeni şeritlerin Özerine hava üflenmesi gibi Gırtlağımızda, kararla İsteğimize göre gerip gevşetebildiğimiz İki bağ vardır. Bunlar ses telleridir. Nefes verdiğimiz, hatta İçimize çektiğimiz havanın etkisiyle bu teller titreşir ve bir ses çıkmasına sebep olurlar. Ağzımızı, dudaklarımızı hareket ettirerek bu değiştirebilir, ona istediğimiz şekli verebiliriz.
0 notes
Text
Charlie Chaplin’in Hayatı Hakkında Derleme ve İki Sürpriz İsim
Kavuklu Hamdi
Kavuklu Hamdi Türk orta oyuncusu, 1841’de İstanbul’da doğdu, 1911’de aynı yerde öldü.
Orta oyunundaki eşsiz başarısıyla ünlüdür. Birçok oyun ve tekerlemeleri vardır. Doğru dürüst öğrenim görmeyen Kavuklu Hamdi meslek hayatına Hacı Bekçi’nin yönetimindeki Han kolunda başladı ve sanatını pratik yoldan ilerletti. Bununla beraber düzgün ve iyi konuşmayı bilir, terbiye sınırlarını hiçbir zaman aşmazdı. Hamdi, orta oyununda genellikle kavuklu rolüne çıkar ve çok başarılı olurdu. Sanatçı, daha çok Küçük İsmail, Tosun Efendi. Baba Asım gibi pişekârlarla (orta oyununda kavuklu ile konuşarak oyunu açan oyuncu) oynamıştır. Kavuklu Hamdi’nin otuz beşe yakın tekerlemesi vardır. Bu tekerlemeler, orta oyununda pişekârııı söylediği bir söz vesilesiyle, kavuklu rolüne çıkanın verdiği hoş, şaşırtıcı, gülünç cevaplardır. Kavuklu Hamdi orta oyununda olduğu kadar tiyatroda da başarı kazanmış, sahnede, bön kaba adam rollerini çok iyi canlandırmıştır.
Charlie Chaplin
Charles Spencer Chaplin, Charlie Chaplin denir. İngiliz sinema oyuncusu ve film yönetmeni, 1889’da Londra’da doğdu.
Sinema dünyasına büyük ve kalıcı eserler bıraktı. Ölümsüz “Şarlo” tipini yarattı.
Sinema dünyasının büyük dâhisi Charles Spencer Chaplin’in annesi ve babası, birer sirk oyuncusuydu. Chaplin çok küçük yaşta babasını kaybetti ve sanat hayatına atıldı. Önceleri sirklerde palyaço rollerine çıkıyor, sözsüz oyunlar oynuyordu. 1910 yılında Amerika’ya yerleşen sanatçı orada çok sayıda filim çevirmiştir. Charlie Chaplin yaptığı filmlerin senaryosunu kendi yazmış, çekimini kendisi yönetmiş, başrolünü de kendisi oynamıştır. Büyük sanatçı bütün dünyanın tanıyıp sevdiği “Şarlo” tipini 1912 yılında yaratmıştır. Charlie, Charlot, Kari diye adlandırılan bu tiple Charlie Chaplin, küçüklerin olduğu kadar, büyüklerin de sempatisini kazanmayı bilmiştir. Bu ölümsüz sanatçı kırk yılı aşkın sanat hayatında 79 film çevirmiş ve bunların çoğunda çağının sorunlarına eğilmiştir.
Caruso
Enrico Caruso İtalyan ses sanatçısı. 1873’te Napoli’de doğdu, 1921’de aynı yerde öldü.
Gür, tatlı ve dolgun bir sese sahipti. Yirminci yüzyılın en büyük tenoru sayılır. Caruso’nun bütün çağların en büyük şarkıcısı olduğunu söylerler. Ama sanatçının doldurduğu plaklar ne yazık ki son derece kötüdür ve onun harika sesine burundan çıkıyormuş gibi bir hava verir. Bununla beraber eski ve orijinal plakları üzerinden modem tekniğe göre doldurulan yeni plaklar eskiler gibi parazitli değildir. İtalya’dan başka Avrupa’nın diğer ülkelerinde de sahneye çıkarak büyük başarı kazanan sanatçı, daha sonra New York Metropoliten operasının yıldızı oldu. Caruso, 18 Nisan 1906’da San Francisco’ya gitmişti. O gün bu şehirde korkunç bir deprem oldu ve bunu çok büyük bir yangın izledi. O sırada kaldığı otelden dışarı fırlayan Caruso yıkıntılar arasında şarkı söylemeye başladı: Tenor, heyecan ve korkunun ses tellerine zarar vermediğinden emin olmak istemiştir. Bu olaydan sonra da hemen yurduna döndü.
0 notes