Don't wanna be here? Send us removal request.
Video
youtube
metin dikeç ~ teşne
adım yok
kavmim yok
toprağım yok
karınca vâdisinden
sürülmüş Hüdhüd
yanaşıklar ormanında
bir tenhâ yanlışım
bakılsa
şîvekâr telaşıma
dilim bağlı mendilim
gözlerimin bu yük gölgesi
kanımdan yeğni
...
ey benim gurbetim
kadim yurtsuzluğum
karaltı tanrısına kurban için
bu körebede
ben baştan yok'um.
metin dikeç
2012
2 notes
·
View notes
Text
Bastiani Kalemiz Nerede, Barbarlarımız Kim Bizim?

İtalyan yazar Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanı, genç Giovanni Drogo’nun günün erken saatlerinde uzun bir yolculuğa çıkışıyla başlar. Harp Okulu’nu yeni bitirmiş teğmen, doğup büyüdüğü kentte caddelerle, meydanlarla, arkadaşlarıyla, annesiyle vedalaşmış; belki uzun, belki kısa s��recek bir bilinmezlikte, taşradaki ilk görev yerine varmak istemektedir. At sırtında sıkıcı yolculuğu sırasında karşılaştığı yüzbaşı Ortiz ile neredeyse bir gün boyunca yaptığı yol arkadaşlığı ise aslında varacağı yerin neresi olduğunu daha en baştan ele verir.
Uçsuz bucaksız bir çölün dibinde ülke sınırındaki Bastiani Kalesi konumu, kasvetli görünümü ve sakinlerinin buna uygun ruh hâlleriyle kaderine terk edilmişliğin, unutulmuşluğun bir somutudur.
Gece nöbetlerinde çölün ayazından korunmak amacıyla bir pelerin siparişi için indiği terzihanede Drogo’ya, terzi Prosdocimo’nun ayaküstü söylediği: “...Ben burada tamamen ge-çi-ci olarak bulunuyorum. Her an gidebilirim” sözlerinin ardından çıraklar kıkırdar. Çavuş Prosdocimo çıkınca onun kardeşi olduğu anlaşılan ufak tefek ihtiyar kalfa teğmene fısıldar: “Duydunuz değil mi? Teğmenim, onun kaç yıldır burada oldu��unu biliyor musunuz?.. On beş yıl teğmenim, on beş lânet olası yıldır burada ve hâlâ o bilinen hikâyeyi anlatıp duruyor: Ben geçici olarak buradayım, her an gidebilirim.
... O, alay komutanı albay ve daha pek çoğu, ölene değin burada kalacaklar; Bu bir tür hastalık, dikkatli olun teğmenim, siz ki yenisiniz, henüz gelmişsiniz daha vakit varken dikkat edin. ... İlk fırsatta gidin, onların çılgınlığına yakanızı kaptırmayın... Bana inanın siz de etki altında kalır, sonuçta buraya demir atarsınız: Gözlerinize bakınca anlaşılıyor” [1]
Genç asker uyarıdan tehlikeyi sezse de, bu sözlerin sahibinin bile aynı sona yazgılı, aynı karanlık umutla yaşayanlardan olduğunu öğrenecektir.
Drogo kısa bir süre sonra gideceğini, böylesi bir mekanda asla kalamayacağını kendine sürekli telkin etmesine karşın, geçen 4 ay içinde buranın, bu tenhâ çölde unutulmuş kalenin ‘egemenlerinden’ olduğu yanılgısına düşecek, tüm yakıcılığına rağmen ihtiyarın yalvaran sözleri kül olup uçacaktır.
Daha 20’li yaşlarında olan ve yaşamdan pek çok beklentisini çeşitli gerekçelerle ‘gelecek mutlu günlere’ öteleyen Drogo, kalenin içindekileri uyuşturan büyüsüne kapılacaktır nitekim.
Bir sağlık raporuyla bu serüveni daha o noktada bitirme olanağı var iken mesleğinin utkusunu örselememek adına ve kim bilir belki belirsiz bir gelecek korkusundan bunu reddeder. Kalenin tabibine bir onur meselesi olarak yansıtıp geri çevirdiği bu teklif ilk ve son şansıdır aslında.
“-Pazarda toplanmış neyi bekliyoruz böyle? Barbarlar bugün geliyormuş buraya.-Senato’daki bu sessizlik neden kaynaklanıyor? Boş oturup yasaları neden oylamıyor Senatörler?Çünkü barbarlar geliyormuş bugün buraya.Neyin yasasını çıkarsın artık Senatörler? Barbarlar geldiğinde yasalarla ilgilenirler..... -Nereden çıktı bu tedirginlik, bu telaş, nasıl da ciddileşti yüzlerin ifadesi birden? Sokaklarla meydanlar neden hızla boşaldı ve neden, herkes evine dönüyor kafasında derin düşüncelerle? Çünkü hava karardı ve barbarlar gelmedi. Sınır boylarından gelen adamlarımız, artık ortalıkta hiç barbar olmadığını söylüyorPeki, barbarlar olmadan ne yapacağız şimdi? Bir tür çözümdü bizler için bu adamlar” [2]
Kostantin Kavafis’in ünlü ‘Barbarları Beklerken’ şiiri yaşamlarını korkulara, endişelere göre inşa edenlerin, ‘korkulanın’ gerçekleşmemesi karşısında yaşadıkları düş kırıklığının görkemli anlatımıdır. Çünkü hayali bir düşman yaratarak toplumu birleştirmek, korkuttuklarını eteğinin altında toplamak yalnızca diktatörlerin değil, tüm devlet sistemlerinin pek sevdikleri bir yöntemdir kuşkusuz. Bununla birlikte şiir bireyin iç düzeninde sadece mutluluk düşlerinin, güzel gün umutlarının değil, ‘korkular, kaygılar ve ürkütücü beklentilerin’ de nasıl vazgeçilmez olduğunu, hayatlarımızın bunlarla nasıl da anlamlandığını gösterir.
Romanda muhayyel bir düşmandır Tatarlar. Yüzyıllar öncesinden arta kalan bilgilere dayanılarak bir gün saldıracağı düşünülen, o yüzden devamlı tetikte durulması gereken öteki’dir. Kimlik bu düşmanla, ötekiyle kurgulanır. Tüm kale sâkinleri her gün ve bıkmadan kâh çıplak gözle, kâh dürbünle ufukta bir karaltı görmeyi beklerler. Giovanni Drogo’yla birlikte, o karaltının bir gün görünüp gitgide büyüyeceğini ve Tatarların kuzeyden yapacakları bu saldırıda uç karakol Bastiani’de görev yapan askerlerin gösterecekleri kahramanlıkla nasıl yükseleceklerini düşleyerek geçen ömürlere biri daha katılacaktır.
Oysa zaman akıp giderken, ne uçsuz bucaksız çölden barbar Tatarlar gelecek, ne sürekli Çöl’e bakılan dürbünden gerçek bir umut ya da tehlike görünecektir. Bu köhne kalede aksamadan yürütülen, anlamsız sürgit işler arasında tükenilecektir.
Bu süreçte aileyle, eski dostlarla, bir zamanlar ait olunduğu düşünülen kentle çürüyen bağlar; artık dönülecek bir evin, yaşanacak o yurdun, kavuşulacak o sevgilinin kalmaması Bastiani Kalesi’ni, Drogo’nun kaderi kılacaktır.
Bastiani’de yani toplumsal/mesleki kabullerin, formel kuralların ilkeleri katıdır. Kale komutanının ve arkadaşlarının duyarsızlığı yüzünden Drogo’nun dostu, yüzbaşı Augustina’nın göz göre göre donarak ölümüne tanıklığı; Kalenin hemen dibinde yılkı atlarının peşinden giden delidolu er Lazzari’nin, arkadaşı Martelli tarafından nöbet parolasını söylemediği gerekçesiyle vurularak öldürülmesi; tüm bunlar, adına ‘sistem’ dediğimiz kurgunun silinen insan yüzleri karşısında nasıl kişileri harcayarak çalışan acımasız bir makine olduğunu gösterir. Toplumsal yapının iki yüzlü kalıpları, öncelikle saf olanları, içinde yaşamın canlılığını, enerjisini ve yaşatmanın erdemini taşıyanları öğütecektir. Sağ kalanlar ise belki uzun yaşasalar da zamanla yürüyen cesetlere dönüşecektir.
Drogo’ya yöneltilebilecek belki de en büyük eleştiri buradadır. Tüm bu süreçlerde ‘adâletsizliği’ görmesine rağmen bırakın eyleme geçmeyi, sesini dahi yükseltememiş ve ölümler cılız birer iç sızısı olarak kalmıştır O’nda. Ancak, diz çöktüren Leviathan karşısında ruhunu zehirleyen uyuşma, bu taş gibi ‘susku’, yaşamını ele geçirecek olan yabancılaşmanın yan ürünüdür.
Kalede askerlik mesleğinin gereği, sorgusuz kabullenilerek tereddütsüz uygulanan kurallar, talimatlar, emirlerle disiplin içinde sürüp giden gündelik yaşantıda yıllar bir çırpıda geçer. Kısa bir tatil için gittiği dış dünyadan tüm umutlarını bırakarak kalesine dönerken karşılaştığı Teğmen Moro’da gençlik canlılığını görmek iç sızısını derinleştirecektir Drogo’nun. Kendinde tükenmiş Moro; Moro’da hızla solacak bir Drogo.Yaşlı ve deneyimli bir askerin heyecanlı genç meslektaşında gördüğü budur.
Saçları kırlaşan, yüzü kırışan, sağlık sorunları baş gösteren Drogo için artık ‘yaşamındaki o güzel dönemin’ bir gün başlayıp başlamamasının da bir önemi kalmamıştır. Kaledeki yaşantısından başka hiçbir var oluş nedeni kalmayan Giovanni Drogo elli dört yaşında karaciğer rahatsızlığına yakalandığında çok üzülmez. Nasıl olsa öleceği yerde, kalede olduğunu bilmek acısını hafifletmektedir.
Oysa o gün, Tatarların gerçekten geldiğinin anlaşıldığı zaman, artık sağlığını yitirmiş ve kale için varlığı yük haline gelmiş bir kimsedir. Karar vericilere göre bu güçsüz, artık işe yaramaz adam, ‘hele kahramanlık onurunun kimseyle paylaşılmak istenmediği böyle bir zamanda’ derhal bünyeden atılmalıdır. Bu kararın tebliğini kaleye Drogo’dan çok sonra gelen görev arkadaşı ‘yeni gözde’ açıkgöz Simeoni yerine getirecektir.Nitekim, önce direnmeye çalışsa da, çaresiz kabul eder kovulur gibi kaleden ayrılmayı. Boşa harcanmış bir ömrün düş kırıklığı ile büyük bir parçalanma ve öfke duygusu içinde Bastiani’yi terk eden Drogo bir han odasında, üzerinde üniforması ve acı gülümseyişiyle, kaybedilmiş bir oyunu, ıskalanmış bir hayatı, var oluşunu sorgular. ‘Çehov’un Tüfeği’ bile olamamış onca zaman duvarda asılı durmuşken, hedefe tam ateşleneceği sırada arızalanıp utançla kendini bitirmiş, avcının öfkesiyle bir kenara atılmıştır. İşte böylesi durumda gösterişsiz bir ölümün tek kurtuluş olduğuna inanmaktan başka çaresi yoktur. Gıcırtıyla açılan kapıdan kendisine doğru yavaş yavaş gelen O’dur
Binbaşı Giovanni Drogo’nun mahremiyetsiz bir mekanda, uzandığı koltukta ömrünün muhasebesini yapması, var oluşunu sorgulaması, Lev Tolstoy’un romanındaki tâlihsiz yargıç İvan İlyiç Meşnikof’un evinde, ölüme terk edildiği odada kendini yargılayışından farklı değildir aslında.
Lev Nikolayeviç Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı romanı, statüye dayalı bir dünya algısında artık yaşamının en iyi noktasına vardığını düşünen yargıç İvan İlyiç’in, birden ölümün kendisine hızla yaklaştığını görmesiyle aslında hiç yaşamadığını fark edişini, zaman içinde unuttuğu insani var oluşunu kavrayışını; ölüme yenilirken içinde kopan fırtınaları, büyük bir saflık, samimiyet ve sâhici dille anlattığı uzun bir öyküdür.
İvan İlyiç Meşnikof da bir ömür boyu, türlü zahmetler çekip, ödünlerle yargı mesleğinde yükselmiş, bu süreçte her geçen gün künhünden uzaklaştığını fark edememiş, kendini gücünün doruğunda sandığı bir zamanda aslında en dipte olduğunu, ancak ölüm sürecindeki iç sorgulayışıyla kavramıştır.
Hayatın önlenemez akışında ertelenen düşler, yaşanmamışlıklar, ıskalanmış güzellikler, kaybedilmiş iyilikler kıyısında belirsiz sayılı günler birden tükenmiş; hırslar, maddi beklentiler yolunda, taktiksel manevralar ve doymak bilmez iştiha ile el sıkıldıkça öz, kar gibi erimiş, avuçta bir şey kalmamıştır.
Modern sınıfsal anlayışın değerler hiyerarşisinde bireyin, ölüm gerçeği göz ardı edilerek inşasıyla, bireyin ‘yok oluş’ gerçeğine toplumun verdiği yanıt, maddi başarı, elini uzattığını alabilme becerisi, en tepeye yükselme donanımıdır. Oysa ölümle, kıvrandıran acılarla, yalın gerçeklerle yüzleşmiş kişinin anlam dünyasında bunların metelik karşılığı yoktur.
Bu bağlamda meslektaşlarının İvan İlyiç’in ölüm haberini gazeteden öğrendikten hemen sonra bir yandan onun makâmına kimin geçeceği, buna bağlı terfi, görev değişikliği, maaş artışı hesapları; bir yandan da ‘İşte o öldü, ben ölmedim!’ iç geçirişiyle ölenin kendileri değil de başkası olmasından ötürü sergiledikleri narsist üzüntü gösterileri; rahatlıkla ve hep yapıla geldiği gibi o akşam da oynanacak kağıt oyunu için sözleşmeleri; kendisini göremeyen, kendisiyle ilişkisinde hesap soramayan, kendisine hesap sormadığı için adâletsiz sisteme, dış dünyaya etik değerler bağlamında söyleyecek bir sözü kalmayan kişilerin ruh çoraklığıdır.
Yargıç mesleğinin en başında, ülkenin ıssız köşelerinde görev yaptığı dönemde, zihnine, yüreğine çöreklenen, yanında Tanrı ve Devlet’ten başka kimsenin bulunmadığı düşüncesiyle yaralanır ilkin.
Kürsüsünde normlar, kurallar veya prosesler bütünü içinde her gün insani tutumunu sergilemede turnusol işlevi gören olgularla sınanırken, çoğu kez meslekte profesyonelleşme adına insanı ve kendi yüzünü unutur.Ve bir gün o küntleşme maskı gösterişli bir yansıtma olmaktan çıkarak muharref bir kişiliğe dönüşür.
Bireyin yalnızca kendisini düşünüp, kişisel çıkarlarının peşinde ömür tükettiği düzende, genelde aydının, özelde hukukçunun ve somut olarak yargıcın, tüm zorluklara karşın etik değerleri göz ardı etmeden işini erdemle yapması, hakkıyla yerine getirmesi, onun insanlığa, ülkesine, toplumuna, ailesine ve özde kendine asli sorumluluğudur. Özsaygının bir yansıması biçiminde iyilik de, kötülük de burada başlar ve biter. Sokrates’in söyleyişiyle: ‘Güç olan ölümden kaçınmak değil kötülükten kaçınmaktır. Çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar’.Günümüz toplumunda hayatın anlamı ve amacı nedir sorusunda cisimleşen bilinmeze çarpanlar; yani soru soranlar, yüzleşenler, sakatlar ve ölüm döşeğindekiler bu zorlu meseleyi kendi başlarına çözmek zorundadırlar. Zira yaşlılar, ölüme yaklaşanlar, kaybedenler, tutunamayanlar, toplumca sürekli mızmızlanan ‘fazlalıklar’ olarak görülürler.
Onlar toplumun canlılık akışına nefesleri yetemeyen, çürümüş, bunamış, eskimiş insanlardır. Oysa ölümün, ötekinin, yenilmişin aynasından bakabildikleri için bu fazlalıklar gerçeği en yalın görenlerdir. İşte burada, tam bu noktada Giovanni Drogo ve İvan İlyiç Meşnikof’un ölüm süreçlerine tanıklık, hukuk insanına zaman içinde yitirdiği bir dünyanın kapısını hatırlatmaktadır.

Peki hatırlamak, görmek ve yüzleşmek böylesi varoluşsal vazgeçilmezlik içeriyorsa bunun külfeti nedir? 1980 yılında Nobel ödülü alan Güney Afrikalı yazar John M. Coetzze’nin Barbarları Beklerken adlı anlatısı yukarıda değindiğimiz insani yükümlerimizi taşımanın ne denli zor olabileceğini, ağır bedeller ödemeyi göze almayı gerektiren cesaret, onur ve özsaygı sınavı olduğunu gösterir.
Geniş İmparatorluğun göçebe yerli halka komşu uzak bir kentinde uzun yıllardır görev yapan ve merkezi yönetimin hesaplarından habersiz, rahat, huzurlu sayılacak bir yaşam süren Yargıç’ın yazgısı kente askeri birliğin gelmesiyle tersyüz olacaktır.
O zamana değin sistemin bir parçası olarak, görevinin kendine yüklediği sorumluluklarla insani değerler arasındaki gergin telde ustalıkla yürüyen, rolünü abartmadan oynayan yaşlı yargıçtır romanın ana kişisi. Başkentten gelen ulusal güvenlik teşkilatının komutanı Albay Joll ise yerli halkın, yani ‘barbarlar’ın savaş hazırlığı içinde olduğu önyargısıyla buraya imparatorluğun yüksek siyasal çıkarları korumak için gönderilmiştir. Yargıç vicdanının sesine kulak verecek ve olağanüstü yetkilerle donatılmış bu ‘derin’ adama doğru bildiklerini söyleyip, yakalanan zavallı göçebelere yapılan işkenceleri tasvip etmediğini açıkça ortaya koyarak acılı bir yolu seçecektir.
Bir ötekileşme sürecine dönüşen izlekte hukuka, ahlaka aykırı uygulamalara karşı yaptığı çıkışlar, insanı önceleyen tutumla attığı adımlar, sistemin olağanüstü yetkili egemenlerince hiç de hoş karşılanmayacaktır. Bu gerilimde askeri birlik çöldeki barbarlara yönelik büyük bir manevra için kentten ayrılırken O da artık sistemin uçurum kenarında bulacaktır kendini.
İç sorgulayış aşamasında iken, bir gün karşısına çıkan ve işkencede ayakları kırılmış, gözleri kör edilmiş ‘barbar kız’ ile ilişkisi ‘zalim-mazlum’ ‘katil-kurban’ kavramları bağlamında kendini yeniden anlamlandırıştır.
Her şey onu anlamaya, onun acısını içselleştirme, yaralarını sağaltma çabasıyla yeni bir evreye girecektir. Artık bu zavallı kızı, uzun ve zahmetli bir yolculukla çöldeki kabilesine geri götürme serüveni ise kurulu düzenin uçurumundan yuvarlanışın başlangıcıdır.
Yargıç kente döndüğünde ise militer egemenler için ‘vatan haini’dir artık. Yargılanmadan, yasal bir gerekçe gösterilmeden yetkileri alınacak, hakkında bir zorbanın verdiği ön hüküm infaz edilecek, kent halkının gözleri önünde aşağılanacak, kemiklerinin kırıldığı ağır şiddete maruz kalacak, daracık ve iğrenç bir hücreye atılıp kendi pisliğinde boğulmaya terk edilecektir.
Hücrede geçirilen hastalıklı günler sonrası, o bir zamanlar işkenceden geçip geçmediğini önemsemeden haklarında hüküm verdiği zavallıların benzeri ‘barbar’dır nihayet. Kendisine bir zamanlar ‘muteberi’ olduğu halkın içindedüzenli olarak yapılan işkenceler, utanç verici durumlara düşürülüşü, ne pahasına olursa olsun yaşamak arzusu ile ölümü bu rezilce hâle yeğleme çelişkisi ona nasıl yaşanacağının değil nasıl ölüneceğinin düşlerini gördürmektedir.
Sonra, yeterince dibe battığına kanaat getirilince sokağa bırakılıp, kentte meczup bir dilenci gibi yaşayışının gözlemlenişi ne ağır bir bedeldir. Ancak yaşça geldiği noktada, itibarın sembolik dekorunun arkasını gören Yargıç için ödediği bu fatura, varlık amacını belirlemenin, yaşamanın anlam ve değerini kavramanın, özsaygısını korumanın yegâne çıkış yoludur:
“Adalet! bir kez bu sözcük söylenmeye görsün, ardından ne çıkacağı hiç belli olmaz. Hayır demek kolay, dayak yiyerek kahraman olmak da kolay. Kellemi satıra teslim etmek bile, barbarların haklılığını savunmaktan daha zor gelmiyor. Bir zamanlar topraklarından sürdüğümüz insanlara kentin kapılarını açarak, silahlarımızı teslim etmekten başka nereye götürür bizi bu tartışma? Hem kurulu düzenin savunucusu, hem de kendince devlete düşman, saldırıya uğramış ve tutsak edilmiş, canı pahasına erdemini korumaya çalışan ihtiyar yargıcın da kuşkuları yok değil” [3]
Ancak ustura döşeli yolun sonunda haysiyetine kavuşacak ve tasını tarağını toplayarak barbarlardan kaçan işkencecisi teğmen Mandel’in gözlerine bakarken sorusunu sorabilecektir: “Bu merakım saygısızlık gibi gelirse bağışla, ama sormak istediğim… Sonra nasıl yemek yiyebiliyorsunuz ? Yani… İnsanlarla işiniz bittikten sonra? Cellat ve benzeri kimselerle ilgili olarak hep kafamı kurcalar durur. Gitme! Bir dakikacık dinle, içtenliğime inanmanı isterim. Söylememe gerek yok sanırım, kendin de biliyorsun, çok korkuyorum senden. Çok ağır ödedim vereceğin yanıtın bedelini. İş bittikten sonra lokmalar kolay geçiyor mu boğazından? İnsan ellerini yıkamak ister diye aklımdan geçirmişimdir hep. Ama öyle yalapşap bir temizlik yetmez, bir papaz titizliği, törensel bir arınma gerek öyle değil mi? Ruhun da arıtılması yani, başka türlüsünü düşünemiyorum. Yoksa gündelik yaşama nasıl uyum sağlanır? Sofra başında çoluk çocuğunla nasıl yemek yer, eşin dostunla ekmeğini nasıl bölüşürsün?” [4]
Yargıcın geçirdi zorlu günler sırasında, Albay Joll’ün komutasındaki askeri birlik güç sarhoşluğuyla göçebe yerlilerin kanını döküp, onlara asla unutamayacakları bir ders verme amacında iken, çetin doğa koşulları ve bilmedikleri coğrafyada barbarlarla çatışamadan tarumar olacak, kalan artıklar onursuzca kenti terk edecektir.
Sonrasında yağmacılardan, küçük hesap insanlarından, asker kaçaklarından geriye yanmış, yıkılmış kurtulan kent eski sakin günlerine dönme çabasına girecektir ağır ağır. Adı hep korkuyla anılan ama asla gelmeyen barbarlar adına yapılan onca zulmün ardından, kaçacakları başka yer olmayan, yahut her şeye rağmen böyle bir yola çıkmayan kent halkı gibi Yargıç da yavaş yavaş ayağa kalkacaktır.
Yıllar önce, tavuk hırsızlığından 3 yıllık zorunlu askerlik cezasına çarptırılan, ancak annesini özlediği için kaçmaya çalışırken yakalanan köylü genci yargıladığı dâvayı tekrar anımsar birden.
“-Sana haksızlık edildiğini, anasını özleyen bir oğlun cezalandırılmaması gerektiğini düşündüğünü biliyorum. Neyin haklı, neyin haksız olduğunu bildiğini sanıyorsun. Anlıyorum hepimiz öyle sanırız.
Benim o zamanlar erkek olsun,kadın, çocuk, hatta değirmeni döndüren zavallı yaşlı beygir olsun, yaşamımızın her anında, adaletin ne demek olduğunu bildiğimizden kuşkum yoktu.Tüm yaratıklar, adalet kavramını belleklerinde taşıyarak dünyaya gelirlerdi. Ne ki biz yasalar dünyasında yaşıyoruz… Kötünün iyisine razı olunan bir dünyada! Bizim elimizden ne gelir. Günahkâr yaratıklarıyız evrenin, yapabileceğimiz tek şey yasalara uyarken, adaletin belleklerden büsbütün silinmesine göz yummamaktır
…Bu türden olaylardan sonra duyduğum utancın sıkıntısını şimdi bile yaşıyorum. Duruşma salonundan çıkar çıkmaz evime gider, salonun koltuğunda, ağzıma bir şey koymadan, yatana dek karanlıkta otururdum. Haksız yere çile çekenlere tanıklık etmek zorunda kalanların yazgısı, haksızlığın utancını duymaktır diye düşünürdüm. Ne ki böylesine aldatıcı bir avuntuyla yetinilmiyor. İstifa etmek, kamu görevlerinden çekilmek, bir sebze bahçesi satın almak gibi düşünceler sık sık aklımı çeldi. Ama bir başkasının aynı göreve atanarak bu utancı yükleneceği ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşündüm.Ve olaylar beni aşana dek bu böylece sürüp gitti ” [5]
Yukarıda kısa alıntılar ve özetler çerçevesinde değerlendirme yapmaya çalıştığımız romanlarda gördüğümüz üzere, yargı, adalet ve egemenlik düzleminde, insanın var oluşu, etik tutum, ahlaki değerler ve değerlilik yaşantısı gibi meseleleri kurcalayan, insana kendini hesaba çekme olanağı sunan çok katmanlı bir dildir edebiyat. Yaşamda sistemle/devletle aynı dili kullanmayanlar, ya da bu dili terk edenler aykırı sesler, silinmiş yüzler arasında insanı görenler çoğunca bedeller öder ve ödedikleri nedeniyle adâlet umutlarını yitirebilirler
Bilginin, nesnelerin, durumların paraya tahvil edildikleri oranda anlamlı bulundukları bir sistemde, edebiyat ve şiir, elbette faydacı yaklaşımlara karşı etik değerleri öncelememize olanak sağlar.
Kuşku yok ki, ‘değerler sisteminin taşıyıcısı’ olarak edebiyatın asıl önemi bilincimizi değiştirme gücünden gelir. Gerçek ve kurgusal olan arasındaki sınırları çözümleme, verili olanı aşma, ancak bilincin dönüşümüyle sağlanacaktır. Bilincimizin gelişmesi, bize hayatımızı insanca anlamlandırma başta olmak üzere parlatılmış egoyla, saygı ikamesi para ve statüyle elde edilemez görme biçimleri sunar.
Çünkü edebiyatın her nabız vuruşunda, bir öyküde, romanda ve elbette şiirde de ‘aykırı ses’, mesela öldürülenin bir fâhişeden önce insan olduğunu, en acımasız katilin bile bir değerler dizgesi olabileceğini ve o nedenle insanın doğuştan insanca muamele edilmeye hak kazandığını hatırlatır. ‘Hayat-Sanat’ arasındaki bu yer yer çatışmalı ilişki, unutulmuş ya da çoktan züyuf akçeye dönüşmüş etik değerleri gündemimizde tutar.
Suçu ve suçluyu, toplumdan, toplumsaldan ayırmadan ele alan bir roman; anlatısıyla, diliyle başkalarının acısına bakarken duyarsızlaşan, kendi gerçekliğine ve var oluşuna yabancılaşan yargıç/savcı için dünyanın aslında neye benzediğini anlattığı kadar, kendimizin yanı sıra ve bizim gibi olmayanlar için dertlenmeyi önerir. Yargısal düzende ‘şeyleşen’ sanık, tanık, mağdur, avukat, savcı ve yargıç, aslında tüm yapı, iktidar ağında kendileri dışında bir varlık olarak konumlanmışlardır.
Yaşanılanlardan insani dersler çıkarılmadığı, bağışlamanın unutulduğu, vicdânın, merhametin, dürüstlüğün artık geçmediği, erdemli ve bilgece davranmanın alay konusu yapıldığı ‘özsevici’ paradigmada insanın mutluluk arayışı bir sanrının peşinden gitmektir yalnızca. Sınırlarının, yeteneklerinin, dünyada asıl istediğinin ne olduğunu bilemeyen, kendini gerçekleştirme yolunda bir çabaya girmeyen insan hırslarının denizinden içtikçe susayacak, susadıkça içecektir.

Çağdaş dünyada insanın yüzünün unutulmuş olmasına, onun değeri ‘sıfır’ bir varlık olarak görülmesine ve bunun doğal sonucu olarak, kişilerin yüzünün silinip ‘sıfırlar toplamı’ sayılmasına ilişkin çözümleme ve eleştirilerini sunduğu ‘Silinmiş Yüzler Karşısında’ başlıklı makalesinde İonna Kuçuradi:
“Bir insanın ‘her şey yapılabilir’ ilkesine inanıp buna göre hareket edebilmesi için, kendisinin bir yüzü olduğunu unutması, kişi olduğunu ve karşısında kişilerin bulunduğunu unutması gerekir. Kendi yüzünü silmesi ve insanların yüzünün onun gözlerinde silinmesi gerekir.
Bir insanın siyasal bir dava uğruna kendine herşeyi yapmaya izin vermesi için kendisini bu davanın sahibi değil, -lider bile olsa- aracı sayması; insanları kişiler olarak değil, sayılar olarak, artı-eksi sayılar olarak görmesi gerekir. Kişilerin yüzü silinince, etik değerler de silinir ortadan ve yüzü olan kişiler için değerli eylemlerde bulunmak zorlaşır. Etik değerler silinince en dikkatli, en titiz kurulan yapı, havada kurulmuş olur... Eylemde bulunan bir insanın gözünde insanın yüzü silinince, ‘ne için ?’ sorusu, bu dikenli soru, didiklendiğinde, yanıtsız kalır.” [6] demektedir.Evet insani duyarlığını yitirmiş; adaletsizliği, şiddeti, savaşı, insanın kendi türünü ve doğayı yok edişini kanıksayarak uyuşmuş birey ve toplum için mubah görülmeyecek kötülük yoktur. Coğrafyamızda, hemen yanı başımızda, dünya kaynaklarını elde tutmak için mezhep savaşı görüntüsüyle yapılan soykırımlar, karşıt militer grupların aynı Tanrı’nın adını anarak birbirlerine ve sivillere yönelen katliamları, bireylerin, toplulukların düşürüldükleri utanç verici durumları meşru ve mazur gösterecek bir etik değerler sistemi kurulabilir mi?
İkinci Dünya savaşında, Auschwitz kampında bir yandan her gün binlerce Yahudi ve Çingene’yi ölüme gönderirken akşam evine geldiğinde karısını ve çocuklarını mutlulukla kucaklayıp, akşam yemeği hazırlanırken piyanoda Shubert çalan, Nazi komutanı Adolf Eichmann’ın yargılanmasında savunmasını “Kendisinin bir devlet memuru olduğuna ve Immanuel Kant'ın ‘görev ahlâkı’ kavramı çerçevesinde kendisine verilen emirleri sorgulamaksızın, sadâkatle yerine getirdiğine, bunun kendisini bir çerçeveye soktuğuna, ancak asla katil yapmayacağına” dayandırması;
1990’lı yıllarda Yugoslavya’da gerçekleşen soykırımda Sırp devlet başkanı olan şair, psikiyatr Radovan Karadziç’in soykırımın en kanlı günlerinde bir yandan kadın, çocuk, yaşlı, genç, hâsılı on binlerce insanın ölüm emrini verirken, diğer yandan çocuklar için şiirler okuyup, onlara mandolinle ‘sevgi’ dolu çocuk şarkıları söylemesi, savaş sonrası kaçaklığında, sahte adla ve ‘New age Doctor” sıfatıyla mesleğini icra edip ‘tıpta daha insancıl yaklaşımları’ öneren anti-psikiyatri kongrelerine katılması;
Çok eski değil, 2011 yılında Norveç'te 77 kişinin yaşamını yitirip, 242 kişinin yaralandığı bireysel terör saldırısını gerçekleştirerek Hristiyan/Ateist kendi yurttaşlarını katleden internet girişimcisi milyoner Anders B. Breivik’in finans eğitimi yanında iki farklı lisans eğitimi daha almış olması, katliamdan kısa süre önce ‘Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi-2083’ başlıklı 1516 sayfalık manifesto yayınlaması, eylemini İslam ve çok kültürlülük karşıtlığıyla açıklayıp, 2012 yılında yapılan duruşmasında ise yetkilerini çok kültürlülüğü destekleyen siyasal sisteminden aldığı gerekçesiyle Norveç mahkemelerini tanımadığını belirtmesi ve daha verilecek binlerce örnek neyi göstermektedir? Vicdanın, merhametin, diğerkâmlığın, varlığa saygının, minnettarlığın hor görüldüğü tüm sistemlerin varacağı yeri kanımızca.
Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz dilimize ‘Ara Sokak’ ve ‘Sokaktakiler’ adlarıyla çevrilen ‘Midak Sokağı’ adlı romanında, yaşanan onca adâletsizlik, alçaklık ve ölümler sonrası Doğu’ya döner yüzünü çâresiz . Sevgi ve nefret, dürüstlük ve yalan, tamah ve özveri, mertlik ve ihanet, dirim ve ölüm izleğinde dünyada her şeyi düzleyen zamana, zamanın ise Tanrısal döngüye boyun eğiş ontolojisiyle söyler son sözünü...
"Ve bir gün Şeyh Derviş, Kâmil Amca’yı yaşlı berberle şakalaşırken gördü. Bunun üzerine gözlerini kahvenin tavanına dikerek şunları mırıldandı:
'-İnsanlar unutulur, kalpler değişir.'
Kâmil Amca’nın yüreği yandı, rengi söndü, gözleri doldu. Şeyh Derviş’in gözleri hâlâ tavandaydı:
'-Âşık olarak ölen kimse acıyla gider, ölüm olmayan aşkta ise hayır bulunmaz.'
Sonra bir an durup göğüs geçirdi:
-Ey bütün ihtiyaçları karşılayan. Bağışla, bağışla... Ey Ehli beyt ! Tanrı adına yemin olsun ki yaşadığım sürece sabredeceğim. Her şey için bir son yok mu? Evet her şey için bir son var..." [7]
Metin Dikeç/Kabahatler Kitabı,Yazılı Kâğıt Yayınları, 2015
KAYNAKÇA:
[1] Dino Buzzati, Tatar Çölü, Çeviren:Hülya Tufan, İletişim Yayınları, 2012, s. 54-55 [2] K. P. Kavafis, Bütün Şiirleri, Çeviren:Ari Çokona, istos yayın, 2013 s. 51-52 [3] J.M. Coetzee, Barbarları Beklerken, Çeviren:Beril Eyüboğlu, Adam Yayınları, 1985, s. 132, [4] J.M. Coetzee, Barbarları Beklerken, Çeviren:Beril Eyüboğlu, Adam Yayınları, 1985, s. 152 [5] J.M. Coetzee, Barbarları Beklerken, Çeviren:Beril Eyüboğlu, Adam Yayınları, 1985, s. 168 [6] İonna Kuçuradi, Çağın Olayları Arasında, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 2010, s.16 [7] Necip Mahfuz, Sokaktakiler, Çeviren:Hasan Akay, İnsan Yayınları, 1989, s. 315
0 notes
Text
EDEBİYAT HUKUKUN NEYİ OLUR ?

Başlığın bazı okuyucularda mizah düşüncesini kışkırtacağı, kimilerinde ise daha baştan, bir anlamsızlık duygusu yaratacağının farkındayız elbette. Ancak denemenin konusu Edebiyat-Hukuk ilişkisi gibi tartışmalı, bir o kadar da çetrefilli alan iken, alelâde bir başlık herhalde amacın ruhuna uygun düşmezdi.
Ceza hukukunun anıtsal yapıtlarından sayılan kitabında: “Eğer zorbalığın ruhu, edebiyatla ve okumayla bütünleşebilseydi, bu çok korkunç olurdu” [1] der büyük hukukçu Cesare Beccaria. Biz ise tersinden bir soruyla başlamak isteriz. Eğer adâletin ruhu okuma ve edebiyatla bütünleşemiyorsa, bu daha mı az korkunçtur?
...
Başlarken...
Kilisenin dogmalarına karşı verdiği büyük savaşımlarda, ödediği ağır bedellerle insanlığı teknolojik düzlemde yükselten bilimin, ‘Haddi aşan her şeyin zıddına dönüşeceği’ ilkesinin bir yansıması biçiminde, zamanla bir dogmaya dönüştüğü görüşünde neredeyse bütün bilim insanları, düşünürler uzlaşmaktadır.
Bunun sonucu olarak uzun bir süre ‘Niçin oluyor?’ sorusunun yanıtını determinist düzlemde aramakla bulamayan bilim, günümüzde bu çabadan vazgeçerek ‘Nasıl oluyor?’ sorusuna yönelmiştir.
Kezâ Doğuda ve Batıda konuya uzun süredir kafa yoran binlerce düşünce ve bilim insanından (Platon’dan Şahabeddin Sühreverdî’ye, Muhyiddin-i Arabi’den René Guénon’a, Immanuel Kant’tan Martin Heidegger’e) çoğunluğun ulaşabildiği noktalardan biri: “Sonlu bir varlık olan insanın sonsuz olanı kavrayamayacağıdır”. Görülmektedir ki insanlığın ‘Ama niçin oluyor?’ sorusu izleğinde nesnelerin ve olayların varoluş nedenini anlamaya çalışan bir bilimden; ‘Ama nasıl oluyor?’ biçiminde özetlenebilecek ve ‘nesnelerin hakikatini’ arama, olayların ‘nasıl olup bittiğini’ anlama çabasındaki yeni anlayışa evrilmesi, bilimsel kuramları ‘açıklamacı’ değil ‘betimlemeci’ bir yönsemeye götürmüştür.
Disiplinlerin, bilgi ve değer alanlarının, 19. yüzyıl pozitivist bilim algısıyla önce Doğal bilimler ve Sosyal bilimler olarak iki ana dala ayrılıp, sonrasında her alanın yine kendi içinde, birbirinden kopacak biçimde kesin hatlarla bölünmesi ve her hangi bir bilgi/değer alanının, diğeri hakkında söz hakkı bulunmadığı yönündeki paradigmada ‘Bilimsel kültür bizi maddi refah yanında ahlâki zenginleşmeye ulaştıramamıştır’ sonuç olarak. Aynı şekilde modernite ile birlikte bilim adamlarıyla edebiyatçıların birbirlerini anla(ya)mamaları, karşılıklı küçümseme eğilimleri, düşmanlığa dönüşen kutuplaşma, yani artık ayrı yataklarda akmaya başlayan iki kültür [2] tüm sosyal bilimleri olduğu kadar hukuk öğrenimini, dolayısıyla hukuk uygulamasını da olumsuz etkilemiştir.
Bu gün tüm dünyada aşırı uzmanlaşmaya dayalı bu metodolojiyi aşmaya yönelik bir çaba gözlemlenmektedir. Başta Avrupa ve Amerika kıtası olmak üzere pek çok ülkede Hukuk öğreniminin interdisipliner bakışın sonucu olarak, yüksek lisans ve doktora düzeyinde bir eğitim olarak yürütülmesi, zamanla hukuku ‘denkleştirici adalet’e indirgeyen bu daralmayı aşmanın çabası olarak görülebilir.
Hz. Ali’ye atfedilen bir söz:“İlim bir nokta idi câhiller onu çoğalttı” demektedir. İlk bakışta metafizik bir önerme olduğu izlenimi yaratsa da, kanımızca çağlar öncesinden günümüze uzanan verili bilginin hikmetli ifadesidir bu söz.Bu bağlamda katı ‘deneyci’ felsefenin bilgi ve hakikat anlayışının önemini yitirdiği, dolayısıyla tüm bilimlerin ve bilgi alanlarının birbiriyle bağının bulunması gerektiği postulatının sonucu olarak denilebilir ki:İdeal bir hukukçunun artık yalnızca hukuk normatifini öğrenip, formel hukuk teorisi, pratiğiyle yetinerek başka bilimler ve bilgi alanları ile ilgilenmeme gibi bir seçeneği yoktur.
Prof. David B. Truman Columbia Üniversitesi’nde görevli olduğu döneme dair, gözlem ve önerilerini saptarken: “Çağımızın varlık karmaşasında, belirli bir alanda öğrenim almış, ancak eğitilmemiş; teknik becerilere sahip, ancak diğer alanlara ilişkin kültürü yetersiz uzman kişi, tehlikenin ta kendisidir” [3] demektedir. Bu nedenle hukuk insanı, temel yargı çabasında yalnızca norm bilgisi, alanının formel sınırları, yahut uygulama örneklerini taklit etmekle ideal yetkinliğe ulaşamayacaktır. Ne denli iyi niyetli olursa olsun felsefeden, sosyolojiye, edebiyattan, sanata pek çok alanda belli bir kültür düzeyine sahip olmayan hukukçunun tüm yaratısı, emeği cevherinden yoksun, yavan tekrarlardan öteye gidemeyecektir.
Kezâ Eski Yunan, Roma, Hint, Çin, Mısır, Hitit ve Türk/İslam uygarlıklarından çağdaş Avrupa’nın kültür tarihine uzanan hatta baktığımızda; Sokrates, Platon, Aristo, İbni Sina, İbni Rüşd, Gazâli, Fârâbi, Mevlâna, Ebu Suud, Zenbilli, Kınalızâde Ali, Galileo Galilei, Leonardo Da Vinci, Michelangelo Buonnarroti, René Descartes, Blaise Pascal, Thomas Hobbes, Immanuel Kant, J.J Rousseau, G. W. F. Hegel, Søren Kierkegaard, John Locke, Ernst E. Hirsch, F. Von Hayek, Ludwig Wittengstein, Martin Heidegger ve daha binlercesi olmak üzere hiç bir bilim/düşünce/sanat/hukuk insanının yalnızca bir alanda uzman olmadığı görülür. Her biri hukuk ve adâlet hakkında akademik söz söyleyecek bir nosyon yanında, felsefe, tarih, tıp, matematik, astronomi, şiir, müzik, resim, hitâbet v.s alanlarında da yetkinlik düzeyinde bilgi sahibidirler
‘İnsan’ dediğimiz anlaşılmaz varlığın, yargılama eylemi ritüelliğinin her aşamasında yine insan faktöründen daha önemli ve değerli özne düşünülemez. Kezâ yargılama işinde hâkim, savcı, sanık, tanık, mağdur, bilirkişi, davacı ve davalı, mahkeme katibi birer insandır.
Tam bu noktada belirtilmelidir ki, teknolojinin bunca geliştiği, robotların en zor insan işlerini yüklendikleri bir dönemde hukuk uygulaması ve adâlet dağıtımı işinin neden “adâlet makinaları” tarafından yerine getirilip getirilemeyeceği bir çoğumuzun aklına gelmiştir.Örneğin; mağdur/şikayetçi beyanları, tanık anlatımları, sanık savunmaları, teknik delil inceleme raporları, analiz sonuçları ve sosyal durum araştırmaları v.s. tüm parametrelerin, veriler şeklinde yüklendiği bir hukuk programında sabiteler ile değişkenler arasından on binlerce karmaşık işlemi saniyeler içinde yapan bir robot ya da bilgisayar programının belirlediği ‘yargısal sonuç’ acaba nasıl olacaktır?
Karşılaştırma bağlamında değerlendirildiğinde, her gün pek çok örneğini gördüğümüz yığınla iddianame ve mahkeme kararlarından daha tutarlı sonuçlar çıkma olasılığının yüksek görünmesi, ülkemiz hukuk uygulamasının ideal hukuk karşısındaki durumunun hâl i pür melâlini gözler önüne serer. Çünkü hepimiz biliriz ki, hukuk salt matematiksel ve mantıksal bir analiz değil, hakça olanın bir vicdân yansımasıdır.
Anayasamızın 138. maddesi: “Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar, anayasaya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdâni kanaatlerine hüküm verirler.
Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” demektedir.
Hukukçu bilgeliği ve erdemiyle değil bir ‘hukuk teknokratı’ bakışıyla okuduğumuzda yeterli gibi görünen bu norm, aslında gerek koşulu içermekle birlikte yeter koşulu içermez. Aynı biçimde âdil karar yalnızca vicdâni kanaatle anayasaya, yasaya uyarlanan değil, bununla birlikte evrensel hukuk ilkelerine, insaf ve hakkaniyete uygun olandır. Tıpkı hâkimin bir muhakeme dizgesinde dört işlem yapan teknik bir aygıt olmadığı gibi.
Rûmî’nin Mesnevî’sinde yer alan “Hâkim esenliktir, çatışma ve çekişmeleri ortadan kaldırma yoludur. Kıyametteki adalet okyanusundan bir damladır. Damla ufak da olsa büyük de okyanusun suyunun niteliği ondan belli olur. Gözündeki tozu temizledin mi bir katreden Dicle’yi görebilirsin” [4] dizeleri derinliğiyle düşünülüğünde adâlet mekanizmasında bir aşkınlığı ve ideali sunmaktadır. Bu gün usûlü aşıp esasa giremeyen, âdil bir hükme nasıl ulaştığını sergileyemeyen kararları ve biçimsellikte hukuka, yasalara uygun olmalarına karşın, bu kararların tarafları bir türlü tatmin etmeyen yansımalarını düşündüğümüzde, geleneğin mirasını miadı dolmuş, geçerliliğini yitirmiş masallar ve safsatalar yığını olarak görmeye devam edecek miyiz?
Eğer böyle düşünüyorsak “Hâkim; insana, tabiata, gerçeğe, olağana sırt çevirmeden ve katı kalıplar içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorunluluğundadır” [5] diyen Yargıtay kararı niçin ve kime söylenmiştir? Toplumunu tanımayan bir hukukçunun, yazılı normatifi uygularken insanın olagelmekte olanını ıskalamasının ağır sonuçları bizi Beccaria’nın öngördüğü distopyadan daha koyu bir karanlığa sürükleyecektir.
Hukuk, estetik ilişkisi...
“Dünyayı güzel kurtaracaktır” diyen Dostoyevski’nin sözüyle başladığı Hukuk ve Adalet Estetiği konulu makalesinde Prof. Dr. Zehra Gönül Balkır, hukuk pratiğinde adâlet estetiğinin nasıl sağlanabileceği sorunsalını uzun boylu tartışır.Güzel’in bilimi olan estetiğin temel ilkeleriyle, hukuki değerler sisteminin örtüşmesinin gerekliliğini vurgular.
Bu kanıya, her ikisi de bilim olma savında olmalarına rağmen, mutlak bir nesnellik taşımadıkları gerekçesiyle tartışılan hukuk ve estetik disiplinlerinde estetik yaratım ve estetik algılama ile hukuksal yaratım ve hukuksal yargılama bağlamında yöntem ve içerik koşutluğuna dayanarak varır.
“Estetik ve hukuk biliminin her ikisi de; insan etkinliklerini takip ettikleri için, ortak bir kavrayışa muhtaçtırlar. Hukuk, insan davranışlarını açıklamaya çalışırken; estetik de ruhbilimden yararlanarak, insan yaratılarını anlamlandırmaya çalışır. Ayrıca hukuk ve estetik olarak her iki bilimin de; felsefeye, felsefenin kazandırdığı o genel görüye gereksinimi vardır. Hukukun, hukuk felsefesinin; sanat yapıtının, estetik felsefesinin yol göstericiliğine ihtiyacı bulunmaktadır. Görüldüğü gibi; her iki alanın birbirine katacağı ve birbirinden faydalanacağı, bir çok ortak nokta bulunmaktadır.” [6]
“Hukuk minimum etik ise, hukuk estetiği maksimum adalet olmalıdır” diyen Balkır, “Hukukun estetik görünümü, adaleti gerçekleştirmeye çalışırken; hukuk estetiğinin güzeli, doğru hukuksal gerçekliğin; normatif kurallara uygunluğuna bağlı bir güzeldir. Hukuksal bir güzel olarak, adalet değerinin belirsizliği ve göreceliliği, hukuksal gerçeklik ve hukuksal doğruluk yanında; hukukun iyi niyet, dürüstlük ve hakkâniyet gibi; kavram ve değerlerini de, ister istemez birer değer ölçütü olarak estetik düzleme taşımaktadır.” der. O’na göre “Hukukta adaletin içeriğine haklı ve doğru hukukun yerleştirilmesi, adaletin güzel değerini ortaya çıkarır, bu estetik bir değer olarak hukuksal güzeldir.” [7] Bu nedenledir ki, adâletin gerçekleşmesi bir uyum ve hukuk güzellemesidir.
Bu söylenenler çerçevesinde Türk hukuk tarihine baktığımızda, dağarcıkta hâkimlerin temel hukuk müfredatı dışında edebî alanlardan sarf (kelime bilgisi), nahiv (cümle bilgisi), ilm i meânî (konuşma ve yazmada durumun ve konumun gereğine uygunluğunu sağlama, kelime ve cümlelerle anlatım arasındaki ilişkileri kavrama yetisi) ile birlikte belâğat (Retorik, güzel söz söyleme, yazma sanatı) gibi bilgileri öğrenme zorunlulukları bulunduğunu görmek bir rastlantı mıdır?
Yaratı alanları olarak hukuk ve edebiyat...
Hukuk ve Edebiyat ilişkisi nerede başlar nerede biter sorusuna gelebildik sanırım? Bu aşamada belirtilmesi gerekenlerin ilki, hukukun da edebiyatın da ana malzemesinin/nesnesinin ‘Dil’ ve ‘Söz’, muhatabının ise ‘insan’ olduğudur.
‘Hukuk ve edebiyat’ akımı hakkında oldukça derinlikli okumalar/çalışmalar yapan Doç. Dr. Öykü Didem Aydın’ın bu konunun akademik tartışmasında en temel metinlerden olan makalelerinden ilki kekre bir gerçeği anımsatmakla başlar: Her şeyden önce yazar hukukla başı belâda olan bir kimsedir. “Özellikle yazar’ın vatanına ihanet edip etmediği, ülkesini sevip sevmediği, yaratılarıyla efendim kimin menfaatine hizmet ettiği, ne gibi suçlar işlediği yolundaki tartışmalar sürüp gitmektedir.” [8] İşin özüne ulaşma çabasında Aydın’ın görkemli saptamasıyla söylersek, hukuk mer’i (geçerli olan) yaratıyı, edebiyat bediî (estetik olan) yaratıyı temsil eder.
Bu noktayı açtığımızda görürüz ki, hukukta aslolan yasa ve hükmün (mahkeme kararının) sözü iken; edebiyatta kurmacanın sözüdür. Aynı biçimde, hukukun sözü yargılamanın muhataplarına yönelirken, edebiyatın sözü gerçek ya da muhâyyel okuyucuyadır.
Yine aynı şekilde hukuk, ‘zor’un sözünü temsil ederken; kurmaca, ‘heves’in ve ‘güzel’in sözüdür. Hukukta yasa koyucu ve sonrasında uygulayıcının sözü ‘son söz’ iken edebiyatçının sözü ‘bitmemiş söz’dür. Edebiyatın/edebiyatçının sözü ‘olmuş bitmişe, olmakta olana, olması muhtemele hatta olması imkansıza’ ilişkin olsa da, yasa uygulayıcısının ‘olmamış üzerine’ yahut ‘varsayım üzerine’ söz söyleme olanağı yoktur. [9]
Bu noktada belirtmeliyiz ki edebiyatçı için mutlak zorunluluk kabul edilmese de yasa uygulayıcısının omzunda ‘gerçeği yeniden kurmak’ gibi ağır bir yük bulunmaktadır. Şayet aslı var ise, hayatın gerçeği akıp/geçip gitmiştir. Yalnız ‘âdil bir karara varma’ yükümlülüğünde olan hâkim, gerçeği yeniden inşa etme çabasında, tanıklıklara, beyanlara, savunmalara, teknik kanıtlara başvurarak bir yapboz’un ana siluetine ulaşmaya çalışır. Oysa yaşananı bir daha aynıyla canlandırmak olanağı yoktur. Ne denli çaba harcansın, özen gösterilsin, yapılabileceklerin en iyisi, yahut en büyük başarıyla tamamlanan tablo ‘gerçeğin yeniden kurgulanmasının’ ötesine geçemez. Bu süreçte yargılamaya konu olayda, taraf olduğu var sayılan sav ve savunma dışında, yerine getirdiği ödevin kamusallığı gözetildiğinde, durumu ‘olduğu gibi gördüğü’ kabul edilen tanığın, hatta ‘olayı tarafsız bir konumda’ gözlemleme çabasında olan yargıcın, o ana değin ‘tarafsızlığını oluşturan birikimi’ dahi ideal perspektifte tartışmaya açıktır. Ancak uygulamayla karşılaştırdığımızda bu durumun ne denli uzak bir ufuk olduğunu tahmin zor olmasa gerek.

Hukuk edebiyat ilişkisi...
Hukuk edebiyat ilişkisi sorunsalında Aydın:“… hukuk, kendini edebiyatın aynasında görebilir, edebiyat hukuka ‘aslında nasıl göründüğüne’ dair estetik bir ayna tutabilir.
Shakspeare’in Venedik Taciri, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Albert Camus’nün Düşüş, Franz Kafka’nın Dâva gibi eserleri bize hukukun, özellikle hukuk felsefesinin meşgul olduğu temel kavram, konum ve durumlar hakkında, örneğin sözleşme ve ahde vefa, vicdâni sorumluluk, mâsumiyet, mahkûmiyet, varlık ve hakikat veya norm ya da normsuzluk içinde insanın konumu hakkında arayışın düşünsel dayanaklarını, meallerini sunarlar.
Yine örneğin; Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sında Allah’ın hakikati veya Bireyin hakikatine inanç konusundaki tercihleri sorgulanan bir dizi nakkaş, karşı karşıya konulurken, doğu ile batı felsefesinin sanatın ve sanatkârın rolünü ele alışı bir cinayet öyküsüyle işlenmiş; bu karşılaşma, evrensel - bireysel veyahut seküler - seküler olmayan perspektife göre değişebilecek bir suç ve ceza ile sorumluluk ve sorumsuzluk dokusu üzerinden resmedilmiştir. Romanın ele aldığı tematik zeminlerden biri ve belki de en önemlisi olan ‘Allah’ın perspektiften âriliği / Bireyin perspektifliliği’ ile ‘Allah’ın Düzeni/Allah’a Karşı Suç’ zeminleri; batının tabii hukuk kuramının Osmanlı-İslam felsefesindeki muhtemel nirengi noktaları konusunda karşılaştırma yapmak için hukuk felsefecisine de büyük bir imkân sağlamaktadır.
Bu modernist metinler bir tarafa, Antik Yunan felsefesinin, edebiyatının veya siyasetinin temel metinleri, dinsel temel metinler, salt batı değil Arap, Fars, Çin, Hint vs. medeniyetlerin yaratıları da edebiyat ve hukuk disiplininin yardımıyla yeniden çözümlenebilmekte ve anlamlandırılıp yorumlanabilmektedir.” [10] demektedir
Gelelim bunca söz içre sadede varamamaktan ötürü bir çok okuyucunun sabırsızlıktan patladığı (?) soruya. Edebiyat ve şiir okumak, sanatla ilgilenmek zaten her gün yüzlerce sayfaya varan teknik metinler okumaktan sıdkı sıyrılan hukukçunun ne işine yarayacaktır ? Bu soru şairler ve edebiyatçıların sürekli yanıtlamak zorunda kaldıkları ve her seferinde baştan, tekrar tekrar anlattıkları, aslında enikonu somut bir yanıtı olmayan, daha genel bir sorunsalın, özel bir alandaki ironisini yansıtır.
Öncelikle genelden yanıtlama çabasıyla söylersek, edebiyatın üretene ne kazandırdığı sorusunun yanıtı bile oldukça fludur. Edebiyatçı/şair niçin ruh daralmaları ile beyninde, yüreğinde göveren, kök salan eserini doğum sancılarına benzer bir acı ve sıkıntıyla var eder ? Bu var edişin temel sebebi nedir?
Evet, edebiyat ve şiir ‘çok satan’ bir eser üretmişse yaratısı para ve ün kazandırabilir. Lafı evirip çevirmeden açık yüreklilikle söylemek gerekirse yazar ve şair ilkin ve öncelikle ‘kendisi için’ yazar. Bir yazar içir yazma eylemi varoluşunun ta kendisidir.
W. Faulkner’in deyişi ile “İyi bir yazarın başarıya, ya da zengin olmaya ayıracak zamanı da yoktur” Bu ‘kendisi için’lik hâli, ne zaman ki egonun tatmini ve cevherini gösterme duraklarını geçerek yazarın/şairin kendinden evrene bir yolculuğa, yanmanın dumanına dönüşürse, bir insanlık görevine ulaşır. Akacak kanın damarda durması gibi, söylenmesi gereken söz, şairin/edebiyatçının ruhunda azap verici bir yüke dönüştüğü zaman, tüm engellere, yasaklara, ifşânın tehlikelerine rağmen, söz mecrâına akacaktır. Zira bir söz söylenmekten sarf ı nazar edilebiliyorsa, bu söz aslında söylenmeye değer değil demektir.
‘Yaşayan yazamaz’ yahut ‘Yazan yaşayamaz’ çekişmesinde, yaşamakla yazmak arasındaki perdenin kalktığı o andır ki söylenmesi gereken sözün söylenmiş olması karşısında, dinleyeninin olup olmadığı, sözün dinleyence kaale alınıp alınmadığı, hatta somut bir muhatabının bulunup bulunmadığının hiçbir önemi kalmayacaktır. Bu hâli, yazmanın aşkınlığına ulaşmak olarak tanımlamak yanlış olmasa gerek.
Bir şairin tüm şiirlerinin aslında tek bir şiir olduğu ve bir öykücü ya da romancının aslında usanmadan/usandırmadan esasında hep tek bir hikâyeyi anlattığı, tüm bu anlatıların özününse bir otobiyografi olduğu yönündeki söylemlerin bir oranda bir gerçeği yansıttığı kabul edilebilirse de, bunun çoğu kez metaforik bir im’leme düzeyinde kaldığı çekincesi konulmak zorundadır. Çünkü yazar ve şairin söylediklerinin menkıbesi bir kenara; çeşitli formlarda, kurgularda, biçim ve biçemle anlata geldiklerini bir ‘yalnızca kendinden ibâretliğin sunuşu’ demek, sanırız ‘anlatıcı’ kadar ‘anlatılanların’ ruhuna da haksızlıktır.
Ortalama Türk hukukçusunun edebiyata bakışı...
Bu ara başlığı soyuttan somuta geçerek açımlamakta yarar var sanırız.Geçen yıl bir Ankara ziyaretimizde hukuk öğrencisi birkaç gençle konuşurken Türkiye’nin en iyi hukuk fakültelerinde eğitim gören bu çocuklara aralarından kaç kişinin Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ romanını okuduğunu sormuştuk. Yalnızca bir kişinin bu baş yapıtı okuduğunu öğrenmek oldukça üzüntü vericiydi. Peki büyük Türk Hukukçusu Prof. Dr. Faruk Erem’in ‘Bir Ceza Avukatının Anıları’ adlı kitabını okuyan var mı? sorumuza aldığımız yanıt ise maalesef olumsuzdu.
Yine bundan yaklaşık iki sene önceydi. Hukuk Edebiyatı ya da Hukuk ve Edebiyat ilişkisi konularıyla yeni ilgilenmeye başladığımız, bu amaçla özgül okumalar yaptığımız bir dönemde Ankara’da mesleki bir seminere katılmamız gerekti. Seminer sırasında verilen aralardan birinde, ayaküstü konuşurken hukuk bürokratı bir meslektaşımıza Hukuk Edebiyatı kavramını çok kayda değer bulduğumuzu, bu alanda yaptığımız okumaların bizi çok heyecanlandırdığını söylediğimizde, gülümseyerek İngilizlere ait olduğunu belirttiği bir sözle karşılık vermişti:“Herhangi bir kavramı anlamsızlaştırmak isterseniz başına ‘askeri’ sıfatını koyun yeter.”
Meslektaşımızın bu alaycı tutumunun arkasında büyük olasılıkla hukukçuluk gibi ‘ciddi ve vakûr’ mesleğe, deyim yerindeyse ‘edebiyat gibi bir aylak alanı bulaştırmanın’, normatifin tanrısallığını ve norm uygulayıcısının önemini / değerini düşüreceği inancı yatıyordu. Ya da en azından böyle yeni bir akım yaratma çabasının gereksiz, anlamsız olduğu vurgulanmak istenmişti. Öyle ya, ‘Merhamet ağızların iğrenç sakızı’ diyen ne çok hukukçu var ülkemizde.
Yıllar önce yenice göreve başladığımız ilde, bir meslek büyüğümüz konuşma içinde “Meslekten arta kalan vakitlerinizde ne yapıyorsunuz?” diyerek kâğıt oyunlarına merakımızın bulunup bulunmadığını öğrenmek istemişti. Biz, hukuk dışında edebiyat ve şiirle ilgilendiğimizi belirttiğimizde, O, “Haa! Hamâsetle yani...” diye yanıt vermiş, çaresizce “kahramanlık şiirleri yazmadığımızı” söylemiştik. Karşı sav daha da ilginçti:“Yahu savcım şiirin, edebiyatın tümü hamâset değil de nedir?”
O’na: “Bize insanı tanıtacak en önemli alanlardan birisi de kuşkusuz edebiyatın da dâhil olduğu sanatın ta kendisidir. Sanat değişik alanları ile bizde sadece estetik bir duygunun gelişimini sağlamaz; insanı tanımamızı ve onu anlamamızı da kolaylaştırır. Hukukçu olarak bir bakarız ki, Dostoyevski’nin romanlarındaki karakterlerden birisi -belki Raskolnikov- müvekkilimiz olmuştur. Bir gün A. Camus’un Yabancı adlı eserindeki Meursault, hâkimi olduğumuz bir dâvada karşınıza sanık olarak çıkabilir. Yaşam temelde ironiktir. Başka bir gün Orhan Kemal’in Murtaza’sı hakkında görevi ihmâl suçundan savcı olarak dava açmak zorunda kalmışızdır. Shaekespeare’in Venedik Taciri’ndeki Yahudi tüccarı Shylock üstelik iflas etmiş bir tâcir olarak önümüzdeki bir dosyada dâvalıdan alacaklı olabilir. Yine bir bakmışız Shaekespeare’in Lady Machbet’i geçmişte yaşanmış bir darbe yargılamasında tanık sıfatıyla dinlenmektedir.” [11] benzeri sözler söylemeye yeltendik. Ancak konuşma onun sözüyle çoktan bitmişti. Çünkü her öğle arası boyunca gürleyerek oynadığı kâğıt oyununa geç kaldığı için böyle naif yaklaşımlara ayıracak vakti yoktu.
Aynı biçimde hâkim/savcı/avukat hatta öğretim görevlileri, hâsılı hukukçuların çoğu yönünden durum çok da farklı değildir. En son okunulan romanın üzerinden kaç yıl geçmiştir ? Adliye servislerinde dosya sayıları, niteliği gibi teknik hususlar dışında sohbet konularının tamamına yakınının; akşamki maç, televizyon dizilerinin bölüm özetleri, yeni otomobil modelleri, Bakanlıkça uygun fiyatla temin edilecek silahların özellikleri, avantajları v.s olması neyin göstergesidir?
Birebir konuşmalarda gözlenmiştir ki; Kitap nesnesinin öldüğü, hatta okuma eyleminin de gelişen iletişim araçları karşısında artık gereksiz, hatta anlamsız kaldığı, istenilen her tür bilgiye bir tuşa basarak internetten kolayca ulaşılabileceği, kaldı ki salt televizyon izlemenin dahi insanın kültürel gereksinimlerini karşıladığı; Üstelik konusu ilginç ve önemli bulunduğu için çok satan romanları bile okumaya gerek bulunmadığı, çünkü bir-iki yıl gibi kısa bir sürede mutlaka bu romanların filminin yapılacağı düşüncelerini savunan görüşlerin yaygınlığı hukuk uygulayıcılarının ‘okuma kültürü’ içindeki yeri hakkında derin derin düşünme zamanının, çoktan geçmekte olduğunu göstermektedir.
Sinema sanatına duyduğumuz saygıyı saklı tutmak koşuluyla söylenmelidir ki, tüm bu anlatılanlar ülkemizde hukuk uygulayıcısının özelde Hâkim/Savcının kültürel düzey, zihinsel altyapı ve hayat algısının hiç de ortalama yurttaşın üstünde olmadığını göstermektedir.
Edebiyat hukukçuya gerekli midir, ne kazandırır ?
Gerçekten öyle mi? Hukuk ve Edebiyat gibi iki bağımsız bilgi alanı/disiplin tarihsel sürecin bir yazgısı olarak kendi mecralarında akıp dururken nereden çıktı bu Hukuk Edebiyatı ? Gerçekte var mıydı, var olmalı mıydı, var ise ne işe yarardı?
Burada sorunun öncelikli muhatabının, belirli bir formellikle yazan, yaşayan hukukçu olduğunu gözden kaçırmış değiliz elbette. Evet, edebiyat ve şiir okuyucusuna ne kazandırır, yahut okuyucunun gündelik yaşantısında ne işine yarar? Şu kısa yaşamda daha iyi bir evde yaşama, daha pahalı giyinme, daha farklı hazların izini sürmek gibi olanaklarımız varken, niçin okumaya bunca emek, zaman ayrılır ve ailenin nafakasından kesilen onca para öykü, roman, deneme, şiir kitaplarına harcanır?
Yanıt bir önceki bağlama verilen anlayıştan çıkıyorsa, açıkça söylemek gerekir ki, bu zihin yapısındaki bir insana edebiyat hiçbir şey kazandırmaz!
Yaşamdan beklenen daha müreffeh standartlara ulaşmaksa bırakın edebiyatı, ekonomi bilimini tahsil etmeye de gerek yoktur ‘Paranın aklı’ ve ‘aklın parasızlığı’ çelişkisi yüzyıllardır önümüzde aşılmaz dağ gibi aynen durmaktadır.
Her şeyin faydacılık ölçütüyle değerlendirildiği ve bilginin, nesnelerin, durumların paraya tahvil edildiği oranda değerli bulunduğu bir sistemde, edebiyat ve şiir elbette bir işe yaramaz. Edebiyatla ve şiirle uğraşmakla bir takım gündelik yaşantımızın sorunlarına somut çözümler de getiremeyiz.
Ancak kuşku yok ki, edebiyat ve şiirin değeri ‘bilincimizi değiştirme gücünden’ gelir. Bilincimizin gelişmesi bize yaşamı anlamlandırma ve değiştirme gibi, parayla, statüyle, mevki ile ölçülemeyecek büyük bir kazanımdır.
Yalnızca bu mu? Edebiyat bize başka dünyaların, yaşamların kapısını aralarken, ömrümüzde belki bireysel deneyimlerle elde edemeyeceğimiz ‘varlık/hakikat’ bilgisini sunar, yaşayamadıklarımız ve göremediklerimizden örneklerle varoluşumuzu anlamlandırır. Kısaca edebiyat ve şiir bizi daha çok ‘insan kılmaya’ yarar.
Asıl söylemek istediğimize gelirsek; meslek yaşantısı boyunca temel sujesi insan olan hukukçu, aslında dünyevi hiçbir hukukun dindiremeyeceği acıları, geçmeyecek mutsuzlukları, bitmeyen çekişmeleri, insanın sonu gelmez aşağı durumlarının sızısını farkında olmadan devamlı biriktirmekte, hatta sırtlamaktadır. Çoğu kez öyle ağır olaylara tanıklık edilir ki, hiçbir yasal norm, cezâi yaptırım, takdir ve teşdit, insani duyarlılığını yitirmemiş hukuk insanının yarasını sağaltamaz. Bir çocuğun cinsel istismarı yargılaması sonunda, eylemi sabit görülen failin alacağı en ağır ceza, bile mağdur ve yakınlarının yaşamını bir gül bahçesine dönüştüremeyecektir.
Oysa akşam gelir, dâva biter, dosya kapanır, herkes gideceği yere yollanır, ancak hâkim, savcı ve avukat için zihinde, yürekte kalan tortu silinmemiştir, üstelik her ağır vak’ada daha da büyümektedir. Ya bir kuyuya ünlenmeli, ya bir dosta anlatılmalı, ya da kişisel tarihimizde bir yere şerh düşülmelidir.
İşte tam da bu noktada hukukçuya edebiyat ve şiirin neden iyi geldiği pratik düzeyde kolayca algılanacaktır. Böylesi durumlarda hukukçunun ruhunu onaracak estetik değerlerin başında edebiyat, şiir, resim, müzik ve fotoğraf gibi bir sanat uğraşısı gelir. Mekanik bir aygıt soğukluğunda işini yapıp, en ufak bir duygu kırıntısı taşımadan geçip gidenler ise sanırız artık bu yazının ilgi alanına girmeyen başka düzlemdedir.
Hukukun uyuşmazlıkları çözmek üzerine kurulu bir disiplin olduğu gözetildiğinde, edebiyatın (öykü/roman/şiir) uyuşanı değil, uyuşmazı irdelemesi bu iki alanın kayıp kardeşler olduğunu göstermez mi? Filmlerde olsa iki kardeşin kucaklaşıvermesi olağan gelse de, kadife eldivenlerinin içinde çelikten bir el gizleyen günümüz hukukçusunun çoğunluğunun, iktidar alanına (yani arazisine) üvey bir kardeşin girmesine izni olmadığı görülmektedir.
Bu bağlamda hukukçunun edebiyatla, felsefeyle veya bir sanat dalıyla ilgilenmesi bir zorunluluk iken; önüne gelen çekişmede somut olayı saptayıp tüm yönleriyle ortaya koyması, analitik çözümlemeyle kanıt tartışması yaparak gerçeklik içeren bir sonuca varması gereken her hukukçu zihni, tüm bu eylemlerinin somutlaşması demek olan yazmayı öğrenmek için okuması, iyi yazmayı öğrenmek için ise iyi yazılmış eserleri okuması gerekmektedir.
Akıldan çıkarılmamalıdır ki, mahkeme kararları, aynı zamanda gelecek kuşaklar için geçmişe ışık tutan birer tarihsel belge niteliğindedir. Biz nasıl bugün geçmiş toplumların, uygarlıkların yaşayışlarını, toplumsal ilişkilerini anlama çabasında yazıtlar, betimler, levhalar, antlaşmalar, kayıtlar, salnâmeler, mahkeme kayıtları, adâletnâmeler, vakanüvis tahrirleri gibi çeşitli tarihsel belgelerden yararlanıyorsak, bizim bırakacağımız izler ve kayıtlar da bizden sonraki kuşakların adâlet anlayışımıza, ülke ve insanlık için önemli olaylardaki duruşumuza, erdem ve bilgelik tutumumuza, yargı etiğine ve kullandığımız dile özenimize ilişkin veri sunan temel kaynaklardan olacaktır.
Değerli hukukçu ve bilim insanı Doç. Dr. Mustafa Tören Yücel: “Adaletin gereği olan yargılı infaz, hukukun üstünlüğü ve kamu düzeni açısından gereklidir, yargılı infazların yok olduğu yerde yargısız infazların sürmesi olağandır.” [12] demektedir.
Söylenen onca soyut, felsefi sözün sonunda geldiğimiz noktada; Kamusal vicdânı onaran adâlet için ‘yargılı infaz’la görevli hukukçuya, teknik açıdan sağlam olduğu kadar, hiç değilse ‘temiz bir Türkçe’ ile, dil ve estetik düzeyi güçlü, iç tutarlılığı bulunan, yüksek ruhlu metinler üretmek için edebiyat gereklidir. Aynı biçimde edebiyat haksız kararlar kadar haksız suçlamaların da insan onurunu lekelediğini kavrayabilmekte ufkumuzu açsın diye yaşamımızda var olmalıdır.
Yine hukuksallıktan, nesnellikten, hatta etikten yoksun isnatlarla başlanıp sürdürülen, en temel dilbilgisi ve yazım kurallarını yerle bir ederken, bütünlüğü içinde hukuksal bir olayı, bu olayda mağdurun konumunu, şüphelinin eylemini, eylemin neden ve nasıl suç olarak nitelendirildiğini anlatmaktan uzak belgelerin iddianame adıyla mahkemelerin önüne getirilmemesi için; Ağır dilbilgisi, söz dizimi yanlışları içeren, iddia ve savunmanın dayandığı kanıtlar bağlamında hukuksal ilişkileri, uyuşmazlıkları açıklığa kavuşturacak verileri ortaya koyamayan, mantıksal olasılıkları serimleyemeyen, yasal dayanaktan yoksun, birbirini çürütüp yok eden çelişkilerle dolu varsayımlara dayanan, ne denilmek istendiğini anlamak için defalarca okunmak zorunda kalınan, ‘gerekçeden yoksun gerekçeli kararların’ yazılmaması için edebiyat gereklidir.
Nihayetinde, tüm bu teknik boyutların ötesinde; Başta yargılama ahlâkının öneminin kavranması olmak üzere, son anda akla geliveren cin fikirlerin sunduğu parlak (!) çözümlerin, hak edilmeden elde edilen mutluluklar gibi tehlikeli olduğunu ve hep hüsranla sonuçlandığını zihnimizden hiç çıkarmamamız için gereklidir edebiyat.
“Hukuk iyilik ve doğruluk sanatıdır” -Jus est ars boni et auqui- der bir Latin atasözü. Edebiyat içimizde mesleki formellik adıyla kanıksadığımız, refleksler, korkular, beklentilerle maskeler altında gizlediğimiz iç hakikatimizi, öz benliğimizi ortaya çıkarırken, başta; başka insanları, hayvanları, doğayı bizler gibi evrenin vazgeçilmez bir parçası olarak anlamamızı sağlayacaktır.
Alexis Carrel’in “İnsana dair olan her şey bizi ilgilendirir; çünkü insanız ve insanlıktan sorumluyuz. İnsana ağan, insana değen, insanı içeren, insanla anlaşılan ve insanla anlatılan her şey bizi de içerir, bizi de imler, bizi de kapsar.” sözünü duymayanımız pek azdır. Ancak bu sözün anlamını sık sık ve tekrar düşünmekte sayısız yararlar vardır.
17. yüzyıl İspanyasında bir baş rahip yardımcısı ve birkaç konsül üyesinin liderliğinde yankesiciler, dolandırıcılar ve soygunculardan oluşan ‘Hırsızlar Kardeşliği’ adlı gizli bir örgütlenmenin, karmaşık hiyerarşisi, itaat kültürüyle süren işleyişi, nüfuz güçlerinden bahseder Miguel de Cervantes. Konuyu ve Cervantes’in yapıtını analiz eden Vincenzo Ruggiero ise: “Kardeşliğin üyelerinin tanrıya hizmet eden hırsızlar olması şaşırtıcı değildir. Bu Endülüs yeraltı dünyasında oldukça yaygın bir durumdu. ‘Domuzu çalarsan ayaklarını tanrıya ver’ popüler bir deyişti. Haydutların, kendilerini kovalayanlara karşı görünmez olmak için bir dizi duası vardı ve yakalananlar ya da öldürülenlerin üzerinde kutsal madalyonlar bulunurdu” [13] gerçeğini hatırlatır.
İspanya da, 17. yüzyıl da bize hiç uzak değilse de, hukukçu olarak görevimiz insanları yalnızca yasalar çerçevesinde ve yöntemince, somut kanıtlarla yargılamaktır. Bunun dışında kişinin inancına, yaşam görüşüne, içine düştüğü duruma ilişkin, beylik kanaatlerle iç dünyamızda ulaştığımız her (ön)yargı bizi kendimiz olmaktan biraz daha uzaklaştıracak, farkında olmadan ağır ağır zehirleyecektir.
Son söz niyetine...
Akademik perspektifle “Dolayısıyla hukukun sanat ve edebiyat ile interdisipliner bir ilişki içerisine girmesi edebiyat ve sanat türleri hakkında bilgi sahibi malumatfuruş hukukçular yetiştirmek için değil, bizatihi insan ve onun yarattığı dünyalar ile ilgili olan ya da olması gereken hukukçunun hem estetik bir bakış kazanması ve bu bakışı normatif bir alan olan hukuka doğrudan yansıtması hem de insan denilen canlıyı tüm boyutlarıyla ve çıplaklığıyla tanıması için elzem bir husustur.” [14] demektedir Çebi.
Ancak bizlere bakan yönüyle bir de tanıklık yükümlümüz var elbette. Her gün karşılaştığımız sıradan, sıra dışı, aşağı, gülünç, tuhaf, korkunç onlarca olay karşısında hiç olmazsa kendi kişisel tarihimize yazılı bir not düşmüyorsak bunun bir vebâli yok mudur ?
63 yıllık yaşamını bohemliğe bulaşmadan gürültüsüz, patırtısız, sakince geçiren ve 32 yılı öğretmenlikle dolu yaşantısına 14 şiir kitabı, 4 radyo oyunları kitabı, 3 sözlük, 32 kitap çevirisi sığdıran, yapıtlarında hayatın küçük gerçeklerini, onu anlamlı kılan ayrıntılarını anlatan büyük usta Behçet Necatigil Kabataş Erkek Lisesi’nde uzun süre öğretmenlik yapmıştır. Orada görevli iken edebiyat zevki, kültürü aşılamaya çalıştığı, hatta bir edebiyat dergisi çıkarmalarına öncülük ettiği; daha sonra bilimde, bürokraside, siyasette, yargıda önemli görevlere gelecek öğrencilerinden Hikmet Sami Türk, Bedirhan Çelik ve Seyfi Özgen’e Almanya’da doktora çalışmalarını yürüttükleri sırada yazdığı 7/8.10.1962 tarihli mektubunda şöyle diyecektir:
“… Eğer meslek öğrenimleriniz dışında, elinizde bu kadar imkan varken edebiyatla ilginizi kestinizse hiç hatırlamayın beni, Kabataş beraberliklerini silin bir kalem!” [15]
Edebiyatı salt hamâset olarak görme aymazlığında değilsek, onun hukuk gibi yaşamın ta kendisi olduğuna inanmaya yakınız demektir. O zaman edebiyatın, sanatın, müziğin derin dünyalarından habersizce yargı değirmeninde hukuk öğütmeye çalışanlara içerlemek hakkımız var. Bu hakkımızı bunca dağdağa, tantana içinde dil sığınağımızda alacağız…
İçerlek
Onlar evlerde yaşamazlar mı, şaşıyorum. Evlere uğramaz, evlerde iş yapmaz, Bakmazlar mı bir şeye, şaşıyorum. Bakkallar, kasaplar, çarşılar.. Onlar evlere hiç bir şey almazlar mı, şaşıyorum. Yollarla, sokaklarla, kahvelerle iş bitmiyor ki! Trenler, gemiler, düşler bırakıyor insanı bir yerde, Sonra gene dönülmez bir yol gibi ev! Onların yolları, akşamüstleri, gece Sona ermez mi evlerde, şaşıyorum. Yorgunlukları yollara yaymak, iyi ama sonu yok ki! Sevdalar sokaklarda serin ama sonu yok ki! Bölüşmek umutları, paylaşmak acıları, bunalmak, Ummak yarınlardan bir şey, evcek yok mu, Şaşıyorum. Evcek, uzaktan da olsa, yüzlerine tutulan ayna Yansıtmaz mı hiçbir şey onlara? Yaldızlı süslerle örttüğümüz oyuklarda Yalnız en yeni çorapları asıp ele güne karşı Tespih böcekleri gibi kaçınık yaşamak! Hangi utançtır alı kor bizi bu kadar Vermekten evlerdeki yitik şarkıları, şaşıyorum. Şiirlere bir insan, evlerden bir şey katmadan Nasıl girer, şaşıyorum. Örneğin daha demin kavgalar, dargınlıklar Varken - işliyen saatler gibi alışılmış - Kapı çalınsa, biri gelse, gülüşlerin, kaynaşmaların Birden başlaması yok mu afallamış odalarda? Onlar huysuzluklarda donmuş, katı Bir türlü bitmek bilmeyen ay sonlarını Hiç mi yaşamazlar, şaşıyorum. Kanlı kırmızı yollarda, beyaz sinirli soluyan O azgın yatıştırıcı ay başlarını onlar Hiç mi bilmezler, şaşıyorum. Geçer gider ömürler kışlar, baharlarla değil, Eriyen yağlar, tükenen sabunlarla geçer gider. Çocuklar büyür gider, başlayan şarkılarla değil, Eskiyen giysiler, tükenen güçlerle büyür gider. Evde hasta oldu mu hepimiz hastayız Onlar hastalık nedir bilmezler mi, şaşıyorum. Onlar hep ev dışında mı, şaşıyorum. Sırlı küplerden sızan iplik-ince bir su iken ömrümüz İçerdeki seslere nasıl tıkanır kulak, şaşıyorum. Ah, bu çılgın oyunlardan uzaklara da kaçsak Değil mi ki odaların eni boyu belli, Değil mi ki görmekten hep aynı yüzleri, bıkmış İnsanların soluğunu iletir birbirine Hattâ ayrı odalarda ayrı yataklar. Değil mi ki kezzap gibi damlar göze Kimi gece düşman Sıcak kollar gibi sarar soğuklarda bizi Kimi gece dost ev. Nasıl yaşanırdı dönüşler de olmasa unutuşlarda Bir şifalı su gibi ılık, arı dönüşler Ah, nasıl taşınırdı sürüp gitseydi hınç! Gene de hiç kimse kurtulamaz içinde büyüyen Bu korkunç boşluktan, diyorum. Kurtarırsa o kurtarır bizi, ne aşklar, ne yaşlanmak Ne avuntular dışarda. Dünyada mutluluk adına ne varsa başkaca Evcek, evlerde yaşar yaşarsa! [16]
Metin Dikeç/Kabahatler Kitabı,Yazılı Kâğıt Yayınları, 2015
KAYNAKLAR:
[1] Suçlar ve Cezalar Hakkında, Cesare Beccaria - Çeviri: Sami Selçuk / İmge Yayınları
[2] İki Kültür, C. P. Snow - Çeviri: Tuncay Birkan / TÜBİTAK Popüler Bilim kitapları
[3] The Reforming of General Education: The Columbia Experience in Its National Setting, By Daniel Bell & David B. Truman
[4] Mesnevi Cilt VI, Mevlâna - Çeviri: Veled İzbudak / MEGSB Yayınları
[5] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, 31.12.1976 tarih ve 1976/9370 E. – 13138 K. Sayılı ilâmı
[6] Hukuk ve Adalet Estetiği Üzerine Bir Deneme, Prof. Zehra Gönül Balkır / Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, 23. kitap
[7] Balkır, a.g.e,
[8] Aynı Evrende Her Şeye Kadir İki Düşmanın, Biri Bedii, Diğeri Mer’i Yaratının Barışması: Disiplinlerarası Bir Araştırma ve Yaratı Alanı Olarak Edebiyat Ve Hukuk Disiplini, Doç. Dr. Öykü Didem Aydın / http://www.edebiyatvehukuk.org
[9] Hukukta Kurmaca – Kurmacada Hukuk, Doç. Dr. Öykü Didem Aydın / http://www.edebiyatvehukuk.org
[10] Aynı Evrende Her Şeye Kadir İki Düşmanın, Biri Bedii, Diğeri Mer’i Yaratının Barışması: Disiplinlerarası Bir Araştırma Ve Yaratı Alanı Olarak Edebiyat Ve Hukuk Disiplini, Doç. Dr. Öykü Didem Aydın / http://www.edebiyatvehukuk.org
[11] Sanat ve Edebiyatın Hukuk Eğitimindeki Önemi Üzerine Bir Deneme, Doç. Dr. Sezgin Seymen Çebi
[12] Yeni Türk Ceza Siyaseti, Doç. Dr. Mustafa Tören Yücel / İmge Yayınları
[13] Edebiyat ve Suç, Sapma ve Kurmaca Sosyolojisi, Vincenzo Ruggiero – Çeviri: Berna Kılınçer / Everest Yayınları
[14] Sanat ve Edebiyatın Hukuk Eğitimindeki Önemi Üzerine Bir Deneme, Doç. Dr. Sezgin Seymen Çebi
[15] Şair ve Öğretmen kimliğiyle Behçet Necatigil, Prof. Dr. Hikmet Sami Türk / Akçağ Yayınları
[16] Bütün Şiirleri, Behçet Necatigil / Yapı Kredi Yayınları
0 notes
Text
"Sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin."
Şu sıra Halikarnas Balıkçısı'nın 'Mavi Sürgün' adlı anı kitabını okuyorum. Kitap "Hukuk ve Edebiyat" alanının, 'Hukukla başı dertte olan kişi:Edebiyatçı' alt başlığındaki listeye eklenmesi zorunlu olan ve bu bağlama tastamam uyan bir öyküyü barındırıyor. Kitabın ilk baskısı 1961 yılında yapılmış, benim okuduğum nüsha 20. basım.

Halikarnas Balıkçısı asıl adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973) Robert Koleji ve Oxford Üniversitesi mezunu bir sadrazam torunu, paşa çocuğu. Cumhuriyet'e öncü sanatçılar yetiştirmiş bir aileden. Mütareke döneminin İstanbul’unda başından büyük gaileler geçmiş. Hapislikle erken tanışmış. Bir dönem dervişliğe merak salmış, tâ Halikarnas ve eski Anadolu uygarlıklarının birikimini, insancıl yönlerini görene dek. Gerçi o husus da yanlış anlaşılmış. Şairin Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Eski Anadolu Uygarlıklarını içselleştirerek yeni bir bellek yaratma çabası olan 'Mavi Anadoluculuk' düşüncesi 'Yunan aşıklığı' sanılmıştır ya.Bu husus ayrı bir yazının konusu olacak kadar derindir.
Karya'nın mirası, Heredot'un kenti, baştan başa masmavi bir gülüş olan Halikarnas'ın bir zaman sonra nasıl olup da “Bodrum” gibi sevimsiz çağrışımlı bir isme indirgendiğine hayıflanan zeytin aşığıdır Balıkçı.
Kitabın bir hukukçu yönünden en can alıcı bölümleri yazarın Resimli Hafta dergisinde 13 Nisan 1925 tarihinde yayımlanan "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsünden ötürü Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanma sürecine ilişkin yerler sanırım. Oysa öykü 1. Dünya Savaşı'nda yani 1915'te dört asker kaçağının cepheden cepheye nakledilirken köylerinin yanından geçen trenden atlayıp aileleriyle hasret giderdikten kısa süre tekrar kendiliklerinden birliklerine dönmelerini , ancak Divan-ı Harp'te idama mahkum edilmelerini, buna karşın devlete millete küsmeden ölüme tevekkülle gitmelerini anlatıyor.
Cevat Şakir bir sabah İstanbul'daki evinden kısa bir süreliğine Karakola çağrılır. “Dört-beş adım attım dönüp kapıya baktım. İçimde bir acı! O kapıya son kere bakmakta olduğum acı acı içime doğdu. Zaten kapıdan çıkış o çıkış bir daha geri dönmedim.”(sh: 52-53).
Sonrası acıklı bir serencam.Trenle, at arabasıyla, eller kelepçeli uzun yürüyüşlerle Ankara'ya yolculuk. Cebeci Hapishanesi’nde günlerce duruşmayı bekleyiş.
“İstanbul’da Ticaret Okulunda haftada bir kez mi ne İngilizce ders veriyordum. Ticaret Mektebi’ndeki öğrencilerim altmış kadar imzayla İstiklal Mahkeme’sine bir telgraf çekmişler. Benim iyi bir insan olduğumu, beni çok sevdiklerini bildirmişler ve kendilerinin benden yoksun edilmemelerini rica etmişler. O jandarma dairesi diye andığım odada birisi bana, böyle bir telgraf geldiğini bildirdi. İnsanca bir sempatiydi bu, insanın hoşuna gider. Fakat İstiklal Mahkemesi böyle şeyleri tınmazdı.”(Sh:73)
'Dört Aliler Divanı' da denen ve Afyon Ali, Kılıç Ali, Kel Ali, Necip Ali'den oluşan mahkemede bir tuhaf yargılamadır yapılan... Devir bölücü, şeriatçı Şeyh Sait İsyanı'nın sürdüğü sıkıntılı bir dönemdir.‘Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak’tan suçlu bulunur yazar. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya (Kel Ali) tarafından idama mahkum edilmek istendiyse de, Savcı Necip Ali'nin talebi ve Afyon Ali ile Kılıç Ali Bey'in kabulü ile Bodrum'da 3 yıl kalebentliğe mahkum edilir.
Duruma ölümü gösterip sıtmaya razı etmek mi denir, yoksa yanlış hesabın Bağdat'tan dönüşü mü bilinmez. Neye dayanılarak, hangi illiyet bağıyla suçlandığını bilmeden ölüm korkusu ve sefaletle geçen zorlu günlerden sonra, önce idama mahkum edilip sonra, cezasının üç yıllık sürgüne çevrilmesine sevinci, insan kalanın içini acıtacak türdendir.
"Mahkeme Zekeriya'yı ve beni üç yıl süresince kalebentliğe mahkum etti. Birdenbire o görkemli mahkeme kurulunun omuzlarının üstünde kanatlar filizlenmeye başladı, o kanatlar hızla büyüyüp yükseldi. Gökkuşakları gibi kanatlardı bunlar. Kurulun her bir üyesi cankurtaran meleğine dönüştüler. Malum ya mahkemede gülünmez. Ne var ki, sevincimin gülüşe ve gülüşümün hoplaya zıplaya bir dansa dönmesine güç engel oldum. Az kalsın kendimi tutamayacaktım. Duyduğum şükran dolayısıyla adamların boynuna sarılıp, onları şapır şupur öpesim geliyordu. Nebizade Hamdi Bey’in verdiği idam müjdesinden yirmi, yirmi beş dakika sonra üç yıl kalebentlik umulmadık bir mutluluktu doğrusu. Yine bu güzel dünyanın yaşayanları arasındaydım.
A canım, biliyorum, hakkım var, denecek. Ben de haklı olarak hakkımdan, adaletten bahsedebilirim. Yani masum olduğum için kalebentliğin bir haksızlık olduğundan şikayet edebilirim. Ama böyle bir şey aklımdan hiç geçmedi. Mahkemenin hükmü, söz gelimi İstanbul’un işgal yıllarında yabancı polisinden yediğim sopaya kıyas, bir lütuftu. Zaten kelepçelerle götürülüp getirilirken, yolda rastladığım kimi yurttaşlarımın, hatta İstiklal Mahkemesi'nin o jandarma dairesindeki subayların bakışlarında gördüğüm insanilik bana yeterdi. Bazıları böyle nazik zamanlarda yanlışlıklar ve haksızlıkların mazur görülmesi ve bunların yurt için tahammül edilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Bu sözleri beni teselli gibi insanca bir duyguyla söylediklerini hiç anlamaz olur muydum?" (sh: 78)
Aylarca süren çileli yolculuktan sonra nihayet Bodrum'a varır.Daha sonra yaşamının en ağır adaletsizliği olarak gördüğü bu sürgünün aslında, ömrünün en büyük armağanı olduğunu görecek ve geçen yıllarda Cevat Şakir, Bodrum'da Halikarnas Balıkçısı'na dönüşecektir. Hikaye uzun…Cevat Şakir'in Çağdaş Türk Edebiyatı ve Türk Resim Sanatı'ndaki yerini ise bilenler bilir.

Ancak son dönemdeki yakın tarih okumalarımla birleştirince kitapta en çok, olağanüstü dönemlerde kurulan olağanüstü yetkili mahkemelerin her zaman sorunlu olması dikkatimi çekti. Abülhamit Dönemi'nin Yıldız Mahkemeleri, sonrasında, İttihat ve Terakki Dönemi (Bekirağa Bölüğü) Mahkemeleri, 2. İstiklal Mahkemeleri, Yassıada mahkemeleri, Askeri Mahkemeler, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler, şimdilerde 'hikmetinden ve kararlarından sual olunmaz' Sulh Ceza Hakimlikleri… Sanırım günümüzdeki yargı krizinin temelinde olağanüstü dönem anlayışının kanıksanması var. Ondan daha vahimi, yargıyı kuşatmacı/fetihçi mantıkla ele geçirme düşüncesinin -bu büyük vebalin- biçim değiştirerek sürüyor olmasıdır.
Doğal yargıçlık ilkesini yaralayan tüm bu olağanüstü mahkemelerin kurulmasını gerekli kılan sebeplerin zorunluluklar ve asayiş koşulları olduğu ileri sürülecektir. Bilindik durumdur, Osmanlı'da "Siyaseten Katl" müessesesi vardır. Devlet adamları şu ya da bu gerekçeyle "devletin bekası için" siyaseten katli savunabilir, hatta kurunun yanında yaşın da yanmasını kaçınılmaz görebilirler. Ancak bağımsız ve tarafsız mahkemeler hiçbir erkin, grubun, zümrenin sopası olarak bu hesaplaşmanın her hangi bir yerinde bulunmamalıdır. İşte bu nedenle hiç bir Hakim ya da Cumhuriyet savcısının zerrece "Kurunun yanında, yaşın yanmasına" göz yumma gibi seçeneği ya da "kantarın topuzunu kaçırma" hakkı olamaz.Velev ki içinde bulunduğu psikoloji itibarıyla sanık dahi bunu kanıksasın! Zurnanın en alengirli yeri de burası sanırım. Canını kurtardığına ne çok sevinse de Halikarnas Balıkçısı,ne demişti başta:
“Sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin.
Senden öncekiler de böyleydiler,
Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler.”
Metin Dikeç
13.5.2016/Ankara
2 notes
·
View notes
Text
Kedinin Ayağı Kaç?
30.4.2016/Ankara

Bugün Ankara Çocuk İzlem Merkezi'ndeki nöbet sonrası Ankara kitapçılarını gezdim. Kelepir kitaplar arasında gazeteci/yazar/şair Mehmed Kemal'in Denemeler Elemeler'i gözüme çarptı.Kitap meraklıları iyi bilirler; vaktiniz ve sabrınız varsa, sergilerde ucuz ve lüzumsuz onca kitap arasında bazen çamur içinde içinde inci gibi, artık oraya nasıl düşmüşse, çok değerli eserler görmeniz olağandır.Kitabı hemen aldım tabi.
Eve gelip göz gezdirirken yazılardan birinin adının "Kedinin Ayağı Kaç?" olduğunu görünce, ilkin pek sevdiğim kedilere ilişkin bir hınzırlık içeriyor diye düşündüm. Okudukça keyfim kaçtı, hüzünlendim.Yine bir hukuk dramı ile karşı karşıya kaldığımı anladım. Biraz araştırınca neler çıktı neler.Bu da mı olmuş deyip hâlâ şaşabilmeme şaştım.
1925 yılında Şeyh Sait Ayaklanması sonrası devrin İstanbul basınında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na yakın gazeteciler bir gecede derdest edilirler. Zor koşullarda Elazığ İstiklal Mahkemesi'ne gönderilirler.Suphi Nuri İleri, Velid Ebüzziya, Sadri Erdem, İsmail Mayakon, Ahmet Şükrü Esmer ve Ahmet Emin Yalman bu gazetecilerden bazılarıdır.
Elazığ İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Saip (Ursavaş) yargılama sırasında, Ahmet Emin Yalman'ın Dönme (Sabetaycı) olduğu iddiaları nedeniyle, kişisel husumetini belli etmekten sakınmamakta, O'nu sürekli aşağılamakta, yargılama dışında konuları gündeme getirip küçük düşürmektedir.
Ali Saip Ursavaş
Bir gün duruşmada Ahmet Emin Yalman'a şu soruyu sorar: "Kedinin ayağı kaç?". Soruyu anlamayan Ahmet Emin Yalman ne yanıt vereceğini şaşırır, anlamadığını söyler. Mahkeme Başkanı buyurgan bir edayla tekrarlar: "-Anlamayacak ne var efendi. Kedinin ayağı kaç diyorum sana?" Ahmet Emin titreyerek,tereddütle yanıt verir:"-Kedinin ayağı dörttür efendim". Mahkeme heyeti ve dinleyiciler kahkahalarla gülmeye başlarlar.Ne olduğunu anlamayan Ahmet Emin Yalman etrafına korku ve şaşkınlıkla bakmaktadır. Oysa bilmemektedir ki, ta kadimden İstanbul'da Yahudilere:"Kedinin ayağı kaç?" diye sorulduğunda Yahudiler'in : "Üç buçuk!" cevabını verdiğine dair galat-ı meşhur vardır.Başkanın alayı buna kinayedir.

Ahmet Emin Yalman
Her neyse Ahmet Emin ve diğer gazetecilerin Şeyh Sait Ayaklanması ile ilişkisi olmadığı anlaşılır da idamdan kurtulurlar. Ahmet Emin Çorum'a sürgüne gönderilir. Ali Saip (Ursavaş) ise önce Kozan'dan, sonra Urfa'dan milletvekili yapılmıştır.
Kısa bir süre sonra devran değişir.Ancak ülkemizde yargıda egemen olanın çokça başvurduğu yol, yani "muhalifi yıldırmak için öküz altında buzağı arama" usulü, delilsiz, acımasız itham esası maalesef her dönemde vardır.
1935 yılında Çerkez Ethem yanlılarının Atatürk'e suikast yapmak için Suriye'den ülkemize girdikleri Ali Saip'in Urla'daki çiftliğinde suikast planlar yapıp, barındıkları yönünde ihbar üzerine başlatılan soruşturmada önce Ali Saip Ursavaş'ın dokunulmazlığı kaldırılır, eski asker ve yargıç olan sabık milletvekili tutuklanarak Cebeci Cezaevine gönderilir.Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen yargılama da Ali Saip'in böyle bir ithama maruz kalmaktan ne denli kırıldığı, hatta kahrından hasta olduğu bilinir. Yargılamadan aklanarak çıkmıştır. Hatta hapisten çıktıktan sonra Atatürk, O'nun gönlünü almak istemiş Ali Saip'e 'Ursavaş' soyadını bizzat kendisi vermiştir. Ancak Ali Saip hapishanede bozulan sağlığı sebebiyle köşesine çekilir ve 1939 yılında genç denilebilecek çağda 53 yaşında vefat eder.
Türk Yargı Tarihi'ne baktığımızda otuz iki kısım tekmili birden 'öküz altında buzağı' arama ve bu arayış yargılamalarında "Kedinin ayağı kaç?" sorularıyla dolu olduğunu görürüz ne yazık.Hele 2007-2014 arasında öküzün altına önce buzağının yerleştirilip, sonra buldum teraneleriyle ortalığın velveleye verilmesi ve geçen süreçte ölümler, intiharlar, haksız tutuklamalar, karartılan gelecekler, itibarsızlaştırmalar yargı tarihimizin son utanç halkasıdır.Ahmet Emin Yalman, yıllar sonra Mehmed Kemal'e hapislik yıllarını, haksız yere tutulduklarını anlatırken koğuşlarda ağlayışına değinmez "Olur böyle şeyler" der, güler geçermiş.
HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz 29.4.2016 tarihinde yapılan bir söyleşide gayet isabetle : "Yargı tuzak kurmaz, tuzağı bozar, iftira atmaz, iftiraya karşı korur, ne pahasına olursa olsun insanların haksız ve hukuksuz bir şekilde mağdur edilmesine izin vermez."diyor ya; Evet, adalet yokuşudur bizim yokuşumuz. Sisisfos'un çilesine taş çıkartan bu yokuştan kimler inmedi kimler çıkmadı.İnerken de çıkarken de nezaketi, tarafsızlığı ve hakkaniyeti elden bırakmamak yükümlülüğündeyiz. İnsan onurunun ve masumiyet karinesinin titizlikle korunduğu, hukuk adına, adaletsizliklere sebep olunmadığı, insan hakları ihlallerinde hukukun araçsallaştırılmadığı, dahası sanıklara “Kedinin ayağı kaç?” diye sorulmadığı bir yargıyı umarım görürüz.Muhabbetle…
Metin Dikeç/Sincan İstasyonu-84
0 notes
Text
Ne kedisiz, ne müziksiz…

Büyük bir kedi dostunu daha öğrendim.Tanburi Cemil Bey'i... Mesut Cemil, babasının yaşam hikayesini ve sanatını anlattığı “Tanburi Cemil'in Hayatı” adlı kitapta yazıyor. Tanburi Cemil'in kedileri çok sevdiğini, her gün onlarla uzun süre oynadığını, hüznü ve neşeyi onlarda bulduğunu, her birine muhakkak güzel bir ad taktığını söylüyor.. Bir de soylu ve cins kedilerden çok, yiyeceklerini kendi güçleriyle elde eden sokak kedilerine müptela olduğunu. Esasen Cemil Bey de böyleymiş, kendi işini kendi görmeyi sever, mecbur kalsa bile kimseden bir şey istemezmiş.
Kitabın hüzünlü olduğu kadar muhabbetli bölümünde der ki yazar;
Cemil Bey, yoksulluk ve sıkıntılarla geçen kısa ömrünün (1873 - 1916) son günlerinde verem hastalığıyla mücadele ederken, artık yatakta yatamaz olmuş.Koltukta dinlendiği zamanlarda üzerinde uyumak için yer kavgasına tutuşan dört kedisinden her birini göğsünde uygun yerlere yerleştirir, onlar rahat edince huzura kavuşurmuş.
Metin Dikeç
13.6.2016/Ankara
youtube
0 notes