Photo

Çay
Bir yaprak suyun içine düşmüş…
Efsaneye göre bir yaprak kaynar suyun içine düşer ama ne düşme! Sayesinde 5000 yıldır devam eden tiryakiliği başlatır. Öyle bir tiryakilik ki, o olmazsa olmaz işte… Ne sohbetin tadı çıkar, ne soğuk havalarda içiniz ısınır, ne de o olmadan işe başlanır.
Sanırım tiryakiler anladı. Evet çaydan bahsediyoruz. Hani şu tavşan kanından. Hadi biraz iddialı olalım, bir bardağı bir ömre bedel olan tavşan kanından. Sevmeyenler sevmez ama tiryakiler için bir aşk ilişkisi… Güne güzel başlamanın garantisi, devam ettirmenin de.
Tiryakilerin gün boyu süren ve gelen her günle artan bu sıcak, samimi ilişkisi bundan binlerce yıl önce başladı. Bazı kaynaklar çayın ilk olarak Hindistan’da, bazı kaynaklar ise Çin’de ortaya çıktığını söyler. Ama çay içmenin bir sanat haline gelmesi, hakkında kitap yazılması hep Çin’de gerçekleşir. Hindistan’da çıkmış olsa bile çayı Çinlilerin daha fazla sevdiği ortada.
Çin’den dünyaya yayılır çay ve tiryakilerine tiryaki katar. Ama ilk başta sadece sosyetede. Çünkü o dönemlerde oldukça pahalıdır. Dünyada gezintiye çıkan çay gelenekleri de etkiler. Mesela ingiltere…Geleneklerine 5 çayını eklemiş, çay literatürüne de. Türkiye’ye gelmesi ise yaklaşık 100 yıl önce. Ama Türk boyları Çinlilerle yaptıkları ticaret nedeniyle MS.470’Iİ yıllarda tanışır çayla. Demek ki biz de epey erken tanışmışız, sadece ülkemize biraz geç gelmiş. Bugün ise Karadeniz deyince çay, çay deyince Karadeniz…
Önceleri keyif verici ve dinlendirici olarak tercih edilirken daha sonra yapılan araştırmalarla bulunan çeşitli elementler, vitaminlar ve sağladığı yararlar onun değerini artırır: Thea – flavin bileşikleri, bakır ve demir elementleri, B, E ve diğer vitaminler. Damar sertliği riskini azaltması, sindirim sistemini rahatlatması, kompresinin gözleri dinlendirmesi, kalbe yararlı olması. Ama tiryakiler için bu bilgi önemsiz. Onlara sadece çay demek yeterli.
Çayın lezzeti demlemede kendini gösterir. Harmanlamak da lezzeti artırır ama incelik kireçsiz suda. Bir de porselen demlik. İşte tadına doyulmaz lezzet. Elinizde, ağzınızda, kalbinizde…
0 notes
Photo

Yıldırım Telgrafla Doktor Tayini
Kimse bizi “gidenin arkasından teneke çalmakla” suçlayamaz. Milleti ikiye bölen, koskoca bir devlet kadrosunu müsteşarından odacısına kadar tedirgin eden, yerinden eden, can ve mal güvenliğini yok eden, memleketi 70 sente muhtaç eden bir cephenin hiçbir zaman yanında olmadık ve de olmayacağız.
Dün neysek, bugün de oyuz. Çünkü güçlü, halka dayalı, ciddi, adil, sosyal, çağdaş bir devlet yönetiminden yanayız. Giden cephe böyle değil miydi? Değildi! Bu öyle bir cepheydi ki…
Bırakın da acı örnekleri bir daha vermeyelim. Acıları bir daha depreştirmeyelim. Süleyman Bey giderayak milletin kürsüsünden feryat ediyordu: “İcraatımızdan hesap sorun!”
Hangisinden? Gece saat 22.30’da yıldırım telgrafla görevden alınan hükümet tabibinden mi? Bir örnektir bu! Sağlık Bakanlığı 22 Aralık 1977 günü Sakarya Valiliğine bir telgraf çeker. Saat 22.30’dur. “Geyve Hükümet Tabibi Dr. Yılmaz Korular’ın Ankara Kalecik Hükümet Tabipliği’ne tayini yapılmıştır. Tel emri alınır alınmaz, emrin tebliği ile tebellüğ edildiğinin telle bildirilmesi rica.”
Ne olmaktadır? Savaş hali mi vardır? Düşman karşısında bozguna uğrayan cephe kumandanı mı değiştirilmektedir? Gece on buçukta yıldırım telgrafla bir hükümet tabibini değiştirmenin âlemi nedir? Telgrafta bir eksik vardır: “Dakika fevki idamı muciptir” kaydı unutulmuştur.
Bir de o olsa tamam olacaktır. Ama telgrafın saati kadar tarihi de önemlidir.
22 Aralık 1977… Yani gensoru önergesinin verildiği gün… Sanki yangından mal kaçırılmaktadır… Cephecilik budur işte… Bütün bir devlet kadrosunu tedirgin etmek budur işte… Gecenin yarısında bir doktoru yıldırım telgrafla görevden almak… Cephenin icraatı budur işte… “Devietluiarımız” akıllarınca gider ayak işi sağlama almaktadırlar.
0 notes
Photo

Barbarlık Nedir Ve Neye Denir?
İngiliz gazetesi Sunın manşeti bu. Barbarlık! Niçin? İstanbul’da 26 kilo esrar satarken suçüstü yakalanan İngiliz çocuğu Timothy’ye, Türk kanunlarının en hafif cezası verildiği için… Demek, haşmetlû majestelerinin ülkesinde barbarlık kelimesinin karşılığı bu olsa gerek. Oysa Barbarlık kelimesinin anlamını, küstah İngiliz çok iyi bilmesi gerek. Hem şuradan, buradan değil, kendi tarihlerinden… Zira haşmetlû majestelerinin ülkesinin tarihinde barbarlığın ne olduğu o kadar açık ve seçik olarak yazılıdır ki!
Belki unutmuşlardır; onun için tarihin inkâr kabul etmez gerçeğini bir kere daha hatırlatalım. Dünya tarihi afyon savaşı başlığı altında şöyle yazar:
İngiltere’nin Çin ile yaptığı ticaretin en büyük kısmını Hindistan’da yetişen afyonun satışı teşkil ediyordu, 1800 yılında Çin İmparatoru, halkına bu yabancı süprüntüsünü kullanmamasını emretmişti. Fakat afyon kullanılışı, azalacağı yerde arttı. 1767’de Çin’e bin sandık afyon sokulmuştu. 1820’de ithalat 20 bin sandığa ulaştı. 1838’de afyon hakkında İmparatora sunulan bir rapordan sonra, ithalat yasaklandı.
Kanton’a gelmiş bulunan 20 bin sandık afyon müsadere edilerek, yerine sandık başına 5 kilo çay verildi. Oysa bir sandık afyonun değeri 1000 sterlingdi. İngiliz çıkarlarını korumak amacıyla, Ingiliz – Hindistan kumpanyasının temsilcisi, Kanton’un karşısındaki Hong Kong’a gidip yerleşti ve itirazlarına hiçbir cevap alamayınca, iki İngiliz savaş gemisi Kanton’u topa tuttu. Kanton kalelerinde de üç top vardı. Ateşe karşılık verildi, bir Ingiliz gemisi batırıldı ve İngilizierin Kanton ile her türlü ticareti yasaklandı. Çin İmparatoru ülkesine afyon sokan tacirlerin başının kesilmesini emretti.
Bunun üzerine İngiltere, Çin’e savaş ilan etti ve 1840’ta bir İngiliz filosu Kanton nehrini kesti. 1841’de Kanton kalelerinin bombardımanından ve bir öncü birliğin karaya çıkarılışından sonra. Kanton halkı teslim oldu. Kanton valisi İngiltere’ye 6 milyon dolar tazminat verilmesini ve şehrinin afyon ticaretine açılmasını kabul etti. Fakat Çin İmparatoru Valinin verdiği tavizleri kabul etmeyince savaş yeniden başladı. Bu sefer İngilizler Yançe bölgesine çıkarma yaparak Amoy ve
Ningpo’yu ele geçirdiler. İngiliz donanması Yançe boyunca çıkarak, surlarla çevrili Şanghay’ı ele geçirdi. Küçük Mançu kasabasının halkı, İngiliz kuvvetlerine direniyordu. 16 bin Çinli teslim olmaktansa intihar etmeyi tercih etti. Hepsi öldü. Ancak bundan sonra, İngiliz kuvvetleri bu kasabayı aldı ve Çen – Kiyang – Fu’ ya girdi.
Bir ay sonra İngiliz ordusu Nanking önlerine geldi. Savaşta İngiltere sadece 520 kişi kaybetmişti. Çinliler ise 20 bin ölü vermişlerdi. İngilizlerin silah üstünlüğüne karşı koyamayan Çinliler, 29 Nisan 1842’de de Nanking Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmaya göre, Ingilizler, artık Çin’de serbestçe afyon satabileceklerdi.
Afyon savaşını kazanmışlardı. Barbarlık ha! Barbarlık budur İşte! Önce kendi tarihini oku, barbarlığın ne olduğunu öğren, ondan sonra o kelimeyi kullan. 1972 yılında, karşında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti var. 1840’iarın Çin imparatorluğu ve Çin halkı değil.
Ve senin, o haşmetlû unvanın da, 1972’de, artık mizahtan öte bir anlam taşımıyor. Hem haşmetlû olsan ne çıkar? Çanakkale önünde gördük, senin o yenilmez armadanı…
0 notes
Photo

Memleketin En Büyük Eşkıyası
‘Bir hikâyemiz var bugün… Az duyulmuş bir hikâye sanırız Zengin bir adamın, babasının parasında gözü olan bir oğlu varmış. Babası, “Çalış oğlum” demiş, Baba parası fayda etmez, çalış da sen kazan! Baba yaşlanmış, oğlan bir iş sahibi olamamış ve bir gün adam yatağa düşmüş. Ağır hastaymış; oğlunu çağırmış:
Bak oğlum, beni iyi dinle: Şu sandıkta 6000 altın var. Üç bin altın senin, üç bin altın da memleketin en büyük eşkıyasının… Arayacaksın, tarayacaksın, memleketin en büyük eş-kıyasını bulup ona vereceksin. Vasiyetim bu! Eğer dediğimi yapmazsan ahrette iki elim yakanda olur. Ve baba ertesi gün can vermiş… . Oğlan 6000 altını cebine koyup düşmüş yollara. Memleketin en ‘büyük eşkıyasını arıyor. Dolaşmadığı yer, sormadığı kimse kalmamış. Kimi bulduysa Ondan da büyüğü var! demişler. Sonunda kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağın tepesinde yaşayan Kelle Koparan İbrahimi salık vermişler:
Memleketin en büyük eşkıyası odur. Ondan büyüğü yoktur. Oğlan başlamış dağı tırmanmaya. Mevsim kış, zemheri soğuğu. Tipi, bora, fırtına kıyamet… Tırmana tırmana dağın doruğuna yaklaşmış. Birden karşısına silahlı iki adam çıkmış. Kelle Koparan İbrahim’in muhafızlarıymış. Alıp kendisini ağanın
huzuruna götürmüşler. Memleketin en büyük eşkıyası ayı postlarıyla kaplı mağarasında çubuğunu tüttürüp yan gelir yatarmış. Oğlan huzura varınca selam verip derdini anlatmış: . Ağam, babamın vasiyeti var. Memleketin en büyük eşkıyasına üç bin altın bıraktı. Sordum soruşturdum, senden büyüğü yokmuş. Aldım altınları getirdim…
Kelle Koparan İbrahim Zahmet ettin yanlış kapı çaldın oğlum demiş. Bu memleketin en büyük eşkıyası ben değilim! Aman ağa. hazretleri nasıl olur? ‘Herkes sizi söyledi… Değil oğlum, benden de büyüğü var. Filan yerin kadısı Mehmet Efendi, benden de büyük eşkıyadır. Var git ona ‘babanın vasiyetini yerine getir. Ben hakkım olmayan parayı almam. Ağa hazretleri hiç kadıdan eşkıya olur mu? ‘Sen benim, dediğimi dinle, git, gör de eşkıyanın kim olduğunu anla!
Oğlan yine düşmüş yollara… Kelle Koparan İbrahim’in tarif ettiği yeri bulup, Kadı Mehmet Efendinin huzuruna çıkmış, el öpüp derdini anlatmış: Kadı Efendi, babam ölürken 6000 altın bıraktı. Üç bini benim üç bini de memleketin en büyük eşkıyasınındır. Fakat Kelle Koparan İbrahim, altınları almadı ve sizi tavsiye etti. Kadı Efendi birden celallenmiş: Vay küstah herif! Hiç kadıdan eşkıya olur mu?
Oğlan bıkmış artık, babasının vasiyetini bir yerine getirse rahat edecek. Başlamış yalvarmaya: Aman Kadı Efendi, ne yap, ne et de şu dertten beni kurtar. Al şu üç bin altını, ben de başımın çaresine bakayım. Kadı Efendi sakalını sıvazlayıp Hele kara kaplı kitaba bir bakalım demiş. Kitabı karıştırdıktan sonra Hile-i şeriye gerek! diye başını sallamış… Ocağına düştüm Kadı Efendi, ne yaparsan yap da, beni bundan kurtar! Kadı Efendi hile-i şeriyeyi anlatmış: Şu karşıki araziyi görüyor musun? Evet Kadı Efendi! İşte o arazi benim! Hayırlı olsun Kadı Efendi! Peki toprağın üzerindeki kar kimin? Bilmem! Nasıl bilmezsin yahu, toprak kiminse kar da onundur. Şimdi ben sana bu karları üç bin altına. satacağım… Aman Kadı Efendi ne yaparsan yap!
Kadı Efendi kâtibi çağırıp, satış senedini yaptırmış. Oğlan üç bin altını verip, karları satın almış! Delikanlı ertesi sabah- handa uyurken kapı vurulmasıyla uyanmış. Kadı Efendi seni istiyor! Hemen giyinip kadının huzuruna varmış:
Bre gafil bu yaptığın ne? Aman Kadı Efendi ne yaptım? Bu arazi kimin? Senin! Ya bu karlar? Cevap versene, dün sen satın almadın mı? Evet öyle oldu. O halde benim arazimin üzerinde, senin karlarının işi ne? Derhal kaldır bunları… Aman Kadı Efendi, kar kalkar mı? Ya bu karları kaldırırsın, ya da seni hapse atarım. Ne hakkın var benim arazimi işgale!
Delikanlı başlamış yalvarmaya: Etme, eyleme Kadı Efendi, şu kara kaplı kitaba bak da, bunun da bir hile-i şeriyesini bul! Kadı sakalını sıvazlamış, kara kaplı kitaba bakmış:
Zor ama bunun da bir hile-i şehriyesi var. Madem be-nim toprağımı işgal ettin, işgaliye rüsumu olarak 3000 altın ödersin, ben de davamdan vazgeçerim. Delikanlı, çaresiz, babadan kalan 3 bin altını da kadıya verip çıkmış dışarı ve Hey gidi Kelle Koparan İbrahim! Diye bağırmış. . Sen eşkıya değil, evliya imişsin meğer! Dediğin doğruymuş! Gel de eşkıya nasıl olurmuş gör! ‘Babamın da ruhu şad olsun… Vasiyetini tuttum!
0 notes
Photo

Tarihte Kaleme Alınmış İlginç Hikayeler
Çocuk Niçin Savaş İstemez
İlkokul dördüncü sınıfta tarih öğretmeni dersi anlattıktan sonra çocuklara sordu: “İçinizde savaş isteyen var mı?” Bütün sınıf «Hayır» diye cevap verdi, öğretmen üsteledi: “Peki ama niçin savaş istemezsiniz?”
Her çocuk bir şeyler söylerken, arkadan bir parmak kalktı, öğretmen. Söyle oğlum!” dedi. “Niçin savaş istemiyorsun?” Çocuk cevap verdi: “Tarih kitabına bir bölüm daha ilave edilir de” “Be adam bu çocuk saat ikide bulundu. Şimdi saat sekiz! Altı saattir neredesin? İnsan çocuğunu hiç merak etmez mi? Daha önce karakola gitseydin çocuğunun burada olduğunu öğrenirdin. Ne gamsız adamsınız siz!”
Adam kucağında kızı, başını öne eğdi: “Haklısınız beyim! Biz Küçük pazar’da bir odada otururuz. Yoksul kişileriz. Allah bağışlasın bunlar yedi kardeş! Ben sabah karanlığı ekmek parasına giderim. Annesi ne yapsın? Hepsini sokağa salar! Bu da yolu tutmuş Sirkeci’ye kadar gelmiş… Akşam ben dönüp sofraya oturunca sayım yaptım, baktım biri eksik! Altı çocuk var! O zaman bunun yokluğunu anladım ve sokağa fırladım. Kusura bakma komiser bey!”
Enayi
Padişahın biri devletin hazinesini doldurmak için altın yapacak birini arar. Ülkeye tellallar çıkar ve bir adam “Ben altın yaparım!» diye gelir. Fakat bir şartı vardır: Altın yapmak için kekemuye tozuna ihtiyaç vardır. Bu da Seylan Adasında bulunur ve çok pahalıdır. Padişah “Peki!” der ve adamın istediği 10 bin altını verir. Nasıl olsa kekemuye tozu” gelecek, milyonlarca altın yapılacaktır. Adam çıkar gider… Gidiş o gidiş. Bir daha dönmez. Padişah bir gün tebdif-i kıyafet dolaşırken bir adamı elinde defter kahvede bir şeyler yazarken görür. Merak eder bakar. Başında kendi ismi yazılıdır. «Bu ne?» diye sorar:
“Ülkedeki enayilerin listesi. Birincisi Padişah! Sahtekârın birine 10 bin altın kaptırdı! Adam hâlâ dönmedi” “Ya dönerse!” “O zaman da Padişahın ismini siler o herifin ismini yazarım!
İdam Mahkûmunun Son Arzusu
Adamın biri asılacakmış… ‘Darağacının altında son arzusunu sormuşlar. “Çilek” demiş, “Üzerine de pudra şekeri ekilse ne güzel olur!” Herkes kızmış:
“Şubat ayında sana çilek nereden bulalım? İdam mahkûmu tevekkülle başını öne eğmiş: “’Beklerim!” Yaz gelmiş, çilek çıkmış… Bir tabağa çilek doldurup, üzerine pudra şekeri ekmişler ve mahkûmu darağacının altına götürmüşler: “Hadi bakalım çileği ye de son arzunu söyle! Usul böyle!” “Ah’ bir sulu yafa portakalı olsa!” “Birader, sana yaz ortasında portakalı nereden bulalım?” Mahkûm yine boynunu bükmüş: “Beklerim efendim!” Adamı tekrar içeri atmışlar. Kış gelmiş, nefis bir yafa portakalı vermişler ve darağacının altında sormuşlar:
“Hadi halkalım! ‘Portakalı da yedin! Son arzunu söyle de şu işi bitirelim! Uzatma artık!” Adam sakin sakin son arzusunu söylemiş: “Beni Kruşçev’in mezarının yanına gömün!” Herkesin tepesi atmış: “IBe birader! Kruşçev daha ölmedi ki” ‘İdam mahkûmu gülümsemiş: “Ben aceleci değilim efendim… Beklerim!”
Günaha Ortak Olmaz
Sungurlu Karayolları Kontrol Mühendisi Erdoğan Dalda! bayram tatilini eşiyle birlikte Antalya’da geçirdi, Karı koca Antalya’ya arife günü Öğle üzeri vardılar ve Turizm ‘Derneğine uğrayıp yemek yenecek temiz bir lokantanın nerede olduğunu sordular. Demekten kendilerine bir İki yer tarif edildi Fakat karı koca şehrin yabancısı oldukları için tarif edilen lokantaları bulamadılar. Sağa, sola bakınırlarken genç bir adam gördüler ve kendisine yaklaştılar: ”Affedersiniz ‘kardeşim, buralarda temiz bir lokanta varmış, nerede acaba?” “Söyleyemem!”
Hoppala! bu da ne demekti: “Niçin kardeşim?” “Çünkü siz lokantada içki içersiniz. Ben size lokantayı tarif edip günahınıza ortak olamam!”
Bavulları İndirecek Adam Yoktu
Başbakanın dış gezilerine katilanların bavulları da amma hikaye oldu yani! Kimi bu bavullarda “kirli çamaşırlar vardı!” der, kimi de “’Hadi canım sen de, 180 bavulda da kirli çamaşır mı olurmuş?” diye dudak büker… Velhasıl tuhaf bir hikâye bu bavulların macerası… Bir ucu Almanya’ya, bir ucu Belçika’ya, üçüncü ucu Türkiye’ye dayanıyor. Balkın Belçika’da da neler olmuş…
Bizim pek kalabalık dış gezi heyetini getiren uçaktan çıkan bavullar askeri bir kamyona yüklenip Brüksel Elçiliğinin önüne getirilmiş. Getirilmiş ama bavulları kim indirecek aşağı? Belçikalı askerler ellerini bile sürmüyorlar. Akıl danelerden biri hemen biraz ilerdeki konsolosluğa koşmuş… Konsoloslukta Türk işçiler var. İşlerini yaptırmak için sıraya girmişler. Onların yanına yaklaşmış: “Hey bana bakın! Türkiye’den gelen büyüklerimizin bavulları kamyonda kaldı… Gelinde şunlara bir el atın!”
İşçilerden biri yarım dönmüş: “Efendi sen kendine gel! Burası Avrupa! Biz hamal değiliz… Git hamal ara!.”
Turist Türk Helasını Beğendi
Burhaniye turistik ve transit bir ilçedir. Bergama’ya, Truva’ya giden veya Ören plajına gelen turistlerin hepsi Burhaniye’ den geçer. Her gün ‘çeşitti milletten bir sürü turisti Burhaniye’de I görmek kabildir. İşte bu turistlerden bir Alman, geçen gün Burhaniye’de “hela” arıyordu. Yabancı dil bilenlerden bir genç kep-1 dişine helayı gösterdi. Atman helaya girdi ve dışarı çıktığı zaman gence teşekkür ettikten sonra «Sizi tebrik ederim!» dedi. Gene şaşırdı. Hela göstermenin tebrike şayan ne tarafı vardı? Alman devam etti:
“Sizin helalar bizimkilere benzemiyor! Düz bir yer ve arka tarafında bir delik var. İçeri girince, önce ne yapacağımı şaşırdım ama sonra buldum. Deliğin üzerine oturup ayaklarımı uzattım. Ohh ne rahat şeymiş! Bizimkiler iskemleye oturur gibi… Halbuki sizinkilerde insan rahat rahat ayaklarını uzatıyor!” Şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılan genç, işin doğrusunu, yani helada “şeyin” nasıl yapılacağını anlatınca, Alman “Banyo! Banyo!” diye feryadı kopardı.
#duyulmamış olaylar#enteresan hikayeler#Enteresan olaylar#gayesiz hikayeler#ilginç olaylar#ilginç türk hikayeleri#kaleme alınmış olaylar#olaylar olaylar#tarihyeki ilginç olaylar#türk masalları#yaşanmış olaylar
0 notes
Photo

Türk Tarihindeki Enteresan Olaylar
Tek Oy
CHP Parti Meclisi toplanıp yeni Merkez Yönetim Kurulu üyelerini seçti. Toplantıdan sonra seçilemeyen eski üyeler, İnönü ve Genel Sekreter Bakşık’la hatıra fotoğrafı çektirdiler. Bu sırada eski Genel Sekreter Yardımcısı ve Ecevit’in sağ kolu Prof. Turan Güneş, İnönü’ye “Paşam haberiniz var mı?” dedi. 1Bu seçimlerden bana bir oy çıktı!”
İnönü bir kahkaha attı: Kim vermiş sana bu bir oyu?” Turan Güneş “Şimdi söylesem şaşarsınız” dedi. ”Seçimden sonra bütün arkadaşlarımı tek tek kenara çekip sordum. Hepsi, de, ben verdim, dedi. Oysa o bir oyu ben kendi kendime vermiştim!”
Dürbünle Bakınca…
Karadenizlinin biri açık tribünde maç seyrediyor muş. Birden bağırmaya başlamış. Ama ne bağırma! Yer gök inliyormuş:
“Cazim, Cazim caziiim!” Yanındaki sinirlenmiş: “Yahu Kâzım kim? Nerede? Ne bağırıp duruyorsun? Kulağımın zarı patlayacak.” Karadenizli karşıdaki kapalı tribünü göstermiş: “Şuradaki adamı Cazim’a benzeteyrum da.” Ve başlamış yine bağırmaya. Yanındaki dürbünü uzatmış:
“Dürbünle bak da, o mu, değil mi anla!” Karadenizli dürbünü gözüne yerleştirince Kâzım’ı yanında görmüş ve bağırmayı kesip hafif sesle seslenmiş:
“Cazım buraya gelsene, da!” yanındakine dürbünü vermiş:
“Çok teşeççür edeyrum. Bağırmaktan sesum kısılacaktu. Söyledim Cazimın kulağına, gelir şimdi puriya!”
Sayılı Kanun Nasıl Uygulanır?
Hikaye bu ya! Adamın bir işi varmış. Bu iş bir türlü bitmezmiş. “Bugün git yarın gelden canı çıkmış. Kime sorduysa” “Haklısın!” derlermiş. O da haklı olduğunu bilirmiş de, bir türlü hakkını alamazmış. Tanıdıkları “Bir kere de git kendin konuş!” demişler. “Belki yüz yüze anlaşmak mümkün olur!” O da giyinmiş kuşanmış, huzura varmış. Başlamış derdini anlatmaya :
“Efendim biliyorsunuz sizde bir işimiz var. Durum şöyle şöyle… İşimizin hâlâ sürüncemede kalması bizi çok müşkül durumda bırakıyor. Zarar görüyoruz. Eğer lütfedip durumu incelerseniz, haklı olduğumuzu anlayacaksınız. Sizden ricamız hakkımızı teslim etmenizdir.” Bay yetkili gömüldüğü koltuktan zile basmış ve odacıya, “Falan beyi çağır!” demiş. Falan bey gelmiş, baş başa konuşmuşlar. Sonra bay yetkili hakkını atamaya gelen adama “Durum biraz karışık ama” demiş “Bir şeyler yapmaya çalışacağız.”
Ve düşünmeye başlamış. Sonra bulmuş: “Size 1715 sayılı kanunu tatbik ederiz.” Adam anlamamış. “1715 sayılı kanunu tatbik edelim, dedik ya! Siz gidin de iki gün sonra gelin.” Adam çıkmış dışarı. 1715 sayılı kanun ne ola? Düşüne düşüne giderken aklına bir avukat arkadaşı gelmiş. “Gidip ona sorayım” demiş. Durumu avukata anlatmış. Avukat da önce anlamamış, sonra kanunlar kılavuzuna bakmış… Ve başlamış gülmeye. Adam sinirlenmiş: “Yahu ne gülüp duruyorsun? Benim derdim başımdan aşkın… Yardımını istedik, sen gülüyorsun. Neymiş bu 1715 sayılı kanun?” Avukat hem gülmüş, hem de “Çıkar cebinden bir kâğıt para!” demiş. Adam cebinden bir beşlik çıkarmış: “Oku bakalım üzerini”
“11 Haziran 1930 tarih ve 1715 numaralı kanuna göre çıkarılmıştır.” Avukat “Anladın mı şimdi?” demiş. “Sana tatbik edilecek kanunun ne olduğunu?” Adam anlamış tabii.
Fener’de Patlayan Dinamitin Ardından
Geçtiğimiz çarşamba günü Fener’deki Rum Lisesine dinamit kondu ve patlatıldı. Vukuat-ı adiyeden sayılan bir şey olduğu için kimse, “Sonra ne oldu?” diye sormadı. Gazetelerde iki satır haberle geçiştirildi. Oysa bakın neler olmuş Fener’de… Fakir fukara mahallesi Fener’de dinamit patlayınca! Vatandaş Erdoğan Özarslan oturup bir mektup yazmış, “Bombacı bey kardeşim” diye başlamış söze:
24 Mart 1971’de bizim mahalleyi ziyaret edip bir de hediye bırakmışsın. Farkında olamadık, sessizce gelip gürültü ile gitmişsin. Oysa biz çok misafirperverizdir. İnsan hiç selam sabahsız geçip gider mi? Otursan sana ikramda bulunurduk, hiç olmazsa bir çayımızı içerdin.
Aziz kardeşim, bu semti iyi bilmediğin belli. Merde o eski Fener. Nerde şimdiki. Bugün Fenerin çoğunluğu fakir, gurbete çıkan köylünün ilk yerleştiği 100 -150 lira kira ile bir odada 5-6 kişilik ailelerin oturduğu, g��nlü zengin kişilerin İstanbul’da sığındığı tek semttir.
Biz böyle gürültülü hediyelere alışık olmadığımızdan gece yarısı uykumuzdan sıçrayarak kalktığımız İçin bizi affet. Yadırgadık birden. Korkudan bayılan, çocuk düşürmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan hamile kadınları, tüm pencereleri kırıtan odalarımızda sabaha dek acı, soğuk ve sulu kar yağışıyla titreyip ağlayan, zatürree olmak tehlikesiyle karşılaşan yeni doğmuş bebekleri, yaşlı hastaları da affet. Sana teşekkür edemedikleri için üzülüyorlar. Ardından ana avrat şovenlere aldırma, bilinçsiz olduklarından öyle davranmışlardır.
Ertesi gün ise bir başka âlem oklu ki sorma. Ay sonu olduğu için kırılan pencerelerimize cam taktırmak için, sağa sola borç para almak için nasıl koşuştuğumuzu, camcılara nasıl yalvardığımızı görsen dört köşe olurdun zevkinden. Beni sorarsan camları taktırmak için borç almadım. Doğuracak karımın hastane masrafları için üç ordan, beş hurdan bir araya getirdiğim parayı tamamen verip taktırdım camlarımızı. Kabahat sende değil, bizim evi yapan ustada! Bu kadar çok pencereli ev yapılır mı canım?
Ay başına daha dört gün var, bakkal veresiyesiyle otlatırız onu da… Hanım da kendi kendine doğum yapsın artık, na’palım yani? Aziz kardeşim tekrar bekleriz seni; hem de dört gözle, İyi bir havada gel ki bozuk yollarımızın çamurları ayakkabılarını kirletmesin. Ama bu kez hediyeni mağrur ve alayla dimdik duran Rum Lisesinin demir kapısına değil, tek tek evlerimizin kapısına bırakıver. Bırakıver ki, tüm olarak kurtulalım bu dertlerden; anlıyor muşun, tüm olarak.”
#enteresan yaşanmışlıklar#eski olaylar#Fenerde patlayan dinamit#garip olaylar#ilginç hikayeler#olaylar olaylar#türk hikayeleri#türk tarihindeki olaylar#türkiyedeki ilginç olaylar
0 notes
Text
Hasta Demirel Ve Bir Egeli
Sayın Demirel Bir Daha Geçmiş Olsun
Başbakan Süleyman Demirel, beş yıldan beri ilk defa hasta oldu. Kendisini uzun zamandır rahatsız eden bademcikleri birdenbire iltihaplanmış ve Demirel’i yatağa düşürmüştü… Bu yüzden Başbakanın ateşi aniden 39’5’a fırladı ve hastalık bir anda ciddiyet kesbetti.
Bunun üzerine bir doktorlar heyeti Demirel’e konsültasyon yaparak durumu tespit etti. Doktorlar, bir yandan kuvvetli ilaçlarla bünyeyi takviye ederken, öte yandan kendisine kati istirahat tavsiyesinde bulunuyorlardı… İşte Başbakanı bu hasta halinde dahi en çok güldüren kelime bu oldu. İstirahat…
“Beş yıldan beri bir tek gün dahi tatil yapmadan çalışan Başbakan için istirahat mümkün değildi. Böyle bir şeyi düşünmüyor, bilmiyordu. Onun için tek şey çalışmak, çalışmaktı… Zira Demirel’in lügatında yorgunluk, istirahat diye bir kelime yoktu. Belki tıbben istirahat etmesi gerekirdi, amma ne mümkün. Demirel’in aklı bir yandan Kars’taki Ardahan’daki vatandaşta, öte yandan Edirne’deki tesiste, üretimde, pazardaki fiyatlarda, hulasa memleketin her köşesindeki her şeyde idi…
Nitekim daha doktor kapıdan çıkmadan Demirel İçişleri Bakanını aradı ondan yurdun çeşitli bölgelerindeki asayiş durumu hakkında bilgi aldı, gerekli talimatları verdi. Ardından muhtelif valilerle yaptığı temaslarda Türkiye’nin o günkü nabzını, her konudaki hareketleri tespit etti, bilgi aldı, yapılması gereken işlerle alakalı direktifleri verdi, memleketin dört bir tarafını taradı. Sonra iktisadi konulara döndü, parti içi meselelerle meşgul oldu ve her konunun alakalısını aradı, görüştü.
Demirel, 39,5 ateşle her şey ile yakından alakalı idi. Başbakan hasta diye memleket kendiliğinden idare edilmiyordu. Demirel yine her günkü gibi en büyüğünden tutun da en küçüğüne kadar her şey ile alakalı idi. Pazardaki fiyatlarla dahi meşguldü… Nitekim evdeki hizmetkârını pazara yollayarak domatesten, patlıcana, bütün fiyatları tespit ettirmiş, o günkü pazar fiyatlarının listesini dosyasına koymuştu… Bu esnada basın toplantılarının birinde bir gazetecinin pazardaki mal fiyatları hakkında Başbakana tevcih ettiği suali hatırladım… Gazeteci, Demirel’e o günkü pazar fiyatlarını sorduğunda Başbakan bunları tek tek söylemiş ve bizleri şaşırtmıştı… Bu cevaba hiç de şaşılmaması
lazım geldiğini Demirel’in bu hasta halindeki meşguliyetini gördükten sonra bir kere daha anladım.
Ve Başbakan daha sonra yapacağı işleri düşünmeye koyuldu… Ateşi 39,5 idi. İstirahat etmesi gerekiyordu, amma Demirel için, Demirel gibi bir Başbakan için bu mümkün değildi… Türkiye’nin idaresi, vatandaşın refahı, huzur ve asayiş onun için hastalıktan da mühimdi… Ve en ziyade hasta olduğu bir anda Demirel’in geçirdiği bu yirmi dört saat, bunun en açık delilini teşkil ediyordu…
Egelinin Biriyle Yarenlik Ettik
Ne güzel konuşur şu Egeliler. Lafları yaya yaya bir güzel şiveleri vardır ki! Ama nedense pek gözde değildir onların bu şiveleri. Taklit yapanlar bile ya Karadenizlinin, ya da Doğulunun şivesini taklit ederler. Oysa Egeli garikli, “n’apçaz”lı bir Konuşmaya başladı mı, dinlemeye doyum olmaz. İsterseniz “bi yool” dinleyelim bir Egeliyi:
“gıymatlı haşan bey gardaşım. Yavu şo zamlardan emme de az bahsattın. biz aba bu cahal balımızla bilem neler diyoz neler, bizim sülü epten fena kodu bu sefer. Emme gızmıyom ona. tüm övkem kendime, sandrktan ben vede biz çıkardık onkini.’ Oda bisi temelli sürü yerine godu getti. develasyon yok dedi yaptı, zam yok dedi yaptı, bütün yapmacem dediklerini yaptı. Artık ep dediklerinin zıttını bekleyoz gari. Aslında acayipime giden ne bilyonmu, biz gemerleri sika sika son deliği kullanıyoz, o da maşallah semizlemekten son deliğe geldi. Aha burdaki ehali bizim çoban sülünün goîduktan gumldamıya pek niyeti çok deyolar. Sebabıda fazla şişmekten golduğuna iyice sıkışmış olmasıymış, günahı vebali boyunlarına, böyle deyolar. sokak kelpleri gibi olmuş gaburgalarını gösteriyorlar, asıl yardımı bilakis onlar göryo, erkekse onnar da gostetsin gaburgalarını, bakalım bizimkine benzeyomu deyolar, bak başga daha nele diyolar, maşallah şo zamlarda yediveren asması gibi oldu, gökü bizde salkımlar bitaderlerin ağzında deyolar. İster inan ister inanma ehali yoveş yoveş muhalif oldu gari. Ehlakta çok bozuldu, burda olanlar, denilenler garaka-torcuiarın vede gülünç yazı yazanların hayallerini bilem aştı, getti. geçenlerde Gırkaveçli şoforlar somalı şoforiarın yolunu gesmişte, vermişler sopayı, garakol gamserinine sorsunlar isterseler. sababı ekmek parasıymış, anla gari.
Asan bey, mustava kamalin efendi dediği bizler, kul köle olduk, namıslılar epten korkak olduk. Mamırlar desen esnafa karşı rezil, porselen kanunu çıkmadan zam geliverince belleri daha da büküldü galdı. İlafın gısası anlatçek işey pek çok emme seni yormayem deyom. bu dediklerimi, mamur ve müreffeh türkiyenin her yerinde herkes konuşyo, acep çoban sülünün habart yokmu. gusurumu crfet, birez derleştik, napcen gorkudan kimseye bişi diyemiyok.
Senatoya, sentoya vede bilmemne teşkilatlarına bağlı Türkiyenin milletvekillerinden birkaçını seçen nuri dursun çiçekçi. Akisar.”
Gördünüz mü garik, N’apçaz şincik?
#ege analatıları#Ege şivesi#egeli konuşma#egeli olaylar#eski yaşanmış hikayeler#hikayler#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#masallar ve hikayeler#olaylar olaylar#rivayetler
0 notes
Text
ALTINDAĞ TİYATROSUNUN SAMİMİ SEYİRCİSİ
Devlet Tiyatrosu yöneticileri Altındağ Tiyatrosunu açtoaya karar verdikleri zaman çok düşündüler. Ya tiyatro tutmazsa, ya halk tiyatroya ilgi göstermezse diye çok endişelendiler. Tiyatro açıldı ve bir hafta sonra endişelerinde ne kadar haksız olduklarını anlayıp, her gece salonu dolduran halkın yüzlerine bakarak utandılar. Halk İyiyi, güzeli anlıyordu. Mesele halka iyiyi, güzeli, doğruyu onun anlayacağı dilde verebilmekteydi. Gecekondu mahallesi Altındağ’ın halkı da böyleydi. Salon her gece allı güllü başörtülü kadınlarla, kasketli erkeklerle dolup taşıyor ve oyunu büyük ilgiyle izliyorlardı. Bir kusurları hislerini hemen yüksek şeşle anıklamalarıydı, O kadar samimi ‘tiyatro’ seyircisiydiler ki, neredeyse sahneye çıkıp oyuncularla kavga edecek ler, yahut sarılıp öpüşeceklerdi. İşte oyun esnasında Altındağ Tiyatrosu salonunda yükselen seslerden birkaçı:
“Herife ba… Zengin oldum diye böbürlenip duruyol… Ölen senin neren zengin? Galıbına, gıyafetine bakıp ta. gendin! zengin, oldun mu sanıyon? Golunda saatin bilem yok!”
“Ülen hizmetçi garıya bak! Zaten onda hizmetçi gılığt yoktu ki… Herifi yalandan dazlattılar.,. Ondan sonra hanımefendi oldu çıhtı! Sen ne diyon? Ben taa başından anladım o herifin ga-rısı olacağını.” “Yaşlı garıya bak! Leğeni önüne almış sözüm oğa çamaşır çiteliyo… Leğende su bilem yok! Lan kocakarı sen kime yutturuyon? Hem leğende öyle mî çamaşır yakana?! Öyle yıkanmaz! Sen srkmasını bilem beceremiyon!…”
“Tam vaktinde perdeyi kapattılar. Yoksam tüm rezalet çıkacaktı! Görüyon mu herifin gafasına ihtiyar nasıl da indiriverdi çantayı! Ama o herifte dayağı yiyecek göz yok! İçerde garanti dövüyo onu”. İşte Altındağ seyircisi böyle içten, böylesine samimi bir seyirciydi..
AMERİKALI GAZETECİ VE KIBRISLI TÜRK
Amerikalı bir gazeteci Kıbrıs’ta köyleri dolaşıyordu. Yanmış, yıkılmış bir Türk köyünde bir ihtiyarla karşılaştı. Yaşlı Türk sırtını bir ağaca vermiş, ağzında çubuğu, bacaklarının arasında değneği, dalgın dalgın batan güneşe bakıyordu. Amerikalı gazeteci ihtiyar Türkün yanına yaklaştı. Tek bildiği Türkçe keli-meyle ‘Merhaba!’ dedi. Yaşlı Türk Merhaba’ diye cevap verdi ve tekrar batan güneşi seyre devam etti. Amerikalı gazeteci tercümanı aracılığı ile ihtiyara bir soru sordu:
“Üzüntünüzü anlıyorum. Kim bilir belki siz de yüzlercenız ,! gibi çarpışmalarda çocuklarınızı, torunlarınızı, yakınlarınızı kaybettiniz. Eviniz barkınız yakıldı, yıkıldı. Bunların hepsinin sizi ne kadar müteessir ettiğini biliyorum. Fakat size şu anda bir şey sormak isterim. Belki zamansız ama… Bütün bu acıları bir gün unutup bu Ada’da Rumlarla bir arada yaşamayı düşünüyor musunuz?”
ihtiyar Türk dudaklarında buruk bir tebessüm, tercümana döndü. «Aniatacağım hikâyeyi hiç değiştirmeden Amerikalıya söyle» dedi. «Sorduğunun cevabını bu hikâyede bulacak!”
Ve hikâyeyi anlattı: Geçmiş zaman içinde bir çoban varmış. 8u çoban koyunları dağa götürüp otlatırken bir yılanla dost olmuş. Yılan her gün kovuğundan çıkar ve çobana ağzından bir altın çıkartıp verirmiş. Bu yıllarca devam etmiş. Çoban sırrını kimseye söylememiş. Çobanın bir gün şehre inmesi gerekmiş. Bir ay kadar orada kalacakmış. Sırrını oğluna açmış ve sürüsünü teslim edip gitmjş. Çobanın oğlu da birkaç gün sürüyü dağa götürüp yılandan birer altını almış. Ama bir gün şeytana uymuş. Her gün birer altın alacağına bu yılanı öldürüp kovuğundaki altınların hepsine sahip olayım diye düşünmüş… Ertesi gün yanına bir balta alıp dağa çıkmış. Kovuğun önüne gelmiş ve yılanın yıllardan beri alıştığı ıslığı çalmış. Yılan kovuktan çıkmış. Tam altını verirken çocuk arkasına sakladığı baltayla yılana hücum etmiş… Fakat yılan birden çekilince balta kuyruğuna inmiş ve yaralamış. Yılan can acısıyla çocuğa saldırıp sokmuş ve zehirleyerek öldürmüş. Bir ay sonra çoban dönmüş, durumu öğrenmiş… Bir süre oğlunun ölümüne ağlamış. Sonra acısı geçmiş, yılanla tekrar dost olmayı düşünmüş… Dağa çıkmış, kovuğun önüne gelmiş, ıslığı çalmış ve yılanı çağırmış. Yılan dışarı çıkmış. Çoban, ‘Gel artık barışalım’ demiş. ‘Olan oldu! Benim oğlum öldü, sen de kuyruğundan sakat kaldın! Her şeyi unutup eski düzene dönelim.
Yılan, Bak arkadaş!’ diye cevap vermiş. Bizim barışmamız imkânsız! Bende bu kuyruk acısı, sende bu evlat”acısı varken biz dost olamayız. Ve donup kovuğuna girmiş.” İhtiyar Türk bu hikâyeyi anlattıktan sonra başını çevirip yine -güneşin batışını seyre başladı. Amerikalı gazeteci de sorduğunun cevabını bin kere fazlası ile almanın sessizliği içinde uzaklaşıp gitti.
1 note
·
View note
Text
Sürgülü Kompas, Kaynak ve Asfalt
Sürgülü Kompas
Sürgülü kompas, bir civatanm bir somunlu vidanın ya da bir borunun çapım ölçmeye yarayan çok hassas bir ölçü âletidir. Günümüzde teknisyenler çok kesin ölçü, lerle çalışmak mecburiyetinde oldukları için çeşitli hassas ölçü Aletleri yapılmış, tır. Bunlardan sürgülü kompas, bir mili, metrenin onda biri, hattâ daha küçüğünü ölçmeye imkân verir. Vidalı tornacı perge. li denen başka bir âlet ise madenleri levha hâline getiren kimseler ya da tesviye, çiler tarafından kullanılır ve milimetrenin yüzde biri kadar incelikleri ölçmeye yarar. Doğrudan doğruya bakılıp okunabilen verniye cetvelinin genelleştirilmesi hesap cetvellerinin meydana çıkmasına yol açmıştır.
Kaynak (Teknikte)
İki maden parçasını birleştirmek isteyen tenekeci, bu ikisinin arasına bir parça lehim eritip akıtır. Lehim soğumaya başlayınca donar, iyice donunca da bu iki maden parçasını birbirine sımsıkı yapıştırmış olur.
Basit lehim işlerinde ergime derecesi düşük olan kurşun ve kalay alaşımı kullanılır. Lehimcinin elindeki alev püskürten küçük bir lambayla kıpkırmızı hâle gelin, ceye kadar ısıtılmış demirden bir havya bu iş İçin yeter. Ama daha çok sağlamlık istenen büyük işlerde, başka bir maddeye ihtiyaç göstermeyen kaynak yapılır. Bu iş için büyük bir ısıya ihtiyaç vardır. Bu ısı da ya oksiasetilen üfiecinden ya da elek, trik arkından elde edilir. Böylece ergime derecesinden daha fazla ısıtılan iki maden parçası birbirine kaynamış olur.
Asfalt
Büyük şehirlerin kaldırımları ve sokakları, karayollarının zeminleri, petrolden elde edilen ve “bitüm”de denilen asfalt aslından gelen maddelerle kaplanmıştır.
Asfalt. 50 santigrat derecesinin altındaki ısılarda katı hâlde bulunan bir maddedir. Fakat ısının etkisiyle önce yumuşar, sonra da sıvı hâle gelmeye başlar. Bazı ülkeler, de tabii hâlde de bulunabilir. Eskiler bu maddeden tuğlaları sağlamlaştırmak, bir de ölülerini bozulmaz hâle getirmek için yararlanırlardı. Sâf hâldeki asfaltla kaplanan yollar, yağmurlu havalarda çok kaygan güneşli havalarda da çok yumuşak olurlar. Bunun için asfaltı küçük çakıl taneleriyle karıştırır ve sıcakken yola döküp üzerini kaplarlar. Sonra da soğumasına meydan vermeden üzerinden silindirle geçerek düzgün hâle getirirler.
#asfalt#asfalt nedir#asfalt nere kullanılır#kaynak#kaynak etmek#kaynak nedir#Sürgülü Kompas#Sürgülü Kompas nedir
0 notes
Photo

Asmalımescit’ten Taksim Tünel’e Doğru Bir Seyir Turu
Asmalımescit’ten Tünel’e doğru ilerleyelim. Tünel’e Müeyyet Sokak’tan çıkabileceğimiz gibi son yıllarda açılan restoranların ve kafelerin hoş bir hale getirdiği Tünel Pasajı’ndan da çıkabiliriz. Tünel Meydam’mn hemen altında açık pembe renkli, büyük bir bina var. Bugün pek dikkati çekmeyen bu bina, aslında Beyoğlu ve İstiklal Caddesi’nin bugünkü görünümünü almasını sağlayan yer.
yüzyıla gelindiğinde Osmanlı başkenti demografik ve fiziksel olarak büyümüştü. Bu, sorunları da beraberinde getiriyordu. Sorunların çözümü için bir takım idari reformlar gerektiğinin farkına varıldı. İdari reformların gerçekleştirilmesinde Avrupa’dan kente göçmüş nüfusun da etkisi oldu.
Kırım Savaşı’ndan sonra 1855’te, kent yönetiminin yeniden düzenlenmesinde önemli bir adım daha atıldı. Fransız modeli uygulanarak “pröfecture de la vüle”in Türkçe karşılığı olan “şehreminlik” makamı yaratıldı. Hatta İstanbul’da bugün aynı adı taşıyan bir semt de var. Şehreminlikten önce varolan kadüık sistemine göre İstanbul dört kadılığa ayrılmıştı: İstanbul, Üsküdar, Galata ve Eyüp. Kadı, belediye başkamnın görevlerini yerine getirmekle beraber aynı zamanda vali, emniyet müdürü ve hakim demekti. Şehreminlik makamına bağlı olarak İntizam-ı Şehir Komisyonu kuruldu. Komisyonun başlıca görevleri şehrin güzelleştirilmesi (tezyin) 4 temizlenmesi (tanzif), sokakların aydınlatılması (tenvir-i esvak), yolların genişletilmesi (tevessü) ve inşaat usullerinin iyileştirilmesi (ıslah-ı usul-i ebniye) olarak belirlendi. Komisyonun kararıyla İstanbul, Paris veya Viyana’daki uygulamalara benzer bir şekilde on dört daireye ayrıldı.
Pera, Galata ve Tophane’yi kapsayan bölge altıncı bölgeydi ve kent reformunda pilot bölge olarak belirlendi. Bu bölgede sokakların düzenlenmesi, döşenmesi, su ve kanalizasyon şebekelerinin tesisi ve bakımı, çöplerin toplanması, sokakların aydınlatılması, çarşı-pazarm denetlenmesi gibi konular Altıncı Daire-i Belediye’nin sorumluluğunda olacaktı. Nitekim, 19. yüzyılın ikinci yansında Beyoğlu bölgesi bir şantiyeyi andırıyordu.
Tüm bu gelişmeler yaşanmaya başlamışken 1870 yılının Haziran ayında Taksim civarında bir evde çıkan ve “harik-i kebir” diye de bilinen Büyük Beyoğlu Yangını, güçlü rüzgarın etkisiyle yayılarak kısa sürede Tarlabaşı, Taksim, Cadde-i Kebir ve Galatasaray semtlerini tahrip etti. Bir gecede 8 bin yapıyı yok eden, 650 kadar kişinin de ölümüne yol açan yangın sonucunda bugünkü Büyük Parmakkapı Sokak’tan başlayarak Galata dahü olmak üzere aradaki bölge tamamen yandı. Bu, Beyoğlu’nun üçte ikilik bir bölümü demekti. Şu ana kadar gördüğümüz binalarının birçoğunun farklı tarihlerdeki yangınlardan sonra onarıldığından, yıkılıp yeniden yapıldığından söz ettik. İstanbul’un ahşap konut dokusu kentin tarihi boyunca birçok yangına neden oldu. Nüfus arttıkça bina sayısı, bina sayısı arttıkça da yangınlar arttı. Gerçekten de İstanbul’da yaşanan yangınların sayısı yüzlerle ifade edilir.
Sadece 1853 – 1906 yılları arasında 229 büyük yangın görüldü. İstanbul seyahati sırasında bu yangınlardan birisine denk gelmese de görgü tanıklarından duyduklarını bir hikayede toplayan en ünlü İtalyan gezgini Edmondo de Amicis İstanbul halkının yaşadığı paniği ve acıyı şöyle ifade eder: “ İstanbul sakinleri için yangın’ kelimesi ‘her türlü belayı’ ifade eder. Yangın var!’ feryadı ise tüyleri diken diken edici korkunç, meşum, duyanı yeise gark eden bir feryattır ki şehir iliklerinde hisseder ve insanlar Allah’ın gazabının haberini almışçasına sokaklara akarlar.” (Amicis, Edmondo de, İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1986) Şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipini tercih edilmesinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem korkusu, kırsal alışkanlık, maddi imkanların yetersizliği ve kaderci dünya anlayışı gibi. Ama temel neden ekonomikti. Ahşap ucuzdu ve inşaatı kolaydı. Bu nedenlerden dolayı yangınların yok ettiği ahşap binaların yerine sürekli yenileri yapıldı. Belli bir zamana kadar ahşap yerine kagir bina yapılması sadece “tavsiye” edildi; ancak 1870 yangınından sonra zorunlu hale getirildi. Yangının İstanbul’a sağladığı tek fayda belki de modem anlamda bir itfaiye teşkilatının kurulmasına sebep olmasıydı. Macaristan’dan getirilen Kont Seçeni (tam adı Comte Öden Szecheny) adlı bir subay yangından altı sene sonra İstanbul’da bir itfaiye alayı oluşturdu.
Ünlü Macar yurtseveri Istvan Seçeni’nin oğlu olan Kont Seçeni, tam kırk sekiz sene İstanbul itfaiyesinin müdürü olarak hizmet vermişti. Seçeni, gerçekten alanında çok bilgili ve ileri görüşlüydü. 1877’de Boğaziçi’ndeki yalıların ahşap olduğunu görerek (bugün bile olmayan) deniz itfaiyesini kurma fikrini ortaya atmıştı. II. Abdülhamid’den de paşalık unvanı alan Seçeni, 1922’de İstanbul’da öldü ve Feriköy’deki Latin Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Hatta, Fatih’te Seçeni’nin adını taşıyan ve’pek fazla kişinin bilmediği bir de müzesi (Türkiye’nin tek itfaiye müzesi) var.
Aslında Kont Seçeni, bitmek bilmeyen yangınlarla mücadelesine başlamadan çok daha önce, 1836’da İngütere’ye sefir olarak gönderilen Mustafa Reşid Paşa, sultana gönderdiği mektupta yangınlarla başı belada olan Türklerin, İngiliz gazetelerinde “Acaba memleketinizde taş yok mudur? Tlığla imalini ve kagir inşasını büenler bulunmaz mı?” türünde cümlelerle, alay konusu yapıldığını ifade etmişti.
Reşid Paşa’nm ünlü mektubu hemen olmamakla beraber, şehir reformları için düğmeye basılmasında etkili olmuştur. Nihayetinde, mühendis, mimar ve yöneticüerden oluşan bir komisyon kuruldu. Komisyonun ilk işi bir yeni şehir (nouvelle vüle) projesi tasarlamak oldu. Proje tam olarak uygulamaya dökülmese de Beyoğlu’nda önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Büyük Yangını izleyen 20-30 yılda ahşap binalar yerini Batı tarzı modem ve estetik taş binalara bıraktı.
Büyük anıtsal yapıların, apartmanların, okulların, ibadethanelerin, hanların ve pasajların yapımı kısa zamanda tamamlandı. Yeni yapılan binaları Avrupai tarzda restoran ve kafeler, iş ve alışveriş merkezleri, şarküteriler, oteller, modaevleri, kitapçılar, yayınevleri, seyahat acenteleri, kuaför ve güzellik salonları, saatçiler, tuhafiyeciler, perukçular, şapkacılar, oyuncakçı dükkanları süsledi. İstanbul halkı tiyatrolar, sinemalar, kafe-şantanlar, barlar, pavyonlarla tanıştı. Sokakların yıkanması, çöplerin toplanması, kaldırımların döşenmesi gibi basit şehircilik hizmetleri başladı. Türkiye’de ilk sokak ışıklandırması yapılan yer İstiklal Caddesi, ilk halka açık park alam da Taksim Gezi Parkı oldu. Reformlar sonucunda Beyoğlu bölgesi bambaşka bir görünüme kavuştu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Grand Rue de Pera zamanın gözde başkentleri Paris, New York, Londra ve Viyana’daki caddelerle yarışacak duruma geldi. Hatta, Beyoğlu’ndaki çok kültürlülük dünyanın hiçbir kentinde yoktu.
Tüm bu reformların planlandığı, finanse edildiği ve de uygulandığı yer olan Altıncı Daire Binası bugün Beyoğlu Belediyesi olarak hizmet veriyor. 1879-83 yıllan arasında adım Hollanda Elçiliği’nden hatırlayacağımız İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini tarafından yapılan bina Türkiye’nin ük belediye binası olma özelliğini taşıyor. Barborini, 1820’de Piacenza’da doğdu ve İtalyan ekolüyle yetiştikten sonra 1849’da İstanbul’a geldi. Otuz bir yıl kaldığı İstanbul’da Tarla-başı Alman Protestan Kilisesi, Çemberlitaş Hamamı, Moda’daki Assumption Church ve Mercan’daki Ali Paşa Canın gibi binalara da imzasını attı. Beyoğlu Belediye binası veya eski adıyla Palais Communal de Pera, simetrik cepheleri, geniş kat silmeleri, saçak silmeleri, köşe pilastrlan, pencere korkuluk ve allıklarıyla kendine özgü bir yapı.
#asmalımescit#Assumption Church#çemberlitaş hamamı#eliçikler tarihi#Hollanda elçiliği#İstanbul anıtsal yapıları#İstanbul elçilikleri#İstanbul gezisi#İstanbul rehberi#İstanbul seyehat#İstanbul taksim tünel#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi yapıları#İstanbul turu#taksim tüneli
0 notes
Text
Boşluk, Bağıntılılık, Barut ve Dinamit Hakkında Kıssadan Hisse
Boşluk
Boşluk, içinde hiçbir cisim bulunmayan uzaydır. Boş bir şişe, aslında içinde hava bulunduğu için boş sayılmaz. Gerçekten boş olması için havasının alınması gerekir
Bağıntılılık
Bir saat süren oyun bize çok kısa, buna karşılık yine bir saat süren bir bekleyiş çok uzun gelir. Aslında her ikisi de birer saat sürmüştür. Bu eşit iki çeşit süre, birbirlerine bağıntılı olarak bize aynı gibi gelmez.
Bir kap içinde mutlak boşluk meydana getirmek imkânsızdır. Çünkü kabı meydana getiren maddeden çıkan sayısız molekül, kabın İçine doluşur Bu yüzden mutlak boşluk daha ziyade, çok alçak basınçlı bir uzay olarak kabul edilir. Boşluk, tamamen mikropsuz bir ortamdır içinde hiçbir canlı bulunmaz. Bu yüzden penisilin gibi bazı ilâçlar havası boşaltılmış tüplerde saklanır. Bir elektrik ampulünün incecik teli, ampülün içinde oksijen olmadığı için kızarır fakat yanmaz, ampülün içinde alçak basınçlı, etkisiz bir gaz vardır.
Barut
Tüfeklerde, kurşunun büyük bir hızla namludan fırlayıp hedefine gitmesini sağlayan gücü barut verir. Barutu yakmak için bir kıvılcım yeter.
Barutu icat edenler ve İlk kullananlar Çinlilerdir. Gönümüzde bayramlarda, şenliklerde atılan kestane fişeklerinin esası baruttur. Ortaçağ sonlarında Avrupa’da da kullanılmaya başlanan barut, topların geliş, meşine yol açmış; böylece Fatih Sultan Mehmet, toplardan ilk defa geniş ölçüde yararlanarak Bizans’ı ele geçirmiş. Yeni, çağ’ı açmıştır. Kara barut güherçile kömür ve kükürt karışımından meydana gelir. Dumansız barutun esası ise nltroselü-loz adlı kimyasal bir maddedir.
Dinamit
Bir maden ocağında ateşlenen dinamit müthiş bir şekilde patlar. Bu patlayışın şiddetinden büyük kayaya da kömür parçalan havaya fırlar. Artık iş bu parçalan toplamaya kalır. Dinamit, nitrogliserinden yapılan çeşitli patlayıcı maddelere verilen bir addır.
Nitrogliserinin âni olarak kendiliğinden patlaması için üzerine hafifçe vurulması yeter. Üzerinde çalışılması öylesine tehlikelidir kı İsveç’li kimyacılardan Nobel Kardeşler 1867’de, darbelere etkisiz kalması İçin nitrogliserini silisli toprak, sarımtırak renkte madensel bir toz olan tripoli, kömür, mantar gibi maddelerle karıştırmayı düşünmüşlerdi. Böylece bir karışımla hazırlanan patlayıcı maddeler ya fitille ateşlenerek ya da kablolarla uzaktan elektrik akımı gönderilerek patlatılır.
0 notes
Photo

Plastik Bomba, Büyüteç, Uzaktan Kumanda ve Vinç Hakkında
Plastik Bomba
Plastik bomba adı verilen patlayıcı madde, hamur kıvamında, elle kolayca biçim verilebüen bir maddedir. Havaya uçurulması istenen yerin üzerine yapıştırılır, sonra da istenilen anda uzaktan patlatılır.
Taş ocaklarında, maden kuyularında plastik bomba adı verilen bir patlayıcı maddeden de yararlanılır. Bu patlayıcı maddeye bu adham kauçuğa benzemesinden ötürü İkinci Dünya Savaşı sırasında verilmiştir. Nitrogliserin ya da trinitrotoluen gibi kuvvetli bir patlayıcıdır, fakat daha kalımlı öldüğü için üzerinde çalışılması daha az tehlikelidir. Patlamak İçin patlama kapsülü ya da fitilden yararlanılır. Patlama sırasında etrafa öylesine sıcak gazlar yayılır ki patlamanın etkisi böylece daha da artmış olur.
Büyüteç
Büyüteç, ülserine koyup baktığımı cisimleri olduklarından daha büyük ve daha ayrıntılı bir şekilde görünmesini sağlayan camdan bir mercektir. Meselâ güzlük camları da, etrafımızı daha iyi görmemişi sağlayan birer büyüteçtir. Mercekler, fotoğraf makinesinin, ya da sinema oynatıcısının objektifini meydana getiren, büyüteçlere benzeyen yassı ve yuvarlak camlardır. Çoğu zaman birkaçı bir arada kullanılır. Marcaklar, üzerlerine parlatılmış, yuvarlak cam parçalarıdır.
Uzaktan Kumanda
Ya çok tehlikeli olduğu ya da çok uzakta bulunduğu ve onu bizzat giderek yapmamıza imkân olmadığı için bazı işler uzaktan kumanda edilerek gerçekleştirilir. Uzaktan kumanda usulü günümüzde pekçok alanda kullanılmaktadır. Uzaktan kumanda sayesinde bit demiryolu hatlındaki makasın açılıp kapatılması, bir vincin çalıştırılması, dinamitle bir köprü, nün uzaktan havaya atılması, hattâ otur, duğumuz koltuğumuzdan odanın karşı köşesindeki televizyon alıcısında istediğimiz programı arayıp bulmamız mümkün olur. Bunun gibi radyoaktif ürünlerle çalışmak zorunda olan işçi, uzaktan kumanda sayesinde elini bile sürmeden kalın camın geri, sinden radyoaktif ürünlerle istediği gibi çalışabilir. Günümüzdeki büyük modern fabrikalarda makineler, kumanda odasında birtakım düğmelere basılarak kontrol ve idare edilmektedir.
Vinç
Ağır cisimleri yükseklere kaldırmak için vinçlerden yararlanılır. Vinçler, daha çok inşaatta, fabrikalarda, gemilerde, limanlarda, yükleme boşaltma merkezlerinde kullanılır. Vinç, bir gövde ve kumanda odası, eğik olarak duran bir kol, bir de bu koldan aşağıya sarkan kablolardan meydana gelir. Va gemilerdeki gibi sâbit yâni durağandır veya rıhtımdakiler gibi tekerlekler veya raylar üzerinde hareket eder. Makinist ya kumanda odasından ya da uzaktaki kumanda merkezinden, kocaman vinci tek başına çalıştırabilir. Günümüzde helikopterler de vinç yerine kullanılmaktadır. Daha güçlü, hareket kabiliyeti çok daha fazla olduğu için meselâ bir kulenin tepesine heykel yerleştirmek gibi cambazlık isteyen işlerde vinç yerine helikopterden yararlanılmaktadır.
#Büyüteç#büyüteç nedir#büyüteç nerelerde kullanılır#plastik bomba#plastik bomba yapımı#uzaktan kumanda#vinç#vinç nedir
0 notes
Photo

Çiy, Klorofil ve Fotosentez Olayları
Çiy
Çoğu zaman sabahları ormanlardaki ağaçların, yerdeki otların, bitkilerin üzeri küçücük su damlacıklarıyla kaplanır. Bu olay ya bitkinin terlemiş olmasından, ya da su buhan yüklü havanın, yaprakların üzerinde çiy meydana getirmiş olmasından ileri gelir.
Çiy olayı İle bitkinin terleme olayı çoğu zaman birbirine karıştırılır. Çiy, nemli havanın soğuk toprağın ya da çeşitli cisimlerin üzerinde yoğunlaşması olayıdır. Bu damlacıklar bitkilerin üzerinde olduğu gibi yerdeki taşların, hattâ örümcek ağlarının üzerinde de meydana gelebilir. Öte yandan sıcak gecelerde bitkiler tazeliklerini devam ettirebilmek için yapraklarından küçücük su damlacıkları çıkartarak terlerler. Yanlış olarak çiy diye adlandırılan bu su damlacıkları yalnız bitkilerin yaprakları üzerinde görülür, yerlerdeki taşlarda görülmez.
Eskiden köylüler topraklarını ekin değiştirerek zaman zaman da hiçbir yay ekmeyerek dinlendirirlerdi. Günümüzde tarlalarda hep aynı bitkiyi ekip yetiştirmek zorunluluğu toprağın kuvvetini çok düşürmektedir Toprağı devamlı olarak tabii ve aunt gübreyle beslemek gerekmektedir. Son yıllarda plastik endüstrisinde, balıkçılıkta, potas ocaklarında, şeker fabrikalarında ikinci derecede elde edilen maddelerden sunf gübre olarak yararlanılmaktadır.
Klorofil
Yapraklara ve otlara güzelim yeşil rengini veren klorofil denilen bir maddedir. Bitki, bu madde sayesinde yaşayabilir. Sararan bir bitki, klorofilini kaybediyor, ölüme yaklaşıyor demektir.
Klorofil, bitkilere hayat veren maddedir. Klorofil sayesinde bitki, yaşaması İçin gerekil besinleri sağlar ve bunları Özümler, özümleme, bitkinin besinlerini sindirmesidir. Bu olay sonucunda, klorofil, güneş etkisi altında, havadaki karbondioksidi karbonhidrat hâline çevirir. Karbonhidrat, bitki hücresinin ana maddesidir. Klorofilden yoksun bitkiler, meselâ mantarlar, özümleme yapma yetenekleri olmadığı için klorofili bitkilere sarılarak yâni asalak yaşarlar.
Fotosentez
Bütün canlıların enerjisini güneş sağlar. Bitkiler, şekerle diğer besin maddelerini depo edebilmek için güneş ışığından yararlanırlar. Bu olaya fotosentez denir. Hayvanlar ve insanlar da enerjilerini Güney onorjisi bize hem ısı, hem de ışık haline gelir. Rüzgârların, yağmurların, akarsuların, hayvan ve bitkilerin yayması İçin gerekil nemin meydana gelmesini güneş sağlar. Güney ışığı ise klorofili bitkiler tarafından yekerlerln ve nişastaların sentezlinle sağlamak amacıyla kullanılır. Bitkiler, özellikle otlar, ot yiyen hayvanların temel besin maddesidir; böylelikle bu otlar et yiyerek beslenen hayvanların da besin maddesinin temelini meydana yetirirler. Kısacası fotosentez, bütün canlıların beslenmesi için güney enerjisini depo etme olayıdır.
0 notes
Photo

Kehribar, Piramit ve Zafer Sütunu
Kehribar
Çoğumuz saydam, sarı renkte tanelerin yanyana dizilmesiyle yapılmış gerdanlıklar, teşbihler görmüşüzdür. Bu sarı saydam madde “kehribar”dır. Çoğu yerde süs eşyası olarak kullanılır, bazı ülkelerde uğur getirdiğine ve hatta çocukların sağlığını koruduğuna inanılır.
Çam ve benzeri ağaçlar reçine salarlar. Kehribar, tarihöncesi çağlarda yaşamış kozalaklılardan bazı ağaç çeşitlerinin fosil hâline gelmiş reçinesidir. Daha çok Baltık Denizi kıyıları boyunca uzanan kumsallarda bulunur, büyükçe çakıllar hâlindeki kehribarların dalgalarla kıyıya vurduğu görülür. Kehribar yontulup işlenip şekil verilerek gerdanlık, teşbih, ağızlık, pipo başı, uğur taşı, biblo gibi çeşitli süs eşyası yapılır. Bazı kehribarların içinde milyonlarca yıl öncesinden kalma, yapışkan reçinenin arasında kalan ve günümüze kader bozulmadan duran böcek fosillerine de rastlanır.
Piramit
Piramitler, Eski Mısır’ın kralları olan Firavunların hayattayken kendileri İçin yaptırdıkları mezarlardır. Nil vadisinde yükselen bu dev anıtların 4000 yıldan daha fazla bir tarihi vardır.
Bugün bizler Eski Mısırlıların günlük yaşayışlarını, tarihlerinden çok daha iyi bilmekteyiz. Bu da Eski Mısır mezarlarının baştanbaşa, firavunların ve halkın günlük hayatını yansıtan heykeller ve resimlerle süslü olmasından ötürüdür. Ne var ki bu mezarların pek çoğuna hırsızlar girmiş, İçerde bulabildikleri değerli eşyayı yağma edip götürmüşlerdir. Yalnız «Krallar Vadisi» denen yerdeki mezarların ölüm odalarına girilmemiş, İçindekilere el değmemiştir. Oradaki mumyalanmış firavun cesetleri, etrafında eşyası, mücevherleri, elbiseleri, âletleriyle 4.000 yıl önceki gibi bulunmuştur.
Zafer Sütunu
Zafer sütunları, Romalıların, kahramanlarının zaferlerini yaşatmak için diktikleri anıtlardı. Günümüzde, büyük şehirlerde, aynı amaçla daha sonradan dikilmiş başka zafer sütunları da vardır.
Roma’daki Traian sütununun üzerinde, dönerek yükselen 200 metrelik bir şerit hâlinde bu İmparatorun hayatını yansıtan yarı-kabartmalar vardır. Günümüzdeki modem sütunlar İse Romalılarınkinden ilham alınarak bir olayı anmak için dikilmiş anıtlardır. Meselâ Paris’te, düşman toplarından eritilen tunçla dökülen Vendöme sütunu. Napoleon’un zaferlerinin hatırasına dikilmiştir. Basille sütunu ise 1830 ihtilâlinin timsalidir. Londra’daki Nelson anıtı İse büyük İngiliz amirali Nelson’un adına dikili bir zafer sütunudur. Ziyaretçiler sütunun içindeki merdivenden yukarıdaki sahanlığa çıkıp etrafı seyredebilirler.
#gizemli pramitler#kehribar#kehribar nedir#kehribar taşı#mısır pramitleri#pramit#sırrı çözülemeyen pramitler#Zafer sütunu
0 notes
Photo

Bulutlar, Küme Bulut ve Sisler Hakkında Faydalı Bilgiler
Bulutlar
Bulutlar, çok hafif oldukları için rüzgâr tarafından havada tutulan çok küçük su damlacıkları, ya da buz iğneciklerinden meydana gelmiştir. Hazan bunlar bir araya gelerek yağmur hâlinde yere düşerler.
Bulutlar pek çok kimsenin sandığı gibi su buharı değil, sıvı, ya da donmuş hâldeki su parçacıklarıdır. Bu parçacıkların da kendine göre bir ağırlığı vardır bunun etkisiyle de havadan yere doğru düşerler. Ne var kİ hızları o kadar azdır ki saatte 50 metreyi geçmez. Bazı kereler düşerken- sıcak hava tabakalarına rastlarlar, buharlaşarak dağılırlar. O zaman bulut faize havada uçuyormuş gibi görünür. Batı kerelerde aralarında birleşerek ağır yağmur damlası, ince sis perdesi, ya da hafif kar tanecikleri hâlini alırlar.
Küme Bulut
Küme bulutlar «kümülüs» güzel havalarda görülen beyaz ve yusyuvarlak bulutlardır. Yağmur taşıyan kurşuni renkli ve yere yakın ağır karabulutların «nimbüs» tam tersidirler. Biçimleri ve duruşlarına göre bulutlar başlıca dört grupta toplanır. Yağmur yağacağına işaret eden İnce uzun lifler hâlindeki beyaz tüybulutlar “sirüs”; Güneşin batışı sırasında meydana çıkan, yatay şeritler hâlindeki katmanbulut’lar “stratüa”; Alçaklarda meydana gelen, kurşuni ronkte, yağmur dolu karabulutlar. “nimbüs”; Hava açık olduğu zaman masmavi gökyüzünde uçuşan, İyi hava habercisi kümebulut’lar “kümülüs”. Ayrıca bunlar aralarında birleşerek yumakbulut “sirrokümûlüs”, tülbulut “sirrostratüa”, yığınbulut “strâtokümülüs”, boranbulut “kümülonimbüs”, kababulut “altokümülüs”, üst-katmanbulut “altosratüa” gibi bulutları meydana getirirler.
Sis
Toprak, ya da su yüzeyinde meydana gelen bir buluttur. Küçücük su damlacıklarından meydana gelen bu bulut, arkasında kalan manzarayı bir perde gibi örter. Çoğu kere kara trafiğinin yavaşlamasına, deniz trafiğinin ise tamamen durmasına sebep olur.
Sis, sakin havalarda, su buharıyla dolmuş olan havanın, suyun donmasını gerektiren bir ısıyla karşılaştığı zaman meydana gelir. Bu da, nemli ve sıcak olan havanın ya soğuk bir hava akımıyla soğuması, ya da gece soğuğuna maruz kalmış olan toprağın etkisi sonucu olur. Şehirlerin üzerinde sis, dumanların ve tozların etkisiyle daha kolay meydana gelir. Londra’da ais bazı kereler öylesine kalın olur ki, İnsanların üzerindeki çamaşırları bile kirletir. İngilizler böyle sisler için «bezelye püresi gibi sis», derler.
#altosratüa#boranbulut#bulut#bulutlar#kaba buluti kümülokimbüs#küme bulut#Sis#strâtokümülüs#üst katman bulut#yığın bulut#yumak bulut
0 notes
Photo

Hayatın Aşka Tutulması “Leyla ile Mecnun”
Leylâ ve Mecnun
Doğu edebiyatında çok yaygın bir aşk hikâyesinin kahramanları, Türk, Arap ve İranlıların gerek klasik, gerek halk edebiyatlarında pek çok Leylâ ile Mecnun vardır. Bunların en güzeli, Fuzulî’nin yazdığı «Leylâ ile Mecnun» mesnevisidir.
Kays ila Leylâ, küçük yaşta birbirlerini severler. Leylâ, sevdiği Kays’ı ara sıra kıskandırmaktan zevk alır. Sevgisi günden güne artan Kays, Leylâ için şiirler söylemeye koyulur. Kays’ın babası, Leylâ’yı oğluna ister. Kays’ın yazdığı şiirlerin kızının adını dile düşürdüğü gerekçesiyle Leylâ’nın babası kızını vermez. Kays, Leylâ ile görüşmekten vazgeçmediği için halifeye şikâyet edilir ve kızla görüşmesi yasaklanır. Leylâ’nın kabilesi başka bir yere göçer… Bu aşktan kurtulması için duâ etmek üzere Kâ-be’ye götürülen Kays, orada aşkının artması için Tanrı’ya yakarır. Bu arada Leylâ, başkasıyla evlendirilir. Kays, gerçekten çılgına döner. Mecnun olup çöllere düşer, vahşi hayvanlarla yoldaşlık eder, insanlarla ilgisini keser. Bu ayrılık acısına dayanamayan Leylâ Ölür. Bir gün sonra da Mecnun’un ölüsü bulunur.
Arlecchino
Zanni veya Arlecchino (Fransa’da Arlequin) İtalyan Sanat Komedisinin kişisi, 1572’de doğru Bergamo’da (İtalya) doğdu.
Kara maskesi, gri şapkası, alaca bulacplı elbisesi, şakşak’ı ve zekâsı onu meşhur yaptı. Arlecchino, Italyan komedisinin rengârenk bir elbise giyen, yüzü isle boyalı, başı kazınmış soytarısıdır. Italyanlar Arlecchino’ya Zanni derler. Bu ad. lâtin soytarısı Sannlodan gelir. Kral Henri IV, devrinin Arlequin’i Tristan Martinelli’yi huzuruna kabul etmekten büyük bir zevk duyardı. Martinelli, tiyatrodaki küstahlığını, günlük hayatta, kralın sarayında sürdürerek günün birinde kralın tahtına oturdu ve kralı ayakta bıraktı. Henri IV, bu münasebetsiz davranışı hoş karşılayarak güldü. Güneş-Kral devrinde Arlequin’ler topluluğu, Moliöre’le birlikte Kral Sarayı isimli tiyatroda, nöbetleşe temsiller verirdi. Regnard ve Marivaux gibi yazarlar da, bu küstah ve zeki uşağı sahneye koydular. Arlecchino’nun kişiliğine sadık kalan, Milano Küçük Tiyatro’su, onu bütün dünya sahnelerinde hâlâ alkışlatmaya devam ediyor.
Pickwick
Samuel Pickwick, 1837’de ünlü İngiliz romancısı Charles Dickens’in yazdığı «Mister Pickwick’in Serüvenleri» adlı kitabın kahramanı, eski tüccar ve Pickwick’çiler kulübü başkanı.
Bin bir çeşit acayip serüvenle karşılaştı. Samuel Pickwick, servet sahibi olduktan sonra işlerden elini, ayağını çeken iyi yürekli bir Ingiliz zenginidir. İnsanlığa hizmet etmeye karar verir ve Pickwick’çiler kulübünü kurur. Sonra pek sâf düşüncelerle hareket eden kahramanımız bütün dünyayı dolaşır. Her şeyi sâdık uşağı Sam Weller’in hiçbir şekilde benimsemediği tam ve sarsılmaz bir iyimserlik açısından görür. İyi insan Pickwick, şeref ve haysiyetinin, çoğu kere gayet zor durumlara düştüğü olaylarla karşılaşır. Çok dalgın ve düşünceli olduğu bir gün, büyük bir ciddiyetle not defterine, kendisini götüren payton sürücüsünün değişik ve garip düşüncelerini yazmaktadır. Sürücü ise Pickwick’in kendisini şikâyet etmek için arabasının numarasını aldığını zannederek kızar ve bu sâkin müşterisini bir güzel döver.
#Arlecchino#bilgi nehri#bilinmezler#hikayeler#İngiliz zengini#kıssadan hisse#küçük hikayeler#Leyla ile mecnun#pickwick#tarihte ki kişiler
0 notes
Photo

Kınakına Ağacı, Kauçuk Ağacı, Paletüviye Ağacı ve Yerfıstığı ile Doğal Yaşam
Kauçuk Ağacı
Kauçuk ağacı tropikal bölgelerde yetişir. Gövdesinde açılan çiziklerden «lateks» adı verilen beyaz bir sıvı akar. Bu sıvıdan ham kauçuk ya da lâstik denen madde elde edilir.
Kauçuk ağacının gövdesinde açılan derince çiziklerden, tıpkı çam ağacının gövdesinden akan reçine gib; beyaz bir sıvı akar. Bu sıvı toplanıp süzülür, saf suyla sulandırılır bir asidin etkisiyle koyuca bir kıvam alması sağlanır. Böylece elastik bir madde elde edilmiş olur. Bu elastik madde akarsu altında, özel makinelerde yaprak yaprak kesilir, sonra da kurutulur. Böylece saf kauçuk elde edilmiştir. Dayanıklılık kazanması İçin kükürtle karıştırılır ki buna kauçuğun “vülkanize edilmesi” denir. Kauçuk artık otomobil lastiği boru gibi pekçok çeşitli eşya yapımına elverişli hale gelmiştir.
Kınakına Ağacı
Kınakına, Güney Amerika ormanlarında, ya da Afrika yaylalarında yetişen büyük bir ağaçtır. Kabuğunda, doktorlukta sıtmanın tedavisinde kullanılan kinin adlı ilâcın ham maddesi bulunur.
Kınakına ağacının yüksekliği 25-30 metreye ulaşabilir. Nemli ve deniz yüzeyinden yüksek yerleri sevdiği için Peru’da olduğu gibi Afrika’da da yetişir. Günümüzde özel fidanlıklarda yetiştirilmektedir. Genç fiden 8-10 yaşına gelip de gövdesi iyice kalınlaştığı zaman üzerindeki kabuklar kaldırılıp toplanır, kurutulur, toz hâline getirilir, sonra da bundan kinin elde edilir. Doktorlukta yüksek ateşlere karşı kullanılan bu çok değerli iliç ilk olarak Pelletier ve Caventou adlı iki Fransız bilgini tarafından bulunmuştur. Bazı şaraplara ve İştah açıcı içkilere kınakına kabuğundan elde edilen öz karıştırılır.
Paletüviye Ağacı
Paletiviye ağacı akarsu boylarında, deniz kenarlarında yetişir. Suya, ya da toprağa dalmış olan kökleri, gövdeyi yerden birkaç metre yüksekte, havada tutar.
Paletüvlye ya da rizofora ağacı denen bu ağaç, nemli ve çamurlu topraklarda yetişir. Kökleri bataklıklarda hatta deniz suyunda bile dai-budak salabilir. Meyvalar, daha ağacın üzerindeyken İnce uzun bir kök salarlar. Meyva olgunlaşıp da ağaçtan kopunca alt taraflarındaki bu sivri kök çamura ya da batağa döşüp ok gibi saplanır. Senegal’de bir zamanlar Casamance nehri ağzında midye yüklü bir gemi batmıştı içindeki midyeler hemen oradaki bir paletüvlye ağacının kökleri üzerine salkımlar hâlinde tutunmuşlardı. Kökler üzerinde yerleşmiş olan midyeler rahatlıkla beslenmekte ve çoğalmaktadırlar.
Yerfıstığı
Yerfıstığı sıcak ülkelerde yetişen bir bitkidir. Meyvalarından ya kavrulduktan sonra eğlencelik olarak veya ağır preslerden geçirilerek yağ elde edilmesinde yararlanılır. Salatalımıza koyduğumuz yağların içinde yerfıstığı yağı da vardır.
Yerfıstığı, fasulyeye benzer bir bitkidir. Çiçekleri solunca sapları yere doğru kıvrılır ve toprağa girer. Böyle olunca da meyve toprağın İçinde meydana gelip gelişir. Bu meyve fasulye biçimindedir. Kabukları açıIınca İçinde yağ bakımından çok zengin İki tane bulunur. Eğlencelik olarak yenilen yer fıstıkları kavrulduktan sonra satılır. Büyük yağhanelerde yerfıstıkları sıcaklık altında preslerden geçirilerek yağları çıkartılır. Geriye kalan küspesi de ya hayvanlara yedirilir, ya da gübre olarak tarlalara yer alır.
1 note
·
View note