marurename
marurename
Marure-nâme
6 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
marurename · 4 years ago
Text
Usandım.
0 notes
marurename · 4 years ago
Text
Bal Tutulması
Tumblr media
Secde gibi farzdı, rükû gibi, yerdeki taşı kaldırıp kenara koymak gibi farzdı, selam almak gibi, selamet bahşetmek gibi farzdı şarkı söylemek kadına.
Sesine mühür vuruldu.
"Şikesti der geluyem şovke avaz,
Nasibem, nasibem nale u feryad kerdi,
Ey Xoda!" diyebildi şarkıları boğazına dizildiğinde. /Şarkıların şevkini kırdın boğazımda, nasibimi, nasibimi nale ve feryad kıldın, ey Hüda!/
Benim melodilerim düşünceydi. Düşünerek var ettim benliğimi. Düşünceye tutundum. Kelime kelime döşedim varoluş ezgimi.
Yaşamakla tıka basa memlu, keşfetme tutkusuna doygun, bir ilkaşkla tatlanmış, kibarca göğsü döven bir udun tellerinden çıkıyordu dirilik ritmim. Neşemde çark ediyordu ayüstü evren. Ben bir çember, zaman kelimelerimi kovalıyordu peşimden.
Her bir zerrem bütünlüğümden savrulurcasına raksederek nefesime kattım avazımı. Söyledim düşünüp, söyledim düşünüp, söyledim düşünüp. Her seferinde sesim kendi kulaklarıma çarptı kimseye duyulmadan. Her seferinde daha çok yükselttim. Böyle böyle biraz biraz kaybettim duyum'u kendi hiddetimden. Sağırlaştığım oldu.
Eni sonu boğazıma dizildi şarkımın şevki.
Lal-ü ebkem düştüm, görmedim. Köreldiğim oldu.
Yaşamaktan vazgeçtiğim oldu. En çok yaşadığım yerde, nabız hizama bıraktım izini.
Kendime yasaklanıp kendime hapsedildiğim oldu. Kendimden kaçışları da böyle aklediverdim. Yakalanışları ise teslimiyet bildim aczimden. Nevalem naleler, heybem kendi derimden oldu, bir kalemle yüzülen.
Yutku. Yutku. Yutku. Kıyamet.
Sıra sıra ağaçlar dizilmiş yol kenarı. Kaldırımların ötesi henüz inşa edilmemiş topraklar. Sarı sokak lambaları. Ay böbürlenerek güneşe tokluğunu gösteriyor dolu dolu. Övüncünde haklı.
Sağa yanaşıyorsun. Kontağı kapatıp iniyorsun. Bagajdan sandalyelerimizi çıkarıp kaldırıma kuruyorsun. Başımı dayadığım pencereden bakıyorum sana. Aya doğru oturuyorsun sonra.
Evin yolunu tutmuştuk hâlbuki.
Eve kadar tutmuştum kendimi kursağımda birikenleri yutabilmek için. Yanına geliyorum. Yüzümü sana çevirmeden sana bakıyorum, aya baktığımda.
Ne demeye varıyorsun sevgili?
Ne susmaya?
Nasıl da tutuyorsun ellerimden hiç dokunmazken.
Nasıl da kavrıyorsun beni.
Nasıl da anlamsın ve ne yaşamak ve kimi haz.
Ve nasıl da bırakıyorsun ellerimi, hiç tutmamışçasına?
Ne sözlerin sırra kadem basıyor sevgili?
Ne kaybolmaya?
Ayışığına çok güzel bakıyorsun. Gözbebeklerin yıkanıyor, adeta bir sevişmek sonrası. Yüreğin gökyüzü olmuş. Yüreğin gökyüzünde mutluluğa kıyamda.
Yere kapaklanan beni farkedemiyorsun. Gölgemde durulurken git gide çürüyen, eğilip bükülen, ufalanıp incelen gövdemi baharsızlıkla kovuşturuyorsun. Ölmenin deminde tohum saçıyorum öylece, oysa çoğalmak ölebilmenin alametidir.
Öldürüyorsun.
İçin. Gayrım. Kelimen. Bir düş kurmuşsun. Kurup inanmışsın. İnanıp ikrar etmişsin. En ihlaslısından. Pek tabi hayat bir eğlenceye dönüşüyor. Yaşamak gerdanını açan bir kadın, saçları beline uzanıyor bukle bukle. Eline değiyor zülüfleri. Parmak uçlarında gül kokuları -menekşeler ki zaten hiç sinmemişti-
dudakları gül kırmızısı, ciğerparemden akan kan kırmızısı. Gözleri baktığın gökyüzü, gökmavisi. Hazdan iki kanat, pervaza durmuşsun.
Ne güzelsin.
Ne güzelsin uçup giderken. Giderken. Giderken. Ben hep gelirim, derken. Gidiyorsun. Gidersin. Gideceksin.
Hep beklerim sanıyorsun. Hep beklerim. Beklerdim. Bekliyordum.
Gelirdin, gelişinin güzelliğinde kaybolurdu çirkinliğim.
Kalamazdın. Yerde duramazdın. Bu çukurda seyirlik olmazdı aseman.
Bu bıkkınlık çukuru, bu ağırlık çukuru, bu birbirine dolanmış dökülüp seyrelmiş, dipten uca kırılmış saç yumağı, bu rengini kaybetmiş çatlamış sarkmış ten, bu ışığı soluk bakış, bu kartlaşmış bir beden yitik ruh dağınık bellek çukuru.
Gitmeliydin. Giderdin. Sonuna kadar gitmek için, binbir renkle buluşmaya, her bir zevk ve lezzete kanmaya. Sende hayat kanmacaydı. Kana kana aldanmaca.
Nasılım ben?
İyi değilim.
Daha nasılım?
Hiç iyi değilim.
Ne zaman iyi olacağım ben?
Olmayacağım.
Bütün bunları sen kendine yapıyorsun.
Bi vajeyi nemiresi cuz bi derd, incuri pors u cu nekon!
Bilmediğimi mi sanıyorsun. Ah bilmez miyim.Bilmez miyim kendime neler yapıyorum. Biliyorum. Bekleyeceğim biliyorum. Usanmadım mı hala beklemekten.
Usanmadım nevruz, nevruz dilenmekten.
Usanırım, lezzet diye delibal yemekten, bade deyip gama meyletmekten. Usanırım Izdırabı mutluluk bellemekten, beklemekten.
Usandım.
0 notes
marurename · 4 years ago
Text
Bakış
Kır çiçekleri kokulu deterjanla yıkanmış ancak makineden geç çıkarıldığı için rutubetin ciğere yapışan kokusuna da bulanmış çamaşırların serildiği salona girdim. Bir nefret daha nasıl betimlenebilir, bilmiyorum. Kitaplıktan kitabımı alıp çıkacaktım oysa. Çamaşır kokusuyla, yani yüzü buruş buruş, nefesi hep eksik, gözleri kısık buhranlı “ev” kadınlarının bilinci aşağılayan  kokusuyla varlığım, olası en olanaksız yerdeydi. Gözlerim açık, görmüyor; ellerim sıcak, kıpırdamıyor; dizlerim kırklı yaşlarımın aceleciliği ile sızlıyor. Zihnimde buğulu, boğuk çamaşır kokusundan ayırt edilebilen tek cisim ıstırap, burnumun ucunda kıvrılmış sızı’lanıyor.
Yine de evin en güneş alan odası burası. Yüzümün güneşe İhtiyacı var, bileklerimdeki karanlıktan yani ki geçmişten kalma paslı nabız lekelerinin silinmesine ihtiyacım var. Sana sarılmak gibi sarılmalıyım güneşe. Dirseklerimi karnıma yapıştırmış, titreyen ellerimi  zapt edebilmek için kenetlenmiş parmaklarımı çözmen, kelimelerimle çırpınırken bileklerimden kavrayıp kollarımı açabildiğin kadar açman, göğsümdeki korkuları tavana çarpana kadar salman, “Ben buradayım, kendine sarılma! “ deyip kucaklaman gibi güneşi kucaklamaya ihtiyacım var. Ağlamaya muhtacım gün ışığında, kucağında ağladığım gibi. Soluklarımı idareli kullanmalıyım oysa, günü bitirebilmeliyim. Tam vermemeliyim nefesimi, tam doldurmamalıyım ciğerimi. Ciğerim. Ciğerimde hala rutubet kokusu. Nasıl ters düşüyor varoluş bilgisine. Düşlerim, seslerim, bulanıyor.
“Yanılgılarım billur kasede su,
Suskularım bataklık”
Yansımalar söndükçe, ruhum yittikçe çamurlaşıyor kalp.
Güneşe ihtiyacım var, kurutmalı garipçe şekillenmiş cüssemi,
İsa nefesine.
Çamaşırların güneşe ihtiyacı var, rutubetten arınmak için.
Işığın çamaşırlara düşüşünü takip ediyorum, kırılıp halıya inişini, oradan hafifçe koltuğa yükselişini, kitaplığın köşesini yalayıp yanda duran beyaz sandığa serilmesini.
Bakışım beyaz sandıkta kalıyor.
Üzerinde yeşil gölgeler uzanmış. Gölgeler suretlere bürünüyor; suretler fısıldaşıyor. Kulak kabartıyorum. “Hiişşşh! Kikirdemeyin, şimdi farkedecek.”
Benden mi bahsediyor?
Duyuyorum sizi!
“Duyumsuyorsun, bakıyor fakat görmüyorsun”
Bakıyorum,
Tekrar bakıyorum.
Sandığın hala kalan beyazlığına ve yeşil gölgelere.
Yeşil.
Göz kapaklarım açılıp kapanıyor.
Bir bakış,
İki bakış,
Bilmem kaç bakış sürüyor gölgelerin alayı.
Kendi bakışımla süzülüyorum, kendi bakışım hep “Ahmak!”.
Bir yarım nefes daha, ha gayret. Kalkıp gidebilirsin oturduğun koltuktan, rutubetli çamaşır kokusu sarmış odadan, cimri günışığının homurdanmasından, yeşil gölgelerin küstahlığından.
Bir yarım nefes, bir bakış daha, ha gayret.
Kitabı almayı unuttuk iyi mi! Kitaplığa yöneliyorum tekrardan. Yine kikirdiyor yeşil gölgeler. Bu sefer bakışım görmek değil kör etmek.
Fakat sen,
sevgilim, uğursuz hislerimin celladısın.
...
“Bu çiçek niçin solmuş böyle?”
Köy evinde mutlu bir kadının yetiştirdiği boyu bir buçuk metreye ulaşan çay çiçeğinin bir dalını koparıp köklendirerek ekmiştim saksıya.  Çiçek ne kadar sağlıklı, ne kadar mutlu ve hoşnutsa yapraklarının ortası o kadar mor, o kadar doygun.
Önce çalışma masasının loşluğundan huzursuz oldu, sonra mutfağın neminden. Salona, beyaz çeyiz sandığımın üzerine yerleştirdim, en çok güneş gören yerde dursun diye. Sevdi gibi yerini. Sevse gerekti.
Birkaç yaprak açtı, bir kaç parmak uzadı, dallandı. Sevmişti.
“ Bu çiçeği diyorum, ne olmuş ki solmuş?”
Sahibesi köy evindeki mutlu kadın, altı üstü gövdeye tutunmuş bir kaç yaprak taşıyan bir dal iken şimdi gövdenin kendisi olma telaşında. Köklenmişti köklenmesine de kökü ipek kadar narin henüz. Yer değiştirmekten yorgun üstelik. Güneşi var, suyu veriliyor ara ara unutulsa da. Toprağı da dağdan gelmemiş öyle. Çiçeklerin seveceği şekilde beslenmiş, paketlenmiş iyi! Bir toprak.
Çiçek hoşnutsuz, asla doyumsuz değil. Mutlu kadından en çok kanaati öğrenmişti.
“ Bakamıyorum ben, nasıl kendime bakamıyorsam çiçeğe de bakamıyorum”
Diyemiyorum “mutsuzum”
Ağzımdan çıkmıyor bu rutubetli çamaşır kokulu kelime.
Kendime acımam bitmemiş henüz.
Nefesime kıyamıyorum bu sözcük için.
Mor çoktan göç etmiş, yeşil usul usul terk ediyor. Kahverengi çürükler yerleşmeye başlamış bile aşağıya salınmış yapraklarda.
Soluyor hoşnutsuz çiçek.
Bakamıyorum.
...
Bakıyorum
Beyaz sandığa, yeşil gölgelere, gölgelerin aitliğine.
Kendime bakamadığım gibi bakamadığım çiçeğe bakmışsın.
Yaprakları nasıl da dirilmiş, yeşil, mor, pembe evde.
Vuslat.
Ev.
Sen.
Bakıyorum,
Bakamayışımı görmene, sustuğumu duymana.
Mora, yeşile, pembeye.
Bakıyorum, görüyorum seni.
Yüzüm doyuyor güneşe.
Ağlıyorum.
Nefesim cömert davranıyor bu sefer sendeki sevginin hürmetine.
Titremeden, göğsüm ezilmeden, kollarımla sarmadan kendimi, sığınmadan çığlığa, kararmadan gözlerim, yutkular sıralanmadan, kızmadan yeşil gölgelere, dudağımdaki düşünden öperek, öpüşlerinle abyar, ağlıyorum.
Sen,
Sevgilim, kalbime moru bahşettin bir bakışla.
Bir bakış,
İki bakış,
Bilmem kaç bakışlık seni sevmek...
Tumblr media
0 notes
marurename · 5 years ago
Text
Portakal Kabuğu Reçeli
Sevgilim,
Ben hangi topraktan yaratıldım ki, bu erteleme ve geciktirmeler yaradılışıma bunca iptizal etmiş. Yine, her işimde olduğu gibi, yazmam gerekenleri, yazmış olmam gereken son gecede yazıyorum.
Afitabın, yani mihrin, yani şefkatin, yani güneşin döngüsünün tamamlanacağı ve tamamlandığı noktada başa saracağı ana yetiştik, bir kez daha.
Biliyor musun, çocukluğumdan beri, birliklerden onluklara çıktığımız günün aynı heyecanıyla bu yılın gelmesini bekliyorum. 2020 ne kadar güzel ve kusursuz bir sayı değil mi? Bir kasımpatının yaprakları gibi her bir rakamı, demin kurumaya başlamış kasımpatımızı budadım da oradan aklıma geldi. Şimdi bu sayıya tüm saflığımla fazlaca güveniyor, çokça beklentiye giriyorum. Geçirdiğim son birkaç senemin kabahatine bu sayıdan özür diliyorum.
Geçtiğimiz yılbaşında bir muhasebe ve mukavele düşüncesine sahip olamadım. Esasen babamı bizden aldıklarından sonra uzunca bir süre takvimlerden de bizardım. Sadece zamanın telafisi yoktur, diyorlar. Umalım ki yanılıyorlar.
İnsanları dinliyorum, okuyorum. Bu yılın kendilerine neler kattığını, ne okuduklarını, ne öğrendiklerini yazıp çiziyorlar. Tanıdığım, takip ettiklerim içerisinde onlarca kitap okuyanlar var mesela, yirmilerin üstünde kilo verip ideal rakamlara ulaşanlar, vegan olanlar, üniversite bölümlerini değiştirenler, tezlerini sil baştan yazmaya karar verenler vs.
İşte son günlerde bunları düşünüyorum. Bu yılda neydim ne oldum.
Ben bu yıl ondan fazla kitap filan okumadım. Herhangi bir akademik çalışmada bulunmadım. Hayatımı adamak istediğim alanda hiçbir mütalaa yapmadım. Kazanmak istediğim hiçbir ahlaki fazilete sahip olamadım. Kurtulmak istediğim hiçbir zaafımdan, eksikliğimden, bir tümör gibi ruhuma işleyen kötü huylarımdan arınamadım. Hastalıklarımla baş edemedim, aksine yenilerine de kucak açtım. Ben bu yıl hiç de olmak isteyebileceğim bir Elif olamadım. Ancak 2019 vurduğu yerden gül bitiren bir gaddardı bana, hamd ile.
Canımın ne çok yanabileceğini gördüm. Asla görmem dediklerimi gördüm. Asla olmam dediklerimi olabileceğimi gördüm. Asla yapmam dediklerimi yapabildiğimi gördüm. Asla düşmem derken düştüğümü gördüm. Fakat asla doğrulmam dediğime doğrulduğumu da gördüm. Asla düzelmez dediklerimin düzelebileceğini, tamir olmaz dediklerimin beni imar dahi edebileceğini gördüm. Asla vazgeçmem dediklerimden vazgeçtiğimi, vazgeçerken acı çekeceğimi sanırken vazgeçmenin rehavetini gördüm.
Ben bu yıl, defalarca hayallerimi değiştirdim. Her yeni günde başka bir gelecek düşüyle yaşadım, hiçbirini sevemedim. Her gün geçmişimle kavga ettim. Çok şey yaşadım ve çok şey yaşayamadım.
Çok şey öğrendim.
Ben bu yıl, dua edememeyi öğrendim. Bir kavramın beni nasıl ezebileceğini, bir kavramın beni tarumar edebildiğini, bu bir kavramdan ibaretliğimi, münteha hiçliğimi öğrendim.
Ben bu yıl, utanabilmeyi, eteklerimi sala sala yürüdüğüm yollara burnumu sürtebilmeyi, benliğimi zincirlerle dövebilmeyi öğrendim.
Ben bu yıl, anne olacağım derken insan olabilmeyi öğrendim. 25 yaşımda bir metreden az boya erdim, çimenlere yalın basarken korkan ayaklara, duvarları karalarken kalemi tutmakta zorlanan ellere, duyduğu her ritme, her sese kesilen kulaklara, bir sineğin, kelebeğin, kuşun uçuşuna bile hayret eden gözlere, hayvanları çıkardıkları seslerle isimlendirmenin daha kolay ve aslında daha zevkli olduğu dile ve öpüldüğünde sahiden de bütün ağrılarının geçtiği bir tene sahip oldum. Bu erişkin akıl ve bedenle bir çocuğun hayatı keşfederken düştüğü korkuyu duydum, gördüğü güzelliğe doydum, aslen bildiklerime kesben vardım.
Ben bu yıl, okumak ve yazmanın ötesinde duran bir ağacın kökleri oldum, kendi gölgemde durdum. Soluklandım, soluğum kesile kesile.
Çokça resim yaptım, suluboya çalışırken suyun, renkten çok daha önemli olduğunu fark ettim. Tıpkı hayattaki saydamlık ve şeffaflığın diğer her şeyden daha fazla boşlukları doldurması ve o boşluklara yakışması gibi.
Elimde fırça tutmanın beni benden koruyan tek şey olduğunu derk ettim, ellerin hariç.
Hayatımın sonuna kadar yapacağım bir şey varsa bunun çizmek olduğuna karar verdim.
Ve ben bu yıl  almayı çok istediğim o çizim tabletini alabildim, yeniden sana teşekkür ederim.
Sabahları sen işe gidecekken dolaptan ayakkabılarını çıkarıp kapının önüne koyan Baran’ın seni uğurlamasında, beklemeyi öğrendim. Artık arkandan ağlamamaları nesne sürekliliğini algılayabildiklerini gösteriyor. Artık beklemenin ezasından sıyrılabilmem tüm nesnelerin faniliğini öğrendiğimi anlatıyor.
Ben bu yıl, sağlığın hakikaten de her şeyden öncelikli olduğunu öğrendim. Hala salim kalan her bir azam için de şükredebilmeyi.
Ben bu yıl, bir sabah uyanıp çayı ocağa koyduktan sonra odayı havalandırmak için pencereyi açtığımda, henüz taramadığım jülide saçlarım uçuş uçuş olduğu bir anda, ansızın fark ettim, kelimenin ve dehrin birbirlerini tamamladıklarını. Birbirlerine manen bunca uzak olmalarına rağmen. (an ve ansızı yan yana kullanmanın verdiği haz da bunun emsali.) Yazmanın, zamana bir yarık açtığını söylersem çok iddialı olmaz değil mi? Zamanın akışını böylesi kesen başka bir şey olabilir mi? Daha ileriye gidip, kelimenin zamanı yaratabileceğini de diyebilirim. Bunları şuan izah etmeyeceğim. Hafta sonu Dicle’nin kıyısına gidip Ongözlü köprüde gezinmeye ne dersin? Şu çok sevdiğimiz salkım söğüdün dalları Dicle’ye dokunurken, başım omzunda, tüm telaşlardan arı, tüm kelimeden arî zamanı konuşmanın tam vakti.
Ben bu yıl, en çok da ne olmak istediğimi öğrendim. Bundan kelli olmak istediklerim için ne yapabileceğimi, nasıl yaşayabileceğimi mesela. Yepyeni hayaller edindim. Başka başka hedefler koydum önüme. Bunun için sahip olmam gerekip de sahip olmadığım tek şeyin nizam olduğunu anladım. Bu nizama da ancak yazarak varabileceğimi. Yine kelime ve dehrin rabıtasına dönüyor sözüm.
2020’de en azından ömrümü geçirmek istediğim şehri bulabilmek istiyorum. Sence de aitlik hissini yaşamamın vakti gelmedi mi?
Bir dikiş makinesi istiyorum. Öğreneceğim ilk şey senin için kravat dikebilmek olacak.
Bir deste de pastel renklerden kanaviçe ipi. Böylelikle aldığım un eleklerine çiçekler işleyebilir ve duvara asabilirim. Nakşı öğrenmem uzun sürecek muhtemelen. Olsun.
Dün bir kilo portakal aldım. Hatırlar mısın, henüz ilçede otururken Baran'ın aylık besin alerjisi testlerini yaptırabilmek için Diyarbakır'a gelmiştik. Sur’un arka sokaklarında Hevsel Bahçeleri Kafesini keşfetmiştik. Tam anane eli değmiş gibi bir yerdi. İlk kez orada kahvaltı yaparken portakal kabuğu reçelini tatmıştım. “Vişne reçelinden başka reçel sevmem ben” gibi yargılarım çoktur, bilirsin. Halbuki portakal kabuğu reçeline bayıldım. Hatta daha o gün eve gidince yapacağım ilk şey portakal almak olacak demiştim. Eve gittim, iki yıl geçti. Onlarca portakal yemişimdir de portakal kabuğu reçeli yapmak aklıma gelmedi. Artık aklımda. Portakal kabuklarını soyup acısını alsın diye suya koydum. Dinlenecekmiş böyle bir iki gün. Sonra sarıp ipe takacakmışım. İnsan bir şeyi yapacağım deyince yapmalı değil mi. İnsan en çok da kendine vefalı olmalı. En çok kendini dinlemeli. Kendini duyamayan kimi işitebilir ki?! Bir de insan sevmeli. Öyle portakal kabuğu reçelini sever gibi de değil hani. Salkım söğüdün dallarının Dicle’ye hürmetince sevmeli, nazenin.
“Eğil salkım söğüt eğil,
Bu benimki sevda değil” diyor ya hani şarkı,
sen ona inanma, olur mu?
31.12.2019
youtube
1 note · View note
marurename · 6 years ago
Text
Dördüncü Yaprak
Sevgilim,
Bundan bir yıl önce, yine aylardan Kasım ve yine Kasım’da her şey bir başkayken Baran ve Agâh ile birlikte yürüyüşe çıktığımız günlerden birindeydik. Sen Agâh’ı kucaklamıştın. Ben ise Baran’ın elinden tutuyordum. Artık elinden tutup yürüyebileceği boya ermişti. Ne de heyecan vericiydi. Biraz yürüyüp oturmuştuk çimlere.
“Hadi bana dört yapraklı yonca bul” demiştim kendi şansıma güvenmeyerek. Epey aranmıştık. Tabi ki bulamadık. Hep esprisini yaptığımız gibi, bu dünyada bütün şansımızı birbirimizi bulmaktan yana kullanmışız sanırım. Umudumuz diğer dünyaya mahdut. O gün, bir cümle yazmıştım bir köşeye, “Ne kadar aradıysak da dört yapraklı yonca bulamadık. Çok da lüzumu yoktu. Yoncamın üç yaprağı yeterdi.”
Lüzumu yok muydu sahi?
 Birinci Yaprak
Babam.
Yani ki kendim.
Bana Elif olmayı, benliğimi bulmayı, en azından yürümeyi, aramayı ve duyabilmeyi öğreten adam.
Yakın bir zamanda çeyrek asrı tamamlamış olacak ömrüm. Çeyrek asırlık her yılımı, her günümü, her saatimi, her anımı düşünüyor ve ölçüyorum. Kendimi, sallamaktan kollarımın uyuştuğu fakat asla durduramadığım düşüncelerimin eleğinden geçiriyorum. Babamın kelimelerinden başka bir şey süzülmüyor. Eleğin üstünde kalanlar ise bir avuç toprak, dönüşeceğim olan.
Yaşamımın ilk şansı. Tanrı’nın bana ilk lütfu. Onu kaybetmekten niçin bu kadar korktuğumu anlıyor musun? Hayatımı onsuz sürdürmenin ne kadar zor geldiğini görüyor musun? Son okuduğum mektuplarından birinde anneme “o hala bizim minik Elifimiz” yazmış. Ben hala ve daima onun minik Elifiyim. Sana babamı anlatmaya dermanım yok. Onu özlemekten ciğerlerimin söndüğünü, kaburgalarıma yapıştığını hissediyorum her gece. Bilirsin çok unutkanım, unutmamak için bana seslenişindeki ses tonunu tekrarlıyorum içimde, her gece.
 İkinci Yaprak
Sevebilmek.
Işıktan bir ağ.
Her bir yanıma dolandığım, kanamadığım. Sırrına vakıf olduğumu her sanışımda, nadanlığımla sınandığım.
Keşfetme çabalarımda keşfolduğum.
Yırtındığım da, varamadığım.
Bu kelimenin beni nice incittiğini en iyi sen bilirsin. Evrenin beni bu kelimenin göğsünde emzirip büyüttüğünü, Evrenin büyüklüğüne nasıl küçüldüğümü hangi gazellerle anlatayım sana? Pervaneyi, mumu, gülü, menekşeyi, nergisi, Şahe nebatı, butimarı hangi nameye sığdırayım. Sevmenin hiddetini, enginliğini, kudretini, devasını, serabını, varlığa töz oluşunu ademoğlunun lisanı kuşatmaz. Bir “Levla” ya kaç tefsir yazsan da kavuşulamaz.
Sevgilim, bu candaki levlanın tamlayanı da sensin demek ki sensiz evim bahçesiz kalıyor.
Bu arada bir gün bahçeli bir evimiz de olacak değil mi? O bahçede seni ilk kez gölgesinde gördüğüm badem ağaçları peki? Bu hayal başka bir mektubumun konusu, sırası gelecektir.
Bu kadar devinip durduğum bir kelimeye daha fazlasını yazmakla ancak gönlüm burulacak.
 Üçüncü Yaprak
Anne olamamak.
O günü asla unutmuyorum. Genç kızlığımın başlarında muzdarip olduğum hastalık yüzünden sürekli kapısını aşındırdığım, adından utandığım, en çok da sıkıldığım yer, “Kadın ve Doğum Hastanesi” bahçesindeydim. Sadece parmak uçlarıma basarak oturmuş olduğum bankı, beklerken canım sıkılmasın diye yanıma aldığım dizimin üzerinde duran felsefe kitabına nasıl sıkıca tutunduğumu, avuçlarımın terlediğini, başımın döndüğünü unutmuyorum.
Bir kağıt parçası, pozitif çıkan test, bir siyah beyaz karartılı fotoğraf, bebeğimiz, “Hamilesiniz” cümlesi. Hamile. Taşıyan. Ömrümce hamallığını yapacağım yükü taşıyan. Bu yük bir bebek değil; bu, üzerinde yürüdüğüm hayat çizgisinin sonuna gelinceye dek olabilmek için çabalayacağım “Annelik” ve olamayacağım.
O gün anneliği Baran’ı kucağıma aldığım günden çok daha fazla hissedebilmiştim. Muhtemelen henüz farkına varamadığım ve tam anlamıyla yaşayamadığım şefkat ve sevginin korkularımı, endişelerimi telaşımı ve hüznümü örtbas etmeyişindendir. Zira anlıyorum ki annelik her ne kadar bu sevgi ve şefkat kelimeleriyle bütünleşmiş gibi görünse de daha derinlerde bu iki kelimelerden daha sert ve yalçın. Daha çok korkmak, olacak ve olmayacak olanlardan; endişe etmek, olabilecek ve olamayabilirlikten; telaş, daha en başından olmasını dilediklerimin yorgunluğundan ve hüzün, artık olduğum kişi olmamak ve artık başka bir benliğe sahip olmaktan, kendimi bazı bazı özleyeceğimi bilmekten.
Barân ve Agâh, benefşezarımın iki muazzam menekşesi. Bana “anne” derken dahi anne olmayı öğreten bebeklerim. Onlara her bakışımda yaşamım boyunca Elif ve anne olmak arasındaki dengenin beni mesrur edecek yegane şey olduğunu hatırlatıyorlar. Dedim ya, anne olamamak.
Bu cümlelerimi bir tek senin anlayabileceğini sanarak hata mı ediyorum?
Dördüncü Yaprak
Bu mektubu bitirmek beni oldukça ürkütüyor. Dördüncü yaprak üzerine bütün düşüncelerimin birbirine bağlanması ve bir nizama ulaşmasını bekleme yanılgısındaydım. Ve fakat, dördüncü yaprağın tam da bu olmasını anlamam uzun sürmedi. Bu paradokstan nasıl çıkarım bilemiyorum ancak dördüncü yaprağım, dördüncü yaprağın neliğini düşünmekten başka bir şey değil.
Hayatım ancak hayatımdaki eksiğin ne olduğunu düşünmek ve aramakla tekamüle erecek.
Ruhumun en küstah tarafı da bu sanırım, arayış için arayışın şavkına tutulmak. Neyi fark ettim biliyor musun? Bana daima yazdıran şeyin bu arayışın huzursuzluğu olduğunu, sana kadar. Senden beri gönlüm ferah. Ne kadar avare de olsa ve ne kadar şımarsa da tinim, bütün sevecenliğinle üzerimde gözlerin.
Onları benden alma,
Ayırma.
Hilal gözlerinden öperim.
1 note · View note
marurename · 6 years ago
Text
Merira
Adı bende hep Nevruz olan,
Yeni günüm.
Say ki bu mukaddimesi olsun tüm sözlerimin, geçmişte ve halde. Geleceği kimse bilmiyor.
Bilirsin ki nefesinin kalbime değdiği ilk andan bu yana yazdığım tüm kelimeler senin gölgende hakikat ve hilkat bulsa da hayatımda en azından diyebilirim ki senli hayatımda sana yazmak en zorumdu.
Bizi yaşamak öylesine büyük ve öylesine giriftti ki, yazmak kolayına kaçmaktı.
İkimizin de bunca zamanın ardından “o halde şimdi yazmak niye?” sorusuna verilecek pek çok cevabımız olabilir. İşin gerçeği, dinlenmek istiyoruz, dinlenilmeyi ve dinlenebilmeyi.
Bir sırrımı aşikar ediyorum, bu yazdığım ilk mektubum değil. Ancak okutmaya hazır olabildiğimin birincisi.
Bu sana ahdim, sana sedam, sana çığlığım, sana eksik kaldığım. Başka bir bakıma, yazmak eksikliği tamamlama çabası da değil mi zaten.
Şimdiye değin, sana mektuplarımı kağıt üstünde tutmak istedim. Günü geldiğinde önüne kağıtları yığmak, yazarken yüreğimi diri tutmak adına parmak uçlarımdaki kağıt kesiklerini göstermek niyetindeydim. Hani o çok sevdiğin filmdeki adamın uzun süre halı dokuyabilmek için parmağını kesip tuz basması gibi. Fakat mademki hiç de olmak istemediğimiz bu çağda yaşıyoruz, ayak uydurmalı, bu uyma çabasının yorgunluğundan gönlün ayaklarına kara sular inse de ayak uydurmalı. Uzun vakittir, senin blogunun ismine özenerek şaire mektuplar diye blog açmıştım. Bir türlü ısınamadım. Sonra nereden geldiyse aklıma, “bir kelime vardı” deyip durdum iki gün. Eni sonu buldum “merira”, başka bir deyişle marure. Hayır sevgilim, sana arama motoru açtırmayacağım, burada kal ve bekle.
Mayısın çiçeği burnunda bir günü, ne gözün gözümde ne elin elimde fakat yine de diz dize, sana peçesini kaldırıp benliğimi ayan ettiğimden, seni sevmenin merakının nabızlarımda attığından bu yana ve bu yandan da sonsuza neyi gizlediğimi sor. Sana, sana nasıl soyunduğumu anlatayım.
İşte tüm kaygılarımdan üryan buradayım.
Sana menekşe yapraklarından kestiğim mektupları, saksağan tüyünden diktiğim entariyi, bileğime halhal yapıp geçirdiğim parçalanmış şiirleri, ayaklarımın altından kayıp giden kumlara raks edişimi anlatayım.
Feyezan serüveni.
Sana ruhumun en doyumsuz yanlarını, yani kanayan yaramı, anlatayım.
İşte ağularımdan arınıp, ağrılarımı sırtlandım, buradayım.
Harman vakti.
Buğdaylar arasında kaçmış acı tohuma denirmiş Marure.
Tokluğum sensin, bereketim sensin, dirliğim sensin, buna şahitsin.
Lakin,
İçimde yutup yutup kustuğum ne çok acı tohum varmış, benimle görmek ister misin?
0 notes