Tumgik
mahirgbo · 6 years
Text
Festival Filmleri
Festivale çocukla birlikte gelmenin dezavantajıyla iyi kabul edilen filmlerin neredeyse hepsini kaçırdım. Kelebekler, Yol Kenarı, Buğday hiçbirini izleyemedim. İzlediklerim arasında en iyisi Aydede’ydi ama o da öyle pek akılda kalacak bir film değil.
Aydede bir çocukluk ve kasaba hikayesi. Filmi izlerken “bunların hepsini bende yapmıştım, yaşamıştım” diyebileceğiniz şeyler var -özellikle erkek çocuklar için. Denk gelinirse izlenebilecek bir film.
Tumblr media
Put Şeylere’yi izlerken şöyle düşündüm. Onur Ünlü kabus, rüya karışımı bir şeyler görmüş sonra da kalkmış onun filmini yapmış. Film o kadar ilginç ki ne sevdim diyebilirim ne de sevmedim. İzlerken eğlendim, felsefik söylemler, kader üzerine olan konuşmalar iyiydi. Fakat bir o kadar da anlaşılmaz ve o anlaşılmazlığı ile hiçbir duygu bırakmayan bir film.
Tumblr media
Körfez ise metaforlarla dolu bir İzmir filmi. Kısa süre önce boşanıp, ailesinin evine döndükten sonra kokmaya başlamış, çürüyen bir şehirde yeniden varolmaya çalışan bir adamın Gezi kalkışmasına göndermelerle dolu bir hikayesi. Başrol oyuncusunun özellikle iyi olmaması ve filmin büyük bir yoğunlukla metaforlara dayanarak derdini anlatmaya çalışması filmi boğuyor.
Tumblr media
Ümmü Gülsüm’ün Peşinde, mükemmel bir film direktörü olmak isteyen ve bu uğurda hayatı boyunca mükemmel ve kusursuz kalarak bir ülkenin idolü olan Ümmü Gülsüm’ün hikayesini anlatmak isteyen ama bunu yaparken geride bıraktığı oğlunun ortadan kaybolması ile kusurları ile yüzleşmesi gerektiğini fark eden bir kadın film yönetmenin hikayesi. Film geriye dönüşleri, şarkıları ile hem belgesel tadı da veriyor. İngilizce diyalogların mekanik duruşu, ataerkil ilişkilere yüzeysel eleştirisi ve filmin son bölümü ise filmin negatif tarafları.
Tumblr media
Bekçi filmine hiçbir beklentim olmadan gittim. Bir mezarlık bekçinin başından geçen bir gerilim hikayesi. Bir kasabada vicdanı ile çatışan ve bu çatışma halinde gerçeği, rüyayı, kasabalılara özgü destansı hikayeleri, hastalıkları ile birbirine karıştıran ve karıştığının farkına varmayan bekçinin yaşadığı trajik olaylar. Bekçi yönetmen için iyi bir ilk film. Ama film sonrasındaki söyleşide filmi anlatıp sorulara cevap vermek yerine kendisini savunma ihtiyacı seçmesi gereksizdi.
Tumblr media
‘İFF’de Kuluçka diye bir film izledim’ diye bir cümle keşke kurmasaydım. Sinema izleyicisi böyle bir zulüm, böyle bir nefes darlığı, böyle bir sıkıntı yaşamamıştır. Filmin ortasında şöyle bir şey yapmak istedim.
Tumblr media
And Breath Normally, İzlandalı yalnız bir anne ve Guinea’lı bir ilticacının tesadüflerle karşılaşması ile doğan dostluklarının sonucunda kendilerini farklı şekillerde kıskacın altına alan devlet, bürokrasi, sistemlerin işleyişinin insan üzerindeki etkilerini anlatıyor. Filmin konusu ve anlatılmak istenenler her ne kadar insani ve değerli olsa da onların buluşturan tesadüflerin abartılı fazlalığı filmin inandırıcılığını ve yarattığı ya olası yaratacağı etkileri en aza indiriyor.
Tumblr media
Longing bir İsrail filmi. 19 yıl sonra eski sevgilisi ile buluşan fabrika sahibi bir babanın bir oğlu olduğunu ama aynı zamanda onu hiçbir zaman göremeyeceğini duyması ile başlıyor. ‪Bir ayağı diğerinden kısa, piyanist, şair ruhlu ama ayni zamanda obsesif bir şekilde öğretmenine aşık oğlunu tanıma macerası aslında bize Baba’yı ve onu tanımamızı sağlıyor. Babası tarafından yıllar boyu dövülmüş, devamlı kendisinden kaçan bir adamın k‬orkuları ile trajik-komik zaman zaman absürt bir yüzleşme‪si. Longing iyi bir film, izlenir. ‬
Tumblr media
En çok sevdiğim film ise The Home oldu. Asghar Yousefinejad’ın hikayesi, dinamiği ile adaşı Asghar Farhadi’nin Filmlerini hatırlatan filmi o çarpıcılıkta olmazsa da özellikle ilk yarım saati ile izleyiciye nefes aldırmayan bir tempoya sahip.
Film babanın ölümü yani ölüsünün eve ulaşması ve ailenin, kızının, komşuların onu karşılaması ile başlıyor. Kamera kullanımı, tepkilerin gerçekçiliği, diyaloglar öyle hızlı bir maratonda işliyor ki her karesinde orada olduğunuzu hissediyorsunuz.
Babasından uzun yıllar ayrı kalmış bir kız, onu gizli gizli sevmiş bir kuzen, vasiyet üzerine ve iş kaybetmemek için ölünün bedenini üniversite hastanesine nakletmek isteyen bir memur, filmin sonunda ancak ortaya çıkan damat arasında geçen hikaye müthiş bir dinamizmle işleniyor. Babasından uzun yıllar ayrı kalmış bir kız, onu gizli gizli sevmiş bir kuzen, vasiyet üzerine ve iş kaybetmemek için ölünün bedenini üniversite hastanesine nakletmek isteyen bir memur, filmin sonunda ancak ortaya çıkan damat arasında geçen hikaye müthiş bir dinamizmle işleniyor.
Tumblr media
Festivalde izlediğim en son film Borç oldu. Filmin içinde “iyilikler” var ama genelde tatmin edici değil. Başrolde oynayan karı-koca ve anlatılmaya çalışılan iyilik hikayesi güzel fakat filmin dinamiği, içeriği çok düşük. Film iyilik üzerinde düşünmemizi istiyor ama bunu yaparken anlatılan hikayenin kahramanları ve gelişen olaylar tek düze ve sonradan yapıştırılmış gibi duruyor. Filmin büyük çoğunluğu hadi bir şeyler olsun beklentisi ile geçiyor ve olanlar hikayeyi yeterince beslemiyor.
Örneğin İran sinemasında, bir Asghar Farhadi filminde böyle bir konu işlense hayatın canlılığı, tezatları bizi yaşamla karşı karşıya getirir ve konu sadece bir karakter üzerinden yükselmez. Yükselse de bu belirleyici olmaz. Belki izlediğimiz ‘küçük’ bir toplumsal olaydır ama orada kocaman bir ülkeyi, adalet sistemini, çıkmazları vb görürüz. Borç filmi belki de böyle bir potansiyelle çıksa da konunun işlenişi, anlatımı ve hikayesi ile o seviyenin çok altında kalıyor.
Tumblr media
4 notes · View notes
mahirgbo · 7 years
Photo
Tumblr media
Feda Üzerine
Kimse başka bir kimse için, bir dava ya da inanç uğruna kendisini feda etmemeli. Fedanın olduğu yerde öyle ya da böyle kendisini gerçekleştirememiş bir insan, insanların bir araya getirdiği gruplar vardır.
Yaşamın, tarihin neresinde ve nasıl olduğumuzu bilmemiz pek kolay değil. Feda çoğu zaman bu bilmemezliğin sonucu olarak ortaya çıkar. Bilinmeyenin olduğu yerde kendimizi daha değerli, güçlü, kabul edilir vb. bir şeylere adamak ya da onlara feda etmek daha çekici gelir. Bu güçlü şeylere örnek olarak din, politik inançlar, parti, sosyolojik ve kültürel kurumlar örneğin aile, evlilik, ya da ün, şöhret vb. verebiliriz.
Fedanın olduğu yerde doğal olarak bir güç hali oluşur. Kendisini feda edenin ya da feda edenlerin içinde bulundukları pratikten edinilen bir güç ve öylece uğrunda feda olunanın biriktirdiği kat be kat daha büyük bir güç. Bu güç öyle büyür ve birikir ki sadece şimdiki zamana değil gelecek nesillere de bu oluşmuş güçlere sorgusuz sualsiz boyun eğdirip onları da kendilerini feda etme yarışına sokabilir. Bunu yaparken feda eylemi yüceleşir. Feda yücelirken kendisini feda edene yanılsamalı ve dışarıdan bir yücelik ihsan edilir fakat bu pratik içerisinde içten içe küçülen bir insan ya da gruplarla karşılaşırız. Feda etmek bazen can vererek bazen de yaşamını belli şekillerde ve koşullarda yaşayarak olur.
Feda eden kendisini feda ettiği yerde mutlu olabilir ya da eskisine göre kendisini çok daha güçlü hissedebilir. Fakat edinilen bu mutluluk ya da güç feda edilinen yerin, inancın, ilişkinin vb. belirlediği çizgiler çerçevesinde, koşullarında olur. Ya da tam tersi feda etme hali bir güçsüzlük, olumsuzluğu kabullenme olarak yaşanıp çaresizlik hali olarak da yaşanabilir. Fakat bu kabullenme, çaresizlik hali bile kişinin başkalarına dayattığı bir güce dönüşebilir.
Bazen tarih öyle bir denk gelir ki feda eden ve feda edilen, yani feda eylemi tarihin en ileri en iyi yerine denk gelip zamanla örtüşür. Ama bu durum çok nadir gerçekleşir. Zaten gerçekleştiği yerler ister istemez insanlık tarihinin en önemli zamanları, olayları, kişileri olarak tarihe geçer. Burada olanın feda değil de belki de kişinin kendisini en iyi, en bilinçli bir şekilde olduğu yer ve zamanı en önemli ve gerekli hallerini doğru, ileriye götürücü bir şekilde tahlil ettiği söylenilebilir. O zaman bu durum feda olmaktan çıkıp kişinin doğa ile bütünlüklü bir şekilde kendisini gerçekleştirmesi hali diyebiliriz. Orada feda değil de o tarihsel anda kişinin en ileriyi gerçekleştirmesi vardır. Sokratesin kendisine yönelik suçlamaları kabul etmeyip baldıran zehiri içmesi ya da idama ilk mahkum olduğunda acılar içinde kıvranan Roma’lı filozof Anicius Boethius’un Felsefenin Tesellisi’ni yazarak idamına hiç taviz vermeden gitmesi ve kendisinden yüzyıllar sonrasında yaşayanlara bile yazdıklarıyla bir bağ kurması, teselli vermesini örnekleyebiliriz. Böyle bir kendini gerçekleştirme eylemi doğaüstünden, olmayandan yani yaratılandan uzaklaştırırken, gerçekle yüzleşip insanı insanla yani kendisiyle buluşturmaya hizmet eder.
Eğer yukarıdaki gibi durumlar yoksa onun yerine feda vardır ve fedanın olduğu yerde yalnızlıklar, anlaşılmamazlıklar, kaçmalar, dogmalar vb. vardır. Ama çarpıtılmıştır. Şöyle ki kişi, grup, ve sosyolojik kurumlar için feda kutsallık gibi görünür ve kişiler de öylece kendilerini avutur ya da ne kadar zor durumda olsalar bile feda edilenin sağladığı toplumsal, kültürel güç her şeye katlanılmasını getirir. Çoğu zaman hayatın zorlukları ile karşılaşan ve onlarla baş edebilme gücünü kendisinde bulamayanlar için kendini bir inanca, kuruma, yere, kişiye feda etmek kurtarıcı halini alır. Feda edilen yerde kişi kutsanmıştır, feda edilen güç onun koruyucu ve kurtarıcı kolları ile sarmış yaşadığı tüm acılardan onu kurtarma sözü vermiştir. Fakat kişi sadece bir şekilde kurtarılacaktır o da kendisinden tamamıyla vazgeçip feda edilenin kurallarına göre yaşarsa. Bunu militanca yapanlar, farkında olmadan ya da yarı gönüllü yapıp durmadan kendisiyle kavga halinde olanlar da vardır.
Eğer bir inanç, dava, kavga, ortaklık artık adı her ne olursa olsun fedayı salık veriyorsa ya da feda onun bir bileşeni ise o inanç, dava vb. gücünü bilimden değil de özü dinden gelen inanışlardan alıyordur. Öyle inanışların hüküm sürdüğü ve önayak olduğu tarihsel değişimler, ilerlemeler artık adı ne konulursa konulsun temelinde insanı doğadan uzaklaştırmaya yabancılaşmaya hizmet eder. Fakat insanlık tarihi din ve doğmaların varlığına rağmen ilerleyişinde bilimsel anlayışın gelişimi durmaz ve onu kendisine daha çok yakınlaştırır. Kendisine yakınlaşan insan varlığını sorgularken eskinin bir üstündedir. Fedanın ve uğrunda feda olunanın gücü dinamikleri ise halen heybetlidir ve gücünü geçmişten yani geçmişi içinde, vücudunda taşıyan insandan ve onun oluşturduklarından alır ve öyle kolay kolay gidecek gibi değildir.
Bilim yani doğanın olduğu gibi kavranmasının yol ve yön verdiği bir hayat ise insanı ve oradan hayatı her yönüyle yüceltir, ‘mutlu’ kılar. Doğa ve insan birbiriyle barışır, Adem ile Hava kovuldukları yere tekrardan dönüp onlarla ‘bir’ olabilir.
3 notes · View notes
mahirgbo · 7 years
Photo
Tumblr media
Siz Olamadığınızda Her Şey Duruyor İlerlemenin belki de ilk şartı değil ama en önemlisi bir şekilde ideolojilerden, liderler bağlılığından kurtulmak. İdeolojilerin ve lider bağımlılığının olduğu yerde siz olamıyorsunuz ya da belki de farkında bile olmadan onlarsız olamayacağınızı düşünüyorsunuz. Siz olamadığınızda her şey duruyor. Ne kadar büyük bir potansiyele sahip olursanız olun, ne kadar iyi bir insan olursanız olun eğer ideoloji veya liderlere bağlandıysanız sizin bütün iyi özellikleriniz onlarla birlikte ya varoluyor ya da çoğunlukla olmuyor. Bütün verdiğiniz kararlar, hayatı anlamlandırma, anlama, en genelinde hayatla girdiğiniz tüm ilişkiler o ideolojilerin ve liderlerin süzgecinden geçtiği için kendinizi değil onları ya da onların ulaştığı yaşadığı seviyeyi çarpık bir şekilde onlardan bile soyutlanmış bir şekilde yaşıyorsunuz. Sizinle aynı düşünenler, aynı cephede yer alanlar sizi çok seviyor. Sizde onları çok seviyorsunuz, hatta sevmedikleriniz olsa bile seviyor gibi yapıp bir şekilde onlarda sevilecek şeyler buluyorsunuz. Sizin gibi düşünmeyenleri sevmiyorsunuz. Sevdikleriniz çıksa bile sevmiyor gibi yapıp bir şekilde onlarla ilgili sevilmeyecek bir şeyler buluyorsunuz. Sizin gibi düşünmeyenler, ayrı ideolojilere liderlere inananlar da sizi sevmiyor. Sevseler bile mutlaka sizde ve sizin gibilerde sevilmeyecek bir şeyler bulabiliyor. Bu böyle hiç bitmeyen kısır döngülerle sürüp gidiyor. İdeoloji ve grupçulukla gelen özgüven, yanılsamalı bilgi edinimi pratiği ile birleştiğinde onu değiştirmek çok daha zorlaşıyor. Özellikle bu birlikteliğin yakınlık derecesi gözleri karartıyor. Her ne kadar çekici ve de var edici olsa da ideoloji ve liderlerden kopmak uzun erimde sizi ilerletiyor ve daha önceleri farkına varamadığınız potansiyellerinizi fark etmenizi sağlıyor. Böylece belki de hayatınız ve yapacaklarınız, aldığınız kararları doğrudan etkileyerek yapabileceğiniz yanlışları, yanlış kararların önüne geçebiliyorsunuz. Bu kendimizi soyutlamak, sosyal yaşantıdan ya da hayatı, dünyayı değiştirme mücadelesinden uzaklaşmak, edilgen bir hale gelmek anlamına gelmiyor. Aksine hayata ve dünyaya ideolojilerin ya da sadece liderlerin gözlüklerinden bakmamak sizi özgürleştiriyor, daha zor olmasına rağmen sizi onların gölgesinden kurtarıp kendi kocaman gölgenizi fark etmenizi sağlıyor. Buna ulaşabilmek emek istiyor, risk almayı gerektiriyor. En yakınınızda hissettikleriniz bile size sırtını dönebiliyor ama başka yol yok. Fiziksel, duygusal ve düşünsel uzaklaşma kaçınılmaz bir gereklilik haline gelebiliyor. Yaşam, varolmak, politika öyle bir seviyeye geldi ki eğer bunları yapmıyorsanız, yapamıyorsanız ancak nefes alıp verebiliyorsunuz daha fazlası olmuyor.
3 notes · View notes
mahirgbo · 7 years
Photo
Tumblr media
Charity shop'tan nasıl bedava kitap Alıyorum Arkadaşlar bugün size charity shop'tan nasıl bedava kitap aldığımı yazacağım. Malum kitap almayı seviyorum ve özellikle insanların okudukları kitapları takip edip iyi bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Hem de ucuz ama yine de maddi bir gider. Ailemi ve geleceğimi düşündüğümden fazla harcama yapmak istemiyorum. Herneyse düzenli iyi kitap bulduğum charity shop'lar var. Bir gün onlardan birisinde kitaplara bakarken yanımda bir adam bir gömlek deniyor ve satın alıp almamak konusunda satış elemanı ile konuşuyordu. O sırada ben de adama dönüp gömleğin ona çok yakıştığını söyledim. Adam hemen dönüp aynaya baktı ve sonrasında gömleği almaya karar verdi. O sırada kadın bana baktı ve göz kırptı. Ben de ona gülümsedim. Neyse o gün bir şey almadan çıktım. Bir sonraki sefer yine aynı yerde kitap bakarken bir kadın bir elbise deniyordu. Bu sefer de ona hanımefendi bu elbise size çok yakışmış, çok güzel renkler dedim. Kadın gülümsedi ve Thank you dedi. Sonra da elbiseyi aldı. Ben de The Pig 🐷 that Wants to be Eaten adlı bir kitap beğendim ve kasaya gittim. Kasada aynı kadın vardı ve bu bizden olsun dedi. Yok ya olur mu dedim ama içimden çok sevindim. Tabii ki bu sevincimi belli etmedim. Şimdi her hafta bir iki defa bu charity shop'a gidip giysi alanlara güzel şeyler söylüyor ve vakıfa bir sürü para kazandırıyorum. Emeğimin karşılığı olaraktan bedava kitabımı cebe atıyorum. Hatta kadın benim sevdiğim tür kitapları benim için ayırıyor. Sözün özü kibarlık, nezaket her zaman kazandırıyor. Bitti.
0 notes
mahirgbo · 7 years
Text
Eleştiri, Değişim, Anlayış Üzerine
Değişimin başladığı yer anlayıştan geçer. Anlayış ise dinlemekten. Ama öyle böyle bir dinlemek değil karşıdakini düşünceleri, hisleri, vücuduyla onun o hallerine kendimizi koyarak, yani bir bakıma o olmaya çalışarak anlamak. Anlayış orada da yani empati ile de bitmez çünkü insanın kendisini kısıtlayan, örneğin karşıdakinin yaptığı en küçük yanlışı dağ gibi büyütüp, kendisinin yaptığı dağ gibi bir hatayı çok küçük gibi bir hataymış gibi gören önyargılı bilgi işleme ve algılama sistemlerinin de farkında olması gerekir. Bu yukarıda sayılanların her biri kendi başına sayfalar dolusu yazıyı gerektiren ve aynı zamanda yıllar boyu süregelen pratikleri, yaşamı ve onlardan dersler çıkarmayı koşullar. Eğer anlayışınız buna izin vermezse, isterseniz dünyanın en radikal pratiği içerisinde olun verdiğiniz emek ve onun getirdikleri sizin ileriyi ve de iyiliği temsil ettiğiniz anlamına gelmez. Sadece bulunduğunuz pratik içerisinde size gerçekliğe yakınlığınız oranında bir yer açar, nefes alıp verme imkanı sağlar. Kişinin, topluluğun, grubun, örgütün bu şekillerde hayatı ve kendisini anlayış derecesi onun değişimde, değişim kavgasında ne kadar bir söz sahibi olup olamayacağı konusunda bize fikirler verir. Anlayış derecesinin ileriliği oranında dogmalar azalır ve hayatın pratiği ona uygun oranda esnekleşir. Örneğin yukarıdaki anlayışları hayata geçiren bir kişi, örgüt, dernek hatalı, yanlış, ya da yanlış anlaşılan bir pratiğin ardından bunu enginlik ve olgunlukla karşılama "gücündedir". Bu öyle bir güçtür ki kişiyi ya da kurumu ileriye götürecek pratik adımları anında görebilme yetisini birlikte getirir. Eleştiri, eleştiri sınırlarını aşsa bile onu yetkin şekillerde kavrayıp olumlu gelişimin bir öznesi haline getirebilir ve getirir. Hatalar da yapar ama bunun niteliği farklıdır, bu hatalar büyük adımları, fotoğrafı rahatsız etmez. Bunun aksine böyle pratikler içinde olmayan kişi veya kurumlar her ne kadar eleştiriye açık olduklarını söyleselerde genellikle açık oldukları kendi bulundukları seviyenin sarsılmasına izin vermeyen, o farzettikleri yüceliklerine dokunmayan eleştirirlerdir. Çünkü bunun ötesine cevap verecek bir yetkinlik ve anlayış yerleşmemiştir. Yerleşmediği için yetkin ve olgun eleştiriyi görmez, öyle olmayana çatıp onlarla bir kavgaya tutuşurlar. Çünkü bu kavgalar onların "iktidarlarını" sarsmaz. Beslendikleri sistemler aslında yıkmak istedikleri düzenlerin sistemlerine benzer ve pratikleri, söylemleri ile ister istemez onun propagandasını yaparlar. Bu onların iyiliklerini yadırgamaz ya da yok etmez, fakat ilerlemelerinin önünde setler oluşturur. Bizler de değişimi iddia eden kişi, örgüt, dernek gibi kurumlara işte bu olgunluk ve anlayış seviyeleri üzerinde katılır, destek verir ve hayatımızın bir parçası haline getiririz ya da getirmeyiz. Oluşturdukları kimlik paralelinde bir topluluk ve ona uygun birliktelikler ya da birlikteliksizlikler oluştururlar.
0 notes
mahirgbo · 7 years
Photo
Tumblr media
Rambo Tanıştırayım. Rambo. Hastane bahçesinde tanıştık. Bilmeden kendisi için ayırdığı sandalyeye oturmuşum. Yan sandalyeye bıraktığı çuvalını da oturmaya geldiğinde fark ettim. Çuvalın içerisinde o günkü ganimetleri taşıyordu. Ahizeli bir telefon, 3 şişe su, bir iki kablo, bir charge makinası ve mendile sarılmış bir tomar metal. Çuvalım burda mı? diye sordu. Cevap beklemeden "gidip kendime iki çay alıp geleyim" diye ekledi. Döndüğünde tepsisinde iki adet çay 10'u aşkın şeker saşesi. Selam, kelam yok. Direkt oturdu yerine ve şekerleri açıp açıp çaylarının içine bocalamaya başladı. Aslında cebindeki defteri ilgimi çekmisti ve onu sordum. 'Senin defterin mi'? Anlamlı bir şekilde, sanki beni anlamaya çalışıyor gibi bir baktı önce, 'şunu mu diyorsun?' diyerek iç cebini gösterdi. Onu kastetmemiştim, ceketinin dış cebinde bir not defteri ve onlarca kalem görülüyordu. Onlara dokunmadan iç cebinden bir zarf çıkardı. Zarfın üzerinde soyadı Şenberk olan bir kadının ismi yazıyordu. Yani zarf kendisine ait değildi. Anlaşılan hastanede bir yerde bulup cebine koymuştu. Görünürde olan defter yerine iç cebindeki zarfı çıkarmasının nedeninin duyduğu suçluluk hissi olduğunu düşündüm. Zarftan bir CD çıkardı. 'Şenberk hanımın CD'si varmış yav' dedi. 'Acaba neler var bu CD'de?' derken bir hastane çalışanı yaklaşıp 'Rambo elindeki ne öyle' diye sordu. Rambo hastanenin demirbaş elemanlarından biriydi anlaşılan. Hastane çalışanı 'bak o zarf sana ait değil, gel seni evine bırakayım. Hadi.' diye ekledi ama Rambo adama hiç bakmadan şekerleri çay bardaklarına boşaltırken 'yok ben kendim giderim' diye söylendi. Kiminle yaşıyorsun diye sordum, Hayati Hamza dedi. -Hayati Hamzaoğlu mu? -O film artisti değil mi? -Evet, Hayati Hamzaoğlu. -He, onunla yaşıyorum. -Hangi filmi en çok seviyorsun? -Rambo. -Neden Rambo? -Neden mi? -Evet, neden? -Çünkü sudan çıkıyor...elinde kocaman makineli tüfekle. Öyle koltuğunun altında dadadadadaada. Silah sıkıyor. Herhalde her gördüğü kişiye Rambo'yu anlatıyor, ismi de oradan geliyor Rambo'nun. -Gerçek adın ne Rambo? -Benim mi? -Evet, senin. -Benim adım Ali Güney. -Yılmaz Güney gibi yani? -He biliyon mu sen onu? Ölmüş o, yerin altına girmiş. -Evet biliyorum. Yılmaz Güney'in filmlerini izledin mi? -Umutsuzlar var onu izledim bir de Bitmeyen Sevda mı ne var. Biliyon mu sen onu? -Yok bilmiyorum. -Seviyor musun Yılmaz Güney'i? -Ölmüş de mi o? Yerin altında. -Evet, Fransa'da...Sen kaç yıldır İstanbul'da yaşıyorsun? -Çok oldu. -10 yıl? -Ben mi? -Evet, sen. -He, 10 yıl oldu. -Nereden geldin buraya? -Konya'dan. -Konya'lı mısın? -Ben mi? -Evet, sen. -He, Konya'lıyım. Rambo birden ayağı fırladı ve ilginç sesler çıkarmaya başladı. Etrafa bakar bakmaz kedileri gördüm. Kedileri ilginç bir isimle çağırıyordu, bir türlü ne dediğini anlamadım. Herhalde anlaştıkları bir dildi çünkü kediler etrafında toplanmaya başladı. Onlarla konuşurken bir şarkı mırıldanmaya başladı. -Müzik dinlemeyi seviyor musun? -Ben mi? -Evet, sen. -He seviyorum. -Kimleri dinlersin? -İbrahim Erkal severim. O da öldü. Hastanedeydi sonra öldü. Yerin altında. -Evet, duydum. Başka kimi dinlersin? -Alişan, dinlerim. -Hangi şarkısını en çok seviyorsun? -Ben mi? -Evet, sen. O an ezberden, hiç duraksamadan bir şarkının sözlerini şiir gibi okumaya başladı. "Anladım ki geri dönme ihtimalin yok Resmi çıkardım çerçevesinden kim bilir Orda kime tutuklu kaldın Ben burda yaşlanırım merak etme sen Korkmuyorum artık inan eskisi kadar kabullendim ayrılığı zor olsada yar vuracaksa kader bana seninle vursun Aşkın vurduğu yerde çiçekler açar." -Wow hiç duymamıştım bu şarkıyı. -He, Alişan telefon kulübesinde klip çekti buna. -Rambo sen hiç aşık oldun mu? -Ben mi? -Evet, sen. -Ben mi aşık oldum. -Evet, hiç aşık oldun mu? Rambo cevaplamadı bu soruyu. Önüne eğilip gözlerini bir noktaya dikip öyle durdu. Keşke sormasaydım diye düşünürken, inler gibi sesler çıkarmaya başladı. Kafasını bir o yana bir bu yana dönderip bir iki söylendi. Onunla konuşurken biraz da olsa kendi acımdan uzaklaşmıştım ama sanki bendeki acıyı ona yüklemiştim. Kötü hissettim. -İyi misin? Sesini çıkarmadı. Bir, iki dakika sürdü sessizliği. Sonra ayağa kalkıp çay bardaklarını ve boş saşeleri çöpe götürdü. Dönüp çuvalını almak için elini uzattığında hiçbir laf etmedi. Sadece kedilerle konuştu. Önümdeki çayın bittiğini fark ettim. Kalkıp boş bardağı ve yarısı boşalmış şeker saşesini çöpe attım. Ayağımın ucundaki kediye bye diyip koridorlara doğru hareketlendim. Bitti.
0 notes
mahirgbo · 7 years
Photo
Tumblr media
Dünyanın Bütün Kötülükleri Beni Buluyor! ya da Siz Benim Halimden Ne Anlarsınız? Garip bir şekilde, kişinin "herşey beni buluyor, bütün kötülükleri kendime çekiyorum ve kimse beni anlamak istemiyor' demesi ve bunu devamlı bir şekilde çevresindekilere hatırlatması kişinin yaşadığı problemlerle yüzleşmesinin önüne geçiyor. Yani mutlu olmak istediğini, problemlerini aşmak istediğini söylemesine rağmen bir türlü bu durumlara ulaşamıyor. Görünüşte bir çok problemler yaşadığı ve sıkıntılar içinde yuvarlandığı aktarılırken ve gerçektende bazı şansızlıklar yaşanmasına rağmen, bu durumları yaşayanlar hakkında böyle bir yorum yapmak garip gelebilir. Çünkü halihazırda hayatın tokatını yemiş, mutsuz birisi daha neden kaçabilir ki? Ya da neden böyle bir durumda sıkışıp kalmak isteyebilir? Şöyle ki bu şikayet etme ve olumsuzluklara konsantre olma durumu, kişinin yaşadığı kötü durumun yarattığı duygular (istenmeyen) ve kendisiyle ilgili açığa çıkardığı ya da çıkarabileceğini düşündüğü zayıflıklarla yüzleşmesinin önüne geçiyor. Kendisini güçsüz, zayıf gören bir kişi bu yola girerek yani aşırı karamsarlık, kötülüğe konsantre olma hali ile yaşadıkları ile baş etmeme onlarla mücadele etmeme mazur olma halini kendisine bahşetmiş oluyor. Tabii ki yaşanılanlar gerçek ve onu zor durumda bırakıyor ama bir yandan da bu kötülüklere konsantre olma hali kendileri ile yüzleşme sorumluluk ve hallerinden kaçmalarını da beraberinde getiriyor. Bu biraz da insanların özellikle solcular da dahil olmak üzere politika ile ilgilenenlerin Komplo teorilerine inanıp, onların peşinde koşmasına benziyor. Bu şu anlama geliyor: Kişiler ve gruplar hayatın, politikanın gerçekleri ile yani bir bakıma kendi eksiklikleri ile de yüzleşmek yerine Komplo teorilerine inanarak pasif bir duruma geçiyorlar. Hayat, politika anlaşılır bir şey olmaktan çıkıp birilerinin bir şeyleri hep önceden belirlediği ve kişilerin, grupların müdehale edemeyeceği süreçlere dönüşüyor. Böyle bir süreç hem kolay hem de bilişsel bir çabayı, duygusal hesaplaşmayı gerektirmiyor. Kişi kendisini, bağlı olduğu siyasi grubu ve pratiğini sorgulayacağı bir süreci böylece es geçebiliyor.
1 note · View note
mahirgbo · 7 years
Text
Bilgi Pratikten Bağımsız Varolur mu? Bilginin Evrimi Nasıl Olur? Bu Soruların Cevaplarının Depresyon ve Psikolojik Rahatsızlıklarla Yansıması ne olur?
Bu soruların aslında burada yazılanın ve yazılacak olanlardan çok çok daha üzerinde bir yetkinlikle ve zaman vererek düşünülmesi ve cevap verilmesi gerekiyor. Ben sadece psikolojik rahatsızlıklardan yola çıkarak az da olsa anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Afşar Timuçin felsefe sözlüğünde bilgiyi şöyle açıklıyor: "Nesneyi zihinde var kılan düşünce edimi. Bu edimle zihinde var kılınan nesne...Felsefe tarihi boyunca bilgi konusunda iki karşıt görüş ortaya kondu: Platon ve öbür ülkücüler doğuştan bilginin varlığını savundular. Aristoteles ve öbür gerçekçilerse bilginin tümüyle dünya deneyleriyle, duyu organları aracılığıyla yani sonradan elde edildiğini savundular." Bilgiyi bilginin varlığını pratikten yani deneyimden bağımsız olarak düşünürsek bunun sonuçları ne olur? Bilgi nesneyi zihinde var kılan düşünce edimiyse ve bu şekilde nesne zihinde var oluyorsa bunun meydan gelmesi ancak ve ancak pratikle mümkün diyebiliriz. Burada pratiği biraz açmamız gerekiyor. Pratik sadece bir şeyleri davranışsal olarak yapmak olarak algılanmamalı. Düşünmek, okumakta bir pratiktir. Okumak ve düşünebilme eylemi içerisinde olmak, nesne ile iletişim içerisinde olup buradan şeylerin nedenlerine inebilme yetisini ya da o yolda ilerleyebilme yetisini getirir. Düşünme eylemi pratiktir, doğada varolunu alıp işlemektir ve bu işleme sürecinin başındaki beyin ondan sonraki süreçlerdeki beyine benzese de artık aynı olmaz, değişir. İlk elden düşünmeyi sağlayan nesnedir, yani beyindir, nesnenin yani beynin pratiksel gelişimi evrimsel, pratiksel öğrenme evrelerinin ulaştığı tarihsel seviyedeki fiziksel doğumu ile birlikte yine fiziki dünya ile temas içinde öğrenme, bilgiyi kurma, edinme pratiği içerisinde olur. Eğer beynin fiziksel gelişiminde böylece oluşunda "farklılıklar" var ise bu farklılıklar, derecelerine ya da ne ve nasıl olduklarına göre kişinin öğrenme ve bilgi edinme eylemlerine direkt etki eder. Fakat altının çizilmesi gereken bu farklılıkların maddeden kaynaklandığı ve yine maddenin varlığı ile açıklanabileceğidir. Böyle yaklaşıldığında sonuç olarak nesnenin diğer nesnelerle teması, onların karşılıklı etkileşimi bilgiyi var eder. Bilgi sadece kuru ansiklopedik bilgi olarak da algılanmamalıdır. Bilgi duyguları, fiziksel varlığı, sosyo-kültürel sistemleri de içerir. Bilgi ayrıca iyilik olarak düşünülmemelidir. Kötü bir pratiğin olduğu yerde kötü bilgi var olur. Burada kötülüğü belirleyen A, B ve C'nin farklılıkları değil insanın, evrimsel, çevresel vb. geldiği, ulaştığı aşamaları, gelişimini sekteye uğratma, önünde engeller oluşturup, geriye götürme olarak kısaca açıklanabilir. Bunun aksine, yukarıda belirtilenlerin günlük yaşantımıza yansımalarına dikkatlice baktığımızda konuşmalarımızın, değerlendirmelerimizin ve yaptığımız seçimlerin çoğunlukla bilginin pratikten bağımsız bir şekilde var olabileceği önermesi üzerine kurulduğunu görürüz. Bunun en büyük nedeni olarak bilimsel, teknolojik, kültürel gelişimin, evrimsel fiziksel gelişim ile paralel bir şekilde gelişmemesini gösterebiliriz. Bilginin kolay bir şekilde dış dünyada bizden bağımsız bir şekilde kültürel yaşamda var olması diyalektik pratik bir devinimi, iletişimi gerektirmeden ona kısa ve kolay yollardan ulaşmamızı sağlayabiliyor. Böylece bir bilgiye bu şekilde, çevremizde basitçe ulaşmış olmamız o bilgiyi edindiğimiz, kavradığımız anlamına gelir mi? Onun bizim içselleştirdiğimiz bilgimiz olduğu anlamına gelir mi? Örneğin sigarının sağlığımıza zararlı olduğu bilgisini ulaşmamız çok kolaydır. Sigara paketlerinde bile bunu yaygın bir şekilde görmemiz mümkün. Fakat bu sigaranın kötü olduğu bilgisini edindiğimiz anlamına gelir mi? Bu çoğu zaman gelmez (geldiği durumlar da vardır ama bunun nedeni sadece bu şekilde -basit yollardan- bilgi edinme ile açıklanamaz) çünkü bu şekilde edinilen bilgi olsa olsa sınırlı, dogma bir bilgi olur. Gerçek bir bilgi olması için kişinin sigarının sağlığını ya da sağlığı bozduğu pratiğini bireysel ve kültürel çarpıtmaların da farkında olarak yaşaması gerekir. Ancak bu yaşayacağı, yani sağlığının pratik kötüye gitme durumundan sonra sigara sağlığa zararlıdır bilgisi tamamlanacaktır (iyi ya da kötü). Ondan önceki bilgisi yarımdır, ve bilgiden çok varsayımlara, çıkarsamalara dayanır. Tabii ki bilgi edinmek için hasta olmayı beklemek gerekmez. Sigaranın sağlığa olan zararlarını öğrenmek, görmek,bilimsel makaleler okumak, bu konudaki etkinliklere, söyleşilere, sağlık seminerlerine, gösterilere vb. katılmakta bilgiyi pratikte edinme işine hizmet eder. Çoğu insanın ancak kötü bir hastalıktan sonra sigarayı bırakma kararı alması ve daha önce bir türlü bırakamadıkları sigarayı böylece bir anda bırakabilmeleri bu yaklaşıma örnek verilebilir. Depresyon, özgüveni sorunları ya da kaygı gibi psikolojik, duygusal problemler yaşayanların çokça kullandığı bir cümle vardır: "Benim için neyin iyi olduğunu bildiğim halde, neler yapmam gerektiğini bildiğim halde (burada bilgiye sahip olunduğu varsayılıyor) bir türlü doğru olanı yapamıyorum." Burada kast edilen bilgi kitaptan, terapistten, gazete ya da kitaplardan vb. öğrenilen bilgidir. Belki doğru, 'sağlıklı', ilerletici bir bilgidir ama o bilgiyi duymak ve "bilmek" o bilgiyi edindiğimiz anlamına gelir mi? Diyelim ki bir şekilde edindik, onun pratik halini yaşamazsak bu ilk elden edindiğimiz bilginin bir bütün, ya da tamamlanmış bir bilgi olduğu anlamına gelir mi? Bilginin tamamlanabilmesi için edinilen teorik bilginin pratikte de doğanın evrimsel gelişim yasalarına uygun bir şekilde yaşanması, uygulanması gerekir ancak bunu yapabildiğinizde okunulan, duyulan bilgi öğrenilmiş olur. Zaten örneğin depresyon ya da özgüven problemleri yaşayan biri "ben işe yaramaz birisiyim" ya da "ben sevilmeyi hak etmiyorum" bilgisini bebeklik, çocukluk yıllarından beri pratik yaşamı içerisinde öğrenmiştir. Kendisiyle ile ilgili bu bilgileri yanlış olsa da uzun yıllardır pratik olarak yaşamıştır. Yani edinilen bilgi 'köklüdür' ve pratikte yaşamda yüzlerce, binlerce defa uygulanıp gözlemlenmişir. Bu bilgi yani "ben işe yaramaz birisiyim" bilgisi yeni "ben herkes gibi yetenekleri, zaafları olan, ve sevilmeyi hak eden birisiyim" bilgisinden çok daha güçlüdür. Ancak ve ancak yeni bilginin pratikte yaşanarak güçlenmesi ve tamamlanması eski olan bilginin zayıflamasını ve yavaş yavaşta olsa yerini yeni bilgiye bırakmasını sağlar. Yani, birey ben ne yapacağımı biliyorum ama yapmıyorum dediğinde tam olarak realistlik değildir. Çünkü bilgisi tam değildir ve bu tür yaklaşım onun olaylara yanlı, negatif ve yanlış şekillerde yaklaşmasından başka bir işe yaramaz. Böylece süregelen bir kısır döngünün içerisinde sıkışıp kalabilir ve kendisini daha çok suçlayabilir. Doğru olan bireylerin teorik olarak öğrendiklerinin, pratikleri ile birlikte dengeli bir şekilde ilerlemesidir. Doğadaki varlığı varoluşundan (doğallığından bir şekilde koparıldığından) itibaren dengeler ve anlayış üzerine değil de ayrılıklar, izolasyon, yabancılaşma üzerine kurulan ve buradan çoğunlukla kendisi, başkaları ve dünya üzerine çarpıtılmış bilgilerle donanan, bu halleri yaşayan insanın bilgiyi kavrayışı eksik kalır. Tam olan bir şey varsa da yanlış yöntem ve kavrayışlara yönetilmiş yanlış bir bilgi ve bilme halidir. Yapılan çıkarsamalar ve edinilen sonuçlar çoğunlukla yanlıştır, doğru bir sonuç elde edilmişse bile kullanılan formül yani işlemler yanlış olduğundan bilginin pratiksel özümsenmesi ve dengeli bir şekilde varolması sağlanmaz, eksik kalır. Ancak bu yanlışların farkına varacak pratik bir varolma hali onu yeniden gerçek olan kendisi ile buluşturup insanın kendisini dengeli (içinde dengesizlikleri olsa da) bir şekilde gerçekleştirmesini sağlayabilir.
2 notes · View notes
mahirgbo · 7 years
Photo
Tumblr media
Anne Dilim Kürtçe (Kurdî Zimanê Dayika min e)
Bir ayı aşkındır Kürtçe dersleri almaya başladım. Çok uzun zamandır istiyordum ama bir türlü başlayamamıştım. O kadar işin gücün, çocukların içinde zaman bulmak gerçekten çok zor. Halen ders yapacak zaman bulmakta zorlanıyorum. Fakat derslere başladığımdan beri farkına vardığım şeyler oldu, dünya ana dili günü vasıtasıyla yazayım dedim.
Türkiye'de doğup büyümek, asimilasyon, aşağılama altında, evin içinde her zaman konuşulan dil, Ana dilimiz olmasına rağmen ne olduğunu hiç bilmedik bu dilin. Anlıyorduk ama bir türlü konuşamıyorduk. O zamanlar bir türlü dilim dönmüyordu Kürtçe'ye.
Şimdi farkına varıyorum, aslında hep utandım Kürtçe konuşmaya çalışmaktan. Dilden dolayı bir utanç değildi bu, daha çok Kürt olmanın verdiği bir utanç. Pis Kürt olmak. Pis Kürt olarak adlandırılmanın verdiği bir utanç. Öyle bir topluluğa üye olmanın verdiği “kendiliğinden” gelen bir utanç. Kendine güveni olmayan, başkalarının her zaman bizden daha iyi olduğunu düşünmekten gelen bir utanç.
Okulda ve mahallede ne zaman daha beyaz tenli ve Bahadır, Çağatay gibi isimleri olan birileri ile karşılaşsam onların ne kadar da doğallıkları ile bizden üstün olduklarını düşünür onlara öyle yaklaşırdım ya da daha doğrusu yaklaşmazdım. Uzaktan uzağa hareketlerini, giydiklerini gözlemler, konuşmaları ve tavırları ile bizden nasıl farklı olduklarına bakardım.
Öyle içselleştirilmiş bir durum ki büyük bir parçanız ile sizi siz edecek en büyük şeylerden biri ile devamlı kavgalısınız, daha doğrusu onu bir türlü kabul etmek istemiyorsunuz. Görmezden geliyorsunuz. Her gün kulaklarınızın dibinde yankılanmasına rağmen bir türlü duymuyorsunuz. Sanki duyduğunuzda aşağı derecede olduğunuz tescillenecek gibi hissediyorsunuz.
Sonra bu duygular Türklüğün büyüklüğü, yüceliği, kahramanlıkları, Türklüğün ne mutlu olduğu bilgileri ile birleşince bu sefer bilişsel, mantıksal olarak Kürdün, Kürtçenin ne kadar da gereksiz, ne kadar da cahil, ne kadar da köylü, ne kadar da yanlış, ne kadar da aslında ülkeyi bölüp, bozmak için uydurdukları gerçek olmayan bir şey, bir dil olduğuna inanıyorsunuz.
Bununla yüzleşmekten de kaçıyorsunuz. Kaçmak için bir sürü nedeniniz oluyor. Bilmekten korkuyorsunuz, çünkü bilmenin yüzleşmeyi getireceğini tahmin ediyorsunuz. Bilmemek daha konforlu geliyor. Belki de de bildiğinizde, bilmeye başladığınızda sanki bölünmekten korkuyorsunuz, paramparça olacağınızı sanıyorsunuz.
Bir ay aşkındır bilmeye başladım, öğrenmeye başladım ve farkına varıyorum ki ne güzel bir dilmiş Annemin dili, hem öğrendikçe daha bir gelişiyorum sanki daha iyi biri oluyorum ve daha çok zenginleşiyorum.
Belki hiç karşılıklı konuşamadık ama annemiz bizi hep Kürtçe sevdi hep Kürtçe Qurbano dedi. Ben de bugüne kadar belki hiç Kürtçe konuşamadım ama hep annemin sevdiği gibi sevdim oğullarımı kep Kürtçe sevdim, Fato'nun ağzından çıkar gibi, onun dilinden Qurbano diyerek.
Ana dilin, Kürtçe'nin sevgi ile eşdeğer olduğunu fark ettim ve onu yok etmeye çalışanların sevgiyi yok etmek istediklerini…
0 notes
mahirgbo · 7 years
Text
Politika İnsanları Neden Ayırır? Politik Tartışma Nasıl Yapılmalı?
Belki de zamanımızın en büyük problemlerinden biri de insanların gruplar halinde, örgütler, partiler, inançlar vb. olarak ayrışması değil de bu farklı gruptan ya da görüşlerden olanların bir türlü birbirlerine yaklaşamamaları, birbirlerini ikna değil sohbet bile edememeleri. Bu sadece sağcı ve solcu ya da dinci ve laik arasında olan bir durum değil sol'dan ve sağ'dan çeşitli gruplara ayrılmış gruplara aidiyet hisseden bireyler için de geçerli. Yani farklı gruplardan iki solcu (sol bir örgütü savunan biri ile bir PKK'li ya da CHP'li) çok ufak bir konuda bile çatışma yaşayabiliyor.
Özellikle referandum döneminde bu kutuplaşmayı görmek çok kolay. Başkanlık sistemine Hayır diyenler ve Evet diyenler genelinde bu tutumlarımdan o kadar emin ve açık ki karşıdakilerin nasıl böyle bir seçim yaptıklarına anlam veremiyor ama iş onları ikna etmeye geldiğinde ortaya kavgadan başka bir durum ortaya çıkmıyor ve sonuç hep hüsranla bitiyor. İkna etmek bir yana farklı düşünenler daha bir zıtlaşıyor ve sonuçta olan demokrasiye oluyor ve bir araya gelip çok daha iyi birliktelikler kurabilecek insanlar birbirlerinden uzaklaşıp, birbirlerinden öğrenemeden varolan sistemlere, politikaya bir etki yaratma şansını kaybedebiliyor. Böylece en çok duyduğumuz cümle şu oluyor:
“Boşver ya onlarla konuşmaya değmez / Zamanını boşa harcıyorsun”.
Bunun yanında farklı düşünenler yani kendisi gibi düşünmeyenlere karşı önyargılı olmayıp, kendilerini daha açık ve farklılıkları kucaklayan olarak niteleyenler o gruplara gittiklerinde yine kendi bildikleri argümanlarla onları iknaya çalışıyor ya da kendisinden ödünler vererek bizim çatımız altına gelebilirsiniz diyebiliyorlar. Tabii ki bu gerçek bir anlayış ve ilerlemeye yardımcı olmuyor.
Peki neden böyle? Neden mantıklı düşünme yeteneğindeki sahip, ya da asgari bir bilgiye sahip insanlar sağlıklı bir şekilde bilgi alış verişinde bulunamıyorlar? Birbirlerini bir türlü anlayamıyor. Neden örneğin sol tarafta oldukları halde solcular böyle paramparça durumda ve bir türlü bir araya gelemiyorlar. Bunun Evrimsel, üst-bilişsel nedenleri olmakla beraber, bunlarla bağlantılı şimdi değineceğim nedenlerle de bağlantısı var.
Psikolog Jonathan Haidt bu konuda yıllardır araştırmalar yapıyor ve bu konuda yapılan araştırmaları inceliyor. Rightous Mind kitabında bulduklarını ve görüşlerini aktarıyor.
Şimdi gelelim argümanlara yani yukarıda sorduğumuz sorulara cevaplar bulmaya. Normalde hepimiz bir görüşü savunurken ya da bir karar verirken o karara farklı görüşleri mantık süzgecinden geçirdikten sonra yani dikkatli bir şekilde değerlendirdikten sonra objektif olarak varırız diye düşünürüz. En azından hararetli bir şekilde öyle olduğunu iddia ederiz.
Fakat bilim bunun tam tersini söylüyor, gösteriyor. Modern bilimin bize söylediği hiçbir zaman politik inanışlarımızı yukarıda anlatıldığı gibi akıl yürütme ve mantıkla oluşturmadığımız. Bunun yerine bu inanışlarımız iki ana şeye dayanıyor: Önsezi yani sezgilerimiz ve duygularımız. Ancak hislerimiz ve duygularımızla politik inanışlarımızı oluşturduktan sonra aklımızı ve mantığımızı bu inanışları besleyecek bilgiler, veriler bulmak için kullanırız. Yine bu süreçte inanışlarımıza ters ya da uymayan bilgileri görmezden gelip, yok sayarız.
Jonathan Haidt bu durumu bir metaforla açıklamaya çalışıyor. Bu metafora göre fil ve onun üzerindeki binicisi gibi bilincimiz ikiye ayrılmıştır. Binicinin görevi ve işi devamlı file hizmet etmektir. Binici, bizlerin bilinçli akıl yürütme, ve mantıklı düşünme tarafımızı temsil eder. Bu bölüm bilgi toplar, verileri bir araya getirir. İddia ettiğimiz ve düşünmeyi istediğimiz şey bu bölümün politik görüşlerimizi belirlediği üzerinedir ama gerçek hiç de böyle değil. Haidt'e göre herhangi bir zamanda aklımız sadece %1 oranında etkilidir.
Bunun aksine fil %99'u yani diğer bütün zihinsel süreçleri temsil eder. Bu süreçler bilinçli olarak öyle pek farkında olmadığımız süreçlerdir ama davranışlarımıza genellikle bunlar yön verir. Fil bütün sezgilerimizin, hislerimizin olduğu yerdir. Duygularımızı etkileyen otomatik düşüncelerin meydana geldiği yer burasıdır ve politik inançlarımızın kökleri de hep buradadır.
Herhangi bir konuda karar verme sürecinde fil yani akıl dışındaki bütün zihinsel süreçler aklımız daha devreye bile girmeden çoktan kararını vermiştir.
Politik bir konu tartışıldığında konu açılır açılmaz bir sonraki adım hislerimizin yani önsezilerimizin devreye girmesidir. Örneğin bir CHP'li ya da MHP'li için her ne kadar kendi çıkarları ile örtüşsede HDP ile ittifak kurmak kabul edilmezdir. HDP ile birlikte hareket etme fikri duyulur duyulmaz hisler, önseziler devreye girer ve bu fikrin duygusal olarak ne kadar kabul edilmez olduğunu hissettirir. Daha sonra yargılar devreye girer ve bu fikrin kabul edilmez olduğuna karar verir. En son devreye us, akıl girer ve tek yaptığı duyguların ve önsezilerin halihazırda verdiği karara mantıklı gerekçeler bulmaktır. Örneğin HDP ile birlikte hareket etmenin milliyetçi oyların kaybedilmesine ya da HDP ile birlikte hareket etmenin PKK ile birlikte hareket etmekle aynı anlama geldiği gibi “mantıksal” argümanlar ittifağı kabul etmemenin gerçek nedenleri olarak ileriye sürülür.
Farklı görüşlerdeki kişilerin politik tartışmaları da işte bu aşamada yani mantık, akıl sürecinde, seviyesinde gerçekleşir. İşin %99'unun gerçekleştiği süreçler yani fil gözardı edilir. Böylece mantık ve aklın üzerinden yapılacak bir tartışma her zaman etkisiz kalır. Çürütülen bir görüş yerini bir diğerine kısa sürede bırakır ve tartışmalar böylece bitmek bilmez.
Peki bu seviyedeki yani mantık, akıl yürütme seviyesinde yapılacak bir tartışma yetersizse bunun alternatifi ne olabilir? İnsanlar nasıl fikirlerini değiştirirler?
Bunun olabilmesi için bireylerin karar vermesinde etkili olan duygu ve hislerin göz önüne alınması, onlara “değer verilmesi” gerekir. Bu duygu ve hisleri tasdiklerken yapılması gereken sonraki adım sosyal ikna etme sürecidir. Bu da karşılıklı sorular sorarak ama bu soruları içten ve karşıdakini anlamaya dayalı hem de duygularını, önsezilerini göz önünde tutarak yapılarak olur. Karşıdakine durmadan mantık, akıl yürütme seviyesinden gerçekler ve veriler bombardımanına tutmak yerine soracağımız sorularla hem karşıdakini anlama fırsatı hem de karşıdakinin de bize sorular sorma ve anlama sürecine girmesini sağlayabiliriz. Bu da işin %99'unun geçtiği bölüme yaklaşma ve anlayışla yaklaşıp onun değişmesi yolunu açar. Dikkat edilmesi gereken böyle bir tartışma sürecine değişime açıklık, içtenlik ve saygı ile yaklaşmaktır.
Kabul etmemiz gerekiyor politik bir tartışmaya girdiğimizde bunların hiçbirine dikkat etmiyoruz veya bu özellikler bize yön vermiyor. Karşıdaki kişi ve grupların inanışlarına bir el bombası fırlatır gibi gerçekleri fırlatıp onların mantığını çürütmek bize çok çekici geliyor. Fakat bu verimli üretken bir tartışmaya yani kişilerin birbirlerine karşılıklı anlayışla yaklaştığı, dinlediği ve fikirlerini değiştirecek bir platformun oluşmasına engel oluyor.
Binicileri hedef alıp onları vurup düşürmek yerine birbirimizin filleri ile konuşmayı, onlara anlayışlı olmayı tercih etmeliyiz. Böylece belki de bir tartışmayı kazanamayız ama insanların, grupların birbirlerine yakınlaşmasını sağlar ve fikirlerin değişmesi için en büyük temelleri atmış oluruz.
0 notes
mahirgbo · 7 years
Quote
“There is reciprocal causality where a person may watch a lot of porn or play video games to excess and develop social, sexual, and motivational problems, and vice versa. This perpetuates a cycle of social isolation. We are concerned that the more provocative and lifelike video games and porn become, the more reality will mesh with virtual reality, and the more egocentric young men will become—living entirely in their own carefully-crafted digital worlds.” Excerpt From: Zimbardo, Philip. “Man, Interrupted.” Red Wheel Weiser.
0 notes
mahirgbo · 7 years
Quote
“In stressful environments, for example, a man's libido goes up while a woman's libido goes down. Male brains separate sex and romance, neural systems that are united in female brains, while female brains separate mental arousal from physical arousal, which are united in male brains” Excerpt From: Zimbardo, Philip. “Man, Interrupted.” Red Wheel Weiser.
0 notes
mahirgbo · 8 years
Text
Lion filmi ve Yabancılaşma Üzerine
Hollywood filmlerindeki problemi görmek icin Lion filminin ortasında ve sonunda olanlara iyi bakmak gerekiyor. Film yarısına kadar alt yazılı ve Hollywood aktörleri olmadan gidiyor. Ama Sarro'nun evlat edinilme işleminden sonra Hollywood A list aktörler sahneye çıkıyor ve altyazılı bir Internatonal filmden altyazı gerektirmeyen İngilizce konuşulan bir Hollywood filmine dönüşüyor. Problem filmde dilin değişmesi değil, o sadece bir ayıraç işlevi görüyor. Çünkü öylece bir dünyadan diğerine geçiyor gibiyiz. Zaten bu filmin kahramanı Sarro için de geçerli. İşte bu filmin başarısı diye düşünenler olabilir ama değil. O zamana kadar gerçek insanlar ve gerçek, içten duyguları izleyip filmin kahramanları ile soluk alıp verirken Sarro'nun büyümesi ile birlikte tanıştığımız insanlar yüzlerine maskeler takmış rol yapan oyunculara dönüşüyor. Dev Patel'inden, Rooney Mara'sına, Nicole Kidman'ına kadar. İki dünya ve filmin iki yarısındaki fark o kadar keskin ki sahneler o kadar duygusal olsa da izleyeni etkilemiyor. Film zaten o saatten sonra kötüleşmeye başlıyor. Bu durumu sadece kötü aktörlük ile açıklayabilir miyiz? Burada kötü aktörlükten başka bir şeyler var. O da yabancılaşma ve yabancılaşmanın farklı ülke, kültürlerdeki yaşanma şekli ve derecesi ile onun ekrana yansımaları ile bağlantılı. Yabancılaşmanın toplumları ve kişileri nasıl etkilediğini filmler bize çok iyi yansıtabiliyor. Kapitalizmin daha gelişkin olduğu ülkelerdeki yabancılaşma, bireyselliğin tüketim merkezli şekillenmesi ile ne kadar da toplumsal bağlılık ve bağımlılıktan kopma anlamında doğru bir yörüngeye bizleri soksada, duygulardan, şefkatten, birlikteliğin zengin bir dayanışma içerisinde gelişmesi gibi insani ve insanlığı yücelten durumların gelişmesine izin vermiyor. Tabii bu duyguları yok edemiyor ama bu duyguların içerisini boşaltıyor. Böyle olunca sanki de "ruhunu kaybetmiş" bireylerin bir araya getirdiği kocaman toplulukların mesafeli birlikteliklerinin oluşturduğu kültürel yaşamlar oluşuyor. O yüzden Hollywood filmlerinde ya da bazı Avrupa filmlerinde bu yabancılaşmış bireylerin ya o yabancılıklarını ya da yabancılıklar içerisinde insanlığın ortak duygularına seslenmeye çalıştıkları filmleri izliyoruz. Fakat sorun şu ki, onlar ne kadar da çok duyguları yansıtmaya çalışsınlar, yansıtılanlar "rol" yapılan, içerisi maskelerle, örtülerle kapanmış, bir türlü özüne inemediğimiz duygular oluyor. Sevgi, aşk, paylaşım, doğruluk, şefkat, acı, ölüm gerçek duygular olmaktan çıkıp insanların bunlardan durmadan kaçtığı, ve sanatın da bu kaçma mekanizmaları için kullanıldığı görüntüde yaratıcı ama aslen basit ve belli kalıplar içinde yönetilen sadece bir nefes alma sürecine dönüşüyor. Bunun benim üzerindeki etkilerini Lion filmi bittikten sonra filmin dayandığı gerçek kişilerin ekrana yansımaları ile farkına vardım. Filmin sonunda gerçek Sarro'yu, onu evlat eden annesini (Nicole Kidman'ın canlandırdığı karakter), ve gerçek annesinin buluşmasını izliyorsunuz. Onları görür görmez hemen şunu hissediyorsunuz 'ya bunlar hiç de filmde anlatıldığı gibi çekici, güzel ve akıllı görünmüyorlar" ve hemen ekrandan yok olmalarını istiyorsunuz yani kurgu gerçekten çok çok daha çekici geliyor. Sarro karakterini oynayan Dev Patel'in üçgen, kaslı vücudu ve yakışıklı yüzü değil de şişmanca ve patatese benzeyen bir Sarro ile karşılaşıyorsunuz. Nicole Kidman gibi çekici bir kadın değil de yaşlı ve yine şişmanca bir kadın ve Sarro'nun annesini canlandıran masum, güzel yüzlü anne ile karşılaşmak yerine sarı dişleri olan yaşlı ve 'sıradan' bir anne karşınıza çıkıyor. Hollywood bizi 'gerçek', içten duygular yaşamaktan uzaklaştırmakla kalmıyor, olduğumuz halin ve olunanın ne kadar da kabul edilmez ve uzaklaşılması gereken şeyler olduğu yanılgısına itiyor. İnsani iyi ve yücelten iyiliklerin, duyguların, içtenliğin yerini güzel vücutlar, estetik diş görünüşler ve onların kurgusal, duygusal yansımaları alıyor. Ve bunların hiçbiri "ruhlarımızı" zenginleştirmiyor aksine bizleri hem kendimizden, hem toplumlardan hem de doğadan her geçen gün daha da çok uzaklaştırıyor.
0 notes
mahirgbo · 8 years
Photo
Tumblr media
Siz uyurken her gece size dokunuyorum. Dokunuyorum derken öyle kaba bir dokunuş değil, usulca. Aslında biliyorsunuz size dokunduğumu ama bilmemezlikten geliyorsunuz. Öyle bir bilmemezlik ki bilmemezlikten geldiğinizi bile bilmiyorsunuz. Ben nasıl mı biliyorum? Her gece size dokunuyorum dediğimi unuttunuz herhalde. Bir de yolcular var. Gece yolcuları. Gece yolcuları farklıdır, yalnızdır. Aslında herkes yalnızdır ama gece yolcularının yalnızlığı daha bir farklıdır. Yalnız olmayı seçerler. Onların seçtiği yalnızlığa bir de gecenin yalnızlığı katılır. Ufacık bir yalnızlık her gece kocaman bir karanlıkta kaybolur. Aslında onlar farklı olduklarını düşüne dursunlar, asıl farkı yaratan gecedir. Bir ben bilirim bunu, bir de benim bildiğimi bilenler.
0 notes
mahirgbo · 8 years
Photo
Tumblr media
#fall #Sonbahar
1 note · View note
mahirgbo · 8 years
Text
Mutluluk Mavi Çocuk Oynardı Bahçemizde (Bir İskenderun Hatırası ya da Ahmet Kaya ile Nasıl Tanıştım)
Bu yıl Ahmet Kaya’nın 16. ölüm yıldönümüydü. Oturdum, düşündüm Ahmet Kaya ile ilk nasıl tanıştığımı hatırlamaya çalıştım...
Herhalde yaklaşık yedi sekiz kişiydik. Hava sıcak, üzerimize kısa kollu terli t-shirtlerimiz, kollarımızın açık bölümleri güneşten kapkara olmuş ve üstlerindeki tüy gibi kıllarımız sararmış. En önde Yamyam Nazım, arkadan Ali - Veli, sonra Bozo Özgür, Cafer, Tiftik Tufan, Erdoğan , Taylan ve ben. Ellerimizde sapanlar ya da evden annelerimizden kaçırdığımız lastiklerden ve topladığımız kamışlardan yaptığımız yay ve oklar. Okların yapımını Yamyam Nazım'dan öğreniyoruz. Zaten herkes beceremiyor ok yapmayı. Düz bir çubuk ya da ince uzun kesilmiş kamışların ucuna çivi bağlıyoruz ya da kırık cam parçaları filan.
Nazım o zamanlar bizim idolümüz. Yamyam lakabının iki nedeni var. Birincisi teninin siyahlığı, ikincisi de aramızda en nişancı, en çevik, en becerikli olması. Kuş avlamaya çıktığınızda en çok kuşu o vuruyor, en iyi savaş aletlerini o yapıyor ve her nedense yaptığı yaramazlıklardan sonra hiç yakalanmıyordu. 
Bir keresinde bunlar Veysel'le birlikte Fadik Karı'nın bahçesine giriyorlar. Kayısı ağacına çıkmış ağaçta ne varsa tüketiyorlar. Nasıl olduysa Fadik Karı birdenbire ortaya çıkıyor ve bunları taşlamaya başlıyor. Veysel ve Yamyam Nazım durur mu hemen ağaçtan aşağıya atlıyorlar. Nazım çevik, hop bir o daldan diğerine, bir taştan diğerine zıplayıp kaçıyor. Veysel ise çelimsiz, yere atladığı gibi Fadik Karı’nın ellerine düşüyor. Fadik Karı eline geçirdiği taşı Veysel’in kafasına kafasına indiriyor. Bunu gören annesi, Zinnet abla, Zuhal ‘Yetişin kardeşimi öldürecek’ diye bağırırken Yamyam Nazım kaçıp kurtulmanın keyfiyle kıs kıs gülerek olanları bir evin köşesinden izliyor.
O zamanlar mahalle aksiyonlu, her gün bir olay. Yine bir akşam üstü Nazım, Ali, Veli ve Haydar, Kalo amcaların evinin arasındaki yokuştan aşağıya doğru iniyorlar. Aşağıdan da Taşçı Hasan yukarıya doğru çıkıyor. Ali, Taşçı Hasan’a en yakın olanı, saf bir şekilde ‘İyi akşamlar Hasan Abi’ demesiyle kütük gibi sarhoş Hasan Abi’den Osmanlı tokatını yemesi bir oluyor. Nazım, Veli, Haydar çil yavrusu gibi her biri bir yana kaçarken tokattan serseme dönmüş Ali, Taşçı Hasan’a ana-avrat düz gidiyor. Tabii bizimkiler en başta yine Nazım bir köşeden kahkahaları basıyorlar.
Fadik Karı, ya Kırıkhan’lı ya Yayladağ’lı. Yani Türk ve Sunni. Biz ise Kürt ve Alevi. Tehlikeli olmasına rağmen onların bahçesine girmek bizim için büyük bir eğlence. Bahçeleri de büyük, ne ararsan var. Hem de tatlı. Kayısı, dut, erik, nar, incir bahçede ne varsa topluyorduk.
Tumblr media
Herneyse biz yine daldık bahçeye. O incir ağacı senin, bu kayısı ağacı benim taaruza geçmişiz. Fazla ses çıkarmayın diye de birbirimizi uyarıyoruz. Ama yine ne olduysa Fadik Karı, yanında bir kadın, başka bir adam ortaya çıkıp bağırmaya başlıyorlar. Bir cinnet hali. Bütün ekip ağaçlardan aşağıya zıplayıp her birimiz bir tarafa kaçmaya başlıyoruz. Kimsenin kimseyi kurtarma diye bir derdi yok. Herkes kendi canının derdinde. Nazım, Ali-Veli çoktan kaçmışlar, kadınların arasından geçmeye çalışırken birisi kolumdan yakalıyor ve beni sıkı sıkı tutuyor. Halim yaman, ne yapıp edip ellerinden kurtulmam lazım. Bir o yana bir bu yana kıvrılıp kadının kolunu ısırıp ellerinden sıvışıyorum, karşıdaki adam ellerini açmış bana doğru hamle yapıyor. Nasıl akıl ettim bilmiyorum ama hemen aşağıya, yere doğru kendimi fırlatıp adamın bacakları arasından şalvarına çarpa çarpa çıkıp kaçmayı başarıyorum. Arkama bakmadan hemen mahalleye, çıkmaz sokağa doğru son sürat koşup eve giriyorum. Sonrasında içeri girer girmez kapıyı kapatıp yere uzandım. Kapı aralığından karşıya bakıyorum. Kapı aralığından Mülkinaz Teyze’lerin evinin önüne kadar olan bölümü görebiliyorum. Bir süre sonra eli sopalı adam yukarıya doğru çıkıyor. Bir o yana bir bu yana hızlı adımlarla koşturuyor ama nafile kimseyi bulamıyor. Ben de kapının arkasında nefes nefese ve korkuyla adamın yok olmasını bekliyorum.
Aslında bu benim öyle çok yaptığım bir şey değildi. Normalde evden pek dışarı çıkmaz evde, kapının önünde kendime oyunlar bulup tek başıma oynardım. Uçak sesinden ödüm kopardı. Neden olduğunu bilmiyorum ama uçak sesi duyar duymaz pantolonumu yukarı çeke çeke hemen eve koşardım. Uçak dediğim aslında jetten başka bir şey değildi. O zamanlar yakınlarda havalimanı da yoktu. Herhalde İskenderun'un sınıra yakınlığından kaynaklı sık aralıklarla ikili şekilde jetler geçerdi. Hem de pek de alçaktan. Geçtikleri zaman müthiş bir ses çıkarır ve arkalarında bıraktıkları duman uzun bir süre bulut gibi havada asılı kalırdı. Onların arkalarında bıraktığı iki şerit dumanlara uzun uzun bakıp, bıraktıkları şekilleri incelerdim. Tabii ki jetler gökyüzünden kaybolduktan sonra.
Hiç kimse ile doğru dürüst kavga ettiğimi de hatırlamam. Kavga etmenin benim açımdan hüsranla biteceğini düşündüğümden olacak kendimi koruyacak yöntemler geliştirmiştim. Kavga çıkacak ortamları, durumları iyi gözlemler onlardan uzak durur ya da öyle kişilerle pek oynamazdım. Devamlı kavga ve döğüşün olduğu bir mahallede herhalde pek bir uzman olmuştum bu konuda ki kavga etmeden günü bitirebiliyordum. Evde ise durum başkaydı abim Deniz’le kavga etmediğimiz gün herhalde pek yoktu. 
Tumblr media
Mahallede kavganın kaçınılmaz olduğu zamanlarda oluyordu. Özellikle Cafer, Taylan gibi yaramazların, kavgacıların olduğu yerde her ne yapsan da kavgadan sonsuza kadar kaçamazdın. Bir gün bir çift kale maç sırasında Cafer bana saldırmış, birbirimize boğaz boğaza girişmiştik. Bir ara nasıl olduysa Cafer’e bir yumruk attım. Dudağının patlaması ile dışarıya fışkıran kanı halen hatırlıyorum. Cafer oturduğu yerde ağlamaya başladı. Göz yaşları durmuyor bir eliyle onları siliyor bir eliyle de ağzını tutuyordu. Sonra ayağa kalkıp yerden topladığı taşları fırlata fırlata, küfürleri basa basa evine doğru gitti. Ben de bir yandan belki de ilk defa hissettiğim garip bir özgüven hissini yaşıyor bir yandan da Cafer’in attığı taşlardan kaçıyordum. Tabii tahmin ettiğim gibi bu kavga burada bitmeyecekti.
O zamanlar Deniz Nakliyecileri Derneği Ortaokulu yeni kurulmuş. Şehit Yener İlkokulunun tüm mezunları oraya doluşmuş. Okulun müdürü Mustafa Caner Tanrıöver öyle disiplinli, astığı astık, kestiği kestik ama bir yandan da babacan tarafı olan bir müdür. Okulun ilk öğrencileri biz olduğumuzdan okulda orta iki, orta üç yok sadece orta bir sınıfları. Mahalleden, ilkokuldan tüm tanıdıklar orada. Cafer’in abisi Bozo Özgür’de burada. Öyle dersleri pek iyi değil Özgür’ün ama bir arkadaş çevresi var onlarla takılıp duruyor. Küçük bir çete hesabı. Ben ise doğru dürüst ders yapmamama rağmen bayağı başarılıyım. Sınavdan sınava çalışıp yüksek not alıp geçiyorum. Arkadaşlarım da öyle efendi çocuklar, kavgacı tipler değiller yani. Orta okul Şehit Yener’in hemen aşağısında bir yokuşun ortasında inşa edilmiş. Aşağıda top oynadığımız bir futbol sahamız var. O zamanlar bilmiyorum, çok değil bir sene içinde bir maç sırasında o sahada Haydar çelme takıp kolumu ikiye ayıracak. Daha sonra oraya da ilkokul yapıldı.
Son zilin çalmasıyla çantalarımızı alıp dışarıya fırladık. Hemen eve gidersem top oynamaya zamanım olur diye düşünürken yukarıdaki yokuşun başında Özgür’ü ve yanındaki iki-üç arkadaşını görüyorum. Pek hatırlamıyorum ama sanırım Haydar’da yanlarında. Yani dışarıdan destekte var. Özgür kıravatını çıkarmış, ceketi de sırtına atmış. Filmlerdeki kabadayılar gibi. Tehlike oradaydı, beni bekliyordu ama ne yapacağımı bilmiyordum, kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı ve sadece yürüdüm. O sırada Bozo Özgür omuzlarını sallaya sallaya aşağıya doğru sert adımlarla yürümeye başladı. Gözleri çatık, öfkeyle bana yaklaştı. Herhalde etrafımda mahalleden kızlar filan vardı. Özgür onlara da havasını basacaktı. Boynumdan tutup yere bastırdı. Bir yandan da yumruk atıyordu. Ceketim çıkmış, kıravatım kaymış, gömleğimin düğmesi kopmuştu. Kızlar bağırıp çağırıp beni Özgür’ün elinden kurtardılar. Ben hiçbir şey yapamamıştım. Özgür’de havalı havalı arkadaşlarının yanına gidip uzaklaştı. Herhalde bir şok hali yaşıyordum, durduk yere okul çıkışı bir saldırıya uğramıştım. Ağlamadım. Eve o şekilde vardım. Annem hemen ne olduğunu anladı. Özgür’ün saldırdığını söyledim. Hemen ardından Babam eve geldi ve olayı öğrendi. Deliye dönmüştü. Hemen mahalleye fırlayıp o gür sesiyle bağırmaya Müslüm Dede’ye seslendi. Mahallede yine kıyamet kopmuştu. Babam Müslüm Dede’nin ne Allahını ne kitabını bıraktı. Senin oğlun benim oğlumu nasıl döver diye etmediği laf kalmadı. İki koca adam mahallenin ortasında komşular müdahale etmezse neredeyse birbirlerine saldıracaktı. O gece tek tesellim Özgür’ün babasından yiyeceği dayaktı.
Biz bu arada Cafer’le barıştık namı değer Veli Sami Yen’de yine çift kale maçlarımıza devam ediyoruz. Mahallede yeni yeni özgün müzik kasetleri çalmaya başlamış orta okul ise aynen devam ediyor. Özgür’ü her gün görüyorum ama konuşmuyoruz. O başka bir sınıfta. Bir gün bir teneffüs arası Özgür oturduğum sıraya yaklaştı. Öyle uzun, üç kişinin birlikte oturduğu kahverengi sıralardan. Geldi yanıma oturdu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu arada sınıfın içinde olduğumuzdan tehlikeli bir durum olmadığını da tahmin ediyorum. Özgür birden elini arka cebine attı ve bir zarf çıkardı. Zarfı açtı ve içinden yırtık bir defter kağıdı çıkarıp bana uzattı. Bana ‘okur musun?’ diye sordu. Kağıdı aldım, üzerinde çiçek desenleri, kalp işareteleri filan var. Bir şiir yazmıştı ve el yazısının karmaşıklığına rağmen yazdıklarını aynen bugün gibi hatırlıyorum:
acı çekmek özgürlükse       özgürdük ikimiz de o yuvasız çalıkuşu        bense kafeste kanarya o dolaşmış daldan dala            savurmuş yüreğini ben bölmüşüm yüreğimi       başkaldıran dizelere
kavuşmak özgürlükse       özgürdük ikimizde elleri çığlık çığlık           yanyana iki dünya ikimiz iki dağdan iki hırçın su gibi            akıp gelmiştik buluşmuştuk bir kavşakta unutmuştuk ayrılığı yok saymıştık özlemeyi        şarkımıza dalmıştık mutluluk mavi çocuk       oynardı bahçemizde
aramakmış oysa sevmek özlemekmiş oysa sevmek bulup bulup yitirmekmiş          düşsel bir oyuncağı yalanmış hepsi yalan sevmek diye birşey vardı      sevmek diye birşey yokmuş acılardan artakalan           işte bu bakışlarmış kuğu diye gözlerimde       gün batımı bulutlarmış yalanmış hepsi yalan savrulup gitmek varmış       ayrı yörüngelerde
acı çektim günlerce acı çektim susarak şu kısacık konuklukta deprem kargaşasında yaşadım birkaç bin yıl      acılara tutunarak acı çekmek özgürlükse          özgürdük ikimizde
Yazdığı şiir bana herhalde ağır gelmişti çünkü bir şey anlamamıştım o zaman. Sadece ‘mutluluk mavi çocuk’ kısmını anlamadım bu ne demek diye sorduğumu hatırlıyorum ama Özgür buna cevap vermemişti. Kızın ismini hatırlamıyorum, sadece okulun şık kızlarından biri olduğunu hatırlıyorum. Özgür şiiri o kıza vermek istediğini söylüyor ve benden ne düşündüğümü soruyordu. Benimle barışma yöntemi bu olmuştu. Ben de ver dedim, ‘iyi şiir’. Pişmiş kelle gibi gülerek kalktı, elimi sıkıp kendi sınıfına doğru yürümeye başladı.
Bir zaman sonra bu şiiri Ahmet Kaya’nın bir şarkısından (Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiiri) kopyaladığını öğrendim.
Çocukluk saflığımızda Ahmet Kaya şarkıları, sözleri aşk itirafları, arkadaşlık teklifleri için kullanılıp, küs, kavgalı arkadaşların barışmasını sağlıyordu. Ama o topraklarda Nazım’lar, Yılmaz’lar Ahmet’ler barınamadı ve onların kovulduğu yerlerde Barış yerine hep savaş tohumları ekildi. Artık ne yazık ki kavga eden arkadaşları barıştıracak bir Ahmet Kaya şarkısı, Hasan Hüseyin Korkmazgil’lerin şiirlerini besteleyecek sanatçılar yok ve onların yokluğunda maalesef kavgalar hiç bitmeyecek…
youtube
1 note · View note
mahirgbo · 8 years
Photo
Tumblr media
Ahmet Hakan'ın yarın yayınlanacak yazısından bir bölüm Dün sayın Tayyip Erdoğan bir açıklama yaptı ve şöyle dedi: Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? O dönemde sayın Erdoğan bu söylediklerinin aksi söylemlerde bulunmuş olabilir. Tabii ki bunu demokratik haklar çerçevesinde dile getirenlere saygı duyarız. Fakat bir ülkenin Cumhurbaşkanının aradan yıllar geçtikten sonra zamanın şartlarına göre hareket ederek, kendi aleyhine kullanılacağını bile bile ülke menfaatlerini göz önünde tutarak yeni bir açıklama yapmasına da saygı duymak gerekmiyor mu? Hem her nasıl kendine eleştiri yapma hakkı bulanları dikkate alıyorsak Türkiye Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan'ın dediklerini de dinlememiz gerekmiyor mu? Aslına bakarsanız Mavi Marmara'cılar da o dönemin Başbakanı'nı arayıp "sayın başbakanım böyle bir durumumuz var, bir halt yiyeceğiz, yardım filan götüreceğiz" diye ufacık bir telefon görüşmesi ile Başbakan'ı arayıp soramazlar mıydı? Sadece soruyorum. Hatta biraz daha ileriye gidelim. Sayın Erdoğan meydanlarda kişisel fikrini belirtip: "Hepinizden 3 çocuk istiyorum" diye Türkiye halkından bir istekte bulunmuştu. Bunu birkaç defa daha tekrarladığını da biliyoruz. Fakat, böyle bir söylemde bulundu diye herkesin bunu yapması mı gerekiyor? Böyle komedi mi olur? Böyle bir aptallığı kim kabul edebilir? Neymiş efendim Cumhurbaşkanı demiş ki 3 çocuk yapın! Bunlar da sabah akşam uğraşıp 3 tane yapmayı becermişler sonra da "biz bunlara bakamıyoruz, başkanım bize biraz yardım". Sormazlar mı sana "Kardeşim sen sabah-akşam birdiribir oynayıp, tepişirken Cumhurbaşkan'ına mı sordun? "Ahhhh cumhurbaşkanım daha yeni bitirdik, şahaneydi, şimdi de orgazm sigarası içeceğim" mi dedin? Sadece soruyorum. Konuyu daha da açalım. Şehitlik meselesi var. Biliyoruz Sayın Erdoğan'ın şöyle bir açıklaması var: "Bir ülkenin vatan olabilmesi için uğrunda ölecek şehitler lazımdır." Bu sözleri söyleyen bir Cumhurbaşkanının derdi vatandır, ülke bütünlüğüdür. Terörün kol gezdiği, toprağının her karışında saldırı gerçekleşen bir Ülke Cumhurbaşkanı'nın bunları söylemesine neden kızıyoruz ki? Böyle bir açıklamayı Hollanda ya da İngiltere Başbakanı yapsa kimseden ses çıkmaz, hatta kendi ülkelerinde popülaritelerini arttırırlar. Fakat, bir ülkenin Cumhurbaşkanı da olsa böyle bir açıklama yaptı diye askere gitmek mi gerekiyor? Diyelim ki gittin savaş alanına niye gidiyorsun? Diyelim o da kaçınılmaz şehit olduktan sonra ailelerin "sayın Başkanım şehitlik maaşı" filan demeleri... Adama sormazlar mı böyle mi vatan olunur? Hem sen ya da oğlun gidip şehit olurken Cumhurbaşkanını mı aradı? "ahhhh Cumhurbaşkanım vuruldum, şehit oluyorum, hakkınızı helal edin" diye mi sordu? Aslında hepsinin elinin altında smart cepler dolu. Şehit olmadan önce sadece 10 saniyelikte olsa arayıp soramazlar mıydı? Sadece soruyorum.
0 notes