Tumgik
komikcorapli · 6 months
Text
müteferriç
Tumblr media
eski bir fargo kamyon sürmek istiyorsun. yetişmen için süreyi gözetlemeyeceğin bir seyahat olmalı. günün her saati ilerlemek istiyorsun. sabahın ilk saatlerinde dün gözüne girdiği için küfür ettiğin güneşi özlettiren bir soğukta da ilerleyebilirsin. yolda olmak yetecek sana.
yol önünde kıvrılır, görüş kapanır, bir hatıradan geriye aklında kalan son sahneler gibi buğulu bir camdan dünyayı izlersin. gördüklerin yetmez, hatırladıkların yardımına yetişir.
lastikler yola, sen direksiyona tutunurken yağmur yağmaya başlar. çoktan ölmüş bir adam, radyoda bilmediğin bir dilde şarkılar söyler. ses, sonsuza kadar yankılanır yarısı açık pencereden dışarı.
bu yoldan daha önce de geçmiştin, kaybolmadın ve hep geri dönmeyi başardın.
0 notes
komikcorapli · 1 year
Text
hubris
bazı geceler insan olmaya bir süreliğine ara verip en son ne zaman konduğunu unutan genç bir kırlangıca dönüşürüm. ayağımı yere vurmamla birlikte kendimi havada bulmam bir olur. tüm anılarım kervanlar gibi etrafımda uçmaya başlar. kanatlarımdan akan havayı hissetmem ve olmak istediğim yerde olmam aynı anda olur. gitmek istiyorsam oradayım demektir.
yağmur başlarken vadinin içine uzanan patikada kaçışıma bakmak için vurdum bu kez de ayaklarımı yere. atacağım adım belliydi, üzerime düşen damla sayısını da hala unutmamıştım, altına sığınacağım kaya az ilerideydi ama en çok da kendimi tekrar izlemek keyifliydi.
dünyanın son günü de olsa yine ayaklarımı yere vurup havalanırdım son akşamüstü bu coğrafyada. tüm zamanlardaki her halimi izlerdim; koştuğum yolların silinişini, her gün elimi sürdüğüm kayaların eriyişini.
kısık bir sesle son kez kendime seslenirdim bu kez. "demek böyle bitiyormuş her şey."
1 note · View note
komikcorapli · 2 years
Text
nostos-algos
yaklaşık 2000 yıl önceydi son taşı tonoza yerleştirip olimpos’dan denize indiğimde. sevdiğim herkes hayattaydı ve ertesi gün olacaklar kimsenin umurunda değildi. prometheus ateşi bize getireli birkaç yüzyıl geçmişti ve ciğerlerindeki acı hala çok tazeydi.
en son bu coğrafyaya geldiğimde yağmurdan kaçıp altına saklandığım kayanın üzerinden bir damla su olarak düştü biriniz üzerime. bir başka ömrümde ben yosun kokusu olarak çekildim bir diğerinizin içine. birkaç ömür önce de ışık olarak düştük birbirimizin önüne.
her birinizle en az 100 ömürdür aynı coğrafyadayız, en az 100’er kere tanıştık birbirimizle ve en az 100’er kere gömüldük. ve çoktan ayrıldık 101. kez birbirimizle bir sonraki ömrümüzde görüşmek üzere.
0 notes
komikcorapli · 2 years
Text
aleksitimi
önce sesler ölüyor şekillerden önce ve gündüz kararıyor geceden önce. ışığın olması aydınlık olduğu anlamına gelmediğini fark ediyor insan karanlıkta yürüdükçe.
kendini bilmez kalabalıklar için kargaşa zamanı yaklaşıyor. meraklıları için son nefesi verme kılavuzları satılıyor kimsenin görmediği karanlık diplerde.
kusursuz eksiklikler var insanların içlerinde. kendilerine bile itiraf edemedikleri şerler var içlerinde nefes almalarını düzensizleştiren. hazırda bekliyor hızlı teslim mutsuzluklar, hepsinin zihninde iki artı bir zindanlar.
olmadığımız hallerde görünmeye başladık. yarılandıkça kayboluruz sanıyoruz ama hiçbir zaman bitmeyecek yarılanmalar yaşıyoruz. özü düşündükçe özden uzaklaşıyoruz.
anlaşılamamanın sağır edici uğultusunu çok az insan duyuyor. duymayanlar için iblisin kalabalık barınağına ücretsiz giriş bileti ceplerinde duruyor.
mantık ve vicdan arasına sıkışmış siyah perdeyi araladığını düşünenler, vicdanını rahatlatmayı bilenler mutlu. mutluluğun formülü; kendilerine bile itiraf edemedikleri yaptıkları haksızlıkları asla düşünmek istememelerinde saklı.
0 notes
komikcorapli · 2 years
Text
pareidolia
kafam şu aralar akşam pazarı gibi. zihnimde çürük marul yaprakları, ezilmiş çamurlu limonlar, kırılmış havuçlar, patlak domatesler ve kopmuş teyze terlikleri var.
pazar sonrası omuzuma vuran güneş fark ettiriyor ellerinde poşetler olan gölgelerin en hızlı kim uzayacak yarışını. bu kalan son yokuşu da aştık artık tamamdır derken karşı tepelerin aşılması korkutmaya başlıyordu gölgeleri. fakat bir süre sonra yarışı bitiren ve tek yol gösterici bakır bir tepsi gibi parlayan dolunay oluyordu. yarım kalan ve asla tamamlanmayacak olan yarış için gölgeler hazırdı fakat yarışın tekrar başlamasına daha 24 saat vardı.
yatağıma uzandığımda en güzel yenme biçiminin uykuya dalmak olduğunu hissettiriyordu üzerimden esen sonbahar yeli. uyuduğumuz yerin önemi uykuya dalana kadardı sadece, asıl önemli olan uyandığın yerdi. eminim bir kısmımız beklerdi kıyıda keyifle ufka bakıp büyük çarpışmanın gerçekleşmesini. bir diğer kısmımız da yarın yokmuş gibi zehirlemeliydi alışveriş yaparken yüz bin adet pozla mevsimin en güzel günlerini. yaşamanın yerini yaşamda olduğunu kanıtlamak aldı zihnimizin en geniş yerini.
asıl önemli olanın hayatta kalmak değil yaşamak olduğunu anladığımızda her birimizin kendi büyük patlaması gerçekleşmiş olacak. yere düştüğünde fark edeceğiz çatıdan damlayan su zerresinin içinde yere düşene kadar bir anlığına oluşan evrenin içindeki küçük dünyalarda yaşadığımızı.
güneşli bir pazar sabahına mı uyanacaksınız, yoksa gün boyu yıldız tilbe dinleyip çikolata mı kaşıklayacaksınız? seçim sizin.
0 notes
komikcorapli · 3 years
Text
abreaksiyon
yetmiş yaşından sonra dünya turuna çıkmış yabancı bir turistin heyecanı içindeydim.
tur mu önce tamamlanacak yoksa ömrüm mü bilmiyordum. en son tükenecek olanın, içinde bulunduğum heyecanın olacağını temenni etmem gerekiyordu.
zihnimde yaşanan uzun mevsimler ve ne zaman başladığımın belli olmadığı yolculuklarda oluşan girift düşünceler vardı. yol için hazırlık yapmaya başladığım anda gideceğim yere çoktan ulaşmış oluyordum.
süratle geçtik köylerden, yavaşlamadık bile önünden geçtiğimiz çeşmelerde. bir su içebilsek belki fark edebilirdik yol kenarındaki açan çiçekleri. nitekim en büyük hatayı varmayı düşleyerek yaptığımızı çok geç keşfettik. yaşıyor olduğunu hissetmek için yolda olduğunun bilincinde olarak ilerlemek gerekiyordu.
varmaya çalışırken fark etmemiz imkânsızdı taşlardan seken güneşin ışıltısını, suda yıkanan kuşların cıvıltısını. bakmak ve görmek arasındaki ilişkiden farksızdı varmak ve gidiyor olmak arasındaki ilişki.
hiç durmadan ilerlemek de anlamsızdı. sırt çantamızı alıp yoldan çıkmazsak nasıl fark edecektik yaprakların arasından sızan güneşi izlerken yaslandığımız ağacın nefes alıp verdiğini. nereden bilecektik içinden geçmemiz gerektiğini düşündüğümüz derenin ne kadar soğuk olduğunu. dereden geçmeyi göze almak yerine “karşıda olan her şey burada da var.” dedik, soğuk suyun bizi kendimize getirip sağlıklı düşünmemize yol açmasını hiç fark edemedik, bu yüzden kalkmadı sis perdesi gözlerimizden ve de bu yüzden sislerin ilerlemek için yolu kaybettiğini sandık her baktığımızda ufka.
yolun geri kalanında düşünmek gerekmezdi çantamızdaki nesnelerin azlığını. azın çokluğunu kavramamız ne kadar yol yürüdüğümüzle doğru orantılıydı. ama insan hayatları boyunca dayatılan bir gerçek vardı ki rahat etmek için stokçu olmak lazımdı*.
nesneler gibi mutluluk da bir an önce yaşanmalı ve stoklanmalıydı.
0 notes
komikcorapli · 3 years
Text
jötunheimr'da
klavyemin enter tuşu basmadığı için sinirlenip yatağıma geçtiğimde 2007 yılının ocak ayıydı. eski penceremizden giren soğukları mental olarak etkileyip, bana temas etmeden üzerimden kavis alarak yol almasını telekinezi ile yönlendirmeye çalışacak kadar ve bunun mümkün olabilme ihtimalini düşünecek kadar üşüdüğüm ama bozuk olan enter tuşuna bile henüz çare bulamadığım bir geceydi. dışarısı 6 dereceydi ama burnumun ucunda hissedilen sıcaklık -20 civarındaydı. zira benim ilk burnum üşürdü.
sabaha karşı bir sahil kasabasında, doymak için son umudu balık tutmak olan yaşlı adamın tel kafesinde kalamarlar, karidesler ve ölü balıklarla birlikte yattığımı düşünmeye başladım. az sonra yaşanacak olan makus talihe sövmek yerine ısınmaya çalışıyordum. soğuk; zamandan ve mekandan alıkoymuş, istediği yere ve zamana götürüp top gibi oynamaya başlamıştı bile 5dk önce telekinezi yapmayı düşünen zihnimle.
kafese devamlı birileri giriyor ve birileri yaşlı adamın çatlak elleri arasında dışarı çıkıyordu. bilge ahtapotun “bizim burada ne işimiz var” der gibi bakması dışında anlamlı hiçbir görüntü yoktu ölüm kafesinde. yıllardır aynı balıklarla aynı kafesteymişiz gibi hissediyorduk. okyanusu çoktan unutmuş en geç kim ölecek derdine düşmüştük sadece. hayatta kalmaya çalışmanın yaşamak olduğunu zannetmeye ne zaman başladığımızı düşünecek kadar bile çalışmaz olmuştu zihnimiz.
şimdilerde kendimi alıkonulmuş balık yerine geceden mayalanmış, tepside pişirilmeyi bekleyen poğaça gibi hissediyorum. bu kez de çörek otlu ile sabaha kadar üşüdük ama bu kez sonumuz 180 derecelik fırında sıcak bir ortamda olacağı için sevinmiştik.
soğukla derdim var.
0 notes
komikcorapli · 3 years
Text
derealizasyon...
çare diye bir kavrama inandırılırsın yıllarca. çaresi var dedikçe her şeyde bir mana aramaya başlarsın. kendini kandıracak bahaneler yazarsın beyninde. amaçsızca yürümeye başlarsın, her adımda biri ile kavga edersin zihninde. kurtla, kuşla konuşursun en çok da, en çok ancak onlar kadar sorumluluğun olsun istersin. daha yeşilken yere düşen yaprağın damarlarını incelersin boş boş. varlığı sorguladıkça var olmasına inanmaya çalışırsın kelimelere dökemediğin anlatacaklarını bilebilecek birini aradığın için.
ön koltuktan kaçamak bakışlar atan küçük bebeğin bakışlarında görürsün bazen çaresizliği, beyninde dönen binlerce kelimeyi kağıda dökeyim diye oturup saatlerce bir harf bile yazamayışında hissedersin.
en uzağı dirsek temasında olan şu kalabalığa bak nasıl da akıyorlar kum seli gibi. tek farkları suratları. aynı şeyleri yapıp, aynı şeylerden keyif alıyorlar. aynı değerler üzerine inşa etmişler tüm hayatlarını, motivasonlarını, kaygılarını. imrenirsin neden bu kadar gamsız olmadım diye.
iki dünyada da sormasınlar bana “çaren var mı” diye. çaresiz olan bir ben miyim? herkes çaresiz, dünya çaresiz, otlar-hayvanlar çaresiz, tanrılar bile çaresiz.
1 note · View note
komikcorapli · 3 years
Text
anhedoni
her neredeysem hızla oradan kaçmalı ve eve vardıktan sonra duymayı isteyeceğim tek şey yüksek müzik sesi olmalıydı. bir şeyler yemek istemiyordum, 2 bira tüm ruhumu kutsardı ama annem kesinlikle çileden çıkardı ve emin olduğu bir şey vardı ki evin besi bereketi kalmazdı.
hayatta canımı sıkan tüm problemlerin insan kaynaklı olduğunu bildiğim halde insanlar okusun diye yazılar yazıyorum. en insansız coğrafya nerede acaba diye uzakları düşlerken duyduğum huzurun damarlarımda ılık ılık ilerleyişini herhangi bir düşünen varlıktan daha çok seviyorum. her gün bir önceki günün yarısı kadar azalan, radyoaktif madde özelliği gösteren ve hiçbir zaman sıfır olamayacağını bilen sosyal bir havyan olma düşüncesi hakim oluyor zihnime.
bir tımarhanede elimiz kolumuz bağlıysa ve tüm bunlar sakinleştirici kanımıza karışmadan önce gördüğümüz karmakarışık düşlerse çok büyük küfürler etmek için biraz daha bahane geçmiş olur elimize.
0 notes
komikcorapli · 4 years
Text
onlarca düşüncenin altında kalmak;
cam fanuslu dalgıç kıyafetimle dipsiz, simsiyah bir okyanusun derinliklerinde yaşamak gibi geliyor bazen hayat. bazen de beni hayata bağlayan hava borusunun koptuğunu ve hiçbir zaman dışarı çıkamayacağımı bilerek yaşıyorum gibi hissediyordum. duyacak, görecek pek de bir şey yoktu boyuttan ve zamandan yoksun bu boşlukta.
hayatımın en mutlu dönemlerini her hatırladığımda tavana sobanın üst deliğinden yansıyan ateş beliriyordu. pencere kenarlarından sızan soğuk ve pek de ısınmayan is kokulu odamız aklıma geliyordu. hiç saray gibi evimiz olsun istemedik, soğuk olmasın yeterdi. ne desek inanılırdı o zamanlar. zaten sadece saraylarda gerçek sözlere rastlanmazdı.
kadere inancımız vardı ama raflarda felsefe kitapları da hiç eksik olmazdı. her şeyin bir zamanı var düşüncesi en büyük afyonumuzdu, en çok da üşüyen ayaklarımız bu laflara gülerdi. “mavi ayaklar” kitabını ilk okuduğumda kalktı fakirliğin sis perdesi gözlerimden. kadere sığınmak cesareti olmayanların dayanağıydı. kader zayıf insanları bu dünyada bir düzenin var olduğuna inandırdı.
başınıza her gelen olayı kadere bağlayıp razı gelen ve de kendinizi varis doğuracak etten bir araç olarak görmelerine müsade etmediğiniz bir hayat yaşayın.
0 notes
komikcorapli · 4 years
Text
yeni dökülmüş asfalt kirlenmesin diye terliksiz gezdiğimiz dönemlerdi.
her şeyin güzel olacağına inancımızın azalmaya başladığı günlerin geleceğinden bir haberdik.
bahar gelince tek düşündüğümüz belimize kadar uzanan çimlerin arasında saklanbaç oynamaktı. yanımızdan geçen tosbaları görünce, bizi gören o tosbalardan daha çok şaşırırdık. portakal çiçeklerinin koku salmaya başlaması baharın gelişinin ilk gonk sesi sayılırdı. kavağın kibrine bakılırsa hıdrellez de yakındı ve annem o meşhur açmasından yapacaktı. mutfağın önünden her geçişimizde aklımızdan geçen tek şey “cennette bu açmadan da olmalıydı.”
kentsel olarak henüz dönüştürülmediğimizi, tatlı komşu ayşe teyzenin, emekli salih öğretmenin çıkmaz sokağımızdaki varlığından biliyorduk. birbirimize gülmek için sebep aramadığımız, çocukların kopardığı ekmek köşelerine kızılmadığı dönemlerdi. herkesin ayak basabilecek kadar çimeni ve başını biraz ısıtacak kadar güneşi vardı. hepimizin şartlardan eşit faydalanması gerektiği bilinci henüz bozulmamıştı. geleceğe olan umudumuz çoktu, fakat giderek flulaştığını fark edemeyecek kadar çimlerle meşguldük.
gitgide sokak da değişmeye başladı. üç beş leşi olan dudağı ortadan enine yarık mahalle kabadayılarına dönmeye başladık. tebessüm etmek zayıflık zannedilmeye başlandı. ne gecesi tekin ne gündüzü hayra alamet bir yer oluverdi diplerinde uyuduğumuz portakal bahçeleri.
o günlerden bugüne değişmeden gelen tek şey açma kokusu oldu. ne suyun tadını hatırlayabildik, ne de her akşam etrafını saran çocuklara ekmek vermek için bir ekmek fazla alan duran amcayı unutabildik.
ölmeden önce bir kere bile olsa yıldızlara bakarak uyumadan ölmeyin. o günlerden beri hep yerinde olan sadece onlar var artık.
0 notes
komikcorapli · 4 years
Text
ne çok severdim beni
Tumblr media
eğer konuşabilseydim; “neden sürekli ağlayıp duruyorsun içimde” derdim çocukluğuma.
kaybettiğini sandığın yeşil arabanın aslında hiç kaybolmadığını, babannenin kaybolmuş süsü vererek senden esirgediği oyuncağı başka çocuklar için sakladığını 16 yaşında öğreneceksin. şimdi ağlama o gün geldiğinde yeterince sinirleneceksin ağlamak yerine derdim. dünyanın tüm oyuncak arabalarını önüne sermek için yemin ederdim şimdi yanımda olsaydın.
hiçbir zaman “daha kötü ne olabilir” diye söylenme derdim kendime. şimdi ne severdim seni; sarı saçlarını iki avucumun arasına alırdım okşardım o sarı kafanı, sol yanağı gamzeli yüzünü severken ne ağlardım kalbine bakıp. güzelliğinin karşısında ne titrerdi elim ayağım.
ben hiç kaybetmedim seni ve sen beni elbet bulacaksın. 
1 note · View note
komikcorapli · 5 years
Text
burada geçen 1 saat dünyada 7 yıl ediyor.
ölünmeden de cehennem azabının yaşanabileceğini, bir görüşme için ziyaretine gittiğim hafif göbekli, soluk saçları joleli otel(!) sahibinin arkasında bekleyen, dünya ile tüm ilişiği kesilmiş sarışın kadının akan göz makyajlarında hissettim. fonda çalması gereken “bu da geçer, alışmalısın, dayanmalısın.” şarkısı yerine üst kattan gelen kahkaha sesleri vardı. ayak basılan orta kısımları oyulmuş, kırmızı halı serili merdivenden erol taş’ın inmesini beklemek için tüm şartlar sağlanmıştı.
bu gece derhal yatağıma uzanıp gördüklerimin ve duyduklarımın muhakemesini yapmam gerekiyordu. insan vücudunun olabilecek en stabil halindeyken sabitleniyordu gözlerim tavana. insanları kurtarmak için çaba göstermemeye ne zaman başladığımı düşünmemem gerekiyordu. yaşamımın geri kalanı hakkında düşünmek için biraz daha tavana bakmam gerekiyordu. boş bir tavanın söyledikleri, saatlerce bakılan aynalardan daha fazlaydı.
boşluk ne bakmakla ne de yazmakla doldurulabiliyordu. beyaz tavana baktıkça sonsuz beyazlığın içinde yer çekimi de etkisini kaybediyor, tavanın beyazlığı zihnimin beyazlığına karışıyordu. hayatımın geri kalanına kalansız bölünmemek için hiçbir sebep yoktu. üç kollu avize de bu ana şahitti.
bir yanım “dünyanın diğer ucuna gitmelisin” derken, diğer yanım “buradan ayrılma, hafta sonları piknikte et yer, hafta içleri de balkonda sünmüş atletinle tombul birasına okey oynarsın” diyordu. hayatımla ilgili bir üçüncü seçeneği görebilmek için baktığım tavan yeterince geniş değildi.
bir diğer seçeneği düşünebilmek için iki dönüm bahçem olmalıydı. uzaktan görünüyordu içindeki evin planı. elimle beyaz tavana çizmeye başladım içindeki ağaçları.
odanın duvarına resim yapan çocuklardan tek farkım askerliğimi yapmış olmamdı.
0 notes
komikcorapli · 5 years
Text
orada bir yer var uzakta
asma yapraklarının arasından sızan güneşin vurduğu yer sofrası huzurunu hissediyordum. sofrada bulgur pilavının yanında iri doğranmış pembe domatesler ve ayran vardı. anadolu’da geçen bir romanın ortasında, rastgele açılan bir sayfanın içindeydim.
hiç derdimiz yokmuş gibi mavi görünüyordu gökyüzü, güneş bile otur gölgede ne işin var dışarıda der gibi kovalıyordu insanları gölgelere. tüm habitat dinlenmek ve miskinlik yapmak üzerine kodlanmıştı.
yarınını düşünenlerin hırsları tüm dünyada yeteceğinden fazla üretim yapmaya zorlayalı birkaç yüzyıl geçmişti. fakat burada onun da bir önemi yoktu. nükleer denemeler, kyoto sözleşmesi… hiçbiri yerini tedirginliğe bırakmıyordu.
teknenin en ucunda ayaklarım suya değdikçe karasallığımı üzerimden atıyordum. artık  karaya, paraya olduğu kadar ihtiyacım yoktu. poseidon’un bana verdiği yetkiye dayanarak adımı ufkabakan olarak değiştiriyordum. güneşle tekne aynı hizaya gelirken tek ihtiyacım olanın arka fonda “i'm poor lonesome cowboy” şarkısıydı. serin ve sessiz bu akşamın bir ortağı yoktu, tüm dünyanın sahibi gibiydim.
tekneyi, on binlerce yıl önce denize saplanmış bir kayaya bağlayıp çıkıyordum sudan. karasallığım tutmuştu yine. berbat geçecek bir haftanın ikramiyesini peşin almışım gibi hissettiriyordu ayağıma batan taşlar.
kemerimle uyumlu ayakkabılarımı seçerken açıyordum gözlerimi şehirli hayatıma. dalga seslerinin yerine içten yanmalı motorların gürültüsü hakimdi artık. “en büyük antidepresanımız şehirli olmamız” demem için dalga seslerini unutacak kadar çok içmiş olmam gerekiyordu.
alkolik değildim fakat biraz içince dünyanın en şeker insanı olmakta idim.
0 notes
komikcorapli · 5 years
Text
dezenkarnasyon...
tarihi binanın rutubetli duvarına kesik kesik çarpan orospu nefesi tedirginliğinde geçiyordu hayatımız.
arkadaşlarımı dünyayı kurtaran sahaf’ın raflarından seçtiğim dönemlerdi. hepsi de iyi oldukları kadar ölüydüler de, aralarında izimi kaybettirebilmek için fazla canlıydım onlara göre.
üniversiteden mezun olduğum düşünüleli 2 yıl olmuştu fakat eğitimime yapılan yatırımı amorti etmek için kalan 11 dersi verip diplomamı alabilmem gerekiyordu.
diplerinde izmarit olan, duvarları sidik kokan sokaklarda yaşayan arkadaşlarımın bu durumu pek önemsemediklerinin de farkındaydım. bana “siktir et” derken geçen hafta bira şişesini açarken köşesi kırılan dişinden dili sürçüyordu. elime düşen tükürüğünü yine ona haklısın derken omzuna sildiğimi fark etmiyordu bile.
devlet bu kadar fazla içiciden gelebilecek vergiyi henüz keşfetmediği, herhangi bir para üstüne bira alınabildiği dönemlerdi. heisenberg’in belirsizlik ilkesini iliklerimize kadar hissediyorduk siyaset konuşurken. gelecekte fıstığın para ile satılacağını tahmin edebiliyorduk ama biranın fiyatındaki artışı hiçbirimiz tahmin edemedi.
 şimdilerde işlemediğimiz günahların bile vicdan azabını ön ödemeli çekiyoruz. giderek aslında hiç olamayacağımızı düşündüğümüz varlıklara dönüşüyoruz. sadece var olduğumuzu biliyoruz, bunu kanıtlayan tek şey zaman. yolda olmak sınırların içinde olmaktır. asfaltı takip ederek ilerlerken binlerce yıldır bildiklerimizi tekrar gördüğümüzün farkında bile değiliz.
zamanın sonsuz okyanusunda zerre bile değiliz. hiç görmediğimiz, herkesten çok daha eski ve yüce varlıklar ölüm sebebimizi bile bilmeyecekler tıpkı varlığımızdan haberdar olmadıkları gibi.
0 notes
komikcorapli · 6 years
Text
çiyle kaplanmış kızıl bir gecenin son saatleriydi
alnında geceden kalan “bugün de dünün aynısı olacak” anlamına gelen yorgun çizgileri silmek için bir kaç defa daha vurdu suyu yüzüne. bu, içinden geçenleri kimseye söylememesi gereken bir sır olduğu bilgisi pek de saklanmaya değer değildi. 
dünün aynısını yaşayacak olmanın oluşturacağı buhranı yenen tek şey, yarının bugün ile aynı olmayacağını düşündüren umuttu.
adrasan’a tepeden bakan taş bir balkonda uyanmak yerine suyun borulara hapsolduğu bir yaşam kapsülünde bulunmak için hayatla arasında nasıl bir kontrat imzalanmış olabilirdi. bu kadar ağır şartları kabullenmek için büyük bir yenilgi almış olmak gerekirdi.
çamlarla çevrili taş bir evin, insan gözünün görebildiği en uzak maviliği gören taş bir balkonunda geçen 1 dk, sadece asfaltları gören bir balkonda geçen 1 dk ile eşit olmamalıydı.
orada yaşlı bir kurtla akşam üzeri içilen rakıya eşlik eden sohbetten daha huzur verici bir anın yerine geçebilecek bir an henüz yaratılmamıştı.
gözleri kapalı düşünüyordu o anı;
“o bir yudum alıyor 30 yaş gençleşiyor, ben bir yudum alıyordum 30 yaş yaşlanıyordum. birbirini uzun zamandır görmemiş 60 yaşında iki dost gibi sohbet ediyorduk. o anlatıyor ben dinliyordum, ben anlatıyorum o dinliyordu. tenimize değen rüzgarın etkisi güneş batmaya başladıkça daha da artıyor, bu anı bir daha asla yaşayamayacak olduğumuzu bilerek her saniyenin tadını çıkartıyorduk.”
gözlerini açtığında yol gezer gibi paranın izini sürerken buluyordu kendini. üzerine basılan çimleri elleyip, atların giderek kaybolan nal izlerini inceliyordu.
0 notes
komikcorapli · 7 years
Text
şu an ne olsa mutlu olurdun
en mutsuz olduğun, çıkar yolunun tamamının tükendiğini düşündüğün olmuyor mu? sormuyor musun kendine “şu an ne olsa beni mutlu eder” diye.
o an yanımda ne olsa mutlu olurdum peki; para, deniz, tatil, doğa, arkadaşlar, korunaklılık, heyecan, sorumluluğun olmadığı mı, sevdiklerin mi...? hepsi mi?
şu an her şeyi yapabilme gücün olsaydı ne yapardın?
dünyayı feth ettiğini düşün. kendine “bundan sonra ne yapacam diye” soruyorsan aslında sen mutsuzluğun kralı olmuşsun demektir.
çok mu para kazanırdın, çok mu gezerdin, çok mu severdin ama eminim sevmeden önce çok sevil isterdin.
onun yanında olmak isterdin, uyuyuşunu izlemek, nefes alışverişini dinlemek isterdin. kollarına değen saçlarının huylandırdığı ana dönmek isterdin. çünkü mutluluk bir ana aittir. sürece dönüşen her şey zamanla kaybolur. 
o uyurken parmaklarının ucuyla parmak uçlarını kaldırırdın geri bırakırdın. hafif esen rüzgarda yırtık pantolon aralığından üşürmüydü, güneşin ilk ışıklarında gözleri kamaşır mı diye endişelenirdin. 
en son aylar önce gördüm onu, en son bir kaç ay önce sesini duydum ve en son az önce sevdim.
0 notes