Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Simone de Beauvoir'ın Jean-Paul Sartre'la yaşadığı ve en büyük yazınsal başarıları sayılan İkinci Cins'le Mandarinler'i yazdığı yılları kapsayan dönemin içtenlikli bir dökümünden:
Pek çok kimse ile görüşüyorduk ve 43'ten beri görüşüm hiç değişmemişti: yapıtlarını beğendiğim yazar ve sanatçılarda her zaman sempatimi çeken bir şey vardı. Gene de bunlardan bazılarında bu sempatimi sınırlayan bazı kusurlara rastlamak beni şaşırttı: kendini beğenmişlik, kendini gösterme merakı. İnsan okuyucu ile olan ilişkiyi karşılıklılığı içinde yaşamak yerine, kendisine dönüyor, kendini öteki'nin boyutlarında algılıyor: işte bu kendini beğenmişlik. Gençlerde, bunu neredeyse dokunaklı buluyorum; bu onların başkalarına olan saf güvenlerine işaret ediyor. Bu tazelik çabuk uçuyor; uzarsa, saflık çocuksuluğa, güven köleliğe dönüşüyor. Kendini beğenmiş bir softa bozuntusu kendisinden fazla söz etse de hoşsohbet olabilir, ama gülünç olur; o bir safdildir: tüm nezaket belirtilerini peşin para gibi algılar. Nezaketten yoksun kalırsa, yalan söyleme hastalığına kayar, ona anlatılandan daha fazlasını kendi kendine anlatır; ya da küskün ve alıngan olur, pek hoş kokmayan kinler ve öç almalar tasarlar. Her koşulda hile yapar: kabul ettiği bağımlılıkla yeterliliği birbirine ters düşmektedir: pohpohlanma dilenmekle, yükseldiğini iddia ettiği anda kendini alçaltmaktadır. Kendi görünümünü çok beğenmekle sonunda onun içine hapsolur: sonunda kaçınılmaz şekilde kendini beğenmişliğin son noktası olan önemli biri olmanın çukuruna düşer. Bunu bir meslektaşımda her farkedişimde şaşkınlıktan ağzım açık kalıyor: nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna kendini ortadan kaldırır? Bunun gerçekliğini inkâr etmenin düşüncesizlik olduğunu öğrendim; insan başkası için ifade ettiği şeyi üstlenmeli; diğer taraftan, eğer yetenekleri varsa onları kullanmalı, gerektiğinde onlarla övünebilmelidir, bir insanın hakikati onun nesnel varoluşunu ve geçmişini sarmalar: ama bu hakikat kendini bu gibi taşlaşmalara indirgemez. Kendini önemli sayan kişi, bunun adına yaşamın durmak bilmeyen yeniliğini yadsırken, kendi gözlerinde, her türlü yargıya kapalı Yetke'yi canlandırmaktadır; kendine yönelen duyulmamış soruların yanıtlarını dürüstçe arayacağına, bu yanıtları şu İncil'den bulup çıkartır: kendi yapıtından; ya da, kendini bir zamanlar olduğu gibi örnek olarak verir; bu yinelemeler yüzünden de, başarısının pırıltısı ne olursa olsun, dünyanın gerisinde kalır, bir müze eşyası haline dönüşür. Bu köhneleşme kötü niyetten arınmış da değildir; eğer insan, görüşlerinin az da olsa doğruluğuna gerçekten inanıyorsa, niçin kendi adının, ününün, geçmişteki başarılarının ardına gizlensin? Kendini önemli sayan kişi, ya insanlara değer vermezmiş gibi görünür, ya da onları yüceltmeye hazırdır: bunun nedeni de, onlarla eşit koşullarda ilişkiye girmeye cesaret edememesidir, özgürlüğünden vazgeçer çünkü bunun tehlikelerinden korkar. Bu körlük, bu yalanlar beni özellikle yazarlarda rahatsız ediyor çünkü onların ilk erdemleri —en ileri atıp tutmaları da seçmiş olsalar— korkusuz bir içtenlik olmalıdır.
syf•133—134
Simone de Beauvoir Koşulların Gücü (Birinci Kitap)
Türkçesi: Betül Onursal Payel Yayınları, 1995
2 notes
·
View notes
Text

ÖLÜM, BİZ OLMADAN OLGUNLAŞAN KİRAZ AĞACIDIR
O bomba hiçbir şeyi yıkmayacakmış. Evler olduğu gibi kalacak, okul olduğu gibi kalacak, sokaklar ve ağaçlar oldukları yerlerde kalacak, bahçedeki kiraz ağacı da olgunlaşacak, sadece biz orada olmayacakmışız. Bugün okulda nötron bombasının sonuçlarını böyle anlattılar. Talimatlar Defteri, 1980
Ancak şimdi anlıyorum bu tanımın ne kadar doğru olduğunu. Sokak duruyor, ağaçlar duruyor, işte kiraz ağacı da burada, sadece biz ölüyüz. Benden, bir zamanki dünya kurtarıcısından eser bile yok. Demek biri nötron bombasını yine de atmış. Babaannemin, dedemin, babamın, annemin ve hakkında birinci tekil şahıs kullanmam bile zor olan o çocuğun yokluğu bunu kanıtlıyor.
Zamana karşı koruyan bir gaz maskesi ve sığınak düşünen biri daha hiç olmamış.
syf • 124—
Georgi Gospodinov Hüznün Fiziği
8 notes
·
View notes
Text
Bu dönüş yolculuğunun uzunluğu. Denizdeki akşamlar, batan güneşten aya geçiş, yüreğimi biraz yatışmış hissettiğim biricik anlar. Denizi hep seveceğim. O, içimdeki her şeyi, hep yatıştıracak.
Bu ortamın korkunç niteliksizliği. Şimdiye dek beni kuşatabilen niteliksizlikten bir kez olsun acı duymadım. Şimdiye dek. Ama burada bu içtenlik çok çok ötelere uzanıyor. Ve herkeste, aynı anda, ötelere gidebilecek olan bir şey, eğer yalnızca...
İki genç ve güzel varlık bu gemi üzerinde arı bir sevgiye başladılar, çevrelerini hemen bir tür kötü bir çember kuşattı. Şu aşk başlangıçları! Onları sever, yüreğimin dibinde duyumsarım —şu güverte üzerinde, güneşten parlayan Atlantik'in merkezinde, çılgınlık içindeki anakaraların ortasında, gençliğin ve aşkın gerçekliklerini koruyan kişilerin duyumsadığı aynı minnet duygusuyla. Ama yüreğimde duyumsadığım şu hevesin, bana yirmi yaşımdayken sahip olduğum sabırsız yüreği yeniden anımsatan şu fırtınalı arzunun adını niçin koymayalım! Ama ilacı biliyorum, uzun zaman denize bakacağım.
Kendimi yeniden öylesine güçsüz hissetmemin hüznü. Yirmi beş yıl sonra elli yedisinde olacağım. Yapıtımı oluşturmam ve aradığımı bulmam için yirmi beş yıl öyleyse. Ardından, yaşlılık ve ölüm. Benim için en önemli olan şeyi biliyorum. Ve küçük ayartmalara kapılmanın, boş konuşmalarla ya da kısır aylaklıklarla zaman yitirmenin bir yolunu hâlâ buluyorum. İçimdeki iki—üç eğilime egemen oldum. Ama öylesine gereksindiğim şu üstünlükten ne çok uzağım!
Atlantik'in üzerinde olağanüstü gece. Yiten güneşten henüz doğan aya, halen aydınlık olan batıdan çoktan kararmış doğuya giden şu saat. Evet, çok sevdim denizi —şu dingin sınırsızlığı —şu her yeri kaplayan dümen sularını şu akışkan yolları. İlk kez bir ufuk, bir insan soluğuna uygun; bir alan, gözüpek olduğu kadar büyük. İnsanlara özgü iştahım, çağlama merakım ile, kendimi şu unutuluş denizlerine, ölümün büyüsüne benzeyen şu ölçüsüz sessizliklere denk kılma arzusu arasında sürekli parçalanıp durdum. Dünyanın, benzerlerimin, insan yüzlerinin geçici beğenisine sahibim, ama bu yüzyılın yanında, deniz ve bu dünyada ona benzeyen her şey demek olan benim, kendi kuralım da var. Ey, bütün yıldızların salındığı ve gemi direklerinin üzerinde kaydığı gecelerin tatlılığı ve içimdeki şu sessizlik, en sonunda beni her şeyden kurtaran şu sessizlik.
syf•42—43
Albert Camus Yolculuk Günlükleri
Türkçesi: Ramis Dara Can Yayınları
2 notes
·
View notes
Text
Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları kitabından kısa bir bölümü yazıya aktardım. Bir kitabı dört farklı çeviriyle tekrar edersek ne olur diye düşünenler için işte sırasıyla Behçet Necatigil, Melinda Andonyan, Figen Sile Kösebay ve John Linton:
—
—
Yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklemektir. İnsanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır, anlamazlar. Bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. İnsanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. İnsanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. Narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. Güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. Ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. Bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. Ve yıllanmış içgüdülerinde haklıydılar gerçekten: O, gerçekten düşmanlarıydı çünkü.
Fakat sonra, o başını kaldırıp da bakmayınca akılları başlarına gelmiştir. Bütün yaptıklarının, onun canına minnet olduğunu anlamışlar; yalnızlık kararında onu desteklediklerini ve kendilerinden sonsuza kadar uzaklaşması için ona yardımda bulunduklarını fark etmişlerdir. Ve şimdi birdenbire değişmişlerdir ve sonuncuya, en son çareye, öbür mukavemete, şöhrete başvurmuşlardır. Ve bu gürültü üzerine hemen her yalnız, başını kaldırıp bakmış ve zihni dağılmıştır.
Bu gece yine o ufak, yeşil kitabı hatırladım, çocukken bu kitap benimdi herhalde; bilmem, aslında Mathilde Brahe'nin olduğunu hayal edişimin nedeni ne?
Elime geçtiği zaman beni ilgilendirmemişti, ancak birkaç sene sonra, galiba Ulsgaard'da bir tatil zamanı okudum. Ama benim için önemi ilk andan başlamıştı. Baştan başa anlamlıydı, dıştan bakınca bile. Kabının yeşili bir anlam taşıyor, insan derhal içinin de, açınca göreceği gibi oluşunu doğal buluyordu. Sanki sözleşilmiş gibi, önce o cilalı ve beyaz içinde beyaz filigranlı boş sayfa ile daha sonra, size pek garip görünen baş sayfayla karşılaşıyordunuz. İçinde resimler var, diyesiniz geliyordu, öyle görünüyordu; ama hiç resim yoktu ve adeta istemeyerek bunun da normal bir şey olduğunu kabul etmek zorunda kalıyordunuz. Belli bir yerde, yıpranmış ve bir parça eğri konmuş, hâlâ gülpembe olmanın masum güveniyle sizi duygulandıran, Tanrı bilir ne zamandan beri hep aynı sayfalar arasında, ensiz sayfa şeridini bulmakla biraz ferahlıyordunuz. Şerit belki hiç kullanılmamıştı ve ciltçi, bakıp etmeden, çabuk ve hamarat, kıvırıp onu oraya koyuvermişti.
Ama bu bir rastlantı değildi belki de. Olabilir ki birisi, okumasını orada kesmiş, sonra bir daha hiç okumamıştı; onu meşgul etmek için kader, o anda kapısını çalmış; sonunda ne de olsa hayatın kendisi olmayan bütün kitaplardan uzağa düşmüştü. Kitabın okunmasına devam edilip edilmediği anlaşılmıyordu. Bu sayfa tekrar tekrar açılabilsin diye de konmuş olabilirdi; belki gerçekten de böyle olmuştu, zaman zaman gecenin geç saatlerinde bile olsa. Her neyse, bu iki sayfa karşısında, önünde biri duran bir ayna karşısındaymış gibi ürküyordum. Bu sayfaları okumadım asla. Bütün kitabı okuyup okumadığımı da bilmiyorum zaten. Kalın değildi pek; ama hele ikindiüstleri, içinde bir yığın hikâye olurdu; içinde insan her zaman hiç bilmediği bir hikâye bulurdu.
Yalnızca ikisini hâlâ hatırlarım. Söyleyeyim hangileri:
Grigori Otrepyev'in* ölümü ve Cesur Charles'ın** sonu.
O zamanlar bunun beni etkileyip etkilemediğini Tanrı bilir. Ama şimdi, bunca yıl sonra, sahte Çar'ın cesedinin kalabalığa fırlatılıp atılışı ve paramparça, delik deşik, yüzünde bir maske, üç gün o halde kalışı sahnelerini hatırlıyorum. Ufak kitabın, günün birinde yine elime geçmesi ihtimali yok tabii. Ama oraları ilginç olmalıdır. Çar'ın anne ile karşılaşması sahnesini de yeniden okumak isterdim. Ana Çariçe'yi Moskova'ya getirttiği sırada Çar, kendine pek güveniyordu herhalde; o sırada kendine öyle inanmıştı ki, gerçekten kendi annesini çağırdığını sanıyordu bence. Hem, o yoksul manastırdan kalkıp hızlı hızlı menziller alarak gelen Marya Nagoi de, kabul ettiği takdirde zaten her şeyi kazanacak değil miydi? Ama acaba sahte Çar'ın kararsızlığı, kadının, kendisi için, evet oğlumdur, demesiyle başlamadı mı? Başka bir kişiliğe geçmesindeki kuvvet, kimsenin oğlu olmamaktaydı, görüşünü kabule yatkınım ben.
(Bu, başını alıp gitmiş bütün genç adamların kuvvetidir aslında.)***
*— Rus tarihinde Korkunç Ivan lakaplı IV. Ivan'ın (1534-1584) ölümünden sonra karışıklık devri başlar. 1605'te Polonyalılar, IV. Ivan'ın 1591'de esrarengiz biçimde ölen en küçük oğlu Dmitri olduğu iddiasıyla Sandomir Voyvodası Minszek'in kızı Marina ile evli olan Grigori Otrepyev'i Moskova'ya gönderirler. Asıl Dmitri'nin annesi olan Marya Nagoi, uzak bir yerden getirilerek yüzleştirilir ve bu sahte Dmitri'nin kendi oğlu olduğunu ikrar eder. Sahte Dmitri, kısa bir saltanattan sonra, asilzadelerden Vasili Şuyski'nin başkanlığındaki bir isyanda öldürülür. (Ç.N.)
**— Burgonya düküydü (1467-1477), gözü pek yüksekte olduğu için her tarafta kuşku uyandırıyordu. İmparator Maximilian'a, kızı Maria'yı teklif ederek kral unvanını kazanmak istiyordu. 1476'da Fransa Kralı XI. Louis, Avusturyalı Sigismund ve İsviçreliler Charles'a karşı birleştiler. 1477'de Nancy yakınında yapılan muharebede öldü. Hikâyesi 148. sayfada “Şimdi düşünüyorum da,” diye başlayan kısımda anlatılıyor. Portekiz kanı taşıdığından söz edilmesinin nedeni, annesinin Portekizli oluşudur. (Ç.N.)
***— Müsveddede kenara yazılı. (Y.N.)
syf•146—148
Rainer Maria Rilke Malte Laurids Brigge’nin Notları
Türkçesi: Behçet Necatigil Can Yayınları
———
İnsan yalnızlıktan söz ettiğinde aslında hep daha fazlasını istemektedir. İnsanların neden bahsettiğimizi anlayacağını sanıyoruz. Oysa anlamazlar. Hiç yalnız birini görmemişlerdir. Sadece onu tanımadan nefret etmişlerdir. İnsanlar, onu yiyip bitiren komşuları olmuşlardır; onu baştan çıkaran yan odadaki seslerdir onlar yalnızca. O sese karşılık gürültü yapmak ve onu boğmak istemişlerdir. Hassas ve çocuk olduğu için çocuklar ona karşı birleşmişlerdir ve büyüdükçe yetişkinlerin inadına büyümüştür. Onu bir av hayvanı gibi saklandığı yere kadar takip etmişler ve bulmuşlardır. Av yasağı olmadığı için de gençliği böyle geçmiştir. Kuvvetini toparlayıp ellerinden kaçtıkça ona bağırmışlar ve bu yaptığının kötü bir şey olduğunu söyleyip onu suçlamışlardır. Ve eğer o bunları dinlemediyse daha açığa çıkmışlar, yiyeceğini yemişler, havasını solumuşlar ve iğrensin diye yoksulluğunun içine tükürmüşlerdir. Sanki bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış biri gibi onu itibarsızlaştırmışlar ve daha çabuk uzaklaşsın diye ona taş atmışlardır. Ve bu hiç değişmez içgüdülerinde de haklıydılar: Çünkü o gerçekten düşmanlarıydı.
Ancak sonra, o başını kaldırmayınca akılları başlarına geldi. Tüm bu yapılanlarla onun isteklerini yerine getirdiklerini anlamışlardı. Yalnızlık kararını desteklemişler ve kendilerinden sonsuza dek uzaklaşmasına yardım etmişlerdi. Ve şimdi de dönüş yapıp sonuncuyu, en son çareyi, diğer direnci kullanmışlardı. Yani şöhreti. Bu gürültü karşısında neredeyse herkes başını kaldırıp bakmış ve dikkati dağılmıştı.
Bu gece yine çocukken sahip olduğum küçük, yeşil kitabı hatırladım. Peki ya neden onun Mathilde Brahe'den geldiğine dair bir kanı vardı içimde, bilinmez. Elime geçtiğinde nereden geldiğinin benim için bir önemi yoktu. Birkaç yıl sonra, sanırım Ulsgaard'da tatildeyken okudum. Fakat ilk andan itibaren benim için önemliydi. Baştan sona ilgimi çekmişti hatta dıştan baktığımda bile. Kapağının yeşili bir anlam ifade ediyordu, içinin de kapağı gibi anlam yüklü olacağını anlıyordunuz. Sanki bu konuda anlaşılmış gibi önce o pürüzsüz, beyaz üzerine beyaz filigranlı boş sayfa ile ve daha sonra da, size tuhaf görünen başlık sayfasıyla karşılaşıyordunuz. İçinde resimler varmış gibi geliyordu ama yoktu; yalnızca öyle görünüyordu. İstemeyerek de olsa bunun bir sorun olmadığını kabul etmek zorundaydınız.
Belli bir yerde dar bir kitap ayracıyla karşılaşıyorsunuz; yıpranmış, biraz eğrik ama hâlâ pembemsi rengini korumuş olması güven vericiydi; Tanrı bilir ne zamandan beri bu sayfalar arasındaydı. Bu ayraç belki de hiç kullanılmamıştı ve ciltçi onu önemsemeden hızla ve özenle kıvırıp araya sokuşturmuştu.
Ama belki de bu bir tesadüf değildi. Birisi tam orada okumayı bırakmış da olabilirdi. O an onu meşgul etmek için kader kapısını çalmış, onu hayatın kendisi olmayan tüm kitaplardan uzaklaştırmıştı. Kitabın devamının okunup okunmadığını söylemek zordu. Bu sayfa tekrar tekrar açılabilsin diye de bu ayraç konulmuş olabilirdi; bazen gecenin geç saatlerinde de olsa o sayfaya dönmek istenebilirdi. Her hâlükârda önünde birinin durduğu bir ayna gibi bu iki sayfa karşısında olmak beni korkutuyordu. Bu sayfaları hiç okumadım. Kitabın tamamını okuyup okumadığımı da hatırlamıyorum. Pek kalın bir şey değildi ama içinde pek çok hikâye bulunuyordu, özellikle de öğleden sonraları. İnsan içinde hep, hiç bilmediği bir hikâyeyle karşılaşıyordu.
Sadece ikisini hatırlıyorum. Hangileri olduğunu söyleyeyim: Grigori Otrepyev'in* ölümü ve Cesur Charles'in** sonu. O zamanlar beni etkileyip etkilemediğini Tanrı bilir. Ama şimdi, aradan geçen bunca yılın ardından, sahte Çar'ın cesedinin nasıl kalabalığın içine fırlatıldığını ve parçalanmış, delik deşik edilmiş hâlde, yüzünde bir maskeyle üç gün boyunca öyle nasıl durduğunu hatırlıyorum. Elbette o küçük kitabın günün birinde tekrar elime geçme ihtimalini düşünmemiştim. Ama o bölümleri oldukça ilgi çekiciydi. Ayrıca Çar'ın annesiyle karşılaştığı anı da yeniden okumak isterdim. Onu Moskova'ya getirttiği zaman büyük ihtimalle Çar, kendine çok güveniyordu. Hatta o zamanlar kendine o kadar inanmıştı ki gerçekten de annesini çağırdığını düşünüyordu. O fakir manastırdan çıkıp da hızlı bir şekilde yol alan Marya Nagoi de, kabul ederse zaten her şeyi kazanmayacak mıydı? Ama Çar'ın güvensizliği, kadının onun oğlu olduğunu kabul etmesiyle başlamamış mıydı? Onun bu dönüşümündeki güç, kimsenin oğlu olmamasından kaynaklıydı, diye düşünüyorum ben.
*— I. Dmitri İvanoviç; gerçek ismi Grigori Bogdanoviç Otrepyev'dir. Moskova Knezliği tahtında hak iddia etmiş ve ölümüne kadar yaklaşık bir yıl boyunca I. Dmitri olarak hüküm sürmüştür. Sanıldığı gibi Rurik soyundan gelmemektedir. Tarihçiler tarafından Düzmece Dmitri olarak anılır. Düzmece Dmitri, asilzadelerden Vasili Şuyski'nin başkanlığındaki bir isyanda öldürülür. (ç.n.)
**— Burgonya'nın Valois Hanedanı'nın son düküdür. Burgonya'nın Fransa'dan bağımsız bir krallık olmasını istemiş ve askerî mücadele içine girmiştir. Bunun sonucunda İsviçre paralı askerleri tarafından Nancy Savaşı'nda öldürülmüştür. (ç.n.)
[Dipnot] (Bu sonuçta çekip gitmiş tüm genç adamların gücüydü.)
syf•137—140
Rainer Maria Rilke Malte Laurids Brigge’nin Notları
Türkçesi: Melinda Andonyan Kapı Yayınları
———
Münzevilerden bahsedildiğinde, beklentiler hep çok yüksek olur. Bu insanların her konuyu bildikleri düşünülür. Hayır, bilmezler. Onlar hayatlarında hiçbir münzevi görmemişlerdir. Onu tanımadan ondan nefret etmişler. Onlar, onu tüketen komşuları ve onu sınayan yan odadaki sesler oldular yalnızca. Gürültü çıkarmaları ve onun sesini aşmaları için etraftaki eşyaları kışkırttılar. Kendisi de narin bir çocuk gibi olduğundan, ona karşı birleştiler ve her büyümesi yetişkinlere karşı oldu. Onun izini, avlanacak bir hayvan gibi sığınağına kadar aradılar. Bitmek bilmeyen gençlik yıllarında korunmasızdı. Ve o tükenmeyip kaçmayı başarınca, ondan kaynaklananları bağırarak onu çirkinlikle suçladılar.
Ve bütün bunları duymazdan geldiğinde, yemeğini yiyerek, nefesini keserek, ondan tiksinene kadar yoksulluğuna tükürerek, daha açık davranmaya başladılar. Ona bulaşıcı hastalığı olduğuna dair iftira attılar ve daha hızlı uzaklaşması için onu taşlayarak kovaladılar. Ve eski içgüdülerinde haklıydılar: Çünkü o gerçekten de onların düşmanıydı.
Ama sonra o onlara aldırmayınca akılları başlarına geldi. Bu şekilde davranarak onun isteklerine cevap verdiklerini, onun yalnızlığını desteklediklerini ve kendilerinden kopması için ona yardım ettiklerini anladılar. Şimdi döndüler ve ellerindeki son koz olan diğer direnişi kullandılar: Şöhreti. Bu gürültüye hemen herkes ilgi gösterdi ve eğlendirildi.
Bu gece, çocukken bir zamanlar sahip olduğumu
düşündüğüm o küçük yeşil kitap aklıma geldi. Ve nedenini bilmesem de onu Mathilde Brahe'den aldığımı düşündüm. Bana verildiğinde bu konuyla ilgilenmedim ve kitabı yıllar sonra, sanıyorum Ulsgaard'daki tatilde okudum. Ama benim için ilk andan itibaren önemliydi. Dıştan bakıldığında da, içerik olarak da referans doluydu.
Cildinin yeşil renginin bir manası vardı ve içinin de olması gerektiği gibi olduğu hemen anlaşılıyordu. Sözlenmiş gibi önce beyaz hareli o düz önsöz sayfası, sonra da esrarengiz gözüken başlık sayfası vardı. İçerisinde resimler varmış gibi gözüküyordu ama yoktu ve insan ister istemez bunu da uygun bulup kabul ediyordu.
Tanrı bilir ne zamandan beri, aynı sayfaların arasında bir yerlerde duran, şeklini biraz kaybetmiş, eskimiş ama hâlâ pembeliğini koruma özgüveniyle duygulandıran o ayraç ipini bulmak, her şeyi az da olsa telafi ediyordu. Belki de hiç kullanılmamıştı ve ciltçi onu, çok dikkat etmeden, aceleyle ve gayretli bir şekilde içine öylece kıvırmıştı. Ama belki de bu bir tesadüf değildi. Birisinin okumayı sonsuza dek orada bırakmış olma ihtimali vardı. Kaderin o anda onun kapısını çalıp, sonuçta hayatın vazgeçilmezi olmayan bütün kitaplardan çok uzaklara gidecek kadar onu meşgul etmiş olma ihtimali. Kitabın geri kalanının okunup okunmadığı da anlaşılmıyordu. Belki de önemli olan bu sayfanın tekrar tekrar açılmasıydı ve gecenin geç saatlerinde de olsa bunun gerçekleşmiş olması da düşünülmeliydi. Ne olursa olsun ben o iki sayfadan, önünde birisi duran bir aynadan çekindiğim gibi çekiniyordum. Onları asla okumadım. Kitabın tamamını okuyup okumadığımı bile bilmiyorum. Çok ağır değildi ama özellikle öğleden sonraları içinde bir dolu hikâye vardı: o zamanlarda hep bilinmeyen bir hikâyesi oluyordu.
Ben sadece iki tanesini hatırlıyorum. Hangileri olduğunu söyleyeyim: Grişa Otrepyov'un Sonu ve Cesur Karl'ın Düşüşü.
O zamanlar beni etkileyip etkilemediğini Tanrı bilir. Ama şimdi, bu kadar yıl sonra, sahte çarın parçalanmış ve delik deşik cesedinin yüzünde bir maskeyle kalabalığın arasına atılıp, üç gün orada bırakılmasıyla ilgili tasviri hatırlıyorum. Bu küçük kitabın bir daha elime geçme ihtimali yok tabii. Ama o yer ilginç olmalı. Anneyle buluşmasının nasıl geçtiğini tekrar okumak isterdim. Onu yanına Moskova'ya çağırdığına göre çar kendini gayet güvende hissetmiş olmalıydı. Hatta eminim, annesini araması gerektiğine inanacak kadar kendisine inanıyordu. Hızlı günübirlik seyahatleriyle yoksul manastırından gelen Marie Nagoi, onayladığında hep kazanıyordu. Ama acaba çarın güvensizliği, tam da Marie Nagoi'un onu tanımasıyla mı başlamıştı? Çarın değişimindeki gücün, kimsenin oğlu olmamasına dayandığını düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
(Sonuçta, evden giden tüm gençler gücünü buradan alırlar.)*
*— El yazmasında kenara not olarak yazılmıştır. (y.h.n.)
syf•158—161
Rainer Maria Rilke Malte Laurids Brigge’nin Notları
Türkçesi: Figen Sile Kösebay Ayrıntı Yayınları
———
WHEN We speak of hermits, we take too much for granted. We imagine that people know something about them. No, they do not. They have never seen a solitary; they have simply hated him without knowing him. They have been his neighbours who made use of him; they have been the voices in an adjoining room that tempted him. They have incited things against him, that they made a great noise and drowned his voice. Children have been in league against him because he was tender and a child, and as he grew, the stronger grew his opposition to grown people. They tracked him to his hiding place, like a hunted beast, and his long youth had no closed season. And when he did not sink exhausted, but escaped, they decried what had come forth from him, and called it ugly and cast suspicion upon it. And, when he paid no heed, they came out into the open and ate away his food, breathed his air and spat upon his poverty so that it became repugnant to him. They denounced him, as one stricken with contagious disease, and cast stones at him to make him depart more quickly. And they were right in their ancient instinct: for he was in truth their foe.
But, then, when he never raised his eyes, they began to reflect. They suspected that with all this they had simply done what he desired, that they had been fortifying him in his solitude and helping him to cut himself off from them for ever. And now they changed their tactics, and used against him the final weapon, the deadliest of all, the opposite mode of attack fame. And at this noise he has almost every time looked up and been distraught.
TONIGHT there has come to my mind once more the little green book which I must have once possessed when I was a child, and I do not know why I imagine it came from Mathilde Brahe. It did not interest me when I got it, and it was not until several years later, I believe, during my holidays at Ulsgaard, that I read it. But important it was to me from the very first moment. It was charged with meaning through and through, even externally considered. The green of its binding meant something, and one saw at once that its contents would be what they were. As if by pre-arrangement, there came first that smooth fly-leaf, watered-white on white, and then the title-page which had an air of mystery. It looked as if there miglit well have been illustrations in it; but there were none, and one had to admit, almost reluctantly, that this, too, was just as it ought to be. There was some little compensation for this disappointment in finding, at a particular passage, a narrow book-mark, which, friable and a little awry, pathetic in its confidence that it was still rose-coloured, had lain since Heaven knows when between the same two pages. Perhaps it had never been used, and the book-binder had carefully and busily bound it in without looking at it closely. But possibly its position was not accidental. It may be that someone ceased reading at that point, who never read again; that fate at that moment knocked at his door so to engage him that he came far from all books, which after all are not life. It was impossible to tell whether the book had been read further. But it might also have been simply that the book had been opened and read again and again at this passage, and that this reading had taken place often, even if sometimes not until late at night. In any case I felt a certain shyness before those two pages, such as one feels before a mirror in front of which someone is standing. I never read them. I do not even know whether I read the whole book through. It was not very large, but there were a great number of stories in it; especially of an afternoon, when there was always one you had not yet read.
I remember only two of them. I will tell which they were: The End of Grishka Otrepioff, and The Downfall of Charles the Bold.
God knows whether it impressed me at the time; but now, after so many years, I recall the description of how the corpse of the false czar had been thrown among the crowd and lay there three days, stabbed and mangled, with a mask on its face. There is, of course, not the least prospect that the little book will ever come into my hands again. But this passage must have been remarkable. I should also like to read over again how the encounter with his mother took place.
He must have felt very sure of himself, since he commanded her to come to Moscow. I am even convinced that his belief in himself was so strong at that period, that he really thought he was summoning his mother. And this Maria Nagoi, who arrived from her mean convent by rapid day journeys, had, after all, everything to gain by assenting. But did not his uncertainty begin when she acknowledged him? I am not disinclined to believe that the strength of his transformation consisted in his no longer being the son of anyone in particular.
(This, in the end, is the strength of all young people who have gone away.)
pg•175—178
Rainer Maria Rilke The Notebook of Malte Laurids Brigge
Translated by: John Linton
The Hogarth Press Ltd., London, 1959
1 note
·
View note
Text
İnsan meskenine rahat ve huzur içinde yerleşince, bu şekilde dışarı fırlayabileceği bir sabit noktası, avını yalnız yiyip yutabilmek için çekileceği güvenli bir gizlenme yeri olunca (özellikle değer verdiğim bir şey. çünkü bazı yırtıcı hayvanlar gibi ben de başkaları bakarken yiyemem) —o zaman şehrin görülecek yerlerini tanır. Eğer bu kişi ex professo [profesyonel] gezginse, durmadan başkalarının kokuttuğu şeylerin kokusunda dünyayı geziyorsa, ya da günlüğüne görülecek belli başlı yerlerin adını yazmak için ya da otel kaydına kendi adını geçirmek için dolaşıyorsa, o zaman bir Lohndiener tutar ve 4 Groschen verip Das ganze Berlin alır. Benim yöntemimle insan, bütün polis tutanaklarında ifadesi delil sayılan tarafsız bir gözlemci olarak kalır. Öte yandan, eğer hiçbir acil gerekçe olmaksızın seyahat ediyorsa, dilediğini yapabilir, başkalarının görmediği bir şeyi arada bir görebilir, önemli şeyleri göz ardı edebilir ve sadece kendi için önemi olan rastgele bir izlenim edinebilir. Böyle kaygısız bir avarenin başkalarına anlatacağı bir şey genellikle olmaz, eğer olursa iyi insanların onun erdemliliği ve ahlâkı hakkındaki iyi düşüncelerini bozma riskini seve seve göze almış demektir.
2 notes
·
View notes
Audio
3 notes
·
View notes
Text
Window Sash Weights · Sun Kil Moon Common As Light And Love Are Red Valleys Of Blood ℗ 2017 Rough Trade Records Ltd Released on: 2017-02-17 Associated Performer, Producer: Mark Kozelek Engineer, Mixing Engineer: Nathan Winter Associated Performer: Steve Shelley Engineer: Will Chason Music Publisher: God Forbid Music Music Publisher: CMRRA Music Publisher: God Forbid Publishing Composer Lyricist: Mark Kozelek
1 note
·
View note
Text
1836
Az önce insanların neşesine neşe kattığım bir partiden geldim; dudaklarımdan nükteler döküldü, herkes güldü ve bana hayran kaldı —fakat ben ayrıldım— bu çizgi dünyanın yörüngesi kadar uzun olmalı —————- ——————— ————————-— ——— ————— —————— ——————————————————— ————————— ———————————— ve kendimi vurmak istedim.
syf•30—
Søren Kierkegaard Kahkaha Benden Yana
Türkçesi: Nedim Çatlı Ayrıntı Yayınları
4 notes
·
View notes
Text










Bogdan Gîrbovan “10/1” projesinin arkasındaki Rumen fotoğrafçı.
Gîrbovan: “10/1″, Bükreş’in doğu bölgesinde yer alan bir apartman bloğundaki on tek odalı dairede çekilen on fotoğraftan oluşuyor” diye yazıyor. “Burası 10 katlı bir apartman bloğu ve daireler üst üste yerleştirilmiş. Hem dış hem de iç detaylar bakımından birbirinin aynısı. Bu binayı seçtim çünkü ben de içinde, 10. katta oturuyorum ve konuya yaklaşmak daha kolay.
Aynı durumla karşı karşıya olan yaklaşık 70.000 apartman bloğundan 1966 yılında inşa edilen sadece bir tanesi.”
“Bloktaki sosyal sınıfların karışımını daha iyi gösterebilmek için her dairenin (her mekânın içinin) aynı açıdan fotoğrafını çektim, sadece iç mekânın karakteri ve tasarımındaki farklılıkları gösterdim. Odalar, içinde yaşayanların geçmişlerini ve günümüzle ilişkilerini yansıtan psikolojik bir tablo olarak görülebilir.”
|
—girbovan.ro
113 notes
·
View notes
Text

(Kendi kendine) Perde I, Sahne III s.20
16 notes
·
View notes
Text
Geceyarısı, karanlık bir bozkırda Işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım İçinde onca insan, içinde dünya... Soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkûm Ve bilmeyen sonsuzluk nedir, Haklı olan kim bu kargaşada? Ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir Ucu bucağı olmayan bu çığlığın Ortasında nasıl barışılabilir? Anlamak isterim, hangi yasa Bir beşikle bir darağacını Aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?
Sorular sormak için geldim şu dünyaya Yaşım acıların yaşıdır Boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da Yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden Ya da sabah yellerinden bir taçla Yürüdüğüme inanırdım — yanılırdım Geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım Bu söylencenin bir yerinde durakladım Ve anlatmadım, konuşmadım bir daha.
Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını Damarında uyuyan sevinci ödünç ver Yitirdim çünkü onları da.. İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler Ne de geleceğime dair bir tasa. Gelirken çan çalmıyor yalnızlık Bir adam, bir sokak, bir ev Yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca
Soruların vardı senin, ne çok soruların Gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna Bir fısıltı gibi başladı sevgim Çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra Sonrası... Mutlu bile olduk bazı Artık sen yadsısan da ne kadar Ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir Anlatsın yollar, yollar, yollar... Şimdi gece, soluğumu verdim içime Az önce kâğıtlara gül kuruları serptim Dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım Öylece serptim, seni yazacağım diye Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın Aklımın almadığı bir yerde, öylesin Şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık Bize artık yeter de artar bile...
Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın En yakın dostlarımın birer birer Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların Ölümünü gördüm, ama kimse İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin! Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.
Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen Yüreğimi bir gün yollara atarsam Bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım Suyumun çoğu senden yana akacak Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülşarap Gülaşk, Gülsiir, Gülahmet, Gülerhan Ey Gül, yaşamım, yitip giden düşlerim!
Gecelerdi, solgun-sessiz tüterdi yüzün Yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm Varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına Kokundu, bedenimi saran o ince buğu Esintisinde usul usul yürüdüğüm Ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..
Sanki bir kız hep yürürdü yollarda Evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi Kapımı açardı gümüş bir anahtarla Sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk Tozlu kitapların yığıldığı odalarda Kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tını Yatağımda bedeninden bir oyuk.
Benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından Saçlarına saçlarına doğru titrerdi Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim Titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi Geceyarılarını çoktan geçti Bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim Ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız Süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.
Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık Bir akdeniz kentinde limon koklayan Ve hep ufkun ardına bakan çocuk Acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden Çaldı yüzünü bir yaşamlık Geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından Şaire çıkar adı — az buçuk kaçık.
Yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben Oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan Gülsün köpek sürüsü, lime lime edip Bu dizeleri, satsınlar haraç mezat Doğru, benden sonra da tufan kopmayacak Ama haykıracağım laflarını tuzla kesip Yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.
Beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular Neresinde yanıldık biz bu yaşamın? Hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı Acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak? Kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar Ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye Hep direnen bir yanım kalacak Adımın soluk izi, acının seyir defterinde.
Şimdi gece, bindokuzyüzseksenikiyle Üçyüzaltmışbeşi çarp — oradayım işte Yorgun değilim, umarsızım yalnızca Geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta Gibiyim ve çoktan dürüldü defterim Uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim Onlara köprü olacak bir beden yoksa da…
Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak Titreyen bir ışık karanlıklarda Onu kim görebilir, kim tanıyabilir? Sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak Boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.
Her aşktan böyle bir şiir kaldı bende Yaşamımın bir dilimini özetleyen Unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor Donuyor bir gülüş tek bir dizede Yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem Çivileniyor beynimin bir yerlerine Geride—hayır—acılar filan da kalmıyor Bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.
Nefret ediyorum ve seviyorum seni Girdiğin bütün kapıları açık bırak Birazdan git diyebilirim çünkü. Çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini Tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını Çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak Uzayan, akan bir irin yolu gibi.
Sözcükleri güden çobanları var kalbimin Beynimin yaşamı saran kıskaçları Bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum Yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan Sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri Ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki Böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.
Çapraz yalnızlıklar astım göğsüme Yollarda bir savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur Gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke kalbimdir ona tek sınır Susmayı bunun için severim bir çığlık gibi Donup kalır sesim kendi göğünde Onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.
Yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada Kendi içimde ya da uzak yollarda Bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar Bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce. Bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor Irmakların birleştiği o nokta benim İtilip tekmelendiğim bütün kapılarda Bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.
Bir gün anlarsın beni neden suskunum Dünya içimde konuşurken böyle Bedenimi aşıyor yorgunluğum Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.
Adını çoktan unuttum, yüzün aklımda Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur Bunun için ben Gül dedim sana.. Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa Kökleri toprağı saramaz olur Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan Söylenecek bir tek sözüm kalmazsa Çizerim yüzünü kuşların kanatlarına Her çırpınışta gökyüzüne dağılır Yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.
Kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor Parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler Yazdıkça biraz daha unutuyorum seni Ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler Bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca Büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü Ben aşkın son hasatçısı, son peygamber Gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.
Sana artık bir sığınak olsun bu şiir Noterlere ver onaylasınlar — her hakkı saklıdır Düşün, kalemimi sen tuttun yazarken Yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi Öyle çok acemilikler yaptım ki ben Hiç kalır bu şiir onların yanında ve Nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.
Görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın Çığlığımdan arta kalan bunlar olacak Aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum Bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak Yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle Kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir Bir yeniyetmenin altını çizeceği dizeler benden Senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak...
syf•219—227
Ahmet Erhan Burada Gömülüdür (1. Cilt)
Gülşiir, 1982 Kırmızı Kedi Yayınları
3 notes
·
View notes