Tumgik
olguunal · 2 years
Text
Türk Sağının Tarihi Yenilgisi
Geçtiğimiz hafta Pazartesi günü 6 partinin lideri “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi” için anlaştığı metni kamuoyuna sundular ve kamuoyuna birlikte fotoğraf verdiler. Bu tarihi fotoğraf ise kimilerince tarihi birleşme olarak karşılandı, kimilerince ise “eksik bir birliktelik” olarak tanımlandı. Halbuki bu fotoğraf, büyük siyaset fenomeni “Tayyip Erdoğan’ı” önümüzdeki seçimlerde iktidardan indirecek bir birliktelikse, bu fotoğraf “Türk sağının tarihi yenilgisi”.
Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk öncülüğünde Kemalist hareket, 700 yıllık Osmanlı Devleti’ni tasfiye ederken, Harf Devrimi’ni yaparken, devleti laik bir kimliğe büründürürken, İslamcıları siyaseten sindirirken bu radikal değişikliklere karşı sağ siyaset Atatürk’e, sağlığında ve şimdi de (İslamcılar hariç) bir eleştiri getirememiştir. Atatürk, meşruiyetini Kurtuluş Savaşı’ndan da aldığı için “onun çevresinde büyük bir meşruiyet alanı oluşmuş” ve dolayısıyla, bu kadar radikal değişiklikleri sağ siyaset adeta içine atmış, O’na söyleyemediklerinin acısını ise çok partili yıllarda İsmet Paşa’dan ve CHP’den çıkarmışlardır.
Türkiye’de 2. Dünya Savaşı sonrasında çok partili siyaset Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi şeklinde saflaşırken Demokrat Parti icracı bir parti olarak konumlandı ve siyasetini bir yandan “köye” yol ve makine götüren bir yandan da “iş bitirici” bir şekilde kullandı. Şevket Süreyya Aydemir, Demokrat Partili yılların “biz yapalım da, plan arkadan gelsin” gibi icracı bir plansızlıkla ilerlediğini haklı bir şekilde belirtir. O zamandan bu zamana sağ siyaset “icracı kimliği” sahiplenmiştir. Menderes’ten, Erdoğan’a bu kimlik süregelmiştir.
1950 seçimlerinden bu yana Türk sağı hep iktidar oldu, en azından sağ kimliğin bir tanesi ise koalisyonların içinde yer aldı. Menderes, Demirel, Özal, Erdoğan gibi liderler en az bir dönem tek başına iktidar oldular. Böyle bir “iktidar hakimiyetine” rağmen hangi konuda dünya ortalamasının üstündeyiz sorusuna verecek bir cevabımız var: Hiç bir konuda!
Halbuki dünyada böyle büyük hegemonyalar en azından bir kaç konuda iyi pratikler üretiyorlar. Japonya’da muhafazakarlar 55 yıl boyunca ülkeyi yönettiler ve sanırım hangi konuda iyi olduklarını söylemeye gerek yok. Aynı şekilde İskandinavya’da Sosyal Demokratların iktidar pratiği de güzel bir sosyal devlet örneği gösteriyor.
Bizde ise sağ politikacılar ülkeye vizyon katıp, ekonomik refahı arttıracak bir siyaset gütmektense “yerli ve milli bir spor olarak” CHP ve İsmet Paşa eleştirileriyle iktidarlarını sürdürmekle meşgul oldular hep. Bir km yol yapıp 100 tane laf söylediler hep 70 yıldır tek başına iktidar olamayan CHP ve İsmet Paşa’ya karşı. Yukarıda saydığım dört lider de en azından iktidarlarının “ilk bir kaç yılını” makul söylemlerle geçirirken, iktidar oyununda geriye düşünce de oldukça irrasyonel bir tavra büründüler, “kurucu babaya isyan edemediği için gönlü kırgın, liseli bir ergen gibi davrandılar hep”.
Bu siyasetin söylemlerine bakınca “Ortanın solu, Moskova’nın yolu”; “Bir saniyesine hakim olamadığımız dünyada, bu kadar fırıldak olmaya gerek yok”; “Vatan aşkı maya gibidir, sütü bozuk olanlarda tutmaz”, “CHP zihniyeti ecdadımızı bize düşman gibi gösterdi” ve bunun gibi onlarca sözler. Bu sözlerde, makul, rasyonel bir siyasetin değil de “gönlü kırgın, bir türlü büyümek istemeyen, reaksiyoner, şımarık bir çocuğun” izleri mevcut. Yani, sağ siyaset Necip Fazıl Kısakürek matruşkası gibi. Açtıkça küçük Necip Fazıllar görüyorsun.
1961 seçimlerinde Demokrat Parti’nin takipçileri olan partiler CHP’den fazla oy almışlardı. Yani darbeyle gidenler seçimle tekrar gelmişlerdi. O zamanlarda, CHP parti yönetimindeki kimi insanlar, hükümete girmek istemiyorlardı çünkü o nazik dönemde partinin yıpranacağını düşünüyorlardı. Haklıydılar da, ordu ve DP takipçilerinin birbirine karşı olan hasmane tutumları sebebinden ötürü CHP hükümete girmese, bu süreçten güçlenerek çıkabilirdi. Ama İsmet Paşa hem ordunun kaynayan kazan halinden ötürü hem de Menderes ve 2 arkadaşının asılmasından ötürü nazik olan o durumu sönümlemek adına hükümet kurmuş ve o durumu idare etmeyi bilmiştir. Türk sağı her büyük kriz anında partinin geleceğinden daha çok ülkenin geleceğini düşünen bir CHP lideri buluyor neyse ki.  
Şu an ise Tuncelili, alevi, bürokrat kökenli bir CHP lideri Türk sağının her seferinde yaratmasını iyi bildiği krizi aşabilmek için sorumluluk alıp bir birliktelik kuruyor. İşi zor o liderin, “çünkü mesela vals yapılmasının bile kendisini mağdur ettiği” bir gönlü kırgınlar kümesini idare etmeye çalışıyor. Bunları aşmak ise “tarihi mağlupların kaprisli hallerine rağmen” Mithat Paşa-Mustafa Kemal Paşa-İsmet Paşa geleneğinin bir sorumluluğu!
0 notes
olguunal · 3 years
Text
Seni Olan Yenilgi
Hiç İsmet Özel okudunuz mu? Bir çok kere, bir çok şiirini okudum ben. Farklı tatlarla birlikte, bu tadın anlamlarıyla da kenetlenerek. 
Şarapla okudum mesela, şarabın vaadettiği dingin bir ahengin İsmet Özel şiirlerinin hırpani vuruculuğuyla kapışmasının yarattığı tezattan keyif alarak...
Birayla da okudum, uzun erimli bir yolculukla ancak ulaşacağın sarhoşluğa, bu şiirlerin kattığı derinliğin farkında olarak...
Ve tabii viskiyle de okudum, sürklase edici bir bourbon ferahlığının, İsmet Özel’in anlam dünyasının sana hissettirdiği “anlamsızlıkla”...
“senin karanlığına kanat vuran yarasalar başka bir göğe germişler kendilerini yürekli savaşçılar olmuşlar gemilerini yakmışlar ve silahlarını bilerken kanlarına yansımış gece senin sularına inen yırtıcılar ve piçler yani aşk çocukları yanan gemilerin suya yankısı oluyorlarmış yaşlı büyücüler söylediler çingene çocukların gülleri mor olmadı aşka bunaltıları onlar getirmediler onlara dayanıyorum yürekli savaşçılara saçları uzun bir unutkanlıkla örülmüş kanlarının ardında tehlikeler yürüyen korkunun gözlerini aradığı omuzlarında gittiler, yittiler arasında boğuk seslerinin tozuyan atlarının yelelerine baktılar ve sen oldun ve seni gördüm, eğninde bir mavi gözlerin vardı.”
0 notes
olguunal · 3 years
Text
Tarih Kemalistleri Çağırıyor!
Türk demokrasisi çeşitli krizlerin içinde debelenerek bugünlere geldi. Bu demokrasi yolculuğunu milli mücadeleyi referans alarak başlatırsak, “radikal bir realizm” olan Kemalist devrim yaşandı, çok partili hayata  geçildi, bir başvekil ve bakanları asıldı, yaklaşık 10 yılda bir askeri darbeyle demokrasi kesintiye uğradı, sağ ve sol çatışmasıyla “ufak çaplı bir iç savaş yaşandı” ve tarihin en uzun soluklu Kürt isyanı ise hala sürmekte. Son olarak da “sivil otoriterlik” olanca hışmıyla “gündemi” dayatmakta ve belirlediği “gündemle” de bütün kurumların içini boşaltmakta.
Yukarıda kaba bir özetini yaptığımız bu demokrasi serüveninin omurgasını Kemalizm ekseninde, yeni bir bakış açısıyla yorumlamaya çalışacağız. Önce bir Kemalizm tanımı yaptıktan sonra Türkiye’nin kangren olmuş sorunlarını bugüne getirip sorunlara şimdilik çözüm önerisi sunmadan hangi temelle yaklaşmamız gerektiğini belirleyeceğiz. Kemalizmi, “tarih olarak” Kurtuluş Savaşı’ndan 1950 seçimlerine kadar olan süreçte yapılan devrimlerin toplamı anlamlandırdığımı ifade etmek isterim.
Kemalizm “o çok sevdiğim tanımlamayla” yurdumuzun kendi koşullarından doğan ve gelişen ; tam bağımsızlık, anti-emperyalizm ve Misak-ı Milli temelleri üzerinde yükselen, içinde evrensel değerler barındıran ulusal bir çağdaşlaşma ideolojisidir. Aynı zamanda bu ideoloji; komünizm, kapitalizm gibi “katı” ideolojilerin “motivasyonundan” ayrılmakta, ülkesine dair sorunları “doktriner” çabaların sıkışmışlığını aşarak, evrensellik barındıran bir vizyonla çözme iddiası taşımaktadır.
Kemalizm “radikal bir realizmdir”. Yani Kemalizm, kendisine kadar birikmiş bir çok sorunu, birikmiş olan o “entelektüel çabayı” da dikkate alarak “radikal ve gerçekçi” çözümlerle sonuca ulaştırmayı hedeflemiş ve başarmıştır. “Gökten zembille geldi” gibi eleştirilerin “tabii ki” aksine hemen hemen bütün temel devrimler çok çeşitli tartışma zeminleriyle olgunlaşmış ve “radikal iradenin” vizyonuyla da hayata geçmiştir. Saltanat ve hilafetin ilgasından cumhuriyete geçiş de , Latin harfleriyle yazıya geçişe kadar hemen her şey Osmanlı’dan beri süregelen tartışmaların bir eseridir.
Kemalizm “eskiyi” tasfiye edip, “yeniyi” inşa ederken “pozitif ilerlemeyi” kurgulamış, “geçmişin yükleriyle” yaşamayı değil “geleceğin umuduyla” yaşamayı senkronize etmeye çalışmıştır. Örneğin “vatandaşlık bilinci” veya “Türk milliyetçiliğini” bu şekilde açıklamak mümkündür. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bu coğrafya, demografik olarak “olağanüstü” değişimler yaşamıştır. Ermenilerin tehciriyle bir kadim halk maalesef Anadolu’dan “uzaklaştırılmış”, Yunanlılar ile “mübadeleye girilmiş”, Kafkaslardan Anadoluya göçler yaşanmıştır. Bu “olağanüstü” demografik değişimlerle oluşan “yük”; nefret veya negatif duygularla oluşan bir motivasyonla değil “yeni bir insan” yaratmak ve bunu da “Türklük” ile ilişkilendirilmekle aşılmıştır. İnsanlar “tebaadan”, “vatandaşlığa” yükselmiştir!
Kemalizm aynı zamanda bir “ülkelerle eşitlik” çabasıdır. İmparatorluk mirasına sahip bir ülke olarak, içinden çıkan ülkelere karşı “eşit olma” çabası güden bir anlayış geliştirmeye çalışmıştır. Yüzyıllarca “hükmedilen” Balkanlara da Arap coğrafyasına ve bunların “trajik kaybına” rağmen “nefret” veya dar bir milliyetçilik anlayışıyla yaklaşılmamış, “eşit ülke” anlayışı çok uzun yıllar ülkemizin temel motivasyonu olmuştur. Yunan başbakanı Venizelos’un, Atatürk’ü “Nobel Barış” ödülüne aday göstermesinin anlamını da bu anlayışın bir getirisi olarak yorumlamak mümkündür.  Diğer pek çok imparatorluk geçmişine sahip ülkelerin “bu vizyona sahip bir şekilde” davranmadığı da oldukça açıktır.
Osmanlı’da siyaset daha çok “askerlerin” veya “yüksek görevli bürokratların” ilgilendiği bir alan olmuştur. Herhangi bir baskı sınıfının -yani burjuvazi veya işçi sınıfının (vb)- gelişmemesi “sivil siyasetçi” kavramının oluşmasını engellemiş, dolayısıyla iktidar değişimleri “askeri yöntemlerle” olmuştur. Bir kısım padişahlar “askeri güçle” devrilmiş, kimi sadrazamlar asılmış, kimi zaman da padişahlar askeri kurumları tasfiye etmiştir. Yani “askeriye” veya “gücün silahlı hali” siyasette hemen her zaman en “hareketli” kurum olmuştur. Kemalist önderlerin önemli bir kısmı aynı zamanda birer asker oldukları için, içinden çıktıkları kurumun siyaset girdabına girdiğinde neleri yaşatabileceğinin en derin halini – Balkanların kaybı,1. Dünya savaşı vs vs- yakınen görmüşler ve buna dair önlemler de almışlardır. Sonuçta askerin siyaset dışı kalma durumu için “çaba” gösterilmiş, en azından 27 yıl boyunca (1923-1950 arası) asker, siyaseti hareketliliğin dışında kalmıştır. Sonuçta Kurtuluş Savaşı “bile” Meclis’ten yönetilmiştir. Bunu da “Meclisin askere” hükmedeceği bir sistemin inşası olarak yorumlamak mümkündür.
Kemalizm aynı zamanda bir çok Batı ülkesine göre dahi “kadın ve kadın hakları konusunda” oldukça radikal bir çabaya girmiş, “kadınlara seçme ve seçilme hakkını” sağlayan ilk ülkelerden biri olmuştur. Sosyal yaşamda oldukça geride olan “kadın görünümünü” eğitimle ve “farklı” çabalarla aşmaya çalışmış, nüfuz ettiği bütün “kurum” veya “yapılarda” kadın temsiline dair bir anlayış geliştirmiştir.
Seküler bir yaşam formu yaşatma geliştirme ve laiklik de Kemalizmin bu ülkeye “armağan ettiği” en etkili “devrimlerden bir tanesi”.  “Dinin siyasi tahakkümü” ve “dinin günlük yaşama etkisi”, “laiklik” vizyonuyla “geriletilmiş”, “seküler yaşama formu” ülkeye kazandırılmıştır. Çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede “dini bireyselleştirme çabası” ve buna dair reformlar “hala daha” başka bir Müslüman ülkede “görülmüş değil”.
Yukarıda özetlediğim konular Kemalizmin altı ilkesinin içinde ve/ veya dışında değerlendirilebilecek önemli mihenk taşları. “Radikal bir realizm”, “pozitif ilerleme”, “ülkelerle eşitlik çabası”, “kadın haklarında ilk” ve “laiklik” vizyonlarını ise bugüne taşıyıp Türk demokrasisinin bugünkü sorunlarının çözümüne dair “temeli” işlemeye başlayacağız.
1950 seçimleriyle birlikte, “Kemalizm” iktidarı “oldukça barışçıl” bir şekilde Demokrat Parti’ye (DP) bırakmış;  bu konuda da “dünyada çapında bir öncü davranış” sergilemiştir.  Maalesef DP iktidarı bir askeri darbeyle devrilmiş ve bu çok partili demokrasi deneyimi “kötü” bir yol kazasına uğramıştır. Bir cuntanın bu darbeyi başarması ise “ordunun sürekli kaynayan bir kazan” halini 1960-1980 yılları arasında ülkeye yaşatmış; 1980 yılında  “emir-komuta” zinciri dahilinde yapılan darbe, “cuntaların yarıştığı bir ordu” hüviyetine son vermiştir. 1990’lı yıllarda “postmodern darbe” hevesiyle iktidarlar kansız bir şekilde “düşürülmüş”  ve en son da “islamcı cemaatin” 15 temmuz kalkışması yaşanmıştır . 1960 darbesiyle başlayan “askerin siyasetin direk içinde olma hali ve isteği” bugünlere kadar sürmüştür. Ordunun “tarihi gücüne” yaraşır şekilde; yeni ve demokrasi içi bir konuma yükseltilme ihtiyacı vardır!
Cumhuriyetin ilanından sonra Dersim isyanına kadar bir çok Kürt isyanı çıkmış ve bunlar da bastırılmıştır. İsmet Paşa’nın deyimiyle “Kürt sorunu vardır, sindirilmiştir ama vardır” durumu 80’li yıllara kadar “suskun” bir şekilde gelmiş, bu sorun daha sonra PKK’nın çıkmasıyla terör-özgürlük denklemine oturmuştur. Sonuçta var olan bir “sorun” PKK’nın şiddetiyle hem görünür hale gelmiş hem de “terörize” olmuş, 40 yıllık bir “çözümsüzlükle” de günümüze gelmiştir. Devletin bu soruna yönelik “ sadece askeri yaklaşımı”, sorunu hem karmaşıklaştırmış hem de ciddi insan hakları ihlallerine sebebiyet vermiştir. “Kürt sorununun sivil sahiplerinin” de hala “hapsedilme siyasetine” maruz kalması ve kendilerinin de terör-özgürlük alanında bir sivil siyaset üretememesi  de “olanca görkemiyle” devam etmektedir.  Her ne kadar bu sorun etnik bir çatışmaya dönüşmemiş olsa da “yeni bir pozitif kimlik inşa etme ihtiyacı” bu sorun özelinde belirmiştir.
Türkiye hemen her zaman ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir ülke olmuştur.  Buna dair bilincin de “hala daha oldukça zayıf olması” fevkalade şaşırtıcıdır. Hemen her kesim, ciddi insan hakları ihlallerine uğramış ve “ağır insan hakları ihlalleri” de devam etmektedir. Menderes, Polatkan ve Zorlu ile Gezmiş, İnan ve Aslan siyasi kişileri asılmış, Diyarbakır cezaevinde insanlara dışkı yedirilmiş, ülkücü ve solcu gençler 12 Eylül zindanlarında işkencelere uğramış, Aleviler Sivas’ta “yakılmış”, başörtülü insanlar başörtüsüyle okullarına girememiş, askerler  ve Kemalistler de Balyoz ve Ergenekon davaları sürecinde ciddi insan haklarına uğramışlardır. Az ya da çok olmasına bakmadan  her kesim “insanca siyasi mücadele sürdürme” hakkından “en azından bir süre” mahrum kalmışlardır. Maalesef “gücü eline alan” da “geçmişte mağdur olmasına bile” bakmaksızın “karşı kimliklerden” öç alma duygusuyla hareket etmiştir. AİHM’de insan hakları konusunda en çok “ceza ödeyen devletin” Türkiye olması “şaşırtıcı değil belki” ama “onur kırıcı”!
Kadın hakları konusu ise ülkenin “en dinamik” sorunlarından bir tanesi. Kadınların hem “eşitlik” konusunda hem de “şiddetin önlenmesi” konusunda ciddi bir muhalefeti, güçlü örgütlenmeleri haklı ve güçlü sesleri var. Cumhuriyetin kadın hakları konusunda attığı ilk adımlar, o gücüyle maalesef devam edememiş ve sonra da “hep sallantıda” bugünlere gelmiştir. Türkiye’nin tabandan gelen “en örgütlü” hareketi diyebileceğimiz kadın hareketi elbette hepimize çok şey öğretecek!
Laiklik/sekülerlik eksikliği ve “sivil otoriterlik” konuları ise birer “tamlamayla” tanımlanabilecek konular: birisi ekmek ve su kadar hayati, diğeri ise zehir içmişçesine “yok edici”...
Yukarıda özetlediğimiz şekilde, Türkiye’de “siyaset” kötü bir şekilde tıkanmış durumda ve kendisinin önünü açacak bir “radikal bir realizm” arıyor. İngiltere ve İspanya vb “medeni” ülkelerin yaptığı gibi, kendi kimlik sorunu olan “Kürt sorununu” çözmüş; tarihi gücü oldukça yüksek olan orduyu demokrasi içinde yüksek bir makama yerleştirmiş; Ortadoğu’da Şiiler ve Sünniler birbirini boğazlarken, Aleviler ile Sünnileri “huzur  ve adalet“ içinde yaşatacak formülü bulmuş; kadın hakları konusunda %99.9’u Müslüman bir ülkede” “eşitliği” sağlamış; laikliğin islamcılar için bile su kadar gerekli olduğunu “islamcılara” öğretmiş; her türlü “otoriterlikten” uzak, “insanca” ve “demokratik” bir düzeni bulmuş Türkiye.
Yani, tarih Kemalistleri çağırıyor!
2 notes · View notes
olguunal · 5 years
Text
Türkiye Quo Vadis ?
Geçtiğimiz yerel seçim sürecinde MAK Danışmanlık sahibi Mehmet Ali Kulat bir TV programında bir araştırmadan bahsetmişti. Kendisinin bahsettiğine göre 80′lerde yapılan bu araştırmada, en çok güvenilen mesleki gruplar neler diye halka bir soru sorulmuş ve imam gibi dini önderler ilk sıralarda çıkmıştı. Fakat Mehmet Ali Kulat bu günlerde yapılan bir araştırmaya göre imamın en çok güvenilen mesleklerde ilk 50 sıraya giremediğinden bahsetmiş ve yaşanılan değişimi vurgulamıştı.
80′ lerden günümüze bu değişimi kendi siyasi dinamiklerimizle yorumlamaya çalışacağım 80′ler ile belirmiş ABD’nin “yeşil kuşak siyaseti” anlayışına boğulmadan... 
80′lerle birlikte kırlardan kentlere akış hızı farklı boyuta ulaşmış, şehirlerde korkunç plansız bir gettolaşma başlamış, “sahipsiz gecekondular” ile birlikte bu “akışı” okuyabilecek aktörlere ihtiyaç duyulmuştu. 90′lar ile birlikte Refah Partisi bünyesinde “siyasal islamcılar” bu ihtiyacı iyi okumuş, bu “sahiplenme ihtiyacını” kendi bünyesine doğru kanalize etmişlerdi. 
90′lar ortamını özetlemek gerekirse: Türkiye PKK’yla birlikte terör ortamına sürüklenmiş, iki patolojik merkez sağ figürle (Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz) ve  merkez sol figürlerin birbirine yeme çalışmasıyla kayıp olarak geçmişti. Halbuki siyasal islamcılar bu merkez siyaset boşluğunu sahada insanları örgütleyerek geçirmişti. Siyasal islamcılar “sahipsiz gecekondularla” ve çöken merkez siyasetin bir kısım seçmenleriyle bir dil tutturmuştu.
1994 yerel seçimleriyle ise merkez siyasete darbe indirmişti siyasal islamcılar. Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirler sürpriz bir şekilde kazanılmıştı. Egemen kuvvetler de odağını siyasal islamcılara da kaydırmaya başlamıştı. Çiller 1995 genel seçim kampanyasını “Refah partisinin PKK’dan daha tehlikeli olduğuna dair” söylemlerle doldurmuştu. Merkez siyaset ve askeri irade Refah partisi bünyesinde siyasal islamcılara böylece “vurmaya başlamıştı”. Sonuçta RTE belediye başkanlığından düşürülmüş ve artık muhtar bile olamazdı!?
1999 seçimlerinin ruhu ise Öcalan’ın yakalanıp ülkeye getirilmesi süreciyle başka şekilde yürümüş ve bu seçimler DSP-MHP- ANAP koalisyonuyla sonuçlanmıştı. Kabaca, Bahçeli’nin çöken koalisyonu seçimlere götürme iradesiyle 2002 seçimleri yapılmış ve gömleğini çıkarmış “eski siyasal islamcılar-yeni muhafazakar demokratlar” meclisteki büyük çoğunluğun sahibiydi artık.
2002′de büyük zafer kazanan AKP, merkez sermayeye karşı “Anadolu sermayesini” ve şehirlerde Refah partisi zamanından beslendiği büyükşehir gecekondu muhafazakarlığını “merkeze doğru” taşımaya başlıyordu. “Yerleşik Türkiye siyaseti” kendisine vurdukça büyüyor %50′lere ulaşıyordu.
2007 ve 2011 seçimleriyle pekişen seçim zaferleri özellikle büyükşehirlerde bulunan taşra/kır kökenli muhafazakar sınıfın “orta sınıfa” dönüşmesiyle sonuçlanıyordu. Artık 3. kuşağı yetiştiren taşra/kır kökenli muhafazakar sınıfın büyükşehirlerde “dünyevileşme” ihtiyaçları beliriyordu. 
Artık muhafazakar ailelerde kızlarının başörtüye girme seremonisi gibi kutlamalar yapılıyor, muhafazakar oteller serisi açılıyor, Huqqa gibi muhafazakar eğlence mekanlarında “alkolsüz mojitolar” satılıyor, başörtülü kadınlara yönelik moda dergileri çıkıyor, başörtülü instagramer fenomenler doğuyor ve bunun gibi bir çok hikaye başlıyordu. Arkaik islamcı öğretileri değil, dünyevi ya da kabaca seküler tüketim alışkanlıklar “Türkiye tipi muhafazakarlığıyla” vücut buluyordu. 
Bu yeni Türkiye tipi yeni muhafazakar alışkanlıklar iyice gelişmeye başlarken, herhangi bir yeni ahlaki çıkış üretemeyen islamcı entelektüel sınıf Gezi direnişiyle birlikte “trolleşme” eğilimine başlıyor Pelikan ekibi bu trolleşmenin şahikasına ulaşıyordu. 
Bu popülerleşen trolleşme akımının yanında başka itirazlar türüyordu. Twitter’da başlayan  https://twitter.com/yalniz_yurume?lang=en hesabıyla vücut bulan başörtülü kadınlar geleneksel muhafazakar aile kodlarına meydan okuyor, artık takmak istemediği başörtüsünü internette dile döküyordu. Aynı zamanda popüler hashtag olan #10yearschallenge a eskiden başörtülü kadınlar eski başörtülü fotolarının yanında yeni başı açık fotolarını da ekliyordu. Bu gibi gelişmeler orta-uzun vadede büyük okumalara sebep olacak gelişmeleri açık ediyordu.
Muhafazakar kadınların isyanının yanı sıra İstanbul yerel seçimleriyle birlikte değerlendirecek olursak “muhafazakar erkek kümesinin de isyanını” bir yolda olduğunu netleştirebiliriz. Medyascope muhabiri Büşra Cebeci’nin röportajlarından da anlaşılabileceği üzere “erkekler”, ailelerinin “ ya bu gençler eskileri bilmiyor, yaşamadı, ah Bu CeHaPe zihniyeti” kalıplarına değil CeHaPe adayına oy verdi. Bu Türkiye tarihi için bilindik kalıpların dışında bir süreç. Ve Türkiye’de tarih artık başka akmaya başladı. AKP’nin yarattığı genç sınıf “babalarının ve reisin” çizdiği yolda yürümeyecek ve “onlara isyan edecekti.”. 
80′lerden itibaren siyasal islamcı siyaset AKP’yle birlikte zirveye ulaştı ve şu an kendi büyüttüğü kitlesine bile yabancılaştı. Artık Türkiye’de siyasal islam “beyin ölümü gerçekleşmiş, can çekişen hasta” olarak fişini çekecek doktoru bekliyor. 
Yazıyı kapatırken iki şahsiyeti de analım: 90′larda bu tarihlerde öldürülmüş/kaçırılmış ilk islamcı feministlerden Konca Kuriş ve  13 Temmuz 2019 Cumartesi günü vefat eden “cehennemin yıldız transferi; 6. filo ibadetçisi, zavallı” Mehmet Şevket Eygi. Türkiye’de tarih tez ve antitez olarak akar bu iki şahsiyette görüldüğü gibi.
Bu sefer ama kazanacak olan siyasi anlayış ise belli ve bu anlayış seküler : “Herkes farklı herkes eşit”...
2 notes · View notes
olguunal · 5 years
Text
Seçimler ve Meydan Okuma
Bir seçim sürecini daha geride bıraktık. 31 Mart İstanbul seçimlerinde 13,000 küsur farkla Ekrem İmamoğlu lehine olan fark, 23 Haziran’ da 800,000′ in üzerine çıktı. Bu sonuçla birlikte görülüyor ki yeni bir hikaye başlamak üzere.
Türkiye’de seçim hafızasını bir kaç temel üzerine kurgulamak mümkün. “Darbelere” karşı “sessiz mücadele”, ekonomi/istikrar ve meydan okuma-değişim. Ekrem İmamoğlu’nun ve CHP’nin yerel seçim zaferini, Türkiye tarihiyle paralel bir şekilde okumak mümkün. Nasıl?
14 Mayıs 1950′de gerçekleşen ilk “şaibesiz” seçim, Demokrat Parti’nin mutlak zaferiyle sonuçlanmış, nıspi ve çoğunluk oy sistemi sayesinde de DP Meclis’te ezici bir çoğunluk elde etmiş, %55′lik oy oranı yüzdesiyle Meclis’in %85′ini ele geçirmişti. 27 yıllık CHP iktidarı ülkenin kaderini kökten değiştirmiş ama sonuçta yıllar sonra ülkede arzulanan değişime yenik düşmüştü. DP değişim arzusunu bir sloganla özetlemiş: “Yeter söz milletindir” ve  Kurtuluş Savaşı kahramanlarına meydan okumuştu. DP bir hikaye yazdı,  yerleşik iktidara meydan okudu  ve kazandı. 
10 Ekim 1965 seçimlerinde “Çoban Sülo” 1960′ ta yapılan askeri darbe sonucu indirilen DP’nin devamı olarak yol alan Adalet Partisi’nin başında seçimlere girdi ve %52′lik oy oranıyla tek başına iktidar oldu. Hem de DP’nin devamı olduğunu belirterek ve CHP’nin “Ortanın solu” açılımını dize getirerek mutlak bir zafer kazandı. Bu seçimler de DP için asılan Menderes, Zorlu ve Polatkan özelinde meydan okumanın bir zaferiydi ve kazandılar.
14 Ekim 1973 seçimlerinde ise Karaoğlan efsanesi doğmaya başladı. Önce Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet Paşa’yı genel başkanlık koltuğundan eden Ecevit 71 muhtırasına da meydan okuyarak 1973 seçimlerinde %33 ile en yüksek oyu aldı. Yarattığı rüzgarı “Ekmek ekenin su kullananın” gibi sloganlarla zirveye taşıdı ve 1977 seçimlerinde  %41 gibi bir oy oranına ulaştı.
6 Kasım 1983 seçimlerinde ise Özal, 12 Eylül cuntasına utangaç bir meydan okumanın ödülünü %45′lik oy oranıyla aldı.Kenan Evren ve cuntasının seçimden iki gün önce Özal’ı açık açık eleştirmesine rağmen halk cuntanın işaret ettiği partileri değil, Özal’ı seçmişti. “Meydan okuyan ve topluma bir hikaye sunan” gene kazanıyordu.
3 Kasım 2002′de ise başka bir tarife söz konusuydu: RTE “şiir okuduğu” için hapse girmesinin, Çiller ve Yılmaz gibi iki patolojik figürle çöken merkez sağın ve ekonomik krizden bunalan halkın değişim isteğini Ak Parti bünyesine toplamasıyla ödülünü tek başına iktidarla aldı. Hatta bu meydan okumasını 2007 seçimlerinde de sürdürdü ve mutlak zaferini büyüttü.
31 Mart ve 23 Haziran 2019 yerel seçimlerinde CHP özellikle ilçelerinde başarılı olmuş belediye başkanlarını büyükşehirde aday göstererek, RTE ve AKP’ nin illet-zillet, terörist vb. kampanyasının sayesinde de 4 benzemezi bünyesinde toplayarak bu seçimlerden galip çıktı. Ekonomik kriz, Suriyeli göçmenler ve dış politika gibi büyük sorunlara rağmen kurduğu “beka” söylemiyle kendi seçmenine yabancılaşan AKP, illet-zillet, terörist vb. söylemiyle bu sefer muhalefet seçmenini konsolide etti ve “görünürden çok daha büyük” bir mağlubiyeti tattı. 
AKP- yani RTE-, 31 Mart İstanbul seçimlerini iptal ettirip, 23 Haziran’da tekrar seçim yaptırarak ise mağlubiyetini büyüttü. Artık seçmenin hafızasından silinmeyecek bir hatayla kendi hikayelerinde büyük bir çentik daha açtılar.
Türkiye’de seçim kazanmanın formülü hem zorlu hem de basit. Zorlu çünkü  meşruiyetini veya haklılığını şiddete bulaştırmadan yerleşik iktidara “meydan okuyabilmek” ve halka bir hikaye sunabilmek büyük bir kollektif aklı gerektiriyor. Basit çünkü Türkiye’nin bu zamana kadar gelmiş bütün siyasi parti liderleri bahsettiğim bir hikayeyle başlayıp kendi sonlarını en başta kendileri getirmekte oldukça mahirler. 
Kimisi “Yeter Söz Milletindir” diye yola çıkıp içinden çıktığı partiyi kapattırmaya çalışmakla uğraşmış, İsmet Paşa’yı şeytanlaştırıp “taşlattırmıştır”. Kimisi DP mirasını sahiplenmekle yola çıkıp “üçe üç” diye gencecik insanları astırmıştır. Birileri “derdimizi çare bul Karaoğlan” diye oluşan efsaneyi “Burası devlete meydan okunacak yer değildir, atın bu hanımefendiyi dışarı” diye bitirmiştir. Birisi de Kenan Evren’in vermeyin bunlara oy demesine rağmen zafer kazanmış ama gün sonunda 1989′da bunlara (SHP) oy verirseniz belediyeleri çalıştırmam demiş boyunun ölçüsünü almıştır. Diğeri de “millet iradesi” diye çıktığı yolda “millet iradesine” saygı göstermeyip hukuksuz bir şekilde İstanbul seçimlerini iptal ettirmiş, kimi belediyelere kayyum atamış ve hikayesinin başladığı yerde bitişini hızlandırmıştır.
31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleriyle birlikte kudretli iktidara “meydan okuma” yapıldı, şimdi sıra belediyelerle birlikte yeni bir hikaye yaratabilmekte ve topluma yeni bir yaşam formu sunabilmekte...
“Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor, ... hayaleti.” Üç noktayı doldurabilen anlayış kazanacak, sadece kim olduğu belli değil. Ama gün sonunda biz kazanacağız, sekülerler.
1 note · View note
olguunal · 10 years
Text
bir sosyalist değilim ama sosyalistlerin en azından bu parlementer rejimde güçlü olmasını isterim şu gibi sebepler yüzünden : mesela bir işçi sağlıksız koşullardan ötürü öldüğünde sosyalistlerin sistemi kitleyebilecek kadar etkili olabilmesini, en örgütlü güçler olarak "bunu" örgütleyebilmesini isterim. bizim gibi ülkelerde  bu gibi bir muhalefetin tabanının olmasını da çok isterim ve bunun dışında da sosyalist (kabaca gomunist :p) ve genel itibariyle atatürkçü kesimlerin de bir diyalog halinde olmasını çok çok önemli görürüm. bunların özelinde de dağhan ırak "bir hdp seçmeninden bir hdp eleştirisi" başlıklı bir yazı yayımladı ve bu yazıyı da hdp özelinde, gomunist partilerin kendilerine saygı duyup "mesela belediye meclisleri için gayet de hdpye oy verebilecek" bir insan olarak yazıyorum dağhanın yazısının belli fikirlerine atıfta bulunarak.
eğer kürt sorununu düşünecek olursak ve de "türk" kesimini düşünecek olursak barış görüşmelerini taşıyabilecek iki taban vardır bence. birisi islami (veya daha çok muhamazakar) kesim, diğeri genel itibariyle atatürkçü diyebileciğimiz (hadi diyelim ki chp seçmeni) bir kesim. "islami" taban bir ideolojik bir tutum, bir ahlaki tutum geliştiremediği daha doğrusu "inşaat ya resulullah" gibi devletin malı deniz yemeyen domuz ilkesizliğinin içinde boğulduğu için  "erdoğan'a tapınma tarzında bir tavrın" dışında bir şey üretemedi. (çok kabaca). bu atatürkçü kesim de pek doğru yerlerde yer alamasa da en azından aydın kavramına çok özenli olduğu için okumaya öğrenmeye meraklı olduğu için dönüştürebilir bir insan grubu gayet de olabilir. bunu düşünmeme sebep olan şeylerden birisi de "gezi parkı" direnişi.
kürt sorunu gibi algıda derin bir şekilde bölündüğümüz bir konuda atatürkçüler hemen yarın "doğru veya insani" bir tavır geliştiremeyebilir. ama "medenimizi" kaybettiğimiz gün kadıköyünden beşiktaşa "kemalist" mecralarda gayet önemsenebilecek eylemler olduğu için bu çıkan enerji doğru bir şekilde kullanılabilirse gayet güzel kazanımlar elde edilebilir. eğer siz insanlara doğru sorular sordurabilir, insanları itmezseniz (mesela dsipli gerizekalılar gibi).orta vadede güzel şeyler yaratabilirsiniz ki kendisini "gezinin partisi" olarak tanımlayan hdp maalesef kötü sınavlar veriyor. sırrı abe hiç değilse gezideki duruşundan ötürü pek çok kişinin saygısını kazanmış durumda ve bunu bir avantaja çevirebilecekken atatürkçüleri belli ölçüde ikna edebilecekken saçma sapan söylemlere savrulup antipatik bir mecraya savrulabiliyor.
zeynep gambetti mustafa sarıgüle oy verilebilir tarzında bir twitinden ötürü tonlarca "ağır twitlere" maruz kaldı. onlarca atılan twitin dışında dikkatimi çeken bir tweet ferdan ergutunki o da şöyle bişi "özne" olmaya çalışın tarzı bişi. girmek istediğim noktalardan birisi de tam olarak bu. abi "kürt" oylarını ve kamuoyunu geç sen hdp olarak ne kadar ne kadar "türk" kesimine hitap edebiliyosun ki? mesela bir tabana açılım gerçekleştirmeden ne kadar etkileyici olabilirsin ki? mesela hdp bu haliyle devam etse "türk" kamuoyuna sen ben bizimoğlan denkleminin dışında ne ifade edebilir ki? (bunların hiçbirisi birilerini küçümsemek için söylemiyorum, sadece napabileceğini merak etmek için soruyorum) "gezi" bu değil!
kastetmeye çalıştığım şey aaa atatürkçüler de süper olsun gomunistlerle el ele olsun hayat tozpembe meselesi değil. basitçe şu, belli ölçülerde birbirine saygı duyabilecek, tabanlar arası bir diyalog meselesi.  
gezinin benim için yakalanabilecek fırsatlarından bir tanesi şuydu: atatürkçülerin mesela daha vicdani bir noktaya çekilmesinin öncülüğü. abi, gomunistler mesela 90larda sistematik işkenceye maruz kaldılar, hayata dönüş operasyonunda yakıldılar şimdilerde ise en ufak bir solcu kliğin (mesela puşi takmak, veya en ufak bir şeyin "terör" suçu sayılması) yaşadığı muamele bir vicdan muhasemesine dönebilseydi gümbür gümbür çok çok güzel olabilirdi ama "mesela" maalesef yozdilin tersten yemişleri dsipliler hdpnin bir bileşeni olarak (alperen solcular) sitelerinde chplileri potansiyel faşist olarak nitelendirebiliyorlar. (kimileri öyle olabilir de aptallığa lüzum yok!)
bence mesele basit, türkiye gibi bir iklimde tabanlar arası mesafenin çok olduğu, tabuların, travmaların çok olduğu bir ortamda sosyalistlerin böyle bir tutum geliştirmeye "hakları" yok hele ki geziden sonra. eğer öğretici olmanın düzleminden çıkıp küçümseyici bir tavır geliştirilecekse her şey daha kötü olur. hele ki "gezinin" partisiyseniz...
0 notes
olguunal · 10 years
Text
malum hemen her seferinde her sıkıntıda "90 yıllık kemalist" tamlamasıyla başlayıp kürt sorunu, ermeniler, rumlar, askeri vesayet sorununu bu tamlamanın arkasına getirip işin içinden çıkmayı seven gırla dolu insanlarımız falan filan var. bunun son örneği de umut özkırımlı. malum kck eşbakanı hatun şunları deyivermiş: "Türkiye’de resmi devletin dışında bir de paralel devletler vardır. Mesela Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir"...  açıklamanın saçma sapan olduğuna kuşku yok da (bu açıklamayı bir milliyetçi,atatürkçü falan yapsa faşist diye arkasından koşturacak arkadaşlarımızı ön saflara davet ediyorum :p) ki sonradan dedikleri de felaket ama neyse konumuz bu değil. umut hocamız da maşallah hemen yapıştırmış o da şu şekilde başlayarak: "90 yillik Kemalist irkci soylemini benimsemek"... arkası dediğim gibi bu yazının konusu değil. 
siyaset bilimci veya sosyoloji okuyan biri falan değilim mühendis adamız ve şunu bana biri açıklasın. diyelim ki sadece hükümetleri ele alalım: demokrat parti, adalet partisi, ecevit, inönü nihat erim, anap, dyp falan filan kemalizm adına hangi ortak noktaları vardı? böyle geniş bir kemalizm yelpazesi nasıl da kolay bişi dimi? veya sadece 60lardan beri süren askeriyenin hakim olduğu bir siyaset alanını ele alalım: hangi askerler abi, 60larda bir başbakan asıp ama görece özgür bir anayasa hazırlayan askerler mi veya 80lerde ülkücü ve devrimcileri işkencelerden geçirip görece islamcı dayılarımıza daha fazla alan açan bir askerler mi? veya 28 şubatta dindarlara cadı avına çıkıp onları içeri tıkan askerler mi? hangisi kemalizm? bunları toplamı diyosanız, eheh :) 
evet türkiye cumhuriyetinin  ve demokrasimizin hiç de iyi sınavlar vermediği noktaların olduğunu rahatça kabul edebiliriz. kürt sorunu, ermeni, rum askeri vesayet falan filan... "kemalizm" olmasa sanki bu topraklara hiç hardcore milliyetçilik(yanlış anlaşılma olmasın milliyetçilik şu an dünyanın bir dürtüsü genel olarak, boyutları değişse de) ( ya da kemalizm getirdi bunları gibi bir deli saçmasının kuytusuna düşmeden söylüyorum) uğramayacakmış gibi davranan ve bu milliyetçiliği kemalist (ne kolay bir yol ve de ne de "güvenli" bişi) kavramının içinde eritip buradan da bir model çıkarıp her kötülüğü "bir kesime" kesmek kolay ya da komik oluyor. dünyada hemen hemen hardcore milliyetçiliğin yaratmadığı acı yok gibi. bizim farklılıklarımızdan biri ise hiç bir yüzleşme sürecine girmeden hala yaşamaya çalışmamız. zor oluyo bence ve yalpalıyoruz.
türkiyede sıkıntılı bir iş yapan her adam "atatürk" demiş olabilir fazlasıyla,farklı koşullarda. türkiyede çok çeşitli görüşten insanlar bile atatürkten meşruiyet alıp onu kendi safına çekmek isteyebilir. ki hatırladığım kadarıyla tesevin son yıllardaki araştırmaların birinde insanların %80i falan anayasadaki "atatürk ilke ve inkılapları" ifadesinden rahatsız olmadığını ifade etmiş. yani böyle bir gerçek varken (ki bence bu ifadenin anayasada kalması benim açımdan pek gerekli olmayabilir) kim atatürkü dışarı atıp bir siyaset oluşturmak ister ki (bdp dışında, onların durumu farklı :) neyse açmaya da gerek yok).pratik açıdan kim dışlamak ister ki? 
sadece kürt meselesini alalım. diyelim ki atatürkün politikası çok yanlıştı (komik ama diyelim ki dedik!) ulan 75 yıl oldu bir tane adam mı çıkmadı farklı bişiler söyleyen.veya her yer "kemalizm" her yer darbeci/ırkçı falan demi 75 yıldan beri. 75 yılda dünyada ülkede tonlarca trajik gelişme olmamış gibi dönemlerin ruhundan mesela işleri çıkarıp her şeyi bir kara deliğin içine atmak kolay oluyo. biraz çok boyutlu olmak lazım değil mi "sosyal meselelerde" (ulan bizim mühendislik gibi "kesin" sonuçların olduğu işlerde bile her şey çok boyutlu denebilir eheh :) )
"kemalistlerin" söylediği her söz beni ilgilendirmiyor. kendime göre bir kemalizm bağlamımız var ve bunun kendimce doğru olduğunu düşünüyorum. ki şunu da söliyim ki "bağzı kemalistler" de dönem dönem fevkalade sıkıntılı davranmıştır. ama sizin her şeyi bir kara deliğe atıp "kemalist toplamı" mahkum etmeniz komik oluyor. hele ki mesela sosyalist(veya aşırı kaba şekilde "solcu") olup sovyetleri yerin dibine batırmadan hala cik cik öten bi ton cici kuş varken :)
0 notes
olguunal · 11 years
Text
liberallerimize ithafen :)
gezi parkı direnişiyle şehit verdiğimiz liberallerimize...
liebe liberal(markar,yıldıray,genç siviller falan filan) kitle, rte nin ve şurekasının faiz lobisi falan çıkışlarını çekebiliyorum ama sizin şu analiz öküzlüğünüzü hiç çekemiyorum. 4,5 yıldır bir "kemalist" grubun içindeyim, çalıştaylara falan katılırım, mezunlarımızdan tonlarca anı dinlemişimdir içinde bulunduğum kitleye dair. daha doğrusu senden daha iyi tanıdığıma inanıyorum. kemalistlerin diren lice demesini "bile" hükümet alerjisine bağlayıp,hükümete karşıtlık için "har" arıyolar bunlar diyosunuz, söliyim ne mal adamlarsınız. geçmiş zamanlarda 'ceylan önkolun öldürülmesini bile'(böyle söylemeye utanıyorum ama) onlar terörist falan diyip onaylayan veya bu ölümü kınamanın pkkya yarayacağını falan söliyip saçmalayan veya böyle bir ölümü "sessizlikle" geçiren nice adamlar tanıdım. ha işte böyle düşünen insanların lice gibi "simge" bir yerde yaşanan bir zulümden sonra empati kurmaya çalışması küçümsenecek bir şey midir? bu direnişin başından beri aman barış süreci bozulmasın gibi bir tavrın içinde olup "acaba kürtlere neler yapıldı da biz bilmedik,medya acaba neler neler yutturmaya çalıştı" diyen kemalistlerin olması(varsayalım hükümet alerjisinden olsun) karşısında aldığınız tutum salakça değil mi? veya "barışmak" nedir? hükümet ya da pkk barış diyince mi bitecek her şey? bizler dış kapının mandalı mı olacaz?(bunları uzatmak mümkün) peki tmm biz alerjiğiz, sizin bu tutumunuz ne peki cicişler? evet doğru bizim içimizde de öküzler var en az sizde olduğu kadar. yahu en büyük numaraları "bop analizi yapmak", "otu boku emperyalizme bağlamak" "demokrasi özgürlük hakkında bi bok bilmemek" olan bir tgb'nin kemalistler içinde sürekleyici olduğu bir ortamda, insanlar empati yapmaya çalışıyor, sen de öküzlük yapıosun. her şeyi o kadar hükümet çevresinde düşünüyosunuz ki ne diyim,‪#‎direnhükümet‬
0 notes
olguunal · 11 years
Text
Ergenekona dair
Veli kucuklerden dogu perinceklerden ibrahim sahinlerden levent temizlerden kemal kerincsizlerden bile "magdur" yaratan duzen ne diyeyim ki sana... bu ulkede 90larda koy bosaltilir bisi olmaz, binlerce faili mechul vardir aciga cikmaz, kislalilar mumcular hrantlar oldurulur, alevileri canli canli yakan ayilarimiz vardir, roboski de bombalar yagdirilir, ali ismaili ethemi... olduren kiralik katil dolu bir teskilatimiz vardir vb vb ama hic biri aciga cikmaz. Iktidarlarimiz araciligiyla oldurursen hayat guzel. Ama ergenekondaki gibi o kadar ciddi iddialar o kadar sacma ve hukuksuz bir sekilde biraraya getirilir ki aklimiz sasar. sanirim su boktan memlekette tek guzel sey ortaca...
0 notes
olguunal · 11 years
Text
merhaba-part 2-
geç kalmış bir merhaba yazısı.. evet, malum gezi parkı için aslanlar gibi direndik, fazlasıyla ayar olduk, artık facebook twitter da yetmeyince buralara akmaya karar verdim. kısaca tanışalım, kemalist bir adamım, çölde bir vaha olan bir örgüte üyeyim. klasik kemalist ezberleri sevmem, tgb'den nefret ederim, doğu perinçeği eşşekler kovalasın ona yakışan bu. 
anlatım bozukluğuna pek dikkat edilmeyen düşük cümlelerle dolu bir platform planlıyorum. politik aktörlere bol bol küfür etmeye çalışacam. şimdilik bu kadar, 
hrantı da anayım, pariluys memleketim.
0 notes
olguunal · 11 years
Text
merhaba...
hülooğğğğğğğğğğ
0 notes