restoranist-blog
restoranist-blog
RestoranİSTANBUL
27 posts
İstanbul'da gidilmesi gereken restoranlar, eğlenceli mekanlar ve her türlü lezzet durakları.
Don't wanna be here? Send us removal request.
restoranist-blog · 4 years ago
Photo
Tumblr media
ABBASAĞA KITLTJ SOKAĞI
Beşiktaş merkez nahiyesinde Türkali ve Abbasağa mahalleleri hududunda Maşûklar sokağı ile Loşbâhçe sokağı arasındadır: bir sırt üzerinde her iki başından yokuş bir sokaktır. Kaba taş döşeli, yaya kaldırımlı, iki araba geçecek kadar geniş bir sokaktır. Maşuklar sokağı kavşağından girerken, sağ köşede metruk bir Kum mezarlığı vardır, sol tarafta büjâik, kârgir, temiz evler sıralanmıştır. Bu kavmerkez na hiyesi mahalleleri ildendir. Boğazı çine ve Marmaraya bakan tepeler üzerine kurulmuştur. Maşûklar sokağı, Yıldız Posta caddesi, Üzengi sokağı. Fulya deresi sokağı, Teşvikiye yolu, Nüzücüye caddesi, Dizi sokağı. Meddah İsmet sokağı, Tabakçı Hüseyin sokağı. Loşbâhçe sokağı ve Abbasağa Kuyu sokağı ile çevrilmiştir.
Iç sokak ve caddeleri şunlardır: Auıamecî sokağı. Dutlubahçe sokağı, Dutluk sokağı. Kalas sokağı, Kasabkâmil sokağı, Arife sokağı. Rübab sokağı, Yenimahalle Dere sokağı, Gazino sokağı. Ortaoyuncu sokağı, Çeşmeyokuşu sokağı. Fanus sokağı, Kalkan sokağı. Ayvaz» kâhya sokağı, Bostanüstü sokağı, Yıldızbos tanı sokağı. Ihlamur Yıldız caddesi, Jandarma mektebi sokağı. Şoför sokağı, Keşşaf su kağt. Üzengi sokağı. Nurdanesi sokağı, Nardenk sokağı, Dilber sokağı, Uzuncaova caddesi.
Abbasağa Kuyu sokağı, Yenimahalle Dere sokağı. Yıldız caddesi ve Üzengi sokağiyle Yıldız Posta caddesi arasında kalan parça, bu mahallenin en yüksek ve havası gayet lâtif olan kısmıdır ki, sekenesinin mühim bir kısmını, Ermeni ırkından olan vatandaşlarımız teşkil eder, bu parçada ikişer üçer katlı olan evlerin nezareti de fevkalâdedir: Bayazıd sırtlarından Sarayburnuna, Kızkulesine, İhsanivc sahillerinden Beylerbeyine kudur uzanan muhterem panoramanın gerilerini Hayımzada, Kadıköy sahilleri doldurur, açık havalarda da, ufuk çizgisinin üstünde Bursa dağlan, karlı tepeleri bulutlara karışmış Keşiş yükselir.
Mahallenin geri kalan büyük parçası, alçakta bulunan Fulya Deresi sokağiyie İhlamurlar. caddesine doğru pek dik bir meyil ile iner; batı sıınrım teşkil eden Niizhetiye caddesi karşıdaki Dizyoran bayırının eteğinden geçer. U zengİ ve Fulya Deresi sokaklarının ötesi, bostan ve bahçelerle bezenmiş sırtlar halinde açılır, öyle ki, hu bostan ve bahçeler. Ihlamur D> re caddesi boyunca, Abbasağa mahallesinin bir hayli içerilerine doğru da sokulmuştur; Ihlamur Dere caddesi. Beşiktaş iskelesinden gelindiğine göre, sağ kolda bir sıra pitoresk ahşap evler, sol kolda dere yatağı ve onun gerisinde, teneke yahut tahta perdelerle çevrilmiş bütanlarla Ihlamur kasrına ve Kasrın önündeki ulu çınarların gölgelendirdiği meydana kavuşur; ki vaktiyle burası büyük şehrin namlı mesirelerinden biriydi; Ihlamur Yıldız caddesinin Fulya Deresi sokağı ile olan kavşağı karşısında bir Bülbül gazinosu vardı ki safa erbapta. mebtabda buraya bülbül dinlemeğe lirdi. Bugün, bu eski mesire ıhalı bir himmetle ihya edilebilir. Yambaşındn akan bol meuba suyu ile. asırlık çmarlariyle, civarındaki bostanlardaıı tedarik olunacak domates, ;a latalık ve bilhassa mevsiminde nefis bostan incirleriyle, büyük şehir halkının külfetsizce eğlenebileceği ve bir tatil gününü pek girebileceği bir yerdir. Beşiktaş durağında tramvaydan inilince. Ortabahçe eaddo, Ihlamur Dere caddesiyle, yaya, yokuş ruhin ti çekilmeden yürünecek en çok oıı beş dakikalık bir yoldur.
Abbasağa mahallesinin Maşûklar sokağı ile Abbasağa Kuyu sokağı kavşağı anısmd.ı kalan köşesinde, metruk Rum meşalhğı’dır. Meşatlığın karşısında Cihannüma bulunmaktadır ki. eski Abbasağa zarlığının yeridir; bugünkü idare teşkilâtında da. Gıhannüma mahallesi hudutları içinde bir dır.
0 notes
restoranist-blog · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Test Post from https://egematey.com https://egematey.com
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Hikâyeler Hikâyeler
Eski Demokrat Sıraya Koymuştu
Yılmaz Ateşoğlu bir kuruluşun “Halkla İlişkiler” yöneticisidir., Görevi gereği sık sık dolaşır. Her çeşit halkın arasında oturur, onlarla konuşur, eğilimlerini saptamaya çalışır. Geçenlerde bir köye gitti. Köy kahvesinde oturdu. Bu köye ilk gelişi değildi; çok tanıdıkları vardı. Hemen etrafım sardılar, sohbet başladı. Pahalılık mahalılık, zam mam, derken laf hemerı hükümete geliverdi,
Bu hükümet niye kurulmuyordu? Herkes kendine göre, siyasi meşrebine uygun yorumlar yapıyordu. Ama en ateşlisi eski Demokratlardan biriydi. Seçimlerde Demokratik Partiye oy vermişti. Ama şimdi…
“Bileğimi kessinler!” diyordu. Sadece Demokratiklere mi kızgındı? Haşa! Önüne kimin, adı sürülse ona veryansın ediyordu.
Yılmaz A. bir ara dayanamadı, “Dur yahu!” dedi.
“Biraz fren yap! Bak sana bir hikâye anlatayım. Kadın evlenince memleketten ayrılıp İstanbul”a gitmiş. Birkaç yıl sonra memleketten bir ahbabı gelmiş. Kadıncağız ahbabına eski tanıdıkları sormaya başlamış.
“Şeyler nasıl, Nermin Hanım iyi mi?”
“Ayol duymadın mı? Nermin Hanım kocasından boşandı,, şimdi barda soyunuyor!”
“Vah vah çok üzüldüm! Ya filanın karısı Perihan Hanım?*
“Aaaaa, onu da mı duymadın? Başka bir adama kaçtı!”
“Allah Allah! Peki Sultan Hanımlar ne yapıyor?”
“Aaa! Bir yaşıma daha girdim! Ayol duymadın mı? Kocası bastırdı…”
Kadıncağız aldığı her cevaptan şaşkına dönmüş ve sonunda, “Aman Mualla Hanımcığım!* demiş,
“Kusura bakma, annemi soracaktım, vazgeçtim! Aman sus!”…”
Ansiklopedi
Tokat”taki Ülkü Kitabevine bir müşteri girdi. Turhan özü-duru o sırada başka bir müşteriyle meşguldü. Yeni giren müşteri sabırsızdı, hemen sordu: “Milli Piyango bileti var mı?”
“Yok!”
Adam dışarı çıkarken ilk müşteri laf attı: “Burası kitapçı yahu, eczane mi?”
Turhan Ö.’nun o gün müşteriden yana şansı açıktı. Bir köylü vatandaş geldi: “Üçüncü sınıf kitabı var mı?”
“Hayatbilgisi mi?”
“Hayır!”
“Türkçe mi?”
“Hayır!”
“Aritmetik mi?”
“Hayır!”
Allah Allah başka üçüncü sınıf kitabı yoktu! Kala kala üçüncü sınıf ansiklopedisi kalmıştı:
“Hemşerim ansiklopedi olmasın?”
“He yahu! Adını biliyom da söylemeye utanıyom!”
Yahudi Astronot Merih’e Gitmiş
Dünyanın en büyük uçuşunu İsrail düzenlemiş. İsrail uzay aracı Merih”e gitmiş. .Bütün dünya İsrail”in bu başarısını radyo ve televizyon başında günlerce izlemiş, gazetelerde okumuş. Yahudi astronot dünyaya dönünce olağanüstü bir ilgiyle karşılanmış. Yer, yerinden oynamış. Herkes ilk defa Merih”e ayak basan Yahudi uzay adamını bağrına basmak için yarışıyormuş…
Yahudi uzay adamı önce Amerika”ya gitmiş. Amerika. Amerika olalı böyle büyük bir karşılama töreni görmemiş. Kalabalıktan seksen kişi ölmüş, üç yüz seksen kişi yaralanmış. Başkan Ford uzay adamını kabul etmiş. Yanında Kissinger de varmış. Bir süre, sağdan soldan, Ay”dan Merih”ten söz ettikten sonra, Yahudi astronot bir laf atmış ortaya: “Yarın çok önemli bir açıklama yapacağım!”
Ford la, Kissinger merak etmişler: “Nedir acaba?”
“Çok önemli ve Amerikan toplumunu çok ilgilendirecek.” Her ikisinin merakı daha artmış. Yahudi uzay adamı, “Teypleri kapayın!” demiş.
“Nixon”un başına gelen sizin de başınıza gelmesin. Söyleyeceğim şey ses bandına kaydedilmesin.”
Ford düğmeye basıp teybi kapatmış: “Buyurun söyleyin.”
“Uzayda bu kadar dolaştım, Allah”ı görmedim! Onu açıklayacağım!”
Ford Kissinger”e, “Kissinger Ford a bakmış ve ikisi birden “Aman ha!” demişler.
“Sakın böyle bir şey söyleme! Toplumun bütün düzenini bozarsın, bunca yıllık inançlar yıkılır, başımız derde girer.”
Yahudi uzay adamı kesin konuşmuş: “İmkânı yok, muhakkak söyleyeceğim!”
Anan yahşi, baban yahşi pazarlık başlamış ve sonunda Yahudi 1 milyon dolara fit olmuş…
Astronot ertesi gün Moskova”ya uçmuş. Yine aynı büyük karşılama yapılmış ve ıBrejnev”le Kosigin kendisini kabul etmiş. Onlara da aynı şeyi tekrarlamış: “Yarın, sizin Sovyet toplumunu ilgilendiren çok önemli bir açıklama yapacağım.”
Onlar da merak etmiş: “Acaba ne diyeceksiniz?”
“Uzayda Allah”ı gördüğümü söyleyeceğim!”
“Aman etme eyleme! Bütün düzeni bozarsın, bunca yılın İnançları tersyüz olur, başımız derde girer.”
“Mecburum söyleyeceğim.”
Yine anan yahşi, baban yahşi pazarlık başlamış ve Yahudi astronot onlardan da 1 milyon rubleyi koparmış…
Astronot bir süre sonra, tekrar Amerika”ya gitmiş ve Ford”la görüşmek istediğini bildirmiş. Başkan Ford, uzay adamını Beyaz Sarayda kabul etmiş: “Bir isteğiniz mi var?”
“Evet, yarın çok Önemli bir açıklama yapacağım da, size haber vereyim dedim,”
Ford bozulur gibi olmuş: “Yine ne diyeceksiniz?”
“Uzayda Allah’ ı gördüm onu söyleyeceğim.”
“İyi, söyleyin, biz bundan memnun oluruz.”
Yahudi astronot gülmüş: “Ama benim gördüğüm Allah zenciydi de…”
Şu Televizyonda Meşhur Olanlar
Aynı muhitte doğmuş, büyümüş, aynı okullara gitmiş ve liseyi birlikte bitirmişlerdi. Biri üniversite sıralarında, diploma peşinde koşarken, diğeri kısa yoldan zengin olmanın yolunu bulmuştu. Diploma peşinde koşan aybaşını nasıl getireceğini hesaplarken diğeri parayı nasıl harcayacağım bilmiyordu. Zengin olan her görüşünde eski arkadaşını evine davet ediyordu. O ise her seferinde bir bahane bulup atlatıyordu. Nihayet atlatamayacak hale geldi. Arkadaşı telefon etti:
“Bak artık bahane dinlemem. Akşam daireye şoförümü yollayacağım. Seni alıp bize getirecek. Ayıp yahu! Bunca yıllık arkadaşız. Çocukluğumuz, gençliğimiz birlikte geçti, ye günlerdi onlar. Bir iki kadeh içip eski günleri yad ederiz. Bizim hanım da seni çok merak ediyor. Muhakkak tanışmak istiyor.”
Çaresiz kalıp, yakalanmıştı. Daha eve girer girmez rahatsız oldu. Uşak paltosuna öyle saldırmıştı kil Her köşeden bir görmemişlik akıyordu. Yemeğe oturuldu. “Ye!” diyordu arkadaşı: “Bu rokfor peynirini senin İçin aldım.”
“Salam halis Macardır!”
“Havyara laf istemem!”
“Bunların hepsini senin için aldım. Yemezsen kırılırım!”
Hem yemek yeniyor, hem de oradan buradan konuşuluyordu. Bir ara televizyona gözü takıldı. Leonardo da Vinci oynuyordu.
Arkadaşı nasıl zengin olduğunu anlatıyor, o ise yarım kulak dinleyip televizyonu seyrediyordu. Birden arkadaşının karısı ayağa kalktı: “Aman, şu televizyon da Leonardo da Vinci”yi fneşhur etti gitti!”
Dedi ve “çat” diye televizyonu kapattı.
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yaşanmış Olaylardan Güzel Bir Derleme (Siyasi Münakaşa İçerir)
Türk yasalarında, böyle bir adamı cezalandıracak, hesap soracak bir madde yoktur. Yedi yıl önce yazdığımız bir yazıyı tekrar yazarsak bize kızar mısınız? “Sipahiler züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış…” der misiniz? Ama kızmayın ve demeyin. Yedi yıl önce böyle bir yazı yazdığımızı biz çoktan unutmuştuk bile…
Fakat okuyucu unutmuyor, sakladığı yazının fotokopisini çıkarıp gönderiyor. Hem de öyle gününde gönderiyor ki “cuk” oturuyor.
28 Eylül 1971’de bakın ne demişiz:
“Yine ortalıkta dolaşıyor. Bir devri kapamış, bir devre yaslamak istiyor sırtını. Ömrü hep böyle geçmiştir. Daha doğrusu geçen devirlere o hiç aldırmamıştır. ‘O’nun aldırdığı ‘çıkarıdır. Dün yaladığı ellere, bugün tükürürken ‘beyefendisine’ kendisini beğendirmek için yapamayacağı şarlatanlık yoktur. Fesi atıp kalpağı giyerken, kalpaktan şapkaya geçerken neyse, tek partinin ceberutuyla, çok partinin demokrasi havarisi arasında hiç fark yoktur. İnancı, kahrolası bir tekerlemeye dayanır: El öpmekle, ağız aşınmaz! Zaten ‘O’nun aşınacak hiçbir şeyi de yoktur. Baştan aşağı, etten tırnağa yalamadır o!
Kim midir? Şöyle bir bakın, hemen göreceksiniz. Her iyiyi, her güzeli, her doğruyu rezil eden, sonra da karşısına geçip el ovuşturan O’dur!
Aslında O’na hiç kızmamak gerekir. Asıl kızılacak ‘O’na yaşamak hakkı tanıyan ortamdır ve o ortamı yaratanlardır. Rahmetli Kılıç Ali anlatmıştır:
Yıl 1923. Atatürk güney illerinde bir geziye çıkmıştır. Adana istasyonunda kendisini karşılayanlar arasında ‘O’ da vardır. Her şehirden gelen heyeti, Atatürk’e tanıtmak için çırpınmakta ve kendisini Gazinin yakını göstermek için dört dönmektedir. Oysa bir süre önce Atatürk’ün en büyük muhaliflerindendir.
Söylemediğini bırakmamıştır, Atatürk kızar, tersler. ‘Sizin takdiminize hacet yok!’ der. Ben onları tanırım! Ama ‘O’ yüzsüzdür. utanmazdır, arlanmazdır, suratına tükürsen, yağmur yağdı sanıp Yarabbi şükür!’ diyecek kadar haysiyetsizdir. Atatürk bir ara Kılıç Ali’ye döner:
‘Bu adamı yanıma sokmayın, fena muamele yaparım.’
Kılıç Ali, lisanımünasiple anlatır. Ama ‘O’nun meziyeti bu-dur, aldırmaz bile… Trene binilir, başka bir ile gidilir. Hükümet konağında resmikabul vardır. Atatürk şehrin ileri gelenleri ve halkla tanışacak, konuşacaktır. Birden “O” yine peydah olur. Kalabalığı yarıp Atatürk’ün yanına sokulur, bel büküp, arsız kebapçı kedisi gibi yalanarak ‘Gazi Paşa Hazretlerine’ şehrin ileri gelenlerini takdime başlar. Ama karşısında Atatürk vardır. ‘O’nu ve onun gibilerini çok iyi tanımakta, hangi dilden anlayacaklarını bilmektedir. Birden patlar:
‘Seni buraya teşrifat memuru mu yaptılar be adam! Çekil yanımdan!’
‘O’ neye uğradığını bilmez, kıçın kıçın giderken Atatürk et-raftakilere şöyle demektedir:
‘Bana muhalif olanlara bir şey diyemem. Bunlar görüş ve düşüncelerinde serbesttirler. Böylelerini takdir dahi ederim. Fakat hiçbir fikre ve içtihada istinat etmeyerek, benden ayrılıp, şimdi de beni seven halka, karşı, kendisini güya benimle berabermiş gibi göstermeye kalkanların ikiyüzlü siyasetlerine de müsamaha edemem.’
‘O’ böyle birisidir işte… Hiç eksilmeden, artarak bugüne kadar gelmiştir. Görünüşe göre daha da çoğalacaktır. Gidiş o gidiştir. Ama yalnız ‘onlar’ yoktur bu memlekette. Bir de ‘Pepe Ali’ ler vardır. Az da olsa, yine vardır. Musa Ataş anlatmıştır.
Yıl 1938. Atatürk Bursa’dadır. Merinos Fabrikasına gitmiştir. Dışarıda kendisini büyük bir kalabalık beklemektedir. Atatürk kalabalığın arasına girer. Önünü bir vatandaş keser.
‘Paşam beni tanıdın mı?’ Atatürk birden tanıyamaz. Vatandaş kendisini tanıtır:
‘Paşam ben senin beş yıl emirbeyliğini yaptım.’
Atatürk o zaman tanır:
‘Vay Ali sen misin? Maşallah, gençsin, dinçsin…’
‘Sağ ol Paşam! Anafartalar’da üç bölükle üç fırkaya ateş ettiğimiz, üç gün üç gece uykusuz beklediğimiz günleri hatırladın mı?’
Hatırlamaz olur mu Atatürk, elbette hatırlar: “Sağ ol Ali! Bana eski günleri hatırlattın.”
“Sen de sağ ol Paşam! Her zaman emrindeyim”
“Sıkıntın var mı, hayatından memnun musun?”
“Hiçbir sıkıntım yok. Sen Reisicumhur olduysan, ben de Güllüce Köyü Muhtarı oldum.”
Paşayla emireri veda edip ayrılırlar, iki ay sonra Güllüce Köyü Muhtarı Pepe Ali’ye Ankara’dan bir mektup gelir:
“Ali, Beni hatırladığına memnun oldum. Bilhassa sana şunu anlatmak istiyorum. Şimdiye kadar gezdiğim yerlerde benimle çalışmış kime rastladıysam hepsi benden menfaat ummuşlardı. Fakat yalnız sen ummadın ve ansızın kendini bana tanıttın. Köyünde çalış. 15 Martta seni Ankara’da bekliyorum. Gözlerinden öperim.”
“Pepe Ali”ler de böyle kişilerdir işte… Azala azala, eriye eriye bugüne kadar gelmişlerdir. Görünüşe göre daha azalacak ve belki de nesilleri tükenecektir. Zira, gidiş o gidiştir.
Gördünüz ya, yedi yıldan beri hep aynı hikâye!
Yine “o” ve yine “onlar”…
İki, ay önce Süleyman Bey’in bilmem neresini yalayanlar, bugün “Ecevit”in önünde kırk perende atabilmek için fırsat kollamakta…
Henüz Ecevit’ten bu fırsatı bulamamışlardır ama bazı bakanların önünde ters perendeler atabilmenin talimini yapmaktalar. Bu devir de onların devri olursa… Âlem yine ol âlem, devran yine ol devran olacaksa… Yuh olsun cümlenin ervahına!
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Geçmişten Yansıyan Olay "Dünyanın Neresinde Böyle Polis Var?"
Önce eskilerin deyimiyle asgari müştereklerde anlaşmamız gerek… Devlet kavramına inanıyor muyuz? Anayasası ile kurulu devletten yana mıyız? Eğer bu soruların cevabını “evet” diye verebilirsek, o zaman konuşabiliriz. Bu soruların cevabını “hayır” olarak karşılıyorsak, konuşacak, tartışacak bir şey yoktur.
Biz bu soruların cevabını “evet” diye verenlerdeniz. Devlet yedi kollu bir hilkat garibesi, ya da ağzından ateş püsküren, bir ayağı yerde, bir ayağı gökte canavar değildir. Devletin düzenini köy muhtarından jandarmaya, polisten savcıya, savcıdan yargıca, yargıçtan Meclise, hükümete ve de Cumhurbaşkanına kadar uzanan ve birbirine uyan dişli çarklar çalıştırır.
Bu dişliler birbirine uymazsa, bu dişliler kırılırsa çark dönmez. Bu dişlilerin en önemlilerinden biri güvenliktir. Kim sağlar güvenliği? Devlet kuvvetleri. Nedir bu kuvvetler? Önce polistir. Polis, devletin yasalarını taraf tutmadan uygulayacaktır. Böyle mi uygulamaktadır? Hiçbir zaman böyle uyguladığı söylenemez. Çünkü bizdeki siyasi iktidarlar, polisi devletin değil, kendi hatalarının uygulayıcısı olarak görmeyi istemişler ve öyle yapmışlardır. Ama bunun da bir haddi vardır. İşte bu “had”, yani sınır, MC döneminde görülmemiş ölçüde aşılmış ve her kuruluşta olduğu gibi, polis de iki kampa ayrılmıştır.
Devletin güvenlik kuvveti olan polisin “sağcı polis, solcu polis” diye ikiye ayrıldığım düşünebilir misiniz?
Düşünmenize gerek yok! Görünen köy kılavuz istemez. Bugünkü duruma hepimizin katkısı olmuştur. Bir taraftan devlete bağlılık antları içerken Anayasa şarkıları söylerken her olayda polisi işimize geldiği gibi suçlamışızdır.
Kimine göre polis faşisttir. Kimine göre polis katildir. Kimine göre polis komünisttir. Her olaydan sonra böyle avaz avaz bağırarak polisi bugünkü duruma getirmişizdir ve de hâlâ getirmekteyiz. Gece yarısı birisi kapınızı kurcalasa, ilk başvuracağınız yer karakoldur. “Yetiş polis!” Birisi cebinizden paranızı çalsa. “Yetiş polis!” Birisi dövse. “Yetiş polis!” Komşuyla kavga etseniz. “Yetiş polis!”
Ama sonra hep bir ağızdan bağıracağız: “Katil polis!” “Faşist polis!” “Komünist polis!” Bu, çıkar yol değildir.
Polis, üzerinde tabanca olan birinin peşine takılacak, teslim ol diye bağıracak, kurşun yağmuruna tutulacak, canını kurtarmak için kendisini yere atacak, hatta tabancası tutukluk yapacak, çekip ateş edecek… Sonra katil polis!
Okulu işgal edeceksin. Öğretmenleri öğrencileri içeride tutacaksın, polis gelip üç saat yalvaracak, gel etme eyleme çık dışarı diyecek, atacaksın taşı, polisi kan revan içinde bırakacaksın, polis içeri girip yakapaça dışarı çıkardı mı, zor kullandı mı?
Gelsin faşist polis! Ateş edene “Aman ha ateş etme kaç git” mi diyecek? Okulu basana, “Aman ne iyi ettin” mi diyecek? Önünde diz çöküp yalvaracak mı? Böyle bir polis mi istiyoruz? Böyle bir polis ne Moskova’da, ne VVashington’da ne Paris’te ne de Pekin’de yoktur.
Polise ateş edilecek, polis ateş etmeyecek… Polis taşlanacak, kan revan içinde kalacak, elini kaldırmayacak… Sonra da, sana “Kaşının üstünde gözün var” deseler basacaksın feryadı: “Devlet yok rnu, polis nerede?” İşte devletin de polisin de nerede olduğu ortada…
Bu kafayla bu hale getirdik! Çatırdayan çatının altında kaldığımız gün kalkabilecek miyiz acep ayağa:
“Suçlu ayağa kalk!” dediklerinde…
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İlginç Hikayeler Serisi
Tavuk Ve Yumurta
Lâdik Ortaokulu Müdürü Kâmil Dönmez çarşamba günü ilçenin pazarına uğradı. Niyeti şöyle etli butlu iyi bir tavuk almaktı. Köylülerin getirdiği tavuklara baktı ve birini beğendi. Satıcıyla üç aşağı, beş yukarı anlaştılar. Parasını verip tavuğu aldı; tam giderken köylü arkasından bağırdı: Bey, bey bir dakika dursana… Kâmil Dönmez durdu. Köylü cebinden bir yumurta çıkardı:
Bey bu yumurta o tavuğun… Yolda yumurtladı, Al senin hakkın! Ortaokul müdürü donakaldı.  Bu devirde böyle bir insan. Acaba aklından zoru mu vardı? Dikkatle baktı köylüye! Adamın halinde bir gariplik yoktu: yumurtayı uzatmış t Al! diyordu. Kâmil Dönmez Almam! dedi. Tavuk senin malın iken yumurtladığına göre yumurta senin! Olmaz bey, bu senin kısmetin!’ Kimse kimsenin kısmetini yiyemez.
Ortaokul müdürü yumurtayı alıp giderken Bu ülke bu insanların sayesinde ayakta duruyor! Diye kendi kendine söyleniyordu.
8 Aralık 1972
Keçimin De Özel Hayatı Vardır
Karadenizlinin biri Almanya’ya gidiyormuş. Hemşehrileri Orada yiyecek, içecek pahalıdır demişler. -Bir şeyler al da öyle git! O da tecrübeli hemşehrilerinin dediğini tutmuş. Biraz hamsi konservesi, mısır unu, yağ, peynir, fasulye alıp torbaya koymuş. Tam hareket edeceği gün aklına keçisi gelmiş. İçinden, Şu keçiyi alıp Almanya’ya götürsem ne olur? demiş. Sabahları sütünü içer, yoğurt yapar yerim. Koca Almanya’ya neler sığdı da, bir keçi mi çok gelecek!
Almış keçiyi yanına çıkmış yola. Tophane’de bir hemşerisini bulmuş. O da Almanya’ya dönüyormuş. Arabası da varmış. Keçiyi koymuşlar arabasının bagajına ve çıkmışlar yola… Alman sınırına gelince gümrükçüler arabayı aramışlar. Bagajda keçiyi görünce sormuşlar: Bu nedir? Karadenizli cevap vermiş: Köpektir! Nasıl köpektir? Süs köpeğidir! Alman gümrükçü gülmüş: Ya bu boynuzları nedir? Karadenizli o zaman dikilmiş: Ben kimsenin özel hayatına karışmam!
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihte Kaleme Alınmış İlginç Hikayeler
Çocuk Niçin Savaş İstemez
İlkokul dördüncü sınıfta tarih öğretmeni dersi anlattıktan sonra çocuklara sordu: “İçinizde savaş isteyen var mı?” Bütün sınıf «Hayır» diye cevap verdi, öğretmen üsteledi: “Peki ama niçin savaş istemezsiniz?”
Her çocuk bir şeyler söylerken, arkadan bir parmak kalktı, öğretmen.  Söyle oğlum!” dedi. “Niçin savaş istemiyorsun?”  Çocuk cevap verdi: “Tarih kitabına bir bölüm daha ilave edilir de” “Be adam bu çocuk saat ikide bulundu. Şimdi saat sekiz! Altı saattir neredesin? İnsan çocuğunu hiç merak etmez mi? Daha önce karakola gitseydin çocuğunun burada olduğunu öğrenirdin. Ne gamsız adamsınız siz!”
Adam kucağında kızı, başını öne eğdi: “Haklısınız beyim! Biz Küçük pazar’da bir odada otururuz. Yoksul kişileriz. Allah bağışlasın bunlar yedi kardeş! Ben sabah karanlığı ekmek parasına giderim. Annesi ne yapsın? Hepsini sokağa salar!  Bu da yolu tutmuş Sirkeci’ye kadar gelmiş… Akşam ben dönüp sofraya oturunca sayım yaptım, baktım biri eksik! Altı çocuk var! O zaman bunun yokluğunu anladım ve sokağa fırladım. Kusura bakma komiser bey!”
Enayi
Padişahın biri devletin hazinesini doldurmak için altın yapacak birini arar. Ülkeye tellallar çıkar  ve bir adam “Ben altın yaparım!» diye gelir. Fakat bir şartı vardır: Altın yapmak için kekemuye tozuna ihtiyaç vardır. Bu da Seylan Adasında bulunur ve çok pahalıdır. Padişah “Peki!” der ve adamın istediği 10 bin altını verir. Nasıl olsa kekemuye tozu” gelecek, milyonlarca altın yapılacaktır. Adam çıkar gider… Gidiş o gidiş. Bir daha dönmez. Padişah bir gün tebdif-i kıyafet dolaşırken bir adamı elinde defter kahvede bir şeyler yazarken görür. Merak eder bakar. Başında kendi ismi yazılıdır. «Bu ne?» diye sorar:
“Ülkedeki enayilerin listesi. Birincisi Padişah! Sahtekârın birine 10 bin altın kaptırdı! Adam hâlâ dönmedi” “Ya dönerse!” “O zaman da Padişahın ismini siler o herifin ismini yazarım!
İdam Mahkûmunun Son Arzusu
Adamın biri asılacakmış… ‘Darağacının altında son arzusunu sormuşlar. “Çilek” demiş, “Üzerine de pudra şekeri ekilse ne güzel olur!” Herkes kızmış:
“Şubat ayında sana çilek nereden bulalım? İdam mahkûmu tevekkülle başını öne eğmiş: “’Beklerim!” Yaz gelmiş, çilek çıkmış… Bir tabağa çilek doldurup, üzerine pudra şekeri ekmişler ve mahkûmu darağacının altına götürmüşler: “Hadi bakalım çileği ye de son arzunu söyle! Usul böyle!” “Ah’ bir sulu yafa portakalı olsa!” “Birader, sana yaz ortasında portakalı nereden bulalım?”  Mahkûm yine boynunu bükmüş: “Beklerim efendim!” Adamı tekrar içeri atmışlar. Kış gelmiş, nefis bir yafa portakalı vermişler ve darağacının altında sormuşlar:
“Hadi halkalım! ‘Portakalı da yedin! Son arzunu söyle de şu işi bitirelim! Uzatma artık!” Adam sakin sakin son arzusunu söylemiş: “Beni Kruşçev’in mezarının yanına gömün!” Herkesin tepesi atmış: “IBe birader! Kruşçev daha ölmedi ki” ‘İdam mahkûmu gülümsemiş: “Ben aceleci değilim efendim… Beklerim!”
Günaha Ortak Olmaz
Sungurlu Karayolları Kontrol Mühendisi Erdoğan Dalda! bayram tatilini eşiyle birlikte Antalya’da geçirdi, Karı koca Antalya’ya arife günü Öğle üzeri vardılar ve Turizm ‘Derneğine uğrayıp yemek yenecek temiz bir lokantanın nerede olduğunu sordular. Demekten kendilerine bir İki yer tarif edildi  Fakat karı koca şehrin yabancısı oldukları için tarif edilen lokantaları bulamadılar. Sağa, sola bakınırlarken genç bir adam gördüler ve   kendisine yaklaştılar: ”Affedersiniz ‘kardeşim, buralarda temiz bir lokanta varmış, nerede acaba?” “Söyleyemem!”
Hoppala! bu da ne demekti: “Niçin kardeşim?” “Çünkü siz lokantada içki içersiniz. Ben size lokantayı tarif edip günahınıza ortak olamam!”
Bavulları İndirecek Adam Yoktu
Başbakanın dış gezilerine katilanların bavulları da amma hikaye oldu yani! Kimi bu bavullarda “kirli çamaşırlar vardı!” der, kimi de “’Hadi canım sen de, 180 bavulda da kirli çamaşır mı olurmuş?” diye dudak büker… Velhasıl tuhaf bir hikâye bu bavulların macerası… Bir ucu Almanya’ya, bir ucu Belçika’ya, üçüncü ucu Türkiye’ye dayanıyor. Balkın Belçika’da da neler olmuş…
Bizim pek kalabalık dış gezi heyetini getiren uçaktan çıkan bavullar askeri bir kamyona yüklenip Brüksel Elçiliğinin önüne getirilmiş. Getirilmiş ama bavulları kim indirecek aşağı? Belçikalı askerler ellerini bile sürmüyorlar. Akıl danelerden biri hemen biraz ilerdeki konsolosluğa koşmuş… Konsoloslukta Türk işçiler var. İşlerini yaptırmak için sıraya girmişler. Onların yanına yaklaşmış: “Hey bana bakın! Türkiye’den gelen büyüklerimizin bavulları kamyonda kaldı… Gelinde şunlara bir el atın!”
İşçilerden biri yarım dönmüş: “Efendi sen kendine gel! Burası Avrupa! Biz hamal değiliz… Git hamal ara!.”
Turist Türk Helasını Beğendi
Burhaniye turistik ve transit bir ilçedir. Bergama’ya, Truva’ya giden veya Ören plajına gelen turistlerin hepsi Burhaniye’ den geçer. Her gün ‘çeşitti milletten bir sürü turisti Burhaniye’de I görmek kabildir. İşte bu turistlerden bir Alman, geçen gün Burhaniye’de “hela” arıyordu. Yabancı dil bilenlerden bir genç kep-1 dişine helayı gösterdi. Atman helaya girdi ve dışarı çıktığı zaman gence teşekkür ettikten sonra «Sizi tebrik ederim!» dedi. Gene şaşırdı. Hela göstermenin tebrike şayan ne tarafı vardı? Alman devam etti:
“Sizin helalar bizimkilere benzemiyor! Düz bir yer ve arka tarafında bir delik var. İçeri girince, önce ne yapacağımı şaşırdım ama sonra buldum. Deliğin üzerine oturup ayaklarımı uzattım. Ohh ne rahat şeymiş! Bizimkiler iskemleye oturur gibi… Halbuki sizinkilerde insan rahat rahat ayaklarını uzatıyor!” Şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılan genç, işin doğrusunu, yani helada “şeyin” nasıl yapılacağını anlatınca, Alman “Banyo! Banyo!” diye feryadı kopardı.
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Sıkıyönetim Halindeki Yaşanan Olaylar
Tarifname
Kimya Fakültesi öğrencilerinden iki arkadaş İstiklal Caddesinde yürürlerken yanlarına “«alkol duvarım» aşmış bir vatandaş yaklaştı ve eğilip sordu: “Abiler ateşiniz var mı?” Biri çıkarıp ateşi verdi: “Bir sigaranız da var mı?” O da verildi.
Adam sigarasını yakıp dumanı çektikten sonra sordu: “Abiler siz sosyalist misiniz?” Hoppala! Bu da nereden çıkmıştı? Adam sorusunun cevabını yine kendisi verdi: “Ateşi de sigarayı da hiç laf etmeden verdiniz de”. Bu da sosyalizmin yeni bir tarifnamesiydi!
Oh Çekince
Köylünün biri panayırdan eşek almış. Satıcı “İyi eşektir, hoş eşektir ama, deh çüşten anlamaz” demiş. “Ya ne yapacağız?” “Oh deyince yürür, amin deyince durur.”
İyi, demiş köylü «Ben de öyle yaparım.» Atlamış eşeğe ve başlamış «Oh!» çekerek köye gitmeye. Eşek her «oh»ta biraz daha hızlanırmış. Ama birden yolun ucunda uçurum gözükmüş. Eşek doludizgin uçuruma gidiyor. Köylü ne diyeceğini unutmuş. “Amini” dese duracak ama aklına gelmiyor. Eşekle birlikte uçurumdan aşağı uçacaklar. Tam uçurumun kenarına geldikleri sırada ne diyeceği köylünün aklına gelmiş. Bir “Amin!” çekmiş ki, yer gök inlemiş. Eşek de durmuş. Köylü bu sefer kurtulduğuna şükredip derinden bir “Oh”  çekmez mİ?!..
İmam Efendi «Kolera» Demedi
Kolera kıtı yine dillere düştü. Geçen yıl adını koymamak için direnip durduğumuz koleraya karşı bu yıl «sözlü mücadele» yapılacak. Yani vatandaşlar öğütle uyarılacak. “ Şunu yapın, bunu yapmayın, şunu yeyin, bunu yemeyin!” denilecek. Vatandaşlarla birlikte, inşallah kolera da bu nasihatleri tutacak!
Geçenlerde aynıyla vaki bir kolera hikâyesi anlattılar. Hikâye İstanbul’un burnunun dibindeki bir ilde geçer. Kolera aşı  ekipleri köylere giderler. Bir köye varıp imamı bulurlar : “Caminin hoparlöründen halka bizim geldiğimizi bildir. Kahvenin önünde toplansınlar, aşı yapalım.” İmam  “Olmaz!  diye itiraz eder. “Ben caminin hoparlöründen sizin geldiğinizi bağıramam!” “Niye?”
“ Kolera kelimesi gâvurcadır, caminin hoparlöründen gavurca kelime çıkmaz. Oradan sadece pzan-ı muhammedi okunur.” Aşı ekibi ımamı kandırmaya çalışır ama nafile! İmam bir türlü razı olmaz. Ekip başka köye gider ve dönüşte yine uğrar, imam hâlâ diretmektedir. Onlar da kahveye gidip isteyenlere aşı yaparlar. Aşıcıların geldiğini duyanlar tek tük sökün etmektedirler. Akşam olup hava kararmaya başlayınca aşıcılar kalkarlar, tam cipe binmek üzereyken birkaç kişi yollarını keser: Herkesi aşılamadan nereye gidiyorsunuz?” “Biz imama söyledik, hoparlörle duyursaydı.” “Biz onu, bunu bilmeyiz, bütün köy aşılanmadan bir yere gidemezsiniz.” Gidersin, gidemezsin, derken aşıcılar bir güzel dayak yeyip köyden alayı vala ile uğurlanırlar. “Zengin” ama çok zengin bir adam varmış.
Ve bu adam her gün bir Mercedes otomobil alırmış…Acaba niçin? Cevap : Belki İpinden bir Coca-Cola çıkar diye…
Çirkin Politikacı İşte Marifetin
Buyur bakalım çirkin politikacı! İşte marifetin ortada! Cumhuriyetin hiçbir devrinde, hiçbir kuvvet Türkiye’yi bu hale getirememişti. Monteni günah gibi ebediyete kadar sırtında taşı… Taşıyabilirsen!
Bana eğitim reformu, dediler, el altından çıkarcılarla anlaştın, uyuttun. Bana toprak reformu, dediler, eveledin ” geveledin, dil üstünde kaydırdın. Sosyal adalet dediler, “Müslümanım diyebilmek hürriyetinden söz ettin. “Devlet aşınıyor» dediler, cevabın, «Yürümekle yollar aşınmaz” oldu.
Taksim Meydanında irfanlar öldürüldü, cihad-ı mukaddesler ilan edildi, misak-ı milli sınırlan reddedildi, Türkiye halktan denildi, üniversitelerde, sokaklarda silahlar patladı, insanlar avlandı ve sen “dur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” safsatasını devlet felsefesi sandın.
Anayasa var, kanunlar var diyordun. O sözünü ittiğin anayasada, o yazılı kanunlarda devletin böyle idare edileceği de var mıydı? Bayramlarda huzuruna varıp göstermelik ceket ilikleyip, boyun kırdığın devletin kurucusuna kiminin “deccal”, kiminin «burjuva paşası» dediklerini sana söyleyen olmadı mı? Söylemez olurlar mıydı? Ama sen… Bak, seni, sana anlatalım.
Anlatmadan önce de bir gerçeği itiraf edelim: Yazarıyla, çizeriyle, düşüneniyle, bilim adamıyla, sade vatandaşıyla hepimiz bugünkü durumdan sorumluyuz. Kimimiz korkaklığıyla, kimimiz çıkarcılığıyla, kimimiz eyyamcılığıyla, kimimiz bugün ortaya çıkan sahtekârlığıyla, kimimiz de iyi niyetiyle… Ama sen hükümettin, her işin başı sendin! Ne demiştik? Sana, seni anlatalım, demiştik.
  Dinle, belki hatırlarsın… Sıkıyönetim ilan edildiği günlerde Ankara’daydık. Sıkıyönetimin gerekçesi konuşuluyordu. Türkiye’yi bölme çabalan. Cumhuriyeti yıkma oyunları, iç savaş hazırlıkları… Birden lafa karıştın: “Bize de bunları söylemişlerdi!” Senden başka herkesin tüyleri diken diken olmuştu. Devlet koltuğundan ineli şunun şurasında kaç gün olmuştu ki! Biri dayanamadı:
Söylendi de» siz ne yaptınız?” “İnanmamıştık!” Sen zaten neye inanmıştın ki!
Felsefen buydu… Sen böyleydin işte! Böyle olduğun için de “Yurdumuz, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokuldu. Atatürk’ ün hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidi kamuoyunda yitirildi, anayasanın öngördüğü reformlar tahakkuk ettirilmedi ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürüldü.” Buyur bakalım şimdi! işte marifetin… Gününü gün etmeyi, herkese mavi boncuk dağıtmayı, devlet idare etmek sananların marifetidir bu!
Asiyab-ı devleti her kim olsa döndürürmüş… Döndürür zahir! Ama işte böyle döndürür. 14 yaşında bir masumun hayatı üzerinde oyun oynatacak insanlık dışı dramı hazırlayarak…
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Ahmet Ağa’nın Köpeğine Muska
Topkapı troleybüsüne kucağında ayakları sakat çocuğu ile bir köylü bindi. Çocuğun ayakları tutmuyordu. Bir genç kaîkip adama yer verdi. Köylü bitkindi. Istırap yüzünden akıyordu. Yanında oturan yaşlı bir adam kendisiyle ilgilendi ve “Geçmiş olsun!”  dedikten sonra “Neyi var çocuğun?” diye sordu. Köylü anlattı: “Ayakları tutmuyor bey!” “Eeee ne yaptınız?” “Dolaştırmadığım hoca kalmadı.” “Doktorlara götürmedin mi?” “Götürdüm beyim ama onlardan da hayır yok! Şimdi Şehremi’de nefesi kuvvetli, »ilmi derin bir hoca varmış, ona götürüyorum.”
İkisi de yüksek sesle konuştukları için troleybüstekiler onları dinliyorlardı. Yaşlı adam «nefesi kuvvetli hocayı duyunca kızdı. “Bana bak” !i dedi. “Kelin merhemi olsa başına sürer”! Hocalarla hacılarla çocuğun ayağı iyi olmaz. Benim oğlum doktor, gel seni götüreyim. Bir de sana hoca hikâyesi anlatayım da dinle.”
Herkes kulak kabartmıştı:“Köyün birinde köpeğine çocuklarından daha düşkün bir adam varmış. Çocuklarından bir kalem pirzolayı esirgerken, köpeğine gerekirse koç kesermiş. Bir gün köpeği hastalanmış… Dolaştırmadığı hoca kalmamış. Köpek iyileşmiyor… Ha öldü, ha ölecek! Uzak köylerden birinde, senin duyduğun gibi, nefesi kuvvetli bir hocanın namını duymuş… Hemen sırtlamış köpeği, iki saatlik yola gitmiş. Kan ter içinde hocayı bulmuş. Hoca köpeğe bakmış sonra ‘Olur!’ demiş. ‘Bunun ceremesi bir kıvırcık kuzu! Ben muskayı yazarken sen git kuzuyu kap gel!’ Adam gitmiş kuzuyu alıp gelmiş, muskayı köpeğin boynuna takıp köye, dönmüş…
Köpek birkaç gün sonra iyileşmeye başlamaz mı? O ölecek köpek dirilmiş, kuyruğunu dikmiş, başlamış sağa sola hırlamaya! Adamın keyiften yanına yaklaşılmıyor. Köpek iyileşince, hocanın muskada neler yazdığını merak eder olmuş… Bir gün merakını yenemeyeceğini anlayınca, muskayı açmış! Muska yedi kat muşambaya sarılı. Aç ha aç! Sonunda bir kâğıt çıkmış, kâğıdı okuyunca hırsından kan beynine fırlamış!”
Troleybüste hikâyeyi dinleyen herkes meraklanmıştı. Önde oturan bir genç dayanamadı sordu: “Peki bey amca ne yazılıymış kâğıtta?” Yaşlı adam “Söyleyeyim, söyleyeyim!”  dedi. Ama kadınlar kulağını tıkasın! ‘Bakın nefesi kuvvetli hoca muskaya neler yazmış: “Muska yazdım Ahmet Ağanın itine,
Ben kavuştum (kıvırcık kuzunun etine, İyi olursa da bilmem neyime, iyi olmazsa da bilmem neyime.” Herkes bastı kahkahayı. Ve otobüs  Gureba’nın önünde durunca yaşlı adam yanındaki köylüye «Hadi bakalım!» dedi, «Kalk, bizim doktora gidelim!  Zaten ben sokakta kimi yakalarsam bizim oğlana götürürü m”
“Muska yazdım Ahmet Ağanın itine, Ben kavuştum (kıvırcık kuzunun etine, İyi olursa da bilmem neyime, iyi olmazsa da bilmem neyime.” Herkes bastı kahkahayı. Ve otobüs Gureba’nın önünde durunca yaşlı adam yanındaki köylüye “Hadi bakalım!” dedi, “Kalk, bizim doktora gidelim!  Zaten  ben sokakta kimi yakalarsam bizim oğlana götürürü mı!”
Tiyatroyu Duyunca Parladı…
Geçenlerde Rize’ye bir tiyatro geldi. Hoparlörlü bir cip şehirde dolaşıp reklam yapıyordu. Cip bir ara yolun  kenarında durdu. İhtiyar bir adam cipe hayretle bakıyordu. Elinde mikrofon olan genç, ihtiyara, “’Baba sen de tiyatroya gel!” dedi, “Memnun kalırsın!” Cip uzaklaştıktan sonra ihtiyar yanındaki adama sordu: “Ha ne deyi bu adam?” “Sana bu akşam tiyatroya gel, dedi.” İhtiyar bir parladı ki: “Uy pen onin yedi ceddunu… “Bilmem nenin uşağı! Ha pu yaşımdan sonra cideceğim karıya kiza ha! Bende o cöz var mi?”
Lütfen Kesip Çerçeveletiniz!
Demirel’e basın toplantısında sordular: “Dış pazarlarda bize ait bazı mallar taklit edilmektedir. Bu konuda ne tedbir alınıyor?” Demirel de cevap verdi: “Ticarette hile esas değildir. İyi tüccar hilekâr olmaz. Hilekâr mutlaka eninde sonunda bir yere kafasını çarpar. Taklitçilik, malların kalitesini bozma vesair hususlar ticaret ahlakına aykırı şeylerdir.”
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Sürgülü Kompas, Kaynak ve Asfalt
Sürgülü Kompas
Sürgülü kompas, bir civatanm bir somunlu vidanın ya da bir borunun çapım ölçmeye yarayan çok hassas bir ölçü âletidir. Günümüzde teknisyenler çok kesin ölçü, lerle çalışmak mecburiyetinde oldukları için çeşitli hassas ölçü Aletleri yapılmış, tır. Bunlardan sürgülü kompas, bir mili, metrenin onda biri, hattâ daha küçüğünü ölçmeye imkân verir. Vidalı tornacı perge. li denen başka bir âlet ise madenleri levha hâline getiren kimseler ya da tesviye, çiler tarafından kullanılır ve milimetrenin yüzde biri kadar incelikleri ölçmeye yarar. Doğrudan doğruya bakılıp okunabilen verniye cetvelinin genelleştirilmesi hesap cetvellerinin meydana çıkmasına yol açmıştır.
Kaynak (Teknikte)
İki maden parçasını birleştirmek isteyen tenekeci, bu ikisinin arasına bir parça lehim eritip akıtır. Lehim soğumaya başlayınca donar, iyice donunca da bu iki maden parçasını birbirine sımsıkı yapıştırmış olur.
Basit lehim işlerinde ergime derecesi düşük olan kurşun ve kalay alaşımı kullanılır. Lehimcinin elindeki alev püskürten küçük bir lambayla kıpkırmızı hâle gelin, ceye kadar ısıtılmış demirden bir havya bu iş İçin yeter. Ama daha çok sağlamlık istenen büyük işlerde, başka bir maddeye ihtiyaç göstermeyen kaynak yapılır. Bu iş için büyük bir ısıya ihtiyaç vardır. Bu ısı da ya oksiasetilen üfiecinden ya da elek, trik arkından elde edilir. Böylece ergime derecesinden daha fazla ısıtılan iki maden parçası birbirine kaynamış olur.
Asfalt
Büyük şehirlerin kaldırımları ve sokakları, karayollarının zeminleri, petrolden elde edilen ve “bitüm”de denilen asfalt aslından gelen maddelerle kaplanmıştır.
Asfalt. 50 santigrat derecesinin altındaki ısılarda katı hâlde bulunan bir maddedir. Fakat ısının etkisiyle önce yumuşar, sonra da sıvı hâle gelmeye başlar. Bazı ülkeler, de tabii hâlde de bulunabilir. Eskiler bu maddeden tuğlaları sağlamlaştırmak, bir de ölülerini bozulmaz hâle getirmek için yararlanırlardı. Sâf hâldeki asfaltla kaplanan yollar, yağmurlu havalarda çok kaygan güneşli havalarda da çok yumuşak olurlar. Bunun için asfaltı küçük çakıl taneleriyle karıştırır ve sıcakken yola döküp üzerini kaplarlar. Sonra da soğumasına meydan vermeden üzerinden silindirle geçerek düzgün hâle getirirler.
1 note · View note
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Beyaoğlu’nun İhitşamı ve Romantizmini Yaşamak
Beyoğlu, her ne kadar eski günlerindeki romantizmi ve ihtişamını yitirmiş olsa da halen onu ayakta tutan bazı tatlar sayesinde geçmişini yaşamayı sürdürüyor. Rejans da bu tatlardan bir tanesi. Hem yetmiş yıllık kendine has ortamı ve dekoru hem de sürekli yenilenen ve gelişen mutfak kültürünün lezzetiyle siyasi buluşmalara, sanatsal sohbetlere ve sevgiliyle başa baş yenen yemeklere tanık olmayı sürdürüyor.
1917’deki Rus İhtilalini izleyen yıllarda Rusya’dan kaçıp İstanbul’a sığman Ruslar, İstanbul’da çok sayıda Rus lokantası açmıştı. O dönemde, Beyaz Ruslar diye adlandırılan bu grubun sayısı yüz binin üzerindeydi. Beyaz Ruslar Kızıl Ordu’ya başkaldıran Daniken ve Vrangel’in yandaşlan oldukları için kızıl karşıtı anlamında bu şekilde adlandırılıyordu. İstanbul’a yerleşen Beyaz Ruslar çeşitli meslekleri başarıyla icra etmekteydi. Marangozluktan şoförlüğe, dadılıktan sekreterliğe çeşitli işlerle varlıklarını sürdürmeye çahşan Beyaz Ruslar kısa zamanda İstanbul’da Maksim (Maxim), Moskovit (Moscovite), George Karpiç (Carpitch), Medvied, RozNuar (Rose-Noire), Splen-did, Cherezade, Novotni, Kievski Ugolok, Kit-Kat, Causasse-Dulber, Sarmatov, Dore ve Rejans gibi çok sayıda lokanta açmışlardı. Tüm bu lokantalardan geriye sadece bir tanesi kalabüdi: Rejans (Regence).
Beyoğlu’nda 1804 yılında yaptırılan Panayia Kilisesi’nin iki yanında oluşan Olivo Geçidi ile Panayia Geçidi (Emir Nevruz Sokağı) arasında yer alan Rejans, İstanbul’un en eski ve en büinen Rus lokantası olma özelliğini yetmiş küsur yıl sonra dahi koruyor. Şimdi gelelim Rejans’ın tarihine… 1920’li yılların başında, şimdiki Rejans Lokantası’nın bulunduğu yerde, Triamon Palas adı altında bir birahane ve lokanta bulunuyordu. Triamon Palas’ın bahçesi yoktu. Lokanta açıldıktan kısa bir süre sonra, 1921 yılı içinde Mihail Mihailoviç tarafından devralındı. Ancak, Mihailoviç burayı dekore etmek için gerekli sermayeyi bulamadı. Aynı dönemde, Berthet isimli bir Fransız, İstiklal Caddesi üzerinde Tophaneli Rıza’nın restoranını satın alarak Fransız havası taşıyan lüks bir lokal açtı. Bu lokalin adı “La Regence, Cafe-Restaurant-Glacier Maison Française” idi. Berthet’in işleri de istediği gibi gitmeyince La Regence’i 1923 sonlarına doğru Mihailoviç’e devretti ve Mihaüoviç de 1924 yılında şimdiki Rejans’ı “Turkuaz” (Turquoise) adıyla açtı. Mihail Mihaüoviç, daha sonraları Tevfik Manars, Vera Chirik, Veronika Protoppova’yla ortak olarak Olivo Geçidi’ndeki yerini yeniden dekore ederek Turkuaz’ı, “Rejans Kahve, Lokanta ve Çiçek Bahçesi” adıyla yeni ve bugünkü yerine taşıdı. 1,932 yılının Mayıs ayında açılan Rejans kısa sürede İstanbul’un seçkin kesiminin uğradığı, müzikler ve danslar eşliğinde Fransız, Türk ve Rus mutfağının en lezzetli yemeklerinin sunulduğu mekan olarak ün kazandı.
1930’lardan günümüze Beyoğlu’nun tarihine de tanıklık etmiş olan Rejans, İsmet İnönü’den Atatürk’e dek birçok inşam ağırladı. Rejans, mutfağının çeşitliliğine rağmen özellikle Rus mutfağındaki başarısı nedeniyle, bir Rus lokantası olarak bugüne geldi. Bunun nedeni, kurucularının Bolşevik Devrimi sırasında Rusya’dan İstanbul’a kaçan Beyaz Ruslar’dan olmasıydı. Rejans’ı kuranlar, Rus Devrimi’nden kaçan anti-komünistlerdi. Ancak, mekan yıllarca bir Rus lokantası olarak Türk solunca da benimsendi.
Rejans’ın mönüsünde neler vardı, şöyle bir bakalım. Rejans’m olmazsa olmaz içkisi sarı votkaydı. Limon kabuğu zanyla aromalandı-nlmış votkayı orta halli Rus aüeleri konuklarına ikram ederlerdi. Votkanın limonlusu dışında kızılcıklı, acı biberli, enginarlı, vişneli çeşitleri de vardı. Ana yemeğe geçmeden önce seçenek olarak “borç” (bortsch) çorbası sunulurdu. Bu çorba, adını Rus kadınlarının zor dönemlerde komşularından ödünç aldıkları malzemeyle yapmasmdan alıyor. Bu malzemeler, domates, lahana, patates, pancar, ekşi krema ve et olabiliyor. Ana yemeklere gelince; “böf straganof’ (boeuf stra-ganov) klasik bir Rus yemeği olarak her zaman menüde vardı. 19. yüzyılın sonlarında Kont Straganov’un aşçısı tarafından yaratılan böf straganof, ince şeritler halinde kesilmiş dana etinin özel sosuyla servis edilmesinden oluşuyor. Böf straganof dışında, özel yağsız ördeğin çeşidi sebzeler ve otlarla çeşidendirilerek altı saat pişirilmesi sonucunda oluşan elmalı ördek, sarımsaklı kızarmış ekmekle bol yağda kızartılmış tavuktan yapılan, asıl adı kievski kotiet olan ama kısa adıyla kievski (kievsky), hamura bulanmış çeşitli sebzelerden yapılan ünlü Rus böreği piroşki (pirochki), marmelat ve pudra şekerli Rus usulü krep palaçinka (palachinka) ve Rusların çok sevdiği bir tadı olan merenj (mereng) de Rejans’m mönüsündeki diğer tadardı.
Rejans’taki dördü ortaklık önce Veronika Protoppova’nm ayrılarak yurtdışma gitmesi, daha sonra da Tevfik Manars’ın kendi hissesini gene bir Rus göçmeni olan Abdurrahman Şirin’e satmasıyla bozuldu. Abdurrahman Şirin ölünce hissesi kız kardeşine, onun ölümü üzerine de oğlu Selim Taygan’a kaldı. Mihaü Mihaüoviç’in 1971 yılında ölmesiyle varislerinin ortaya çıkması ve Vera Chirik’in de hisselerini satmasıyla Rejans bir dönem karışık günler geçirdi. Tüm bu olanlara 1976 yılındaki yangın da eklenince bir süre kapalı kaldı. Lokanta onarılarak 1977 yılında yeniden açıldığında yeni sahipleri artık Selim Taygan ve Nüvit Sezener’di. Yenilenmiş haliyle geçtiğimiz yıla kadar hizmet veren Rejans lokantası belki de bir daha açılmamak üzere kapılarım müşterilerine kapattı.
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Paraleller, Gündönümü ve Yükselti Hakkında Bir Derleme
Paraleller
Dünyamızın yüzeyini ekvatora paralel bölgelere ayırdığı varsayılan çizgilerdir. Bunlar sâdece haritaların üzerinde çizili bulunur. Bir yerin enlemini göstermeye yararlar.
Paraleller aslında bulunmayan, sadece var olduğu sayılan. Ekvatora paralel olarak dünyamızı çepeçevre çeviren çizgilerdir. Bir yerin enlemini, yâni kutupla Ekvator arasın da bulunduğu yeri bildirmeye yarar. Bu yer, 0 (sıfır) derece (Ekvator) ile 90 derece (Kutup) arasında, derece cinsinden bir sayıyla ifade edilir. Eğer enlemi bulunmak İstenen nokta Ekvatorla Kuzey Kutbu arasındaysa, kuzey enlemi. Ekvatorla Güney Kutbu arasındaysa da güney enlemi denir. Ama bir noktanın tam olarak yerini belirtmek için o noktanın boylamını da bilmek gerekir. Bir yerin enlemi sekstant denilen Aletle bulunur.
Gündönümü
Kışın, geceler usundur; yazın da çok kısa… Ama ilkbahar ile sonbahar başlangıcında geceyle gündüzün uzunluğu birbirine eşit olur. Buna gündönümü denir.
Dünyamızın ekseni dalma aynı tarafa eğik olduğu İçin aynı sıralarda yeryüzünün har noktasının güneş ışıklarıyla aydınlanma süresi eşit değildir. Yazları, dünyamız ekseninin kuzey ucu güneşe eğik olduğu İçin Avrupa daha çok güneş ışığı alır. Kışları Isa dünyamız ekseninin güney ucu güneşe eğik olduğundan aynı Oklalar daha az güneş ışığı alır. Dünyamızın alanı güneş ışınlarına dikey bir düzlem İçinde olduğu zaman da gündönümü olur, yâni gündüz, tarla geceler birbirine eşit uzunlukta olurlar. Gündönümü sırasında şiddetli gündönümü gel-gitleri meydana gelir.
Yükselti
Yükselti, bir yerin deniz yüzeyinden olan yüksekliğidir. Meselâ Paris’teki ünlü Eiffel kulesinin yerden yüksekliği 320 metre olmasına rağmen coğrafi anlamdaki yüksekliği 345 metredir. Çünkü Paris, deniz yüzeyinden 25 metre yüksekliktedir.
Havacılar güvenlik içinde uçabilmeleri için yerden ne kadar yükseklikte uçtuklarını bilmek zorundadırlar. Uçakların altimetre atmosfer basıncını ölçen bir alettir. Bu basınç da, normal havada deniz yüzeyinde 76 santim boyunda, 1 santimetre kare eninde bir cıva sütununun basıncına, yerden 5000 metre yükseklikte 40 santim, 10.000 metrede de 20 santim olacak şeklide azalır. Böyle olunca bir altimetrenin göstergesini metre cinsinden işaretleyerek, ibrenin gösterdiği rakamı okuyup yüksekliği öğrenmek kolay olur.
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Drakkar, Deniz Haydutları ve Feribot Nedir?
Drakkar
“Vikingler”,  ya da “Normanlar” diye anılan eski çağların İskandinav korsanları «drakkar» denilen ahşap gemiler yaparlar, bunlarla denizleri aşarlardı. Gemilerinin önlerine yerleştirdikleri tahtadan oyma ejder heykelleri düşmanlarım korkutmak içindi.
Vikingler, reisleri savaşırken öldüğü zaman gelenekleri gereğince cansız vücudunu kumanda ettiği gemiyle birlikte ya denize ya da karaya gömerlerdi. Bu âdet sâyesinde bugün burunlarındaki oyma ejderlerden ötürü «drakkar» diye anılan bu gemileri el değmemiş hâlde bulmak mümkün olmaktadır. Meselâ Oslo’nun 80 kilometre uzağında, Oseberg’te bulunan drakkar bunlardan biridir. Milâttan sonra 800 yıllarında yapıldığı tahmin edilen tekne 22 metre boyunda, 5 metre genişliğindedir. Teknenin içinden ayrıca büyük bir araba, bir kızak, çeşitli kap kacak, âlet-edevat, elbiseler, çizmeler çıkartılmıştır.
Deniz Haydutları
Genellikle Amerika yakınlarındaki denizlerde gezen deniz haydutları kaçamayacak kadar yavaş giden ya da çok zayıf gemilere rastlayınca içindekileri öldürüp mallarım yağma eden haydutlardı.
Korsanlar deniz haydutlarıyla karıştırmamak gerekir. Deniz haydutlarının hiçbir devlete bağlı olmamalarına karşılık, korsanlar, doğrudan doğruya bir devletin emrinde çalışan ve düşman memleketlerin gemilerini saldıran deniz akıncılarıydı.
Genellikle Amerika denizlerinde görülen deniz haydutlarının çoğu, yakalandıkları zaman asılmaları için haklarında önceden idam hükmü verilmiş canilerdi. Gemileriyle tüccar gemilerinin yolunu keserler, ele geçirdikleri malları ambarlarına doldurup üslendikleri limana dönerlerdi. Haiti adalarının kuzeyindeki «Kaplumbağa» adası, bu deniz haydutlarının âdetâ merkezi olmuştu. Burada yağmaladıkları malı satar ya da başka bir malla değiş-tokuş ederler, bu arada da aralarında kanlı kavgalara girişirlerdi. Bunların birçoğunun direğinde, siyah üzerinde kuru kafa bulunan bayrak dalgalanırdı.
Feribot
Otomobillerin yolcularıyla birlikte taşınması için özel olarak yapılmış bir gemi çeşididir.  Otomobilleri, otobüsleri, kamyonları içine alır, vakit kaybına meydan vermeden karşı kıyıya geçirir. Köprüsü olmayan akarsular Özerinde ulaşım genellikle sallarla yapılır. Ama daha uzun bir yolculuk İçin sal yerine gemilerden yararlanılır. Feribot, taşıtların uzun bir yolculuk yapmalarını sağlayan bir gemi çeşididir. Taşıtları kullanan şoförler de tıpkı bir garaja gidiyorlarmış gibi arabalarıyla birlikte feribota girerler. Karşı kıyıya çıktıkları zaman da hiç vakit kaybetmeden yollarına devam ederler. Bizdeki feribotların küçüklerine araba vapuru denir. Bunlardan başka, bütün bir trenin vagonlarını, içindeki yolcularla birlikte alıp taşıyan büyük feribotlar da vardır.
1 note · View note
restoranist-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Itri Efendi, Tamburi Cemil ve Şinasi ile Sanat Turu
Buhurizade Mustafa Itri Efendi
Türk musikisinin büyük ustası, 1640’ta İstanbul’da doğdu, 1711’de aynı yerde öldü.
Hemen bütün İslâm dünyasında yüzyıllardan beri okunan Kurban Bayramı Tekbiri onun bestesidir.
Itrî bir gün Topkapı sarayında, padişah III Ahmet ile yemek yerken sofrada önüne gelen altın sahanın kapağını açtığında, kabın içinde yemek yerine zümrüt, yakut ve elmaslar olduğunu görmüş, hemen padişahın ellerine kapanarak: “Devletlû sultanım, ben bu nimete lâyık değilim” demiştir. Padişahta: “Ne yapayım ki sarayımda sana lâyık daha kıymetli bir şeyim yok” diye cevap vermiştir. Hükümdarın bu derece değer verdiği büyük sanatçının yüzlerce bestesi, notaya alınmadığı için zamanımıza kırk kadar eseri kalmıştır. Bayram namazlarında okunan tekbirin, beş vakit okunan ezanın ve cuma ve cenaze namazlarından önce minarelerden verilen salânın da bestecisi olan Itrîye çiçekleri çok sevdiği için hoş kokulu anlamına gelen bu lâkap takılmıştı.
Tamburi Cemil
Tamburi Cemil Bey; Türk bestecisi ve tambur virtüözü, 1871’de İstanbul’da doğdu, 1915’te aynı yerde öldü.
Türk müziğinin klâsik yapısını bozmadan bu alana yeni bir üslûp getirdi. İlkokuldan sonra öğrenimini özel dersler alarak tamamlayan Cemil Bey, daha sonra Mülkiye’ye devam etmiş ve bu arada Fransızcayı da öğrenmişti. Ama içinde müziğe ve özellikle Türk musikisine karşı dayanılmaz bir tutku vardı. Bu nedenle. Hariciye Nezareti Şehbenderlik Kaleminde bir süre görev almışsa da buradan ayrılarak kendini tam anlamıyla musikiye adamıştır. Kendisine tambur çaldığı için «Tamburi» lâkabı takılan sanatçı, bu âleti çalmakta virtüözdü. Sanatçı, tamburdan başka rübap, lâvta, kemençe, viyolonsel gibi müzik âletlerini de büyük bir ustalıkla çalardı. Birbirinden güzel şarkıları, saz eserleri ve taksimleriyle Türk musikisine yeni bir üslüp getirmiş olan bu sanatçı, ayrıca Rehber-i Musiki adıyla müzik kurallarını öğreten bir eser yayımlamıştır.
İbrahim Şinasi Efendi
Türk gazetecisi, şair, tiyatro yazarı, 1826’da İstanbul’da doğdu, 1871’de aynı yerde öldü.
Resmi olmayan ilk Türk gazetesini çıkardı; Osmanlıcayı, stratejileştirme hareketlerine yol açtı.
Şinasi, bir süre memuriyet yaptıktan sonra Paris’e maliye öğrenimini gördü. Dönüşünde, önemli devlet görevlerinde bulundu. Agâh Efendi ite Tercüman-ı gazetesini çıkardı (1860) ve başyazılarını yazdı. Bizde ilk tiyatro eseri olan Evlenmesi isimli komedisini bu gazetede yayımladı. 1862’de, tek başına, Efkâr gazetesini çıkardı. Değerini gösteren makaleler kaleme aldı. Mantıklı üslûpla yazdığı edebiyat tartışmalarıyla ilk fikir gazeteciliğini kurdu. Hürriyet ve demokrasi fikirlerini yaydı. Şinasi, gazeteciliğin tertip, baskı gibi alanlarda da yenilikler getirdi. Yeni Osmanlılar Cemiyetine girdi. 1865’de gazeteyi Namık Kemal’e bırakıp Paris’e gitti. Âli Paşa’nın ölümünden sonra İstanbul’a gelerek (1869), gazetesini tekrar yayımlamaya başladığı sırada hastalandı ve öldü.
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Ünü Tarihten Günümüze Gelen Efsaneler
Asklepios
Eski Yunanlılarda hekimlik tanrısı, Apollon’un oğluydu. Hastaları, şaşırtıcı bir şekilde iyileştirerek, halkın en sevdiği tanrılardan biri oldu.
Yunan Efsanelerine göre, Apollon’un oğlu olarak kabul edilen Asklepios, pek çok hastayı İyileştirdiği İçin halkın sevgi ve saygısını kazanmıştı. Hekimlik tanrısı, birçok hastalığın tedavisinde bitkilerden yararlanmayı öğrenmişti Yaptığı tedaviler o kadar büyük bir başarı kazandı ki ölüleri dirilttiği bile söylenmeye başlandı. Bu habere Cehennem Tanrısı Hades (Plüton) çok kızdı: Bu Asklepios, kurbanlarını elinden mi alacaktı? Zeus (Jüpiter) de, durumdan pek memnun değildi: Asklepios, tanrılar kralının kurtulmak istediği bazı münasebetsiz kimselerin de sağlıklarını düzeltiyordu. O zaman bu çok becerikli fakat artık can sıkmaya başlayan hekimden kurtulmak için Zeus onu takımyıldız haline getirdi.
Romulus ve Remus
Mars ile îlia’nın oğulları, Efsanevî ikiz kardeşler. M.Ö. VII. yüzyılda yaşadılar.
Roma’nın kuruluşunda önemli rol oynadılar. Bu İkiz kardeşlerin hikâyesi heyecanlı olaylarla doludur. Doğdukları zaman bir sepet içinde Tiber nehrine atılırlar ve bir dişi kurt tarafından kurtarılarak emzirilirler. Romulus ve Remus arasında, Roma’yı kimin kuracağı konusunda kavga çıktı ve bunun sonunda Remus, kardeşi tarafından öldürüldü. Roma’nın kuruluşu hakkındaki efsaneye inanmak gerekirse Roma, Pales bayramı günü (M. Ö. 753 yılının 21 Nisan günü) kurulmuştur. O gün İlk Roma kralı Romulus, kutsal bir sapanın bronzdan demiriyle gelecekteki şehrin sınırlarını belirleyen çizgiyi çekti. Bu sınır, İçinde Capitolo ile Palatlno dağının da olduğu yedi tepeyi İçine alıyordu. Roma’lılar, devrimizde de, 21 Nisan gününü şehirlerinin kuruluş yıldönümü olarak kutlarlar. Romulus ve Remus’un dişi kurt tarafından emzirilmesi, birçok resim ve heykelde tasvir edilmiştir.
Don Kişot
Aynı adı taşıyan dünyanın en ünlü romanının kahramanı İspanyol şövalyesi, 1605’te ünlü İspanyol yazarı Cervantes’in kaleminden doğdu. Temiz yürekli fakat biraz delice kişidir.
Yaşlı, delice bir İspanyol soylusu olan Don Kişot, şövalye romanlarını okuya okuya şövalyeliğe heveslenir. Esir prensesleri kurtarmak, kötüleri cezalandırmak, kuvvetlilere karşı zayıfları korumak ve böylece ün kazanmak ister. Eski bir miğferle mızrağı kuşanır, cılız atı Rosinante’ye biner ve arkasında, ihtiyar bir eşeğe binmiş sadık uşağı Sancho Panza olduğu halde macera aramaya çıkar. Erişilmez hayâller peşinde koşan Don Kişot, korkunç devler gözüyle baktığı yel değirmenlerine karşı savaşır, İspanya’nın düşmanı olan Mağriplileri temsil eden bir kukla tiyatrosunun kuklalarının kellelerini uçurur, düşman sandığı bir koyun sürüsüne saldırır ve bu arada başına bir sürü İş açar. Cervantes, bu romanında modası geçmiş bir şövalyeliğin gülünç yanlarını insancıl bir görüşle ortaya koyar.
1 note · View note
restoranist-blog · 9 years ago
Text
New Post has been published on
Güneş, Güney Haçı ve Gezegen Hakkında Faydalı Bilgiler
Güneş
Çapı 1.400.000 kilometreye yaklaşan, (dünyamızın çapından 120 kere daha büyük) bir yıldızdır. Bizi hem ısıtır, hem aydınlatır. Güneş olmasaydı, yeryüzünde sıcaklık ve aydınlık olmaz, dolayısıyla canlılar da yaşayamazdı.
Güneş, içinde bulunduğumuz gezegen -sis. temininJjeJiibaşh yıldızıdır# O kadar büyüktür ki dünyamızla ay arasındaki 386.000 kilometrelik boşluktan geçemez. Bununla beraber güneş, bildiğimiz yıldızların en büyüğü değildir. Bilginler “Betelgeuse” adlı yıldızın çapının, güneşlnkinden 300 kere daha büyük olduğunu ölçmüşlerdir. Kaldı ki “Antares” adlı yıldızın çapı da Beteljöz (Betelgeuse)’inkinden iki misli büyüklüktedir. Yine de bilginler, ondan da daha büyük yıldızlar bulunduğunu iddia etmektedirier.
Gökyüzündeki yıldızlar sayılamayacak kadar çoktur. İnsanlar bunları birbirlerinden ayırt edebilmek için aralarında meydana getirdikleri şekillere göre adlandırmışlardır:  (Köpek, Akrep, Boğa,  Büyük Ayı, Küçük Ayı, Samanyolu) vs. gibi.  Bu yıldız topluluklarına takımyıldız denir. Bir araçtan faydalanmaksam gökyüzüne baktığımız zaman ancak 2.000 kadar yıldız sayabiliriz. Ama teleskopla bakarsak daha çoğunu görüp incelememiz mümkündür. Bütün bir yıl boyunca, dünyamızın güneşin etrafında devamlı dönmesi sonucu, bu yıl-, dızlar sanki gökyüzünde dönüyorlarmış gibi gözükürler. Aslında her biri, yanındakilere göre yerini aynen devam ettirmektedir, işte bilginler bunlara bakarak bu yıldız topluluklarına birer ad takmışlardır. Bunların bazıları ancak kuzey ya da güney yarıküresinden görünür. Meselâ Kutup Yıldızı veya Küçük Ayı, yalnız kuzey yarıküresinden. Güney haçı ise yalnız güney yarıküresinden görünen takımyıldızlardır.
Güney Haçı
Ekvator’un güneyinde kalan ülkelerde % gökyüzüne bakıldığı zaman haç biçiminde yer almış dört yıldız gözükür. Gemiciler,  geceleri güneyi bulmak için bu yıldızlan bulur, rotalarını ona göre hesaplarlar. Güney haçı adı verilen takımyıldız, yalnız güney yarıküresinden görünür. Kuzey yarıküresinde nasıl Küçük Ayı takımyıldızı kuzeyi gösteriyorsa, güney yarıküresinde de Güney haçı güneyi bulmaya yarar. Gerçekten de bu İki takımyıldız yaklaşık olarak dünyanın kuzey-güney ekseni doğrultusundadır. Bu iki takımyıldızın görünen hareketleri o kadar azdır ki, yerleri daima aynı İstikameti gösterir. Küçük Ayı’nın ucundaki Kutup Yıldızı’nın tam kuzeyi göstermesine karşılık, Güney haçı tam güfteyi göstermez. Güney istikametini gösterir. Arada 30 derecelik bir fark vardır. Güneyi hesaplarken bu farkı akıldan çıkartmamak gerekir.
Gezegen
Güneşin çevresinde dönen 9 yıldıza gezegen denir. Gezegenlerin de, etrafında dönen kendilerinden daha küçük yıldızcıklar olabilir, bunlara da uydu adı verilir. Dünyamız bir gezegen, ay da dünyamızın uydusudur. Gezegen kendine öz ışığı olmayan, fakat güneşten aldığı ışığı yansıtan bir yıldızdır. Güneş sisteminde belli başlı 9 gezegen vardır. Merkür (Utarit) ile Venüs (Zühre) güneşe, dünyadan daha yakındır. Güneşe en uzak gezegen de Plüton’dur, öteki gezegenler de Mars (Merih), Jüpiter (Müşteri). Satürn (Zühal) “etrafındaki halkasıyla”, Uranüs ve Neptün’dür. Ay, dünyamızın tek tabii uydusudur. Jüpiter’in 12, Mars’ın da 2 uydusu olduğu bilinmektedir. Güneşe çok yakın olan Venüs “Çoban Yıldızı” ancak güneşin batışından az sonra etrafı karanlık bastırırken görünür.
0 notes
restoranist-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Kınakına Ağacı, Kauçuk Ağacı, Paletüviye Ağacı ve Yerfıstığı ile Doğal Yaşam
Kauçuk Ağacı
Kauçuk ağacı tropikal bölgelerde yetişir. Gövdesinde açılan çiziklerden «lateks» adı verilen beyaz bir sıvı akar. Bu sıvıdan ham kauçuk ya da lâstik denen madde elde edilir.
Kauçuk ağacının gövdesinde açılan derince çiziklerden, tıpkı çam ağacının gövdesinden akan reçine gib; beyaz bir sıvı akar. Bu sıvı toplanıp süzülür, saf suyla sulandırılır bir asidin etkisiyle koyuca bir kıvam alması sağlanır. Böylece elastik bir madde elde edilmiş olur. Bu elastik madde akarsu altında, özel makinelerde yaprak yaprak kesilir, sonra da kurutulur. Böylece saf kauçuk elde edilmiştir. Dayanıklılık kazanması İçin kükürtle karıştırılır ki buna kauçuğun “vülkanize edilmesi” denir. Kauçuk artık otomobil lastiği boru gibi pekçok çeşitli eşya yapımına elverişli hale gelmiştir.
Kınakına Ağacı
Kınakına, Güney Amerika ormanlarında, ya da Afrika yaylalarında yetişen büyük bir ağaçtır. Kabuğunda, doktorlukta sıtmanın tedavisinde kullanılan kinin adlı ilâcın ham maddesi bulunur.
Kınakına ağacının yüksekliği 25-30 metreye ulaşabilir. Nemli ve deniz yüzeyinden yüksek yerleri sevdiği için Peru’da olduğu gibi Afrika’da da yetişir. Günümüzde özel fidanlıklarda yetiştirilmektedir. Genç fiden 8-10 yaşına gelip de gövdesi iyice kalınlaştığı zaman üzerindeki kabuklar kaldırılıp toplanır, kurutulur, toz hâline getirilir, sonra da bundan kinin elde edilir. Doktorlukta yüksek ateşlere karşı kullanılan bu çok değerli iliç ilk olarak Pelletier ve Caventou adlı iki Fransız bilgini tarafından bulunmuştur. Bazı şaraplara ve İştah açıcı içkilere kınakına kabuğundan elde edilen öz karıştırılır.
Paletüviye Ağacı
Paletiviye ağacı akarsu boylarında, deniz kenarlarında yetişir. Suya, ya da toprağa dalmış olan kökleri, gövdeyi yerden birkaç metre yüksekte, havada tutar.
Paletüvlye ya da rizofora ağacı denen bu ağaç, nemli ve çamurlu topraklarda yetişir. Kökleri bataklıklarda hatta deniz suyunda bile dai-budak salabilir. Meyvalar, daha ağacın üzerindeyken İnce uzun bir kök salarlar. Meyva olgunlaşıp da ağaçtan kopunca alt taraflarındaki bu sivri kök çamura ya da batağa döşüp ok gibi saplanır. Senegal’de bir zamanlar Casamance nehri ağzında midye yüklü bir gemi batmıştı içindeki midyeler hemen oradaki bir paletüvlye ağacının kökleri üzerine salkımlar hâlinde tutunmuşlardı. Kökler üzerinde yerleşmiş olan midyeler rahatlıkla beslenmekte ve çoğalmaktadırlar.
Yerfıstığı
Yerfıstığı sıcak ülkelerde yetişen bir bitkidir. Meyvalarından ya kavrulduktan sonra eğlencelik olarak veya ağır preslerden geçirilerek yağ elde edilmesinde yararlanılır. Salatalımıza koyduğumuz yağların içinde yerfıstığı yağı da vardır.
Yerfıstığı, fasulyeye benzer bir bitkidir. Çiçekleri solunca sapları yere doğru kıvrılır ve toprağa girer. Böyle olunca da meyve toprağın İçinde meydana gelip gelişir. Bu meyve fasulye biçimindedir. Kabukları açıIınca İçinde yağ bakımından çok zengin İki tane bulunur. Eğlencelik olarak yenilen yer fıstıkları kavrulduktan sonra satılır. Büyük yağhanelerde yerfıstıkları sıcaklık altında preslerden geçirilerek yağları çıkartılır. Geriye kalan küspesi de ya hayvanlara yedirilir, ya da gübre olarak tarlalara yer alır.
1 note · View note