Tumgik
#Ben din adamıyım
turkudostu61 · 2 years
Text
Tumblr media
0 notes
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Halide Edip Adıvar / Büyük edebiyatlar büyük milletler gibi çeşitlilik içinde ahenge vasıl olanlardır
Tumblr media
26 yaşındaki edebiyatçı Vedat Günyol, 1938 baharında Paris'te sürgünde bulunan Halide Edip Adıvar'ı ziyarete gider. Milli edebiyat akımının önemli temsilcilerinden 54 yaşındaki Adıvar'a edebiyat ve kültüre dair sorular yöneltir. “Siz beni bir üniversite profesörü gibi konuşturmak istiyorsunuz. Halbuki ben ömrünün sonuna kadar talebe zihniyeti taşıyacak olan derbeder bir fikir ve sanat adamıyım” diyen Adıvar yabancı edebiyat akımlarının rüzgarına kapılmış Türkiye'deki gençleri eleştirmekten de geri durmaz.
Türk edebiyatına en iyi romanlarını vermiş olan Halide Edip, şimdi de yurt dışından mecmualarımıza ara sıra yazdığı fıkralar ve yaptığı yeni neşriyatla yeni Türkiye'nin en güzel fikir ve sanat örneklerini de vermekte devam ediyor. Her şeyden evvel bir sanat ve fikir mecmuası olan Yücel, onun yeni sanat cereyanlarımız ve telâkkilerimiz hakkındaki düşüncelerini öğrenmeyi istiyordu. Arkadaşımız Vedat Günyol, kendisi ile Paris'te bir konuşma yapmıştır. Birçok noktalarında bizim görüşlerimizi hakkıyla tebarüz ettiren ve tecrübeli bir sanatkârın yeni nesle en candan tavsiyelerini ihtiva eden bu cevaplar, bir vakitler memleket münevverleri arasında açtığımız anketin biraz geç kalmış çok kıymetli bir karşılığı olarak da telâkki olunabilir.
Devlet güdümlü edebiyat 
fabrika yapımı çömleğe benzer
Dünyanın son sanat telâkkileri ve bunlara taraftar olup olmadığınız? (Sanatın hizmete alınması, rejimlerin emrinde çalıştırılması sistemi).
- Sanatın telâkkilerinin başına son yerine muasır sıfatınızı koysanız daha iyi olur zannındayım. Çünkü bize yeni görünen telâkkiler başka isim ve kıyafetle sanatta hakim olmuş telâkkilerdir. Suallerinizde telâkkiler dedikten sonra bunlardan bir tanesi için, yani "sanatın hizmete alınması, rejimlerin emrinde çalıştırılması sistemi" hakkında fikrimi soruyorsunuz.
Rejim kelimesini iman yahut ideolojiye tebdil ederseniz taraftarım. Daha doğrusu aleyhtar değilim. Fakat bu yeni telakki değildir. Hıristiyan ideolojisini sanat ve fikriyatta hâkim kılan kuvvetli bir Garp devri olduğu gibi, İslamiyet, Budizm vesair din ideolojilerini Şark'ın sanatında ve fikir hayatında hâkim kılan devirler olmuştur. Onların yerini son zamanlarda birtakım siyasi ve iktisadi "izm"ler almıştır. 
Herhangi "izm"in hedefi geniş mânası ile insaniyetin saadeti ise, tabiî olarak onun sanatta ve fikriyatta tesiri kuvvetli ve şamil (kapsayıcı) oluyor. Fakat herhangi "izm" bir tek sınıf yahut milleti bütün dünyanın sırtına bindirip alemi kendi hesabına istismar etmek, bütün mütefekkir ve sanatkârları seferber edip kendi türküsünü çağırtmak isterse, ona şiddetle aleyhtarım.
Sanatkâr kanaatten doğan bir imanla, herhangi mevzua ve fikre can verebilir. Bazen aleyhinde olduğum bir fikrin bile, bu şartla yarattığı sanat eserini lezzetle okuduğum vakidir.
Rejimin şu yahut bu ideolojiyi, teşvik ve himaye etmeleri de tabiîdir. Fakat teşvik inhisar şekline girerse, sanat ve fikriyat derhal fabrikadan çıkmış seri halinde çanak ve çömleğe benziyor. Bu zihniyetin hâkim olduğu yerde kuvvetli bir propaganda edebiyatı doğmuyor değil. Fakat bu, ne büyük mânası ile millî oluyor ne de beynelmilel bir mevki alıyor. Bunların ömrü umumiyetle duvar ilanları kadar kısa oluyor.
Genç neslin eserlerinde his ve fikir yeniliği buluyor musunuz?
- Bugünkü nesli eskisinden daha geniş ve mütenevvi bir dünya harsı tesiri altında görüyorum. Eskiden bizde yalnız Fransız tesiri hâkimdi. Son yirmi senedir Rus, Alman, Amerikan hatta İngiliz tesiri çoğalıyor; Rusya, Almanya hatta Amerika'dan gelen cereyanların bazıları birbirine zıt ve sayısı fazla olduğu için, gençler umumiyetle intihap (seçme) hususunda biraz şaşırmış gibi görünüyorlar ve ekseriyetle "çabuk vasıl olmak" emeli onlara hiçbir cereyanı esaslı tetkike zaman vermiyor. Zaman ve çalışmak unsurlarını ihmal etmek, bugünkü edebiyata her zamandan fazla sathî bir sima vermiştir. Bununla beraber, son senelerde tebellür eden (beliren) birkaç kuvvetli unsur var ki bunları derin bir alâka ile takip ediyorum.
Edebiyatımızda birkaç klik var
Edebiyatımız yeni veche (yön) almış mıdır?
- Şimdiye kadar okuduğum yeni nesil yazıcıları bana, edebiyatımızın muayyen bir veche aldığını hissettirmiyor. Birkaç klik var, fakat ekseriyeti krizalit halinde. Fakat benim en büyük dileğim edebiyatımızın tek cephesi olmamasıdır. Büyük edebiyatlar büyük milletler gibi tenevvü (çeşitlilik) içinde ahenge vasıl olanlardır. 
Gençlerin eserlerini takip imkânını buluyor musunuz?
- Şöhret almışlarını ailem gönderiyor. Bazen de kendileri gönderiyor. Elime geçenleri dikkatle okuyorum.
Bunlar içinde beğendikleriniz var mı?
- Var, biraz daha tetkikten sonra ileride onlardan Yedigün'de bahsedeceğim.
Edebiyata bir tez girmiş midir?
- Edebiyatımızda tez ve ütopyaya dair yaptığım araştırmalar henüz beni vazıh (belli) bir neticeye vardırmadığı için bu meseleden bahsedemem.
Beynelmilel bir edebiyata nasıl, hangi şartlar altında malik olabiliriz. Bu sahaya girebilmemiz için neler lazımdır?
- Siz beni bir üniversite profesörü gibi konuşturmak istiyorsunuz. Halbuki ben ömrünün sonuna kadar talebe zihniyeti taşıyacak olan derbeder bir fikir ve sanat adamıyım. Bu suallere dair hususi düşüncelerimi bile burada söylemek fazla yer alır. Mamafih bu mevzuu ileride münakaşa edeceğim.
Bugünün genç sanatkârlarından ne bekliyorsunuz?
- Genç meslektaşlara her şeyden evvel, beynelmilel edebiyatın nasıl ve hangi şerait (koşullar) altında doğduğunu tetkik etmelerini tavsiye edeceğim. Fakat yalnız kitaptan ve maziden değil. Büyük hars (kültür) memleketlerinde sanat ve fikriyata karşı alınan vaziyetleri göz önünde tutmalarını da ayrıca tavsiye edeceğim.
Memlekette büyük bir tercüme gayreti var. Bu hareketi nasıl karşılıyorsunuz?
- Bu da henüz hazırlamakta olduğum mevzular arasındadır. İleride bahsedeceğim.
Edebiyatımızın eski örnekleri 
acilen yayımlanmalı yoksa unutulur
Yeni eserlerinizi eski eserlerinizden çok ayrı buluyoruz. Sanat telâkkilerinizde ne gibi değişiklikler olmuştur. Eserleriniz içinde en çok hangisi beğeniyorsunuz?
- Bu sualleri bana lütfen on sene sonra sorunuz.
Ciddi bir külliyatı âsar (eserler dizisi) nasıl hazırlanabilir?
-Bu sual muasır (çağdaş) yahut eski, yerli yahut ecnebi (yabancı) eserlere göre dört mühim kola ayrılabilir. Bunun muhtelif mekteplere ve kanaatlere mensup başlıca mütefekkir ve sanatkârlarımızdan müteşekkil bir heyete havale edilmesini faydalı bulurum. Bu heyette tercüme edilecek lisanların büyük ve klâsik eserlerini tespit için ecnebi mütehassısların (uzmanların) da bulunması iyi olur zannındayım. Yerli edebiyatın bilhassa eski tarafı beş on sene zarfında yapılması lâzımdır. Çünkü bir nesil daha geçerse, eski edebiyatımızın henüz tanınmamış büyük eserlerini anlayabilecek değil hatta okuyabilecek kimse kalmayacaktır.
(Vedat Günyol / Mart 1938 / Yücel Dergisi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Dizgi, redaksiyon: Ferruh Yazıcı)
Tumblr media
Gazeteci Nasıl Yetişir?
Bu da geçenlerde bana bırakılan  anket sualleri arasında dikkatimi çeken  ve üstünde durup düşünmek istediğim bir noktadır. Sual şu idi:
“Türk gazeteciliğinin tanınmış simaları hep meşrutiyet yetiştirmesidir. Cumhuriyet rejiminin gazetecilik sahasında adam yetiştirmemiş olmasının sebebi nedir?”
Meşrutiyetin başında gazetelere yazı yazmaya başlayanlar iyi bilirler ki o zamanda bazı kelimeleri değiştirmek şartiyle aynı suali sormak mümkündü. İyi hatırlarım meşrutiyetin başlarında herhangi baş makale, fıkra veya etüdün altındaki meşhur imzalar hep Abdülhamit devrinin yetiştirdiği adamların idi. Hatta gazetelerin edebi yazılarını yazanlar merhum Ahmet Rasim gibi hem içtimai hem de biraz mizahi zemane levhaları bırakanlar da gene onlardı. Gayet tabii olarak meşrutiyetten sonra da bunları takip eden veya kendi başlarına  meydana çıkan imzalar da vardı. Gerçi bunların arasında o zaman öncü olacaklar yoktu fakat yıllar geçtikçe bunlar da yetiştiler. Cumhuriyet devrinde ön safta görünen, sevilen veya sevilmeyen fakat her halde memleketçe tanınmış gazeteciler sınıfına girdiler.
Ölü denizde fikir kıyameti nasıl koptu?
Meşrutiyet yıllarının başında bugün de varid olabilecek bir sual sorulabilirdi? Acaba bu hakikat tecrübeli, muvafık veya muhalif taraftan kudretle kalem kullanan gazeteciler mutlakiyet  devrinde neden iktidarlarını gösteremediler? Neden mutlakiyet devrinde gazeteler bu ayni adamlar elinde ölü bir deniz gibi hareketsiz uyurken birdenbire kasırgaya tutulmuş gibi dalgalandı, bir sürü zıt cereyanın kapıştığı bir fikir kıyameti halini aldı, o kadar ki gazete okuyucuları bunları herhangi bir romandan  fazla bir merakla okudu?
Bunun cevabı şu olabilir:
Çünkü, mutlakiyet devrinde  zararsız ve cansız, adeta arkadan harekete sevk edilen birer Robot manzarası gösteren bu adamlar hiç de göründükleri gibi değildiler. Mutlakiyet rejimleri hiçbir zaman bir insanın kendi başına bir kainat olduğunu düşünmemişti. Çünkü mutlakiyet  devri bu sınıfın  dünyadan haberi yok olduğuna, hudutların ötesinde bir Garb alemi hakkında bilgisi olmadığına inanırdı.  Gerçi hariçle irtibatı hariçten haber alma, bugüne nisbeten çok müşküldü ve çok azdı, fakat ona rağmen gazetecilerin bilhassa gençlerinin bütün bu müşkülata rağmen hariçteki neşriyatı takip ettikleri, dünyayı zannedildiğinden çok fazla tanıdıkları muhakkaktı. Hatta bunlar sadece Serveti Fünun, Fecriâti Vesaire edebiyat mekteplerine dahil olmayanlar arasında  da vardı. O kadar ki dillerine ve kalemlerine vurulan zincirlere rağmen fikirlerini padişaha dua, zemin ve zamana inkiyat ve ubudiyetin en üstesini gösteren yazılarının satırları arkasında okuyuculara işaret ve imalarla hakikat kaçakçılığı yapmağı da öğrenmişlerdi. Şurası her halde muhakkaktır ki onlar, gazeteciliğin teknik tarafını kendi devirlerinin çerçevesi içinde “a” dan “z”ye kadar öğrenmişlerdi.
Teknik ve fikir kaçakçılığıyla gazetecilik yapılamaz
Fakat nasıl teknik, yalnız fikir kaçakçılığı ile  edebiyat yapılamazsa, gazetecilik de yapılamaz. Onun için asıl marifetlerinin canlı tarafını meşrutiyetin ilk yıllarında dillerinde ve kalemlerindeki köstekler kalktıktan sonra meydana çıkardılar.  Çünkü meşrutiyetin ilk yılları hakikaten hür bir hava esti ve bu hava  muvafık veya muhalif her yazı yazan, fikrini, hükümlerini serbes olarak ortaya atabildi.
Eğer muvafıklar bir nevi kudret mudilesine (kompleksine) kapılarak karşı tarafı ezmekte o kadar ileri gitmeselerdi, eğer muhalifler yeni zincirden kurtularak fikirlerini biraz ölçüye ve iç inzibatına tabi kılsalardı, belki hakiki demokrasinin siyasi kısmı bizde geniş adımlar atar, temelleri konmuş olurdu.  Yalnız siyasi diyorum çünkü Türk cemiyeti içtimai bakımdan birçok demokratik imkana, hatta teşekküllere sahipti. Neden böyle olmadı? Bunun cevabını o devrin iç ve dış durumunu objektif bir şekilde, hiçbir şahsi iradeye başvurmadan yapacak olan istikbalin nesillerine bırakıyorum. Fakat iç-durumu meselesinde dün, bugün ve hattâ yarın için doğru olabilecek bir istitrat (benzetme) yapacağım:
Hürriyeti sevenler fedakarlık yapıp sesini yükseltmezse totaliter durum kalıcılık kazanır
İster kalem, ister hareket, ister teşekküller olsun uzunca bir zaman için kuvvetli bir baskı altında kaldıktan sonra ve maddi veya manevi, sırtları ağır bir yük altında işlemeğe alıştıktan sonra birdenbire bu yük veya baskı kalkarsa bir zaman için adımlarının, hareketlerinin temposu bozulur. Yeni bir hareket ve fikir iklimine kendilerini alıştırıncaya kadar bocalarlar. Bu her yerde, her şart altında vâkidir. Eğer, böyle bir cemaat içinde hürriyeti her şeyden fazla seven hür bir cemiyet kurmak için nefislerinden, ihtiraslarından fedakârlık edecekler sözlerini işittirebilirlerse, bu karışık ve bocalama devri çabuk geçer aksi takdirde hiçbir cemaatte az çok  hürriyete, işbirliğine dayanan bir durum teessüs etmez. Baskı veya yük denilen mutlakiyet veya totaliter durum zümreden zümreye el değiştiren daimi bir vaziyet olur.
Meşrutiyetten sonraki  yıllarda uzun durmayacağım. Derdimiz yalnız bir iç durumunun tanzimi ile bitecek halde değildi. Harb harbi takip etti. Nihayet Birinci Dünya Harbi sonrasındaki İstiklâl mücadelesi başladı. İstiklalsiz tam hürriyet olamayacağı için, istiklâl için çarpışan, kan akıtan bir millet, hürriyet üstünde pek duramaz. Evvela hürriyetin yatağı ve havası olan istiklali temin etmek lâzımdır. Demokrasi denilen nesnenin yaşayabilmesi için ancak istiklâl ile hürriyeti bir arada yaşatabilecek kudrette olması lâzımdır. Her halde herhangi döğüşmek ve mücadelede, ne çapta olursa olsun, intizam ve teşkilat şarttır, bu mücadele devam ettikçe ferdi hürriyetin tahdidi zaruridir.
Nihayet cumhuriyet rejimi geldi. Bunun gelebilmesi için birçok müesses kıymetlerin  yıkılması lâzım geldi, yani bu da bir nevi mücadele halinde vâki oldu. Bunun hakkındaki hükmü de gene gelecek nesillerin daha ilmî, daha objektif -ve inşallah- daha istikrarlı görüşlerine ve tetkiklerine bırakalım. Fakat hakikat şudur ki Cumhuriyet rejimimiz totaliter bir sisteme dayandı ayni zamanda yapılan reformlar da bir  “syncretism”e yani karmalığa bağlı bir ideoloji yarattı. Burada herşey tek şu tek ve bunun hudutları ve tasvibi haricine çıkamazdı, tabii bunun haricinde yazı yazmak da bahis mevzuu değildi. Bunun haricine, hatta rejimin kendi muvafakatiyle çıkıldığı, hürriyete veya demokrasiye doğru adımlar atıldığı zaman neticeleri birer facia oldu. O halde gazetecilik, tıpkı mutlakiyet ve meşrutiyetin harp yıllarında olduğu gibi teknik ve kabiliyetini muayyen bir havaya uydurmağa mecbur oldu.
1939’da bu sert totaliter hava gevşedi. İkinci Dünya Harbi'nin Almanya aleyhine neticelenmesiyle âdeta eridi. Fakat bütün bu yıllarda acaba sırf meşrutiyetin tanınmış imzaları mı göründü?
Cumhuriyet'in ilk yıllarında meşrutiyetin aynı dönemine oranla daha çok gazeteci yetişti
Burada yukardaki sualin cevabını veriyorum:
Hayır! Gerçi cumhuriyetin  ilk yıllarında, hatta bugün, hâlâ meşrutiyet yetiştirmesi hatırı sayılır bir çok gazeteci vardır. Fakat cumhuriyet devri de gazeteciliğe bir hayli yeni simalar ve imzalar kattı. Bu sonları arasında- meşrutiyetin ilk yıllarından daha geniş bir içtimai sahayı kavrayan- realist ve kıymetli insanlar vardır. Burada isim zikredecek değilim çünkü bu yeni gazetecileri avlamak istiyorum gibi bir mana çıkmasını istemem. Fakat bunların arasında, hatta bir kısmının yazıları kendi  kanaatime muhalif ve bir hayli de şahsıma hücum etmiş olmalarına rağmen, onların arasında çok yetişkin ve yetişecek durumda  olanlarını söylemek isterim. Diyebilirim ki, bugünkü cumhuriyet devrinde yazmağa başlamış olanlar arasında baş makaleci, fıkracı, mizahi veya ciddi mevzularda maharetle at oynatan cumhuriyet yetiştirmesi gazetecilerin sayısı, meşrutiyet devrinin başında meydana çıkan yenilerden daha çoktur.
Gazetecilik farklı fikirlerin barış içinde bir arada yaşadığı ortamda gelişebilir
Sözlerimi bitirirken, gazeteci yetiştirmek için âciz kanaatimce elzem olan unsurları sayacağım:
1- Gazetecilik, tıpkı edebiyat gibi evvelâ hür fakat istikrarlı ve birbirine fikir bakımından muarız olanların da sulh şartları içinde beraber yaşamağı öğrenmiş bir muhitte tekâmül edebilir.
2- Gazetecilik, tıpkı romancılık, şairlik ve sair edebiyat şubeleri, bilhassa hocalık gibi fıtrî bir istidattır. Ancak gazeteci doğan büyük bir gazeteci olabilir.
3-Gerçi bilhassa Amerika’da çok ilerlemiş gazetecilik mektebi vardır. Fakat en kodaman Amerikan gazetecileri dahi mutlak gazetecilik mektebi mahsulü değillerdir. Gazetecinin de herhangi meslek sahibi gibi hatta daha fazla okumağa, kendi memleketi içinde ve dünyadaki neşriyatı takibe ihtiyacı vardır. Fakat onun mektebi dünyanın kendisi, ders kitapları insanların kendileridir.
4. Bir tek müessesenin damı altında değil, fakat göklerin altında gazetecilik mektebi daima mevcuttur. Bu mektebin tahsil dereceleri sıra ile şunlardır: Sonsuz bir fikir tecessüsü, gördüğünü kavrayıp ölçüye vurabilecek kadar içtimai ve  fikrî bir görgü ve bilgi …Ve bunların çerçevesi gazetecinin mahallesi, şehri, memleketi, dünyadaki bütün hayat cilveleridir. Ve bütün bunları tek tek ele alarak kavraması ve okuyucuya göstermesi demek artık mektebi bitirmiş, mesleğinin ehli olmağa başlamış olduğunu gösterir. Nihayet, bunları her hangi dilde, kısa veya uzun bir şekilde zevkle, merakla okutabilecek bir “metod” elde ettiği gün gazetecilik mesleğinin  son basamaklarına varmış demektir.
(Halide Edip Adıvar / 27 Şubat 1947 / Akşam gazetesi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Dizgi: Deniz Yetkin)
2 notes · View notes
Text
Bana Bir Deve Ver!
İslam devletinin başında Hak ve adalet Güneşi Hazret-i Ömer (Radıyallahü Anh) vardı. O Ömer ki, Nebiler Sultanı’nın ifadesiyle “Cennet ehlinin kandilidir.” O Ömer ki, İslam’ın kilidi, adalet tahtının eşsiz sultanıydı.
Bir gün onun huzuruna bir bedevî geldi. Denize batmışın yağmurdan haberi olmadığı gibi, bedevînin de devlet işinden haberi yoktu:
– Ey acizlerin mededkarı dedi, ben çöl adamıyım. Devem çölde hastalanıp kaldı, çoluk çocuğumun rızkı da onun üzerinde. Bana bir deve ver de köyüme gideyim!..
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) onu dinledi. Dinledi ama sözüne de inanmadı:
– Sen, dedi, benden deve almak için böyle söylüyorsun.. Sana deve yok.. Haydi işine!..
Kılı kırk yaran Hazret-i Ömer, her isteyene bir deve verecek olsa, devletin hazinesi ne olur? İşi tetkik etmek, eğriyi, doğruyu bilmek gerekti…
Yol üstünde bir karınca ezilse,Yine Ömer mesuldü
Hakikati gören insan, birine zulmettiğinde o zulmü aslında kendi nefsine yaptığını bilir de zulümde ısrar etmez…O garip adam artık Ömer’in ateşinde ısınmak, pınarından su içmek istemedi. Hemen izi üstüne dönüp çölün yolunu tuttu. Hem kızgın taşlar üstünden bir ceylan gibi sekerek gidiyor, hem de gönül gönül titreyerek bir şiir okuyordu. Şiir arabın suyu ekmeğiydi.. Ne var ki, adalet tahtının sultanı Hz. Ömer de o garibin peşine düşüvermişti.. Güneş gibi mülk elde etmek herkesin karı değildi. Denize dalan her dalgıç hazine bulamaz. Tahta oturup saltanat süren her sultan da adalet terazisini tam tutamaz…
Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh), o basiret nuruna gark olan büyük halîfe şimdi yolları eline dolamıştı. Belki de bedevî doğru söylemiştir, diyordu, onu geriden takip edeyim de yolundaki cefa dikenlerini kaldırayım…
Tabiî ki bedevinin Ömer’den haberi yoktu. Fakat gönül yuvasında îman kuşu çırpınıyordu. Halîfeye kızacağı yerde acıyor, merhamet ediyor, onun için Cenab-ı Hakk’ın dergahına yüz tutup hıçkırıyordu:
– Ey Allahım, ey benim Kerîm Mabudum! Ömer’e müracaat ettim, halimi bildirdim. Ne var ki, o bana inanmadı. Bu hareketinden dolayı günah işledi. Onu bağışla, ona merhamet buyur!..Bedevînin gönül denizi merhamet dalgalarıyla gürül gürül çağlıyor, Ömer için mağfiret talebinde bulunuyordu. Çünkü o bir Asr-ı Saadet müslümanı idi. Aşk-ı İlahînin kokusu gönül toprağına sinmiş, Cenab-ı Muhammed’in havuzundan su içmişti…
Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh), bedevînin gönül deryasından dökülen incileri duyuverince bulut gibi ağlamağa başladı. Sıcak kumlar üstünde nefes nefes koşarak haykırdı:
– Allahım, Allahım, duasını kabul et!..
O din sultanı, îman ayağım kayar da kötüler defterine kaydolurum diye koşarak gayret kanadını açtı… Yetişip bedevînin eteklerinden tuttu. Sarmaşıkların söğüt dallarını tel tel sıkması gibi onu kucakladı, alnından öptü de dedi ki:
Merhaba ey şeker huylu er, merhaba ey arştan!.. Şimdi sana inandım, beni bağışla, bir değil, ihtiyacın kadar deveyi benden al!…İşte müslümanın müslümana merhameti… Merhamet etmeyene merhamet edilir mi?
Ey topraktan yaratılan insan!… Kanadı kırık serçenin yarasını sar ki, senin iman kanadına da merhem koyan olsun… Acizlerin duasına mazhar ol ki, onların inleyişi Arş’ı titretir. Suyu kuruyan ırmağın kuğulara bir faydası yoktur. Sen ırmak gibi akamıyorsan da çeşme gibi gözünün yaşını akıt ki, acizler testilerini doldursunlar… Allah için bir boncuk ver, ona mukabil bir avuç inci al…
Ey iki gözünü dünyaya dikmiş, ona gönül bağlamış adam, Allah tarafına meylet ki, dünyalar ardınca sürüklensin…
30 notes · View notes
sabancalis68 · 3 years
Photo
Tumblr media
Tuylerim ürperdi yine okurken gözlerim doldu ve her TC vatandasi okumali. Atatürk'ü kimse sevmek zorunda degil ancak herkes SAYGI DUYMAK zorundadir TC vatandasiyim diyen. Ben Atatürk’le dil uzatan din adamıyım diyen haysiyetsiz ve nağmertlerden nefret ediyorum. Eğer ki varsa bir ilahi adalet hepsinin Allah bin türlü belasını versin ki, benim de hem inancım katlansın... https://www.instagram.com/p/CPg8MY0txe9sp-Xo1FOAPEqf4BxXHrS4vkXiao0/?utm_medium=tumblr
0 notes
cnarozyilmaz · 5 years
Photo
Tumblr media
ben demiyorum vatandaşın biri "din adamları ezen sınıfın asalağıdır" demiş!! siz hiç patronlara siyasilere dikilen hak diyen hukuk diyen adalet diyen din adamı gördünüz mü? bir tane fuat hoca çıktı gezi olaylarında dolmabahçe valide sultan camiine sığınan eylemciler için akp hükümetinin camide içki içtiler yalanına ben allah adamıyım yalan söyleyemem camide içki içen kimse görmedim diyerek ortak olmadı, ordan oraya sürüp duruyorlar işte!! (Düzce Province) https://www.instagram.com/p/Bq4YvegHADE/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1w881pixz3gfd
0 notes
yenicagri · 7 years
Text
Hurafelerle kurulmuş tezgah
Yunan işgali sırasında Anadolu’ya geçip dağlarda eşkiyalıkla geçinen efenin efenin biri, bir gün yolcularla dolu bir at arabasını durdurmuş. Hepsini indirip silahla tehdit ederek, teker teker soymuş. Yolculardan bir hoca: ” Görüyorsun ki ben bir din adamıyım. Benim ilmimden başka bir şeyim yok.” demiş.  Efe bu sözlere aldırmayarak yeleğinin cebinden kösteği sarkan saatini ve içinde bir miktar…
View On WordPress
0 notes
sizekitap · 7 years
Text
Bote 13 Günlük Cehennem
Bote 13 Günlük Cehennem Peder Abraham Garis Belge Yayınları
On Üç Günlük Cehennem, 7-20 Temmuz 1915 tarihleri arasında Midyat’ın Bote (Bardakçı) köyü Süryanilerinin kiliseye sığınmasının ardından günlerce aç susuz kuşatma altında tutulması ve sonra da barbarca katledilmesinin öyküsüdür.
O tarihte 12 yaşında bir çocuk olan ve hasbelkader katliamdan kurtulan Garis Garis’in torunu ve Süryani Kadim Kilisesi’nin İsveç’teki üst düzey din adamlarından olan Hor-Episkopos Abraham Garis, hayatta kalan görgü tanıklarının anlatımlarından derlediği bilgilerle Bote katliamını otopsi masasına yatırıyor ve didik didik inceliyor.
Bu kitap, “Ben din adamıyım, benim halkıma bunları yapanları affediyorum. Bir din adamı olarak benim görevim affetmek” diyen Peder Abraham Garis tarafından Bote’nin barbarca katledilen mezarsız kurbanlarının anısını canlı tutmak ve hayatta kalanların acılarına tercüman olmak için titizlikle inşa edilmiş bir anıttır.
0 devamı burada => https://goo.gl/p88402
0 notes
turkudostu61 · 2 years
Text
Tumblr media
0 notes
turkudostu61 · 1 year
Text
Tumblr media
Eski Dolmabahçe camii müezzini Fuat Yıldırım "Ben din adamıyım, yalan söyleyemem, Gezide camide içki içilmedi" diyerek sürülmeyi göze alarak Erdoğan’ı yalanlamıştı. Bugün CHP’den Milletvekili adayı olmuş. Bize ise böyle güzel dürüst din insanlarını desteklemek yakışır dostlar.
0 notes
turkudostu61 · 2 years
Text
Denizli'de üç imam ve bir müezzine 'eskortlarla birlikte oldukları' gerekçesiyle soruşturma başlatılmış. "Ben camide içki içen görmedim, din adamıyım yalan söyleyemem" diyen onurlu Müezzin Fuat Yıldırım'a selam olsun...
0 notes
yenicagri · 7 years
Text
Hurafelerle kurulmuş tezgah
Yolculardan bir hoca: ” Görüyorsun ki ben bir din adamıyım. Benim ilmimden başka bir şeyim yok.” demiş.  Efe bu sözlere aldırmayarak yeleğinin cebinden kösteği sarkan saatini ve içinde bir miktar para olan cüzdanını da alınca;  Hocaç “Bunları bana bırak; mademki hayatın tehlikeler içinde geçiyor sana bir ( kurşun geçirmez) muskası yazayım” der.  Efe bu sözlerden memnun olarak; “Gerçekten böyle…
View On WordPress
0 notes