Tumgik
serdarbolukbasi · 2 years
Text
Ayak Ucum
İlk defa varlığımı sezmişti, oysa bitmek bilmeyen baş ağrılarına lanet, sinir uçlarının keskinliğinden şikayet ederdi hep. Benimse kendimden başka gördüğüm ilk insan oydu. İşin aslı, benim için ikisi de aynı anda olmuştu ama o an bunu anlayabilecek durumda değildim. Ürkek bir heyecanla üzerime eğildi. Bulanık gözleri toprak gibi etrafımı saran karanlığı eşeliyordu. Titrek elleri saçlarımda dolanırken varoluşunun ummadığı bir yanını bulmuş gibi heyecanla avuçlarının arasına aldı ufacık yüzümü. Sanki zaman hiçliğin rahminden düşmeden önce tam da bu anda söylenmesi ve duyulması için var edilmiş birkaç cümle kutlu kehanet gibi doğdu hırıltılı boğazından. İlk defa göğsümüzü yoklayan kalp atışlarımızın parıltısı boğazımızı düğümleyen yapışkan karanlığı bir çırpıda odanın duvarlarına değin dağıttı. Huzur dolu vaatler ellerinden zihnime akıyordu. Gerçekliğinden emin olmak için görmeme gerek yoktu, gözlerimi yumdum. Sanırım bu yüzden fark etmemiştim, bilemiyorum, ama değil gözlerime bakmak zaten kapısı çoktan suratına çarpılmış odasındaki bütün aynaları uzun zaman önce indirmişti. Karanlık yine usulca sızmıştı aramıza. Sessizlik ebediyetiyle böldü cümlelerini. Şimdi ellerini önündeki boşluğa uzatarak kederle dolanıyordu odada, saçlarımı okşamak için duraladığında bile diğer eli meçhule uzanırdı. Gitgide uzayan iç çekişlerine inlemelerin karışması da o habis tabutun odanın orta yerinde belirmesine denk gelmişti. Kah ayaklarını sürerek pervane gibi etrafında seyirtir, kah dağ misali olduğu yere çakılıp kaskatı kesilirdi. Sunaktan akan kan gibi cansız kelimeler yavaşça döküldü ağzından; "Yusufçuklar..." dedi sitemle, "yoksa onlar da mı..." devamını getiremedi. Belki de kelimeler boğazından geri yuvarlanıp sessizliğe gömülmüşlerdi. Ağır ağır değdi dizleri yere, çıtırtılarından anladım. Önce elleriyle sevip okşadı sonra nefesini tutarak başını yasladı ama cevap bekleyen kulaklarının kurumuş tahtanın üzerinde oradan oraya sürtünmesinden başka bir şey duyamıyordu. Benimse söyleyecek bir şeyim kalmamıştı. Sustum ve ardından her şey donmaya başladı. İrin kokulu balçık gibi havada asılı soğuk, ciğerlerimize çekecek soluğa bile yer bırakmamıştı. İç çekişlerimizin arasından iki yıl fısıltı gibi geçti. Odamız naaşı kaldırılmayan bir cenaze eviydi artık. Bir gece öfkeyle haykırarak antik şehirlerin üzerine yağan dağın bağrı gibi ulu ve kayıtsız, yüreğini yeniden doğuşunun kefareti sayan tanrıçanın gözlerinden yansıyan siyah alevlerin dehşetli parıltısı, yüreğimizin en derinlerinde, kendimizden bile sakladıklarımızdan başka geriye katledebileceği bir parça umut bırakmayan karanlığı yarıp odayı aydınlattığında kurumuş elleri yanlarına düştü. Bacakları mahkum usancıyla da olsa hala taşıyordu zihninin terk ettiği uyuşuk bedenini. Malumun vahyine ermişti sonunda; oda dediği bu tabutun duvarları ardında bir kez bile gün yüzü görmeyeceğini anlamıştı, bense kalkıp o melun tabuta yatsam ayak uçlarım boyunu geçmezdi.
0 notes
serdarbolukbasi · 4 years
Text
Siyah Alevlerin Gölgesinde
     ‘’Ne eksik, ne fazla. Bir şey eksik, bir şey fazla...’’
     Adamın üzerinde oturduğu cilası yaz güneşinde yanmış deri parçaları gibi soyulan ahşap koltuğu on adım bile gelmeyen odasının tek resimli duvarının önünde duruyordu. Bir ayağı kırık şövaledeki tuvale uzanmış ucu saçından da ince kıl fırçasıyla resmin son detaylarını işliyordu.
     ‘’Bir şey eksik, bir şey fazla...’’
     Vücudu fırtınaya inat toprağa tutunan ağaçlar gibi tuvale eğilmişti. Giysileri dallarından sarkan çürümüş sarmaşıklardan farksızdı. Nasırlı parmakları arasında kıvranarak tuvali okşayan fırça son birkaç yabani ota daha hayat verdikten sonra yavaşça doğrulurken sırtından gelen çatırtıların omurgasını sarstığını duydu.
     ‘’Ne eksik, ne fazla...’’
     Resmi söyle bir süzdükten sonra ağır ağır uyuşuk bacakları üzerine kalktı. Elinde olsa odanın içinde sıçrayarak oradan oraya dans edebilirdi ama rutubetten çürümüş ayakları bastığı yerden bile emin olamıyordu.
     Titrek adımlarla arkasındaki duvarda asılı olan resme uzandı. Ay ışığının ancak alacaladığı karanlık denizin ortasında yanan yelkenleriyle birer meşale gibi parıldayan gemileri resmeden tabloyu göz ucuyla bile bakmadan tutup diğerlerinin arasına fırlattı. Eski resimleri odanın köşesinde değersiz çöp yığınları gibi birikmişti. Oysa her birine aylarını vermiş en ince detaylarına kadar işlemişti. Yüzündeki acı ifadesi tablodan fırlayacak kadar canlı görünen elleri ve ayakları bağlı bir kadın resmi yerdeki pis suyun içinde çürümüştü. Şimdi duvarda boşalan yere son yaptığı resmi astı nefesini tutarak. Tablodan gözlerini ayırmadan birkaç adım gerileyerek koltuğa dayanmış bastonunu el yordamıyla yakaladı. Gövdesinin ağırlığını sağ elindeki bastona verip sol ayağını da önüne çektiği iskemlenin kenarına attı. Resimdeki sırtı dönük adam gibi muzaffer bir edayla doğrulmuştu.
     Sanki tablonun sınırları bulanıklaşıp tüm duvarı kaplayacak ve onu güneş ışığının diplerine güçlükle ulaştığı bu çatısı bile olmayan yekpare duvarların arasından kurtaracakmış gibi burnu havada, gözleri tabloda öylece bekliyordu. Ama hiçbir şey olmadı. Tekrar nefes almayı hatırlayana kadar gözlerini bile kırpmadı. Yorgun bacakları acıdan titreyene kadar öylece bekledi.
     Sonunda bir parça çöp yığını gibi çöktü koltuğuna. Kemiklerinin gıcırtısı koltuğunkilere karıştı. Çenesini bacakları arasına sıkıştırdığı bastonuna dayayıp resmi izlemeye koyuldu.
     ‘’Neyi yanlış yaptım?’’ diye düşündü düğümlenmiş pis sakalını çekiştirerek. ‘’Neyi eksik bıraktım?’’
     Her şey oradaydı işte, her şey tamdı. Vadinin üzerini kefen gibi örtmüş sisi delen zirvenin üzerinde durmuş her şeye muktedir tanrının gözleriyle dünyayı seyrediyordu. Karşı tepelerin parmak parmak zirvelerini tutmuş ağaçların yapraklarını, onların da ötesinde, ufukta yükselen solgun dağın eteklerindeki papatyanın üzerinde soluklanan yusufçuğun kanadındaki kendi yansımasını bile görebiliyordu ama tabloda eksik olanın ne olduğunu bir türlü göremiyordu.
     Gözlerini kırpmadan uzun uzadıya izledi manzarayı. Zamanın ne olduğunu; bir anla hiçliğin, bir günle bir yılın farkını unutacak kadar izledi. Kaskatı dikmişti gözlerini resme. O anda tavandan sarkan bir halat gözlerinin önünde sallansa dahi göremezdi. Mevsimler akıp geçti tepelerin arasından, sisin altında nesiller yeşerip çürüdü ve dağlar biraz daha yükseldi. Bir tek sırtı dönük adam değişmemişti. Siyah paltosu ve güneşte parlayan sarı saçları rüzgar estikçe hala ilk günkü gibi savruluyordu.
     Ufuktaki dağların ardından hüzünlü bir melodi yükselmeye başladı. Pink Floyd’un Comfortably Numb solosu vadinin eteklerinde yankılanarak zihnini uyuşturuyordu. Zaman denilen şeyle ölçülemeyecek bir süre sonra, ‘’Ne eksik, ne fazla...’’ diye söylendi adam farkında olmadan. Çenesini dayadığı çürük baston kırıldığında sıçrayarak kendine geldi, ‘’Bir şey eksik, bir şey fazla...’’ diye tekrarladı.
     O anda sırtı dönük adamın yanında bir uğursuzluk peydahlandı. Kurumuş gözlerini kırptı şaşkınlıkla. Yüzünün sol yanı titreyerek kasıldı. O’nun yokluğunun fazlalığı karanlık bir alev gibi parlamıştı tabloda. Önce sırtı dönük adamı yuttu karanlık, ardından vadiye dolup dağların zirvesine taştı. Hayatın dokunduğu her şeyi ölümle kapladıktan sonra simsiyah parmaklarını tablonun sınırlarına geçirdi. Adam dehşetle fırladı koltuğundan, tabloyu duvardan söküp yenmiş tırnaklı elleriyle iki büklüm ederek parçaladı. Darmadağın çerçevesinden sıyrılmış yırtık tuvali diğerlerinin arasına fırlattı. Uğursuz tablonun leşi bir midye kabuğu üzerinde kendi saçıyla örtünmeye çalışan Afrodit’i yere devirip kanlı bir savaş meydanını resmeden başka bir tablonun üzerine yığıldı.
     Eline geçirdiği her şeyi parçalamaya başladı adam. Boyalar fırçalarla birlikte dört bir yana saçıldı. Duvara çarptığı şövalenin diğer ayağını da kırdı. Pişmanlıkla dövülen öfkesi boğazını parçalayıp gözlerinden fışkırıyordu. Kafasının içinde yankılanan çığlığı beyaz bir acıya dönüştüğünde artık gerçeklikle olan son bağını da koparmıştı. Yere yığılmış vücudunun aldığı şekil hiç doğmamış olmayı diliyordu.
     Yatak diye uzandığı soğuk taş zemin sarsılarak onu kabuslarından sıyırıp yeni işkencesinin kucağına fırlattı. Gökyüzündeki depremler yerin bağrında kopan fırtınalarla birleşip dört duvarını çatlatana kadar dövüyorlardı. Yerde mi veya gökte mi olduğunu bilemeden her an duvarlar başına yıkılacak ya da ayağının altındaki zemin boşluğa karışacak diye ödü kopuyordu. Korkudan aklını yitirmemek için bir köşede dizlerinin arasına sinip ileri geri sallanmaktan başka bir şey yapamaz haldeydi.
     Bir süre sonra sarsıntılar dinmeye başladığında deliliğin eşiğinden yuvarlanıp zihnine geri düştü. Her şey susmuştu. Kendi kontrolsüz soluğundan başka her şey zifiri sessizliğe gömülmüştü. Başını kaldırdığında duvarlar ona biraz daha yükselmiş, etrafını saran karanlık daha da kalınlaşmış gibi göründü. Ne bir esinti ne de kulaklarını dolduran uğultu vardı. Sanki evrendeki tüm canlılar soluk almayı bırakmıştı. Benliğinin sınırlarını zorlayan kaskatı bir yalnızlığın ortasında eziliyordu.
     Gözleri karanlığa alıştığında odanın ucundaki eski tuval yığınının önünde bir karartının kıpırdandığını gördü. Kendi etrafında usulca dönerek yükseliyordu. Gitgide büyüyen karanlık sonunda boşluğa düşen ipek parçası gibi baştan aşağı kadın silüetine büründü. Kadın boşlukta süzülerek ona yaklaşırken adam etrafını saran yalnızlığın rüzgarda savrulan bulutlar gibi dağıldığını hissetti ama onun yerini, ondan da beter, benliğinin içine sızan buz gibi bir huzursuzluk aldı. Sonunda kadın adamın önüne vardığında gözlerinin olması gereken yerde karanlık alevlerin dalgalandığını gördü. Baktığı her şeyin üzerine gölge düşüyordu. Karanlıktan daha koyu tonlarla gölgelenen yüzünde en ufak bir ifade bile yaşamıyordu.
     Adam şimdi sırtını duvara daha sıkı bastırıyordu. ‘’Kimsin sen?’’ diye fısıldadı duvarların bile duymadığı kadar alçak sesle.
     ‘’Aramaktan vaz geçemediğin, bulmak istemediğinim.’’
     Kadının donuk sesi çöl rüzgarları gibi odanın içinde gezinirken adamın tüyleri kaskatı kesildi.
     ‘’Ne istiyorsun benden?’’
     ‘’Senin istediğini.’’
     ‘’Ben sadece buradan çıkmak istiyorum.’’
     Kadının dudaklarının ucunda bir gölge kıvrandı. Adam göğsüne dayanmış dizlerini istemsizce biraz daha kendine çekti. Konuşmak bir yana nefes almaya bile korkarken aralarındaki sessizlik de gitgide uzuyordu. Sonunda içinde biriken kelimeler korku duvarını aşıp usulca odaya döküldü.
     ‘’Buradan çıkmak istiyorum. Yoruldum artık. Bu hastalıklı yerin çürük kokusunu solumaktan, kemiklerime kadar küflenmekten bıktım artık ama ne yaparsam yapayım doğru cevabı bulamıyorum. Ne çizdiysem olmadı; bu duvarları aşamıyorum. Tükendim artık. Sadece çıkmak istiyorum.’’
     ‘’Sen buradan çıkmayı hiç istemedin. Tek istediğin daha derine inmekti. Artık yolun sonuna geldin, buradan ötesi yok. Hala göremiyor musun?’’
     Adam parmaklarını başının üzerinde kenetleyip ‘’Çıkmak istiyorum...’’ diye sayıklayarak sessizce  ağlamaya başladı. Yüzünün sol yanında depremler seğiriyordu. Çaresizce tekrar deliliğin boşluğuna sürükleneceğini hissettiği anda zihninin simsiyah gökyüzünde bir ışığın parıldadığını gördü. Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü yerden kaldırıp kocaman gözlerle kadının cansız yüzüne baktı.
     ‘’Buradan çıkmak istiyorum!’’
     Tüm gücünü toplayıp sendeleyerek yerinden fırladı. Boş tuvallerden birini kapıp güçlükle doğrulttuğu ayakları kırık şövalenin üzerine geçirdi. Duvar dibinde bulduğu kırık fırçayı yere saçılmış boyalara batırdı aceleyle. Koltuğunu çevirip tekrar tuvalin başına oturdu. Heyecandan titreyen eli tuvalin üzerinde koşturuyordu.
     ‘’Evet, böyle olmalı. Bu sefer işe yarayacak!’’ diye kahkahalarla haykırıyordu. Kadının, ‘’Sana yardım edeyim’’ dediğini duymadı bile. Odada süzülerek karanlık elindeki boş tuvali adamın arkasındaki duvara astı.
     Adam, ‘’İşte oldu. Sonunda buldum!’’ diye kahkaha atarak ayağa fırlamak için davrandığında karanlık eller onu omuzlarından yakalayıp koltuğuna geri yapıştırdı. Ciğerleri buzla dolmuş gibi olduğu yerde kalakaldı. Kadın usulca süzülüp yanına eğildi.
     ‘’Ne kadar da kendinden eminsin’’ dedi kadın odanın köşesini göstererek, ‘’Şu yığına bak! Bunu daha önce kaç defa yaşadın hatırlasana. Kim bilir, belki bu sefer de yanlış malzeme kullanmışsındır. Yanlış fırça, yanlış boya...’’
     Adam ne olduğunu anlayamadan yüzünün yanında dalgalanan karanlık alevlere baktı. Kadının şövalenin yanındaki boya sehpasının alt çekmecesine uzandığını gördüğünde geçmiş bir günahını hatırlamış gibi midesinde yanan korkuyla irkildi. Siyah el çekmeceden parıldayan bir tabancayla dönerken kalbi göğsünde soluğa yer bırakmayacak kadar kocaman atıyordu.
     ‘’Yo, hayır! Hayır, bu defa buldum diyorum. Tek yapmam gereken onu duvara...’’
     Kadın, ‘’Hşşş, hşş, hş... Bırak artık uğraşmayı’’ diye fısıldayarak namlunun ucunu adamın ağzına soktu. Diğer eli şefkatle saçlarını okşuyordu. Adam çaresizce önündeki tabloya uzanmaya çalışırken kadının soğuk nefesini kulağında duydu.
     ‘’Kurtuluşunun resmine körsün, bırak gözlerin olayım. İyi bak kendine.’’
     Adamın beyni patlamanın sesini duyamadan arkasındaki duvarda asılı olan tuvale saçıldı. Üzerinde dört çerçevesi bir koluyla alelade bir kapı resmi olan tuvale doğru uzattığı eliyse kucağına düştü. Yavaşça doğruldu kadın. Alev alev gözleri ardında yol yol kırmızı izler bırakarak süzülen et parçalarıyla birlikte duvardaki tuvalin üzerinden akıyordu. Ortasındaki siyah mermi deliğine geldiğinde yüzünün sol yanına huzursuz bir seğirme yerleşti.
3 notes · View notes