Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Büyülü Gerçekçilik
“Şu an başlasak kırk yılımız var, dünyanın en iyisi olabiliriz.”
Bu cümle @derinhoca’ya ait. Beni çok sorgulattı.
İnsan umut etmek ister. Gerçeğe değil ihtimal olana ihtiyaç duyar. İnsan hayalsiz ve ümitsiz nasıl yaşam motivasyonu bulabilir? İşte derinhoca o cümleyle bir motivasyonunu açıklıyordu.
İnanmak temel bir ihtiyaçtır; bu yüzden ateist olmak-olabilmek kolaycılık değil, çok ağır bir yükün altına girmektir. Ben tanrı olsam cennetime keşişten evvel ateisti alırdım. (Oo sansasyonel cümleler!)
Bilimsel olarak baktığımızda, alıntıladığım cümle -gelişimsel ve genetik bağlamda- bu kadar kolay değil. Gelişimde kritik dönemler ve evreler var, zeka ve yetenek yazılımları var, var oğlu var. Ben bunu bilmekle kendi umudumu, dillendirmekle de okuyanın umudunu zedeliyorum. Biliyorum.
Ama bu kadar da gerçekçi, akılcı bir bakış açısıyla asla yaşanamaz ve övünülemez. Bu raddede biriyseniz diye söylüyorum, sanat tek başına sizi çürütüyor. Çünkü sanat diyor ki:
“Matematikle müziğin, psikanalizle edebiyatın, geometriyle resmin birleştiği bölgeyim ben.” Bu da demek oluyor ki umut ve bilim, mucize ve gerçek, gerçeküstücülük ve teknoloji ayrı yolun yolcuları değil.
İnanmak bir duygudur. Duygulanmaktan korkmayın. Hiçbir şeye değilse de kendimize, fikirlerimize, çabamıza inanabiliriz; çünkü bu batıl ya da hurafe değil. İspatı şu: başaranın başarmadan önceki kafaya koyduğu o şey kimseye makul görünmüyordu. Çünkü başarı hiçbir zaman akıllı işi değildir, bu nedenle tüm filozoflar, sanatçılar, mucitler, teorisyenler, akademisyenler… kafayı yemişlerdir.
Hülasa, gerçekçilikle aşırı perdelenmeye lüzum yok. (Bence perdeleme harika bir savunma mekanizması adı oldu.)
Teolojik olarak inançsız olabiliriz; ama inançsızlığı tüm duygulara genellemek kadar insanın kendine hangi büyük zulmü var ki hayatta?
53 notes
·
View notes
Photo






Selamlar Yusuf, Seni gerçekten çok özledim. Seni tekrar görmeyi çok isterdim. Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim. Şu an hiçbir şey göremiyor olsam da geçmişte birçok harika şey görmüştüm. Tahmin et ne oldu? Ceviz ağaçlarıyla dolu bir orman buldum. Bazen seni de götürmek isterdim oraya. Birlikte doyana kadar ceviz yerdik. Ne zamandır görüyorsun? Tatmin olabildin mi? Sorulacak ne çok soru var! Söğüt ağacı gördün mü hiç? Hâlâ sana şans getiriyor mu merak ediyorum. Söz verdiğim gibi fotoğrafını gönderiyorum. Her zaman aklımda olacaksın. Arkadaşın Murtaza.
Mecid Mecidi, Beed-e Majnoon Fotoğraflar: Mecid Mecidi’nin 2005 yapımı, “The Willow Tree” (Söğüt Ağacı) filminden (Parviz Parastui & Rıza Naci).
34 notes
·
View notes
Text
Merhaba, televizyon eğitimi'nin bir başka bölümüne daha hoş geldiniz. Bu gece size rüyaların nasıl hazırlandığını anlatacağım. Herkes bunun çok basit bir işlem olduğunu sanır ama aslında sanıldığından biraz daha karmaşıktır. Gördüğünüz gibi işin püf noktası birçok maddenin hassas bileşimidir. Önce içine rastgele düşünceler atıyoruz. Sonra biraz o güne ait, akılda kalan görüntüler ekliyoruz. Geçmişe ait anılarla karıştırıyoruz. Bu iki kişilik. aşk, arkadaşlık, insan ilişkileri gibi kavramların hepsi gün içinde duyduğunuz şarkılarla gördüğünüz şeylerle ve kişisel durumlarla harmanlanır. Tamam, sanırım oldu… The Science of Sleep, 2006
25 notes
·
View notes
Text
Unutulmuş ıssız bir köşede rastlanılan bir insan, sıcacık konuşmasıyla insana benliğinin bozuk yollarını, sığınılacak bir köşeciği, zamanı, insanların aptallıklarını, yalancılıklarını unutturabilir.
Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ölü Canlar
364 notes
·
View notes
Photo

Oysa aşka ilişkin anılar, hafızanın genel yasalarından bağımsız değildirler; hafızanın kuralları da, alışkanlığın daha genel yasalarına tabidirler. Alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir (Önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü). İşte bu yüzden, hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, cisentili bir rüzgârda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın ise yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en guçlü kalıntısını, bütün göz yaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. bizim dışımızda mı? daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. Ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve şimdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. Daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası ulusal kütüphane'ye teslim edilmeyen bir kitabın bulunmasının imkansız olabileceği gibi.
Marcel Proust
18 notes
·
View notes
Text
bildiğimiz kadarıyla denek değiliz, hayatlarımız da birer deney değil. bu nedenle sonsuz tutarlı, ham görmeden pişkin, ilk günden olgun ve tartışmasız düşüncelere, duygulara, davranışlara sahip olmamıza dair beklentiler müthiş haksızlık.
“aynı” durum ikinci kez tekrarlanırken bu durum karşısında ikinci adımı ilk adımdan farklı atmak kendimizle çelişmek değildir. bu yalnızca ihtimallerden biridir. buna dair aklıma gelen üç neden daha sıralayabilirim: çifte standartlı olmak, meselenin değişkenlerine göre esneyebilirlik, yanıldığını deneyimleyip değişmek.
47 notes
·
View notes
Photo


Mustafa Kutlu’yu ilk kez 19 yaşında okudum. Eşimle yeni tanışmıştık. Kendisinin en sevdiği öykücü olduğundan bahsettikten sonra bana okuyup okumadığımı sormuş, bende henüz okumadığımı söylemiştim.
Çok soğuk bir kış günü tramvayda hatta tam olarak Sirkeci durağındaydık. “Unutmadan” deyip çantasından bana aldığı ilk hediyeyi çıkardı: “Huzursuz Bacak”
Nasıl mahcup olduğumu anlatamam. Bende utanarak söylüyorum ki ters bir şeyler söylemiş ve biraz kaba davranmıştım. Halbuki bu benim savunma mekanizmamdı o yaşlarda. Sevdiğimi, hoşlandığımı gizleyerek güya zaafsız bir insan olarak gözükmek istiyordum.
Nitekim o gün ilk kez o kadar mahcup olmuş ve tabii ilk Kutlu öykümü okumuştum.
Güzel yaşlar ve güzel günlerdi.
14 notes
·
View notes
Photo

bu fotoğraf 1968 ağustos’undan, koudelka. sovyet tankları prag’ı işgal ediyor.
bu fotoğrafı ilk gördüğümden yıllar sonra, pera müzesinden bir basımını satın alıp saklayabilmiştim. sanırım gençtim.
“kaldırım taşlarının altında kumsal var!” , yeter ki onu söküp kaldıracak gücü olsun insanın. bu fotoğraftaki adamın da sol elinde çantası var, gündelik hayata dair bir detay - tiananmen meydanında tankların önünde duran şu meçhul adam gibi.
bu fotoğrafı şu haber yüzünden tekrar hatırladım:
bugün prag’da 54 yaşında bir adam kendini ateşe vermiş.
tam da 1968 yılında jan palach’ın -ki daha o zamanlar 19 yaşında bir öğrencidir- sovyet işgalini protesto etmek içim kendini yaktığı meydanda.
palach’ın kendini yaktığı yerde, dünyanın en güçlü anıtı var: yanarak kavrulmuş bir meydan. buraya fotoğrafını koymak istemem, çünkü ne zaman görsem üstüme bir ağırlık gelir. 9lar kuralını hatırlamaya çalışırım, ağırlıklardan meşguliyetle uzaklaşmaya uğraşırım.
bugün, 1968′in 50. yıl dönümünde, prag’da kendini ateşe veren adam hakkında pek bir bilgi bulamadım. ama 2013′te de birisinin bu işe kalkıştığını, onunsa sadece parmaklarının yandığını öğrenmiş oldum.
jan palach için “insan-meşale” diyorlar. ve sonra onu anlatan bir devlet televizyonu belgeseli var, ismi “yanan çalı” - evet, tanrının bir sureti olarak yanan-çalı. ben, tanrının insanlara yol göstereceğini pek sanmam. ama bir insan-meşale’den daha büyük bir yol gösterici düşünemiyorum.
49 notes
·
View notes