Tumgik
muhimseyler · 7 years
Text
Kaltaklar kulübü
Yeşim Salkım ve Seren Serengil Türkiye’nin en sıkıcı kadınından ‘Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük orospusu’nu nasıl yarattı? 
Gülben Ergen’in koca çalmalar tarihçesi üzerinden yürüyen tartışma o kadar iştahlı uzuyor ki, etrafındaki herkesi girdap gibi içine çekiyor. Konu medyanın kirli çamaşırlarından, yatak odalarına, terapist koltuklarına, mahkemelere, paparazzi arşivlerine, eski pornolara, aşk mektuplarına, kalantor heriflerin kriminal şeceresine uzandı.
Seren Serengil, yıllar sonra yeniden (`o benim çantamı taşırdı` yıllarından sonra) Yeşim Salkım’ın verdiği gazla, ‘Daha fazla koca çalmasına izin vermeyeceğiz!’ neferine dönüştü. Sentetik suratı kıpırtısız: ‘Susmuyorum, ifşa ediyorum!’ 
#Kocamadokunma diye bir şey bile oldu. Gerçek. Şaka değil.
Hanımlar, hadi bakalım metresleri ifşa edin, yuvan yıkan sürtükleri teker teker buralarda yolalım. ‘Evli erkekler gülsün diye’ (aile emojili)
Tumblr media
(Sero kötü ruhlu hemcinslerimizin kökünü kazımaya çağırıyor)
Gülben Ergen, bu kadar sıkıcı, bu derece hırs bezeli bir social climber olmasaydı büyük bir bitch ikonuna dönüşebilirdi.
Ama o uyduruktan kampanyalar, `içimdeki bitmeyen insan sevgisi`,  ‘İyi akşamlar arkadaşlar, emeğinize, yüreğinize sağlık sevgili medya emekçileri’, filan derken gemi kaçtı.
Şimdi ahlak zangoçluğunda aynı ipi tutan taraflar birbirlerine giydiriyor. 
Yuvaları yıkan, çocukları perişan eden, sonra ‘tereyağından kıl çeker gibi’ bu işin içinden sıyrılan kaltakları linç edip huzura ereceğiz.
Uğruna bırak bu alengirli işlere girmeyi, popomuzu sağdan sola devirmeyeceğimiz Erhan Çelikler, Hakan Uzanlar, Tolga Düğlesler filan zavallı kandırılan şapşikler gibi kıytırık candid fotolarıyla kadınların yanında kıldan mürekkep yayılıyorlar.
Ebru Şallı bir yanda, Murat Boz-Eser ikilisinin kırdığı cevizler öte yanda, gündüz kuşağındaki magazin programlarında yüce aile, kutsal monogami savaşçılığının en coşkun tezahürleri dönüyor.
#Kocamadokunma muhbirciliği Gülben Ergen meselesinden çıktı. Ama onun kalbini kırdığı, uyuz ettiği kadınları aştı. Erkeklerin de en pipi ve dolayısıyla söz sahibi olduğu bir arenaya dönüştü. Çünkü bu düzenin tıkır tıkır işlemesinden en bi keyif alan onlar. 
İzzet Çapa’nın ÇapaMagTV’deki ‘Beraber ve Solo Serzenişler’ programında Erol Köse, Yeşim Salkım’ın Hakan Uzan’ı aldattığını (iddia ettiği) spor hocası sevgilisini nasıl tehdit ettiğini anlatıyor:
Adama gitmiş demiş ki, ‘Şimdi pılını pırtını topla ve Türkiye’yi terk et, çünkü Hakan elini kana bulayacak!’
Çünkü Hakan ‘140 kilo, high-tech (?!) ve çok güçlü’ bir adammış. Böylesine bir erkek, gücüne yönelik tehditi kabul edemezmiş. Kıtır kıtır keser yani spor hocasını.
Gariban sevgili de hemen arazi olmuş, o iş bitmiş. Yeşim Salkım’ın ne hissettiği kimsenin umurunda değil tabii bu arada. Sonuçta kocası tarafından da ‘Seni öldürürüm, gömerim, üzerine helikopter pisti yaparım’ diye tehdit ediliyor.
Bu durumda kaltaklık yapmaya mecali kalmamış olabilir.
Oysa Gülben Ergen’e bir açık çek yazılmış gibi görünüyor. Tüm aldatma, ‘koca çalma’ hikayelerinden sıyrılan, büyük gazetelerin koruduğu, haberini yapan muhabirlerin sihirli bir şekilde piyasadan yok olduğu, yılın annesi bilmemne seçilip duran bir kadından bahsediyoruz.
Kaltaklık özgürlüğü varsa, herkes için var. Yeşim Salkım ve o kamptakiler buna uyuz olmakta haklı.
Yalnız onlar da aynı Ergen’in riyakarlığını hatırlatan çiğ bir sahtekarlık içindeler.
Tüm öfkelerini, ‘örf, adet, geleneksel aile yapısı, Türkiye Cumhuriyeti, günah/sevap’ ilişkisine sığınarak cinsiyet yobazlığı yaparak ortaya döküyorlar.
Gülben Ergen ne yaparsa yapsın hala çok sıkıcı. Onun üzerinden dönen bu ahlak fanatikliği ise mide bulandırıcı.
Kendi bedenine, cinsel özgürlüğüne, duygularına, bağımsızlığına, poposuna, memesine, düşüncelerine, sütyen kopçasına, iradesine sahip çıkamayan kadınların yoldan çıkma lüksü yok. 
Gülben Ergen de bu kadar gürültüye rağmen hala yoldan çıkmış filan değil. Hala bir takım erkeklerin iktidarının arkasına yaslanıp kendi zayıflıklarından robotik bir ideal kadın yaratma peşinde. Zaten bu yüzden bunca macera yaşanıyor. Bir takım muktedir adamlar dönemsel amaçlara hizmet ediyor. Birinden ötekine geçerken de böyle ‘olay olay şok şok’ sarsıntısı yaşanıyor.
Erkeklerin kurduğu düzen, asssla sorgulanmıyor. Sevgililere, kocalara, ‘erkeğim, hikmetim, ağam, ağacım, direğim’ filan gibi fallik methiyelerle yürüyorlar.
Sonra ‘terliğimi getirsin’ diyen Alişan’ı hafiften gömer gibi yapıp, özgür kızı oynamaya çalışıyorlar. 
Geçen gün ‘Duymayan Kalmasın’da Murat Boz’un instagramdan bir kıza gülücük atmasını eleştirdi Sero. Aslı Enver gibi kaliteli bir kızla beraberken, bununla ne işi var diye. (Kızın donuyla yüzüstü yattığı fotoğraf ekranda dönüyor)
Çünkü donunla sere serpe uzandığını ilan edersen, kocamadokunma diye saçını başını yolarlar. Şeyma Subaşı ‘zengin adamı kaptı’ diye, gıybet sofralarında ne orospuluğu kalır ne fahişeliği. 
Yeşim Salkım yıllardır söylüyormuş: ‘kadın kadının kurdudur’ diye. Erkeklerin kurallarına ucundan bile çomak sokmaya cesaretiniz yoksa anca böyle kurtlaşırsınız. En değerli varlığınız bir adamın varlığı, iktidarı, servetiyse, onu kaybettiğinizde ‘Ben bitttiiiiim’ olacaksanız, her kadına tırnak çıkarmak mübah olur.
Şimdi kocişkolatalarınıza sıkı sıkı tutunun. Kameranın zoom’unu açın, bar, pavyon sinsi gibi gezin, yakalayın o yuva yıkan hemcinslerinizi.
Kaltaklar kulübünü çatır çatır başlarına yıkacaksınız. Güveniyorum size.
2 notes · View notes
muhimseyler · 8 years
Text
Bütün analar ölsün
Tipi halinde anne yazısı geliyor üstüme bu aralar. Daha doğrusu anne yazısı değil, anne olmasaydım ne iyiydi ya da iyi ki anne olmadım oh süper oldu veya bebekler hayatın(m)ızın nasıl içine eder konulu.
Böyle bir trend var herhalde. Kadınlara gına geldi validelerin torun baskısından, kız arkadaşların komalık baby shower’larından, iktidarın rahmimize kadar girmesinden. Çocuksuzlugun fersah fersah daha özgür bir hayat olmasının dayanılmaz cazibesi de malum.
Konu Perihan Özcan’ın Habertürk’te yazdığı yazının patlamasıyla hararetlendi geçen ay.
Şu coşkun tasvir tartışmanın göbeğinde dursun:
Saçı başı dağılmış, gözünden uyku akan, ödev yapan, cildi gibi bedeni de kendini koyvermiş, kocasıyla sevişecek vakit bulamayan, bulsa da sevişemeyen, çünkü artık arzulanmayan hiçbir kadına “Değdi mi yaptığına?” demedim.
Alkışlar sana Perihan Özcan. Ama içinden demeden duramamışsın. ‘Kocasının arzulamadığı zavallı paçoz ana ahahaha’ diyen öyle çok öyle çok insan, özellikle kadın var ki. Çok normal Perihan Özcan’ın böyle saydırıvermesi. 
Anne olmak istemeyeni anlamayan, analığın hakkaten dünyanın en yüce işi olduğunu düşünen, saç baş süpürge işini, kaç ay emzirdiğini, emekleme, diş çıkarma, emziği tutup ağza götürme gibi ilkel, kimseyi zerre ilgilendirmeyen şeyleri bütün dünyanın burnuna sokan kadınlardan aklıbaşında kimse hazetmez herhalde. Sorun zaten sonsuz korkunçluklarla dolu ebeveynlik işinin utanılacak bir şey, süper uncool bir hareket, hayatta verilen, pişman olunası en yanlış karar muamelesi görüp annelerin sırtına bindirilmesi.
Ya zaten 24 saat kusmuk, kaka takibi yapan insanlardan bahsediyoruz. Azıcık cool olayım diye Pinterest’ten bebek odası resimlerine bakıyor, grili, bejli tertemiz hipsterlığın doruğu dekorasyonlar hayal ediyor, elinde yatağın arkasına düşüp kurumuş küflü peynirlerin, oyuncak kutusuna gizlenmiş çürük meyvelerin, yeşil kakalı bezlerin ekşi kokusuyla dolu bir pislik yuvası var. Banyo yapmak lüks, uykusuzluk bitirmiş filan bunlar hep klişe değil, gerçek. Ama illa da umutsuz, bitik, kocasının ‘arzulamadığı’ (böyle bir validation da çok lazım sanki, arzulanmak??) tiksinç bir varlığa dönüşmüyor.
Geçen yine ‘neden anne olmadım, aşırı mutluyum’ temalı bir yazıda, süper single lady ‘siz bok temizlerken ben bir şişe şarabımla sons of anarchy binge watch’ yapıyorum demiş. Ben de yapıyorum ablacım onu. Çocuk var diye Netflix’i iptal etmedik. Emziriyorum diye şişeleri klozete dökmedim. Gece hayatı defterini kapatıyorum, bu saç maşasını da saklıyım belki kızım büyüyünce kullanır diyerek üzgün hırkama sarılıp emzirme koltuğunda uyuyakalmıyorum.
Kocam beni arzulamayacak yareppim çünkü saçımda kusmuk parçasıyla yatağa girdim ve şimdi kesin taş gibi top memeli kızların koynunda! diye aklımı yitirmedim henüz. 
Yaptığıma da değdi çok merak eden varsa. 
Ama kime ne, değdi ya da değmedi. Pişman oldum olmadım. Aynı şekilde yapmayanınkinden de kime ne. Üstelik bu mevzunun ortada çocuk denilen, bir adı, hayatı, hisleri, korkuları, sevinçleri olan canlı yokmuş, hayatta zavallı bir propmuş gibi konuşulması da ilginç.
Anne oldum aşırı pişmanım şu an diyen annelere tüm kalbimizle bunu söyleme hakları olduğunu, kadınların üzerindeki annelik baskısının berbat bir şey olduğunu söylerken o çocuk ne yapıyor? Hay benim kaderime, düştüğüm anneye mi diyor?
Baba nerede tüm bu mutsuzlukların arasında? O erkek olduğu için zaten hayatı hiiiç etkilenmedi ve bekar hayatının tüm perk’lerinden hala yararlanabiliyor diye mi varsayıyoruz?
En son bir de uçaklarda çocuksuz bölge uygulmasıyla ilgili bir haber okudum. Facebook coşmuş bu müjdeli habere, IndiGo havayolları 8 sırada 12 yaş altı çocuğu yasakladı diye ‘Oh nihayet!’, ‘Heyt be işte beklediğim müjde!’ filan. Tabii buna kızan anneler de var, yine aptal bir çatışma. ‘Ben senin çocuğunun zırıltısını dinlemeye mecbur muyum’, vay efendim ben senin horlamanı dinlemeye mecbur muyum peki filan.
Bunu tartışan anneler de, çocuklar defolsun gitsin diyenler de uçağa çocukla binmenin çilesinin nasıl bir ilahi ceza olduğunu farkında değil herhalde. Uçakta çocuk sesinden rahatsız olmaktan doğal bir şey olamaz, ama en çok annnenin bileklerini kesmek istediğini kimse farkında değil mi?
10 saatlik uçuşta, kucakta ruhunu teslim edercesine çığlık atan bir bebeği kan ter içinde daracık koridorlarda hoplatmaya çalışan, emziriyim de sussun diye habire memeleri ortada ya da kafası emzirme örtüsünün içinde öleyazmış (çünkü emzirmek de bir gıcık ediyor herkesi) kadıncağızlara ‘hffs pffs’ yapma allah aşkına. bu senin özel uçağın değil. ‘hoff bi susturamadı ayhh uçuşum mahvoldu’ deme. hiç uyuyamadın mı? tamam o zaman kargoya verelim, kediyle köpekle gitsin yeter ki sen gazeteni oku, boktan sandviçini huzur içinde ye.
senin 1 saat dayanamadığınla ben yolculuğa çıkmışım ve intihara yakınlık kulvarında senden epey öndeyim hatta ipi çoktan göğüsledim. sen indiğin anda klimalı bir otel adasında duşunu alıp bornozunla pofuduk yatağına uzanabilirsin. ben önce çantamın içine dökülen sütü, sütyenimden çıkan cereal’I temizliycem, poposu daracık uçak tuvaletinde altını değiştirmekten dehşet duyduğum için pişik olan ocuğu sudokremliycem sonra jetlag’den cin gibi olan gözlerine bakarak uyuması için yalvarıcam. ve duşa filan da girmiycem.
O yüzden çocuksuz alan yerine, çocuk-friendly alan yapın ey hintli kardeşlerim.
Yarım insandan fazlasının sığabileceği alt değiştirme odası koyun mesela, extra leg room’u çocuksuzlara ayırmaktansa, 1 yaşında yerlerde sürünen zavallı enikleri düşünerek onlara daha konforlu bir alan sağlayın, bok ve domates suyundan başka çocukların da seveceği bir şeyler servis edin. Hiç olmadı azıcık şefkatli davranın, gülümseyin. ‘Bu sıralarda oturaman, çocuğa gıcık oluyoz’ diyince paçalarından ishalli kaka akan bebekle business class’a dalasım geliyor. Bir de bebekleri için uçakta özür notları, şeker, çikolata dağıtan über hassas çiftler var. Ne özür dilemesi ya? Bana versinler çikolatayı.
Neyse bu mevzuyu en güzel Louis CK anlatmıştı vaktinde. O da burda dursun:
youtube
Sonuç olarak, bu dibe vurmuş annelik fobisi, her şeyin genç ve güzeli fetişi, hep başkalarında iyi duran cool analık giysisi yüzünden, olan yine normal, aşırı sıradan analara oldu. 
Instagram bebeklerin yalnızca bej  ve hiç leke olmayan elbiseler giyip Yunan Adaları’na tatile gittiği fantastik dünyalarla dolu. Anneler hiç kilo almıyor, 2 yaşındaki şuursuz tip Berlin’de bilmemne kahvesi deneyen anasıyla inanılmaz mutlu. Babalar hep kız çocuklarını bir takım parkta bahçede kumsalda atıp tutuyor. O kareler çekildikten sonra gerçek hayat kaldığı yerden devam ediyor da işte annelik habire ‘ıyk’landığı için herkesin bir seksi görünesi var.
Kadınlara mütemadiyen ‘her şeye sahip olabilirsiniz!’ yalanı söylendiği için, ‘çocuk da yaparım kariyer de’ gibi gerzekçe bir slogan zavallı bir mottoya dönüştüğü için, kadınlar hem üç kuruşluk doğum izinleriyle çocuk doğursun hem de evde nohut haşlasın, bir yandan da o partiden, bu davetten, şu brunch’tan eksik kalmasın, selülit hep ters ışıkta kalsın istendiği için ‘cool annelerin’ yalan dünyasına maruz kalıyoruz. Aynı ‘kocişkoların’ kurdeleli tostlarının büyük bir yalan olması gibi, glorified analık da dev sıkış.
(Bu mevzuda da güzelim bir yazı var şurada.)
Tüm bu muhabbeti başlatan Perihan Özcan’a dönersek, 
‘Gece masal okumak, çocuk doğum günlerine gitmek, okul taksiti denkleştirmek, arzularını hayallerini unutmak zorunda olmadığı için “iyi ki doğurmamışım” diyen çok kadın yaşıyor dünyada.’
diyor yazısı. 
Bu hayaller arzular da en büyük ‘annelikle bitenler’ klişesi. Sanki heeerkes dünyayı dolaşmak istiyor, herkes sabahlara kadar dans peşinde. Çocuk doğurdum da hangi ateşli arzum rafa kalktı? Sanki bütün kadınların istinasız mind blowing seks hayatı var da, bebek yedi bitirdi. Veya tüm kadınlar kariyerinin zirvesi için müthiş bir hırsla ofiste sabahlıyor ya da dünyaya faydalı olmalarının önündeki en büyük engel işte şimdi yanlışlıkla peydahlanıveren bu 3 kiloluk salyalı sabi. 
Bu anne olmak olmamak tartışması hep ekstrem vakalar üzerinden dönüyor. Halbuki uçakta bebeği ağlayan o annelerin çoğu epey sıradan. vay çocuk yapmamış demek ki fıtfıt, istemiyo demek ki vitvit diye cadı görümceleşmeyen anneler, ‘doğurduğun anda bittin kızım sen ahaha’ diye yılanlaşmayan çocuksuz kadınlar da var. Ve bütün bu dünyanın en hassas mevzusu dönüp dolaşıp onlara giriyor.
2 notes · View notes
muhimseyler · 9 years
Text
Nurgül Pandora’nın kutusunu açtı, şimdi Erkanlar düşünsün
Tumblr media
Geçen sene Güzel Köylü’nün oyuncusu Su Kutlu Muğla’da bir bar kavgasına karıştığı için işinden olmuştu (Bu “karışmak” lafı da sanki boka batmak gibi imalı kullanılıyor tabii).
Dizinin yönetmeni Mustafa Şevki Doğan da 24 yaşındaki gencecik kızı ışık hızıyla şutlayan Gold Film’in kararı ardından şöyle bir açıklama yaptı:
“Su Kutlu arkadaşımızın başından bir mesele geçmiş. İş dışında bir mekanda alkol alırken bazı tatsız olaylar yaşanmış. Su Kutlu ortamda yapılmaması gereken birtakım şeyler yapmış, bir mekanın kapatılmasına sebep olmuş. Öyle ya da böyle bu konuda mekanın ve mekan çalışanlarının haksızlığa uğradığını düşünüyorum.
Burada biz mağdur olmuş o mekanın çalışanlarının yanındayız. Bu yüzden Su Kutlu arkadaşımızı şu anda çekim yaptığımız bölümün senaryosunun içinden çıkartıyoruz. Hem bize, hem Muğla'ya hem bu işin markasına zarar verdiği için onunla çalışmayı reddediyoruz. Para kazanırken yapılması gereken şey de duruşunu, efendiliğini değiştirmemektir.
O arkadaşımız artık aramızda olmayacak. Bir kişi yüzünden Muğla halkının mutsuzluğunu istemem. Reytingleri etkilese, yüz kişinin ve buna bağlı olarak bir köyün etrafında bu işten para kazanan insanların gırtlağından geçen helal parayı bile kaybetmek adına riski göze alarak bu kızı diziden çıkartıyorum. Benim için Muğla'nın huzuru bir kişiden daha önemlidir.“ 
“Bu kızı işten çıkarıyorum” filan gibi efelenmelerden de anladık, uslu durmayan kızların hesabını kesiyorlarmış. Oysa mesela Güzel Köylü’nün tatlı jönü Berk Cankat, bir barda fedainin tekiyle itişse Vegas’ta olan Vegas’ta kalır.
Ama Su anında “bu kız” olur, Muğla’nın huzurundan önemli değildir, efendiliğe bok sürülmez.
Efendiliğinizi batsın.
Bugün Nurgül Yeşilçay’ın Hürriyet Pazar’da yayımlanan röportajı Pandora’nın kutusunu açtı.
Sadece Erkan Petekkaya’nın setteki ayılıkları değil, senaryolara hakim olan kurgu ayılıklar da gittikçe büyüyen erkek şişkinliğinin tezahürü.
Kadınları hırpalayıp duran, sürekli  anacığı gibi olsun ama bir yandan da hep versin isteyen adamların hasta egosunu okşayan sistemden azcık insan olan herkese gına geldi.
3 sene önce Fatih setinde çalışanı döven Mehmet Akif Alakurt’a “bu herifle çalışmayı reddediyoruz” demediniz. Yok efendim, işin markasına zarar, zöt efendim duruş, halkımızın huzuru diye babalanmadınız. Adam dövdüğüyle kaldı.
Kenan Bal Lale Devri setinde Gül Onat’a tokat atıp “Lazlar sinirli insanlardır, mazur görün” türünden tırt bir açıklamayla sıyırdı.
Şafak Sezer tüm berbat filmlerinin setinde önüne gelene küfretti, hatta Kolpaçino setinde bir figüranı dayaktan hastanelik etti.
Ama paşam Saray iftarlarında el pençe divan, ehi ehi sırıtışlar mütemadiyen.
Sonuç olarak, bu adamlara bin yıldır hiçbir şey olmuyor. Hatta tüm hıyarlıkları oynadıkları dizilerin hikayelerinde yüceltiliyor, yaptıkları her şey yanlarına kalıyor.
O yüzden Nurgül Yeşilçay’ın hop demesi, azıcık içimizi soğuttu. Gerisi de gelsin. Bir ara Beren Saat’in cesurca anlattığı sektördeki taciz vakaları gibi ifşalara sadece bu piyasanın değil, tüm kadınların cesaretlenmek için ihtiyacı var.
Ayrıca hiçbir şey olmasa öpüşme sahnesi çekilmesi gerektiğini söyleyen bir kadına “Sen meraklısındır zaten böyle şeylere” diyen bir adamın tiksinçliği bile bize yeter.
Endemol da çok değerli Erkan efendiyi koruyan basın bültenleriyle, pahalı avukatlarıyla, erkekler kulübünün kıllı elleriyle istediği kadar gelsin Nurgül’ün üstüne. Bu iş onları da aşar artık.
2 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Text
Tuhaf bir hayalet: Yeni Osmanlı çocukları
Tumblr media
Okullarda zorunlu Osmanlıca dersi verilmesi aldıkları en coşkulu haberdi. Yaşları 10-25 arası değişen ‘Yeni Osmanlıcı’ nesil, uçuk hayallerini, kinini, isyanını sosyal medyaya döküyor. ‘Fatih’in torunları’, ‘şanlı ecdadın çocukları’ son zamanlarda görüdüğümüz en kayıp kuşak. Hem çoğunlukta, hem karanlıktalar…
Facebook’ta ‘Osmanlı Torunları’ adlı gruba üye Burak K. 1994 doğumlu. Profil resmini sırasıyla Che Guevara, Don Corleone, Mehmetçik, ‘F.ck Israel’ ve Spartacus olarak değiştirdi. ‘Sokak Kavgaları’ grubuna da üye aynı zamanda. Ertem Şener hayranı bir de.
Aynı gruptan Okan ‘University of Hardward’da okuduğunu yazıyor. T.K., Fındıklı’daki Kuş Yuvası Disko Bar’da takılırken poz veriyor. 15 yaşındaki F. soyadını ‘Marley’ olarak değiştirmiş, çünkü ‘ölümüne Osmanlıcı’ olmanın yanında sıkı bir Bob Marley hayranı. Ramanzan’da ablasıyla ‘çay qeyfi’ fotoğrafını paylaştı diye yorumlarda papara yiyor ‘Oruç tutmuyor musun bakayım’ diye.
‘Osmanlı Devleti’ sayfasını en son 132 bin 511 kişi beğenmişti. Timeline öyle absürt ki, insan nereden nereye geldiğini anlamadan öfkeden merhametin kucağına savruluyor. Bebek fok resimlerinin altına ‘Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir. (Muminun: 14)’ caps’leyip koyan, Berkin Elvan’a küfreden post’un da yazarı, ‘asgari ücret artsın’ diyene ‘vatan haini pezevenk’ diyen cevabın da. 
‘Yeni Osmanlılar Roma Fatihanları’ sayfası da 4 binden fazla ‘like’ almış bugüne kadar. Garip bir adalet algısı var buranın da. Mesela İskoçya’nın bağımsızlığı Filistin meselesi kadar tutkuyla savunuluyor. Şöyle demiş sayfanın sahibi: ‘Arkadaşlar ... İskotçya Dingiltereden ayrılmak istiyor ki dört hafta sonra bunun icin İskotç halkı referandum yapacaklar! "iskoçtyalılar bize ne?" demiyelim... Duvarlarımıza "Freedom for Scottland " yazarak Dingiliz istilasina uğramış İscotçlara destek olalım!’
Öte yandan sayfayı şu sözler tanımlıyor: ‘Bu Sayfa OsmanLı TorunLarının Yeniden YENİ OSMANLILAR OLarak GeLişini, Yakın Taihimizde Bize YutturuLan YaLanLArın Gün Yüzüne Çıkmasını, ŞanLI Ecdadımızın YaptıkLArını, En Büyük Düşmanımız Olan Şeytanın Ve TakipçİLerinin GizLİ PLanLArını Açığa Çıkarmayı ve İSLAMIN Yeniden ŞahLanması İçin BiLinçLi MÜsLümanLAr Yetişmesini AmaçLAmaktadır.’
‘Freedom of Scotland’ da en az bu ‘ulvi’ emeller kadar mühim tabii.
Ayla isimli genç bir kızın kurduğu ‘Şanlı Osmanlı Torunları’ grubu da epey popüler. Çoğu Ayla’nın cazibesine bağlanabilecek 5 bine yakın üyesi var. ‘Kuran’a basan ayak çürüdü!’ türünden hikayelerin yanında, yılbaşı, çam ağacı ve hindi protestosu gibi sosyal kalkışmaları da organize ediyor Ayla. Büyük Osmanlı fetişinin yanında, uçuk derecede militarist, dindar, bir nevi islamofaşist. Türk bayraklı gelinlik fotoğrafları ırkçılığın en yumuşak yansıması.  
‘Yeni alfabemizi acilen paylaşalım, yayalım!’
Buna benzer onlarca grup, komünite, sayfa var. Ecdad-ı Osmanlı, Evlad-ı Osmanlı, Fatih’in torunları, Osmanlı Geri Dönüyor diye çeşitleniyor. Hepsi de son zamanlarda okullarda zorunlu Osmanlıca dersi konusunda pek heyecanlı haliyle. Osmanlıca alfabeleri paylaşılıyor. Anında bine yakın ‘like’ geliyor. ‘Yeni Alfabemiz’ daha Türkçeyi zor konuşan ergen oğlanlar arasında büyük bir ciddiyetle tartışılıyor.  
Tüm gruplarda ortak bir korku/paranoya/isyan/vehim havası var. Her yerden bir komplo teorisi fışkırıyor. ‘Atatürk beş yaşındaki kıza böyle bira içirmiş’, ‘CHP’liler camiyi nasıl ahır yaptı’, ‘Mason Oyunları’ gibi canavarlaştırmak için bin dereden su getirilen aktörlerin sözde kirli çamaşırları ortaya saçılıyor. Uyduruk tarihi belgeler ‘Osmanlı İmparatorluğu aslında yıkılmadı. İmparatorluk fiilen geçerli. 1909’daki işgal tamamen illegal!’ türünden gaza gelmelerle ortalığa saçılıyor. Bu sosyal mühendisliği büyük ihtimalle Osmanlı Ocakları gençlik kolları gibi örgütlü 
oluşumlar yürütse de, peşine takılanlar büyüklük arzusundan başı dönmüş ergenler, 20’li yaşlarında işsiz genç adamlar, hatta ilkokul çocukları. Müthiş bir kimlik bunalımı içinde ecdad, ırk, millet, yedi cihan diye tekrarlayıp duruyorlar. Klişe düşmanlar, hortlaklara dolu bir tarih ve ne istediğinden bir emin olamayan kayıp bir kuşak.
Bir yandan iştahla Bu Tarz Benim izleyen kızlar, diğer yandan ‘göğüz dekoltesi için eğileceğine secdeye eğilsin’ diyerek düzende güçlünün yanında durduklarını varsayıyor. Soner Sarıkabadayı dinleyen oğlanlar, onun aynalı gözlüklerini, kirli sakalını taklit ediyor; bir yandan Sarıkabadayı mix’lerini Tofaş’ında bangırdatırken, Batı adetlerinden kaçınmayı öğütleyen aforizmalar paylaşıyor.
Muhteşem Yüzyıl’a hepsi bayılıyor da, her bölüm sonrası ecdadımız bu değil diye hezeyanlarını grup sayfalarına kusuyorlar. 
Herkes Büyük Usta’nın ‘Yeni Osmanlı’nın lideri olacağına inanıyor ama kimse bu iddialı devletin sınırları nereden nereye bilmiyor. 
Avrupa ülkelerine yeniden hükmetmek, onlara ‘köpeğimiz’ gibi davranmak konusundan sapkın bir arzu var. ‘Osmanlı geri gelmedikçe kafirler dize gelmez’, ‘Bir elde bayrak, bir elde Kuran, işte Osmanlı Harekatı’ diye bir şiar tutturulmuş ama nereye saldırıyoruz, nereyi fethediyoruz meçhul.
Davos sonrası hortlayan kimlik bunalımı
Aslında neo-osmanlıcık yeni bir mesele değil. Tarihçiler, siyaset bilimciler uzun zamandır tartışıyor. ABD’nin çıkarları doğrultusunda kurgulanan ‘bölgenin lideri’ senaryosu ne derece gerçekçi, Müslüman dünyasını birleştirecek, ‘islam ülkelerinin başı’ misyonunun altında ne var konusu epeydir gündemde. Yeni olan ve özellikle Davos hadiesinden sonra zirve yapan bu büyüklük ve hüküm arzusu. İktidarın yarattığı illüzyon, mahalleyi de kendine göre yontuyor. Milli görüşle, Türk-İslam senteziyle, dindar nesillere evrilen ara dönemin çocukları amorf bir kahramanlık algısı içinde. Liderin her şeyden üstün olduğu, şiddetin yüce amaçlar uğrunda mübah, insan hayatının değersiz, neşenin ayıp, güce tapmanın tek kerteriz noktası olduğu bir hayat bu.
‘Dede yadigarı sığırlar!’
Osmanlı Ocakları gibi dernekler siyasi iktidar tarafından da destekleniyor. 70’den fazla ilde acayip örgütlü çalışıyorlar. Satırlı sopalı saldırıların altından dernek üyeleri çıkıyor ve işte evlerine gittiklerinde bu Facebook gruplarında ‘Gezicileri’ dövme hikayelerini paylaşıyorlar. 
‘Baba parası yiyom’ lisesinden mezun bu gençler artık Osmanlıspor diye bir futbol takımının ligde mücadele ettiği ülkenin çoğunluğu. Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’in ‘Osmanlı sığırı yeniden vatanda’ (Nisan 2013) diye başlık attığı bir yer burası artık. Üstelik komik ya da absürt değil bu haber. Yorumlara bakılırsa muazzam bir müjde: ‘Bakışlarından Osmanlı sığırı olduğu belli’
‘Duyduğum en güzel haber’, ‘Osmanlı gibis var mı beee’, ’Dede yadigarı tosunlar vatanımıza hoş geldiniz!’ gibi bir coşuya sebep olmuş nitekim.
Zaman yazarı Mustafa Armağan’a göre ‘Geçmiş dalga dalga üzerimize geliyor. Osmanlı ruhu, vizyonu, emperyalizme karşı şanlı direniş macerası bizi yeniden kucaklıyor.’ Sonra da bu arzuyu çoğunluğun yüreğinden dillendirdiğini anlatıyor: ‘'Geri gel ey Osmanlı', zaten gelmekte olan bir dalgayı haber veriyor sadece. Bu benim kişisel çığlığım değil, belki utana sıkıla hepimizin içimizden geçirdiğimiz fakat nedense dile getiremediğimiz bir hayatta kalma çığlığı.’
Armağan bu yazıyı yazdığında sene 2009. Bugün o ‘utana sıkıla dile getirilemeyen’ hülya herkesin dilinde, hatta biraz yerlerde. Fatih’in torunlarından Marx’a atlayıverirsek, şöyle diyordu o da: ‘Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.” Bugün Yeni Türkiye’nin trajikomik seyrine şahitlik ediyoruz.
(Tempo - Ocak 2015)
2 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Text
Eğlence kanalı ne demek?
Tumblr media
  Eski adıyla Sky360, yeni adıyla 360’ın haber kanalı olmaktan vazgeçip ‘sadece eğlence’ yolunu seçmesi, televizyon dünyamızda yeni bir trendin örneği. Peki kanal patronu Ethem Sancak bizi nasıl eğlendirecek?
TMSF el koyduktan sonra Ethem Sancak’ın satın aldığı Sky 360, haber işinden zarar ettiği gerekçesiyle kulvar değiştirmeye karar verdi. Sancak, AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen biri. Zarar etse de sorun değil diyesi geliyor insanın ama tabii çalışanların maaşları zamanında ödenmiyorsa, maddi sıkıntı haber stüdyosundakilerin başında kara bulutlar gezdiriyorsa, patronun yüksek yerlerdeki dostları durumu kurtaramayabilir. Haber kanalı haliyle epey ilkesiz bir yayıncılık anlayışına sahip olan kanalın, gazeteciliği daha fazla oyuncak etmeden yarıştan çıkması bir anlamda iyi haber. Ama büyük resme bakınca, bu ‘eğlence kanalı kurma’ arzusundan kötü kokular geldiğini hissediyorsunuz. TV8’in dönüşümünde gözünün yaşına bakılmadan, eski bir ayakkabı gibi kapı önüne koyulan haber ekibi mesela, bizi manyakça neşelendirmeyi vaat eden bir kanal vizyonu adına işinden oldu. Neşemizin formülü de, reality şovlar, magazin programları, futbol ve pis sakallı komik oğlanlar çerçevesinde belirlendi. Şimdi 360 da aynı çizgide ilerliyor. İlk iş futbol paçozluğunun ağa babası Telegol’ü transfer ederek o sihirli eğlence dünyasının kapısını açtılar. Arkasından bin çeşit sohbet programı gelir. Hükümete sempatiyisle bilinen, o vizyon toplantısı senin, bu Köşk kahvaltısı benim gezen ünlüler prime time’da köşe başlarını tutar. Vur patlasın çal oynasın gündüzler, ahlakçı magazinle geceler geçer. Dünyada ne olup bittiğinden, Türkiye’de neler döndüğünden bihaber insanların, bırakın bülten izlemeyi, haber diline bile yabancı olduğu bir hayat çirkin çirkin filizlenir. 
İyi televizyon haberciliğinin öldüğünü biliyoruz. Cenazesini çoktan kaldırdık. Ama kötüsüne bile, en azından dünyanın sadece kafamızın etrafında dönmediğini görmek için ihtiyacımız var.
360’ın bizi eğlendirmeyi vaat etmesi ne demek? Dertten tasadan, ülkenin halinden, içimizdeki lök gibi sıkıntıdan kurtarma girişkenliği neye işaret eder? Kimsenin bir halttan haberi olmadığı Flash TV’de sonsuza dönen bir halayın parçası gibi yaşayalım, güzel olur mu? Çay fincanlarımızı, ayrı bir çanağa biriktirdiğimiz çekirdek kabuklarımızı, elma, portakal çöplerimizi reklam arasında toplamak dışında hareket etmeyelim. Dizimiz var diye sokağa çıkmayalım. Haberlerde hep sıkıcı şeyler oluyor diye artık hep valla TV8’i, 360’ı izleyelim. İçimiz aman bunalmasın. Kafamız karışmasın. Burası mutlu bir ülke ve çiftlerin kırmadan yumurta taşımaya çalıştığı yarışmalar çok zevkli.
360’ın yeni döneminde yayınlanacağı söylenen ilk program Zeynep Solman’ın sunacağı ‘Mimari Yaşam’. Açıklaması da şöyle: ‘Konut almak isteyenleri yönlendirecek ve mimari ile ilgili bilgiler verecek program, TAM Yapım şirketi tarafından ekrana taşınacak.’
Yani, her gün gazeteyi açtığınızda tam sayfa ilanına takıldığınız o ‘cazibe merkezi’ rezidanslar, şehre virüs gibi yayılan AVM’li, otelli, iş merkezli yaşam kompleksleri filan parlatılacak. Kanka inşaat şirketleriyle danışıklı hikayeler, ‘mimari’ şekeriyle yutturulacak. Ve o, şıkır şıkır kuleleri, yüksek tavanlı daireleri, sonsuzluk havuzlarını izlerken çok eğleneceğiz. Ah param olsa, şu siteden bir ev alsam diyeceğiz. Kent dönüştü ne iyi oldu, gıcır gıcır diye sevineceğiz.
Daha bir dolu, neşeli, kakara kikirili, gamsız, çıstak çıstak programla huzur içinde yatağımıza gireceğiz. Teşekkürler emeği geçen herkese. Buralar nefis oldu böyle.
3 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Text
Kadının iffetlisi de iffetsizi de ölsün
Tumblr media
Tuğçe Kazaz Bülent Arınç'ın kahkaha saçmalığına bir doz daha çer çöp açıklamalarla destek verdikten sonra küçük kıyametler koptu.
Kazaz'ın aklıbaşında konuşma becerisinin kısıtlı olduğunu geçtiğimiz 10 yıldan biliyoruz. Din değiştirme döneminde de kendini anlatırken epey bocalamışlığı var.
Fakat kendisinden bugüne kadar siyasi coşkunluk, partizanlık, tarafgirlik görmüşlüğümüz yok. Neyse, gün bugünmüş. Kazaz da çıktı haber kanalına Necati Şaşmaz'ın fosforlu kedi çabasından hallice derdini anlattı.
'Kadın da bir tarladır. Bu yüzden kendini çok kirletmemelidir' spotuyla haberleşen, upuzun, analık, kadınlık, iffet, erdem, ahlak çorbası konuşmanın tamamına isteyen buradan bakabilir.
Bunun üzerine elbette, çamurun, domuzluğun, ayılığın dizginlenemediği sesler yükseldi.
Baş argüman şuydu: 'Sen bugüne kadar soyunarak para kazan, şimdi gel AKP'ye yaranmaya çalış!' Vay anasını.
Bu en kibar versiyon. Kazaz'ın seks yapma ihtimali olan partililer, çıkar ilişkisinde bulunduğu muhafazakar kanal patronları, bugüne kadar 'yedikleri' ve şimdi bir bunu 'yemediği kaldığı'...
Sonra kimlerle gang bang yapmışlığı...
Ayrıca güzel olduğu için elbette aptal olmasının kabul gördüğü...
Geçmiş sevgilileri...
Kenan Doğulu ve Yunan kocanın hüsranı...
Tonlarca iç çamaşırlı pozu...
Bir kadına/insana/canlıya hazırlanabilecek en rezil sözlü şiddet tezgahı. Güzel kızları arzuladıkça onları öldürmek isteyen köpek heriflerin salyalarına bulanmış satırlarca bitmek bilmeyen kuduz taciz manevraları.
Tuğçe'ye bu kadar köpüren de kendilerini çok havalıymışçasına 'Gezici' ilan eden oğlanlar. Özgürlük savaşçıları. 'Türk, Kürt, ateist, müslüman halay çektik' diye gözünden papatyalar akarak anlatan o mühendis çocuklar.
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken Selahattin Demirtaş'ın kadın politikalarını, eşitlikçi kampanyasını alkışlayanlar.
Ama mesela, bir eski manken kızcağızın dünyanın en biçimsiz, odun lafına dili döndüğünce hak vermesine tahammülleri sıfır. SIFIR. Öldürmek istercesine yani. 
Böyle bir nefretin karşılığını Beren Saat'in memesine 'Edep Ya Hu' sticker'ı yapıştıran yobaz/horny erkeklerde, Adriana Lima'nın Veet reklamını karalayanlarda bulabiliriz kolayca.
Bülent Arınç kahakaha atan kadınlardan ne kadar tiksiniyorsa, Atatürkçü Berk/Pamir/Ege/Can da Tuğçe'den öyle tiksiniyor. 'Soyunurken aklı neredeydi?' diye soruyor gönül rahatlığıyla. Sanki baştan beri iffet timsali olsaydı, hiç o jartiyerleri giymeseydi sorun olmayacaktı. Zaten muhafazakar bi kızımızdı, AKP'nin davetine de katılır, Bülent Beyine desteğini de çakardı.
'Gezici' abimizin bir kuş kadar özgür dünyasında yandaş/gerzek ama seksi kız kategorisinde ucubik bir yere yerleşirdi.
Ekşi Sözlük'e 'kiminkini yese o tarafa donen klasik kezbandan az biraz daha guzel , 30 yasini devirmis bir zattir' yazan gencin hıncında Takvim muhabirinin Kate Upton'a yaklaşımından farklı bir şey görmek mümkün değil.
Ahlakçılığın daniskasını yapıp sonra 'Moldova ve Belarus'a vize kaldırıldı haberini sarışın ablayla şapırdatan gazetenin ikiyüzlülüğüyle, Tuğçe Kazaz'a cheap shot'ların padişahıyla gelen liberal oğlanların kafa karışıklığının zerre farkı yok.
Muhafazakar erkek nüfusu giderek 'iffetsiz' (neşeli, eğitimli, çoğunlukla bekar ya da özgür hamile) kadına abanırken, Liberal erkekler de tutucu kızlara çullanıyor.
Neresinden tutsan bok yani. Elif Key bir keresinde Twitter'a şöyle yazmıştı, sabah sabah görünce içime taş gibi oturdu:
'Artık kimse kimseyi sevmiyor.'
Öyle olduk. Ne yaparsak yapalım, birinin birinden nefret ettiği pis bir yer oldu burası.
Yok kahkaha atmasın, boynunu büksün, geç olmadan evlensin, yüzü kızarsın, dans etmesin, flört etmesin, yüzmesin derken kuruyup kalıcaz.
Öte yandan başını açsın, oruç tutmasın, AKP'ye oy vermesin, Tayyip'in hırsız olduğunu kabul etsin, Atatürk'e laf söylemesin, içki içsin, herkess ama herkesss bizim istediğimiz gibi olsun derken de cinnet geçiricez.
Olan işte hep hangi tarafa sığınacağını şaşıran akılsız kızlara, evlensem mi azcık flört mü etsem diyen şaşkınlara oluyor.
Tuğçe, Ece, Hande ne yaparsan yap olmayacak.
Demet, Berrak, Pınar, Bergüzar siz de ağzınızla kuş tutsanız bir adım güzele gitmeyeceğiz.
Çünkü birbirimizi gerçekten hiç sevmiyoruz artık.
8 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Quote
Kıskançlık Birçok kişinin gözden kaçırdığı çok kritik bir konu da, sınıf farkından doğan kıskançlıktır. Bugün siz mevcut iktidarı hem cahil, görgüsüz, köylümsek, hem de aynı zamanda ahlaksız, sahtekar, hırsız ve katil olduğu için sevmiyor, hatta nefret ediyor, böyle bir iktidarın sizi yönetiyor olmasını nasıl hazmedemiyorsanız, o iktidarın seçmeni de sizin kendilerinden kat be kat fazla para kazanıyor olmanızı, kız/erkek arkadaşlarınızla nikahsız yaşamanızı, parklarda öpüşmenizi, içki içmenizi, kendisi Temmuz sıcağında metrobüste pardesü ve türbanıyla son derece rahatsızken, sizin klimalı arabanız, mini eteğiniz ve askılı bluzunuzla yanından geçmenizi, kendisi çarşafla denize girerken sizin bikiniyle güneşlenebilmenizi ve buna benzer her konuda sınırsız özgürlüğe sahip olmanızı kıskanıyor, hazmedemiyor ve ‘Ben yapamıyorsam, o da yapmasın.’ duygusu bu kitlenin kalbinde perçinleniyor. İşte bu ayrıma sürekli vurgu yaparak, haset ve kıskançlığı daha da arttıran ve bunu yönetebilen de iktidarın sahibi oluyor. Bu noktada ‘Yahu durduran mı var, o da yapsaymış.’ diyorsanız bilin ki bu halkı hiç tanımıyorsunuz ve ‘mahalle baskısı’ denen kavramı hiç duymamışsınız. Ayrıca bunca hırsızlığa rağmen hala mevcut iktidarı nasıl olup da desteklediğini bir türlü anlayamadığınız halkın cebinden aslında bir kuruş bile çalınmamaktadır. Çalınan sizin paranız, imkanlarınız ve özgürlüğünüzdür. Ve hayatının hiçbir döneminde sizin kadar zengin, kültürlü, bilgili ve özgür olamamış ve zaten hayatının her döneminde hor görülmüş olan bu insanların her zaman gıptayla baktıkları Beyaz Türkler’e karşı galibiyet kazanabildikleri tek alan seçimlerdir. Evet, hayatlarında belki bir iyileşme olmamaktadır ama en azından bir alanda kendilerini kazanmış hissedebilmekte ve kendilerinin hiçbir zaman sahip olamadığı özgürlüğe artık Beyaz Türkler’in de sahip olamayacak olması onları içten içe çok mutlu etmektedir. Kıskançlık insana dair en temel duygulardan biridir. ’Tanrım, beni zayıflatmıyorsan bari arkadaşlarımı şişmanlat.’ sözünü size hatırlatmak isterim. Yasakların ve baskıların bu kesim tarafından bu kadar canhıraş biçimde savunulmasının başlıca nedeni budur.
Ozgur Kucuk'un 'Secim ve Otesi' baslikli yazisindan.
http://camkiriklari.com/2014/03/31/secim-ve-otesi/
17 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Text
Mağduriyet
Tumblr media
(Ankara, 31 Mart 2014, sandık nöbeti)
Sen mağdursan biz bitmişiz reis. 
Kime niye, nasıl oy vereceğimize karar vermeye hakkımız yok. Kırk satır, kırk katır kaosunun içinde sıkışıp kaldık.
Seçim vaatlerini bile dinlememize fırsat tanınmadı. Yüzüne bakmayacağımız adamların boktan propagandalarına destek vermeye zorlandık.
Oyumuzu devletten koruduk. Zamanımız, sağlığımız, vatandaşlık haklarımız aykalar altında, bir sandığa sarılıp uyuduk.
Dayak yedik, öldürüldük, aşağılandık, fişlendik, hukuksuzca hapis yattık.
İşkence gördük, intiharın eşiğine geldik, bazılarımız o eşiği atladı.
Evimizden olduk, nereden işgal edildiği belli olmayan orman arazilerini dümdüz eden çirkin, küçücük pencereli toplu konutlara sıkıştırıldık.
Sokağımız, nefes aldığımız her huzurlu köşe, kaldırıma bir ayağını çıkarmış en son köhne sandalyesine kadar dümdüz oldu. Yürümeyi sevdiğimiz yollara beton döküldü.
İtin ite kırdırıldığı korkunç bir savaşta taraf olduk. Pensilvanya’da hangi pis taraklarda bezi olduğu meçhul, peygamber kompleksli bir herifin eline bakar hale geldik.
Röntgenci olduk. Burak Erdoğan’ın seks hayatını, Egemen Bağış’ın makarasını, bakanların, müsteşarların, gazetecilerin uykudan kalkmış sesini iştahla dinler bulduk kendimizi.
Bir başbakanın yeğeninden, kayınbiraderine, oğullarından, damatlarına, tüm ailesinden seks kasedi bekleyecek kadar çıldırdık. Aklımızın, vicdanımızın tüm makul fonksiyonları haramzadeler adlı virüsle çöktü. Çökertmeye çalıştıklarını iddia ettikleri karanlık kadar kara bir takım adamlara umut bağladık.
Demokrasiye inancımızın kalmamasını geç, hayatımızı sürdürebileceğimize inancımız kalmadı. Başbakan’ın tehdit ettiği ‘suç duyurusunda bulundum. belki de kaçacaklar’ dediği insanlar nasıl bir kümeyi kaplar? Twitter’a yazdığın iki satırdan bir gün kapına gelirler mi? Bu cadı avının, intikam salyalarının bir sınırı var mıdır bilemediğimiz bir paranoya bataklığının içine düştük. 
Her an OHAL ilan edilebilecek bir ülkede yaşadığımızı ve artık OHAL lafının başbakanın istediği gibi at koşturabileceği bir düzlük olduğunu anladık. 
Sokağa çıkma yasaklarını doğal, gözaltıları rögar çukuruna düşmek gibi gündelik göreceğimiz bir Türkiye’nin içine sıkıştık.
Ne gidebiliyoruz, ne kalabiliyoruz, ne gittiğimiz yerden dönebiliyoruz. Geleceğimizde korku ve endişe dışında hiçbir şey yok. Bu başbakan hayatının tüm ezikliğinin, acılarının, kıskançlıklarının, komplekslerinin intikamını bizden alacak. Güzel gelinine işkence yapan çirkin kayınvalide gibi kafamıza kafamıza vuracak. ‘Bunlaaar bunlaaar’ diye bağıracak, saçlarımızı çekecek, hakaret edecek, haktan hukuktan mahrum bırakacak. 
Mahkemelerde bir davamızda da adalet tecelli etsin, devlet dairelerinde bir işimiz de rast gitsin, vergiler belimizi kırmasın, okuduğumuz gazete kapatılmasın, okulumuzun rektörünün kıçına tekme vurulmasın, evimizi polis basmasın, durup dururken ahlaksız, vatan haini, utanmaz, şerefsiz olmayalım. 
Twitter’a YouTube’a hırsız gibi arka kapılardan girmeyelim. İnterneti önemsemeyi bırak bela gibi gören bir adamın gözünde sadece suça meyilli pornocular olmayalım. 
Bu adamların balya balya dolarları istiflediğini, Nijerya’ya kadar varan kaçakçılığa, dolandırıcılığa, usulsüzlüğe, sahteciliğe bulaştığını bir üleknin yarısından fazlası görüyorken zekamız bu derece aşağılanmasın.
Reza Zarrab hayırsever olmasın, Egemen iyi müslüman, Bilal veliaht sayılmasın. 
Berkin’i terörist, bilyeyi silah ilan eden, kalabalıklara acılı bir anneyi yuhalatan bu adam bizden, hayattan, kendi ülkesinden bu kadar korkmasın, nefret etmesin, içinde biriken kinle böylesine canavarlaşmasın.
O balkonlara, platformlara, arkasında sırıtan minyonarıyla çıkıp bana vandal demesin artık. 
Sıfırlarını gözümde canlandıramadığım paralarınızla, İsviçre’deki hesaplarınızla, koca koca gemilerinizle, tankerlerinizle, roketlerinizle, popiş metreslerinizle, müteahhitlerinizle, kepçelerinizle, melihinizle, kadirinizle, kışlanızla, avm’nizle hiç mağdur filan değilsiniz.
Başörtülü bacınızın başımızın üstünde yeri var. Onun da keyfi yerinde.
Ama ben hayatımın, ömrümün, tarihimin mağduriyetini yaşıyorum. Sürgündeyim, mutsuzum, esirim, elim kolum bağlı. Ülkem, şehrim, sokağım, evim, arkadaşlarım, geleceğim benim değil senin elinde. Acayip mağdurum.
O yüzden Ankara’da o oy çuvallarına sarılıp uyuyan insanlar hayatlarında nefes alacak bir küçücük delik kalsın diye haklarını canlarıyla koruyor. Yoksa öleceğiz, şaka değil. İstediğin gibi eriyip birer birer biteceğiz. Bütün beyin cerrahların, uçak mühendislerin, matematikçilerin, sosyologların, genetik bilimcilerin, şairlerin, bestecilerin, ressamların, jeologların, arkeologların, sporcuların, pırıl pırıl gençlerin başka yerlere kaçacak. Elinde bir avuç çimentodan adam, müteahhit, liseden terk danışman, yüzlerce imam, evine tıkılmaya zorlanmış kadıncağız, geleceği sisli mutsuz, yoksul çocuklar, köşeyi dönmeye kurnazlığı kalmamış esnaf, köyünün kuru toprağına dualar eden köylü, milyonlarca işsiz, öfkeli, atarlı, satırlı delikanlı kalacak.
Böyle mutsuz, böyle küs, böyle bitkiniz.
Vedalaşalım mı artık?
3 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Text
Sosyal medyanın 2000 yıllık tarihi
Tumblr media
YouTube kapatılsa da bilgi kanallarımız bin yıllardır açık. Bugün bir video paylaşım sitesini engellemenin 2000 yıllık sosyal medya tarihimizde ne küçük bir hareket olduğunu hatırlamak lazım
M.Ö 51’de Romalı devlet adamı Cicero, başkentten çok uzakta Kilikia’da (Çukurova) görevlendirildi. Julius Caesar’ın otoriter yönetiminden endişeleniyor, Roma’yla arasına koyulan mesafenin onu yönetimden uzak tutma planının parçası olduğunu düşünüyordu. Ama Cicero, tüccarlar, köylüler, seyyahlar ve öğrencilerinden oluşan sağlam bir ‘bilgi ağı’ kurmuştu.
Roma Forumu’na her gün asılan ‘acta diurna’ yani günlük gazete birkaç hafta gecikmeyle de olsa Cicero’ya ulaşıyordu. Üstelik üzerinde yolda kaydedilen ‘son dakika’ notlarıyla güncelliği de sağlanıyordu. ‘Kimileri yazıyor, kimi haber taşıyor, hatta kulağıma her yönden söylentiler ulaşıyor’ diye yazmıştı. Haber Roma’dan İngiltere’ye beş haftada, Suriye’ye yedi haftada gidiyordu. Papirüslerin yolu uzundu ama bilgi her zaman adresini buluyordu.
Martin Luther’in Wittenberg’de bir kilise kapısına astığı 95 Tez, bir hafta içinde çoğaltılıp elden ele dolaştırılarak tüm Almanya’ya yayıldı. Bir ay içinde Avrupa çalkalanıyordu. Katolik Kilisesi, aynı bugün şahit olduğumuz gibi bilginin hızlı dolaşımı karşısında ne yapacağını şaşırmıştı.
Franız Devrimi mektup ağlarıyla örgütlendi, Thomas Paine’in Brit karşıtı metni ‘Common Sense’in çoğaltılması, kahvehanelerde, tavernalarda sesli okunması kimsenin aklında bağımsızlık yokken 4 Temmuz’un kapısını araladı. 19’uncu yüzyıl gazeteleri bugünün forumları, hatta blogları gibiydi. Okur yorumları, yazar görüşleri ve küçük notlarla basılıyordu. O gün de Thomas Fuller gibi 17’nci yüzyıl muhafazakarları ‘risalelerin masumların yüzüne çalınmış çamur olduğunu’ düşünüyordu.
Fransa’da bir sosyal platforma dönüşen kahvehaneler, her türlü belanın altındaki neden olarak görülüyor, kapatılıyordu.
Economist dergisinin editörlerinden yazar Tom Standage, ‘Writing On the Wall’ isimli kitabında, bugün Twitter, Facebook, YouTube’u ‘yeni’ ve ‘devrim’ kelimeleriyle ananlara insanın sosyal bir varlık olageldiğini hatırlatıyor. YouTube’un, Twitter’ın yasaklandığı bir ülkede yaşayanlara da mesajı var: Bilgi ne yaparsanız yapın yolunu bulur.
(Hürriyet Keyif 30 Mart 2014)
8 notes · View notes
muhimseyler · 10 years
Text
O sırada Danimarka'da
Tumblr media
Kısa süre önce genç ve sağlıklı bir zürafayı öldürüp aslanlara yediren Kopenhag hayvanat bahçesi şimdi de bir aslan ailesini öldürdü. Türkiye’deki hayvanlara küfrederken bilimin kutsiyetine taparak ruhsuzca açiklama yapan bu hiyarlara maruz kaliyorum. Dünyada kötülükten kaçış yok. Bu berbat karara verilmiş en iyi cevap da Guardian haberine yapilan yorumlar arasindaydi:
"Just as human rights belong to individual human beings, and not their races or nationalities, animal rights belong to individual animals, not their species. So a decision to kill a perfectly healthy family of lions just to improve the gene pool of lions in European zoos (which is supposed to improve their species) is, to me, unacceptable."
4 notes · View notes
muhimseyler · 11 years
Text
Ağlama Firuze
Tumblr media
Bir zamanlar ‘Sezen Aksu sevmeyenler’ kalabalıkta küskünce susan azınlıklar gibiydi. Sanki ‘Bence ‘Gülümse’ o kadar da iyi bir şarkı değil’ deseler, bir ordu öfkeli Minik Serçe akseri üzerlerine yürüyecekti. Gazeteciler Sezen Aksu’nun ne kadar iyi bir dost olduğunun ötesinde haber yapmaz, şarkı arası esprileri dışında magazin haberinden kaçınırlardı. Selülitli yakalanmaz, ailesi skandala karışmaz, albümleri başarısız olmazdı. Sezen Aksu kimseyi kızdırmazdı eskiden.
Ama şimdi Pandora’nın Kutusu’ndan saçılan karanlığın gölgesinde canavarlaştığımız çağdayız.
Sezen Aksu’ya ağız dolusu küfredemeyen, zaten herkesin herkese saydırdığı ortamda ona da bir geçirmenin orgazmını yaşıyor.
Son albümü, overrated birkaç şarkısı, kendisine değil Aysel Gürel’e ait klasikleri değil mevzu.
Kadının insanlığı dert oldu bize.
Yılmaz Özdil üşenmedi açtı Google’ı, aradı birkaç adamı, değerli ömründen ciddi vakit ayırıp Sezen’in babası cemmatçi! diye nefret, kin dolu bir yazı yazdı. Özdil’in çirkin kampçılığına alışkın olmasak, kişisel bir meselesi var deriz. 
Sonra sanki yıllarca bir kuytuda ellerini ovuşturarak bu anı beklemiş gibi, ‘Yetmez ama evet derken iyiydi di mi!' çığırdılar ardından.
Kadının Berkin’e yazdığı iki satır, sözde Gezi için bestelediği şarkı, barış sürecine destek sözleri sanki lekeli utanç belgeleriymiş gibi ortalığa saçıldı.
Bu kadar kafayı üşüttük iyi mi?
Şu sinir hastası ülkede, her derdimize arkadaş bir Sezen Aksu vardı. Ondan da nefret etmeyi başardık.
Varsın Mithatcan maklubeyle büyümüş olsun, ne yapacağız yani?
Yılmaz Bey, bir açıklasın ne olur, babası Fetullah Gülen’in okullarında çalıştı diye ne etmeliyiz şimdi?
Mesela bu yaşıma kadar ‘Seni Kimler Aldı’ midemi buran kıskançlıkların ilacıdır. Beni şıp diye anlayan çok şefkatli bir kız arkadaş gibi yaşımla büyür. Ama haliyle Sezen Aksu’yu ‘yetmez ama evet’çilik günahına kurban verdiğimiz için siliyorum şu an playlist’ten.
Son Sardunyalar okul arkadaşlarımla 40 yılda bir rakısına eşlik etmesin artık.
Aşık olduğum adama cesaret toplayıp ‘Gitme kal yalan söyledim’ diyebilmek tırt bir hatıra gibi hafızamdan silinsin.
Her Kavaklar dinlediğimde baş��mıza bir iş gelmesinden endişelenen sevgilimin dertleri son bulsun.
Kurabiye gibi çocuklar yapmaktan, bir şişe Yakut açmaktan, bulutlara yüklenen hasretten, üç günlük mutluluğa karşılık üç ömür ağlamaktan, avanak gönlümüzden, gelmişine geçmişine sövmekten bahseden bir şarkıcıyı bugün ülkenin çivisi çıktı diye silelim gitsin.
Biz bugün akıl sağlığımızı koruyabildiysek, Sezen Aksu gibi dert ortaklarımız olduğu için.
Gururumuz kırıldığında, yalnızlık kalbimize örümcek ağları ördüğünde, arkadaşlar öldüğünde, sevgililer terk ettiğinde, evlatlar uzağa gittiğinde, anneler ağladığında, ömrün yarısı tak diye geldiğinde Sinan Akçıl şarkılarına mahkum olmadık çok şükür.
Türkiye dünyanın en kederli insanlarının evi olduğu için Ahmet Kaya’yı da, İbrahim Tatlıses’i de, Sezen Aksu’yu da ciğerimizle dinledik.
Onlar bizi anlamasa hepten delirirdik.
İbrahim Tatlıses'in hangi kirli tarakta bezi olduğu, kaç kadını dövdüğü hepimizin ‘Kurşuna gerek yok gözlerin var ya’ diye dumanlanmasına engel olmadı.
Şimdi Orhan Gencebay’ın bir sebze gibi başbakanın yanında bitmesi ‘Batsın Bu Dünya’ efsanesini yıkmaya yetmez.
Ahmet Kaya en kafatasçı delikanlının bile iliğine işler. Anlayamazsınız.
Morissey ırkçı, Wagner antisemitti. Cat Stevens Yusuf İslam, Bob Dylan reklam yıldızı oldu. Frank Sinatra’nın en yakın arkadaşı mafya babası Salvatore Giancana’ydı. John Lennon ‘imagine no possesions’, ‘no religion’, ‘all you need is love’ derken milyonların içinde yüzüyor, dönemine göre her türlü tanrıya tapınıyor, karısını dövüyordu. 
Lennon'ın katili haricinde kimse de ikiyüzlülüğüne bu derece gerilmedi.
Şimdi Sezen Aksu’nun Berkin’in ardından ‘oğulcuğum, güzel çocuğum… kavrulan kalbim, sızlayan ciğerim…’ yazmasına ayarsızca öfkelenenler bir durup içine düştüğümüz çukura baksın.
Buradan bizi Yılmaz Özdil’in nefreti değil, Sezen Aksu’nun umudu çıkaracak.
6 notes · View notes
muhimseyler · 11 years
Text
Aliye’yi Beyaz Türklüğümün engellenemez kibriyle aşağılamadan da yaşarım
Aliye 29 yaşında. Konya’da yaşıyor. Birkaç ay önce saçlarını cart sarıya boyattı. Kuaförde bol bol selfie çekti. Üvey annesi sevmediği bir adamla evlendirmiş. Genç yaşta anne olmuş, boşanmış. Şimdi ‘ne koca var, ne araba’ diye söyleniyor. ‘Gökten yakışıklı yağsa bize tipsizi düşer anasını satıyım!' Candy Crush oynuyor, Olcay İnanç şiirleri okuyor, 'Konya Gırgır Şamata' ve 'Türkiye’nin Gururu Recep Tayyip Erdoğan' grubuna üye. Arada facebook’tan ‘CHP’li şıllıklara’ küfrediyor, Tayyip Erdoğan fotoğraflarının altına ‘Biz seni sevmedik, Allah sevdirdi. Allah seni mübarek kılsın. Bu ülkeyi, İslamı ve Müslümanları seninle yüceltsin’ gibi yorumlar yazıyor. Geçen elektriğini kesmişler. 6 gün gelmemiş ama nihayet ‘alnının akıyla’ açtırmış. Bir de oğluyla miting arabasına baybay yapmışlar. Böyle, sıradan günler Aliye’ninki.
Erdoğan kürek operatörü. Mengen’de yaşıyor. 5 yaşında bir kızı var. Yiğit Bulut’un komplo teorileri ilgisini çekiyor. Kendisi de yazmaktan hoşlanıyor. 2011’de 'sosyete' başlıklı yazısında şöyle bir tespit yapmış:
‘‘Komşusu açken, tok yatan bizden değildir’ diyebilecek kadar duyarlı bir peygamberi olan bu insanların, israfın tavan yaptığı şaşaalı iftarlarda, Burj El Arab otelinde tatillerde, pahalı İtalyan lokantalarında, Rolex marka saatler kollarında sorumsuzca har vurup harman savururken, ‘Somali’de, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan‘da, hatta çok uzağa gitmeye gerek yok, Hakkari‘de , Şırnak’ta, aç yatan, acılar çeken, insanların, vebalinin üzerlerinde olduğu hatırlarına geliyor mudur?’’
Buz gibi haklı. Ama bir yandan da başbakanın videosunun altına şöyle yazmış geçen gün. ‘Senin gibi olmayan seni anlayamaz büyük usta. Allah için baş koyduk bu yola. Türkiye seninle.’
Merve de Candy Crush oynuyor. 2 yaşındaki oğlu Peppe’ye bayılıyor, Merve de Kıvanç’a. Belki Kuzey’e değil ama Behlül’e. ‘Asla umudunu kaybetme Allah var’ yazmış oğluyla çekilmiş bir fotoğrafının üstüne. 
Ahmet Açık Öğretim öğrencisi. Başbakan’a yazıp okuduğu bu şiir, Recep Tayyip Erdoğan Sevdalıları grubunda epey popüler olmuş. Uğur Işılak hayranı. İnternette Texas Hold’Em oynuyor, silahlara meraklı.
Ahmet de, Erdoğan da, Aliye de, Merve de başbakanlarının hırsız olduğuna inanmıyor ya da umursamıyor. Onlar bidon kafalı oldukları için RTE şemsiyesi altında birleşmediler. Tapelerde duyduklarına kafaları basmıyor değil. İnternetten, dünyada olan bitenden, teknolojiden uzak filan değiller. Benim ne kadar Candy Crush’ta ekranı kırasım geliyorsa, Aliye de 132’nci levelda kafayı yiyor. Geçen hafta Merve de merak edip Kurt Seyit ve Şura’nın ilk bölümünü izledi. Erdoğan’ın Yiğit Bulut’tan olduğu kadar magazin dedikodularından da haberi var.
Onların Tayyip Erdoğan’a duyduğu sadakatin cehaletle, düşük zekayla filan aşağılanacak bir tarafı yok. Gayet bilinçli bir aidiyet duygusu bu.
Bu insanlar şu anda yolsuzluk skandalını umursamayarak kendi aidiyet alanlarının sınırlarını korumak için mücadele ediyorlar.
Efkan Ala savcılık emrini ‘hiiiç bişey olmaz, yırt at!’ diye kaymak gibi yoksayarken ülkenin bir yarısı tiksintiyle kıvranıyor, bir kısmı ‘one minute’ tadında bir ayar dinlediğini düşünerek keyifleniyor.
Bilal paraları sıfırlamak için helak olurken, beyefendi Robin Hood’a dönüşüyor.
Rezza’nın karı kız pazarlığı delikanlılığının şanından, yarasın yiğidim.
Paraları kutulara istifleyen junior’lar hizmetin, hayırseverliğin neferleri.
Bir tarafta darbeci İlker Başbuğ, bir tarafta ‘asaletin adı.’ Gözümüz aydın, paşamız serbest.
Bugün yaşadığımız bütün bu kaos belki de artık bıçağın kemiğe dayandığının işareti. Cumhuriyet projesinden beri tedavi edilmeyen şizofreninin ayan beyan ortaya çıktığının göstergesi. Birlikte yaşamaya alıştığımız çelişkiler artık ‘Türk’lerin gariplikleri keh keh’ diye şakaya vurulmuyor.
Bir tarafın Ardahan’daki bir tepeye düşen Atatürk gölgesinden gözleri dolarken, bir taraf Allah yazan koyun haberiyle fenalaşıyor.
Toplumun sağlığı için alkolü yasaklamayı savunan da kendini özgürlükçü görüyor, başörtüsünü yasaklamak isteyen de.
Ordu, subaylarının ailesinde başörtülü var mı, Yeşilaycı mı diye didik didik araştırıyor, Hükümet memur alırken Gezici, Kürt, Alevi diye fişliyor.
'Tayyip Erdoğan Sevdalıları' grubu ‘Adam İzindeyiz’ diyor, 'CHP Facebook İl Başkanlığı' ‘Atam İzindeyiz.’
‘Uzun Adam’ın Mr. Smith gözlükleriyle pozu ne kadar ‘ömrümüz sana feda büyük usta’ feryatıyla paylaşılıyorsa, ‘Atam, şehitlerimizin kanlarıyla sulanan topraklar emanetimizdir. Asaletin dağları dize getirir’ türü coşkunluklar Mustafa Kemal’in fotoğraflarına eşlik ediyor.
‘Unutmayın Küba’da Atatürk’ten başka devlet adamının heykeli yoktur!’ ne kadar manasızsa, porno lobisi diye bir şeye inanmak da öyle anlamsız.
Akit’in Kabataş yalanını köpürtmesi ne kadar çirkinse, Türk Solu denilen acayipliğin başyazarı Gökçe Fırat’ın ‘Sümeyye’nin kasedi çıkacak’ iddiaları da öyle tipsiz.
Kendi aramızda hırlaşırken, hükümetle devlet arasındaki çatışma da ortamı habire geriyor. 
Devletin edindiği ‘laik sistemin koruyucusu’ görevine meydan okuyan bir parti tarafından yönetiliyoruz. Ve yıllarıdr belki de ilk kez AKP, özellikle HSYK yasasıyla bu ayrışmayı bir savaşa dönüştürüp, kendi devletini ezen taraf olmak istiyor.
Türkiye’nin psyche’si namus ve utanma duygularıyla örülü. Aşırılıklar, sivri dürtüler, tutkular ve iştahlar günahlara gizli. Politik çatışmalarımız da pragmatik değil, hissi damarlardan besleniyor; kan davası gibi şiddetli. İdeolojiler namusumuzmuş gibi ölümüne korunduğundan, karşıt görüşlerle barışmamız zor. En eğitimlimiz bile kanla sulanmış toprakların, namusla korunmuş anaların bacıların, utanarak sevişilmiş eşlerin, umut bağlanmış bir Allah’ın şekil verdiği kalıbını yüksek görgüyle filan yıkamaz.
Bu yüzden bütün çatışmalarımız yıkıcı olacak. Geçen yıl haziran sıcağında yaşanan şey büyü gibi hatırlansa da, bir taraf için Gezi değil Kazlıçeşme fotoğrafıyla güzel kalacak.
Bir taraf ‘Götünün kılıyız diyen insan olamaz’  derken, ötekisi ‘hepsini Gezi’deki o ağaçlardan sallandıracaksın’ diyordu.
Bugün gestapo Efkan’ın, uzun adamın, Fatih’lerin, Rezza’ların hepimizi içine çektiği bataklık, sırf bu yolsuzluk çamuruna ortak olduğumuz için değil, filler tepişirken böyle kolay birbirimize düştüğümüz için utanç verici.
Benim Ertem Şener gibi başbakanın resmine bakmam çok zor ama en azından Tayyip Erdoğan’a aşık olduğu için ondan nefret etmemeyi başarabilirim.
Aliye’yi Beyaz Türklüğümün engellenemez kibriyle aşağılamadan da yaşarım.
AKP mitinglerini her izlediğimde 'bir avuç gerizekalı' temalı şakalar üretmekten daha verimli bir şeyler düşünebilirim.
Kimse o kadar farklı değil özünde. Anamızdan hırsız doğmadık hiçbirimiz en azından.
[Insert Prestij Müzik Sanatçıları here]
0 notes
muhimseyler · 11 years
Link
Tumblr media
Onca “tape”ye, hükümeti, bizzat kendisi ve ailesini rezil rüsva etmesi beklenen onca ifşaata rağmen Erdoğan’ın pes etmemesinin öyle “sağlam iradeyle” falan alakası yok. Onun için havlu atmak demek, sadece siyaseten emekli olmayı değil, kendisinin ve birinci dereceden yakınlarının...
158 notes · View notes
muhimseyler · 11 years
Photo
Tumblr media
Beyin var ama kullanmak istemiyorum.
2 notes · View notes
muhimseyler · 11 years
Text
Yılmaz Özdil ve şnorkeli
Tumblr media
Enis Berberoğlu televizyonda ‘Yılmaz Özdil her gün 25 milyon tıklanıyor’ dedi. Çok acayip bir rakam. Birkaç sıfır şaşmış olsa da acayipliğini korur.
Kaç milyon olursa olsun, Yılmaz Özdil bir kampın süper kahramanı.
Bir günüm geçmiyor Facebook’ta ‘Yine muhteşem yazmış!’ notuyla paylaşılmış bir yazısına rastlamadan. Her hafta 3bin kişiyi forward listesine dizmiş garip insanların postasıyla benim inbox’ımı da buluyor köşesi. Gazetenin üçüncü sayfasında ufka dalmış çok karizmatik pozuyla hep karşımda zaten. Enter tuşu sanatının piri, malumatfuruş ustası, İzmir delikanlısı…
E peki madem, o AKP döneminde endişeli modernlerin, beyaz Türklerin, laik teyzelerin, BÜTÜN İzmir’in, ulusalcıların kahramanı diyelim.
CHP tabanının gazını alıyor, ‘RTE bitmiştir arkadaş’, ‘yalaka bunlar babacım’, köfte, kıl, yün filan diye bıçkın bıçkın günü özet geçerek dilin ucundan alıyor lafı. 
Öyleyse, çok merak ediyorum, şike davası, olimpiyatlar, buz pateni, kürtaj krizi, üç çocuk, meclis kavgası, İzmir’de çekirdeğe çiğdem konusu değil de, kritik dönemlerde Yılmaz Özdil nerede?
Gezi’yi şnorkelle atlamasını, su yüzüne çıktığında 100 yıl geriden takip edip olayın özüne kilometrelerce uzak yazmasını bir kenara bırakalım, şu sıralar yazdıklarına bakalım.
Mesela, sadece hurriyetcomtr’den 81bin kez Facebook’ta paylaşılan (bu katlana katlana yüzbinleri, milyonu bulmuştur) ‘Beni sen mi aradın babacığım?’ yazısı.
‘Ahahaha gülmekten yerlere yapıştım, yarıldım!’ etkisi yaratan o çok komiks diyaloğu hatırlarsınız. ‘Niye kısık sesle konuşuyorsun babacım, Kısıklı’dasın diye mi?’ esprisiyle bütün ülke azcık altına kaçırdı.
E bu ‘Alo Babacım’ geyiklerinin hası Twitter’da o gece tükenmişti? Bakmadığımız CAPS, referans edilmeyen popüler kültür parçası, türlü hale uyarlanmayan versiyon kalmamıştı? Niye Yılmaz Özdil en tırt versiyonunu iki gün gecikmeli köşesinde yazınca bu kadar coştuk? 
Üstelik bu durumda, ülke tarihinin en büyük skandallarından biriyle karşı karşıyayken her yazısı bilmemkaç milyon kişi tarafından iştahla okunan bir köşe yazarı ‘Ahhı ahı babacım’ şakası dışında iki satır yazsa daha hayırlı olmaz mıydı?
Tamam, belki ben buradaki yozdil styla derin mesajı, ince göndermeyi, gündemi ense kökünden yakalayan minimalist zekayı kavrayamıyorum.
Mesela Kabataş meselesini tartıştığımız sıralarda polisin İzmir’de saçından çektiği kızın fotoğrafını köşesine koyup ‘Benim başörtülü bacıma saldırdılar’ yazmasında hayran kalınacak bir şey bulmakta zorlanıyorum. ‘Of çok sade geçirmiş hocam!’ diyemiyorum çünkü Yılmaz Özdil'in bu cin fikir aklına geldiğinde, ‘Çok sade geçirdim, hey babalar’ dediğini hissediyorum.Her satırında bir kibir, bir büyüklenme görmekten ve bunun habire alkışlanmasından daralıyorum.
Yazdığı çoğu şeyin daha iyi söylenmişi, daha incesinin yapılmışı mutlaka var. Aklına gelen fikir hiçbir zaman orijinal değil. Her şey çok sıradan ve ortalamayken, o müthiş bir harbilik içinde birilerine kimsenin cesaret edemediği gibi horozlanışını satıyor.
Üstelik bunu yalnızca kendi klanının kuytusundan, küçücük bir dünyanın daha da dar penceresinden yapıyor.
‘Kürt’ deyişinde ‘bu kaçakçılar hep Kürt’ tınısı var. ‘Gençliğinde sahilde bir ateşin etrafında oturmamışları’ izleyişinde bir tiksinti birikiyor. Her türban tartışmasında ‘tehlikeyi farkında mısınız’ endişesi duyuyorum ve mutsuz oluyorum. Evet, bildiğin, mutsuz oluyorum. Şimdi ‘Başbakanımız çaldıysa yoksullara vermek için çaldı’ diyenlerden farksız ‘Atam Atam sen kalk ben yatam’ların yarasını kaşımaktaki ısrarı, bu ısrarda bulduğu keyif, her gazeteyi açtığımda beni mutsuz ediyor.
Bir köşe yazarından çok sofistike şeyler de beklemiyorum. Yılmaz Özdil’in ‘kısa ve net olayı damardan çözdüm kardeşim’ havasının epey fos olduğunu hissettiğim için milyonları bulan okurları arasında kendimi yalnız hissediyorum.
Başbakan’a, topluca AKP’ye, seçmenine, (hatta dindar/muhafazakar insanlara, hatta istemeden yoksullara) ‘onlar hayatında genç olamadılar’, ‘bir şezlonga uzanmadılar’, ‘Hayat baharının en güzel yılları kupkuru üç-beş kelimeden ibarettir’ diye ayar vermeye çalıştığı için utanıyorum. Bir tek bu yazısında değil, her zaman, iktidarı değil, seçmenini, hatta AKP’ye oy vermese bile onun gözünde ‘hiç gençliğini yaşayamamış’, ‘bir bira içmemiş’ insanları küçük görmesini alkışa değer bulmuyorum.
Yılmaz Özdil’i alkışlayanların da, onun gibi ‘Roman deyince akla göbecik gelir’ gibi sığ kafalarda olma ihtimalini düşündükçe ruhum daralıyor.
Başarısının sırrını anlıyorum. Evet, iki kafadar meyhanede, TV karşısında nasıl geyik yapıyorsa öyle konuşuyor. Google’dan iyi tarih kırıntısı topluyor, özet geçiyor sağolsun. Herkesin anlayacağı dilden espri yapıyor, bir nefes aldırıyor gündeme vs…
Ama eğer Yılmaz Özdil son 10 yılın süper yıldızısıysa, ortam sahiden sirke döndü demektir.
‘Alkışı sevseydik sirkte çalışırdık’, dedi ya, Congratulations bilader.
7 notes · View notes
muhimseyler · 11 years
Text
Hürriyetcomtr okuyup şoka girmek
Tumblr media
Başlık ekşisözlük’ten. İlk tanım da şu:
‘az önce başıma gelen büyük şok. şoka girmemle beraber şok oldum çünkü dünya bu türkü konuşuyor. kredi kartı olanlar, bu şok sizi ilgilendiriyor. hatta milyonlarca kişiyi ilgilendiren şok. gerçekten şok oldum çünkü fenerbahçe şok kadro çıkarmış (yedeklerde altyapıdan biri var). şok tepki verdim, şoklardayım. şoka girenler için flaş haberi görmemle daha beter oldum. ayrıca o savcının flaş açıklamaları üzerine dünya şoka girmiş. kurtarın lan beni.’ (garipbascı)
Ben de uzun bir süredir gazetelerin internet sitelerinde şok atak geçiriyorum. Sex-crazed, paranoyak, ajite hislerle acilen gözlerimi bir kedi yavrusu videosuyla dinlendirme ihtiyacı duyuyorum. Mesela bugün (24 Şubat 2014) Milliyet, Hürriyet ve Habertürk’ün internet sitelerine 20’şer saniye bakarsanız, Türkiye’de şunların olduğu haberini alırsınız:
-Galatasaray’da ‘bir olay daha yaşandı!’ ya da şok bir şey oldu ya da Melo ‘yine yaptı yapacağını’ ya da ‘bir kabus’ var o bitmiyor??
-Jet sosyete çırılçıplak (videolu)
-Akıllı telefonlarla ilgili  ‘bizi çok şaşırtacak’ bir gelişme oldu
- Bir şeye çok şaşıracağız? (Kıvanç Tatlıtuğ ve Serenay Sarıkaya resmi üzerinde sadece 'şaşıracaksınız' yazıyor)
- ‘Kimseyi umursamadan’ arabaların üstünde çıplak gezinen bir kadın var. Haber: ‘kimseyi umursamadı’
- Bir öğretmen öğrencisinin çıplak fotoğraflarını çekmiş (mozaikli erotik).
- Üniversiteyi çıplak fotoğraflar sarsmış.
- Yine bir ünlü oyuncu hayatını kaybetmiş. Ama kim?
- Jüri şok olmuş. 
- Bir yerli dizi hakkında şok karar alınmış.
- Fenerbahçe’de flaş gelişme 
- Sadece bazı flaş gelişmeler
- Kasadakinin kim olduğunu öğrenen ‘Aaa’ demiş.
- ‘Böyle iğrençlik görülmemiş!’
- Bir kadın göğüsleri yüzünden az kalsın ölüyormuş
- Utanç verici bir şeyler olmuş. (‘Utanç günü’, ‘Utanç verici olay’ başlıklarıyla)
- Bir kız 23. yaş günüde 23 erkekle… Gerisini bilmiyoruz.
- Bülent Arınç flaş açıklama yapmış
- Bir başkası ‘korkunç bir açıklama’ yapmış
‘-Canlı yayında bunu da yapmışlar!’
Daha 20 madde daha gider. Haberlere tek tek tıklasanız, beklenti/gerçekler terazinizin ne kadar şaşacağını söylemeye gerek yok. Haber sitelerinin dünyasında hiçbir şok’un şok olmadığını, hiçbir flaşın aklımızı almayacağını biliyoruz.
Yine de tıklıyoruz. Bazen haberin aslına ulaşmamız 4 tık alıyor. Ulaştığımızda da berbat yazılmış, beş kere aynı lafın döndürüle döndürüle şişirildiği boş bir metinle tatmin olmaya mecbur bırakılıyoruz.
Haber siteleri pageview avında, reklamverene sunacakları raporu aç gibi kovalarken okurlarını habire tahrik ediyor.
Hadi ben ‘İşte Kylie’nin külotu’, ‘Çıplak gösteren cihazlar’, ‘Kadınlar buna bayılır’, ’23 yaşında 23 erkekle’ başlıklarından tahrik olmuyorum. Ya da bir model kızcağızın ralli yapmaya çalışırken yanlışlıkla açılan memeleri, Beren Saat’in kasığı, Hülya Avşar’ın poposu ilgimi çekmiyor. Ama buna gelenlerin sayısı yüzbinlerle ölçülüyor ve Türkiye’nin 4 büyük gazetesi de bundan hiç rahatsız değil. 
Evet paracıklar çok önemli ama o zaman, yayıncılık ilkeleriymiş, ortak bildiriymiş, internet gazeteciliğinde çığır açmalarmış filan bik bik böbürlenmeyin?
Biz kağıtta ciddi, web’de bulvar insanlarız demek size koymasın.
Sitenin bir soft porno festivali olmasının ötesinde, habercilik adına 0, sıfır çabayla hazırlanıyor olması karşılığında ‘Türkiye’nin açılış sayfası’ olmakla övünmek de ayrı bir avuntu.
Hadi New York Times beklemeyelim, web exclusive content filan kasmayalım, hatta gazetedeki haberi doğru yayınlayabilmeyi de geçelim, Sadece apartma haberi derli toplu sunabilme becerisi arayalım. Mesela, köprüde intihar haberi ajanstan nasıl gelmiş olursa olsun, bir insanın ölümü söz konusu olduğu için hikayeyi trafik açısından görmeyelim:
"Köprüde bayram yoğunluğunun yanı sıra, intihar girişiminden dolayı da trafik durma noktasına geldi. Araçların, meraklı gözlerle intihar girişimine bakmak için yavaşlaması trafiği hepten araç saçına çevirdi.” (Hürriyet, Kasım 2010)
Ya da Milliyet Türkiye’nin en çok tıklanan haber sitesi ünvanını korumak için beş takla atarken, aramada çıksın diye şöyle bir rezilliğe imza atmasın:
Tumblr media
Tüm bu temel sorunların yanında bu hiçbir şey ama mesela iğrenç bir puppy mill olduğu her halinden belli köpek ticaretinin haberi ‘Paşa isimli köpek yılda 20 yavru doğuruyor ve kazandırıyor’ diye yavrulu mavrulu videoyla verilmesin.
Hastanede yatan (ve durumu o sırada iyiye giden) Nejat İşler’in fotoğrafının üstüne ‘Şuur kaybı…’ yazılmasın.
Etik tartışmalar, gramerin kopuşu filan çok çok uzun sürecek örneklerle sürer gider ama tüm bu grotesklik içinde gazetelerin ‘yeni medya’ atılımlarıyla övünmesi, havalı tablet versiyon reklamlarıyla gurur duyması, şarkılar besteletmesi, paralar akıtıp, ekipler kurup büyük bir devrim yapıyorlarmış iddiasıyla körler sağırlar dünyasında birbirlerini eğlemelerine ne diyelim?
Üstelik dünyada internet yayıncılığı her geçen gün tabloid estetiğinden çıkıyorken. Sadeleşme trendi yalnızca veganların değil, medyanın da gündemindeyken, 140 karakter değil hashtag’le dert anlatabiliyorken, yalnızca kısa yazı (çok 00'lar) değil öz mesajın önemi artarken, biz hala ‘Öyle bir şey söyledi ki…’ başlıklarına maruz kalıyoruz.
Bizi mütemadiyen korkutarak (uzmanlardan deprem uyarısı, ‘1 günlük yağış 1 günde yağacak!’, telefondaki tehlike), tahrik ederek (Hürriyet’in ‘Güzelim’ diye çıplak kız bakma kategori başlığı var), false expectation’larla kandırarak ‘tık alan’ siteleri hala açılış sayfası yapmak sadece gereksiz.
Tumblr media
Serdar Turgut da içinde Jakob Nielsen’in 1997 tarihli ‘How Users Read on the Web’  makalesinden referanslarla dolu ‘yeni medya’ diye bir kitap yazmış. Anlatmış uzun uzun, mesela sitemiz çok tık alsın diye şunları yapacakmışız:
Sitenizde seks imalı haber, fotoğraf ve film kullanın. 
Fotoğraflı yemek haberleri daima ilgi çeker.
Tüyo verin.
Anket düzenleyin.
Devamlı promosyon yapın, hediye dağıtın.
Sürekli değişim olsun, son dakika haberleri verin. Reklamlar bile sürekli değişsin.
Sürekli akan haber olsun… (Serdar Turgut, Yeni Medya, sf. 85-86
Sene olmuş 2014 be Serdar abi.
Bu koşullarda zaten Hürriyet, Milliyet, Habertürk, Posta, Mynet filan çok doğru yolda. Rakamlara bakarsanız da öyle zaten.
Tek sıkıntı dizilerde de olduğu gibi, daha iyisi yapılana kadar buna muhtacız. (Burada T24'ü ayırmak lazım daha iyi kategorisine)
Bu koca egolu, yayıncılığın şahı gazetelerimiz 2012’de bir de utanmadan ortak bildiri yayınlam��ştı. Hepsi beraber (Akşam, Bugün, Cumhuriyet, Fanatik, Fotomaç, Güneş, Habertürk, Hürriyet, Daily News, Milliyet, Posta, Radikal, Sabah, Star, Takvim, Today’s Zaman, Türkiye, Vatan, Yeni Şafak, Zaman) şöyle demişti: 
‘…Hem gerçek anlamda emek ve bilgi sonucu ortaya çıkartılan gazetelerin içeriklerini korumak ve hem de sağlıklı bir internet haber medyası düzeni için fikir ve emek hırsızlığına karşıyız. Bu itibarla, ürettiğimiz ve bütün hakları bize ait olan; haber, yorum, köşe yazısı, fotoğraf, karikatür, grafik, çizgi ve sayfa dizaynı gibi materyallerin hiçbir şekil ve hacimde kullanılmasına izin vermeyeceğiz. 1 Ekim 2012 tarihinden itibaren, hiçbir televizyon kanalı, internet sitesi ve haber portalı, aşağıda imzası bulunan gazetelerin içeriklerini kaynak göstererek dahi kullanamayacaklardır. ‘
‘Gazetenin içeriği sadece gazetenindir’ filan diye tam sayfa ilanlar verilmişti. Hakkaten ne oldu o iş? Sadece gazetelerden değil, bloglardan, televizyon kanallarından, dergilerden, youtube’dan hiç durmadan teklifsizce haber çalan gazeteler, kendi sitelerine bakmadan hangi ilüzyona kapılıp böyle büyüklenebildiler acaba?
Yeni medya filan diye ahkam kesenlerin, önce ‘biz yaparız da bunlar anlamaz’ kafasından bir çıkıp etrafa bakması lazım. Yoksa biz basın bülteni okuyarak, ŞOK ŞOK başlığından maç skoru alarak, kıytırık bakanlık bildirisini ‘flaş gelişme’ diye yiyerek, külotlara tıklayarak çürüyüp gideceğiz burda. 
9 notes · View notes
muhimseyler · 11 years
Text
Bazı çocukların ölümü
Tumblr media
Sağlık Bakanlığı Muharrem’in 1.5 yılın sonunda bir çuvalda biten hayatının cezasını acil tıp teknisyenine kesti. Bir doktorla, teknisyenin ‘görev yerini değiştirerek’. Van’da görev yapmak bu başarısız adamlara hediye miydi zaten? Başka bir şehre gönderdiler diye huzur bulduk mu? 
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun iki çocuğu var. Birinin ölüsünü karlar içinde sırtında taşımanın ne demek olduğunu anlayabiliyor mu? Kendisi böyle derin bir acıyı tahayyül etmekte zorlanıyordur belki; eşi Faize Hanım’a sorsun. İki çocuğundan biri 40 derece ateşler içindeyken karla kaplı bir evde tıkılıp kalmanın, 1.5 yaşında tir tir titreyen bir bebeğin çakmak gözlerine baka baka alnını silmek ne demek. Hiç gelmeyecek kurtarıcının bir mucize eseri karları aşıp kapısını çalması için pencerede beklemek nasıl bir duygudur dinlesin. 
Şimdi iki uyduruk müdahaleyle sözde cezalandırdıkları acil servis çalışanlarıyla bu meselenin üstünü de bembeyaz örttüklerini düşünüyorlarsa, o fotoğrafa bir daha baksın. Sırtında sadece 10 kilo bir cesetle yürüyen babanın çatlayan elleri, gece uykusunda boğazını sıkar insanın.
Hadi diyelim bu istemeden alışmak zorunda kaldığımız berbat devlet politikalarından biri.
Mesela, Akit yazarı Ali Karahasanoğlu, bu resme bakıp ‘O çuvalda ceset yoktu’ yazıyor ya.
Klavyede 'o' harfine, 'ç' harfine neşeli neşeli basıyor ya. Ben çocuğun ismini yazarken ölmek istiyorum. Bir anlatsın, nasıl oluyor, yeryüzünden ayrılıp böyle karanlık bir yerde yuvalanmak. O çirkin delikten dünyayı görmek ne biçim bir his?
Bu Ali Karahasanoğlu’nun ilk vicdansızlığı değil. Mesela, yıllardır Sivas katliamını da meşru görüyor. Yanarak ölen insanların başlarına geleni hakettiğini düşünüyor. ‘Aziz Nesin yüzünden oldu’ diyor, siz protesto edince oluyor, biz edince çıngar çıkarıyorsunuz filan diyebiliyor. YANARAK ÖLMEK’ten bahsediyoruz. YAKILARAK ölen 35 insandan. Ama olmuyor.
Ali efendinin kabasakallarını kaşıya kaşıya yazdığı yazılar Hades’in evinden çınlıyor hep.
Japonya’da deprem oldu diye içinin yağları eriyor mesela. ‘Ne oldu ateistler, hani bilime tapıyordunuz?’ diyebiliyor ki, bir yandan da epey cahil olduğu için tsunamiden, nükleer sızıntıdan habersiz. 'Bina yıkılmaz diyordunuz, yıkıldı' seviyesinde. Üstelik zaten Japon kelimesi insanlıkla yakından uzaktan alakalı değil onun dünyasında. Bir takım yaratıklar telef oldu, dünyanın Allah’ın unuttuğu bir tarafında.
Meral Okay ölünce ‘O kadın öldü’ başlığıyla haber veren gazetesini savunuyor, hala ‘o kadın’, ‘o kadın’ diye direterek. Gezi eylemlerinde hayatını kaybedenler, Dilan, tecavüz mağdurları, Hrant, hepsi aynı kefede. Çünkü aklında yalnızca ‘Allah’a hesap verecek’ olmanın yarattığı çarpık bir adalet anlayışıyla yaşamaya mahkum. Tüm küstahlığının, kötülüğünün, gaddarlığının haklıcı sebepleriyle huzurlu. Sokakta dehşet saçan palalı herif gibi kahramanları var. Elinde olsa, beni mesela kıtır kıtır keser ve yeryüzünden bir pisliği daha temizlediğiyle övünür. 
‘Kendilerini toplumun efendisi sayan, bir avuç azınlık’tan (A.K. 10.04.2012, Akit) intikam almanın şerefiyle muzaffer Ali.
Hani ‘Usta’ın Hikayesi’nde beyefendiyi övmek için sıraya giren celebrity’lerimizden en şahanesi, kütür yanaklı Gülben Ergen, pır pır anlatıyordu ya, ‘Başbakanımız çocuklara vermek için arabasının bagajında hep oyuncak taşır’ diye. Çocuklara tablet dağıtırken sevecen sevecen başlarını okşayan o başbakanın, kendini babamız zannettiği fantezinin içinde bize fenalık gelirken, bazı çocuklar bu şefkatten bir türlü nasibini alamıyor nedense.
Habertürk’te 3 yaşındaki Sedef Sahra’nın acı dolu haberini gördüğünde ilk refleks Sağlık Bakanını aramak olmalı bana göre. Ama Tayyip bey Alo Fatih’i fırçalıyor. ‘Bana mektup filan gelmez zaten! Kimi aramış da bulamamış? Biz neler yaptık sağlık hususunda! Görmüyorsunuz ayıptır!’ diye boynu sıkı gömleğinin içine kaçan Fatih’i azarlıyor. ‘Allah Kahretsin, bir komplo bu!’ diye titreyen Fatih de elbette 21’inci sayfada Sedef’in miniminnacık bedenine bakıp ufacık bir sızı bile hissetmiyor.
Sedef’in annesi gazetedeki haberden 6 ay önce Facebook’a yazmış:
‘Gitmediğimiz hastane, doktor, kurum, kuruluş kalmadı kimse bebeğimizin hastalığına mantıklı bir teşhis koyamadı bize denen teşhis 'epilepsi'. Peki epilepsi bebeğin gelişimine engel mi?’
Sedef’in doğumundaki yapılan hatalardan bahsetmiş, 7 aylık yoğun bakım sürecinde yaşadıklarını anlatmış. Yorumlarda diğer anneler acısını paylaşmış, bir an önce iyileşmesini dilemiş. 
Ama Alo Fatih’in panik atak rüzgarından sonra kendisi de bir kız çocuk babası olan Fatih Altaylı, oturup hiç gocunmadan şunu yazabildi:
‘Yıllardır uyarıları dikkate alma, akraba evliliğinden bir çocuk yap, akraba evliliğinin en doğal sonuçlarından biri olarak çocuk engelli doğsun. Sonra suçlu Türkiye olsun! Var mı böyle bir şey! İktidarı 40 türlü şeyle eleştirebilirsiniz ama sağlık hizmetleriyle ilgili yapacağınız eleştiriler ayıp olur.’
Bazılarımız o fotoğrafa bakarken gerçekten ölmek istiyoruz. Fatih Altaylı, ‘yapmasaydın ulan’ diyor. Sedef de zaten hiçbir şey yapılmadan 19 gün sonra hayatını kaybediyor.
Bu kadar basit, bu kadar pis.
Ne ilginç, Fatih Altaylı da Van doğumlu. Muharrem’in öldüğü, iki gün önce Gülden Aydın’ın Hürriyet’teki haberinde çırılçıplak bir gerçeklikle eroin batağına saplandığını okuduğumuz şehrin çocuğu. Hepimizin babası olduğunu iddia eden adamın, üvey evlat gibi unuttuğu ‘uzak köy’ onun da memleketi. Eroin yaşının 8’e indiği, kullanım oranının yüzde 80’e çıktığı buz gibi şehirdekilerin de babası değil misiniz beyefendi? 15 yaşındaki oğlu eroin almak için evdeki tencereyi bile satan 45 yaşındaki Meryem Hanım’ın mektubu da ulaşmıyor herhalde.
Bazılarımız ölmek isterken, bazılarımızın gerçekten ölmesinin de hiçbir değeri yok.
Mahkeme salonlarında da, hastanede de, bir göçükte de, bir meydan da ölsek ve katilimiz devlet babamız olsa, Madımak’ta 35 kişiyi yakanlar, Hrant Dink’i öldürenler, Ali İsmail’i dövenler nasıl kahramansa, gücünü milletten alan bu insanlar da çok yüce birilerinin gönlünde.
Hani birkaç gün önce 4 yaşındaki Suriyeli Marwa elinde bir poşetle çölde yalnız başına bulundu ya; illa ölmeye gerek yok. Sadece o resme bakıp, Türkiye’ye sığınan 612 bin sığınmacının kaderine ağlar insan. Ölmek ister. Bu iğrenç savaşın çarklarını yağladığı için Marwan kabuslarına girer elinde küçük poşetiyle. 
Muş’ta askerlik yaparken ‘şüpheli’ bir biçimde ölen Uysal Doğan’ın ailesinden hazine zararı diye 1.11 TL kurşun parası istenmiş. Böyle işte bazı çocukların ölümü.
Beyefendi çocuklarını pirinç gibi ayıkladı, yarısını çoktan evlatlıktan reddetti. İnsan babasını seçemez ama Türkiye hakkaten evlatlarına hayatta kalmaya değer bir şey bırakmıyor.
10 notes · View notes