meraklimaydonoz
meraklimaydonoz
Hıdır Kırkıcı
694 posts
Adaletin bu mu dünya?
Don't wanna be here? Send us removal request.
meraklimaydonoz · 5 years ago
Text
AY KUŞLAMASI
Ne renktir yazları gece? Bir sevgili öperse, Kırmızıdır, sarhoş eder… Kardeşim giderse uzağa, Mavidir, deniz kıskanır… Sarılırsam hasretle dostuma, Yeşildir, şarkı söyler
Baykuş, bakar geceye sessizce Hayatın bilemez renklerini Ya siyahtır gece ya beyaz Dahası önem taşımaz Gamsız bir baykuş için “Ay tutulacak” demişler bir keresinde Bir ucundan tutmak için Beklemiş baykuş, tutamamış Ay’ı O gece aydınlatmış her yeri Bir yaz dolunayı
Konduğu dalın balkonunda Görmüş baykuş bugüne değin Hiç görmediği ahengini renklerin İzlemiş sabaha kadar, Uğuldamış: “Hayatta ne çok renk var!”
Büyülenmiş orada baykuş Balkonunun yaprağını aralık koymuş Yavaş yavaş sabah olmuş Baykuşun balkonundan içeriye Öksüz kuşların cıvıltısı dolmuş.
4 notes · View notes
meraklimaydonoz · 5 years ago
Text
YALNIZ BİR GÜLÜN AHENGİ
Bir tek gül ile olunmaz gülistan, Gül, gül olmaz sen alıp koklamazsan. Böyle başladı işte, bir gül ve olan her şey sana dair Anladım ki boğuk ama ümitvar bir kış gecesinde Yorgun argın derleyip metruk bahçelerinden Devrediyordu usulca senden ve benden, Bize doğru güzelliğini kan kırmızı hayatlar. 
Veriyordum ve eriyordum karşında biteviye Sanki ilk defa dokunuyormuşçasına bir güle Çağ açıp kapatırcasına kırpıştırmıştın Biçare ve bigâne büyük insanlığı Objektif kucaklayan kararsız gözlerini 
Ortak bir dosttan söz açmıştın geçenlerde; Çok severmiş cibre rakısını, isminde taşıyacak kadar Sen de severdin, daha ziyade karadut şarabını Kadim beyaz amfilerinde Şirince’nin Yunanların nasıl seviştiklerini ve dövüştüklerini Sana anlatırken hayal etmiştin beni. 
Sonra ortak dostumuzun dediklerini İlahi müstesna ve münhasır huzurunla İşlemiştin yüreğime: “Gez ve kimseye söyleme, Mutlu ol ve kimseye söyleme, Çünkü insanlar mahveder güzel şeyleri.” 
Dolaştık günlerce bahçesinde sevgilerin el ele, Yürek yüreğe, beden bedene… Dokunmak insanlara yasak olmuşken üstelik İlanihaye sürecek çilesine girmişken insanlık Beraber gezdik cümlesini aşk iklimlerinin Yaşadık her mevsimini; utanmanın, tutunmanın, buluşmanın, Öpüşmenin, didişmenin, sevişmenin, barışmanın
Nihayetinde unutmanın. Biliyordum elbette kavruk bir akdeniz çocuğu olarak Her gülün sonunda solmaya açtığını Dikenini, yaprağını, dalını, goncasını. Gül solar, yaprak dökülür, dal çürür, diken kurur 
Bir tek sevişin kalır geride. (Bi Mevzu dergi - 28.05.2020)
3 notes · View notes
meraklimaydonoz · 6 years ago
Text
Dünyanın Balkonu
Balkon sevmeyen bir milletin çocuklarıyız. Daha ilk adımlarımızda Hiç düşmeden yere tutup kaldırdılar elimizden Her halde düşersek biz Büyüklerin düşlerini yerden alıp Ağzımıza götürürüz diye korktular Kim bilir nasıldı kırık düşlerinin tadı.. İlk altı ay sadece anne sütü içirdiler bize Hayat yorgunu cefakar annelerin memelerinden İlk böyle dokundu midemize hayat Ağladık hepimiz, haftada en az kırk beş saat Ve susturdular bizi konuşmayı öğreterek: Anne-baba-dede-amca Teyze-hala-abi-abla Bebek-yemek-uyku-yatak Silah-tüfek-araba-uçak Oyuncak, daha çok oyuncak… Bir gün karşı komşunun çocuğu geldi bize Bize yasaklı elma şekerinden elbisesiyle Tuttu apansız elimizden Yapış yapış oldu elimiz şekerden İlk kez o gün çıkabildik dünyanın balkonuna Yoktu kimse bizden başka Büyükler görse, hemen tutup kulağımızdan içeri sokarlardı. Üstelik ayaklarımız da çıplaktı Üşütürsün derdi annem, yalın ayak basma yere Korkmuştum ama hiç üşümemiştim ki Kaloriferli evimizde İsmini söyledi elma şekerden elbiseli kız “Merhaba ben Havva” ; tanıştık “Ben de Adem” Tutuşup yapış yapış el ele Yürüdük balkonun ötesine
3 notes · View notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
Ölümsüz Bir Kaplumbağanın Şiiri
Aylar oldu gözüm yaşlanmayalı Daha kötüsü, bir hayli zaman geçti En son kendim için attığım kahkahanın üstünden
Mutsuzken, bilhassa etraftaki herkesi Fütursuzca güldürmeyi meslek edinmiş bir Palyaçonun tellendirdiği sigara misali
Küllenip savruluyor aklımdaki sözler silsilesi Her esen yelde bir başka yaşıma giriyorum sanki İçinden -her nasıl olduysa- sağ çıktığım fırtınalar Neredeyse inandıracak beni ölümsüz bir kaplumbağa olduğuma
Yavaş yavaş ilerliyorum şairin dediği gibi Yaşamın patikalarla dolu yollarından. “Yolda olmak önemlidir fakat peki yol olmak?”
1 note · View note
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
in dubio pro amore
Gözümü kapattığım her an Beynim takılıp düşüyor o kıvırcık saçlarına Seni seviyor muyum gerçekten Yoksa tüm bu oluşlar Bir başka aşka imrenmekten mi ibaret?
1 note · View note
meraklimaydonoz · 7 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
“En çok da toprağa kızgınım 
ve en çok toprağı kıskanırım.”
-Anıl ERSOY-
32K notes · View notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
TORBA KANUN KAVRAMI VE LEX CAECİLİA DİDİA
Başta hukukçular olmak üzere bugün modern bir devlet çatısı altında yaşayan herkes “kanunların ya da geniş anlamıyla hukuk kurallarının” hayatın her alanını etkilediğinin ve düzenlediğinin belli ölçüde farkındadır. Fakat bu bilinçlilik hali çoğu zaman kanunların yapım sürecinde etkinlik kazanamaz. Zira halkın ekseriyeti, hayatını düzenleyen bu kuralların ne anlama geldiğini yani normatif değerini kolay kolay kavrayamaz. Bugünün dünyasına şekil veren alanlardaki değişmelerden doğan yeni kurallar yaratma ihtiyacı, çoğunlukla teknik detaylarda kendini gösterdiği için bu durum doğal karşılanmalıdır. Gerek yeni kural koyma ihtiyacının dayanakları(gerekçeler) gerek bu kuralların kendileri(hükümler) günümüzde fazlasıyla karmaşık hale gelmiştir.
Yasama yetkisini elinde bulunduran partiler ve milletvekilleri bazen halkın içinde bulunduğu bu pasif statüden faydalanmak bazen de yavaş işleyen(ve kanımızca öyle de olması gereken) hantal yasama sürecini hızlandırmak için farklı yasama usullerine başvurmaktadır. Ülkemizde bu ayrıksı yöntem sıklıkla “torba kanun”(omnibus bill) olarak karşımıza çıkmaktadır. Torba kanun kavramını; birbiri ile konu yönünden ilgisi olmayan, çok fazla sayıda başka kanunda ek ve değişiklikler yapan kanunlar olarak tanımlayabiliriz.[1] Yine bu tanımdan yola çıkarak ülkemizde görülen torba kanun uygulamalarının ayırt edici özelliklerini[2];
ü  Yasama faaliyetlerinin daha hızlı gerçekleştirilebilmesi
ü  Yöneticilerin toplumun ihtiyaçlarını dinamik olarak karşılayabilmesini
ü  Geleneksel komisyon sisteminin devre dışı bırakılması (İhtisas komisyonlarının by-pass edilmesi)
ü  Kanun teklifine komisyon aşamasında kolaylıkla yeni bir madde eklenebilmesi(Tekliflere Genel Kurul’da yeni madde eklemek daha zordur.)
ü  Tekliflerin başlarda içerdiği madde sayısı ile son durumdaki madde sayısının arasındaki farklılık (Torba kanunun “çuval” kanuna dönme riski)
ü  Yasamanın şeffaflığı ilkesinin zedelenmesi (Genel kurul faaliyetleri kural olarak aleni iken komisyonların faaliyetleri daha gizlidir.)
ü  Gerek sivil toplum gerek bürokrasinin talep ve önerilerinin yeterince göz önünde bulundurulamaması ve bunun yasama hatalarına sebep olması olarak sıralamamız mümkündür.
Torba kanunların bu özellikleri bazen hukuk tarihimiz açısından trajikomik durumlara yol açmaktadır. Örneğin 13/2/2011 tarihli ve 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un komisyon raporunun “sadece başlığı” üç sayfa tutmuştur.[3] Ne yazıktır ki bu düzenlemeden üç yıl sonra gelen ve kamuoyunca “Soma Kanunu” olarak bilinen 10/09/2014 tarihli ve 6552 sayılı kanunun teklif aşamasındaki esas adı beş sayfayı işgal ederek önceki komisyon raporunun kırdığı rekoru fark atarak tazelemiştir.[4] Komisyon raporları ve söz konusu kanun tekliflerinin fark edildiği üzere en dikkat çekici yanları isimleridir. Zira uygulamada torba kanunlar, genellikle “... Kanunu ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” şeklinde bir şablona uygun olarak isimlendirilmektedir.[5] Sadece bu olgudan yola çıkarak dahi hukuk devletine işlerlik kazandıran birçok ilkenin ihlal edildiğini tespit edebiliriz:
ü  Birincisi; halk çoğunlukla söz konusu düzenlemelerin ne konuya veya konulara ilişkin olduklarını tespit edemez. Çünkü kanunun ismi bile neyi düzenlediğini açıkça ilan etmemektedir. Kaldı ki kanunun içeriği de konu açısından aşırı çeşitliliğe sahiptir. Bu durumda “hukuki güvenlik ilkesi”nin sarsıldığından söz edebiliriz. Çünkü böyle kanunların sıkça yapılması, zaten halk için yeterince karmaşık görünen hukuk dogmatiğini iyice kaotik hale getirecektir: Neyin yasak, serbest, hak ya da yükümlülük ifade ettiğini geçerli olan hukuk düzeni içinde kolaylıkla kavrayamayan insanlar her an kendilerini dezavantajlı konumda bulabilirler.
ü  İkincisi; torba kanunların içerikleri kolay kolay öngörülememektedir. Dolayısıyla yasakoyucunun çıkardığı hükümleri uygulamayla yükümlü tutulmuş yürütme organının muğlak normatif metinleri ne yönde anlayacağı da tahmin edilemeyecektir. Zira idarenin öngörülebilir olması için önce uygulayacağı kanunların öngörülebilmesi zorunludur. Burada “idarenin öngörülebilirliği ilkesi”yle dolaylı bir çelişme söz konusudur.
ü  Üçüncüsü; uzun emek ve uğraşlarla yapılmış olan devletin ve toplumun yaşayışı için önemli kanunların acele ve özensiz hazırlanmış torba kanunlarla sık sık değiştirilmesi “hukuk kurallarının istikrarı ilkesi”yle de bağdaşmamaktadır.
Buraya kadar ülkemizde son zamanlarda sıkça başvurulan torba kanun kavramını ve bu sistemin sorunlarını açıkladık. Yazımızın devamında ise birçok ülkede anayasal norm haline gelmiş torba kanun yasağı ve bu yasağın Roma Hukuku’nda ortaya çıkışını ele alacağız.
Günümüzde sıkça başvurulan torba kanun yöntemi aslında hiç de yeni bir yol değildir. Bu yasama yöntemini tarihte ilk defa Romalılar kullanmışlardır. M.Ö. 452 yılında yazılı olmayan hukuku toparlayıp yazılı hale getirmek için halk tarafından seçilen on kişi iki yıl çalışarak oniki levhaya hukukun bütün alanlarına ait maddeleri yazmışlar ve bunlar halk meclislerince kabul edilerek yasalaşır. Bu yasalar –bizim bildiğimiz şekliyle On İki Levha Kanunları- bronz veya tahta yahut da fildişinden olduğu söylenen levhalara yazılarak Roma’nın en büyük meydanı olan Forum Romanum’a asılır. Levhalar, yaklaşık 60 yıl sonra Galler’in Roma’yı yağmalamaları sırasında imha edilir. Sonraki aşamada Roma yasalarının uygulamasında aksamalar oluşur. Bunun sonucunda farklı konular içeren maddeler aynı kanunun içine konulmaya başlanır ve bu uygulamaya itirazlar yükselir. İşte itirazların ortaya çıkardığı kanun bugün “Lex Caecilia et Didia” olarak bilinir. M.Ö. 98 yılında yürürlüğe giren “Lex Caecilia et Didia”, iki madde içeren küçük bir kanundur. Kanunun ilk maddesinde hükümlerin duyurulması ve oylanmasının ne kadar süreceğini belirtiliyor. İkinci madde ise tüm zamanlarda geçerli olabilecek “İnsanlar tek bir karmaşık yasada toplanmış farklı konular hakkında bir sonuca varmaya zorlanamazlar.” hükmünü getiriyor.[6]
Özellikle ikinci maddenin Roma’daki hukuk düzeninde siyasi ve ahlaki olmak üzere iki yönü söz konusudur:
ü  Siyasi açıdan değerlendirildiğinde; Roma’da torba kanunlar, yöneticilere menfaat sağlayan hükümlerin halk meclislerinde kabul edilebilmesi için halk lehine de birtakım göstermelik düzenlemelerle birleştirilmesi sebebiyle “siyasi rüşvet” sayılmıştır.
ü  Ahlak ilkelerine dayanan özel hukuk bakımından düşünüldüğünde ise torba kanunların Roma’da muvazaalı görüldüğünden bahsedilir. Zira bu durumda kanun yapıcılar, gerçek amaçları olan menfaatlerini halka da göstermelik menfaatler temin ederek gizlemeye çalışmaktadır.
Son olarak M.Ö. 98 yılında yürürlüğe giren “Lex Caecilia et Didia”dan doğan “torba kanun yasağı” ya da “konunun tekliği ilkesi” bugün de önemini korumaktadır. Şöyle ki ABD’nin 43 eyaletinde ve çeşitli dünya ülkelerinde parlamentoların torba kanun yapmaları yasaklanmıştır.[7]
 [1] İba, Şeref; Ülkemizde “Torba Kanun” ve “Temel Kanun” Uygulamaları; Ankara Barosu Dergisi – 2011/1
[2] A.g.e
[3] 23. Dönem Plan ve Bütçe Komisyonu’nun 606 sıra sayılı raporu
[4] Günal, Mehmet; Torbadaki Hukuk, sf:70-73. Benzer uygulamalar için yazarın eserine bakınız.
[5] A.g.e; İba, Şeref
[6]Eğilmez, Mahfi; Lex Caecilia Didia; http://www.radikal.com.tr/yazarlar/mahfi-egilmez/lex-caecilia-didia-1020732/
[7] İlkiz, Fikret; Torba Kanun Roma’da Siyasi Rüşvettir; http://bianet.org/bianet/siyaset/153708-torba-kanun-roma-da-siyasi-rusvettir
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
İNTERNETE ERİŞİM HAKKI VE SINIRSIZ İNTERNETİN ADALETSİZ SINIRI: ADİL KULLANIM KOTASI
Bilindiği gibi internet, bugünün dünyasında iletişim kavramının omurgasını oluşturacak kadar gelişmiş ve ilerlemiştir. Bu ilerlemeler sonucunda insanların “bilgiye” ulaşımı konusunda çok önemli değişimler yaşanmıştır ve bu değişimler hala devam etmektedir. Bununla beraber insanın sosyal bir varlık olmasından ileri gelen ve sosyal açıdan henüz temel ihtiyaçlar içinde kendine yer bulamamış “iletişimin” insanlar için temel bir ihtiyaç olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır[1]. Bu iki olgu beraber ele alındığında bugün iletişimin, öncelikle bir ihtiyaç ve hak olduğundan bahsetmek gayet yerinde olacaktır. Artık iletişim kavramının omurgası haline geldiğini söylediğimiz internet de bu durumda çok daha önemli hale gelecektir. Kısacası, bugün insanların temel ihtiyacı olduğu bilimsel olarak ispat edilmiş iletişim kavramının bel kemiğini oluşturan internet dolaylı olarak bütün insanların temel ihtiyacı haline gelmiştir.
Temel ihtiyaçların karşılanması için gereken mal ve hizmetlere erişimin insanlara hak olarak tanınması dünya tarihinde sık yaşanan bir gelişmedir.[2] İnsanlar için çok önemli olan iletişim ihtiyacını karşılamakta temel araç haline gelmiş internetin de bu bağlamda daha nitelikli ve ulaşılabilir hale gelmesi gereklidir. İnternetin icat edildiği yıldan bugüne kadar geçirmiş olduğu gelişimlere paralel olarak hukuki anlamda da birtakım ilerlemeler yaşanmıştır. Bu ilerlemelerin büyük bir kısmı, içinde bulunduğumuz son on yılda internet ve internete erişim konusunda hem bağımsız devletler tarafından ulusal düzeyde hem de uluslararası örgütler aracılığıyla uluslararası düzeyde çok önemli adımlar atılmasıyla yaşanmıştır. Bunlardan uluslararası geçerliliğe sahip birkaçına aşağıdan ulaşabilirsiniz[3]:
 ü 2003 – Bilgi Toplumu Dünya Zirvesi’nde alınmış önemli bir kararda şu ifadeler yer almıştır: “İletişim; temel bir insani süreç, temel bir ihtiyaç ve sosyal organizasyonun esasıdır. Bilgi toplumunun merkezini iletişim oluşturmaktadır.”
 ü 2009/2010 - BBC Dünya Servisi’nin anketi: 26 ülkeden 14,306’sı internet kullanıcısı olmak üzere 27,973 kişiye uygulanmış anket ile internetin bir temel hak olarak görülüp görülmediği araştırılmıştır. Sonuçta katılımcıların 4/5’inin “internetin temel bir insan hakkı” olarak tanınması gerektiğini düşündüğü sonucuna varılmıştır.
ü 2011 - BM Özel Raportör raporu: Frank La Rue tarafından hazırlanmış bu rapor ile BM’nin “internete erişimi temel bir insan hakkı” olarak kabul ettiği söylenebilir.[4]
ü 2012 – İnternet Toplumu’nun(Internet Society) anketi: 20 ülkeden 10.000 kişiyle yapılan mülakatlarda katılımcıların %83’ünün internetin bir temel insan hakkı olmasını istediği sonucuna ulaşılmıştır.
İnternetle beraber ortaya çıkan ve gelişim gösteren “internete erişim hakkı”nın birtakım asli unsurlarını tespit etmek faydalı olacaktır. Zira; internete erişim hakkı, başta anayasalar olmak üzere çeşitli pozitif hukuki metinlerde göstermelik olarak yer verilmeye gayet elverişlidir.[5] Yani; devletler ve kurumlar, insanlara -sadece vermiş olmak- için internete erişim hakkı verebilir. Bu sebeple kişilerin, internete erişim hakkına sahip olup olmadıklarını açıklığa kavuşturmak adına, internete erişim rejiminin içermesi gereken asgari koşullar belirlenmelidir. Bu koşulların neler olduğunu birkaç soru ile bulabilmek mümkündür.
Öncelikle, internete erişim nasıl sağlanacaktır? Bu soruya cevap olarak bugünkü teknolojik şartlar altında şu cevaplar verilebilir:
a.     Mobil şebekeler üzerinden
b.    Ulusal telekomünikasyon şebekesi üzerinden
c.     Uydular üzerinden
 Bu maddelerde donanım açısından erişim yolları tespit edilmeye çalışılmıştır. Bunlardan ayrı olarak sayamayacağımız kadar çok yazılım da internete erişim için aracı konumdadır. Sayının çokluğu sebebiyle şimdilik bu kadar bilgiyle yetinilmelidir.
Peki, erişmek istediğimiz internetin niteliği ne olacaktır? Bu soru öncekine kıyasla çok daha önemlidir. Çünkü göstermelik olarak tanınmış internete erişim hakkı sorunları, genellikle bu soruya verilen yetersiz cevaplardan ileri gelmektedir. Aşağıdakiler günümüz gerçeklerine bağlı kalınarak verilecek cevaplar içinde sayılabilirler:
 a.     İnternete erişimi sağlayacak sistemlerin altyapı durumu
b.    İnternete erişimin ücreti
c.     İnternete erişimde hizmet sağlayıcı tarafından belirlenmiş bağlayıcı sınırlar(hız limitleri, adil kullanım kotası, kota aşım ücreti vs…)
d.     İnternete erişim konusunda devletin ve kurumların kontrolü(TİB ve BTK gibi denetleyici ve düzenleyici kurumların var olup olmaması)
Dijital haklar alanında çalışmalar yapan ve mücadeleler yürüten kişilerin özellikle ikinci soru üzerinde çok ciddi şekilde düşünmeleri gereklidir. Çünkü bu soru internete erişim hakkının konusunu teşkil eden “internetin” nitelikli olup olmadığıyla doğrudan ilişkilidir.
Kişilerin niteliksiz bir internete erişebilmeleri durumunda devletlere ve kurumlara yüklenmiş internete erişimi temin etme sorumluluğu yerine getirilmiş gibi görünebilir. Fakat –mevcut niteliksiz haliyle- o internet, insanlar tarafından ulaşılmak istenilen verilere erişimi imkânsız hale getiriyorsa bu durumda devletlerin ve kurumların bu yükümlülüğü hakkıyla yerine getirmediğini söylemek her zaman için mümkündür.
İncelememizin esas konusu olan Adil Kullanım Kotası uygulaması, devletler ve kurumlar tarafından -önceki paragrafta aktardığımız gibi- suiistimal edilmeye çok yatkındır ve uygulamanın hizmet sağlayıcıları tarafından genellikle suiistimal edildiği kamuoyunda yaygın bir kanaattir.
Adil Kullanım Kotası uygulamasını detaylı incelemeden önce üzerinde duracağımız bu kavramı basitçe açıklamamız doğru olacaktır. Adil Kullanım Kotası(Fair Usage Policy), sistemin içindeki tüm kullanıcıların internete erişimden ve internet hızından eşite yakın düzeyde faydalanmasını sağlamak için yapılan bir uygulamadır. Firmalar tarafından sağlanan internete erişim hızının, kullanıcıların abonelik sözleşmesiyle kabul ettikleri şartlar çerçevesinde(X GB kadar indirme ya da Y GB kadar yükleme durumunda Z Mbs olan erişim hızı T Mbs’ye iner gibi…) düşmesi bu uygulamanın en somut yansımasıdır. Bu hız düşüşleri sebebiyle hem internete erişim hakkının içi fiilen boşalmakta hem de hizmet sağlayıcı firmalar için yeni sınırsız(!) tarifeler çıkarmak daima mümkün olabilmektedir. Kullanıcılar Adil Kullanım Kotasını aştıkları andan itibaren internete erişim sağlarken ciddi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Bu sorunlardan en önemlileri şunlardır:
ü İnternette veriye ulaşmaya çalışırken yaşanan zaman kayıpları
ü Bağlantının yavaşlığı sebebiyle internete erişimin sık sık kesintiye uğraması
ü Sözleşmede yer alan kullanım kotasının aşılmasından sonrası için bağlantının vaat edilen hız sınırının çok altında işlemesi
Adil Kullanım Kotası hakkındaki bir diğer soru da ne kadar adil olduğudur. Kanımızca bu soru gayet yerindedir. Zira hukuken herhangi bir konuda adaleti sağlamak neredeyse imkânsızdır. Çünkü bazı insanlar günlerinin tamamına yakınını internette gezmeye harcarken bazılar çok kısa bir süre internette dolaşır. Benzer şekilde bazı insanlar internetten devamlı büyük boyutlarda veri indirirken bazıları interneti sadece küçük boyutlu verileri indirmek için kullanır. Somut verilerin ışığında ortalama bir kişinin bir fatura dönemi boyunca ne kadar veri indirebileceği bulunabilir[6]:
Adil Kullanım Kotası: 50 GB
v 1 eposta: 0,01 MB
v 1 fotoğraf: 0,10 MB
v 1 web sayfası: 0,50 MB
v 1 adet mp3: 5 MB
v 1 adet e-kitap: 10 MB
v 5 dk 480p video: 40 MB
v 5 dk 720p video: 100 MB
v 1 adet film: 700 MB
v 1 adet 720p film: 2 GB
Görüldüğü gibi 50 GB’lık kotayı listedeki aktiviteleri yaparak doldurmak biraz zor da olsa mümkün.
Yine aynı kotanın bu sefer aşağıda sayılan içeriklerle ne kadar sürede doldurulabileceği hakkında bir fikir yürütülebilir.
v Günde 1 saat 720p video, saati 1,2 GB’tan 30 günde: 36 GB
v Günde 1 saat internet radyosundan müzik dinlemek, 30 günde: 2 GB
v Ayda birkaç defa sistem güncellemesi yapmak: yaklaşık 1 GB
v Ayda 3 tane oyun yüklemek: yaklaşık 5 GB
v Günde 3-4 saat internette gezinme için web ve mail trafiği: 2 GB
v Ayda 5 yüksek kaliteli film: 10 GB
v Ayda 2 PS3 oyunu: 5 GB
 Görüldüğü gibi interneti genellikle oyun ve film indirmek amacıyla kullanan kişiler için 50 GB hiç de yeterli değil.
Son tahlilde, hizmet sağlayıcılarının uyguladıkları Adil Kullanım Kotasının(AKK) büyük boyutlu verileri talep eden kullanıcıların aleyhine iken küçük boyutlu verileri talep eden kullanıcıların lehine olduğu gayet açıktır. Buradaki tezat; genellikle küçük boyutlu verileri indiren ve gönderen kullanıcıya, ona yeterli gelecek hızın çok üzerinde bir bağlantının sunulmasındadır. Zira bahsedilen durumda Adil Kullanım Kotası uygulaması adaletten uzaktır ve büyük veriler talep eden kullanıcıları cezalandıran sonuçlar doğurmaktadır.
AKK uygulaması sırasında görülen bir diğer ciddi durum da hizmet sağlayıcılarının AKK’yi sıklıkla geçen kullanıcılarına ulaşıp daha yüksek AKK’ye sahip sınırsız(!) internet hizmeti satmaya çalışmalarıdır. Veri teknolojisinin gelişmesiyle bir alana ait verilerin ortalama büyüklükleri de hızla artmıştır ve artmaya devam etmektedir. Bugün 50 GB AKK’den 100 GB AKK’ye geçen bir kullanıcı pek yakında -bahsettiğimiz bu gelişmeler sebebiyle- 100 GB’lik kotasını da aşacak ve hizmet sağlayıcısının kendine önereceği daha yüksek kotalı bir internete geçiş yapacaktır. Aktardığımız basit örnekte çok açık şekilde fark edildiği gibi aynı zamanda AKK uygulamasıyla; hizmet sağlayıcıları, kullanıcılarına daha yüksek kotalı tarifeler satarak ciddi kar artışları elde etmektedir.
AKK’nin sebep olduğu sorunlardan bahsettikten sonra AKK uygulamasının ülkemiz için zorunluluk olup olmadığını tartışmak gerekecektir. Fakat bundan da önce AKK uygulamasının arkasında yatan teknik nedenlerden bahsetmek faydalı olacaktır.
Veri teknolojisinde yaşanan büyük ilerlemeye ve abone sayısının artmasına rağmen internetin niteliğini arttıracak yatırımların hizmet sağlayıcıları ve devlet tarafından yeterli düzeyde yapılmadığı hallerde başta bağlantı hızında düşüş olmak üzere birtakım sorunların yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Yani altyapıda gerçekleşmesi gereken gelişmenin pazardaki büyümeye kıyasla çok daha geride kalması sonucunda internetin niteliği çok kısa bir süre içinde düşmeye başlayacaktır. Bu sebeple hizmet sağlayıcılarının ve devletlerin gereken yatırımları sürekli olarak yapmaları, herkese her zaman için yüksek hızlı ve ucuz internet hizmeti sunulmasının yegâne yoludur.
Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak internet altyapısını devamlı geliştiren ülkelerde internet hizmeti hem çok hızlı hem kesintisiz hem de çok ucuzdur. Örneğin dünyanın en hızlı internetini kullandığı tespit edilen Japonya(61 Mbs/s), aynı zamanda dünyanın en ucuz internetini kullanmaktadır(1 Mbs/s için 0,0061$=0,016TL=1,6 kuruş). Japonya’yı hem hız hem de fiyat bakımından Güney Kore takip etmektedir. Bilişimdeki bu gelişme “internetin hızı arttıkça fiyat düşmeli” önermesiyle ifade bulmuştur.
Dünya ülkelerinde ise AKK uygulaması ülkemizdekine kıyasla çok daha yüksek sınırlarla uygulanmaktadır. Gelişmiş ülkelerin ezici çoğunluğu hiç AKK uygulamazken istisnai olarak bazı ülkelerin bunu 250 GB gibi çok yüksek bir sınırla uyguladığı söylenebilir. Yine dünya ülkelerinde hizmet sağlayıcıları, sınırsız adı altında AKK uygulaması içeren sınırlı tarifeler koyamamaktadırlar.
Dünyadaki internet kalitesi araştırmalarında ülkemiz 58. sırada yer almıştır.[7] Önümüzdeki yıllarda dünyaya yön verecek bir sosyoekonomik güce sahip olmayı planlayan ülkemiz için bu sıra hiç iç açıcı değildir. Ülkemiz yine benzer bir kötü sıralamada da internete erişimin fiyatlarıyla yer almıştır. OECD’nin raporuna göre ülkemiz dünyanın en pahalı internetini kullanmaktadır.
[1] Çocuklar ile doğumdan itibaren uzun süreler boyunca hiçbir iletişim kurulmazsa o çocukların yaşıtlarına kıyasla daha az gelişmiş bir beyin yapısına sahip olduğu tespit edilmiştir.
[2] Sosyal devlet esasına dayanan uygulamalar genellikle böyle gelişmeler içinde yer alır.
[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Right_to_Internet_access
[4] https://yenimedya.wordpress.com/2011/06/21/bm-tarafindan-internet-erisimi-temel-insan-hakki-olarak-tanimladi/
[5] Anayasalarda yaygın olarak bahsedilen ifade ve basın hürriyeti ve haberleşme hakkı alanlarını düzenleyen kanunlar ve daha düşük seviyelerde yapılmış düzenlemeler buna örnek olarak verilebilir.
[6] http://www.burak.com/2012/04/29/adil-kullanim-noktasi-neden-adil-degil-nasil-adil-olur/
[7] Akamai şirketinin araştırmasını aktaran Bilişim Güvenliği Uzmanı İlhami Türksal(youtube.com/watch?v=kHxD2abxsns)
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
İŞ GÜVENLİĞİ BİLİNCİ ÜZERİNE
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, gelişmekte olan diğer ülkeler gibi Türkiye’de uluslararası alanlarda söz sahibi olmak için sahip olduğu tüm unsurları kullanarak ekonomisini büyütmeye çabalamaktadır. Şüphesiz bu gelecek hedefleri için gerekli ve önemlidir. Ayrıca benzer durumda olan her ülke de birbiriyle yarışmaktadır. Ekonomik rekabetin ülkeler arasında had safhaya eriştiğini gözlemlediğimiz bu günlerde bahsedilen ülkelerin en mühim sorunlarından birisi de “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği”dir.
Emekçi ve sermayedarın arasında kurulan iş-işveren ilişkisinin gelişmiş ülkelerde, yerleşmiş demokrasi ve insan haklarıyla temellendiği dolayısıyla bu ülkelerin toplumlarında sınıf temelli çatışmaların ya kısa süreli yaşandığı ya da hafif şekilde varlığını sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Bir ülkedeki istikrarın özünde de böyle bir toplumsal anlayış olması bu tespitler ışığında ulaşılabilecek bir diğer sonuçtur.
Ayrıntılara ve akademik çalışmalara geçmeden önce ele alınan konuya temel oluşturacak bazı önemli kavramların açıklanması gereklidir.
İşçi: Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişidir.[1]
İşveren: İşçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlardır.1
İşyeri: İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birimdir. İşverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerine bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve mesleki eğitim ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçlar da işyerinden sayılır.1
İş Sözleşmesi: Bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşme; iş sözleşmesi, kanunda aksi belirtilmedikçe, özel bir şekle tabi değildir; süresi bir yıl ve daha fazla olan iş sözleşmelerinin yazılı olması zorunludur.[2]
İş Kazası: Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada veya işveren tarafından yürütülmekte olan iş dolayısı ile veya yasada belirtilmiş diğer durumlardan birinde ortaya çıkan ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedence veya ruhça sakatlığa uğratan olay.2
Meslekî Hastalık: Sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, bedensel veya ruhsal özürlülük halleridir.[3]
Taşeron(Diğer İşveren): Bir iş yerinde yürütülen mal ve hizmet üretimine ilişkin asıl işin bir bölümünde veya yardımcı işlerde, işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren alanlarda iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini, sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren olarak tanımlanmaktadır. Alt işverenin iş aldığı işveren ise asıl işveren olarak adlandırılır.[4]
Sendika: Bir meslek icra eden kişilerin (örneğin, işçilerin veya işverenlerin) kazanç paylaştırma amacı gütmeden, kendi yararlarını korumak ve toplumsal durumlarını güçlendirmek amacıyla, yasalara uygun biçimde bir araya gelerek örgütlenmeleridir.[5]
Şüphesiz ki yukarıda verilen kavramlar ve kısıtlı açıklamaları İSİG[6] alanında tecrübesiz okuyucular için aydınlatıcıdır. Bununla beraber İSİG alanının tarihsel başlangıcından ve gelişiminden bahsetmek de yerinde olacaktır.
İSİG ile ilgili ilk kaynak MÖ 370’de Hippokrates ( Hipokrat ) tarafından yapılan kurşunun zararlarıyla ilgili çalışmadır. Hippokrates’ın ardından 16. - 17. yüzyılda bu alana değinen Bernardino Ramazzini’nin eserleri bugünün İSİG çalışmalarına temel oluşturmuştur.[7]
Günümüz dünyasının çalışma hayatını şekillendiren en önemli olayların 18. – 19. yüzyıllarda Sanayi Devrimi’yle doğrudan ilişkili olduğu kanaati akademik dünyada yaygındır. Küçük itirazlar göz ardı edildiği takdirde bu kanaatin bir olgu haline geldiği açıktır. Zira günümüz dünyasında çalışmak salt fiziksel anlamda değerlendirilemez. Artık, çalışmak içine birçok hukuk, iktisat, tıp gibi alanlardaki kavramı almıştır ve almaya devam etmektedir. Deyim yerindeyse; çalışma, hayatı işgal etmiş ve hayatın kendisi çalışmaktan ibaret olmuştur. İşte bu durumda İSİG insanca bir yaşamın teminatıdır.
Herkesin iş güvenliğine ilişkin azamî düzeyde bilgi sahibi olması toplumdaki sosyal huzurun varlığı ve devamı için pek önemlidir. Bu tezi Prof. Dr. Yusuf Alper’in 5 Mayıs 1988’de düzenlenen İSİG Paneli’nde sunduğu tebliğdeki tespitlerle savunabiliriz:
“Kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin geçmişlerini sürdürmek için çalışan ve üreten insanın ruh ve beden bütünlüğünün çalışmadan dolayı zarar görmesi, yalnızca kendinin değil, çevresinin de muhtaçlık çemberine düşmesi anlamına gelir ki, bundan toplumda zarar görür. Üreten insan tüketen, huzur içindeki aile de başkasına muhtaç bir hale gelir. Bu bakımdan çalışan ve üreten insanların ruh ve beden bütünlüğü, kısacası sağlıklı yaşama hakkı, diğer insanlar ve toplum bakımından da çok önemlidir.”[8]
İSİG’in toplumdaki önemini akademide vurgulamanın yanında bir de kültür dünyasında vurgulanması gerekmektedir. Zira üniversitelerdeki dersler sade vatandaşa hitap etmemektedir. Bilgilerin topluma romanlarda, şiirlerde, şarkılarda, filmlerde aktarılması gerekmektedir. İşte bu yazının son kısmında iş güvenliğine ilişkin bir film listesi eklemeyi uygun buldum.
 İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğiyle İlgili Filmler[9]
·         Baba – Soner Sert (2014)
·         Baran – Mecid Mecidi – (2001)
·         La classe operaia va in paradiso – Elio Petri (1971)
·         La Promesse -  Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne (1996)
·         The Devil’s Miner - Kief Davidson, Richard Ladkani (2005)
·         Bread and Roses – Ken Loach (2000)
·         Maden – Yavuz Özkan (1978)
[1] 4857 sayılı İş Kanunu,  m.1
[2] Yılmaz, Ejder; Hukuk Sözlüğü; s.367
[3] http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/tr/genel_saglik_sigortasi/maluliyet/meslek_hastaligi
[4] YHGK, 06.06.2001 tarih, 2001/9-711 E, 2001/820 K.
[5] Yılmaz, Ejder; Hukuk Sözlüğü; s.654
[6] İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği kavramı genellikle İSİG olarak kısaltılır. Akıcılık için bu kısaltmayı kullanışlı buldum.
[7] Alper, Yusuf; Bazı Ülkelerde İşçi Sağlığı-İşgüvenliği Uygulamaları ve Türkiye’deki Uygulama İle Karşılaştırılması
[8] Alper, Yusuf; age
[9] İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, http://www.guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=11660:iscinin-oglundan-en-baba-film&catid=147:belgesel-sinema&Itemid=235
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
TÜRKİYE'DE PARLAMENTO YAYINCILIĞININ DURUMU ve KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU'NUN KONUYA YAKLAŞIMI
Demokratik düşünce yönetilenlerin yönetenlerle etkileşim içinde olması gerektiğini esas alarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Klasik tabirle "halkın; kendi kendini, kendisi için yönetmesi" modern devletlerde demokrasinin pratik bir sonucudur. Doğal olarak halk; kendi kendini, kendisi için yönetirken bazı mekanizmalara ihtiyaç duyar. Zira, yönetilen insanların sadece yönetenleri seçmesi ile kendi kendini yönetme unsuru gerçekleşmiş olsa dahi yönetenlerin, yönetilenlerin menfaatlerine ne ölçüde uygun davrandığının şüpheli olduğu durumda kendisi için yönetme unsurunun gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün görünmemektedir.
Halkın, seçtiği kişilerin kendi çıkarına ne ölçüde uygun davrandığını gözlemleyebilmesi için modern hukuk devletlerinde esas alınan şeffaflık ilkesi öne çıkar. Şeffaflığın bir sonucu olarak da ülkedeki yasama faaliyetlerinin halka anlatılması önem kazanır. Modern hukuk devletinin temellerinin atıldığı dönemlerde halk özellikle gazeteler yoluyla yasama faaliyetlerinden haberdar olabiliyordu. Televizyonun; gazetelerin üstlendiği bilgilendirme fonksiyonunu da yaygın olarak yerine getirmeye başlamasıyla, siyasi görüşlerin çeşitli konuları düzenleyen hukuk metinlerine dönüştürülmesi olarak ifade edebileceğimiz yasama faaliyetlerini halka ulaştırması gündeme gelmiştir. Bu sebeple günümüzde parlamentonun olduğu her yerde bu organın faaliyetlerini halka aktaran bir parlamento televizyonunun olduğunu söylemek mümkündür. Gelişmiş ülkelerde halklar ülkedeki yaşamı doğrudan ilgilendiren yasama çalışmalarını takip etmekte, çıkarlarına aykırı düştüğü durumlarda da demokratik eylemler yoluyla tepkisini gösterip konuyla ilgili taleplerini dile getirmektedirler. Buradan anlaşıldığı üzere parlamento faaliyetleri hakkında halkın kolaylıkla bilgi sahibi olabileceği kanalların açılması modern hukuk devletleri için önemli bir yükümlülüktür.
  Parlamento yayıncılığı konusunda ilk adım ABD'de atılmıştır. 1979 yılında iştirakçi TV kanallarından elde edilmiş kesintilerle fonlanan C-SPAN kanalı kurulmuştur. Bu kanalın işleyişine ne federal hükümet ne de fonda payı olan TV kanalları müdahale edememektedir. Bu kanal, parlamento yayıncılığında bağımsızlığın iyi bir örneğidir.
  Parlamento geleneğinin doğum yeri olan İngiltere'de zaten televizyonun icadı ve yaygınlaşmasından itibaren özellikle BBC yolu ile halk yasama çalışmalarını takip etmekteydi. Bir diğer parlamento yayıncılığı örneği de İngiltere'de 1992 yılında BBC bünyesinde kurulan BBC Parliament ile gerçekleşmiştir. Bu kanal sadece parlamento çalışmalarını yayınlamaktadır.
  Fransa'da ise 1999 yılında kurulan La Chaine Parliamentaire kanalı ile parlamento yayıncılığı başlamıştır.
Ülkemizde ise Meclis TV olarak anılan TBMM TV, TRT bünyesinde 1994 yılında kurulmuş ve yayın hayatına başlamıştır. Bu tarih parlamento yayıncılığı için her ne kadar geç bir tarih olmasa da halkımızın yasama faaliyetlerine yönelik ilgisi ve bilgisinin kısıtlı oluşu sebebiyle TBMM TV pek de rağbet görmemiştir. Türk halkının yasama faaliyetlerine ilişkin haberleri doğrudan ve eş zamanlı olarak TBMM TV'den almak yerine sonradan ve yorumlanmış haliyle haber kanallarından almayı tercih ettiğini söylemek gerekir.
Halkımızın bu eğilimini gözlemleyen TRT ve TBMM yetkilileri bir süre sonra TBMM TV kanalının yayın süresinin bir kısmını spor temalı yayın yapan TRT Spor kanalına ayırmıştır. Bu durum aslında Türkiye’de siyasete ve spora bakışının ne kadar benzer olduğunu göstermektedir. Tabiri caizse, halkımız siyasete ve spora aynı ekrandan bakmayı sevmektedir.
Durum böyle olunca yasama çalışmalarını halkın izleyebileceği zamanlar da kısıtlı hale gelmiştir. Hâlbuki modern demokratik devletlerde hukuk kurallarının topluma uygunluğu ve uygulanabilirliği, bunların yapım sürecindeki katılımcılığa bağlıdır. Dolayısıyla yasama çalışmalarını doğrudan gözlemleme imkânı sınırlı bulunan halkın, bu yasalar yürürlüğe girdikten sonra bunlara uygun olarak hareket etmesi ve dolayısıyla hukuk bilincinin toplum genelinde yükselmesi de güçleşmektedir.
Son on yılda Türkiye’nin hukuki ve siyasi gündeminin en temel konularından biri haline gelmiş yeni Anayasa hazırlama girişimleri ve bunun siyasi sebeplerle mümkün olmamasına müteakiben vücut bulan Anayasa değişikliği teklifi süreci yaşanmış ve son tahlilde değişiklik TBMM’den geçmiştir ve 16 Nisan’da halkoyuna sunulacaktır. Anayasa değişikliği görüşmelerinin bütün aşamalarının TBMM TV’de yayınlanmaması da tartışma yaratmıştır. Söz konusu bu duruma yol açan hukuki sebep ise kanaatimce TRT ve TBMM TV arasında imzalanmış yayın protokolüdür. Mevzubahis protokolün bazı maddelerine TBMM TV’nin resmi internet sitesinden ulaşmak mümkündür.
Öte yandan ülkemizde internet kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte parlamento çalışmaları da TBMM TV’nin internet sitesinden de yayınlanmaktadır. Günümüzde her yerden her yolla internete ulaşılabilmesi kolaylaşmıştır. Dolayısıyla Meclis çalışmalarını takip etmek isteyen kişiler bu internet sitesi yoluyla yasama çalışmalarını izleyebilirler. Ne var ki internete erişimdeki kolaylıkla internetin kalitesi arasındaki fark da git gide açılmıştır. Bu sebeple her yerden çeşitli yollarla internete erişim mümkün ise de erişilen internetin niteliksizliği –ki bu durum ayrı bir yazıya konu olabilecek kadar ciddidir- dolayısıyla özellikle televizyon yayınlarının akıcı şekilde izlenmesi zorlaşmaktadır. Tüm bunlar değerlendirildiğinde televizyon, internetin yanında halen sağladığı istikrarlı ve kaliteli yayınlar dolayısıyla güçlü bir kitle iletişim aracıdır. Bu sebeple kanaatimce yasama çalışmalarını izlemek isteyen ve internet bağlantısına sahip olan kişiler; bunu internet yoluyla gerçekleştirirken bağlantı kaynaklı sorunlar sebebiyle yeterince iyi sonuç alamamaktadırlar. TBMM TV’nin; TBMM’nin çalışma yaptığı her an, anında yayına girerek, yasama faaliyetlerini doğrudan halka aktaran, parlamento yayıncılığına hasredilmiş bir kamu televizyonu olarak düzenlenmesiyle, başta aktarılan amaçlara ulaşmak kolaylaşacaktır.
Anlattığım bu sorunlar karşısında kamu otoritelerinin görüşünü merak etmem beni 2015 yılında Kamu Denetçiliği Kurumu’na başvurmaya yönlendirdi. Aşağıya önce Kamu Denetçiliği Kurumu’na gönderdiğim başvuruyu ve hemen ardından Kurumca şahsıma iletilen cevabı aktaracağım.
ŞİKAYETE İLİŞKİN BİLGİLER: 2954 sayılı Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu Kanunu'nun 20 ve 21. maddeleri gereğince 24. Yasama döneminde TBMM ve TRT arasında yeni bir protokol yapılmıştır. Söz konusu protokolde Türkiye Radyo-Televizyonu(TRT) bünyesinde yayın yapan TRT Spor isimli kanalın yayın süresinin arttırılması ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin faaliyetlerini halka yansıtan yine TRT bünyesinde yayın yapan TBMM TV isimli kanalın yayın süresinin kısaltılması kararlaştırılmıştır.
Halen geçerli olan protokolün metnine ulaşamasam da TBMM TV'nin resmi internet sitesi olan http://www.tbmmtv.gov.tr adresli sitede protokolde yer alan birtakım hükümlere erişilebilmektedir. Bu hükümler:
1.TBMM Genel Kurulu toplantıları Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri 14:00-19:00 saatleri arasında TRT-3 kanalından ve internet üzerinden; "bunun dışındaki gün ve saatlerde çalışma yapılması durumunda ise sadece internet üzerinden canlı olarak yayınlanmaktadır".
2.Protokolün 5. Maddesi kapsamında yasama yılı açılışı, 23 Nisan özel birleşimi, bütçe görüşmeleri, hükümet programı, konuk yabancı devlet adamlarının parlamentodaki konuşmaları gibi özel hallerde, gün ve saate bakılmaksızın, Genel Kurul çalışmaları TRT-3 kanalından canlı olarak yayınlanmaktadır.
3.Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan siyasi partilerin TBMM'de gerçekleştirdikleri "grup toplantıları, 1'er saat süreyle sınırlı olmak üzere,internet üzerinden canlı olarak yayınlanmaktadır."
4.TBMM Başkanı'nın kabul ve ziyaretleri, TBMM İhtisas komisyonları ile diğer komisyonların toplantıları, siyasi parti grup başkanvekilleri ile diğer milletvekilleri tarafından TBMM'de düzenlenen basın toplantıları, grup yöneticilerinin kabulleri, TBMM Başkanlığı İdari Teşkilatı'nın faaliyetleri, TBMM'de düzenlenen konferans, seminer gibi toplantılar, TBMM'ye sunulan tasarı ve teklifler ile kabul edilen kanunlar haberleştirilerek, Genel Kurul çalışmalarının dışındaki uygun zamanlarda yayınlanmaktadır.
 Yukarıda bazı maddeleri sayılan protokol esasen halkın parlamento çalışmaları ve siyasi faaliyetler hakkında doğrudan bilgi edinmelerini ilgilendirmektedir. Dolayısıyla protokol metninin gizli tutulması ya da isteyen herkesin erişimine açık bulunmaması çağdaş demokrasilerde olmazsa olmaz "şeffaf yönetim" ilkesini ihlal etmekte ve parlamento çalışmaları ve siyasi faaliyetlerden halkın ne kadar bilgi sahibi olacağını iki kamu kurumunun(TRT ve TBMM) eline bırakmaktadır.
Hâlbuki dünyanın birçok demokratik ülkesinde ve uluslararası birliklerde bir kamu yayıncılığı yapan radyo ve televizyon kurumları sadece "parlamento yayıncılığı(yasama yayıncılığı)/legislature broadcast" yapan radyo ve televizyon kanalları mevcuttur. Bu kanallar halkların yasama faaliyetlerinden doğrudan ve açıktan bilgi sahibi olmaları, dolayısıyla demokratik rejimlerin temeli olan nitelikli bir kamuoyunun oluşması için hayati önemi haizdir. Bununla birlikte parlamento yayını yapan kanallardan sadece parlamento içinde grubu bulunanlara söz hakkı tanınması uygulaması demokrasi adına sorunludur. Zira halkın vereceği siyasi kararlarla teşekkül edecek mecliste genellikle halka kendini sıkça anlatmış partiler yer almaktadır. Bunun yerine planlama dâhilinde ülkede kurulu bulunan bütün yasal siyasi partilere söz hakkı verilmesi demokrasiyi güçlendirecektir.
Günümüzde siyasal haklar gelişen teknoloji ve değişen sosyal yapı ile birlikte geçmişe nazaran genişlemiştir. Bunun doğal bir uzantısı olarak vatandaşların her an en kolay yoldan parlamento faaliyetlerinden haberdar olabilmeleri gereklidir. Fakat buradan yola çıkarak meclis faaliyetlerinin halka yansıtılmasında radyo ve televizyon yayıncılığının geri plana atılarak internet üzerinden yayınlanması anayasal hukuk devletlerinin temelinde bulunan eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Zira internete erişim her ne kadar kolaylaşmış olsa da ona ulaşabilmek halen kişilerin belli bir maddi düzeyin üstünde olmalarını şart koşmaktadır. Özellikle GSM şebekeleri üzerinden akan internet bedeliyle orantılı olarak sınırlandırıldığı için televizyon kanalı izlemek için verimli değildir. Telekom altyapısı üzerinden akan internet hizmeti ise dünyadaki diğer uygulamalara kıyasla hem yavaş hem pahalıdır. Ayrıca herkesin her zaman internet hizmetine erişmesi mümkün olamamaktadır. Bu şartlar altında kişilerin halen meclis faaliyetlerinden doğrudan haberdar olmak adına kullanabilecekleri en ulaşılabilir ve en ucuz yol radyo ve televizyondur. Ne var ki böyle yayın yapan TBMM TV'nin müstakil bir kanalı mevcut değildir. Bunun yerine TBMM TV ve TRT Spor aynı kanal(frekans) üzerinden yayıncılık yapmaktadır.
TRT son yıllarda müzik, din, belgesel, çocuk vs... alanlarda yayın yapacak yeni kanallar kurmuştur. Bu durumdan anlaşıldığı üzere TRT kamusal amaçlarla yayın yapacak birçok kanalı kurabilecek yetkinliktedir. Spesifik alanlarda yayıncılık yapabilen kanallar kurabilen TRT'nin; demokrasimiz adına çok önemli ihtiyaçları karşılayan TBMM TV ile spor yayıncılığı yapan TRT Spor'a tek bir kanalı paylaştırarak yayın yaptırması, bu kurumun siyaset ve sporun aynı fanatizm üzerinden yürütülmesini sakıncalı görmediğini düşündürmektedir.
ŞİKAYETE İLİŞKİN TALEPLER: 1)2954 sayılı TRT Kanunu'nun 20 ve 21. maddelerinde yapılacak değişiklikler ile TBMM TV yayınlarında Meclis dışında kurulu bulunan diğer yasal siyasi partilere de söz hakkı tanınmasının yolunun açılması
2)2954 sayılı TRT Kanunu'nun 20 ve 21. maddeleri gereğince yapılacak protokollerin şeffaf hale getirilmesi ve yürürlükteki protokolün halkla paylaşılması
3)TBMM TV'nin kesintisiz yayın yapacağı müstakil bir kanalın açılması
4)TBMM TV'nin kurulduğu günden bugüne kaydedilmiş bütün Meclis oturumlarının internet üzerinden ücretsiz olarak erişime açılması
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
HUKUK EĞİTİMİNİN BUGÜNKÜ SORUNLARI İÇİN GEÇMİŞTEN GELEN ÇÖZÜMLER
Günümüz dünyasında ülkeler insanların her açıdan güven içinde yaşamalarını sağlamak için hukuk standartlarını en yüksek düzeye çıkarmaya uğraşmaktadır. Bu amaçla devlet, hukukun mutlak üstünlüğünü hakim kılmak için kendisini pozitif hukuk metinleriyle sınırlandırmıştır. Bu sınırları muhakemesiyle belirginleştirecek ve güçlendirecek olan bağımsız ve tarafsız yargıdır. Yargı içinde çeşitli alanlarda çalışan -hukuku uygulayan ve hukuk yaratan- kişilerin derin hukuk bilgisi ve yenilikçi hukuk algısına sahip olmaları, evrensel hukuk değerlerinin gelişmesi açısından son derece önemlidir. Hukuk fakülteleri bahsedilen bu nitelikleri (derin hukuk bilgisi ve yenilikçi hukuk algısı) kişilere çeşitli akademik düzeylerde kazandırarak hukukçular yetiştirmektedirler.
Hukuk eğitiminin neyi içereceğini ve nasıl yapılacağını sadece şimdiye ya da geleceğe göre belirlemek hukuku ileri hale getirir fakat toplumun köklü değerlerini içeren geleneklerini görmezden gelerek kurgulanmış bu eğitime tabi olarak yetişen hukukçular içinde yaşadıkları topluma yavaş yavaş yabancılaşırlar. Benzer şekilde toplum da kendi değerlerini yok sayan hukuk sistemine karşı yeterince saygı duymaz. Toplumların –özellikle hukukun adaleti sağlamaktan uzaklaştığı dönemlerde- geçmişin adalet ölçütlerini özlemeleri ve geçmişlerine öykünmelerinin kaynağı burada aranabilir. Kısaca hukuk sistemleri ilericilik adına toplumların köklü değerlerinden kopuk olarak kurulmamalıdır. Bu açıdan hem hukuk hem de hukuk eğitimi geçmişteki hukuk pratikleri de göz önünde bulundurularak düzenlenmelidir.
Ülkemizde uygulanan hukuk eğitiminde de birçok sorunla maalesef karşılaşılmaktadır. Yetkililer bu konuda devamlı bugünün ve geleceğin çözümlerine başvurmakta, adeta geçmişte eğitim ve hukuk hiç yokmuş gibi davranmaktadır. Oysaki her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de geçmişe dayanan ciddi bir hukuk kültürü mevcuttur.
Örneğin birçok tarihçi tarafından uzun süre adaletle hükmettiği teslim edilen Osmanlı devletinde uygulanmış hukuk eğitiminde bugünün sorunları için ilham veren birçok çözüm tespit edilebilir. Sorunlar için geçmişten gelen muhtemel çözümleri ortaya koymak şüphesiz hukuk biliminden önce tarih biliminin ve eğitim bilimlerinin alanına girmektedir. Sayılan disiplinlerde araştırma yapacak akademisyenlerin asgari düzeyde hukuk kavrayışına sahip olmaları ortaya çıkacak çözümlerin de etkinliğini ciddi ölçüde arttıracaktır.
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
PERİNÇEK İSVİÇRE’YE KARŞI DAVASININ ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
                                                                                                                                                                            I.            ÖZET
Bu değerlendirmede; Türk vatandaşı olan Doğu Perinçek’in, 1915-1916 yıllarında Osmanlı Devleti’nde yaşanan olaylara ilişkin 2005’te İsviçre’nin bazı kantonlarında yapmış olduğu birtakım açıklamalar sebebiyle İsviçre’de uğradığı yargılama süreci anlatılacak, söz konusu süreçte adli mercilerin davaya ilişkin sergilediği yaklaşımlar tartışılacak ve son olarak İHAM’daki dava sürecinin uluslararası kamu hukuku açısından değeri ele alınacaktır.
                      II.            UYUŞMAZLIĞA YOL AÇAN OLAYLAR
Bir hukuk doktoru olan Doğu Perinçek 2005 yılında; 7 Mayıs’ta Lozan’da, 22 Temmuz’da Opfikon’da ve 18 Eylül’de Köniz’de yaptığı farklı konuşmalarda “Ermeni soykırımının emperyalist bir yalan” olduğunu dile getirmiştir. 7 Mayıs’ta yaptığı konuşmadan sonra 15 Temmuz 2005 tarihinde Perinçek hakkında İsviçre-Ermenistan Derneği tarafından şikâyette bulunulmuştur.
Perinçek, 23 Temmuz 2005’te konuyla ilgili olarak Winterhur/Unterland Savcılığı’na ifade vermiştir. Lozan Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen davada Doğu Perinçek 9 Mart 2007 tarihli karar ile İsviçre Ceza Kanunu m. 216/4’te düzenlenmiş “ırk ayrımcılığı” suçundan 2 yıl tecil edilmek üzere sonradan para cezasına dönüştürülen 90 günlük ve 30 günlük hapis cezalarına mahkûm edilmiştir. Bu cezalara ek olarak Mahkeme Perinçek’in İsviçre-Ermenistan Derneği’ne 1000 İsviçre Frangı ödemesine hükmetmiştir.
Bu karara karşı Perinçek, kararın iptali ile Ermeni soykırımı iddiaları hakkında yapılmakta olan araştırmaların durumu ve tarihçilerin bu konudaki tutumları hakkında ek soruşturma yapılması talebiyle Vaud Kantonu Ceza İstinaf Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulunmuştur. Kanton İstinaf Mahkemesi 13 Haziran 2007 tarihinde Perinçek’in temyiz başvurusunu reddetmiştir.
İstinaf Mahkemesi’nin ret kararına karşı Perinçek, Federal Mahkeme’ye temyiz için başvurmuştur. Başvurusunda Perinçek, beraatını ve hukuki ve cezai bakımdan mahkûmiyetini sonuçlayan konuyla ilgili tüm kararların iptalini talep etmiştir. Ayrıca 1915’te yaşanan olayların hiçbir şekilde araştırılmadan muhatap olduğu Mahkemelerce peşinen “soykırım” olarak nitelenmesinin de temel haklarının ihlaline sebep olduğunu öne sürerek şikâyetçi olmuştur. Federal Mahkeme Perinçek’in taleplerini ve temel hak ihlali iddiasını yerinde görmeyerek 12 Aralık 2007 tarihli kararıyla(ATF 6B_398/2007) temyiz istemini reddetmiştir.
Doğu Perinçek, İsviçre Federal Mahkemesi’nin verdiği kararla bütün iç hukuk yollarını tüketmiş, ardından 10 Haziran 2008’de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne İsviçre Konfederasyonu’nun İHAS’ın 10. maddesinde düzenlenmiş ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini iddia ederek bireysel başvuruda bulunmuştur. İHAM’ın İkinci Dairesi 12 Kasım 2013 tarihinde 27510/08 başvuru numaralı Perinçek İsviçre’ye karşı davasını görmek üzere toplanmış ve 12 Aralık 2013’te kararını vermiştir. İkinci Daire; İsviçre’nin, Doğu Perinçek’in İHAS’ın 10. maddesinde koruma altına alınan ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine ikiye karşı beş oyla hükmetmiştir. Bu sefer İsviçre Konfederasyonu 11 Mart 2014’te Doğu Perinçek lehine tesis edilmiş İHAM kararına karşı İHAM’ın Büyük Dairesi’ne temyiz için başvurmuştur.
28 Ocak 2015’te Büyük Daire’de yapılan temyiz duruşması neticesinde ona karşı yedi oyla Doğu Perinçek bir kez daha haklı bulunarak İkinci Daire’nin kararı onanmış ve İsviçre’nin temyiz talebi reddedilmiştir.
    III.            İSVİÇRE’DEKİ YARGI MERCİLERİNİN DAVAYA İLİŞKİN                                                                     YAKLAŞIMLARI
 Lozan Sulh Ceza Mahkemesi’nce verilen mahkûmiyet kararında; İsviçre’deki parlamento faaliyetlerine, yabancı ulusal organların ve uluslararası örgütlerin kararlarına dayanarak “Ermeni soykırımının hem İsviçre kamuoyunda hem de dünyada gerçek bir olay olduğu” savunulmuştur. Ayrıca Sulh Ceza Mahkemesi; Doğu Perinçek’in ulaşmaya çalıştığı amaçların ırkçılık ve ayrımcılıkla eşdeğerde olduğu, tarihsel anlamda tartışmalı olan bir konuyla ilgili olarak yapılan bir ifade açıklaması niteliğini taşımadığı sonucuna varmıştır.
 Vaud Kantonu Ceza İstinaf Mahkemesi’nin Perinçek’in temyiz başvurusunu reddettiği kararda; Perinçek’in mahkûmiyetine sebep olan İsviçre Ceza Kanunu’nun ilgili hükmünün kabul edildiği tarihte İsviçre Kanun Koyucusu’nun tıpkı Yahudi soykırımı(Holocaust) gibi Ermeni soykırımının da tarihsel gerçekliğini tanımış olduğuna dikkat çekmiştir. Bu durumda parlamento tarafından gerçekliği kabul edilen bir tarihsel olayın mahkemelerce her davada ayrıca araştırılmasına gerek olmadığından bahsetmiştir.
 Federal Mahkeme ise verdiği ret kararında sıklıkla Perinçek’in mahkûm edildiği “ırk ayrımcılığı” suçunu düzenleyen hükmün ortaya çıkış sürecinde yaşanan tartışmalara gönderme yapmıştır. Bahsedilen kararda yer alan “İsviçre Ceza Kanunu m.216/4 hükmünün, sadece Nazilerce işlenmiş soykırım suçunu(Holocaust) değil, aynı zamanda başka soykırımları da kapsamına almakta olduğu, hazırlık çalışmalarında açıkça görülmektedir.” ifadesinden anlaşıldığı üzere hükümdeki “soykırım” ibaresinin sadece Yahudi soykırımını işaret etmediği kabul edilmiştir. Ayrıca Federal Mahkeme’nin geliştirdiği içtihada g��re, Holocaust’u inkâr, İsviçre Ceza Kanunu m.216/4 hükmü uyarınca cezalandırılan fiili objektif olarak gerçekleştirmek anlamına gelmektedir. Buna dayanarak Federal Mahkeme, gerek doktrin gerek içtihat tarafından açık, karşı çıkılamaz ve tartışılamaz niteliğinden dolayı Holocaust’un yargılamada ayrıca ispat edilmesine gerek olmadığı sonucuna ulaşmış ve bu muhakeme yönteminin diğer soykırımı inkâr fiillerinde de yargıç tarafından esas alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Dolayısıyla böyle davranmış Lozan Sulh Ceza Mahkemesi’ni ve Vaud Kantonu Ceza İstinaf Mahkemesi’ni haklı bulmuştur.
 İHAM İkinci Dairesi’nin verdiği kararda Perinçek hakkında İsviçre yargısının çeşitli hükümlerine atıf yapılmıştır. İkinci Daire atıf yaptığı ulusal mahkeme kararlarını çeşitli yönlerden eleştirmiştir. Daire’nin aktardığı İsviçre ulusal mahkeme kararlarından bölümlerin birçoğunda soykırımın ne olduğu ve ne şartlarda objektif olarak gerçekleşmiş sayılacağı hususunda gayet yüzeysel fikirlerin öne çıkmış olduğu görülmektedir. Örneğin; Federal Mahkeme’nin, bir toplu öldürme fiilinin soykırım olduğuna ilişkin yaygın bir ulusal ve uluslararası kanaatin bulunması halinde uyuşmazlık hakkında karar verecek olan yargı mercilerinin bu iddianın gerçekliğini araştırmadan dahi iddiayı soykırım olarak niteleyebileceği ve bu soykırım iddiasını reddedenlerin cezalandırılmasının hukuka uygun olduğu savının İkinci Daire’nin kararında ifade özgürlüğü açısından eleştirildiği göze çarpmaktadır.
 İHAM Büyük Daire’sinin 15 Ekim 2015’te açıklanan gerekçeli kararında ise 1915-1916 yıllarında Osmanlı Devleti coğrafyasında yaşanmış olayların bir soykırım sayılıp sayılamayacağının halen tartışıldığını belirterek buna ilişkin çarpıcı ve rahatsız edici ifade açıklamalarının da ifade özgürlüğünü koruyan İHAS’ın 10. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yapmıştır.
    IV.            DAVA SÜRECİNİN ULUSLARARASI KAMU HUKUKU                                                       AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
 Doğu Perinçek’in İsviçre aleyhinde İHAM’da açtığı dava, ilk bakışta alelade bir hukukî uyuşmazlık gibi görünse de başından itibaren uluslararası hukuk açısından çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Zira İsviçre’deki iç hukuk yollarının tüketilmesinden sonra İHAM’da Doğu Perinçek’in bireysel başvurusuyla başlayan sürece Türkiye ve Ermenistan üçüncü taraf olarak katılmış, duruşmalarda temsilcileri vasıtasıyla yer almış ve çeşitli aşamalarda görüşlerini Mahkeme’ye bildirmiştir.
 Tabiri caizse; Perinçek İsviçre’ye Karşı davası; Türkiye’nin ve Ermenistan’ın birbirleriyle kozlarını paylaştığı bir devletlerarası meseleye, İHAM ise tarafların kendilerini savunduğu bir uluslararası siyasi arenaya dönüşmüştür. Türkiye tarafı dava boyunca, Perinçek’in savlarıyla uyuşan, ifade özgürlüğünün engellenmesinin siyasal emelleri gerçekleştirmek için kullanılmasının ve tarihsel tartışmaların objektif ve bilimsel esaslara göre geliştirilmesinin yerine çarpıtılmasının hukuka aykırı olduğu yönünde görüşler sunarken Ermenistan’ın 1915’te yaşanan olayların bir soykırım niteliğinde olduğuna Mahkeme’yi ikna etmeyi amaçladığı görülmüştür.
 Son olarak; Mahkeme’nin Büyük Dairesi’nce verilen nihai karar da başta Avrupa coğrafyasında geçerli olan hukuk düzeninde olmak üzere uluslararası hukuk açısından bağlayıcıdır. Çünkü İHAM’ın vermiş olduğu nihai kararlar İHAS’a taraf olan ülkeler bakımından bağlayıcıdır. Şu anda ilgili Sözleşme’nin tarafı olan 47 devlet vardır.
 Bununla birlikte Mahkeme’nin vermiş olduğu nihai kararla Ermeni soykırımını inkâr edenlerin cezalandırılmasını öngören hukuk kurallarının hukukî dayanaktan yoksun olduğu açığa çıkmıştır. Dolayısıyla böyle bir karar karşısında artık devletler kişileri bir soykırımı inkâr ettikleri gerekçesine dayanarak cezalandıramayacaklardır. Ancak tarihsel tartışma zemininden çıkıp uluslararası hukuk zeminine oturmuş soykırım fiilleri doğal olarak bunun istisnasını oluşturacaktır. Çünkü her ne kadar soykırım iddiaları devletlerin ulusal çıkarlarını korumak amacıyla kullanılmaya elverişli politik araçlar olarak kabul edilseler bile insanlık tarihinde az sayıda olsa da vuku bulmuş, tespit edilmiş ve cezalandırılmış soykırımlar mevcuttur.
 Böyle bir pozitif ve normatif değerlendirme alanına henüz girmemiş ve iddia aşamasında kalmış olayların muhakeme edilmeden soykırım olarak nitelenmesi kişilerin temel haklarını ihlale yol açacaktır. Çünkü bir milleti somut delillere dayanmaksızın soykırımcı ilan etmek en az ispat edilmiş bir soykırımı inkâr ederek mağdur milletin üyelerini küçük düşürmek kadar hukuka aykırı, ahlaksızca ve cezalandırılabilir bir eylemdir.
                                                                                                                                                            V.            KAYNAKÇA
  İHAM İkinci Daire’nin 12 Kasım 2013 tarihinde vermiş olduğu Perinçek-İsviçre Kararı’nın Türkçe çevirisi
  Devletler Hukukuna Göre Ermeni Meselesi – Gündüz Aktan
   Perinçek- İsviçre Davası "Ermeni Soykırımı" Yalanı AİHM'de – Kolektif – Kaynak Yayınları
   http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-158235
   http://gokhanoguz.com/index.php/2015/11/03/ermeni-soykirimi-dayatmasi-ve-ifade-ozgurlugu/
   http://www.usgam.com/tr/index.php?l=807&cid=2626&konu=28
   http://www.ihd.org.tr/aihmin-perincek-karari-ucuncu-taraf-olarak-uyarilarimizin-gecerliligini-ortadan-kaldirmiyor/
   http://www.aydinlikgazete.com/ozgurluk-meydani/aihmnin-perincek-karari-dusunce-ozgurlugunun-zaferi-h77503.html
   http://www.dw.com/tr/aihm-perin%C3%A7eki-hakl%C4%B1-buldu/a-18785656
   http://www.mfa.gov.tr/no_-275_-15-ekim-2015_-aihm_in-perincek_isvicre-davasina-iliskin-buyuk-daire-karari-hk_.tr.mfa
   http://avim.org.tr/tr/Analiz/AVRUPA-INSAN-HAKLARI-MAHKEMESININ-PERINCEK-KARARI
   http://avim.org.tr/tr/Analiz/AVRUPA-INSAN-HAKLARI-MAHKEMESI-BUYUK-DAIRENIN-PERINCEK-ISVICRE-DAVASI-KARARI-1-ONCUL-YORUMLAR
   http://avim.org.tr/tr/Analiz/AVRUPA-INSAN-HAKLARI-MAHKEMESI-BUYUK-DAIRE-NIN-PERINCEK-ISVICRE-KARARI-2-UC-GECERSIZ-ARGUMAN-ve-KARMASANIN-ONLENMESI
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
GELECEK PERSPEKTİFİYLE HUKUK ALANINDAKİ GELİŞMELER
Hukuk Fakültesi öğrencilerinin en çok maruz kaldıkları “Sen okulunu bitirince avukat mı olacaksın?” ve “Avukatlık mı okuyorsun?” soruları kuvvetle muhtemeldir ki hukuk meslekleri ile aynı tarihlerde ortaya çıkmışlardır. Bu sorulara maruz kalmış hukukçuların, bu soruları “Hayır efendim, avukatlık okumuyorum. Hukuk okuyorum ve istediğim takdirde avukatlık dışındaki birçok alanda da çalışma imkânım var.” diyerek aynı tarihlerde cevaplandırdıklarını düşünmek de gayet mantıklıdır. Peki, geçmişten bugüne gelirsek, günümüzde bir hukukçu hangi meslek ve çalışma imkânlarına sahiptir? Akademisyen olabilir. Noter olabilir. İcra müdürü olabilir. Bakanlıklarda uzman ve müfettiş, banka ve finans kuruluşlarında uzmanlık ve hukuk müşavirliği, kaymakamlık gibi birçok alanda çalışma imkânına sahiptir. Hatta hukuk alanı dışında siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ya da ekonomi alanları da Hukuk Fakültesi mezunlarına iş olanağı sağlamaktadır. Bahsettiğimiz bu iş alanları hakkında yaptığımız araştırmalar neticesinde ulaştığımız bilgileri aşağıda bulabilirsiniz:
Siyaset Bilimi: Bu alanda ilerlemek isteyenler; başta İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları olmak üzere, kamu ve özel sektör kuruluşlarında, siyasi partilerde, sivil toplum örgütlerinde, kamuoyu araştırma şirketlerinde, radyo, televizyon ve internet medyaları alanlarında ve uluslararası örgütlerde üst düzey yöneticiliğe kadar uzanan konumlarda çalışma fırsatı bulabilirler. Eğer kariyerinizi siyaset bilimi alanında ilerletmek istiyorsanız önünüzün açık olduğunu söyleyebiliriz çünkü -özellikle ülkemizde- bu alanda kendini yetiştirmiş, azimli ve nitelikli hukukçulara hem günümüzde ihtiyaç vardır. Gelecekte de bu kişilere ihtiyaç duyulacağı su götürmez bir gerçektir.
Akademisyenlik: Sürekli araştırma yapıp yeni bilimsel eserler ortaya koyarak hukuka ve geleceğin hukukçularına faydalı olmak istiyorsanız akademik kariyer olanakları sizin için ideal. Ülkemizde her geçen gün yeni Hukuk Fakülteleri açılmakta ve buna bağlı olarak ciddi boyutlarda akademisyen ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Yani kendini iyi yetiştirmiş bir akademisyenin işsiz kalma ihtimali sıfıra yakındır. Fakat akademisyen olmak diğer mesleklere kıyasla çok daha fazla çalışma ve özveri istemektedir. Akademisyen olabilmek için öncelikle üniversiteden başarıyla mezun olmanız gerekiyor. Sonra ALES’te(Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Sınavı) iyi bir başarı elde etmelisiniz. Daha sonra ise sırasıyla yüksek lisans ve doktora yapmalısınız. Bu süreç boyunca da ileri seviyede yabancı dil öğrenmiş olmanız gerekiyor. Ayrıca çatısı altında çalışmak istediğiniz üniversitenin yazılı ve sözlü sınavını geçmeniz gerektiğini de unutmamalısınız.
Noterlik: Ülkemizde bu mesleği sadece Hukuk Fakültesi mezunları yapabilmektedir. Noter olmak isteyen hukukçular(baroya kayıtlı avukatlar, hâkimler ve savcılar) ilgili mercilere Noterlik Belgesi almak için başvuruyorlar ve sıranın kendilerine gelmesi için –genellikle yıllarca- bekliyorlar. Fakat Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir noterin yanında 1 yıllık noterlik stajını tamamlayıp Noterlik Belgesi’ni alarak noterliğe adım atmak da mümkün. Tekrar belirtelim, belgeyi alan her hukukçu hemen noter olamıyor çünkü ulusal çapta uygulanmakta olan bir sıra sistemi var ve sıranın gelmesi bazen 10-15 yıl gibi süreleri bulabiliyor.
İcra Müdürlüğü: Adalet Bakanlığı son yıllarda icra müdürlüğü ve yardımcılığı kadrosu için Hukuk Fakültesi mezunlarını tercih ediyor. Siz de bu alanda çalışmak istiyorsanız ÖSYM tarafından hazırlanan sınavda başarılı olduğunuz takdirde icra müdürü yardımcılığına atanıyorsunuz ve belli bir süre bu pozisyonda çalıştıktan sonra da icra müdürü olabiliyorsunuz.
Kaymakamlık: Siyasal Bilgiler, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunlarının yanı sıra Hukuk Fakültesi mezunlarının da tercih edebileceği bir meslektir. Bunun için öncelikle KPSS' ye girmeli ve o bölümdeki yeterli puanı almalısınız. Sonra İçişleri Bakanlığı tarafından yapılacak yazılı ve sözlü mülakatlarda başarılı olmalısınız. Bu süreçlerden sonra sizin de bir kaymakam olmanızın önünde artık hiçbir engel yok.
Banka ve Finans Kuruluşlarında Uzmanlık ve Hukuk Müşavirliği: Bu sektörde bankalar ve finans kuruluşlarının hukuk danışmanı ve hukuk müşaviri kadrosunda iş imkânı bulabilirsiniz. Çalışmak istediğiniz kurumun hazırlamış olduğu yeterlilik sınavını geçmeniz ve kadro için istedikleri şartlara sahip olmalısınız.
Bakanlıklarda Uzmanlık ve Müfettişlik: Çeşitli bakanlıklarda uzman ya da müfettiş kadrosuyla iş bulabilirsiniz. Bunun için de KPSS' den başarılı olmalısınız.
Buraya kadar bir Hukuk Fakültesi mezununun bugün ve gelecek birkaç on yıl boyunca kolayca iş bulabileceği alanları size aktardık. Fakat sadece bugünü düşünmenin ve bugün için yaşamanın yeterli olmayacağı kanaatindeyiz. Bu sebeple dünyada yaşanacak gelişmeleri göz önünde bulundurarak hukuk mesleğinin daha uzun vadede geçireceği değişimleri ele almanın da faydalı olacağını düşünüyoruz.
Geleceği şekillendiren değişimler günümüz dünyasında artık bizim kullandığımız zaman birimleriyle kavranamayacak kadar hızlı gerçekleşiyor. Bu olgudan yola çıkarak geleceğin dünyasının bugüne kıyasla -hayal edilemeyecek kadar- farklı olacağı tespitinde bulunmak mümkündür. Hiç şüphe yok ki dünyanın genel durumundaki bu hızlı değişmelerin hem içinde hem de bahsettiğimiz değişmelere bağlı olarak, istisnasız bütün meslekler ve iş alanları da her gün kendilerini yeniden yapılanma zorunluluğu ile karşı karşıya bulmaktadır. Her gün bir başka yapıya bürünen iş alanlarında çalışmayı sürdürürken kendisini de zamanın ruhuna uydurmayı başarabilen kişiler, hem dünyadaki hakim sosyoekonomik paradigma içindeki avantajlı konumlara daha kolay geçebilmektedir hem de bundan sonra o iş alanlarındaki avantgard(öncü) değişimlere yön verebilmektedirler.
 Yukarıda aktarmış olduğumuz bilgilerin hukuk dalları için de geçerli olduğu tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Bununla birlikte yarının dünyasını meydana getirecek şartlar, bugün yaşamakta olduğumuz gelişmelerden ibarettir. Dolayısıyla hukuk öğrencisi olmaya aday her lise mezunun; gelecekte hangi alanlarda çalışmaya yönelebileceğini derin derin düşünmesi, bu konuda karar vererek seçtiği alan hakkında şimdiden bilgi sahibi olması ve belirlediği yönde kendisini geliştirmeye başlaması son derece gereklidir.
Aramıza katılacak yeni arkadaşların bahsettiğimiz hususları şu anda fark edebilmelerinin zor olduğunun bilincindeyiz. Yine aynı bilinçle ileride daha önemli hale gelebileceği sezdiğimiz hukuk dalları ve bu hukuk dalları hakkında yaptığımız araştırmalar sonucunda derlediğimiz verileri sizlere aktarıyoruz:
Hava ve Uzay Hukuku: Dünyayı her geçen gün değiştiren faktörlerin başında ekonomik düzen gelmektedir. Bilindiği gibi bugünkü ekonomik düzenin bel kemiğini ticaret kavramı oluşturmaktadır.  Lojistik teknolojisinde son iki yüzyıldır yaşanmakta olan hızlı ilerleme, uluslararası ticaretin gelişmesi ve hızlanmasını sağlamıştır. Tüccarlar hem daha kolay seyahat edebilmek için hem de mallarını başka pazarlara daha hızlı ve güvenli şekilde taşıyabilmek için yük gemilerine, lokomotiflere ve büyük uçaklara ihtiyaç duymaya başlamışlardır.
Bütün bu süreç iyi şekilde tahlil edilirse, önümüzdeki yüzyılda özellikle uçakların lojistik alanında öne çıkacağı görülecektir. Çünkü ileride başta enerji ve endüstri teknolojilerinin gelişmesiyle hem uçakların yapım maliyetlerinin azalacağı hem de hava yolu ulaşımının daha sorunsuz hale geleceği öngörülmektedir. Bu açıdan uluslararası hukuka hâkim ve ülkelerin havacılık sistemlerini iyi bilen hukukçuların sivil havacılık sektöründe önemli bir yere sahip olmaları hem bugün hem de gelecek için kaçınılmazdır. Ayrıca uzayın keşfedilmesi ve insanlığın diğer gezegenlere de ulaşabilir hale gelmesiyle seyahat mesafeleri de ciddi ölçüde uzayacaktır. Bugün dahi uzaya turistik geziler düzenleyen şirketlerin varlığı söz konusudur. Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi Uzay Hukuku yeni doğmuş ve her geçen gün kendisini ilerleten bir hukuk alt dalıdır. Bu alana yönelecek ve başarılı işlere imza atacak kişilerin aynı zamanda Uzay Hukuku’nun gelişmesini sağlayacakları açıktır. Uzay Hukuku’nun, dünya ülkelerinin yıllar önce başlamış olduğu uzay yarışına –geç de olsa- katılmaya karar vermiş ve bu yönde çalışmalara başlamış ülkemiz için çok daha önemli anlamlar ifade etmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Bizim birçok alanda gelişmemize vesile olan teknolojinin aynı zamanda Dünya gezegenini tükettiği de bir gerçektir. Bu sebeple gelecekte insanoğlunun başka gezegenlere göç etmek zorunda kalabileceği düşünülmektedir. Bugün bile Dünya dışında yaşayabileceğimiz Dünya’dan çok uzaklarda bulunan birkaç gezegenin var olduğu söylenmektedir. İnsan yaşamına elverişli olduğu düşünülen gezegenlerin Dünya’ya çok uzak olduğunun bilincindeki bilim adamları bize yakın olan Mars ve Ay gibi insan yaşamına elverişsiz gök cisimleri üzerinde insan yaşamına izin verebilecek birtakım yapılar kurgulamaktadır. İşte bahsettiğimiz yapılar kurulduğu takdirde bu yapılar için ve bu yapılar içinde geçerli olacak sıra dışı hukuk kurallarının ortaya çıkması gayet mümkündür.
Uzay yarışının ön sıralarında yer alan ülkeler uzaydaki kaynakların ne kadar zengin olduğunun farkındadır. Bugün faaliyetlerini yürütmekte olan ve adını bile duymadığımız uzay madenciliği şirketleri sayesinde insanlık önümüzdeki yüzyıl boyunca yepyeni hukuki ihtilaflarla karşılaşacaktır. Doğal olarak bu ihtilafları çözmesi için Uzay Hukuku’na hâkim hukukçulara çok fazla ihtiyaç duyulacaktır.
Bunların dışında, uzayda şimdiden yerini almış ülkelerin, gezegenler üzerindeki mülkiyet iddialarının da -Dünya tarihinde şahit olduğumuz üzere- önemli ve ölümcül savaşlara yol açacağı da tahmin edilebilir.
Enerji Hukuku: İçinde bulunduğumuz ekonomik paradigmaya göre bir üretim sisteminin iyi işleyebilmesi için öncelikle ucuz ve istikrarlı bir enerjiye ihtiyaç vardır. Enerji endüstri açısından o kadar önemlidir ki her ülke bugün enerji uğruna değişik şekillerde mücadele içindedir. Bugün ülkeler doğrudan sıcak savaşlar yerine dolaylı soğuk savaşlarla enerji için mücadele etmektedir. Bahsettiğimiz dolaylı soğuk savaşlar birçok yönüyle hukuk içinde yer alır. Ülkelerin dolaylı soğuk savaşlar sırasında faydalandıkları silahlar ise ulusal niteliğinden ödün vermeyen şirketlerdir. Dolayısıyla ülkelerin siyasi egemenlikleriyle birlikte daima ellerinde tutmaları gereken iktisadi egemenlik kavramı –ülkenin enerji bağımsızlığını sağlayan milli nitelikli şirketler aracılığıyla- tam burada devreye girmektedir. Şirketler başka ülkelere enerji ihraç ederken uyguladıkları fiyat politikaları ile ithalatçı ülkelerin endüstrilerine dolaylı fakat etkili müdahalelerde bulunabilmektedir. Kendisini Enerji Hukuku alanında geliştirmiş, birkaç yabancı dil öğrenmiş hukukçular böyle şirketlerin önemli mevkilerinde iş bulabilmektedirler.
Üretim için gerekli enerjiyi ithal ederek karşılama temeli üzerine inşa edilmiş sektörlere sahip ülkeler yavaş yavaş iktisadi egemenliklerini kaybetmektedirler. Ülkelerin iktisadi açıdan yaşadıkları yenilgileri görmek için o ülkedeki sektörleri ayakta tutan kurumların ölçüde milli nitelikte olduğunu araştırmak yeterlidir. Kısaca enerjide dışa bağımlılık olgusunun ülkelerin uzun vadede iktisadi egemenliklerini kaybetmelerine yol açacağını söyleyebiliriz.
Yeraltı enerji kaynaklarını çıkarmak için gerekli teknolojiye sahip olmayan ya da coğrafi olarak yeraltı enerji kaynaklarına sahip olmayan ülkeler enerjide bağımsızlıklarını sağlamak için yenilenebilir enerji kaynaklarına başvurmaktadırlar. Bilindiği gibi bu kaynaklar esasında Güneş ışığına, suya ve rüzgâra dayanmaktadır. Bu sebeple her ülke sahip olduğu doğal kaynakları ve doğal dengesini muhafaza etmek için elinden geleni yapmalıdır. Ülkeler kendi değerlerini tahrip edebilecek bütün dış müdahaleleri engellemelidirler. Zira enerji kaynağını müdafaa edemeyen ülke yakın zamanda enerjisiz kalacak ve başka ülkelerin enerjisine muhtaç olacaktır. Bundan dolayı ülkelerin enerji politikalarını belirleyen kişilerin enerji hukuku alanına hâkim olmaları çok önemlidir. Gelecekte Enerji Hukuku ile doğrudan ya da dolaylı ilişkili başka alanlarda da asgari bilgi sahibi olan hukukçuların, devletlerin enerji politikalarını belirleyen önemli mevkilerde yer almasının önünde hiçbir engel yoktur.
Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yolları: Her şeyin her an değiştiği günümüz dünyasında, hukukun bu değişime direnmesinin imkânsız olduğu açıktır. Hukukun bütün dallarının insanlara esas vaat ettiği şey olan “uyuşmazlık çözümü” de gün geçtikçe yenilenmektedir. Bu sebeple ileride hukukçuların ortaya yeni çıkan uyuşmazlık çözümü yollarından daha yoğun şekilde istifade edeceği bir gerçektir. Alternatif ihtilaf çözümü yolları da denen bu usullerin en önemlileri içinde “tahkim”, “uzlaşma”, “arabuluculuk”, “müzakere”, “tarafsız ön değerlendirme”, “vakaların saptanması”, “kısa duruşma” ve “mekik diplomasisi” vardır.
Özellikle uluslararası özel hukuk üzerindeki devlet etkisinin -küreselleşme dolayısıyla- her geçen gün daha da azaldığı düşünülürse; gelecek yıllarda hukukçular, ihtilafa düşmüş taraflar arasında anlaşmayı sağlayarak bütün tarafların kazanacağı çözümler üretilmesine vesile olacaklardır. Bu sebeple ateşli savunmalar yapan avukatların yerini gelecekte masasının başında sakin sakin tarafları dinleyip onları uzlaştıran hukukçuların alacağı kesindir.
Bundan önce aktarmış olduğumuz bilgilerden de anlaşılabildiği gibi, alternatif uyuşmazlık çözümü yöntemleri birkaç basit temele dayanmaktadır. Bu temeller ise “tarafların gönüllüğü”, “anlaştırıcının taraflara bağlayıcı olmayan tavsiyelerde bulunabilmesi” ve “çözüm yolundan memnun kalmayan tarafların istedikleri takdirde her an mahkemeye başvurabilmeleri” olarak özetlenebilir. Hem ülkemizde geçerli olan hukuk sisteminin(Kara Avrupası Hukuku) getirdiği zorunluluklar hem de halkımızdaki yerleşik hukuk kültürü sebebiyle, bugün için uyuşmazlık taraflarının anlaşma yoluyla sorunlarının çözülmesine sıcak bakmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira halkımız için mahkemeler hala, tarafların birbirlerini “sürüm sürüm süründürdükleri” kurumlardır. Uzlaşma kültürü ve çoğulculuğun gelişmesine paralel olarak hem ülkemizde hem de dünyanın diğer ülkelerinde alternatif uyuşmazlık çözüm yolları daha önemli hale gelecektir.
Bilişim ve Sosyal Medya Hukuku: İnsanlar arasında kurulan bütün ilişkilerin temelinde iletişim yatmaktadır. Günümüzde iletişim kavramının baştan aşağıya değişmesine sebep olan önemli olaylardan en önde gelenleri “internetin icadı” ve “bilgisayar teknolojisinin yaşadığı müthiş gelişme”dir. İnternetin ortaya çıkmasıyla dünya çapındaki iletişimin hızı bir anda artmıştır. İletişim hızındaki devasa artış, aynı zamanda bilişim alanında çok kısa sürede yaşanan muazzam değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bilgisayar teknolojisi, her geçen saniye küçük teknik gelişmelerle ilerlemektedir. Bahsettiğimiz gelişmelerin önümüzdeki yüzyılda da devam edeceği öngörülmektedir.
Yukarıda anlatmış olduğumuz bilgilerin ışığında; iletişimin şekil değiştirmesi, internetin yaygınlaşması ve bilişim teknolojilerine ulaşımın kolaylaşması bilişim sektörünün geçirdiği değişimlerin doğal sonuçları arasında sayılabilir. Bu hususların hukuki yansımaları içinde kişilerin haberleşme haklarından bahsedilebilir. Bir diğer yansıma ise şirketler tarafından kişilere makul ücretler karşılığında internet hizmetine ve bilişim teknolojilerine ulaşım imkânlarının yaratılmasıdır. İleride iletişim hakkı, internete ve bilişim teknolojilerine ulaşım haklarının temel insan hakkı olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Bu hak ve yükümlülüklerin ihlalleri durumunda, Bilişim Hukuku alanına hâkim ve insanların “siber haklarını savunacak” hukukçulara ihtiyaç ortaya çıkacaktır.
Bugün dahi bazı kişiler takma isimlerini kullanarak(mahlasları) sosyal medya üzerinden başka kişilere hakaret edebilmektedirler. Mahkemeler de bu meseleleri değerlendirerek bazı kararlara imza atmaktadırlar. Haberleşme hakkının ve ifade hürriyetinin kötüye kullanımlarından ileri geldiğini söyleyebileceğimiz bu durumlar, Bilişim Hukuku’nun ilgi alanına çoktan girmiştir. Sanal ortamda yaşanan bu hadiseler gelecek yıllarda kesinlikle artacaktır. Bu sebeple önümüzdeki yüzyıl boyunca Bilişim Hukuku’nu iyi bilen kişilerin işsiz kalma ihtimali sıfıra çok yakın olacaktır.
Son yıllarda sık sık duymaya başladığımız “hacking”(korsanlık) faaliyetleri, bugüne kadar alıştığımız hırsızlık tanımını da değiştirecektir. Çünkü sanal korsanlar bilişim teknolojisinde ve internette yaşanan gelişmelerden faydalanarak önemli kurumların bilişim sistemlerine sızmakta ve çeşitli bilgileri çalmakta ya da silmektedirler. İşte “hacker”ların sanal âlemde işledikleri suçların tespit edilmesi ve gerekli cezaların verilmesi için internetten ve bilgisayar teknolojisinden anlayan hukukçulara ihtiyaç duyulacaktır.
Sanal korsanlık faaliyetlerinin dünya çapında artışı aynı zamanda ülkeler arasındaki siber savaşları da beraberinde getirmiştir. Tıpkı savaş bölgelerinde orduların çatışması gibi “ulusal hacker birlikleri”yle ülkeler internet ortamında da birbirleriyle mücadele etmektedirler. Korsanların devlet kurumlarının dijital sistemlerinde bulunan açıkları kullanarak o kurumu sanal âlem üzerinden işgal ettikleri söylenebilir. Bu işgallerin bazen ülkedeki günlük hayata etki edecek sonuçları da olacağı düşünülmektedir. Örneğin korsanlar Nükleer Enerji Tesisinin bilişim sistemine sızıp enerji elde etme sürecini etkileyecek değişikliklerle o ülkede bir nükleer faciaya sebep olabilirler.
Bizim bildiğimiz internet ortamının altında yer alan başka internet katmanları da vardır. Üstelik internetin derin tabakaları yüzeydeki internete kıyasla hiç de masum değildir. Zira “Deep Web” olarak adlandırılan bu internet katmanlarında hukukun suç kabul ettiği bütün faaliyetler vardır. Uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı ve suikast için katil kiralama bu suçlardan en önde gelenlerindendir. Bahsettiğimiz bu derin ve tehlikeli katmanlarda ise Bitcoin denilen ve her geçen gün dünya ekonomisini daha fazla etkileyen bir sanal para birimi geçerlidir. Gelecekte özellikle Bitcoin aracılığıyla yapılan bütün ticaretler açısından Bilişim Hukuku daha önemli hale gelecektir.
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
İÇ GÜVENLİK PAKETİNE DAİR
Son günlerde kamuoyunu meşgul eden bir yasa tasarısıyla karşı karşıyayız. İç güvenlik paketi olarak bilinen düzenlemelerin tamamını bize ayrılan sayfalarda anlatmak elbette mümkün olmayacaktır. Bilindiği gibi ana muhalefet ve muhalefet partileri pakete (birkaç madde dışında) şiddetle karşı çıkmışlardır. Şüphesiz bu karşı çıkışın haklı gerekçeleri vardır. Şimdi biz hukuk öğrencileri olarak bu düzenlemeleri elimizden geldiğince hepimizin anlayacağı bir şekilde sonuçlarıyla ele alacağız.
İlk olarak polislere verilen geniş yetkiler ve bu yetkilerin oluşturacağı etkilerden bahsetmek istiyoruz:
Ø  Yazılı emir uçtu, sözlü emir kaldı.
Polis vazife ve salahiyetleri kanununda 2007’de yapılan düzenlemelerden bu yana polisler ancak savcılık emri doğrultusunda arama yapabiliyordu. Hatta bazı arama çeşitleri için (ev araması vb.) hâkim kararı şart koşuluyordu. Yeni düzenlemeler yasalaşırsa polislerin herhangi bir arama yapabilmesi için “acil durumlar saklı olmak koşuluyla” amirlerinin yazılı emirleri yeterli olacak. Burada durumun acilliğinin tespitinin kimler tarafından yapılacağı ve neleri kapsayacağı belirsizdir. Aciliyet meselesi aramaların hukuki denetimini zedeleyici bir etki yaratacaktır.
Ø  Bir yetmedi, iki gün gözaltı.
Toplumun genelinin tutuklama ile karıştırdığı bir konu olan gözaltı dizilerde "geceyi nezarette geçireceksin" denilen şey aslında. Mevcut yasalara göre polisin kişiyi gözaltına alabilmesi için savcıdan doğrudan emir alması gerekiyor. Paketin ilgili maddesine göre polislerin “suçüstü hallerle” sınırlı olmak koşuluyla kişileri 24 saate kadar; “kamu düzeninin” bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve topluca işlenen suçlarda 48 saate kadar gözaltında tutmasının önü açılıyor. Yeterli hukuk bilgisine sahip olmayan polislerin suçüstü haller ve kamu düzeni gibi yeterince iyi tanımlanmamış kavramlarla hareket ederek gerçekleştirecekleri keyfi gözaltıların kişi hürriyetlerini ve temel haklarını ne kadar ihlal edebileceği de açıktır.
Ø  Vatandaşı koruma altına alma, uzaklaştırma(?).
İç güvenlik paketiyle, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yer almayan iki yeni kavram daha hukukumuza girmiş oluyor: Uzaklaştırma ve koruma altına alma. Öncelikle hukukumuza giren yeni kavramların gündemdeki yasa tasarısı ile yeterince anlaşılır hale getirilmediği, ilkel bir şekilde düzenlendiği çok açıktır. “Uzaklaştırma veya koruma altına alma”nın ne kadar geniş bir coğrafyayı ve ne kadar uzun bir süreyi kapsadığı açıkça belirtilmemesi bu maddelerin emniyet memurları tarafından istismar edilmesinin önünü açmaktadır. Tüm bu detaylarla beraber Türkiye’nin emniyet pratiğindeki gözaltında kaybetme vakaları da hatırlandığında bu konudaki yeni düzenlemenin telafisi güç sonuçlar doğuracağı daha iyi anlaşılacaktır.
Ø  Bir suç olarak tişört, deri mont giymek ve ya atkı takmak.
Eylem hakkını hükme bağlayan düzenlemelere göre herhangi bir barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında emniyet güçlerinin buna müdahale etmesi için öncelikle eylemin “kamu düzeni”ni bozacak hale gelmesi ya da eylemin barışçıl olma özelliğini kaybetmesi şart koşulmuştur. Herhangi bir giysi ile barışçıl olarak gerçekleştirilmekte olan eylemlere polisin müdahale etme yetkisi yoktur zira bu hakkın özüne dokunacak bir davranış olarak değerlendirilmektedir. İç güvenlik paketiyle getirilen yeni düzenlemelerle yasa dışı örgüt propagandası için kullanıldığı düşünülebilecek herhangi bir giysiyi eylem sırasında üzerinde bulundurmak dahi suç kapsamına alınıyor. Bununla beraber eylemler sırasında “kimliğini gizlemek amacıyla” yüzünün bir kısmı ya da tamamını kapatanlara da ceza verilmesinin önü açılıyor. Burada eylem yapan bir kişinin yüzünü soğuktan mı yoksa kimliğini gizleme amacıyla mı kapattığının nasıl belirleneceği büyük bir soru işaretidir. Kaldı ki bazı eylemlerde –işçi eylemleri, sendikal eylemler vs.- kişiler barışçıl eylem haklarını anonim olarak kullanmak isteyebilirler. Bu hallerde eylemde kimlerin yer aldığının bilinmesi eylemin amacıyla çelişen mahiyette olabilir. Örneğin bir maaş artırım talebinde bulunacak işçiler tanındıkları anda patron tarafından işten çıkarılacakları korkusuyla anonim olarak barışçıl eylem haklarını kullanabilirler.
Ø  Yargısız infazlar meşrulaşabilir.
İç Güvenlik Paketi ile çeşitli yakıcı, yanıcı, boğucu, yaralayıcı silahlarla saldıran ya da “saldırıya teşebbüs edenlere” karşı emniyet güçlerinin silahla müdahalesi kolaylaştırılıyor. Bu maddede özellikle saldırıya teşebbüs etme fiilini polisin sübjektif olarak takdir edebileceği göz önüne alınırsa yanlış anlaşılma sonucunda elinde herhangi bir meşrubat şişesi olan insanların da can güvenliğinin tehlikeye girebileceğini düşünmek çok da yanlış olmaz.
Ø  Tüm Türkiye’yi Dinleyen Mahkeme.
Yasa tasarısının çeşitli maddeleriyle getirilen düzenlemeler ile şu anda geçerli olan hâkimin acilen yapılan dinlemeye 24 saat içinde onay vermesi, 48 saat içinde acilen yapılan dinlemeye onay vermesi şeklinde değişiyor. Bunun sonucunda özel hayatın ve iletişimin gizliliğini ihlal anlamına gelen dinlemelerin hâkim onayı olmadan 48 saat boyunca sürebilmesinin önü açılıyor. Üstelik Türkiye çapındaki acil dinlemelere onay verecek tek bir mahkeme –Ankara Ağır Ceza Mahkemesi- belirlenmesi de hukuk açısından sakıncalıdır. Hele ki ülke yönetiminin yapısal bir sorunu olarak karşımıza çıkan “yargının siyasallaşması” dikkate alındığında yapılacak acil dinlemeleri onaylayacak hâkimlerin ne kadar bağımsız ve tarafsız olduğu da tartışılır hale gelmesinin hukuk ve adalet mekanizmasının üzerine gölge düşmesine sebep olabileceği de düşünülmesi gereken pek önemli bir konudur. Hakimlere ve savcılara kendi iradeleri dışında tayin edilmeme güvencesinin sağlanmamasının da geniş kesimlerin hukuk sistemine güvenmemeleri sonucunu doğurduğu da unutulmamalıdır.
Ø  Savcılık Görevini Üstlenen Süper Valiler.
İç Güvenlik Paketi’nin düzenlediği bir diğer alan da valilerin yetkileri. Mevcut sistemde savcılık tarafından yürütülen “suçun aydınlatılması” ve “suç faillerinin bulunması” görevlerinin yeni düzenlemelerin yasalaşmasıyla valilerin gördükleri lüzum üzerine gerçekleştirilmesinin önü açılıyor. Bu düzenleme ile kuvvetler ayrılığı prensibinden vazgeçildiği sonucuna ulaşmak hiç de zor değildir. Zira yürütme gücünü kullanan cumhurbaşkanına bağlı olan valilerin, yargı gücüne dahil olan savcıların yetkilerini kullanacakları çok açıktır. Bunlarla birlikte valilere belediye imkanlarını kullanılması hatta belediye araç gereçlerine el konulması için yetkiler veriliyor. Bunun sonucunda atanmış valilerin emrine itaat etmek zorunda kalan seçilmiş belediye başkanları ile karşı karşıya kalmak ihtimaller dahilindedir.
 Yukarıda belirtilenler daha derin incelendiği takdirde getirilen düzenlemelerin özgürlük ve güvenlik arasındaki çelişkide güvenliği aşırı baskın hale getirdiğini söylemek mümkündür. Bu durumda birçok temel hakkın özüne dokunulacak şekilde sınırlanması sıradan hale gelecektir.
  Ne var ki birçok konuda farklı düşünen muhalefet partilerinin toplumsal alanlara bu kadar radikal düzenlemeler getiren İç Güvenlik Paketi hakkında görüş birliğine varması dikkat çekicidir. Muhalefet partilerinin kuvvetli itirazları doğrultusunda iktidar partisi paketle ilgili daha uzlaşmacı bir yola girerek bazı maddeler hakkında muhalefet partilerini tekriri müzakereye davet bazı maddeler hakkında ise geri çekme kararı verdi.
22 Mart 2015
0 notes
meraklimaydonoz · 7 years ago
Text
SEÇİM BARAJININ TÜRKİYE SİYASETİNE ETKİLERİ
Tarihte kusursuz işleyen bir demokrasinin mümkün olup olmadığı tartışılagelmiştir. Nihayetinde bazı demokrasi çeşitleri ortaya atılmış ve kusursuz bir demokrasinin asla gerçek olamayacağı genel eğilimle kabul edilmiştir.[1] Bu tartışmanın sonucunu siyaset ve hukuk alanlarında derin etkiler bırakan görüşlerin sahibi J.J. Rousseau “bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi.” diyerek özetlemiştir[2].
Kusursuz bir demokrasinin imkânsız olduğunun anlaşılmasının ardından bu ideale en azından yaklaşacak bazı demokratik modeller kurgulanmıştır. İşte bu modellerden “temsili demokrasi” artık demokrasi ile eş anlamlı kullanılır hale gelmiştir. Basitçe ifade etmek gerekirse; temsili demokraside, yönetilenler kendilerini temsil edecek kişileri seçerek yönetime katılırlar.[3] Bu tanımdan anlaşılacağı gibi, demokrasinin işlemesi seçimler yoluyla sağlanmaktadır.
Peki, bazı gerekçelerle temsil edilme hakkının sınırlandığı seçimler demokratik sayılabilir mi? Mevzuatımızda seçimleri düzenleyen kanunların ve dolayısıyla seçimlerin “yönetimde istikrar ve temsilde adalet” ilkeleriyle bağdaşması öngörülmüştür.[4] Görünüşte her ne kadar akla yatkın olsa da birbirinin aksi yönünde sonuçlar doğuran bu iki ilkeyi uzlaştırmak çok zordur. Zira temsilde adalet seçildiğinde yönetimde istikrar bozulmakta, yönetimde istikrar seçildiğinde ise temsilde adalet sağlanamamaktadır.
Yukarıda bilgilere paralel olarak temsilde adaletin öncelendiği seçimlerden ortaya çıkan yönetimler istikrarsız olmuştur (1960-1980 yılları arasındaki seçimler); yönetimde istikrara önem verilen seçimlerde ise temsilde adalet sağlanamamıştır (1980’den günümüze yapılan seçimler).
Bugünkü siyasal sistemimizin yönetimde istikrar ilkesini kutsamasıyla temsilde adalet ilkesinin hiçe sayıldığını söylemek mümkündür. Zira dünyadaki en büyük seçim barajı ülkemizde uygulanmaktadır.[5] Siyasetle az çok ilgili olan herkesin bildiği üzere, mevcut seçim sistemimizde ülke seçim barajı %10’dur.[6] Seçimlerle oluşan TBMM’nin halkı temsil ettiğini göz önünde bulunduracak olursak, seçimlerde kullanılmış geçerli oylardan %10’unu alamayan partileri savunan vatandaşların temsil edilme haklarının ihlal edildiği anlaşılır. Bir taraftan yönetimde istikrar sağlanmaya çalışılırken %10 oy alamayan partiler ve onların temsil ettiği kesimler adeta yok sayılmaktadır.
Tüm bunlarla birlikte bütün siyasi kesimler tarafından “demokrasi ayıbı” olarak nitelenen 1980 Askeri Darbesi’nin getirdiği birçok kurum ve kavram, darbenin üstünden otuz yıldan fazla süre geçmesine rağmen, büyük partiler tarafından sırf Türkiye siyasetindeki kendi yerleri muhafaza edilebilsin diye üstü kapalı bir şekilde savunulmaktadır.
Bahsedilen büyük partilerin güçlerini korumasını sağlayan en işlevsel araçlardan birisi de %10 seçim barajıdır. Üstelik bu antidemokratik seçim barajı sadece mevcut köklü siyasi eğilimlerin korunmasını sağlamıyor, seçimler sonucunda oluşan milli iradenin de baskılanması sonucunu doğuruyor.
Şöyle ki; ülke barajının uygulandığı 1987’de %19,5; 1991’de %0,5; 1995’te %14; 1999’da %18,5 ve 2002’de %45 tutarındaki oy değerlendirme dışı bırakılmıştır.[7] Tüm bu oranlar nüfus bazında değerlendirildiğinde ise yüzbinler ve bazen milyonlar ile ifade edilen oyun değerlendirme dışı bırakıldığı, yani seçimlerin halktaki siyasi eğilimleri yansıtmaktan uzak kaldığı görülür.
Barajın istikrar getirdiğini ve bunun da Türkiye’nin gelişmesini hızlandırdığını iddia ederek, Türkiye’nin sosyopolitik çoğulculuğunu reddedip çoğunluk siyasetine yönelmek farklı görüş ve eğilimlere sahip olan insanların arasındaki iletişimi kopararak sosyal gerilimi arttıran kutuplaşmaları tetiklemektedir. Kutuplaşmış bir toplumda kısa süreli gelişmelere şahit olunsa da uzun vadede bu gelişmeler siyasetteki gerilime bağlı olarak oluşan belirsizlik ve istikrarsızlıklara sebep olmaktadır. Dünya demokratik siyaset kavramının artık çoğulcu bir yapıyı da içerdiği konusunda hemfikirdir. Önceki dönemlerde J. J. Rousseau’nun “çoğunluğun iradesi asla yanılmaz” tezinden yola çıkılarak birçok haksız işlem yapılmıştır. Burada antitez olarak Søren Kierkegaard’ın “çoğunluğun kolay aldatıldığı” görüşünü dile getirmek yerinde olacaktır. Zira çoğunlukçu siyasetin zararları özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından iyice anlaşılmıştır. Büyük liderler kitleleri kendi istekleri için kullanarak hukuku ve siyaseti zulümlere alet etmiştir.[8] Bu yüzden günümüzde liderler kitlesel desteklerine dayanarak siyaset üretmekten vazgeçmişler, bunu da politika etiğinin bir parçası olarak kabul etmişlerdir.
Bugün ülkemizde birtakım siyasetçiler dünyada gelişmiş bu politika anlayışının aksine, halen kendilerini destekleyen kitlelere dayanarak uzlaşmacı tavır sergilemeksizin bazı kararlar almakta ve bu kararlar uygulanmaya başlandığında çok büyük fakat genellikle etkisiz bir toplumsal muhalefetle karşılaşmaktadırlar. Mecliste temsil edilme hakları ihlal edilen kesimler haklarını demokratik hayatın en önemli araçlarından olan eylemlerle aramaya çalışmaktadır. Antidemokratik seçim barajı nedeniyle temsil edilme şansı bulamayan bu kesimlerin eylemleri “kamu düzeni” gibi muğlak ifadelerle engellenmeye çalışılmakta, münferit vakalar emsal gösterilerek eylemler suç olarak değerlendirilmektedir.
Zaten seçim barajı yüzünden siyasi iradelerine ambargo konulan insanlar, meşru anayasal haklarını kullanmaya çalıştıklarında da engellenirse ne yapacaklardır? Devlet mekanizmasının sürekli dışladığı kişilerin son çare olarak şiddeti yöntem olarak benimseme yoluna gitmesi kaçınılmazdır. İşte bu noktadan sonra yönetimde istikrarı sağlamak için kullanılan bütün araçların uzun vadede dolaylı olarak istikrarsızlık getireceği anlaşılır. Önceden sağlanmış ve korunmuş istikrar büyük toplumsal kırılmalar neticesinde belki eskisinden bile kötü hale gelebilir.
Dolayısıyla “adalet-istikrar ikilemi”nde; adaleti savunmak hem toplumsal barışı korumak hem de geçici gelişmeler yerine köklü gelişmeler sağlamak için daha avantajlıdır. Fakat buradan yola çıkılarak istikrarın önemsenmemesi de benzer sonuçlar doğurabileceği için, siyasi sisteme yerleştirilecek istikrar mekanizmalarını, milli iradenin yönetime adil katılımını sağlayacak şekilde kurgulamak gereklidir.
Her ne kadar ülkemizde sık kullanılmıyor olsa da, siyaset bilimi dünyasında temsili demokrasilerde de uygulanabilen doğrudan demokrasi araçları mevcuttur. Bu araçlar referandum, halk vetosu, halk teşebbüsü ve temsilcilerin azlini içerir.[9] Bir taraftan yönetimde istikrarı sağlarken öte yandan yönetime katılımda adaleti ihmal etmemek adına yeni yapılacak anayasalara yarı-doğrudan demokrasi araçlarını dâhil etmek de toplumsal barışı korumak için faydalı olabilir. Örneğin seçimler sonucunda yönetime katılamamış kesimler, yarı-doğrudan demokrasi araçlarını kullanarak, yapılmasını istedikleri düzenlemeler için imza toplayıp bu düzenlemelerin parlamentoda tartışılmasını sağlayabilirler. Böylece hem parlamentoda bazı engellerden ötürü yer alamayan kesimlerde oluşan umutsuzluğa yol açılmaz, hem de bu umutsuzluktan kaynaklanan şiddet eylemleri büyük ölçüde azalır.
[1] Kapani, Münci; Politika Bilimine Giriş, s: 151
[2] Rousseau, J. J. ; Toplum Sözleşmesi
[3] Gözler, Kemal; Anayasa Hukukunun Genel Esasları, s:278
[4] 1982 Türk Anayasası m. 67’nin 23.07.1995 tarihli ek fıkrası
[5] Kaya, İlhan; Farklılıkların Temsili Bakımından Seçim Sistemleri ve Baraj Uygulamaları
[6] 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu m. 33
[7] Sabuncu, M. Yavuz; Seçim Barajları ve Siyasal Sonuçları
[8] Yavuz, Bülent; Çoğulcu Demokrasi Anlayışı ve İnsan Hakları
[9] Aktan, Can; 21. Yüzyıl ve Anayasal Demokrasi
10 Şubat 2015
0 notes
meraklimaydonoz · 8 years ago
Text
HAKKINDAKİ HER ŞEYİ BİLİYORUM
Seni tanıyorum, nerede takıldığını biliyorum,
aslında BEN senin hayatını biliyorum. Ayakkabı numarandan ilkokul  numarana kadar her şeyi…
Ama merak etme, BEN sana yardımcı olacağım.
BEN her zaman seninleydim. Kendimi göstermek için doğru anı bekledim.
Şimdi buradayım.
Henüz hazır değilsin ama.
Yukarıda yazdıklarımı tekrar oku. Sindirmeden aşağıya ineyim deme sakın.
Yaptığın her bir yanlışta bir şeyini ifşa edeceğim.
Kendini çok kötü hissedeceksin.
Ama
BENi yenebileceksin.
Yendiğin zaman aslında BENim ne yapmak istediğimi anlayacaksın.
BENi hiç bir zaman bulamayacaksın.
Hazır olduğunda BEN seni bulacağım.
BEN her zaman seninleydim.
Sen BEN değilsin, ama BEN her zaman sendim.
Bir sabah uyandığınızda böyle bir mesajın size geldiğini görseniz ne düşünürdünüz? Bir arkadaşınızın sizinle alay ettiğini mi, herkese mesaj atan sanal robotlarca yollanan öylesine bir mesaj olduğunu mu yoksa benim aklıma gelmemiş başka şeyleri mi? Noktasına virgülüne dokunmadan aktardığım bu mesaj bana 19.08.2014 tarihinde gelmişti. Çevremden birkaç kişiye sorarak kimin gönderdiğini bulmayı denedimse de bu gizemli mesajın müellifini bulamadım. Garip mesaj, bana iletildiğinden bu yana, yaşadığım olaylarla zaman zaman aklıma geldi ama hiç orada yerleşip kalmadı.
Mesajı defalarca okudum, kendi içinde dediği gibi. Düşündüm, düşündüm ancak kimin neden böyle birşey yapmak isteyebileceğine dair en ufak bir açıklamaya ulaşamadım. Bu gidişle de muhtemelen de hiç ulaşamayacağım. Normal, kaygıları olmadan yaşayabilen, şüpheyi hayatının istisnai anlarına münhasır kılmış kişiler bu durumu kesinlikle bu kadar önemsemeyeceklerdir. Böyle davranabilmeyi herkesten çok isterdim ancak şüphe, kaygı ve merak dışında pek de duygu sahibi olabilen ve hissedebilen birisi değilim ne yazık ki.
Düşünmek; benim için belli bir süreyle ölçülebilen zihinsel bir iradi insan davranışından ibaret değil. Çünkü yaşadıkça gördüm ki beyin, insana ihanet etmeye eğilimli bir organ. Mesela geçmişi hatırlamaya çabaladıkça tamamen unutulmuş ya da net canlanamayan anılar yerine kaotik ve birbirine girmiş olaylar geliyor aklıma. Zihnimin içindeki koca bir buldozer tarafından üzerinden belli bir süre geçmiş olaylar hatıralar anılar birer birer paramparça ediliyor adeta. Öyle ki beynimi hatırlamak için zorladığımda sanki bana bambaşka bir geçmiş inşa edilmiş gibi. Her şey benim istediğim gibi, hiç haksız değilim, ne diyorsam aynen oluyor, bunun gibi şeyler. Çok mutluluk verici bir durum kabul ediyorum. Öte yandan bir uyuşturucunun da mutluluk verdiğini biliyorum ve bağımlısına mutluluk vererek onu yavaş yavaş ölüme götürdüğünü de.
Sanki içimde kontrolü bazen benden alıp kendisi yerime geçen bir başkası var. Korkmaya başladım artık bundan. “Ben kimim?” diye sorduğumda cevaplayan sesin kendi sesiniz olup olmadığını bilmemenin dehşetini tahmin edemezsiniz. Beyninizin zaman algınızı değiştirdiğine kani olduğunuz anlardan sonra zamanın en büyük toplumsal yanılgı olduğu sizi öylesine rahatsız eder ki var olmamayı dilersiniz. Ne yazık ki bu çıkarımlara da ancak aklınız marifetiyle ulaşabiliyorsunuz. İyi işleyen bir zihne sahip olmak; gündelik hayatı çok kolaylaştırır, buna hiç şüphe yok fakat ya o zihin sizin hakimiyetiniz altında değilse.. O zaman böyle bir zihin sahibi olmak kişiyi özgür, zeki, özgüvenli ya da içgörülü yapmaz. Aksine bu zihin sahibine tüm bunlara hasret kalarak geçirilmesi gereken bir hayat sunar. Daha öz anlatmak gerekirse; kendi içinizde kendinizin düşmanını taşımak zorunda kalırsınız. Hayat başlı başına bir mücadele sahası iken sizin bu sahaya çıkabilmeniz için önce kendi içinizdeki savaşta galip gelmeniz gereklidir.
BEN’den şüphe duymak kadar “sen”den de şüphe duymak gerekir:
Min ente?(Kimsin sen?)
Gayru meşbihu ente la ente.(Şüphesiz; sen, sen değilsin.)
Bu sözler iyi bir dizide geçmiş iyi sözlerden daha fazlasıdır kendini aramaya başlamışlar için. Bu yazıya da kendimi bulmayı umarak başlamıştım.
Yazma eylemi aynı zamanda bir yüzleşmeyi içerir. Yazan yazdığına yabancılaşır, o kelimeler bir kere döküldükten sonra. O yüzden yazıp da sonradan okuduğunuz yazıda devamlı kendinizi ararsınız. O sizden doğmuş olmasına rağmen neredeyse sizinle hiçbir bağı yokmuş gibi gelir okuyunca. Size yabancılaşan cümleler artık başkalarıyla tanışmıştır ya da tanışacaktır eğer yazan onları yalnızlığa mahkum etme niyetinde değilse.
Lisedeyken çevremde gelişen birçok olaya sırf dahil olabileceğim başka bir çevre olmadığı için uyum sağlamak zorunda kaldım. Bir süre sonra bu öylesine otomatikleşti ki; bir yanda okulda kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan çocuğu oynarken öte yanda geceleri kendi kurduğu edebiyat şatosunda yalnızlığını hayalinde kurguladığı kahramanlarla dolduran bir “yazan” olarak yaşıyordum. Yani adeta kişiliğimi ikiye bölmüştüm. Bu şekilde yaklaşık üç yıl geçirdim. Bu yılların özellikle gecelerini çok mutlu hatırlıyorum. Sonunda lise bitti ve üniversite başladı. Her yeni başlangıç gibi o yıl da içgüdüsel şekilde bir çevre edindim. Ne mutlu ki üniversitenin ilk yılındaki o insanlarla hala konuşabiliyorum. Ancak önemli bir sorun vardı: Yazdığım romandaki kahramanlar ve onların kişilikleri ile gerçek hayattaki arkadaşlarımı bazen karıştırıyordum. Sadece bir isim benzerliğinden bile olur olmaz karakter eşleştirmelerine girişiyordum. Nihayet çok zor da olsa bu sorunla yüzleşmeye başladım. Öyle ki; üç yıl içinde yaşadıklarımdan kaçmak, alternatif bir hayat yaşamak için zihnimde bambaşka bir dünya kurmuş, bu dünyada yaşayan insanları yaratmıştım ve hatta bazen rüyalarımda onlarla konuşmuştum. Lise bittikten sonra da dünya(m)dan kopamamış aksine gerçek dünyayı hayal ettiğim bu dünyaya göre görmeye başlamıştım. Kısacası zaman içinde yalanlardan öyle bir şato kurmuştum ki artık içinden çıkamıyordum. O zamanlar rahatsız etmiyordu çünkü kimsenin çıkıp da aksini iddia edemeyeceği yalanlar söylemeyi çok seviyordum. Sonradan anladım ki aslında gerçeklerle yüzleşmekten dehşetli korktuğum için yalan söylüyordum.
Gariptir ki gerçekte hiç beceremediğim şeylerin arasında yalan söylemek başı çekiyordu. Başkalarına söylediğim yalanlar -yazdığım hikayeler- asla benimle ilişkili değildi, bunu da sonradan fark ettim. İşin içine kendim girince istemsiz şekilde dürüst davranmaya yöneliyorum. Halbuki günlük hayatta zaman zaman yalana başvurulması gereken anlar da yaşıyordum. Ancak o anlarda nedense alengirli muhtelif yalanlar hayal eden zihnim iş bırakıyordu. Ben de hep yersiz söylediğim gerçeklerin ağırlığıyla yaşamaya mecbur kalıyordum.
Zihnimin kötü özelliklerinden birisi de çalışmaması gereken anlarda deli gibi çalışıp çalışması gereken zamanlarda tembellik etmesidir. Aslında tam olarak tembellik şeklinde tanımlanmamalı çünkü benim aleyhime de olsa zihnimin çalıştığını düşünüyorum böyle zamanlarda. Son günlerde çok ilginç bir şeyi tekrarlıyorum: Birisine hiç anlatmadığım hiç bahsetmediğim şeyleri anlatmış gibi hatırlıyorum. Daha vahimi bunu gayet detaylı şekilde hatırlıyorum, o anı gerçekten yaşadığımı hissediyorum. İlk seferlerde karşımdaki kişilerin beni dinlerken dikkatsiz ve özensiz olduğunu düşünüyordum ancak önceden anlattığımı hatırladığım şeyleri insanların benim bunu ilk defa anlattığımı söylemesini defalarca üst üste başka başka kişilerle yaşayınca anladım ki sorun “ben”de. Çoğu vakit sorunun bizzat benliğim olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Ama ben kimim sorusuna hala sağlam bir kişisel cevap bulamadığım için bu düşünce beynimde devamlı bir örümcek gibi dolaşıyor.
Karnımın hemen altından gelen basınçla istemsizce uyandım.Birkaç sefer yerimde döndükten sonra gözlüğümü bulup taktım ve karanlığa gözlerimin alışabilmesi için on beş yirmi saniye kadar yatakta doğrulup bekledim. Nihayet az çok etrafımı seçebilir hale geldikten sonra ayağa kalkıp tuvalete yöneldim. Klozetin soğuğundan hafifçe çekinerek yavaşça yerleştim ve idrarımı özgür bıraktım. Önceki günün akşamı fazladan içtiğim bir litreye yakın su ile böbreklerimi iyi temizlemiştim. İşimi görüp çeşmeye doğru uzandım. Biraz sabun alıp köpürttükten sonra serçe parmağımla musluğu çevirdim. Elimi güzelce yıkadıktan sonra doğrulup aynada kendime baktım. Önce dikkatimi aynaya yapışmış beş altı saç teli çekti sonra sıçrayan sabun köpüklerinin bir zamanlar orada olduğunu hatırlatan izler. Gözlerimin altı iyice çökmüştü yorgunluktan. Halbuki son bir haftadır her gün yaklaşık on dört saat uyuyordum.Tabi bu uykular dinlenip sonraki güne zihinsel enerji kazandırmayı amaçlamadığı için pek de uyumuş gibi hissettirmiyordu uyanınca. Uykuya dalarken zihnimi tamamıyla bilinçaltıma teslim edeceğim anda kendimi zorlayarak bilinçli kalmayı öğrenmiştim. Yani uyanıkken sizin onun ister istemez az ya da çok kontrolü altında bulunduğunuz bilinçaltını uyurken bir ölçüde kontrolüm altına almayı başarıyordum artık. Öğrendiğim psikoloji bilgisini de kullanarak ne zaman kendimi kandırdığım, ne şekillerde kendimi savunduğum gibi çok önemli özbenliksel bilgilere ulaşabilmem kolaylaşmıştı.
Bu yöntemi uygulamayı başardığım ilk seferlerde sık sık keşif seanslarımın kabuslarla sona erdiği oluyordu. Ama zamanla zihnimi eğittim ve deyim yerindeyse vahşi ve ilkel benliğimi evcilleştirdim. Artık o sadece acil ve ciddi durumlarda uyaran bir parçamdı. Kendi rüyalarımı kurgulamaya başladığımda artık bunun acil ve ciddi bir durum olmadığını öğretmiştim.
Şırıldayan suya bir kez daha ellerimi uzattım ve avuçlarımı doldurup serin suyu yüzüme çaldım. İşte şimdi uyandığımı hissetmiştim. Ardından tuvaletten çıkıp ışığı kapattım. Koridorda duruyorken göz ucuyla duvarımdaki saate baktım. 04:37:28′i gösteriyordu. En geç 9′da uyanmış olmalıydım yaklaşık bir hesap yapıp en iyi ihtimalle rahatça uyuyabileceğim 4 saatim olduğumu aklımdan geçirdim. Sabah yapmam gereken bazı işler olduğunu hatırlıyordum ama bunların ne olduğunu hatırlayamamıştım. Uyuduktan sonra hatırlarım herhalde diye düşünüp yatağıma tekrardan uzandım ve üzerime yorganımı çekip gözlerimi kapattım.
1 note · View note
meraklimaydonoz · 10 years ago
Photo
Tumblr media
Palto Melankolisi
Köpek gibi titretiyor, Bazen şu kahpe yalnızlık. Böyle kibirli soğuk gecelerde,
Tutunacak kimsesi olmayanlar Ellerini paltoların cebinde saklar.
2 notes · View notes