Binlerce yıllık zorlu bir yolculuk yapmışsın. Ne bir su kuyusu ne bir göl ne bir yağmur ne bir birikinti. Ölsen çoktan ölürdün. Ölüm diye birşey olsa çooktan ölmüştün. Ama ölüm yok. Öldün zaten bir kere sonra dirildin. Artık ölemezsin. Hesap meydanına gidiyorsun. Kurumuşsun, çekilmişsin, bitmişsin. On gün değil bir ay değil bir yıl değil kaç bin yıl geçmiş. Sonra ümmetinden olduğun bilinci ile yaşadığın; müjdecin' kurtarıcın, efendin (ASM) imdanına yetişmiş. Gel haydi çok yoruldun susuzluktan büküldün deyip seni Kevser havzına davet etmiş. İçmişsin içmişsin artık daha hiç susamışsın.
Fahr-i Kâinat (s.a.s.) buyuruyor:
“İçinizde Kevser havuzuna ilk ulaşan ben olacağım ve sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Vallahi şu anda havuzum gözümün önündedir. Yeryüzü hazinelerinin anahtarları (veya yeryüzünün anahtarları) bana verildi. Vallahi sizin benden sonra tekrar şirke dönmenizden hiç korkum yok. Ben asıl sizin dünyayı elde etmek için birbirinizle kapışıp kavga etmenizden korkuyorum.” (Buhârî, Cenâiz 71, Menâkıb 25, Megâzî 27, Rikâk 7, 53; Müslim, Fezâil 30)
Mefkuresi Kevser havuzu olmayan, gözüyle görüyormuşçasına hesap gününü öğrenmek derdi olmayan sınav meydanının ciddiyetini kavramamış demektir.
Üniversite sınavına girecek bir kimse önceden gidip sınav yerini görmek istiyor ki nasıl bir ortam beni bekliyor olacak diye endişe ettiği için. O anın ilk paniğini yaşamamak için.
Haşir, hesap, mizan, havz-ı Kevser konularına ilişkin ne kadar hadis ve sure ile hemhal olursak o zaman biz büyük gündem sahibi olabiliriz...
12 Eylül darbecilerince 5 Haziran 1983′te Buca Kapalı Cezaevinde idam edilen Ülkü fidanları Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ı idam sehpalarında hakka yürüyüşlerinin sene-i devriyesinde sabah namazına müteakip, Hacılarkırı mezarlığındaki kabirleri başında Kur’an-ı Kerim okunarak, dualar ile yad edildi.
İZMİR (İGFA) – 12 Eylül darbecilerince 5 Haziran 1983′te Buca Kapalı Cezaevi’nde idam edilen Ülkü fidanları Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ idam sehpalarında hakka yürüyüşlerinin sene-i devriyesinde, sabah namazına müteakip Hacılarkırı mezarlığındaki kabirleri başında Kur’an-ı Kerim okunarak, dualar ile yad edildi.
Ülkücü camianın yakından tanıdığı ve idam edilen iki ülkü fidanlarıyla aynı kaderi paylaşan ancak ya idam cezaları onanmadığı için ya da çeşitli nedenler ile idam edilmeyen dönemin Ülkücü hareket ve gençlik liderlerinden Mehmet Karanfil, Murat Yalçın, Serdar Turan, Aydın Çelebi, İsmail Yirmidokuz, Mahmut Yaraş, Musa Yıldızhan, Kemal Günek, Musa İz, Yıldırım Şekercioğlu gibi isimlerin organize ettiği etkinliğe sabahın erken saati olmasına rağmen çok sayıda ülkücünün katıldığı etkinlik, Kur’an-ı Kerim okunması ile başladı.
Program ayrıca idam edilen Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ın hücre arkadaşlarının ülkücü şehitler ilgili yaşadıkları hatıraları anlattıkları konuşmaları ile son buldu.
Etkinlikte ayrıca yaşı küçük olması nedeni ile almış olduğu idam cezası infaz edilmeyen ancak 37 yıl sonra iki ülkücü kardeşi ile yan yana defnedilen Ülkücü Gazi Ali Aksakal da dualar ile anıldı.
Öte yandan o dönemi yaşamış ve idam ile yargılanmış yada uzun süre cezaevlerinde kalmış çok sayıda ülkücünün yanı sıra mefkure mektebi talebeleri, Turan Birliği üyeleri, Aksaçlılar Genel Başkanı Ahmet Bereket de etkinliğe katılanlar arasında yer aldı.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
AHMET ŞAFAK İMZA GÜNÜNDE OKURLARIYLA BULUŞTU
Sanatçı ve Yazar Ahmet Şafak, son iki romanı Araf Oteli ve Mefkure için düzenlenen imza gününde okurlarıyla buluştu. Turkuaz İsem Akademi tarafından düzenlenen etkinlikte Ahmet Şafak, imza gününe yoğun ilgi gösteren sevenleriyle bol bol sohbet etti.
https://www.fisiltihaberleri.com/haber/ahmet-safak-imza-gununde-okurlariyla-bulustu-10592.html
Evet, Başbuğ Alpaslan Türkeş...
Bakışları yenileyen, hedefleri belirleyen, ufuk tazeleyen, ilham veren heyecan katan bir bilge insan olarak halkına ve kitlere yön verdi, yol gösterirdi ve hep önde giden oldu. Fırsatları faydaya dönüştürmede icraatçı, uzman, arzulanan sonuçlara ulaşmada başlangıçları iyi belirleyen biri oldu.
O sonuçları tartışmadı, başlangıçları belirledi.
Milleti güçlendirmek için otorite kullanmadı. Ait olduğu millete hedefler koyan onları bu doğrultuda yönlendiren ve arkasından sürükleyen kişi oldu.
Lider doğdu ve hep lider kaldı. Zaten Küçük Hüseyin efendi de 7-8 yaşlarındaki bir çocukta görmemiş miydi? o vasıfları.
Kendisi doğru, gölgesi de hep doğru oldu.
Siyaseti tekilci değil, hep çoğulcu idi.
Ve derdi "vatan" idi.
Yaşar Kiraz
___
Makalenin tümünü okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
Telefon ahizesini uzatan otel resepsiyonunda görevli adamın yüzüne doğru dürüst bakamaz bile...
İstanbul'dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını.
Otele borcu birikmişti.
Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını.
Mefkure Hanım'dır arayan.
"Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın."
Ulus'taki "Genç Palas" otelinin kapısından dışarı çıktığında hem mutlu hem çaresizlik içindedir.
Ankara'ya Devlet Tiyatrosu'na girmek için gelmişti.
Küçük Tiyatro'da oynanan "Tufan" adlı oyunun son sahnesinde rolü olan oyuncunun yerine çıkacaktı sahneye.
Romalı kıyafetleri içinde bir uzaylıyı oynayacaktı.
Biliyordu ki bu rol bir imtihandı kendisi için.
Devlet Tiyatrosu'na kabul edilip edilmemesi o sahnede göstereceği performansa bağlıydı.
Salondaki Muhsin Ertuğrul'un gözü kendisinde olacaktı!..
Ama çözmesi gereken daha büyük bir sorun vardı.
O akşam sahneye çıkabilmesi için dilekçe yazıp vermeliydi..
Elbette dilekçeyi yazardı ama Muhsin Ertuğrul'un sekreteri Mefkure Hanım dilekçeye mutlaka 15 liralık pul yapıştırılması gerektiğini üstüne basa basa söylemişti telefonda.
Oysa cebinde 5 kuruşu bile yoktu.
"Chopin" ile vedalaşma vakti gelmişti..
Başka çaresi yoktu.
Samanpazarı'ndaki bit pazarına gidecek ve "Chopin" adını verdiği lacivert pardösüsünü satacaktı.
Yolda karşısına çıkan seyyar fotoğrafçıya Samanpazarı'na nasıl gidileceğini sorar.
"Hayrola, bir şey mi satacaksın?" sorusu üzerine de adama üstündeki şık pardösüyü gösterir.
Fotoğrafçı, omuzlarından tutarak evirip çevirmeye başlar oyuncu adayını.
Genç adam, "Yahu yapma, herkes bize bakıyor, rezil rüsva olduk," derken, pardösü çoktan çıkmıştı sırtından.
Astarı inceleyen fotoğrafçı sonunda ağzından çıkarır baklayı : "Ben buna 30 lira vereyim."
Çok az diye itiraz etse de bit pazarında ilk fiyatı verene zaten satacağını düşünür.
Otuz lirayı alır almaz hızlı adımlarla yolunu tutar Küçük Sahne'nin.
Mefkure Hanım'a dilekçeyi ve 15 liralık pul parasını verip dışarı çıktığında, Kızılay'a doğru ilk adımlarını atarken, yağmur bastırır aniden.
Sanki Ankara'nın yağmurları yağmak için pardösüsünü sattığı günü beklemişlerdi.
Sırılsıklam âşık olduğu tiyatro sanatına profesyonel oyuncu olarak böyle adım atar genç adam.
O akşam, sahnede sergilediği oyunculuk çok beğenilir ve Devlet Tiyatrosu'na kabul edilir.
Cevat Başkut'un yazdığı "Kleopatra'nın Mezarı'nda" oyununda bir rol verilir kendisine.
Oyunun ilk perdesi, büyüler yaparak define arayan bir adamın, sahnenin bir köşesinde duran bulgur pilavını ve pideyi yiyerek orucunu bozmasıyla son bulmaktadır.
Perde inip de oyuncular sahneyi terk eder etmez çalakaşık pilava dadanır, her gece...
Devlet Tiyatrosu'na kabul edilmiştir ama cebinde parası yoktur yine de.
Bir gece, oyunun ilk perdesi kapanır kapanmaz, sahnedeki pilavı yemeye koyulurken yakalanır, arkadaşları tarafından.
Eyvah ki ne eyvah!
Ne de olsa sanatçının yediği, parası Devlet tarafından ödenen oyunun dekorudur.
Sonuçta, bulgur pilavı da olsa, dekorun bir parçasıdır yenilen!..
Kısa sürede meteliğe kurşun atan genç adamın her gece oyunun aksesuarını yediği Devlet Tiyatrosu'nun koridorlarında duyulur.
Şikayet üstüne şikayet..
Sanatçı, bir gece perde iner inmez kaşık daldırdığı bulgur pilavının çok daha kaliteli yağla hazırlandığını, üstelik sıcak olduğunu fark eder.
Pide de tazeciktir.
Dahası, oyunun aksesuarına bir de irmik helvası eklenmiştir.
Şikayetler Muhsin Ertuğrul'un kulağına kadar gitmiştir!..
Güneş bulutlar altına girebilir, ancak hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz.” (Ziya Gökalp, 16 Ekim 1919 tarihli mektup)
Yıllardır söylüyorum: Yeni Türkiye'ye “yeni bir tarih” yazıyorlar. Bunun için Milli Mücadele'yi ve Cumhuriyet devrimlerini olabildiğince çarpıtıyorlar; Cumhuriyetin kurucusu Atatürk'ü silmek isteyenler, son dönem Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamit'i ve Vahdettin'i parlatmaya çalışıyorlar. “Resmi tarih yalan söylüyor!” diyerek “kendi uyduruk resmi tarihlerini” dayatıyorlar. II. Abdülhamit'in “hiç toprak kaybetmeyen bir siyasi deha” olduğunu, Vahdettin'in de “hain olmadığını; sonradan Kemalistler tarafından hain ilan edildiğini” iddia ediyorlar. II. Abdülhamit'i ve Vahdettin'i eleştiren bizlere ise ateş püskürüyorlar.
Bugün ben susacağım! Bugün, Abdülhamitçilere ve Vahdettincilere bir şiiriyle Ziya Gökalp cevap verecek!
ZİYA GÖKALP
Fransız Devrimi'yle başlayan “uluslaşma” çağında, Osmanlı'da “Türkçülüğe” vurgu yapan aydınların başında geliyordu Ziya Gökalp…
19. yüzyılda imparatorlukların yıkılıp “milli devletlerin” kurulduğunu gören Ziya Gökalp, saltanatı eleştirmeye “milli egemenliğe” vurgu yapmaya başladı. Daha 1891'de, II. Abdülhamit döneminde, çok gençken yazdığı bir manzumede “Ey sultan! Sen çekil hükümran biziz!” demiş, 1894'te ise “Padişahım çok yaşa!” yerine “Millet çok yaşa!” diye bağıranlar arasında yer almıştı.
Türkçülüğün fikir babalarından Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki içinde yer aldı. 1913'te İstanbul Darülfünunu'nda dersler vermeye başladı. Türk Yurdu dergisinde çıkan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” yazısıyla şöhreti arttı. Türklerin çok köklü bir tarihe, dile ve kültüre sahip eski bir millet olduğunu anlattı. “Türkçülüğün Esasları”nı yazdı. Fransız Sosyolog E. Durkheim'den fazlaca etkilendi. Türkiye'de sosyolojinin kurucuları arasında yer aldı.
Atatürk, “laik bir ulus devlet” kurarken Ziya Gökalp'in pek çok düşüncesinden yararlandı.
Ziya Gökalp'in Limni, Mondros, Malta mektupları
Ziya Gökalp
Ziya Gökalp, Milli Mücadele sırasında, 1919 sonlarında İstanbul'da İngilizlerce tutuklanıp Malta'ya sürgün edildi.
Malta sürgünleri İngilizlere yalvarıp yakaran mektuplar yazıyordu. Malta sürgünü Ziya Gökalp ise İngilizlere değil, sadece ailesine mektuplar yazdı.
Gökalp, Limni, Mondros ve Malta mektuplarında hep millete olan inancını dile getirdi. Örneğin, 18 Ağustos 1919 tarihli mektubunda, “Harici ahvalin hiçbirisi onu milli ümitten mahrum edemez” diye yazdı. 29 Eylül 1919 tarihli mektubunda, “Dünyada vatan sevgisinden sonra en tatlı duygu yuva sevgisi imiş” diye yazdı. 16 Ekim 1919 tarihli mektubunda “Güneş bulutlar altına girebilir, ancak hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz” diye yazdı. Aynı mektuba “Yüce Tanrım, senden iki ricam var: Yurdum mesut olsun, yuvam bahtiyar” diye bir cümle ekledi. 14 Haziran 1920 tarihli mektubunda “Bir zaman gelecek ki bütün insanlar, bütün milletler hür olacak” diye yazdı. (Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, 6. bas, Ankara, 2012, s. 386-406)
Ziya Gökalp, Malta'da Türk milletinin idam fermanı Sevr Antlaşması hakkındaki haberleri aldı. Osmanlı saray hükümetinin Sevr'i kabul edeceğini öğrendiğinde çok üzüldü. Kaleme sarıldı. 5 Ağustos 1920'de şöyle bir mektup yazdı:
“İnsanları ahlaken yükseltecek zamanlar büyük felaket zamanlarıdır. Mefkure, böyle zamanlarda doğar ve kuvvetlenir. Akıl, böyle zamanlarda vehimleri kovar, irade böyle zamanlarda sinirlere, heyecanlara, ihtiraslara hakim olur. Bu zamanlar insanları ya ‘sefil' yahut ‘kahraman' yapar. Mefkuresiz, akılsız, iradesiz olanlar ‘sefil' olur. Vicdanına, mefkuresine kıymet veren, aklına ve iradesine tabi olanlar ise ‘kahraman' olur. Tarih daima bu gibi zamanları hikaye etmekten hoşlanır. (…) En fena ihanetler bu zamanlarda yapıldığı gibi, en yüksek fedakarlıklar da bu devrilerde görülür. İşte biz bugün böyle bir devre içinde yaşıyoruz.” (Şimşir, s. 408,409)
Paris Barış Konferansı'nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması; Osmanlı Saltanat Şurası'nda kabul edildi. Padişah Vahdettin'in görevlendirdiği üç kişilik heyet 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Bunun üzerine Malta'daki Ziya Gökalp yine kaleme sarıldı. 19 Ağustos 1920'de şu mektubu yazdı:
“Fertler rüya gördüğü gibi bazen milletler de rüya görürler. İşte bugünkü haller de bir nevi içtimai rüya halleridir. (…) Fertler sarhoş olduğu gibi bazen milletler de sarhoş olur. Sarhoşlar meclisinde neler söylenmez, ne kararlar verilmez! (…) Bu siyah gecenin elbette bir beyaz sabahı vardır.” (Şimşir, s. 409)
Gökalp burada, Sevr'i hazırlayan ve kabul eden meclisleri “sarhoşlar meclisi” olarak adlandırıyordu.
Gökalp'e göre Sevr, “siyah bir gece”ye neden olmuştu. Sevr'e “Siyah gece” diyen Gökalp, Sevr'i imzalatan İngiliz işbirlikçisi padişaha ise “Kara Sultan” diyecekti.
Ziya Gökalp'in “Atatürk'e istida”sı
Ziya Gökalp'in “İstida” adlı şiirinin Osmanlıca aslı işte bu… Şiirin kırmızıyla işaretlediğim son dörtlüğünde Abdülhamit'ten ‘Kızıl Sultan', Vahdettin'den ise ‘Kara Sultan' olarak söz ediliyor. (Küçük Mecmua, 23 Teşrinievvel 1338/ 23 Ekim 1922, Cilt.1, Sayı 20. s.8).
Ziya Gökalp Malta'dan döndü. Atatürk'ün başkomutanlığında Milli Mücadele kazanıldı. Ziya Gökalp, Diyarbakır'da “Küçük Mecmua”yı çıkarmaya başladı.
Gökalp, Büyük Zafer'in hemen ardından, Ekim-Aralık 1922'de, üç aylık sürede üç şiir yazdı: Şiirlerden ilki “İstida”, ikincisi, “İkinci İstida”, üçüncüsü de “Niçin” adlarını taşıyordu. (İstida, dilekçe demek).
Ziya Gökalip'in Milli Mücadele'nin Gazi-Mareşal Başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'e ithaf ettiği ve Vahdettin'i “Kara Sultan” diye adlandırdığı “İstida” adlı şiir, tesadüf eseri, Vahdettin'in İngilizlere sığınıp kaçtığı 17 Kasım 1922'de İleri Gazetesi'nde yayımlandı. “İstida” daha önce 23 Ekim1922'de Küçük Mecmua dergisinde de yayınlandı.
İşte Ziya Gökalp'in Atatürk'ten “Dahi Kurtarıcı”, II. Abdülhamit'ten “Kızıl Sultan”, Vahdettin'den ise “Kara Sultan” diye söz ettiği
“İstida” adlı şirinin sansürsüz,
tam tercümesi:
“İstida (Dilekçe)
Gazi Paşa Hazretlerine
Bu yurt mahrum, düzenlikten ümrandan,
Köylülerin nasibi yok irfandan,
Ey kurtaran bizi zalim Yunan'dan!
Kurtar bizi daha birçok düşmandan!
Medeniyet, gerçi bize uzaktır;
Mefkuremiz güneş kadar parlaktır.
Bütün millet yükselmeye müştaktır;
Kurtar bizi cehaletten, noksandan!
Harpte nasıl ön aldıysa her nefer,
Tezgahta da sanatına versin fer,
Kazanalım her hünerde bir zafer;
Kurtar bizi iktisadi buhrandan!
Mektep, müze, darülfünun isteriz;
Halkçılığa uyar kanun isteriz.
Terakkimiz, her an koşsun isteriz.
Kurtar bizi beynelmilel hüsrandan
Sen dahisin, buna çoktan inandık.
Mefkuresiz rehberlerden pek yandık.
Garpta şarklı yaşayıştan usandık;
Kurtar bizi bu karanlık zindandan!
Göster şimdi ilmi, harsi hedefler;
Alim, şair, kumandan da hep asker,
Her şey olur, yalnız işte emir ver.
Kurtar, bizi meskenetten, hirmandan!
Sürümüzde bir kurt, çoban kalmasın;
Tepemizde gizli düşman kalmasın,
Düşmanların dostu, hakan kalmasın;
Kurtar bizi bu yıldızlı yılandan!
Abdülhamit gerçi Kızıl Sultan'dı,
Buna nispet yine o bir insandı.
Çok masumlar fetvasına aldandı;
Kurtar bizi artık ‘Kara Sultan'dan!”
(Küçük Mecmua, 23 Teşrinievvel 1338/ 23 Ekim 1922).
Ziya Gökalp, Atatürk'ün milleti, Yunan işgalinden sonra şimdi de geri kalmışlıktan, yoksulluktan, bağnazlıktan kurtarmasını istiyordu. Atatürk, gerçekten tam da Ziya Gökalp'in istediği gibi milleti geri kalmışlıktan, yoksulluktan, bağnazlıktan kurtarmak için bir uygarlık savaşı başlattı. Ancak Ziya Gökalp bu savaşı göremeden 1924'te öldü.
Açıkça görüldüğü gibi Ziya Gökalp, “İstida” adlı şiirinin son iki dörtlüğünde II. Abdülhamit'ten “Kızıl Sultan”, Vahdettin'den ise “Gizli Düşman”, “Düşmanların Dostu Hakan”, “Yıldızlı Yılan” ve “Kara Sultan” olarak söz ediyor.
Bazı Ziya Gökalp biyografilerinde Ziya Gökalp'in Abdülhamit'e “Kızıl Sultan”, Vahdettin'e ise “Kara Sultan” dediği “İstida” adlı bu şiirin son dörtlüğü sansürlendi. Türkçülüğün babası Ziya Gökalp'in bu sözleri halktan gizlenmek istendi.
Demem o ki, Vahdettin'in ihaneti sonradan Kemalistler tarafından uydurulmadı. Daha 23 Ekim 1922'de Ziya Gökalp “İstida” adlı şiirinde Vahdettin'den, “Kara Sultan” diye söz ediyordu.
Yeni çıkan HAFIZA adlı kitabımda belirttiğim gibi milli hafızanı silip yeniden biçimlendirmelerine izin verme. Gerçeği öğren, unutma, hatırla!
"Maddenin Manaya Hizmeti" diyerek çıktı yola. Hedef "Açısı tam" bir Gençlik yetiştirmekti. İdeal insan, mefkure insanı olmaktı; hayatı anlamlı kılan. Her insan bir nizamdır demişti. [15 Mayıs 1999 MGV ŞEHİD GENEL BAŞKANI Adnan Demirtürk] (at Çatalarmut, Samsun) https://www.instagram.com/p/CdkvCZLsnGGw47YtaSnvoF1arRLgSUgh5_jUfw0/?igshid=NGJjMDIxMWI=
Telefon ahizesini uzatan otel resepsiyonunda görevli adamın yüzüne doğru dürüst bakamaz bile..İstanbul’dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını.Otele borcu birikmişti.Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını..Mefkure Hanım’dır arayan..“Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın.”Ulus’taki “Genç Palas”…
Tarih tekerrür ediyor ve Mustafa Kemal Paşa'nın, Enver Paşa'nın, Hey On Beşlilerin, Seyit Onbaşıların, Lise ve Üniversitelerden mezun vermeyenlerin torunları, bugün yine aynı tarihî emelleri güden yedi düvelin maşaları ile terörizme karşı, vatan topraklarımızın Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yıllarca destan yazdılar.
Eğer şehit kanları ile yoğrulmuş bu aziz vatan toprağında bugün asker, polis ve sivillerimiz şehit ediliyorsa kimse kusura bakmasın, bizim "Bin Yıllık Kardeşlik" masallarına karnımız tok.
Dün sırtımızdan hançerleyenler, İngilizler başta olmak üzere tüm işgalci emperyalistlerle birlik olup I. Dünya Savaşı ve İstiklâl Mücadelemizde bize karşı savaşırken, bugün torunları aynı emellerle asker, polis, sivil demeden şehit ediyor ise şahsen "Biz bu vatanı hep birlikte kurtardık" diyemem, demem.
Yeliz Yıldırım
___
Makalenin tümünü okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.