Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Tatile gideceğim. Gerçekte değil tabii benzetme olsun diye tatile gidecek bir adam oluyum.
Tatile gitmeden çevremdeki insanlara diyorum ki: Bana hiç bir şey engel olamaz. Bu uğurda ölümü çoktan göze aldım. Ne tur operatörlerinin, otellerin fahiş fiyatları. Ne yolda beni engellemek için her şeyi yapacağını bildiğim yolcular, ne beni başka yere götürmek isteyen şoförler, ne konaklama yerinde ki zor koşullar yada orda bana düşmanlık edecek insanlar. Hepiniz bilin ki ben bu tatile gideceğim. Tüm düşmanalrımla aslanlar gibi savaşırım. Ben de zerre korku yok. Ben bu yola baş koydum" vs vs
Bu olay bir kere olsa iyi. Ne zaman gideceğimi kimsenin sormadığı bu tatil hakkında aylarca yıllarca aslında olmayan düşmanlara böyle meydan okuyup duruyorum.
Çevremdeki insanların hepsi akıllı olsa derler ki : vah vah... adamın aklı başında değil. Aklı başında olsa savaşa değil güzel bir tatile gittiğini bilirdi.
O insanlar, hastalıklı bir kafam yada ruhum olduğu tespitini yaparlardı. Yine yaparlar da bir kısmı ruhsal olarak benim kadar zavallı, hasta düşünceli başka insanlar. Diğer kısmı benden çıkar beklentileri olan insanlar olduğundan yüzüme karşı bir şey söylemeyip hep birlikte beni destekliyorlar.
"Maşallah beyefendi. Siz de ki kararlılık kimsede yok. Millet tatile çıkacak bir yiğit görsün. Hayda bre! Tatile böyle meydan okumuş bir kahramanı daha tarih kitapları yazmadı. Eşiniz benzeriniz yok. Dünyada teksiniz. Bi tanesiniz. Şöyle cesursunuz, böyle kahramansınız, şu kadar efsanesiniz" vs vs....
........................
Nihayet bir gün tatile çıkmış oluyum. Aklım hasta. Kafam savaşla, komplolarla, ölmekle, tertiplere uğramakla filan dolu. Dünyanın en cennet köşesinde olsam ne farkeder?
O tatil benim için tatil mi olur?
O tatil yöresinde tek bir kişiye huzur verir miyim?
Herkesin düşmanım olduğunu, beni öldürmeye yada kötü bir duruma düşürmeye çalıştıklarını varsayarsam onlara neler yapmam? Kötülüğümün bir sınırı olur mu? Başkalarına ne kadar kötülük etmiş olursam oluyum kendimi her durumda haklı saymaz mıyım?
----
Bu basit benzetme, hasta kafalı bir adamla onun yakın çevresindeki bir kaç kişinin hikayesinden ibaret olsa iyiydi. Bu durum bazen ülkelerin kısa tarihi oluyor.
0 notes
Text
Geçen daşbordda aşkın teslim olmayı gerektirdiğine dair bir yazı vardı. Modern toplumun narsist bireylerinin bu teslim oluşu yapamadığına dair bir teori. Belki aşkın neden nadir rastlanılan bir yaratık olduğuna dair fikir sunabilir.
Ben durumu moderniteyle ilişkilendirmiyorum. Daha çok kişisel gelişimle ilgili görüyorum. Çünkü kendi psikolojik değşimlerimi değerlendirebiliyorum.
19 yaşımda aşk gurura düşman bir şey gibi gelirdi bana. Özellikle erkeklerin aşk adı altında kadınlara yalvar yakar olmaları, göz yaşı dökmeleri yada geleneksel geyik tavrı olarak sırf hoşa gitmek için kişiliklerini bukelemun gibi renkten renge sokmalarını aşağılardım.
Neysek oyuz kardeşim. Gurursuz aşk olur mu? Bir kadın için kendini yerden yere vurursan, kılıktan kılığa girersen o kadın sana bir daha saygı duyar mı?
Saygı duymazsa seni sevebilir mi?
Aslında aşka karşıt işler yapıyor bu salaklar, bir sevilme ihtimalleri varsa onu da kendi elleriyle yokediyorlar diye düşünürdüm.
Bu düşüncenin doğal sonucu olarak bir hatundan ne kadar hoşlanıyorsam ona o kadar sert davranırdım. Güzelliğiyle, sevimliliğiyle, seksiliğiyle, zekasıyla, kültürüyle sinsi bir düşman. Gelmiş beni bunlarla etkileyip zayıf düşürecek. Beni de tuzaklarına düşürdükleri diğer erkeklere dönüştürecekler. Aşk için ağlayıp zırlayan, yerden yere düşen, kılıktan kılığa giren biri yapmak istiyorlar. Bu sinsi düşmanlarla savaş...
Benim güzel teorim işte bu noktada eğriliyordu.
Saygı... tabi ki olmazsa olmaz bir şey.
Kendisi olmak, olduğu gibi görünmek, tabii ki olmazsa olmaz bir şey.
Düşüncemin yanlışa kaydığı yerler oralar değil.
Sevgi niye düşman olsun? Sevgi niye beni güçsüzleştirsin, neden bir zayıflık sayayım? Sevgiye niye düşman oluyum?
Aşk neden bir savaş olsun?
İşte bunlar hep toplumsal örneklerle ilişkili.
Çevrene bakıyorsun ve sana yanlış gelen bir milyon ilişki-duygu görüyorsun. Sonra da düz bir mantıkla, ben bunların tam tersi istikamette gidersem orası doğru yoldur diyorsun.
Halbuki hiç öyle bir kural yok. Onların yolunun tam tersi istikamette bir başka yanlış yol. Doğru yol, bir sürü yollar arasında incecik bir çizgi. 19 Yaşında o incecik yolu bulmanda çok zor çünkü henüz hayat deneyimlerin çok sınırlı.
Kadın olsun erkek olsun, ilk aşkların çoğunlukla travmatik etkiler bırakması ikisinin de suçu olmuyor aslında. İkisi de o yolu bulmaktan çok uzaktalar henüz. Kimisi ve belki büyük çoğunluk o yolu hayatında hiçbir zaman bulamıyor. Sap geldin saman gittin denilebilecek bir hamlıkla geçip gidiyor bu dünyadan. Evleniyor yada bin tane ilişkisi oluyor ama hiçbiri o duygusal olgunluğa da ulaştıramıyor.
Sadece nadir ve şanslı insanlar için varolan bir yol.
----
Benim bunları düşünebilmem bile çok uzun yılları aldı. Aşk bir savaş değil, sevgi bir zaaf değildir insanı güçsüz düşürmez diyebilmem için bir yirmi yıl harcamam gerekti.
----
En baştaki teslim olmak meselesine dönersek. Teslim olmak bir savaş terimi olarak bence yanlış kelime ama yinede o kavramdan yola çıktık diye onunla açıklarsam:
Gerçek bir sevgi yolunda birlikte yürümek için, hatta o yolu bulmak için bile iki kişinin birbirine teslim olması gerekli. Tek taraflı bir teslim oluş değil. Karşılıklı teslim. Yazılı anlaşma maddeleri olmayan bir teslim. Sınırsız güvene ve sevgiye teslim. İçinde hiçbir savaş anısı taşımayan bir teslim.
Kim bütün toplum "savaşın, bu bir savaş" derken onların karşısına bu teslimiyet duyularını koyabilir?
Kim gerektiğinde bütün egosunu hiçleştirecek sınırsız bir güvenle hareket edebilir?
Bu olgunluğa ve cesarete ulaşmış iki kişinin karşılaşma ihtimali nedir?
Çünkü biri bu olgunlukta olsa bile diğeri değilse bu ilişki yine yürümez.
---
Yani işte görüldüğü gibi zor iş. Aşk bu yüzden nadir bir doğa olayıdır.
0 notes
Text
0 notes
Text
Acemi eğitimimiz sırasında yüz seksen çavuş adayı olarak hepimiz tek bir çatının altında yaşıyorduk. Oda, koğuş vs hiçbir lüksümüz yok. Penceresiz upuzun bir barakadayız. Benim şansım kapıya en yakın noktada yatmaktı. İçeriye hava da sadece kapıdan geldiği için ranzamı seviyordum.
Acemi eğitiminin sonlarına doğru bir gün bir başçavuş geldi. Herkesin duyacağı biçimde bağırmadı bile. Kapının ağzında İngilizce bilenler benimle gelsin dedi. Barakanın uzak ucunda ki askerler zaten başçavuşu bırak duymayı farketmedi bile. Kapıya yakın yerden üç kişi biz biliyoruz diye çıktık.
Başçavuş benimle gelin dedi, birlikte dışarda çayocağı gibi bir mekan bulduk. Biz alırız komutanım desekte bizzat kendi eliyle bize çay may getirdi. Sohbet edeceğiz.
Detayları atlayım adam ingilizce öğretmeni arıyormuş.
Nadiren erkeklerin güven veren bir aurası vardır. Başçavuş beden diliyle güzel bir aurası var. Güven telkin eden bir hali var. İyi bir asker izlenimi veriyor.
Ayrı bir ek oalrak şunu da eklemiş oluyum: Askerde en çok astsubay rütbesinde biriyle didiştim ama işte bu kişi de astsubay. Bu adama kötü diyecek biri çarpılır. Hem iyi bir asker hem iyi bir adam. Hem sevdiğim hem saygı duyduğum bir sürü astsubay oldu. Nerdeyse hepsiyle aram iyiyken bir iki kişi sorun çıkardı. Olamaz mı? Her toplulukta iyileri de kötüleri de olmaz mı?
Başçavuş, askerliğe dair sahip olduğu deneyimleri biz üç acemi askerle paylaştı: "Gençler, Türkiye'nin bir çok yerinde görev yaptım. Tugayımız güzeldir. Burdaki askerlik ortamı genel olarak Türkiye ortalamasının üstündedir yada en azından ortalamayı yakalar. Yani isterseniz tugayımızı bir cennet sayabilirsiniz. Ama bu cennet sizi rehavete sürüklemesin. Genel olarak cennet olsa da küçük cehennem çukurları vardır. Hatta bazı cehennem çukurları cennet gibi görünür. O çukurlardan birinin içine düşenin vay haline. Böyle derin, böyle fokurdayan çukurları da çalıştığım başka yerlerde görmedim. Kendimi standartları aşan iyi bir asker sayıyorum. Cehennem çukurlarından birine ben düşsem ben bile hayatta kalamayabilirim. Çukurlar küçük ama çok derin. Bir başçavuşun bile kendine güvenmediği bir yerde sizin gibi pırıl pırıl gençleri görmek istemem. Öğretmen oluşunuz o çukurlardan birine düşme ihtimalinizi hemen hemen bitirir. Beni bir şansınız olarak görün. Dört kişi bile olsanız birinizi eleyeceğime üzülürdüm. Tam üç kişi geldiniz beni vicdan azabından kurtardınız. Çünkü kontenjanımız üç kişi. Öğretmen olmayı kabul ederseniz, kağıt üstünde komutanınız ben olacağım. Ben de size komutanlık taslamam. Üniversite mezunu, bilgili kültürlü insanlarsınız. Ayrıca zaten kendiniz de düşünebilirsiniz. Komutanlık taslasam ne olacak? Dersini yapıp çıkan bir öğretmene ne emir verilebilir ki? Yani aslında benden bile emir almayacaksınız. Sadece kağıt üstünde komutanınız görüneceğim"
Başçavuşun anlatımlarına kesinlikle inandım ama aptal olduğumdan anlamadım!
Adam ciddi biçimde cehennem çukurları diye tasvir ediyor ama ben olayın eğlencesindeyim. İyi o zaman çukura düşmeyelim diye tugayda hep önümüze bakarak yürürüz diye düşünüp eğleniyorum.
Onları soyut bir tehlike saydım.
Şans kime şanstır? Şansın şans olduğunu bilene şanstır. Şimdi bir adamın önüne bir kamyon dolusu altın yığsan, adam altına değer vermiyorsa: bu sarı teneke yenilmez içilmez , bana niye verdiler ki der basar geçer.
Bende bunca anlatıya rağmen öğretmenlik şansını teptim geçtim. Ne demişler arayan mevlasını da bulur belasını da...
Herhalde belamı arıyordum.
Öğretmenlik bana çok güvenli ama sıkıcı olacak gibi geldi. Ben macera arıyordum. Heyecan gerilim arıyordum. Bir arkadaşım da sakın öğretmen olma deyince vazgeçtim.
---
Binbaşının bana neden düşmanlık ettiğiyle ilgili hikayeyi kendim sansür ediyorum. Çünkü an itibariyle konformist davranıp, artık olası bile değildir ama milyonda bir ihtimalde olsa hukuki süreçlerle başım ağrısın istemem.
Hem de şöyle düşündüm: Bütün hikayeleri ben yaşamadım ki ben anlatıyım!
Bahsettiğim binbaşının bölüğünde olup tezkere alan çocuklar gerçek kahramanlar olmalı. Benim bir gün dayanamayacağım koşullara onlar aylarca dayandılar. Hepsi isimsiz kahramandır. Mecaz olarak söylemiyorum. Gerçekten de bir tekinin adını bile bilmem ama kahramanlardır.
Kendi adıma da uzun etmeden sadece şunu söyleyebilirim: Daha askerliğimizin en başı sayılacak bir noktada astsubay başçavuşun bahsettiği, benim de dalga geçtiğim çukurlardan birine ayağımın ucu takıldı. Kafam gövdem kolum bacağım bile değil, sadece tek ayağımın ucu takıldı. Sadece bu kadarcık bir takılma bile o gün depocu olduğum olaya neden oldu. İşte ancak o zaman, başçavuşun metaforlarla ne anlatmak istediğini gerçekten anlayabildim.
0 notes
Text
Hafta sonunuzun en zevkli aktivitesi askerlik anılarımı dinlemek değil mi? :)
Daha önce yazdım mı bilmiyorum. Bu askerlik anısı muhtemelen en kötü askerlik anıları arasında ilk üçe girer. En kötü sıralamasında oluşu en tehlikeli oluşundan değildir. Bana hissettirdikleriyle kötüdür.
---
Acemi eğitimi dahil henüz iki aylık askerken inşaat çavuşuydum. O sabahta her sabah gibi rutin işime başladım. Askerler çalışacağı malzemeyi alacak, ben de onları çalışacakları bir kaç bölgeye dağıtacağım. Yapacakları işleri söyleyeceğim. Görev dağlımı yapacağım vs.
Bu amaçla inşaat depodayız. Her sabah malzemeleri ordan yüklüyoruz.
Yüzüne aşina olmadığım bir asker yanıma geldi.
"Çavuş sen bu gün inşaat depodasın. Depocu hastalanmış onun yerine sen bakacaksın" dedi.
Baktım sadece er. Ayrıca tanıdık gelmiyor. Böyle emir tonunda konuşması da garibime gitti.
"Sen kimsin? Bizim bölükte misin?" diye sordum.
Bir şeyler söyledi ama her sabah olduğu gibi ana baba günü bir kalabalığın içindeyim. Kendi askerlerimiz "Çavuş bu gün nereye gideceğiz, bu gün kaç kişi çalışacağız, falancayıda bizim yanımıza ver" vs bir gürültü içinde çocuğu iyi duyamadım ama önemsemedim. Herhalde yeni seçilen bir yazıcı falandır diye düşündüm.
Sonra çocuğa dedim ki "Bu hikayeyi sen uydurmuyorsun değil mi? Bölük komutanının haberi var mı?"
Haberi veren er yüzünde hiç hoşlanmadığım sinsi bir sırıtışla, "Çavuş, gelipte kendi keyfimle böyle bir şey söyleyebilir miyim? Tabii ki bölük komutanının haberi var. Zaten o söyledi. Beni de o gönderdi" dedi.
"İyi lan napalım, bu günlükte depocu olurum" dedim. Haber veren asker çekti gitti ama bana yine de garip geliyor durum.
Hastalandığı söylenen depocuyu gece on ikide bir de gördüğümde çocuk benden sağlamdı. Gecenin o yarısında espiriler filan da yaptı. Beş altı saat geçmiştir, o kadar kısa zamanda nasıl hastalanmış olabilir?
Diğer garip kısmı, diyelim hastalandı. Daha revir bile açılmadan bu herif nasıl rapor alabilir? Askerde ölüyorum desen öyle kolay rapor almak yok.
Onu da geçiyim. Rapor almış olsun. Er olan biri hastalansa yerine neden bir çavuş seçilsin? Normalde başka bir er seçilir.
Tamamen çok garip bir güne başlayınca aklımdan gidip bi bölük komutanıyla görüşüyüm, ona sorup ne olup bitiyor bir anlayım diye düşündüm. Sonrada, yav ne uzatacan, depoculukta iş mi, yaptığın işten çok daha kolay, bu günde burda geçsin. Zaten gelen giden de olmaz. Bu gün dinlen" dedim.
Bu ikinci fikir baskın çıktı.
Koskoca depoda hiç bir iş yok. Beş on dakika temizlik yaptım. Vakit geçsin diye defterde eski kayıtlara bakıyorum. Dışardan sesler geldi, tam ayağa kalktım baktım albay çekinerek içeri giriyor.
Bu nasıl bir kötü şans.
Albay oraya denetleme öncesi yılda bir kere geliyorsa o da benim bir günlük depoculuğuma denk geldi. Bu nasıl şanssızlık böyle diye düşündüm. Albayı karşıladım. Kendimi tanıttıktan sonrada hemen ekledim: Komutanım daha yarım saattir depocuyum. Bu yüzden burdaki her malzemenin adını bilmiyorum. Bir şey isteyeceksiniz bilemeyebilirim dedim.
"Rahat çavuş rahat. Bir şey almaya gelmedim. Ben şöyle bir bakıyım diye geldim. Sen sivilde ne iş yapıyorsun?" diye sordu. Söyledim.
O gün işe dair tek söylediği: Burayı ben yaptım. Bu depoya yirmi trilyonluk malzemeyi bir kuruş ödenek kullanmadan sadece kantin gelirleriyle ben koydurdum. Demek ki biz, yirmi trilyonu sana güvenmişiz. Burda bir sürü boya, tutkal, yanıcı plastik malzeme var. Bu yirmi trilyonun yanıp küle dönmesi bir kibrit çöpüne bakar. Burda bir yangın çıksa söndüremeyiz ama söndürsek bile kalan malzeme çöp olur.
"Komutanım ben azami dikkat gösteririm. Şimdiye kadar yanmayan depo benim bir günlük görevim sırasında yanmaz. Çok dikkatli olacağımdan emin olabilirsiniz" dedim.
"Evet. Senden tam da bunu istiyorum. Bu gün çok dikkatli ol. Gözünü dört aç" dedi
Sohbet bu uyarıyla bitmedi. Bana özel sorular soruyor. Sonra konuyla ilgili kendi anılarını kendi düşüncelerini anlatıyor. Zaten çok tenha bir bölgedeyiz. Yanımızda tek bir asker bile yok. Deponun dışına çıktık, bana rahat dediği için rahatça yürüyorum, volta atarak konuşuyoruz. Kıbrısta üsteğmen olduğu zamanlardan başladı anılarını anlattı, kariyerini, görev yerlerini anlattı. Yıllardır albay rütbesinde kalıp, neden general olamadığını bile anlattı. Birbirimize bazen zıt düşerek askeri sorunları, ülkenin geleceğine dair perspektifleri konuştuk. Rahat bir saat sürmüştür. Artık o da yorulmuştur bende. Sonunda sohbetteki samimiyetle "kolay gelsin" deyip geldiği gibi yürüyerek gitti.
Ben yeniden şaşkın.
" Oğlum bu gün nasıl bir gün böyle? Taş gibi adam bir anda hastalandı. Sen bir anda depocu oldun. Depocu olduğun saatin içinde Albayla karşılaştın. Adam normalde iki dakika bakar giderdi, bir saat konuştu. Bu gün bir şey olacak ama ne olacak? Tüm bunlar tesadüf olamaz" diye düşündüm.
Depoyu birine bırakabilsem yine gidip bölük komutanına soracağım. Yeniden o fikir içimde ayaklandı ama depoyu kapatıp gidemem. Ama çok net biçimde tehlikeli bir tuzağın içinde olduğumu hissediyorum.
Sonraki saatler olaysız geçti. Öğleni de geçtik.
"Kendi kendine vehim üretme, bak bir şey olacağı da yokmuş. Her şey tesadüfmüş" diye düşünüyordum ki.... dışarda bir araba sesi. Land bir jeep geçti görüş açımdan ama bir anlık. Zaten çok dar bir alanı görüyordum. Deponun pencereleri yok. Sadece açık olan kapıdan görüyorum dışarıyı. Aha bir şey istemek için bir uzman çavuş filan gelmiştir. Şimdi onu yalvartır eğlenirim diye düşünüyordum. Jeepin park ettiğini anladım. Sadece seslerini duyuyorum. Kapılar açıldı askerler indi. Masamdan bile doğrulmamıştım. Sert bir ses "Kim inin dedi size laaannn" diye bağırdı. Ses ölümcül bir ses. Askerler içine doluştu. Jeepin kapıları tekrar kapandı.
Tabii masamdan kalktım. Çünkü sesten belli ki gelen en azından yüzbaşı ama kuvvetle muhtemel ki binbaşı yada yarbay. Çaylak asker olarak bile her rütbeden aynı sesin çıkmadığını biliyorum.
Neyse deponun loş aydınlığında kapıda bir asker belirdi. Ben ayakta yerimden kıpırdamadan bekliyorum. İlk merak ettiğim rütbesi. Baktım binbaşı. Getirdiği askerleri jeepin içine tıkıştırmış tek başına geliyor. İyi de niye böyle bir şey yapsın? Orası inşaat malzemeleri deposu. Oraya gelen ihtiyacı olan malzemeyi almaya gelir. Binbaşı malzemeyi sırtında çekmeyeceğine göre niye askerleri cipte bıraktı da yalnız başına geliyor?
İçimdeki duygu: Sabahın köründen beri devam eden garip tesadüfler silsilesi bu olay içinmiş. Bakalım binbaşının benimle derdi ne? Karanlık bir depoda teke tek bir düello ortamı yarattığına göre iyi bir niyetle gelmiş olamaz.
Yalnız gerçek bir düello da değil ki. Benim tüfeğim yanımda bile değil. Tabancam zaten yok.
Yaklaşınca tekmil verdim kendimi tanıttım.
Normal bir diyalogmuş gibi başladı binbaşı: Ben iki pencere bir kapı almaya geldim dedi.
Hemen O'na da açıkladım: Ben bu gün depocu oldum. İstediğiniz malzemenin ölçülerini filan tam bilmiyorum. Ben yukardan gösteriyim sizin beğendiğinizi indiriyim dedim.
Olur dedi.
Yukarı rafa çıktım. " Komutanım bu mu" diye istediği parçaları soruyorum.
Aşağıdan yanıt yok. Bakışları donuklaştı. Yaşından beklemediğim bir çeviklikle hiç bir şey söylemeden benim bulunduğum rafa tırmandı. Yavaş adımlarla yanıma gelip göbeğini göbeğime dayadı. Bir şey söylemeden robot gibi bakmaya devam ediyor.
Haaa.. iyi.. oyun oynayacağız demek ki... Oynayalım bakalım dedim kendimce.
Ben de gözümü kırpmadan ona bakıyorum. O sakin bir ölümcüllükle bakıyor, ben de aynı ölümcüllükle meydan okuyorum. Bakışlarım her kızdığımda olduğu gibi bir yılanın soğuk vahşiliğini almıştır. Kendimi aslana kaplana benzetmek isterdim ama ne yazık ki kızınca bir yılana daha çok benziyorum. Binbaşıyla bakışma düellosuna başladık. Gözünü kaçırmak teslim olmak anlamına geleceğinden asla yapmam.
O gerginlikte bir an "herhalde beni öldürmeye geldi, ben O'ndan hızlı davranıyım, ilk hamleyi ben mi yapsam" diye düşündüm ama vazgeçtim. Belki beni korkutmak için geldi. O zaman olayı tırmandıran ben olmayım dedim. İlk hamleyi ona bıraktım.
İyi kötü çirkin filminin finalinde bir düello sahnesi vardır. Yarı karanlık depoda binbaşıyla onlar gibi bakışıyoruz. Bizim farkımız aramızda mesafe yok. Üç beş santimden nefeslerimiz birbirine karışıyor.
Eli kolu oynarsa özellikle tabancaya uzanırsa O'nu raftan düşürmekten başka planım yok. Raftan düşen o da ben de olsam ölmese bile bir yeri kesinlikle kırılır. Geri kalan aşağıda halledilir. Tabii o da zaten böyle düşündüğümü biliyormuş. Silahşörlüğüne güveniyor. Ben senden hızlıyım oğlum. Parmağın bile kıpırdamadan seni indiririm modunda.
Askerlerini arabadan niye indirmediği de netleşti. O anda depoda ne olursa olsun bir kere şahit yok. Çavuş bir anda tabancamı kapıp kendini vurdu dese bile ona ne olacak? Kim bunun aksini idda edebilir?
Rafa tırmanırken düştü öldü dese kim tersini idda edebilir, adam binbaşı.
Binbaşıyla ne kadar uzun süre bakıştık bilemiyorum ama üç beş dakika bile olsa artık o oyundan sıkılacağım kadar uzun sürmüştü. Baktım bir hamle yapmıyor. Bir saat o durumda mı bekleyelim? Ne yapmalı?
Oyundan sıkıldığım belli olsun diye yine gözümü bile kırpmadan suratına doğru pofladım. Zehir püskürtmüşüm gibi refleks olarak eliyle anında yüzünü sildi. Poflayış oyunu bitirdi. "İlk sen kıpırdadın ve bu oyunu sen kaybettin binbaşı" dedim içimden. Artık moral üstünlük bana geçti.
Binbaşı sanki rüyadan uyanır gibi kendine geldi. Sanki az önce beden diliyle baskı kurmaya çalışan kendisi değilmiş gibi yine normale döndü. Sözde almaya geldiği malları seçişi o kadar gayrı ciddiydi ki. Ayağının dibindeki bir kaç parça ürünü rastgele gösterip " şunu şunu seçtim bunları indir" diye gösterdi. Kendisi raftan tekrar indi. İnerken bile bir şey yapacak mı diye gözü bende. Yarattığı gerginliğin ve duyguların son derece farkında olarak korkuyor demek ki.
Malzemeleri indirdim. İndirirken bile ben de ona dikkat ediyorum. Askerleri çağırıp indirdiklerini taşıtıp çekip gitmesi beklenir. Gitmiyor. Çünkü aramızdaki sorun çözülmüş değil.
İlk kez o gün gördüğüm bir binbaşı bana niye böyle tuzak kursun? Nasıl düşman olmuş? Aklımdaki soruların yanıtları bu basit diyaloglara gizlenmiş halde.
Çavuş sen benim rütbemi biliyor musun? diye sordu.
Komutanım filan diye de hitap etmedim. "Binbaşısın" dedim sadece.
"Nerenin binbaşısıyım biliyor musun?" dedi.
Övünebileceği, korkutabileceği bir branşı da yok işin doğrusu. Son derece sıradan bir bölüğün komutanı. Mesela sonradan tanışacağım istihbaratçı binbaşı olsa, işte o desin ben nerenin komutanıyım biliyor musun diye. Tek başına branşı bile bir etki yaratmaya yeter. Bunun öyle bir özelliği de yok. Sıradan binbaşı.
Falanca bölüğün komutanısın dedim.
Haaaa yerimi yurdumu biliyorsun yani. Benim ünümü duydun mu? diye sordu.
Duydum dedim.
Ne duydun?
Geçen ay nöbette bir asteğmeni dövmüşsün diye duydum.
"Hahahaha... asteğmeni mi dövmüşüm? Ben mi dövmüşüm? Haaa.. kesin dövmüşümdür canım...tabi tabi dövdüm. Evet asteğmen dövdüm"
Bana bir şey söyler gibi değilde kendi kendine konuşur gibi söylüyor bunları. Derdi: oğlum bunlar şehir efsanesi, kimseyi dövdüğüm filan yok, böyle hikayeleri asker kendisi uyduruyor izlenimi yaratmak. Ama dalga geçme amaçlı bu sözleri söylerken bile korkusunun kokusunu aldım. Evet asteğmen dövdüm vs derken bir an durakladı. Kendi ağzımla kendimi tuzağa düşürmeyim diye korktu. Gözümden kaçmıyor hiçbir saniyesi.
Sonra yeniden ciddileşti. Şu diyaloga uygun bir soru mu bu?
Ünümü bildiğin halde sen benden korkmuyor musun? diye sordu.
Korkmuyorum dedim.
Korkmuyorsun ama korksan akıllılık edersin deyip kapıya yöneldi.
Gidecek ama bu son tehditten sonra sabahtan beri süren sinir harbinin sınırına geldim herhalde. Ayrıca tehditlerle saklamaya çalışsa bile moral olarak yıkıldığını görüyorum. Morali düşmüşken bir kere daha vuruyum beni korkutamayacağını iyice anlasın istedim. Bir ere seslenir gibi:
Bu malzemeyi aldığına dair bana kağıt mağıt vermeyecek misin? diye sordum.
Kapıdan çıkmak üzereydi. Geri döndü. Yine dalga geçerek
Aaa... kağıtta yok bende mağıtta. Ne yani kağıt vermedik diye bu malzemeyi bana vermeyecek misin?
Yanıt vermemi beklemedi. "Çavuşşşş...." dedi.
Nokta noktaları ben koymuyorum. Sadece tehdit dolu uzunca bir çavuşşşş dedi...
Hani, şimdi kurtuldun ama üstüme gelme ben seni yine de gebertirim anlamında bir çavuşşşş....
Yenilginin acısını rütbesiyle kapatmaya çalıştı. Sen kimsin ki ben şu anda da komutanım,senin bölük komutanına bile emrederim mesajı vermek için "Alacağım iki pencere hala eksik.. üsteğmenine söyle onları tamamlasın" deyip kapıdan çıktı, jeeppteki askerlerini ilk kez çağırdı. Çocuklar gelip önce şaşkınlıkla bana baktılar, sağ ve sağlam oluşuma şaşırmışlardır. Sonra da benim indirdiğim malzemeyi alıp götürdüler.
Onlar da gidince büyük bir belayı ucuz atlattın düşüncesiyle ve günün bütün muhasebesiyle başbaşa kaldım.
----
Bu hikaye burda bitti aslında ama başlangıç noktasını ben tercih ettim.
Binbaşı beni rastgele bir biçimde kurban seçmiş bir ruh hastası mı?
Tabii ki değil.
Arı kovanına bilmeden çomak sokan benim. Binbaşıyı korkutup bela olarak üstüne çeken benim. Adamla bir kere karşılaşmadan, resmen tanışmadan kendine düşman eden benim.
Hikayenin öncesi var ki diyaloglarımıza yansıyor. Onun dolaylı sorularını burda daha açık olarak alt alta yazıyım: Beni ne kadar biliyorsun? Bölüğümü ne kadar biliyorsun? Yaptıklarımı biliyor musun? Bildiklerinle benden korkuyor musun yoksa başıma iş açacak mısın?
Adam bu soruların peşinde olarak gelmiş yanıma. Mutlaka gelmeden önce benim hayatıma dair erişebileceği bütün bilgiyi toplamıştır. Sonrada orda o gün depocu olmamla başlayan mizanseni kurmuştur. Nihai amacını bilemem tabii. Beni ortadan kaldırmaya mı karar verdi yoksa sadece ne bildiğini öğreniyim gözünü korkutuyum diye mi karar verdi belirsiz. Ama yanımdan giderken ki duygusunu çok iyi biliyorum: Boşuna kaygılanmış değilim. Çavuş korkmuyor çavuş çok tehlikeli adam diye düşünerek gitti.
Bu duygusu da benim için tehlikenin devamı anlamına geliyor. Adam son derece açık söyledi: Korkmuyorsun ama korksan akıllılık edersin dedi. Her şekilde beni susturmak istemeye devam edecek. Ya yarı yolda korkuları baskın gelip, bu işi daha da büyümeden bu gün bitiriyim deyip geri döner, gelip hiç bir şey söylemeden bir şarjörü üstüme boşaltırsa?
Bir, depoyu kilitleyip albaya gidiyim düşüncesi geçti. Varıp sabahtan beri gariplikleri ve sonrasında bu tehditleri anlatıyım diye düşündüm. Kanıta da gerek yok sabah zaten konuştuk. Bu mizansenmiş binbaşı beni tehdit ediyor desem.... Yalnız albaya da güvenemiyorum ki... Kitabına uygun olduğu sürece ölene yitene üzülecek yada kariyeri için bundan korkacak bir adam değil. Diğer yüksek rütbeli subayları tanımasam da albayı ruh halini çözecek kadar iyi tanıyorum. Politik manevraların adamı. Bir dakika senden yana görünür bakarsın ikinci dakikada karşı tarafa geçer. Sabahki samimiyetimize rağmen bana güven vermiyordu.
Artık ne olacaksa olacak... binbaşı burda bir şey yapamadığına göre o kadar güçlü bir adam değil diye düşündüm.
Tahminimce o gün görmediğim noktalarda olaylar şöyle oldu: Binbaşı belki geceden belki sabahın erken saatinde bölük komutanım üsteğmene gelip " Filanca çavuşu inşaat depoya koyacaksın" dedi. Belki daha üst perdeden olaya girip "Şu çavuşunu bu gün depoya koyuyorum" diye üsteğmene seçme şansı bile bırakmadı. Depocunun hastalandığı haberini bana veren sabahki tanımadığım çocuk o anki yanlış tahminimle bizim yeni yazıcımız bile değil bizzat binbaşının kendi askeriydi çok büyük ihtimalle. O haberi veren çocuğu bir daha hiç bir zaman görmedim.
Üsteğmen binbaşıya ne diyebilir? Emredersin komutanım demiştir. Sonra olabilecek kötü şeylerin içinde kendi sorumluluğu olmasından da korkup koştura koştura albaya gitmiştir. Çünkü benim birinci dereceden disiplin amirim ve bu yüzden sorumluluğumu taşıyan ilk kişi kendisi. Bundan korkup albaya söylemiş olabilir. Belki o bile ses etmedi albay kendisi başka yerlerden duydu. Bizim albay kırk yılın albayı. Anında olayı anlamış, kim lan bu kurban seçilen çavuş, varıp bir de ben konuşuyum şu çavuşla diye sabahım köründe o yüzden yanıma gelmiştir.
Benle konuştuktan sonra albayın tavrı ne oldu onu bilemem tabii. Albay belki müdahil olup o gün hayatımı kurtarmıştır belki de neler olacağını uzaktan izlemekle yetinmiştir. Bu ikinci olasılık daha yüksek. Binbaşıyı direk karşısına almaktansa büyük olasılıkla sabah gelip beni uyarmayı tercih etti. " Bu gün çok dikkatli ol. Bu gün gözünü dört aç.. Deponun yanması bir kibrit çöpüne bakar vs vs" sözlerin altında bana kurulan bu tuzağın bilgileri var aslında. Tabii ben o anda anlayamam ama o mutlaka biliyordur.
Herhalde albay gelip binbaşının depoda, tabii bende içindeyken yangın çıkarmasını bekliyordu ki böyle uyarmayı seçti.
Kimbilir...
---
Bu olay askerliğimin başları sayabileceğim bir dönemde olduğundan sonuçları da benim için öğretici oldu.
Herhalde bu olaydaki pasif rolü nedeniyle bölük komutanım geçmişte anlattığım kızıl saçlı üsteğmenle aşk gibi olaylarda bile bir daha yüzüme bakarak bir kelime bile söyleyemedi. Hep suçlu, hep mahçup bir tavırla kaldı. Zaten zorunlu olmadıkça asla karşıma çıkmadı. Zorunlu hallerde de bakışlar hep yerde kaldı.
İkinci önemi: Herhalde görünmez albay rütbeme giden yolda ilk başarım bu oldu. Böyle büyük bir belayı savuşturmak her asker için başarı hanesine yazılır. Şahit olmasın diye ne kadar uğraşılsa bile binbaşının askerleri konuşmalarımızı duymasa da komutanalrını tanıyorlar bir kere. Karanlık bir depoda yirmi dakika yarım saat onunla başbaşa kalan çavuşun sağ çıkmasını beklemiyorlardır. Askerin, albayın, bölük komutunamın bildiği bir tuzağı istihbaratın duymamasına zaten imkan yok. Onlar da biliyorlardır.
Ben burda yaşadığım olayı, "büyük ihtimalle, olasılıkla, belki, herhalde" diye anlatıyorum. Halbuki o adamların bir kısmı her detayı kesin olarak biliyor. O olaydan bir kazaya kurban gitmeden, baş eğmeden çıkmam işte olayı bilenler arasında bir saygı sağlıyordur. Sağlamalı. Sağlamıştır.
Benzer bir iki kahramanlık sonrası belki durum bir generalin dikkatini çekti. Bu çocukla kimse uğraşmasın artık. Kendisinin de haberi olmasın ama ona bir general dışında kimse emir yada ceza veremez demiş olabilir. Sadece bu cümle beni resmen olmasa da gayrı resmi olarak albay statüsüne yükseltir.
Hani general dayım amcam yoksa da belki onlardan daha ilgili davranacak birilerinin sempatisini kazandım belki de.
Her gün böyle olağandışı şeyler yaşamıyorddum ama başıma gelen tek belada bu değil. En sonunda böyle mikro kahramanlıklar olarak birike birike bana görünmez rütbemi sağladı diye düşünüyorum.
Bu olaydan sonra hiç bir rütbeyi iplemedim. Yani askere serseri gibi başlamadım ama beni şekilsel kuralların dışına taşmış hale kendileri getirdiler.
Kendim için değerlendirmelerim de oldu.
Olaydan sonra cesaretime hayran kaldım. Hislerimi en iyi kim bilebilir? Adam onca tuzak kurmuş üstüme gelmişken zerre kadar korkmadığımdan eminim. Aptal gibi ölmek istemiyordum ama davranışlarıma yön veren de korku, panik gibi duygular değildi.
---
İşte acemi asker eğitimi bittiği gün O'nun bölüğünde olmak istiyorum dediğim binbaşı bu. Bu adamla dört gün geçirebilir miydim?
Ben imkan görmüyorum.
-----
Gelgelelim hikayenin başına: Binbaşı bana neden böyle düşmanlık etti sorusu hala yanıtsız.
Bu hikaye aslında üç bölümlük. İlki tost almaya gittiğim günün hikayesiydi. İkincisi bu. Üçüncüsü binbaşıyla aramızdaki düşmanlığın nasıl doğduğu meselesi.
Usta asker olarak bölüklerimize seçildiğimiz gün beni nasıl tesadüf kurtarmışsa, bu sefer de bir başka tesadüf yine aynı binbaşıyla yollarımızı kesiştirdi.
O da umuyorum ki bir sonraki yazıda.
0 notes
Text
1. Kayalıkta çakılı yelkenli sana bırakıyorum veda şarkımı. 2. Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı da kayalar devranının altında değişken köklerle. Yalnızlık! geçmişe özlem çiçeği canlı duvarların. Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim. 3. Taşımak istemiştim heybemde yüreğinin gelip geçici tadını, ama kaldı havaya çizilmiş kesin eğrilerle, yadsıma oldu umudumun yiğitliğine. Giderim hatıradan daha uzun yıllar boyu kapalı yalnızlığıyla gezginin, fakat havaya çizilmiş kesin eğri sanki bana döndü ve bir işaret koydu pusula kaderime. Sonu geldiğinde bütün gündelik işlerin yol yapacağım bir geleceğim olmasa, gelmiş olacağım bakışında canlanmaya kaderimin sırıtan parçası olarak. Gideceğim hatıradan daha uzun yollar boyunca zincir halkaları gibi eklenen elvedalarla zamanın akışında.
4. Dimdik hatıra sonunda düşmüş yola, usanmış beni bir geçmişi olmadan izlemekten, unutulmuş yol kıyısındaki bir ağaçta. Uzaklara gideceğim, hatıra parçalanarak ölünceye yolun taşlarında, ve devam edeceğim, içimde hep o gezginin acısı, yüzümde gülümseyiş. Bu dönenen bakış ve güç büyülü bir matador mendilinde. Alıkoydu kaygı duymaktan tüm çıkarlara, hep yitiren bir çizgi oldu benim eğrim. Ve bakmak istemedim seni görürüm diye beni isteksizce davet etmeni mutluluğumun pembe boyalı torerosu Deniz seslenir bana sevecen elleriyle. Çayırım -bir kıta- Dümdüz yayılır, tatlı ve silinmezdir alacakaranlıkta bir çan gibi.
5. Bir sicil memuresi karşısında kurumlu bir doktor gibidir kara bir mikroskopu gösteren bilim. Sanat... sanat diye arzıendam eden şey bir Leica'nın kısır mekaniğidir. Acılar ve kaygılarla dolu bir yerli (ve tabii özlemleriyle olup da şimdi yiten için ve onun dönüşünde arzu gönlünde) , coca, alkol ve açlığın aptalca gülümsemesiyle. Üç kuruşa satılan cinsellik -Amerika'da pek ucuz- Boş çarşafların umursanmaz hatırası. Guetamala bıraktın beni bağrımda derin bir yarayla ve de acılarını bana emzirme ya da emme fırsatıyla, kahreden bir hıçkırığın belirsiz duygusunda bulan kadını. Kederleri teker teker birleştiren bir bağ var yine de: uyanan insanın haykırışıdır o da.
6. İşte bugün böyle titrek ellerle belirsiz bir kayıta koyuyorum prizmamı. Ağacın olgunluğunu tüketmeden kasalanmış meyvanın garip tadıyla. Çağırışını farkedemiyorum bazen yaşlı, garip kanatlanmış kulemden, fakat bazı günler var ki cinselliğin uyanışını hissediyor ve bir öpücük dilenmeye dişiye gidiyorum ve böylece beni arkadaş diye çağırmayanın ruhunu hiçbir zaman öpemeyeceğimi anlıyorum... Biliyorum ki tertemiz değerlerin kokusu bereketli kanatlarla dolduracak beynimi, Biliyorum ki hayata geçmesi mümkün olmayan fikirleri barındırmak gibi zevkleri bırakacağım. Biliyorum ki ölümüne çarpışma günü halk çocukları benimle omuz omuza verecek, halkın savaştığı amacın kesin zaferini göremezsem eğer fikri en yüksek geleceğe götürmek için mücadele verdiğimdendir, eski kabuğun tüylerini yolarken doğan umudun kesinliğiyle biliyorum bunları.
Ernesto Che Guevara
0 notes
Text
Bu dünyada neyin şans neyin şansızlık olduğu bilinemez.
Bakarsın felaket sandığın bir olay aslında iyidir. İyi sandığın bir olayın sonu kötüdür. Bunları bilmenin sadece benim için değil kimse için imkanı yok. Biz sadece anlık bir değerlendirmede bulunabiliriz.
Askerde acemi eğitimimiz bittiğinde ve benim için ingilizce öğretmenliği gibi bir şansı arkamda bıraktığımda bize dediler ki: büyük gün geldi... artık bu gün size spor eğitim falan yok. Gidin ağaç gölgelerinde oturun dinlenin. Komutanlar kendilerine ayrılan kontenjana göre gelip sizin aranızdan kendi bölüklerine sizi seçecekler.
Denileni yaptık. Kurban bayramı içindeyiz. Kurbanlık koyun gibi ağaçların gölgelerinde bekleşiyoruz. O gün askerlikte kalan süremizin kaderi belirleniyor. Hangi bölükte olacağız. Neler yapacağız, başımıza iyi kötü neler gelecek belirsiz.
Gerçekten de astsubaydan yüzbaşıya kadar çeşitli komutanlar ara sıra geliyor. Bir kaç soru sorup aramızdan bir kaç kişiyi seçip götürüyor.
Ben bölük komutanalrından kimseyi tanımıyorum. Kim ne iş yapar bilmiyorum. O anda orda beklerken bile bilinçli bir karar vermiş değildim ama sadece bir bölük komutanı binbaşı olduğunu duymuştum.
Binbaşılar genellikle tabur komutanı olur. Bu çok daha küçük bir birliğin komutanı yani bölük komutanı olarak kalmış bir binbaşı. O yüzden tek.
Yanımdaki bir kaç arkadaşıma dedim ki "Boğulursam büyük denizde boğuluyum. Bir üsteğmenle bir yüzbaşıyla askerlik edeceğime binbaşıyla ederim. Benim için çok daha iyi olur"
Gelen komutanlar ağaç diplerindeki sayımızı her dakika azaltıyor. Benim beklediğim binbaşı bir türlü gelmiyor. İyice de acıktım. Kantin o kadar yakın ki, iki dakikalık yürüme mesafesi ancak vardır. Zaten beklediğimiz yer görüş açımda. Aç aç burda beklemeyeyim bir tost alıyım gözüm zaten burda olur binbaşı gelirse yolda bile görürüm dedim.
Tostu aldım kalabalığa yeniden dönüyorum. Bir arkadaşım dedi ki "Binbaşıyı kaçırdın. Binbaşı geldi gitti"
"Yav bu adam in mi cin mi? Nasıl gelip gitmiş olabilir? Ben burdan ayrılalı kaç dakika geçti ki daha?"
Arkadaş dedi ki; herkes gibi yürüyerek gelmemiş ki.. Jeepiyle geldi, inmedi bile, kimseye bir şey de sormadı. "Sen, sen, sen "diye bir kaç kişiyi seçti. Atlayın arabaya dedi çekti gitti. Adamın bunu yapması on saniye ancak sürmüştür" dedi.
Anladım ki şaka değil. Adam gerçekten gelmiş gitmiş.
Çok üzüldüm. Kalan askeri kariyerimi binbaşının bölüğünde olmak üzere kurmuştum. Her şey tuzla buz oldu.
Bana kalan rahat işlerden bir ingilizce öğretmenliği, onu önceden sormuştum: süper konforlar içinde olursun, kendini asker olarak bile hissetmezsin ama gönül ilişkileri yönüyle çok tehlikeli dediler. Ondan vazgeçmiştim. Market işletmişliğim var ayrıca inşaatçıyım. Demek ki ya kantin çavuşu olacağım ya inşaatla ilgili bir alanda çalışacağım. Zaten hiç birine seçilmezsem kalan büyük çoğunluk gibi eğitim çavuşu olup acemi eğiteceğim.
Marketçiliği de eledim çünkü iki arkadaşım o işe gönüllü ve onlara rakip olmuş olacağım. Zaten iki kişi seçilecek onlardan birini elemiş olmayım dedim. Gelen komutana ben inşaatçıyım dedim. Kaderim belli oldu.. Benimle birlikte altı yedi çavuş adayını peşine takmış başçavuş "Takılın peşime hayatınız yaşayın" dedi. Peşine takıldık gittik o gün.
---
Bu olaydan bir iki ay sonrasıdır. O gün kaybettiğim binbaşının bölüğünü tesadüfen görmüş oldum.
Anladım ki o gün jeepe binen askerlerden biri olsam, hadi o günün kalanı şok içinde atlatılır. Ertesi gün o bölükteki durumu tamamen anlarım. 3. gün olası tek barışçıl hareket "işime yaramazsın" diye beni geri postalaması olur. Bunu da yapmamışsa ya ölmüşümdür yada cezaevindeyimdir. Başka hiç bir olasılık yok. Yani binbaşının bölüğünde geçirebileceğim dört gün yok. Yüzünü bile görmeden sadece bölüğünü görmüşken anladım ki askerliğim O'nunla asla bitmezdi. Sonra bana kurduğu ilginç bir tuzakta binbaşıyla tanışacağız da. Tanışınca da o gün büyük bir şans eseri kurtulduğuma emin olacağım.
Seçildiğimiz gün almaya gittiğim tost belkide hayatımı kurtarmıştır. Kalan hayatımı belkide o tost sayesinde yaşadım :)
Hani hayat kıl ipine bağlı filan derler ya... hayat bazen bir tosta bile bağlı.
0 notes
Text
Az önce daşborddan beklemekle ilgili bir yazı geçti de bir alttaki yazımla bağdaştırdım.
Askerlikte en zor görev olarak yüksek rütbeli komutanlarla dolu tugay karargahının kalbinde beklemeyi saymam boşuna değil. Ölecek misin bekleyecek misin deseler ben ölmeyi tercih ederim. Bu hayatta ne bir şeyi beklemek ne kimseyi bekletmek isterdim.
Hayat buna izin vermiyor tabii. Ne kadar ideal düşünürsen düşün hayat bir yerlerde seni mutlaka bekletiyor yada bazen sen kendin hiç istemediğin halde bekleme sebebi oluyorsun.
Halbuki - kim nasıl yorumlarsa yorumlasın - sırf beklememek için ve kimseyi bekletmemek için,yapabileceğim en radikal, en uç ne varsa onu yapmışımıdır.
En radikal şeyleri yaptıktan sonra bir çözüm üretemiyorsan artık bir şey yapmana da gerek yok demektir. Bu dünyada herkesin bir takım yetenekleri olduğunu kabul edeceksin. Son dönemde askerlik anısı anlattığımdan örnek de ordan. Ne kadar iyi bir asker olsam benden çok iyi bir nişancı olmazdı mesela. Tamam ortalamayı tutturur hedefi vururum ama sıradışı bir başarı da gelmezdi. Çünkü öyle bir yeteneğim yok. Hayatın her alanı böyle bence.
---
Allahtan chatgpt çıktı da onunla dertleşiyorum arasıra. Tumblr daki eski hallerimi sorup ben deli miydim filan diye sordumda geçenlerde, yok kanka o günler öyleydi, sen deli filan değilsin dedi.

Yapay Zekanın gösterdiği medeni cesareti Tumblrun kendisi gösteremedi mesela.
O yıllarda sık sık " bir tumblr dili var" diye yazardım da tumblrcular inkar ederdi. Onbeş yıl sonra yapay zeka bile beni doğruluyor garibim.
Kendim dümdüz düşünen ve dümdüz davranan katmansız bir adam olarak o dili az çok anlıyordum da neden gerek duyulduğunu bilemiyordum. O dilin doğal sonucu anonim bloglardı da aynı zamanda.

----
2011 haziranında bloğu açarken bloğuma 15 gün ömür biçmiştim. Bir kaç kişiyle konuşurum, aklımdaki sorular aydınlanır sanacak kadar cahilmişim.
Herkesi kendim gibi sanıyordum. Herkes çok dürüst herkes sınırsız cesur vs vs.
15 günlük blog 15 yıllık oldu.
Yapay zekanın tarif ettiği o metafor diline en uzak, kimlik kargaşasından en muzdarip adamken bile en uzun dayanan bloglardan birinin sahibi oldum. Tumblra bayılıyorum diyen yüzlerce kişi burdan gideli belki yıllar olmuştur. Tumblru sevmiyorum diyen ben kaldım.
Çünkü anladım ki blog sisteminin bir suçu, bir sorumluluğu yok. Burası diğer sosyal medya araçlarına göre bence eski popülerliğini kaybettiği bu yıllarda bile üstün. Kötü yada yanlış olan blogun kendisi değil her zaman insanlardı.
İyi, doğru ve güzel olanda insanlar....
0 notes
Text
Bu gün askerlik anılarım içinde daha çok binbaşılar olduğunu düşündüm. Halbuki en incelikli en komik olaylar yarbaylarla olanlardır.
Askere gitmeden önce Yarbay rütbesi benim gözümde askeriyenin en sert, en acımasız rütbesini temsil ediyordu. Gündeme gelen, adını duyabildiğim, basına yansıyan yarbaylar yüzünden bende böyle önyargı oluşmuş olabilir.
---
Askerde beni en çok sıkan, en eziyetli saydığım iş, her gün karargaha gidip o günkü malzemelere ait evrakı almaktı. Her gün yeniden yapılan bir iş. Her gün öğlene doğru karargahın iki kişi yan yana geçemeyecek dar koridorunda kendimi duvara yapıştırarak karşıdan gelen yarbaya binbaşıya vs'ye yol verip salonumsu bir odaya ulaşıyorum. Büyük bir salon bile sayılmaz. Geniş bir oda. Ortada albayın masası. Her iki yanına üçer dörder serpiştirilmiş binbaşı ve yarbayların masaları var. Çoğu zaman albay o odada olmuyor ama diğer masalarda yarbaylar binbaşılar önlerindeki evraklara gömülmüş bir halde bir şeyler okuyor, bir şeyler imzalıyorlar.
Onları asker değil de bürokrat saydığımdan çok umursamıyordum. Bana göre yaşlı tontiş abiler, amcalar... bunlar artık asker değil kırtasiyeci... bunların işi sabahtan akşama kağıt okuyup imzalamak diye düşünüyordum.
O işin bana eziyet gelmesinin temel nedeni kendimi klasik bir asker saymayışım.
Bunlara bize acemiyken öğretilen usulde bağırıp tekmil mi vermeliyim filan hiç bilmiyorum. Sonra, yok esas duruşta botlarının arasına bir bot sığacak kadar açıklık olacak, yok selam verirken kolun kırkbeş derecelik açıyla duracak vs kurallar asla sevmediğim, asla bana huzur vermeyen kurallar. O yüzden hiç kimseyle muhatap olmuyorum. Kapıyı çalıp içeri girerim. Hemen kapının ağzında masasında bir bilgisayar olan yazıcı çocuğa " Benim evrakım hazır mı?" diye sorarım. Salonda kimse yokmuş gibi davranırım.
Bu bir gün olsa beş gün olsa iyi. Aylarca her gün yapmak zorunda kaldığım iş.
Evrak anında çıkmış olsa yine iyi. Beklediğim evrak bazen beş dakikada geliyor, bazen kırk dakikada. İşte o uzun bekleyiş günlerinde orda gergin bir biçimde beklemekten sıkılmış olarak ben de yazıcı çocuğu darlarım. "Niye gelmedi bu evrak? ....Benim bir sürü başka işim var geç kalacağım....... Benim işimi öncelikli yapıyorsun değil mi, bak başkasına öncelik verme....."
Bu darlamaları da salondaki kimseyi rahatsız etmeyecek bir ses tonunda yapıyorum ki hayalet gibi gelip gitmiş oluyum ordan.
İşte böyle günlerin birinde ben yazıcının başında beklerken salondan bir ses "Çavuşum" dedi.
Döndüm baktım bana en yakın ikinci masada bir yarbay seslenmiş.
"Çavuşum dikkat ediyorum da siz her gün bu vakitlerde buraya geliyorsunuz? Ne için burdasınız?" diye sordu.
"Komutanım her gün x bir evrakı almak için buraya geliyorum. Evrak sadece bu bilgisayara geliyor o yüzden burdayım" dedim.
"Her gün yaptığınız rutin bir iş herhalde bu?"
"Evet komutanım, her gün burdayım"
"Ama bu çok saçma ya. Madem her gün olan bir iş, bu evrak için sizin buraya gelmeniz değil, bu evrakın size gelmesi gerekir.
"Tamamen doğru söylediniz komutanım. Üstelik bu iş verimlilik kaybı. Ben şimdi dışarı çıkmak için araç, asker, muhaf��z ayarlamakla meşgul olmalıyım ama burda süresi belirsiz biçimde bu evrakın çıkmasını bekliyorum. Bazen de evrakın çıkması böyle çok uzuyor. Değerli vaktim burda boşa geçiyor. Bana her gün burda zamanla yarıştığım stresli bir bekleyiş kalıyor"
"Tamam çavuşum sizi bu stresten kurtaracağım. Bu işi oldu bilin. Bu iş artık bende"
" Sağolun komutanım" derken salona baktım. Bütün masalarda herkes önünde ki kağıtları bırakmış bizi izliyorlar. Binbaşının birinde müstehzi bir gülümseyiş gördüm. Yarbayın beni bu dertten kurtaracağına dair sevincimi kursağımda bırakan bir ifade.
O anda içimden " Yav tontiş yarbay, sen şimdi bu binadan çıkıp önüne çıkan ilk ere bir kurşun sıksan belki yargılanmazsın bile ama o kağıdın yolunu değiştirmek senin gücünü aşacak bir iş" dedim. Yine de umutlu kalmak istiyordum. Umutsuz yaşanmaz: Yarbay belkide başarır.
Tabii ertesi gün yine karargahın dar koridorlarını geçip yine büyük odaya ulaşıp yine yazıcının başında zebani gibi bekliyorum. Yine herkes kendi masasında. Kaçamak bir bakışla yarbaya doğru baktım. Koltuğunu bana doğru çevirmiş direk beni izliyormuş. Benim kaçamak bakışımı anında yakaladı. Gözlerini çevirip tavana bakmaya başladı. Sonra tavanı izlemenin de o ortamda pek makul olmadığını düşünmüş olmalı. Koltuğunu bana tam ters istikamete çevirip yan masadan birine söz attı.
Kendimce "utanma tontiş ama bu da sana bir ders olsun. Bir daha bunca adamın içinde yapamayacağın işler için söz verme" dedim. O işin stresini eziyetini askerliğimin son gününe kadar çekmeye devam ettim.
---
Askerlikte daha yeni zamanlarımdır. Yani henüz inşaat çavuşuyum ve karargahtaki o salona girip çıkmışlığım bile yok. Tugayın değişik yerlerine dağıttığım askerler işini yapıyor mu diye kontrol ediyorum. İşim zaten temelde buydu.
Yine böyle kontrol amaçlı geziyorum. Baktım uzakta yolumun üstünde bir uzman çavuş başına topladığı acemi askerlere eşya taşıtıyor. Bu da garip değil. Böyle şeyler sık olur.
Yalnız, yürüyüp yakınlaştıkça gördüm ki askerin başında uzman çavuş sandığım adam yarbay. İşte bu sıradışı. Yarbayın acemi askerle ne işi olur. O işi normalde bir çavuş, bir astsubay, bir uzman çavuş vs yaptırır.
Ben yarbayı gördüm yarbay da beni gördü. Kaçış yok ama önemsemedim. Bana müdahale etmesine gerek yok. Zaten bir sürü acemi asker var elinin altında.
Yanlarından geçip gidecektim. Yarbay " Çavuş iyi geldin. Sende bir el atta şu malzeme daha hızlı çekilsin" dedi.
İşin doğrusu yarbayın burda yaptığı işgüzarlık. Çünkü zaten yirmi tane asker az kalmış bir malzemeyi kısa bir mesafede çekiyor. Olaya tek bir kişinin ne etkisi olacak? Hem çekilecek eşyada bitmek üzere. Geri dönmekte olan askerler için son sefer. Hatta bazısı boşta kalır.
"Benim bir sürü acil işim var komutanım. Burda duraklayıp masa sandalye çekmeye zamanım yok" dedim.
Yarbay "Ya zaten eşya çekilen yöne gitmiyor musun? Bir sefer de olsa sen de al. Giderken bırakırsın" dedi.
Tamam komutanım dedim ama içimden de " ulan ne inatçı adam çıktın sen yav.. ne faydam olacak benim ama hadi hatrın kalmasın bir sandalye alıyım"
Tek elime bir sandalye aldım önümdeki acemi asker katarına takıldım. Baktım önümdeki çocuklardan kimi masa sırtlamış, kimi üç beş sandalyeyi tek başına götürüyor. Benim elimde tek sandalye. Bu sefer de pişman oldum mu?
Adam şimdi arkamdan bakıyordur. Tek sandalye taşımama gıcık olursa?
"Dur lan bırak o sandalyeyi, istemiyorum senin faydanı. Sokarım yapacağın işe" derse.
Allahtan aklıma gelen bu kötü olasılık gerçek olmadı. Yürüyüp gittim. Elimdeki tek sandalyeyi eşya çekilen noktaya bırakıp kendi işime odaklandım.
---
Bir yarbayla üçüncü muhtaplığım buna benzer bir tesadüf. Yine yaya olarak bir yerden bir yere gidiyorum. Hatta net olarak çamaşırhaneye gidiyorum. Binaya da yaklaşmıştım. Pat diye çamaşırhanenin orda bir yarbay belirdi.
Ulan bu ne iş? Nerden çıktı bu? Yarbayın çamaşırhaneyle ne işi olur filan diye şaşırıyorum ama bir yandan da adama doğru gidiyorum çünkü yolumun üstünde.
Şimdi buna selam verip muhatap almayım, başıma olmadık bir iş çıkarır diye düşündüm. Görmemiş gibi yanından hızlıca yürüyüp geçiyim dedim.
Dümdüz ovada, bomboş eğitim alanında koskoca yarbay görülmeyecek bir şey mi?
Tam yanından geçmiştim bir adım, iki adım.... üç olmadı.
"Çavuşum" dedi yarbay.
Zorunlu geri döndüm. Bir iki adımda açtığım mesafeyi kapattım. Yarbay da dönmüş bana bakıyor zaten. "Emredin komutanım" dedim.
" Çavuşum siz istihbaratçı mısınız?" diye son derece kibar biçimde sordu.
"İstihbaratçı değilim komutanım. Ben..." dedim. Cümleyi nasıl tamamlayayım şimdi? Aklıma ilk "düz çavuşum" demek geldi.. ulan düz çavuş ne? "Ben normal çavuşum" diye tamamladım. Normal ne demekse? Kendi halime de gülümsedim. Baktım normal çavuş oluşumda komik. Topçu çavuşum dedim. Ulan tugay zaten hep topçu tugayı.. o da olmaz.. Kısa dönem çavuşum dedim.. en sonunda salaklığıma sesli güldüm.
Yarbay tamam bir çavuşsun anladık diye elini şöyle bir salladı havada. " Bir süredir dikkatimi çekiyorsunuz. Siz aynı istihbaratçı gibi davranıyorsunuz. Ben sizi onların adamlarından zannediyordum" dedi.
İyi de az önce zaten söyledim, bu söze ne denilir artık?
" Ben hiç istihbaratçı tanımadığımdan nasıl davrandıklarına dair bir fikrim yok komutanım" dedim.
" Söylüyorum işte. Aynı sizin gibi davranırlar" dedi.
Baktım yarbay da inatçı. Ne yani orda sabaha kadar onun istibaratçısın ithamlarına yok değilim mi diyeyim? İstihbaratçı olmadığımı nasıl ispat ediyim?
Hangi özelliğimi benzettiniz diye sorsam ayak üstü sohbet iyice uzayacak. Son kez "Komutanım ben istihbaratçı değilim" dedim.
İnandı mı inanmadı mı belirsiz tabii. Neyse ki gideceği yöne döndü, yere bakarak ve bir şaşkınlık ünlemi olarak kendi kendine "Allahallah" dedi. O yoluna gitti ben yoluma.
Olaydan sonra düşündüm: Neyimi istihbaratçılara benzetmiş olabilir? Benim kişisel dosyama erişmek bir yarbay için ne kadar zor olabilir? Kendisi uğraşmaz bile iki dakikada önüne getirirler. Adam dosyamı açıp baksa zaten orda görevlerimi ünvanlarımı hayatıma ve kişilik özelliklerime dair her şeyi ana hatlarıyla da olsa rahatça görebilir.
Demek ki onlara bile inanmıyor.
Sonra ben yarbayı ilk kez görüyorum. Ne zaman hangi olayda dikkatini çekmiş olabilirim? Herhalde beni başka biriyle karıştırdı diye düşündüm.
Şimdiki değerlendirmemse çok basit: Yarbay o anda çavuşa bakıp alıştığı korkuyu gerginliği göremiyor. Karşısına aldığı bir çavuşun kendisinden korkmasına gerilmesine alışmıştır. Ben de bunları görmeyince "Ulan bu olsa olsa istihbaratın adamıdır" diye düşünüyor olmalı. Aslında bunu kendi kelimeleriyle yüzüme söylüyor: "İstihbaratçılar gibi davranıyorsun" demek bu demek. Yoksa beni birilerini takip edip dinlerken, gizli yerlerde gizemli kişilerle konuşurken vs görmesine imkan yok. Sabahtan akşama harçla kireçle meşgul, ordan oraya koşturan son derece sıradan bir çavuşum.
---
Yarbay hatırlarım böyle komik, şimdi anlatırken bile beni gülümseten olaylardır.
Ama yine de bunlar komik hatıralardan öteye taşsın, bir değerlendirme taşısın istiyorum.
Bir kere istihbaratın askerlerine +100 puan. Neden?
Demek ki karşılarında ki rütbe ne olursa olsun ezber olarak ondan korkmadan davranabiliyorlar.
Eksi puan şu: Başka herhangi bir asker komutanından neden korksun?
Bu yazıyı burda okuyan rütbesiz er yada general bile olursa bu soruyu kendisine sormalı.
İşini - görevini muntazam yapan, bir suça bulaşmamış bir asker komutanından neden korkmalı?
Bence bu sorunun tek yanıtı: Korkmamalı!
Askerliğimin ikinci saatinden bitişine kadar komutandan korkmak adına on milyon saçma olay görmüşümdür. Erden albaya kadar her rütbede bu korkuyu görmüşümdür. İyi de neden?
Bana ezbere duyulan bu korkunun nedenini açıklayabilecek bir Allah'ın kulu var mı?
Keşke olsaydı ama eminim ki yok.
---
Bu konuyu şu nedenle çok önemsiyorum: Benim elli yüz tane de farklı generalle hatıralarım yok ama olsaydı bu korkuyu onlarda da göreceğime eminim.
Bizzat tanışmış olmasam da sosyal medyada görüyorum. Adam general olmuş, amiral olmuş hiç bir konuda inisiyatif alamıyor. Adam ordu yöneten adam ama erin çavuşa baktığı gibi genelkurmayı başkanının iki dudağı arasından çıkacak kadere teslim.
Çünkü o general rütbesine bir günde gelmedi ki... O korku ikliminin içinde her rütbesinde başka bir komutanından korkarak o noktaya geldi. Artık korkmaya alıştı. Artık emir verilmedikçe hiç bir sorumluluk almamaya alıştı.
Disiplin böyle bir şey olamaz bence. Olmamalı.
Güncel örnekte güzel örnek:
Sözde modern orduların çapulcu takımına karşı dağılabileceğini gösteren güzel örnek Esad rejimi oldu. Suriye ordusu da muhtemelen korku kültürüyle şekillendirilmiş modern orduydu. Ordudaki bir takım üst düzey komutanlar Katar'dan aldıkları rüşvet karşılığı Esad'ı satmışlar. Esad'ın ruhu bile duymadı. Sonu ne oldu? Htş denen guruh yürüyüp elini kolunu sallayarak Halep'i Şam'ı bir kurşun atmadan kolayca aldı. Çünkü Esad ordusunun komutanları zaten anlaşmalarını yapmıştı.
Bu da disiplin. Komutanı savaşmayacaksınız deyince koskoca ordu kendinden kat kat zayıf düşmana teslim oluyormuş demek ki.
--------
Görünmez Yarbay Blackstar güzel hafta sonları diler.
0 notes
Text

Geçen hafta gözüme takılan bir haber: Psikoloğun birisi "Erkeklerin yüzde yetmişbeşi flört teşebbüsünde bile bulunmuyor. Kadınlardan tamamen umudu kesmiş haldeler " diye bir söz söylemiş.
Rakamı biraz abartılı bulsam da altında yazan yorumları okudum.
Of of of.. ne dertler.
Kızların çok paracı olduğundan yakınan erkekler mi ararsın. Selam verdim kırk yaşında hapse düştüm diyen mi ararsın. Türk kızlarını bencil ve kaprisli bulup İtalyanları öven mi ararsın.
Erkekler geniş bir yelpazede dertlerini yazmışlar böyle.
Yorumları okuyunca şöyle düşündüm: Kadınlar erkekleri sadece çocuk yetiştirirken biçimlendirmiyor. İlişkinin içinde hatta öncesinde de biçimlendiriyor.
Benim aşk meşk hakkında fikirlerim nerden gelmiştir? Aşka dair, sevgiye dair duygu düşünceler bana gökten inmedi. Bana o duyguları - fikirleri, kadınlar ve onlara dair sınırlı deneyimlerim vermiştir.
Deneyimler de yukarda verdiğim örneklerdeki gibi insanlar için - ve benim için de - travmatik. Travmaların başka başka nedenleri oluyor ama sonuçta travma.
Tek taraflı bakmıyorum. Aşk bazen kadınlar içinde çok travmatik.
Sonra şöyle oluyor: o travmalar gençliğinizin on - yirmi yılını alıyor.
Bazı kavramları yada duyguları birbiriyle barıştırmanız, bir dengeye kavuşturmanız ne kadar uzun sürerse o kadar kötü.
İnsan ömrü de bin yıl değil ki. Siz içsel çatışmalar yaşarken gençliğiniz zaten uçup geçmek üzere oluyor. Sonrası ebedi yalnızlık.
---
Görsel: Tom Lovell - ‘Day of Yellow Flowers’ 1956
0 notes
Text
Bu dünyanın paradokslarından biri şu:
Dünya mükemmel olmadığı için mükemmel.
---
Ölüm olmasa hayatın bir değeri ve anlamı olmayacağı gibi, soğuk olmasa sıcak değersiz, tasa olmasa huzur değersiz, hastalık olmasa sağlık değersiz, ayrılık olmasa aşk değersiz vb Bu liste akla gelen binlerce şeyle uzatılabilir.
O zaman, her şeyin tam istediğimiz gibi olduğu bir dünya cennet mi olurdu yoksa cehennem mi?
Her şeyin tam istediğimiz gibi olduğu bir dünyanın gerçekten bir değeri olur muydu?
Parmağınızı kıpırdatmadan yiyeceğiniz içeceğiniz elinizde, ölüm yok tüm sevdikleriniz yanınızda. Her şey sapsağlam herkes sapasağlam. Hava hep 24 derece. Kış yok yaz yok. En ufak bir dert tasa yok. Savaş yok. Yoksulluk yok. Açlık yok susuzluk yok. Aşk acısı yok. Hiç bir şeyden korku yok.
Şeklen bu cennet tasviri bence cehennemim ta kendisi olurdu.
Çünkü o cennette hayat dahil hiç bir şeyin anlamı, tadı, gerçek bir değeri, varlığı olamazdı. Ölü bir dünya olurdu. Hiç bir şey doğmaz, hiçbir şey büyümez, hiçbir şey gelişmezdi.
'Belki de dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.' - Aldous Huxley.
İşte bu cümleye bütün pozitifliğimle tam ters köşeden bakıyorum. Belki de bu dünya olası bütün dünyalar arasında en mükemmelerinden biridir.
Sorunlarla dertlerle dolu oluşuyla mümmel. Kötü ve arızalı yapaıldığı için mükemmel.
0 notes
Text
Boş konuşmalara devam: İki gündür özel kuvvetlerde görevliyken emekli olan bir generalin başına gelenleri okuyorum. Oğlunu öldürmüşler, intihar süsü vermişler dosya kapanmış. Sanırım yeniden açıldı. Şüpheliler arasında da kendisi gibi emekli bir binbaşı olduğunu idda ediyor. Doğrusunu bilemiyorum şu anda tabii ama hikayeyi dinleyince insan bir sivilin ölüp gitse bile adalet için hiç şansı olmadığını anlayabilir.
Özel kuvvetlerde bir tümgeneralin canı ciğeri aslan gibi oğlu kim vurduya gidebiliyorsa ve adam yedi yıldır adalet için çalışmış yine de sonuç alamamışsa bizim halimiz nice olur?
Bu olay da tabii yine kendi askerlik anılarımı canlandırdı.
Askerde bir gün acele biçimde elimdeki hesap kitap işlerini bitirmeye çalışıyorum. O gün yanımda sevdiğim astsubaylardan biri nöbetçiydi. Saygılı, efendi, bana komutanlık taslamayan iyi bir çocuk. Odanın kapısında dikildi.
"Biraz konuşabilir miyiz?" diye sordu.
Önceliğim işleri bitirmek olduğundan "Konuş komutanım" dedim.
"Özel konuşacağım" dedi.
Özel de konuşsa odada zaten başka bir asker yok. Oda dediysem çoğu camdan ve pimapenden ibaret bir bölme ama yine de özel konuşmaya yeter. Orda bana devlet sırrı mı açıklayacak. Şaşırdım.
"Yav iş güç tam civcivli zamanı.."
"İş güç kaçmıyor ya, biraz sonra bitir, ben unutmadan bunu söylemeliyim" dedi.
İstemeyerek kalktım. Birlikte binadan açık alana çıktık.
" senin hem yaşın hem tahsilin benden büyük bu yüzden sana akıl öğretmek haddim değil ama bir üstünlüğüm var. Sen beş aylık askersin ben beş yıldır bu devletin kadrolu askeriyim. Söyleyeceklerimi bu deneyime dayanarak söylüyorum: Benim bölüğümü bilmezsin bile burdan çok uzak. Tugayın buraya en uzak köşesindeyiz. Ama gün geçmiyor ki kendi askerlerimden adını duymayım. Adın asker arasında bir efsane. Her gün başka bir hikayen çalınıyor kulağıma. Her seferinde karşına rütbenle orantısız büyük güçleri aldığını duyuyorum. Bu hikayelerin içinde bana gelen vardır hiç bilmediklerim de daha çoktur onları bir tek sen bilirsin. Albayla yarbayla binbaşılarla kapıştığını duyuyorum. Bizzat her nöbetimde kendim tanığım. Kendi takım komutanın astsubayla aranızda tek bir normal diyalog yok. Adamla her an zıtlaşıyorsunuz. Adam kıt zekalı anasının üstüne yemin etmiş. O adam sana düşman artık. Herhangi bir olayda nasıl ki senin çavuş arkadaşların seni destekliyorsa şehirdeki bütün astsubaylar da onu destekler. O'nu sevmelerine hatta tanımalarına bile gerek yok, aynı rütbede olmalarından dolayı onu desteklerler. Bu işleri nasıl yaptığını bilmiyorum. Böyle işlere girişirken neye güvendiğini bilmiyorum. Şurda bir iki aydır yanında nöbetçiyim. General tanıdıkların olduğunu filan duymadım. Genelkurmayda amcan dayın yok. Herhalde karşında general bile olsa " o da asker ben de askerim, onun silahı varsa benim de var" güveniyle hareket ediyorsun. Bu düşünce şekli şu ana kadar başına bir bela getirmediğine göre doğru bir düşünce de olabilir. Ama kalan askerlik sürende kendini öldürtmezsen yada hapse düşmezsen şu kapıdan bir gün sivil olarak dışarı çıkacaksın. Kapının dışında artık asker olmayacaksın, artık silahın olmayacak, artık emrinde hiç bir asker olmayacak. Sen o gün bütün güçlerini kaybettiğinde burda karşına aldığın, kendine düşman ettiğin adamların rütbeleri, silahları, emirlerinde askerleri olmaya devam edecek. Ben dahil burda asker ve silahlı olmaya devam edeceğiz. Kapının dışında sivil olduğun gün bu adamlarla nasıl başedeceksin? Bu gün önemsemediğin bir binbaşı senin hayatını hem bu şehirde hem gittiğin şehirde etkileyebilecek güçte bir adam. Bu adamlara ne yapabilirsin? Hiç düşünüyor musun?"
Baktım önemli bir şey söylemiyor aslında. Anladım ki kulağına bir takım komplolar çalınmış, çocuk da adabınca gelmiş haber veriyor. Ona askerin arasında komutanım derdim de yalnızken kardeş diye hitap ederdim.
"Sağol kardeş. Bunları düşündüğün ve söylemek zahmetinde bulunduğun için teşekkürler ama benim hiç böyle dertlerim yok. O gün geldiğinde sen de göreceksin ki şu kapıdan bir sivil olarak çıkıp gideceğim ve kötü bir şey de olmayacak. Merak etme ben tüm bu olasılıkları zaten düşündüm" dedim.
Gerçekten de düşünmüştüm. Bana ciddi bir tehlike yaratacak güçte subaylar albay yarbay binbaşılar olur ama onların olayı dışarı taşıyıp şehirde intikam arayacağını sanmam. En fazla gittiğim için sevinç duyarlar. Hatta binbaşılarla yaşadığım en sert restleşmenin birinde belki albay benim hayatımı kurtarmıştır.
Pratik tehlike daha alt rütbelerden gelir. Onlar da masa başında ne kadar esip gürleseler olay gerçeğe dökülünce meydanda hiç biri bulunmaz.
Astsubay vb alt rütbeler de birileri illaki " Bunu sivil olduğu gün döveriz, gözaltına aldırırız, kaçırırız" gibi fantastik hayaller kuruyordur. İşte bundan eminim ama iş ciddiye dönünce onların da atıp tutmaktan öteye geçeceğini sanmıyorum. Gizli saklı bir şey değil. Sonuçta bir üsteğmen bir astsubay başçavuşu dövmüştü. Benim yanım da astsubaylar her gün plan yapıyorlardı. "O üsteğmene babası yaşında adamı dövmeyi göstereceğiz. Onu çarşıda yakalayacağız, şöyle kıracaz böyle dövecez"
Ben de " Hadi be! Bol keseden atıp tutuyorsunuz. Üsteğmeni dövmek kim siz kim, adamı yolda görseniz ödünüz yarılır" diyordum. Dalga geçiyordum.
Beklediğim gibi de oldu üsteğmene hiç bir şey yapamadılar. Tam tersine artık daha çok korkmuşlardır.
Benim için kurdukları hayaller de bu şekilde yıkılmaya mahkum diye düşünüyorum. O yüzden sivil olduğum gün bir bela beklemiyorum.
Kendim de temkinli davrandım. Çok daha rahat bir yolculuk olacakken, benim için ayarlanmış helikoptere binmedim. Sırf pilotları tanımıyorum, bu sürpriz helikopter nerden çıktı diye binmedim. Zaten bizim tuğayın dışında kendi başına bir askeri birlik Hava alayı. Hava alayının askerlerini de ayrıca sevmezdim. Hem oranın binbaşısıyla da takışmışlığım var. Herif tehlikeli bir tip. Halkın arasında oluyum, daha güvenli olur diye otobüsle geleceğim.
Tezkeremi işleme koyan yazıcı işleri bitirince sivil kimliğimi uzattı askeri kimliğimi istedi.
Vermedim. " Oğlum yolda bu iki kimlikte bana lazım olabilir. Hem evime gitsem bile beş on gün daha resmen askerim. Asker kimliğimi bırakmam. İstersen sonr ben sana kargolarım"
İki kimliğe de ihtiyacım yolda olabilecek olaylar yüzünden. İzne gelip gitmelerim dahil 700 km yol boyunca otobüs bir kere bile kontrol amaçlı durdurulmadı ama ben giderken durdurulmasını kesin sayıyorum. Bana gıcıklık etmek için otobüs durdurulacak. İşte orda olaya polisi dahil etmişlerse asker kimliğimi göstereceğim, otobüse asker binerse ona da sivil kimliğimi göstereceğim. Her durumda bana bir şey yapamayacaklar.
Kendimce böyle bir önlem aldım.
Otobüsün kalkış saatine de on saat vardı. On saat şehrin aynı caddlerini turlayarak akşam ettim. Yorgunlukla bir mağzanın vitrinin seyrediyorum. Bir şeye baktığım bile yok aslında sadece dinleniyorum. Omzuma bir el dokundu kalktı. Çok samimi bir edayla " Napıyon la hüseyin burda?" dedi.
Kafamı kaldırdım baktım benim gibi çingene kılıklı, esmer, benim yaşlarımda bir herif.
Herhalde beni iyi tanıyan biri şimdi ayıp olmasın diye tanımadığımı belli etmeden, "iyiyim yav mağza vitrinine bakıyordum" dedim.
"Hahaha.. mağazayı mı soyacaksın yoksa?" diye sordu.
Herif sürekli gülen neşeli bir tip.
Bu zaten beni tahrik etme amaçlı bir cümle. Artık laubali biçimde konuşmasına kızmaya da başladım.
"Sen herhalde beni tanıyamadın Hüseyin?" dedi.
"yüzün çok yabancı değil ama çıkaramadım sen liseden misin?" dedim.
Güldü yok dedi.
Mahalleden misin?
Yine yok.
Artık net biçimde kızdım. Bu muhtemelen ulaştırmanın şoför erlerinden biridir, yarın bölüğünde çavuşla dışarıda kafa buldum diye övünecek.
Dövecek gibi üstüne doğru bir adım attım, sertçe : " Sen asker misin lan?" dedim.
Birden ciddileşti, tekmil verir gibi kendini tanıttı: Ben istihbarat astsubay üstçavuş xyz,
" Beni tanıyamadın Hüseyin, bak dikkatin ne kadar dağınık. Halbuki ben seni çok iyi tanıyorum. Adını biliyorum en başta. Sen Hüseyinsin. Yoksa Hüseyin değil misin? Kişisel dosyanı kaç kere okudum. Seni kontrol amaçlı kaç kere yanına geldim. Dikkat bile etmemişsin" dedi.
Beni gerçekten birazcık tanısa gördüğüm bir astsubayın ne iş yaptığını zerre kadar umursamayacağımı bilir en başta. Sanki çok değerli bir adam da dikkatimden kaçmışmış.
Alnına istihbarat astsubay yazmış olarak askeriye de öyle dolaşsa yine umursamazdım bunu bile bilmiyor.
Zaten astsubayım deyince içerdeki halini de hatırladım. Kocaman şalvar gibi kamuflaj giymişti. Halini görünce bende "işte tarikatçı bir astsubay" diye düşünmüştüm.
Net biçimde dedim ki " Hakkımda bırak her şeyi bilmeyi sen bir cümle bile, bırak cümleyi bir harf bile bilmiyorsun"
Böyle iddalı bir yanıt moralini bozdu. Yüzü gölgelendi bir anda. Dalga geçen neşesi söndü gitti.
"Ne geziyorsun bu saatte dışarda? Yoksa firar mı ettin?" dedi.
Böyle tahrik cümleleriyle az önce elinden kaçırdığı üstünlüğü yeniden kurmaya çalışıyor.
O anda onu bırakıp çevremi süzdüm. Belki çevremi sekiz on kişi sarmıştır, "firar etti zannettik" gibi bir bahaneyle saldırırlar.
Yakın çevremi inceledim. Zaten gece karanlığı ama yüzü tanıdık gelen kimseyi göremedim.
Aklımda netleşti ki aslında beklediğim tertibin içindeyim. Astsubaylar karşıma kantin yada levazım astsubayıyla çıkacak değildi. Bulabildikleri en etkili adam olarak bir istihbaratçı bulabilmişler. Elemanı üstüme salmışlar. İyi, güzel.
Firar mı ettin sorusuna yanıt olarak biraz da abartarak
" Ben bu vakitlerde her gece şehirdeyim. Madem istihbaratçısın bunu bile bilmiyorsun" dedim.
Moralinin bir kere daha bozulduğunu yüzünden izliyorum.
"Ne için çıkıyorsun ki?" diye sordu.
"Görev gereği" diye kısa bir yanıt verdim.
Gerçekten de gece yarısı dahil şehirde gezmem sürpriz bir şey değil de, O'na söylediğim gibi her gün de çıkmıyorum. Ama işte bu konuda bile benle restleşemedi.
Tam bu anda karşı kaldırımdan ikimizi eşitleyen bir ses duyuldu.
" Napıyorsunuz la siz orda?"
Kendi askerliğimde bana garip gelen bir şeyden de bahsetmiş oluyum. Binbaşı yarbay gibi yüksek rütbeli adamlarla konuşuyum. Bana karşı bir saygı dili vardır. " Siz" diye hitap ederler. Alt rütbelere düştükçe saygı dili böyle laga luga diline döner. Bir astsubay bana lan dediğinde zaten edebileceği en şiddetli küfrü etmiş gibi geliyordu. Kızgınlıkla sesin geldiği yöne baktım.
Sürpriz!
Bir kaç ay önce yukarda anlattığım " Askeri birliğin kapısının dışında sivil olarak tehlikede olacağımı" söyleyen astsubay. Hala yolun karşısında trafiğin durmasını bekliyor. Aklımdan "İkili mi oynuyormuş lan bu? Oğlum bak bunu göremedin. Astsubaylar kalabalıklaşıyor" diye geçirdim.
O da gelince ilk sorusu " Bu vakitte ne yapıyorsunuz? Konuşmanız bitsin diye on dakikadır karşıda bekledim . Bi türlü bitiremediniz. Ne tartışıyorsunuz ki böyle? Siz nerden tanışıyorsunuz ya?" diye sordu.
İstihbaratçı konuştu: Burda tanışıyoruz. Ben Hüseyin'i tanıyorum ama o beni tanımıyormuş. Olacak iş mi hahahaha" dedi.
Destek kuvvet biraz moralini düzeltti. Yeniden gülmeye başladı.
Ben de " Gitmeden seni gördüğüm iyi oldu kardeş. Askerliği artık size bırakıyorum. Benim askerliğim bitti. Senle vedalaşmadan gitmek istemezdim ama bölüğünü bile bilmiyorum. Burda da olsa karşılaştığımız iyi oldu. Hakkını helal et" dedim.
" Senin üstünde ne hakkım olabilir. Asıl biz senin ekmeğini aşını yedik. Sen hakkını helal et" dedi. Helal ettim.
Sonra gelen astsubay, istihbaratçıya " Filanca yere gidecektik erteleyip duruyorsun şimdi oraya gidelim" dedi.
İstihbaratçı hiç gönüllü olmadı. " Hüseyin beni tanımıyor la, sence mümkün mü?" diye sordu arkadaşına.
Kardeş dediğim astsubay: Yav sabaha kadar kaldırmda bunu mu tartışacaksın yolun ortasında" deyip koluna girdi, bana iyi yolculuklar diledi, zorla sürükler gibi götürmeye başladı onu. İstihbaratçı giderken karanlıkta takılmış plak gibi halâ " Seni çok iyi tanıyorum. Seni çok iyi tanıyorum" demeyi sürdürüyordu.
İkisi gidince, tertipleri bu kadarmış. Zaten bir şey olacağı yoktu diye düşündüm. Terminale gittim. Otobüs hareket edeli beş dakika geçmiş geçmemiştir. Şehirden bile çıkmamıştık. Jandarma otobüsü durdurdu. Beklediğim olay zaten bu.
Hani bazı insanlar bir mesleğe tipiyle de tam uygundur. Adamı sokakta bile görsen bu asker olmak için doğmuş diyebileceğim bir tip olarak bir astsubay başçavuş otobüse girdi. Kimlik kontrolü.
Doğal olarak düşüncem: otobüs benim için durduruldu.
Koltuğum en arkalardaydı. Önde her ne olduysa bir asker buldular. Gafil çocuk belki ben askerim demiştir yada asker kimliği göstermiştir. O'na "sen ineceksin, yol güvenli değil, seni konvoyla göndereceğiz" dediler.
Çocuk yalvarıp yakarıyor ama faydasız. "Komutanım ailem bekliyor, yolda bir tehlike yok, ben sorumluluğu alıyorum, isterseniz kağıt imzalayım" filan dedi ama başçavuş bu sefer ses tonunu da yükseltip azaralayarak indirdi çocuğu.
"Benim yerime kurban oldu gafil" diye düşündüm.
Benim askeri birliğim jandarma değil dolayısıyla kapıştığım astsubay da jandarma değil sonuçta. O jandarma başçavuşa gelene kadar benim yolda indirilmeme dair rica kaç kişiden geçti kimbilir. En sonunda ona sadece "filanca otobüste asker olmasın, asker bulursan indir" duygusu kalmıştır.
Başçavuş yanıma gelince sivil kimliğimi uzattım. İşimi sordu, sertçe "inşaatçıyım" dedim. İnşaatçıyım dedim ama bu ağzımdan bir azar tınısıyla çıkmıştır. Çünkü kızıyorum doğal olarak. Delinin birinin lafıyla istihbaratından jandarmasına kadar harekete geçilmesi de delice.
Tamam inşaatçıyım ama o anda askerim sadece. Kurt asker. Yemedi. Yemedim der gibi gögsüme bakıyor. Baktım kazak koltuk altı tabancası taşıyormuşum gibi garip biçimde kabarmış. Emniyetin yada istihbaratın bazı adamları silahı öyle taşımayı sever. İnşaatçı oluşunu yemedim ama emniyetin yada istihbaratın adamısın anladım" bakışıyla baktı. O da illaki artık gerçek bir insan tanıma uzmanı ama ben de adamın ruhunu okuyorum.
Asker olduğumu anlayamadı. Çekildi gitti.
Çok küçük bir ihtimal olarak yolda otobüsün önünün bir kere daha kesilme ihtimalini düşündüm ama o artık çok küçük olasılıktı. Önümün açıldığını, artık eve dönüyor olduğumu anlayıp ancak sevinebildim.
----
Bu hikaye belki okuyana doğal gelmiştir ama aslında doğal değil.
Askerliğini bitirmiş evine dönen biri neden böyle kendine kurulabilecek on bin tane tertibi düşünerek yola çıksın?
Yüksek rütbeli subaylardan biri - binbaşı albay yarbay- beni kariyeri için tehlike saysa, adam işini kaybedip hayatının geri kalanını hapiste geçirecekse, bunu ben sağlayabilirsem beni tehlike sayması ve ortadan kaldırmaya çalışması kötü ama yine de kendisi açısından son derece mantıklı olur.
Astsubayla aramda çıkan çatışmanın hiç bir mantıklı temeli yoktu ki. Çatışmanın ucunda para pul yok. Birbirmizin kazancına göz dikmedik. Aşk meşkte yok. Birbirimizin sevgilsine göz dikmedik. Ne var? Delilik var.
Adam neyin eksikliğini çekiyorsa, hayatı boyunca ne kadar kompleks biriktirmişse acısını benden çıkarmaya çalışıyor. Cahil, okuma yazması olmayan askerlerim bile ona Avarel lakabı takmıştı. Çünkü boy uzun akıl kısa. On saniye sonrasını düşünebilecek bir akıl yok. Askerliği de bilmiyor. Henüz iki, iki buçuk yıllık asker. Komutan olmayı altındaki herkese kötü davranmak zanneden bir tip. Bunla uğraşıp duruyordum.
Durumu olumsuz bir tabloymuş gibi anlatmak istemem. Yanıltıcı bir izlenim olur. Sürekli didiştiğim takım komutanım astsubayın, değişik branşlardan bir kaç meslektaşını bana karşı kışkırtmış bu hiç bir şey.
Ben her an kendime güven duymaya devam ediyordum. Çünkü dostlarım daha çoktur.
Dünya baştan sona deliliğe boğulmuş değil.
Yaptığınız her iyi eylem size düşmanlar kazandırabilir ama kesinlikle dostlar da kazandırır. O dönemde adını bilmediğim yüzünü görmediğim her rütbede olabilecek askerler benim için bir takım fedakarlık yapabilirdi. Yapmışlardır. Ben de o iyiliklerin kimine bizzat tanık oldum kiminden haberim bile olmamıştır.
<Zaten uzun bir yazı oldu onlarca olay içinden bir örnek veriyim daha da uzasın: Mutfağın ortasında astsubayla tartıştığımız sıradan bir gün. Kapıdan bir asteğmen daldı ortama. Çocuğu yüz olarak tanıyorum ama o kadar. Akrabam değil, arkadaşım değil, hemşerim bile değil. Bölüğümde değil. Adını bile bilmem. O beni biliyormuş. Tartışmanın ortasında direk bana yöneldi. Koluma girip beni biraz uzaklaştırdı. Bağırmaya başladı.
"Hüseyin bırak ite köpeğe laf anlatmayı, laf anlattığın adam kim ki? şu tugayda senin kılına dokunacak adam yok. Generaline kadar hepsinin.... Kimse sana dokunamaz. Bir sorunun olsun, bölük komutanına, albaya filan gitme bana gel. Çözmezsem adam değilim"
Şaşkınlık içindeyim tabi. Ulan asteğmen canına mı susadın? Ne bu coşku? Tugayın delisi benim sana ne oluyor? Hepi topu bir astsubayla tartışıyoruz, olaya niye büyük başları katıyorsun? Birinin kulağına giderse seni zevk için gebertirler" diye geçti aklımdan. Serdengeçti biri olarak asteğmenin konuşmasından onun adına ben korktum kendisi korkmadı.
Diyeceğim, yani işte böyle hiç tanımadığım bir adam bile destek veriyor, dostluk gösterebiliyordu.
Böyle olaylar birike birike insana ekstra bir güç- güven veriyor. En sonunda kabulleniyorsun ki " Yav ben de bir güç odağıyım" Ben askeriye de bir gücüm. Ben şehirde bir gücüm.
----
Şu yazı boyunca olayları hatırlarken burda anlattığım bütün tehlikeli anları, kaygıları dahil öfkeleri, çatışmaları, her şeyiyle askerliği özledim yine.
Askerliğimin bittiğine herhalde çok az sevinmiştim. Gitmeden önce askerlere de söylemiştim. "Keşke her yıl en azından on beş gün askerlik olsa da, yeniden buraya gelip onbeş gün boyunca ruhumu geliştirsem"
Çocuklar da hayret ediyordu: Abi seni duyanda çok rahat askerlik ettin sanar. Burda her gün ne kavgalar verdin. Kimse dayanamazdı. Biz senin burdan kurtulman için duacıyız"
---
Güzel hasta sonları...
0 notes
Text
Yıllar sonra farkettiğim bir durumda şu: Söylemek istediklerimi söyleyemediğim için çok yazıyormuşum.
Sanki bin kelime yazarsam bir tanesi de anlatmak istediğim olacakmış gibiydi.
Tabii yanlış bir fikir olduğu bunca yılda kanıtlandı.
Burası gönülden geçenleri anlatmak için iyi bir yer midir zaten o da ayrı bir konu.
O yüzden genel geçer ve belki boş şeyler söylemeye devam ediyorum.
0 notes
Text






Bir yapay zeka programı var. Kendinin ve partnerinin fotoğrafını yolluyorsun, yapay zeka doğacak çocuğunun tipine dair bir öngörüde bulunuyor.
Bunlar benim değişik annelerden olası çocuklarım.
Daha çokta, bu kadarı yeterli.
Gerçek dünyaya ne yazık ki doğmadılar. Sırf bu yüzden bana sövseler yeridir.
Bna sövsünler annelerinin de anneler gününü kutlasınlar.
Anneler gününüz kutlu olsun bütün anneler ve anne adayları.
0 notes
Text
İnsanlara iyi bir söz söyleyemiyorsak, halka umut veremiyorsak kimseyi karamsarlık deryasına salmaya, neşesini çalmaya hakkımız yok deyip susabiliriz.
Politikacılar sık yapıyor bunu: Halkın zaten bildiği bir takım sorunları tespit edip kameralar önünde sayıp döküyorlar. Ertesi gün yine aynı. Daha ertesi gün yine aynı, hep aynı...
İyi de biz o adamları bize sorunları sayıp döksünler diye değil, sorunları çözsünler diye seçiyoruz.
Sorunlar tespit edilmiş ama çözüme dair hiç bir çaba yoksa demek ki çözümler Allahtan bekleniyor.
İşte bu duygu insanları umutsuzluğa itiyor. Bu umutsuzluğu bilerek yayıyorlar, işleri bu.
---
Biliyorum ki ben dahil herkesin morale ihtiyacı var. Olumlu düşünmeye, umutlu olmaya ihtiyacı var.
"İnsanlar gülüyordu de Trende, vapurda, otobüste Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle Hep kahır, hep kahır, hep kahır, hep kahır Bıktım be" demiş Cem Karaca.
Gerçekten de bir zaman geliyor ki insan artık kötü gerçekler duymak yerine tatlı yalanlar duymaya razı geliyor.
Gününüz gerçek ve güzel olur umarım.
1 note
·
View note
Text

-1978 1 Mayısından bir kare: Fatma Girik, Kadir İnanır, Tarık Akan, Kemal Sunal-
Şu anda 1 Mayıs nasıl kutlanmaktadır bütünüyle bilemiyorum ama her yılın standardı: Birileri Taksime çıkmak ister, valilik izin vermez, kaçma kovalamaca, -sol gurupların kendi aralarında bir övünç vesilesidir aynı zamanda, biz taksime çıktık demek- polisle vatandaşın karşı karşıya gelmesi vs şeklinde geçer.
Diğer meydanlarda da nutuklar atılır filan.
Bu standartların değişmesi gerekir.
İlla Taksim de 1 mayıs kutlayacaksan öyle beş on kişilik guruplarla ara sokaklarda kovalamaca oynayarak meydana girilmez.
Toplarsın iki milyon kişiyi ve girersin.
77 mayısında beş yüz bin kişi olduğu söylenir. Şimdi o güne kıyasla iki milyonda çok değil.
---
1 mayıs işçi ve emekçi bayramı diye geçer ama bu kapsam güncel durumda dar bir kapsam bence.
Bir işsiz de artık bir işçiden daha perişan durumdadır. Emeklilerin hali zaten belli. Öğrencilerin hali belli.
Başka bir ölçüye bile gerek yok. İşçi ölümlerinde yüzde yüz dünyanın ilk onuna giriyoruzdur. Sayılara döksek sayılar korkunç çıkar. O sayılar insanların bir ekmek parasını hayatları pahasına, ölümü göze alarak kazandığını gösterir.
Tehlikeli mesleklerden birini kendim de yapmış biri olarak ben bazı kazalardan sadece şansla, bazen uzak görüşlülükle ve hatta bazen de korkaklık ederek kurtuldum.
---
1 Mayısların bir takım anma rutinlerine hapsedilmesinden ziyade özellikle işçilerin kendi kollektif güçlerini görebilecekleri bir psikolojiye evrilmesi gerek. İşte o zaman kağıt üzerinde kalan değil hayatın içinde olan bir bayrama dönüşebilir.
1 Mayısınız kutlu olsun.
1 note
·
View note