Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Tamilla
Sahnenin solundaki piyanoda Ayşe Tütüncü, klarnette Miray Eslek. Dev ekrandaysa, Muhsin Bey’in 92 yıl önce yönettiği siyah beyaz ve sessiz kayıp hazinesi: Tamilla
Muhsin Ertuğrul birçok anlamda “ilk”lerin adamı aslında. Ateşten Gömlek (1923), örneğin. Türkiye sinemasında “kadın” oyuncu(lar) ilk kez bu filmle ekranda yerini alıyor. Bir başkası: İstanbul Sokaklarında (1931). Ve işte memleketin ilk sesli, şarkılı filmi. 1934′te çektiği “Aysel Bataklı Damın Kızı” ise ilk köy konulu film.
Sadece Türkiye’de değil; Almanya’da, Sovyetler Birliği’nde de icraatleri sürüyor Muhsin Bey’in. Tamilla gün yüzüne çıktıktan sonra geriye sadece Kiev’de çekmiş olduğu ilk film Spartaküs (1926) kalıyor kayıp defineden çıkamayan.

Bugün Tamilla ilk kez 56. Altın Portakal Film Festivali sayesinde seyirciyle buluştu. 40 dakikalık yapıt özetle Fransız sömürgesindeki Cezayir’de Berberi bir ailenin kızı olan Tamilla’nın acıklı “kadın hikâyesini” konu alıyor. Filmin çekildiği yıldan bu zamana neredeyse asır geçmiş ama mesele aynı, çözümsüzlüğü de aynı kısır döngüye sıkışmış, kokuşmuş bir düğüm. Sofu kisveli ahlaksızlığa, yozluğa göndermeleri de dönem koşulları bir yana günümüzde bile bıyık altından güldüren cinsten.
Bu arada Ukraynalı yetkilinin gösterim öncesi yaptığı açıklamada ilginç bir bilgi de yer alıyor. Yakın zaman önce Almanya ulusal arşivlerinde filmin daha uzun bir başka kopyası da gün yüzüne çıkarılmış. Önümüzdeki günlerde ikisi kıyaslanarak üzerinde incelemeler, çalışmalar da yapılacakmış.
Şimdi sırada, Fransız yazar ve hukukçu Ferdinand Duchêne’in filme konu olan aynı adlı romanını okumak var. Tamilla’nın, Ünzile’nin, kadının bitmeyen acısını, çilesini haberler, filmler, belgesellerden izlemek ve duymak dışında bir de satırlardan okumak merakı... Trajediyi tanımak, bilmek ama yine de merak etmek.
4 notes
·
View notes
Photo
Kadının gücü eril esvapta veya tavırda değil; güç de kırılganlık da eril-dişil dengesinde saklı özünde. Ne ki, Türkiye ve dahi dünya sınırlarına sıkışmış, meydanlarda istediği gibi giyinip özgürlüğünün tadına varamayan onca kadın varken şu kare kıymetli.
Fotograftaki çivi topuklar efe tavırlı flamenkoda çınlıyor. Serkeş, alaycı ama en mühimi özgürce, olduğu gibi...
İzleyenler arasında bu kareyi yakalayan İrem hanımın (@iremnz.yilmaz) bizi tanımadan sadece dansımızdan yola çıkarak sarf ettiği şu sözlerse ayrı değerli: “Dans eden, kahkaha atan, güçlü ve özgür kadınlar!”
4 notes
·
View notes
Quote
Podrán cortar todas las flores, pero no podrán detener la primavera.
Pablo Neruda
2 notes
·
View notes
Text
Timüs
Çocuk güzel. Onu dünyaya getiren ikilinin gözbebeği. İnsanın, genlerini “en iyi” eşleşmelerle daha nicelerine aktarma güdüsüyle baş koyduğu yolda gezegendeki kalıcılığının en canlı, en sahici kanıtı. Eseri.
Aynı zamanda, dünyanın onca kokuşmuşluğuna ve kirlenmişliğine geçici bir süre temiz ve aymaz kalabilen yegâne düşünen canlı: Çocuk. Bir şeylerin farkına vardığı eşiği geçerken umudunu hâlâ koruyabilen. Düşüncelerini, hislerini renkli boyalarla kâğıda dökerken hayallerine inanabilen dev bir masumiyet.
Oysa insanda büyüdükçe küçülen tek şey masumiyet değil. Göğsümüzün tam ortasında, kemikten kafesin ardındaki bir garip salgı bezi örneğin: Timüs. Yaş aldıkça büyüyüp gelişen organlarımıza, uzuvlarımıza inat bir salgı bezi. Küçülmezse hayatı tehdit eden, atıllığındaysa mutluluğumuzdan alıp götüren bir parça. Çocukların o içten kahkahalarının sebebi. Hani büyüdükçe gücünü kaybeden, hayallerin umarsızlığını fark ettikçe zayıflayan. Çocuğun göğüs kafesindeki bir fındık tanesinin, yetişkinlikte pirinç tanesine dönüşmesinin anatomik ve psikolojik yolculuğunda başı çekiyor timüs.
Acıyı en derinden duyduğunda elini göğsüne götürme, vurma içgüdüsünün sebebi. Timüs uyanmak istiyor o anlarda, uyandırılmak. Bağrı yanan bir anne, Gülsüm, örneğin. Ya da 11 yaşındaki kızının intihar etmediğini ispatlamaya çalışan babanın ekranlardaki serinkanlılığı yanıltmasın kimseyi. İçindeki acıyla eli göğsüne çarpan anne babaları çok gördü bu topraklar, görmeye de devam ediyor. Çocukların bayram etmesi, içlerindeki hayallerin serpilmesi gereken yerde karanlığa gömüldüğü topraklarda bugün her şeye rağmen güneş yine yükseldi, renkli balonlar bile uçuşuyor ortalıkta. Taze bir bahar. Tüm yetişkinliğe, kirliliğe, kokuşmuşluğa rağmen demek umut var hâlâ. Kafesin içindeki timüs küçülüyor ama yok olmuyor insanda. Bazen güçlükle uyansa da, çoğu zaman parmak uçlarıyla hafifçe vurmak yeterli etrafını çevreleyen parmaklıklara; çocuğu uyandırmak, hayalleri öldürmemek için.

1 note
·
View note
Text
Bahar Tuhfesi

Burun deliklerinden içeri süzülen portakal çiçeği kokusuyla uyanmak güne. Varyanttan inerken ya da birkaç adım ötede caddeye çıkar çıkmaz mor salkımın rayihasına boca olmak. Bahar rehavetinden, çalışma motivasyonunu camekân kütüphaneye gitmekte bulduğunda; çocukken devlere benzettiğin, şimdi bile devasa gelen çam ağaçlarının o tazeleyici kokusuna gark olmak. Aşağıya, deniz seviyesine indiğindeyse çam kokusunun, bayrağı okaliptüse devretmesi. Güneş ve meltem de varsa şayet, yakınında durmuşsan dalgaların bir süre, tuzlu damlaların nüfuz ettiği tenini ve saçlarını yakan güneşin kavruk kokusu da sinmişse hele... Homojen değil; hepsi müstakil, apayrı hislere hitap eden kokular. Şehre ait, eve, adını koyduğun ya da koyamadığın anılara. Hayata içkin, onun özünden gelen. Hulasa, kokular mühim.
Geçmişi canlandırmak, şimdiyi doyurmak, belki geleceğe göz kırpmak için. Ama en çok da şimdi. Çoğumuzun ıskaladığı, yaşamaktan imtina ettiği, doyasıya deneyimlemek varken kaydetmek çabasıyla noksan kaldığı ‘şimdi’. Hani derler - deriz - ya; ‘keşke fotograf misali kokuları kaydedip paylaşmak da mümkün olsa?’ Alkolün can verdiği şişelenmiş olanlar dışında, insanın bunu henüz başaramamış olması mutlu ediyor bir yandan. Ne de olsa bir o kaldı duyularımız arasında teknolojinin yorucu yanına teslim olmayan, ânı yaşatan. Dediğim gibi, koku mühim; biricik. Kalıcılığı olmasa da, belki kalıcı olmadığı için bilhassa, en kıymetlilerden.
Tuhaf. Tuhfe. Hediye. ‘Hediyeler’ anlamındaki ‘tuhaf’ sözcüğünün buradaki hediye göndermesinin bendeki anlamı boş değil. O çok sevdiğin, belki de en sevdiğin yerde ağacın reçine kokusuyla uyandığın yetmezmiş gibi kapıyı açıp taptaze kekik kokusuyla karşılaşmak ve ağaç kulübenin çamaşır ipinden salınan yeni toplanmış kekiklerin, yanı başında kokusunu zarafetle bastırdığı adaçayını bulmak mesela, en güzel hediye.
Bir akşam odanın kapısını açıp içeri girdiğinde seni kucaklayan portakal çiçeği rayihası peki? Mart sonu, baharın başı bir akşam. Anne düşüncesi, düşüncenin inceliği.
"Aldığın en güzel hediye...?” diye başlayan beylik sorunun bendeki iki yanıtı: Taze kekik ve portakal çiçeği kokusu. İnsanı en sahici anlamıyla mutlu eden. Saklamadan, saklama çabasıyla şimdiyi yitirmeden doyasıya tadını çıkaracağın, ânı yaşatacak iki tuhfe.
12 notes
·
View notes
Text
Pantolon, Flamenko, Sara Baras

Pantolonlu Flamenko Süperstarı, Sara Baras
Popüler hayal gücünde gösterişli fırfırlı elbiselerle karakterize edilen baştan çıkarıcı bir İspanyol sanat formu olan flamenko hızla bir yenilik alanına dönüşüyor.
Flamenkonun süperstarı Sara Baras ise, normalde erkeklere özgü bir tarz olan “farruca” dans formunda fırfırlı elbiseyi pantolonla değiştirerek cinsiyet klişelerini delip geçmek için topuklarıyla öne çıkıyor.
New York Flamenko Festivali - ABD turu kapsamında sahne alan 47 yaşındaki Cadizli dansçı, geleneksel erkeksi tarzdaki farruca’dan keyif aldığını çünkü “risk almayı sevdiğini, risk almanın insanı geliştirdiğini” ifade ediyor.
“Zarif, gösterişsiz bir stil: Pantolon ve gömlek; ne elbise, ne çiçekler ne de başka bir şey.”
“Gizlenemezsiniz. Olduğunuz gibi olmalısınız.”
Günümüzde, “farruca”nın hem kadınlara hem erkeklere ait olduğunu belirtiyor.
“Hareketin ne olduğunun bir önemi yok. Önceleri erkekler kalçalarını oynatamazdı, kadınlarsa ayaklarını kullanmazdı,” diyor ve ekliyor: “Oysa bugün bir erkek, kadınsı olmadan hoş bir biçimde kalçalarını oynatabiliyor ve bir kadınsa erkeksi olmadan ayaklarıyla dans edebiliyor.”
Hatta “pantolonla sergilenen hareketteki çekicilik” ifadesini kullanarak farruca dansı yapmanın, kadınsılığıyla bağlantı kurmasına olanak sağladığını ifade ediyor.
“Bu tarzda beden daha çıplak; dolayısıyla hareketlerinizde daha dikkatli olmak durumundasınız: Kalçanız, bacaklarınız, beliniz, her şey yerinde olmalı.”
Doğrudan kalbe dokunan bir sanat
İspanyol şarkıcı Rosalia, flamenkoyu, ABD’nin güneyinde doğmuş bir hip hop stili olan trap ve elektronik müzikle harmanlayarak yarattığı füzyonla küresel çapta övgüler alıyor.
Ancak bu aynı zamanda bir tartışmayı da körüklüyor: Çingene halkının, acılarını ifade etmek için yarattığı bu gelenek İspanya’nın güneyindeki Endülüs bölgesinden geldiği için bazıları kendisini kültürel suiistimalle suçluyor.
Baras, flamenkonun herkese ait olduğunu söyleyerek bu eleştirileri reddediyor.
“Bunu hisseden ve yaşayan herkes flamenko yapabilir,” diye belirtiyor. “Flamenko sınır tanımaz; doğrudan kalbe dokunan bir sanattır.”
“Ne pasaportu vardır, ne planı, ne de sınırları,” diye sürdürüyor Baras. “Flamenko özgürdür.”
Ünlü dansçı, yaklaşık sekiz yıl önce anne olduğundan beri teknik kusursuzluk ve hıza atfettiği önemin azalarak sanatının değiştiğini belirtiyor.
Hedeflerinin artık, “Sessizlik, jest, keyifli bir an,” olduğunu ifade ediyor. “Hareketsiz olmak ve bir şeyi hareket etmeksizin ifade edebilmek.”
Baras, “vücudu elverdikçe” dans etmeye devam edeceğini söylüyor ve ekliyor:
“Danssız bir hayat düşünemiyorum. Dans ederken her şeyi serbest bırakırsınız; fazladan bir ifade aracınız varmışçasına herkesle iletişim kurarsınız.”
“Ayakkabılarınızı giyer ve uçarsınız.”
Not: Yazıda flamenkonun Endülüs’ten geldiği belirtiliyor ama kökenleri Romanların M.S. 800-900 yıllarında Hindistan’dan başlayıp 1400′lerde Endülüs bölgesinde son bulan göçlerine ve göç sürecindeki etkileşimlerine dayanır.
(Credits to: AFP/Laura Bonilla - AFP Photo/TIMOTHY A. CLARY)
2 notes
·
View notes
Text
10.02
İçine doğduğun dünya 29 yıl sonra yine çıldırmakla meşgul. Değişirken yer yer başa sarmaya devam. Bizim kuşağın diline pelesenk o güzelim “90’lar”a isabet etmek, çocukluğu o dilimde geçirmek, popüler kültürünün ve son demlerindeki “saflığın” sefasını sürmek de payına düşen şanslardanmış. Mıknatısla balık avladığınız, “taso” yarıştırdığınız, belki de ekran bağımlılığının televizyondan sonraki ilk örneğini deneyimlediğiniz “tetris”li günler geride kalırken; artık 7, 70 demeden neredeyse tek eğlenceniz irili ufaklı ekranlar. “Televizyona yakından bakma, gözün bozulur,” diyen anne babalar içinse sosyal medya sayesinde(!) gün geldi devran döndü. Evet, artık onlar da birer bağımlı.
Şimdi o ekranların birinden dünyaya dalıp dünya dışında olup bitenleri bile okumak, duymak, izlemek “an” meselesi. Öyle ki, bu haber alma ve sesini duyurma âleminden o bir “an” uzak kaldığında, “yine ne kaçırdım?!” kaygısına kapılıyorsun.
Kaygılar hiç bitmedi zaten; varsa yoksa şekil değiştirdi, çoğaldı. Bilgi akışı, paylaşımlar, üretim, tüketim de öyle. Önceleri bilgi akmıyordu tabii; anca televizyondan, sonra sonra düşük hızlı internetle bilgisayardan damlıyordu. Şimdi? Paylaşımların vatanı “taymlayn”, dayanışma nişanesi “layk” simgesi oldu. Üremenin önü alınamayınca üretim de arttı haliyle; hem de en serisinden, en zincirlisinden. Sen şanslısın yine; çocukluğunun mahallesinde bakkalından ayakkabı tamircisine, terzisinden kırtasiyesine esnaf direşken çıktı. Mahalleli hâlâ eş dost, ahbap. Yine de zincirlerle ihanetinin bini bir para. Birileri ürettikçe, seçenekleri çoğalttıkça tüketim çılgınlığı seni de esir aldı zamanla. Tükettiler, tükettik, tükendik. Tükendikçe tüketmeye devam ettik, çivi çiviyi hesabı. En çok da kendimizi ve şu 4,5 milyar yaşındaki koca evi tükettik. İnsan eliyle, hep beraber, yılmamacasına.
Doğduğun dünya 29 yıl öncesinden daha yaşlı, daha yorgun, daha asabi. Tahmin eder miydin, mesela beş yaşındayken, yirmilerinin son durağında böyle bir dünyaya uyanacağını? Sabah uyanacağın tam da böyle bir dünya çünkü. En ücra köşesi bir parmağının ucu kadar yakın, çocukluğununsa fersahlarca uzağında bir distopya. Bu yetişkinlik aldatmacasının ve yarın geçmiş olacak “şimdi”nin kötümserliğinden bir süreliğine sıyrılıp kendini oyalamak için iyisi mi sen dal yine 90′lar müzik listesine. “Hatıralar”?
1 note
·
View note
Text
Sabah Yıldızı

Bir insanı yazdıklarından bilmek, şarkılara söz olmuş şiirlerini dilden düşürmemek; bir yandan da o sözlerin sahibini tanımamak, tanımadan unutmak. Tanımadan unutmak mı?
Eserleri hâlâ rafları süslerken, hatta adı hafızalara yer etmiş meşhur kitabı bir televizyon kanalındaki gafla magazin sayfalarına bile taşarken, örtbas edilmiş ölümüyle adı sanki bir yerde gizli özne kalmış Sabahattin Aliʼnin.
“Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali” belgeseliyse garip hayatına ve katledilişine ışık tutuyor. Metin Avdaç iki yılda tamamladığı ve iki saate sığdırabildiği belgeselin hem yönetmen hem yapımcı koltuğunda. Şehir şehir, ilçe ilçe gezip yazarın 41 yıllık ömrüne elinden geldiğince ayna tutmaya devam ediyor.
Yeşil mürekkebiyle “Aldırma Gönül” diye seslendiği Ayşe Sıtkıʼya sayfalar dolusu mektuplarından; Rıfat Ilgazʼlı, Aziz Nesinʼli “Marko Paşa” zamanlarına; hapis yıllarına ve Kırklareliʼnin Istranca Ormanlarıʼndaki faili meçhul ölümüne uzanan yolculuğun başkahramanı Sabahattin Aliʼnin heyecanlı mizacını, serkeşliğini, doğa ve yurt sevgisini kızının yanı sıra daha birçok dost ve tanıdığının dilinden dinlemek mümkün bu belgeselde. Hıfzı Topuz, Korkut Boratav, Bella Eskenazi, Türkiyeʼnin ilk kadın arkeologlarından ve Sabahattin Aliʼnin kızını ve eşini emanet ettiği Halet Çambel ve daha kimler kimler...
Hepsinin de boğazında birer düğüm.
Haksızlığa tahammül edemeyiş ve korkusuzca çıkan sesi susturmanın çaresi parmaklıklara sığmayınca linç giriyor devreye. Tıpkı Sabahattin Ali örneğinde olduğu gibi. Olmaya devam ettiği gibi. Burada da mesele ʻSarı Öküzʼ hikayesine bağlanıyor aslında. Örtbas ettikçe, görmezden geldikçe çığ gibi büyüyor acılar ve meçhul yitişler. Bunu görmek için memleketteki “Cumartesi Anneleri”nin ya da dünyanın başka bir yerinde, Arjantinʼdeki Plaza de Mayo annelerinin sayılarına ve yüzlerine bakmak yeterli belki de.
1 note
·
View note
Text
Zeigarnik etkisi
Hayat ruha yeni bir soluk üfler bazen. Bir insan, bir kitap, bir melodi... Hiç beklemezken gelen güzelse en çok mutlu edendir, şaşırtandır. Nereden çıktı deyip işaretleri sorgularsın. İlle de bir bağlantı olacak hani, hiçbir şey tesadüf değildir ya? Radyoda tam yerinde, zamanında çalan şarkı; günde birkaç kez karşına çıkan o yabancı sözcük; hiç bilmediğin, tanımadığın ama sendenmiş gibi olan.
Sonra kitap biter, şarkı susar, susuverir. Gidişi, bitişi, susuşu da şaşkınlık yaratır ama farklı. Sorgulayışın dozu artar baştakine kıyasla; yazar neden sonunu okura bırakmış, notalar niye burada susmuş...? diye diye. Sonra her şeyin bir miadı olduğu gelir akla. Sorgulamamak gerektiğine ikna edersin kendini suskun düşünce ve ihtimallerin yorgunluğuyla.
Yine de insan var oldukça düşünür (yoksa düşündükçe miydi o?) ve devam eder ihtimalleri zihninde yeşertmeye, soldurmaya, yeniden tomurcuklandırmaya. Belki araya şu nota girseydi? Alternatifi yok muydu yahu bu güzelim ama yarım kalmış cümlelerin, Cortazar’ın kaleminden döküldüğü gibi, misal?
İşin kötüsü, en çok da onu bırakmaz hafıza. Yarım kalmışlık, bilinmezlik, boşluk. “Tamamlama yasası”na tezat bir kavram var bilimde buna mukabil: Zeigarnik etkisi. Ezcümle, algı daima bütünlemiyor ne yazık ki; hafıza yarım kalmışta takılı kalıyor bütünlemeyi yarıda bırakanla birlikte.

2 notes
·
View notes
Text
İnsan Hakları ve Medya
Çoğu sözde kalan insan hakları, günün anlam ve önemine göndermelerle bir kez daha kutlandıysa da; mevcut koşullarda “kutlamak” eylemi kendi içinde bir paradoksla uzaktan bize sırıtıyor. Tıpkı aşağıdaki dördüncü maymun gibi. Oysa Nikko maymunlarının çıkış noktası güzel: “kötü bakma”, “kötü söz dinleme”, “kötü konuşma”.
Bizim bildiğimiz anlamda üç maymunsa günümüz medyasının birbirini taklit ettiği oyun arkadaşları. İfade özgürlüğünün tıkandığı yerde biraz kafayı kırıp dördüncüye öykünmek belki en zoru ama en cesuru, en güzeli...
Sözde ifade özgürlüğünün hüküm sürdüğü Türkiye’nin, “patronların” değil de gazetecilerin medyanın başını çektiği 1979 öncesi ve günümüz medyasının müsebbibi medya patronluğu profiliyle 2000′lere uzanan geçmişi de iyisiyle kötüsüyle anıldı bu vesileyle.
Ne diyelim? Umut olsun, cesaret olsun, “kutlu” olsun.

Karikatür: Olena Tsuranova
2 notes
·
View notes
Text
Şu Cinsellik, Cinsiyetçilik Mevzu

Cinsellik her çağın, toplumun, kültürün kendince tabulaştırdığı bir konu olmakla beraber, biz sosyal hayvanların nefes alma, susama, acıkma kadar doğal karşılaması gerektiği yerde medeniyet ölçütlerinde ilkelliğe dönük bir gündem oluşturmayı sürdürüyor. Üstelik bir yığın insan hakları suçunu; taciz, tecavüz, cinayet gibi olguları da peşinden sürükleyerek. Peki neden? Yeni Dünya’yı Güneş Sistemi’nde başka bir gezegene, Mars’a, taşıma aşamasında olduğumuz; yapay zekâ ürününün canlı yayında haberleri sunduğu, laboratuvar ortamında et üretimine giriştiğimiz, üç boyutlu yazıcılarla insan uzuvları ve organlarının ikamesinin yapılabildiği bu çağda neden homo sapiens’in en doğal ihtiyacı, zevki bu kadar “yasak” ve bunca “acının sebebi” olsun?
Platon’a sorarsak, seks, bilinçaltında insanın parçalanmış doğasını bütünleme çabası. Aziz Augustinus ise olaya farklı bir açıdan bakıyor. Ona göre, insanlık Adem ve Havva’nın günahının bedelini ödüyor. Peki günümüz Türkiye’sindeki kadının gözünden bakıldığında nedir cinsellik? Tabu mudur, yoksa anlam yüklenmemesi gereken ve her erişkin kadının ailesinden ve çevresinden bağımsızca hür bir şekilde karar verip eyleme dökebileceği bir ihtiyaç, bir zevk unsuru mu? Bu geniş coğrafya ve kültür harmanı içinde tek bir kadın modeli çıkarmak elbette mümkün değil. Ancak muhafazakâr olmasa da dinî unsurlara bağlılığı süren, modernizmden hem fikir hem biçem itibariyle nasibini almış bir aile penceresinden baktığımızda durum oldukça kafa karıştırıcı, hatta kendi içinde çelişkilerle dolu. Heyhat. Modern görünümü altında doğasına karşı gelerek içini kemiren geleneksel ve toplumsal hassasiyete hizmet eden bir zihin var. O “hassasiyet”in aile jargonundaki karşılığıysa “elâlem”. Somut bir kimliğe bürünememiş ama öte yandan her yerde burnumuzun dibinde biten bir “öcü”dür elâlem. Oysa anlatamazsın bu elâlemi diline dolayıp hortlatan aileye, çevreye onun sadece bir köstebek oyunu olduğunu. Sürekli tepesine vurduğun ama bir türlü yok edemediğin. Ne yaparsan yap yok edemeyeceğin... O tercihin, daha doğrusu yaradılıştan gelen dürtünün elâlemin neyine olduğunu? Tek karar merciinin o bedenin sahibi kadın olduğunu.
Bir de elâlemin hatırlatılmadığı erkeklerimiz var. Onlar babalarımız, erkek kardeşlerimiz, kuzenlerimiz, erkek çocuklarımız... Genelleme yaparsak çifte standardın vücut bulmuş halleri. (Bahsettiğim coğrafya Kuzey Avrupa ya da Amerika değil, Türkiye özelinde konuşuyorum ama bunun daha alt ve üst dozajlarda gözlemlendiği daha nice toplumlar var elbet.) Neden öyle diyorsun yahu? Hani mesele kadının tercihiydi? Ne diye erkeklere taş atıyorsun? Atmıyorum fakat taşın isabeti gidip onları buluyor. Aslan parçasının kadın anası, paşasının kral babası erkek çocuğunun oyuncak tabancası, arabası, sünneti, sevgilisi, rakısıyla övünedursun; en amiyane tabiriyle doğal zevkleri “elinin kiri” diye nitelendirilsin; kız çocuğunun bilinci, hepimize ezberletilen klişelerle hanım hanımcık oturmak, oğlanlarla “aşna fişne” etmemek, “yaşı geldiğinde” evlenmek ve çoluk çocuğa karışmak dikteleriyle örülsün. Oldu ya işi cinselliğe vardırdı, “kaltak” yaftası yapıştırılsın... Sonra modern görünümlü ama gelenekselden sıyrılamayan kızımız bu doğal ihtiyacını “paşa” oğlumuzla kendi tercihi ve arzusuyla karşıladığında, o ve onun gibileri “Kezban”lıkla itham eden erkeğimiz bir anda anadolu kaplanı kesilsin, namus bekçiliğine soyunsun ve zamanı geldiğinde bir öfke anında onun bu “namussuzluğunu” yüzüne çarpsın... Alın size çifte standart. Bu durum etrafımda doğrudan veya dolaylı olarak duyduğum çifte standart için vereceğim nice örnekten sadece biri.
Halbuki güzel olmaz mı bu tabulaşmış zevke ve gereksinime yüklediğimiz içi boş, dışı gülle anlamları; değerli zamanımızı bilime, eğitime, geleceğe yatırsak? Komşunun kızını elin oğluyla dudak dudağa görmek, mesela, neden Kızıl Gezegen’de belki de geleceğimize yön verecek yabancı bir maddenin araştırılmasından daha önemli olsun? Sosyal bir hayvan olduğumuz için mi?
#sosyal hayvan#homo sapiens#cinsellik#tabular#platon#şule çet#cinayet#tecavüz#cinsiyetçilik#michelangelo
1 note
·
View note
Text
Şehir
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin 'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.' Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma- Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Şair: Konstantinos Kavafis
Çevirmen: Cevat Çapan
1 note
·
View note
Text
Acze düşmek mi en kötüsü, kanıksamak mı? Aynı ve benzeri satırları yazmaktan, aynı lafları etmekten utanan, sıkılan, bıkan geriye kalmış bir kısım aciz beden ve beyin topluluğu olarak bir saldırıdan daha sağ kurtulan duyumuzu yitirmemek için dua eder hale geldik. Ülkenin ve dahi dünyanın ortak sorunu olan terörü yapan da, yaptıran da, sebep olan da, izin veren de... Ne diyeyim ki ben şimdi?
2 notes
·
View notes
Photo
Acının, ölümün kıyası olmaz ancak dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen terör saldırısı, insanlık ayıbı, dün Paris’te gerçekleşen korkunç saldırıların uyandırdığı büyük etkiyle eşdeğer bir yankı uyandırmalı. Türlü çıkarlar, stratejiler uğruna eksik kalan yanımız bu. Medya bu noktada çok büyük rol oynuyor.
Bugün, yıllardır severek takip ettiğim bir blogun yazarına bu konudaki hassasiyetimi ve serzenişimi ilettikten sonra bir kişiye, peşi sıra paylaşımını okuyan yüz kişiye daha dünyanın başka bir yerinde, Türkiye’de, yaşananları araştırmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaya vesile olduysam ne mutlu.
Bu insanlık dışı saldırılar da dahil şiddetin her türünün son bulması; ve o zamana kadar dünya vatandaşı olarak hassasiyetimizi tüm dünya ülkelerine ve din, dil, ırk, cinsiyet ayırmaksızın herkese eşit bir şekilde gösterebilmemiz umuduyla...
I received a message today regarding the outpouring of support and love towards the citizens of Paris. I was told about similar attacks in Ankara. It was just a few weeks ago Ankara too was attacked however the response was not the same.
The loss and suffering in Ankara and the many other places in our world are just as great with families devastated and changed forever. Of course I can’t begin to recognize all the attacks here on Tumblr but this has reminded me that there are many other people suffering too and I feel a bit sad today that I was not more mindful of that before my post for Paris. Everyone needs to know we care about them and will pray for them for healing in the midst of their suffering too.
My thoughts and prayers go out to those in Ankara and the many other places that too have suffered such horrific tragedies.
#dünya vatandaşı#barış#dayanışma#ankara attacks#paris attacks#peace#solidarity#citizen of the world#terörülanetliyoruz
124 notes
·
View notes
Quote
Modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer.
Aylaklığa Övgü
25 notes
·
View notes
Photo
atodayinhistory:
March 9th 1841: United States v. The Amistad
On this day in 1841, the Supreme Court issued their decision in United States v. The Amistad on the case of the 1839 mutiny aboard a slave ship. The rebellion occurred on the Spanish ship The Amistad as it was bound for Havana, Cuba, where captured men would be sold to a Caribbean plantation. The mutiny of fifty-three abducted men from Sierra Leone was led by Joseph Cinqué, and they killed the captain and ordered the sailors to turn the ship around and return to Africa. However, the ship was soon seized by an American ship off the coast of Long Island, New York. The mutineers were imprisoned on murder charges, while a debate over what to do with them gripped the United States. Abolitionists led the effort to free the men, fighting ownership claims of the Spanish government which were supported by President Martin van Buren. A state court referred the Amistad case to the federal judicial system, and it reached the Supreme Court in 1841. In a landmark decision, the Court ruled in favour of the Africans - who were defended by former President John Quincy Adams. The Court declared that the men were illegally held as slaves, and decreed that they were free to return to their homeland. While slavery was legal in the United States, the importation of slaves had been banned in 1808, thus ruling that the men had been kidnapped and were justified in using violence to escape their condition.
Üniversitedeyken didik didik incelediğimiz ve belleğime yer eden Amistad davasının yıl dönümüymüş efenim. Genel hatlarıyla siyahların hor görülmesinden, kölelikten, adalet(sizlik) sisteminden dem vuran bir de filmi vardır Spielberg elinden çıkma. Taraflı oluşu bir yana, izlenmelidir bence olayı tanımak adına.


1K notes
·
View notes