Tumgik
#Meyve Tüketim Şekilleri
turkiyenebula · 5 years
Video
youtube
Avokado Nasıl Yenir?
0 notes
gundemhabersblog · 3 years
Text
Yaban mersini faydaları nelerdir? Yaban mersini nelere iyi gelir?
Yaban mersini birçok sağlık sorununa karşı kullanılan şifa deposu bir meyvedir. Taze, reçel, kuru, suyu olarak, her şekilde tüketilebilen yaban mersini, içeriğinde pek çok minerala sahiptir. Böbrek hastalıklarından kolesterole kadar insan sağlığına faydaları konusunda geniş bir skalası olan yaban mersini, hekim gözetimi altında bebeklere de verilebiliyor. İşte yaban mersini faydaları... Yaban mersini, farklı şekillerde tüketilebilen ve insan sağlığına pek çok faydası bulunan bir meyvedir.En bilinen faydaları arasında; kan şekerini düzenlemesi, idrar yolları enfeksiyonlarını düzenlemesi, görme kaybına iyi gelmesi bulunmaktadır.
YABAN MERSİNİ NELERE İYİ GELİR?
Yaban mersinin faydalarını şu şekilde sıralayabiliriz:
Araştırmalara göre düzenli yaban mersini tüketmek kan şekerini düzenlemeye yardımcı olur. İdrar yolları enfeksiyonuna neden olan E. Coli olarak bilinen bakteriyi yaban mersini idrar yollarından doğal bir şekilde temizlemektedir. Yaban mersini içeriğindeki antosiyanin maddesi ile görme kaybını önleyici özelliğe sahiptir. İçeriğinde A, B, C vitaminleri, antosiyanin, selenyum, magnezyum, fosfor, bakır, çinko gibi vitaminler ve mineraller sayesinde yaban mersini beyin hücrelerini koruyucu etkiye sahiptir. Ayrıca hafızayı güçlendirdiği bilinmektedir. Alzheimer gibi giderek kötüleşen hastalığa karşı koruyucudur. Araştırmalara göre düzenli yaban mersini tüketen çocukların daha kolay öğrendiği görülmüştür. İçeriğindeki lif oranı ve antioksidanlar sayesinde kolesterolü dengeler. Ve kalp hastalıklarına karşı koruyucu etkiye sahiptir. İçeriğindeki lif sayesinde sindirim sistemini düzenler ve rahatsızlıklarına iyi gelir. İçeriğinde bulunan C vitamini, pterostilben, ellagic asit sayesinde kansere karşı koruyucu etkileri vardır. Düzenleyici ve sakinleştirici etkileri sayesinde doğal anti depresan olarak görev yapabilir. Yaban mersininden yapılan çaylar ishal giderici özelliğe sahiptir. Yaban mersininden yapılan çaylar regl günlerinde görülen krampların etkisini azaltır. YABAN MERSİNİ NASIL KULLANILIR?
Yaban mersinin faydalarının çok olması yaban mersininin kullanım alanını da arttıran bir durum olmuştur. Yaban mersini doğrudan meyve olarak tüketilebilir. Meyve çayı şeklinde tüketilebilir. Ayrıca içeceklerin içine katılabilir. Reçeli yapılıp reçel şeklinde tüketilebilir. Tatlılar, pastalarda hem dondurulmuş hem de yaş olarak kullanılabilir. Kilo vermek isteyen insanlar da yaban mersinini hazırladıkları kürlere, içeceklere koyabilirler. Yaban mersinin tüketim şekilleri oldukça fazladır.
0 notes
melankolivesaire · 5 years
Text
İnançlar ve gerçeklik üzerine
Bilgi; gerçek bilgi, somut bilgi, yani bilimsel bilgi… Yüz binlerce yıllık insan evriminin son ürünü. Medeniyetin gelişimi boyunca zaman zaman ortaya çıkıp kaybolan. Eninde sonunda tekrar ortaya çıkmak ve sonunda tüm insanlığın yüzüne vurulmak zorunda olan: “Bilimsel bilgi.”
Son birkaç on bin yıl hep, güçlü olanın savaşıp yok ettiği bir diğer medeniyetin bilgi birikimini silip kendi bilgi birikimini ona yeni gerçek olarak sunmasıyla geçti. Bir yandan da yenilenin tanrılarının yerini yenenlerin tanrıları aldı. Yenilenin masallarının yerini yenenin masalları aldı. Fakat bu tanrılar ve masallar çoğu zaman tamamiyle yenenin masalı olamadılar. İki masal bir araya geldi ve melez masallar ortaya çıktı… Her kabilenin kendi masalı bir diğerininkiyle çiftleşip yeni melez masallara gebe oldu. Kimi zaman büyük gücü eline geçirmeyi başaran hükümdarlar coğrafyalarındaki tüm masalları yok edip kendi masallarını kabul ettirmeyi başardılar. Kendi masalları da bir öncekilerden çok farklı değildi zaten. Çünkü bilgi birikimlerinden ancak bu çıkardı. Tabi bu masalları kendi hükümdarlıklarının çıkarına göre yonttular ve tarihi kendilerine göre değiştirip yazdırdılar. Sonraki nesiller için artık tek gerçek, bu kendilerine sunulan yeni tarih ve yeni masallardı. Çünkü insanlığın hafızası çok zayıftı. Bu zayıf hafızanın yeni masallara ufak tefek eklemeler-çıkarmalar yapmanın dışında pek bir işlevi yoktu. Masalları kendine göre değiştirip halkına belleten yönetim kademesi çoğu zaman yaptığı değişimin bilincindeydi. Fakat bu yönetim kademesinde de nesiller değiştikçe zamanında sadece politik bir hamle için yapılan masal değişiklikleri onlar için de yeni bir gerçek oluverdi ve bir önceki gerçek tamamen unutuldu. 
Evet, tarih sadece kazananlar tarafından yazılır, bu bugün bile böyledir. Fakat bugün en azından artık bilgi çağında her ihtimalin konuşulabildiği bir dönemdeyiz. Kitapları yakarak, yazıtları kırarak ya da insanları öldürerek bilgiyi yok etmenin imkansız olduğu bir dönemdeyiz. Ancak ve ancak tüm dünyayı cehenneme çevirecek bir doğal felaket, bir göktaşı ya da bir yapay felaket, nükleer savaş vs. medeniyetimizi belli bir oranda sıfırlama gücüne sahip olacaktır. Dünyada insan ırkının toplu ölümü olmadığı sürece medeniyetin geri gitmesi çok mümkün değildir. Yüzbinlerce yıl düşe kalka, iki ileri bir geri giden bilim, son birkaç yüzyıldır insanlığın aydınlığı olmuştur. Reform ve rönesans sonrası insanlık büyük bir ivme yakalayarak ilk kez hiç gitmediği kadar ileri gitmeyi başarmıştır. Çünkü inançların yerini gerçek bilgi almıştır. Gerçeğin tanımı bilimsel bilgi olmuştur… Bilimsel bilgi dünyanın nerdeyse herbir yanında yayılmıştır. Bilimsel bilgi masallar gibi bir hükümdarın keyfine göre değiştirilemeyecek kadar kesindir. Çünkü deneyle kanıtlanır. Dene ve sonucu gör kuralı işler…
Zamanında askeri ve politik gücü elinde tutmayı başaran kimi toplumlukların inanışları halen dünya üzerinde varlıklarını sürdürmeyi başarmıştır. Yeryüzündeki yüzbinlerce inanış içinden en kalabalıklarından birkaçı bizim coğrafyamızın etkisindeki Yahudilik’ten türeme Hristiyanlık ve Müslümanlık’tır. Yahudilik de zaten çeşitli Mısır inançlarının Sümer ve diğer Ortadoğu inançlarıyla melezleşmiş halidir. Bu dinlerde kendi içinde hiçbir zaman aynı kalmamıştır. Her yüz yıl neredeyse bambaşka dinlere dönüşecek seviyede dönemine uygun değişken bir yapı sergilemişlerdir. Tüm bu değişimler güç kavgaları sonucu oluşmuştur. Mesela İslam’ın kutsal kenti Petra’ya dönük kıbleler bir anda bambaşka Mekke diye yeni yaratılan bir kente çevrilebilmiş ve bu değişiklik tarihten silinebilmiştir. Ya da antik Mısır hikayeleri İsa’nın kendi hikayesi olabilmiştir. Sümer, Babil ve onları yaratan onlardan önceki Mezopotamya devletlerinin hikayeleri, bambaşka isimlerle kulaktan kulağa değişerek ve evrimleşerek bazen de bilinçli olarak değiştirilerek yepyeni hikayelerle kutsal kabul edilen kitapları doldurabilmiştir… Coğrafyasına göre şekillenen ve evrimleşen kültürel inanışlar insanın organik ve toplumsal evriminin bir ürünüdür. Tüm bu açık seçik tarihsel olgular genelde dindarların inançlarını sorgulamasına sebep olmazlar.
Bildiğimiz kadarıyla antik Yunan’da başlayan (büyük olasılıkla çok daha önce) hayatı sorgulamanın bir sonucu olarak ortaya çıkan çeşitli felsefik düşüncelerin, dinlerin de evrimini şekillendiriyor oluşu bir başka ilginç detaydır. Dinlerin ortaya çıkışını sadece hayatı sorgulayan filozoflarla sınırlandırmak elbette mümkün değildir. Çünkü dinler daha önce ortaya çıkmıştır. Din sözcüğünün kafada oluşturduğu imge bile tartışmalıdır. Din kelimesinin asıl manası: “Bilimsellik aranmaksızın duyumları ve dayatmaları sorgusuz sualsiz ve fanatik bir şekilde gerçek kabul eden insan topluluklarının kabullerinin tümü.” olmalıdır. İşte insanoğlunun tam olarak bu özelliği de bir evrimin sonucudur. Bir şeye inanan ve inandıkları şey uğruna ölüme gidebilen topluluklar zorlukların daha kolay üstesinden gelmiş, daha vahşi ve acımasız olabilmiş dolayısıyla daha güçlü olmayı başarıp diğer toplulukları kolaylıkla katledebilmişlerdir. Ta ki bilimsel gerçeğin teknolojik gücünü tadana kadar… 
Dinlerin çıkış noktası kuşkusuz doğa olaylarını, tesadüfleri ve bilinmeyeni kontrol edebilme isteğidir. Algıda seçiciliğe sahip insanoğlu aynı zamanda mucizeleri seven bir yapıdadır. Mesela yerleşik hayata geçen insan, yağmurun yağmasını istemiştir fakat neden ve nasıl yağdığını bilmediği için çeşitli denemeler yapmıştır. Denemelerden biri de dans etmektir. Bu dansın sonucunda bir gün gerçekten yağmur yağmıştır. Bunu gören bir gezgin kendi kabilesine döndüğünde dans etmenin sonucu yağmur yağdığını anlatmış ve aklında kaldığınca kendi kabilesine bu dansı öğretmiştir. Öldüğünde bunu anlatan gezginin heykeli önünde aynı dans (elbette zaman içinde değişime uğrayarak) devam eder. Bunu gören bir başka gezgin de kendi kabilesine heykeli ve dansı anlatır. Sonra bir gün gelir ki bu kabilelerden en güçlü olan bir diğerini yutar ve melez inanışlar ortaya çıkar. Bu böyle büyür gider… Ölümü kontrol etmek, felaketleri engellemek, savaşları kazanmak, daha bol meyve veren bir orman bulabilmek… Her olay için yeni bir totem ve bu totemi görüp başka topluluklara aktaran bir başka gezgin ortaya çıkacaktır… Dans ettikçe daha karmaşık danslar, ritimler ve sonuç olarak müzikler… Heykel yaptıkça daha gerçekçi ve büyük heykeller ve resimler… Ve sonuç olarak inançlar çeşitlendikçe daha karmaşık inanışlar ve dinler ortaya çıkar… Toplumlar büyükçe ve karmaşıklaştıkça bu inanışların yayılma ve evrimleşme şekilleri de çeşitlilik gösterir. Bir yandan da yöneticilerin toplumun düzenini sağlamak amacıyla getirdiği kurallar da bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde bu inanışların bir parçası haline getirilir.
Neredeyse tüm hayatını bir dinin düzenine göre yaşayan insanlar için tüm verdikleri emeklerin aslında kocaman bir yalan olduğunu, asıl doğrunun yan taraftaki kabilenin inanışı olduğunu kabul etmek elbette oldukça onur kırıcı ve yaralayıcıdır. İşte bu yüzden kan dökülür ve asıl inanışın nasıl olması gerektiğini en çok kan döken belirler. Medeniyet ilerledikçe zeki hükümdarlar halkının ve ordusunun ölümüne çalışıp, ölümüne savaşabilmesi için bu inanışların çok elverişli olduklarının farkına varır. İşte o zaman dinler ve siyaset tam olarak bir olur… İnanışların bugünkü tanımıyla “din” olması bu noktada gerçekleşmiştir… 
On binlerce yıl evrimimizin bu açığını tamir edemedik. Son birkaç yüz yılda insanlık bilimi ve gerçeği tam olarak kavramıştı ki bu kez komünizm korkusuyla kapitalist devletlerde halka yeniden dinin pompalandığını gördük. Yeni güçlü “hükümdarların” kendine göre yonttuğu bu dinlerin anormal bir şekilde büyüdüğüne tanık olduk. Sonu gelmiş ilkel bir sistem geri dönmüştü. Bu nasıl mümkün olabildi? Bilgi çağında en medeni ve eğitim düzeyi yüksek toplumlarda bile bu inanışlar nasıl devam edebildi? Bu soruların cevabı oldukça esrarengizdi… İnsanlar hala okumadan ve bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma eğilimi gösteriyorlardı. Bu alışkanlık yüz binlerce yıldır değişmemişti… Önce bilgi sahibi olması gerektiğini bilenlerin oranı bugün dahi düşüktü. Belki insanlığın o günlerden daha iyi durumda olduğu düşünülebilir fakat bugünkü bilgiye ulaşım kolaylığı hesaba katıldığında o günden bile daha kötü durumda olduğumuz görülecektir. 
Peki çözüm nedir? Gerçekten de dinler tehlikeli midir yoksa yaşatılmaları yaşatılmamalarından daha mı güvenlidir? Bu sorunun cevabı aslında bir başka soruda saklıdır; tehlike kimin tehlikesidir? Bugün elbette dünyayı yöneten büyük şirketlerin tehlikesidir. Büyük şirketler ve bu şirketlerin kontrolündeki ülkeler için en elverişli ortam sorgulamadan çalışan ve dünyanın nimetlerinden olabildiğince az yararlanmayı kabul eden bir sürünün var olmasıdır. Bu sürü az düşünüp çok çalışmalı ve kazandığını da anında sisteme geri vermelidir. Düzen buna göre oluşturulmak istenmektedir. Çift kutuplu dünyanın varlığında kapitalizm varlığını sürdürmek adına çeşitli tavizler vermiş ve kitlelerinin yaşamlarında iyileşmelere gitmiştir. Bunu elbette kendisi için yapmıştır. Ancak tek kutuplu dünyada artık tek amaç ucuz üretim, bol tüketim olmuştur. Bu kapitalizmin kendi kendisini infilak edebilecek bir düzeye iner mi yoksa inmez mi bunu şimdiden kestirmek mümkün değildir. Fakat bilinen bir gerçek vardır ki o da inançların ve cehaletin kapitalizmin çimentosu olduğudur. Gerçeklikten kopan kitle, enerjisini yanlış yerlere harcar. Sürü psikolojisiyle hareket eder ve bireysel hayatını yaşamayı unutur. 
Her coğrafyanın kendine has inanışları olmuştur. Bu inanışların nasıl ve nerden başladığının bir önemi yoktur. Her zaman çıkış aynıdır. Doğa olaylarını, tesadüfleri ve bilinmeyenleri kontrol altında tutabilmek adına uygulanan totemlerin algıda seçicilik ve umut vasıtası ile gerçekmiş gibi kabul edilmesi. Sonrasında bu kabullerin hükümdarlar tarafından da politik amaçlı uygulanarak toplumların kontrol altında tutulması. Bizim sürekli Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudilik üzerine dil dökmemiz ve sorgulayan tarafın da sorgulamaya bunlardan başlamasının tek sebebi bu coğrafyada yaşıyor olmamızdır. Dinlerin evrimi, birbirlerini yutması, bölünmeleri ve savaşlar sonucu Ortadoğu coğrafyasında bu dinler hayatta kalmıştır. (Onlar da kendi içlerinde daha küçük parçalara bölünmüş ve belki yeterli zama geçince o küçük parçalar da bambaşka bir din olarak anılacaktır.) Bu dinlerin etkisindeki imparatorlukların genişlemesi, ülkelerin birbirleriyle ilişkileri, ticaret yolları, coğrafi keşifler ve misyoner faliyetler neticesinde bu dinler çeşitli bölgelere yayılmıştır. Sadece tarihte bu inanıştaki insanların el attığı bölgelerde bu inanışların izlerine rastlamak mümkün olmuştur. Gücü elde eden ve yayılmacı özellikler gösteren topluluklar başka dinlere mensup olasalardı hiç kuşkusuz bugün o topraklarda yaşayanlar ölesiye inandıkları inançlarının yerine o başka dine ölesiye inanıyor olacaklardı… Orta Asya’nın ya da Afrika’nın derinliklerine indiğimizde ve ya Güney Amerika’daki eski inanışlara baktığımızda tüm hikayelerin, masalların, inanışların bambaşka olduğu; tabi o inanışların da elbette bir başka atası olduğu ortaya çıkacaktır.
Hangi Sümer geleneği (dini,inancı) hangi Hristiyan, Yahudi ya da Müslüman geleneğiyle (diniyle, inancıyla) hatta toplumsal yasalarıyla birebir örtüşüyor? Ya da Budizm’in veya Hinduzmin ataları hangi dinler? Ya da dünyada hangi bölgelerde kaç farklı din var ve var idi?. Bunları tek tek merak edenler sümerelogların, tarihçilerin ya da arkeologların bu konudaki bilimsel kanıtlarına çeşitli kaynaklardan kolayca ulaşabilir. Hatta günümüzde internet ortamında kısa bir araştırma yapmak dahi yeterli olacaktır. Tüm bunların ötesinde elbette yok edilen ve ulaşılamayan ya da henüz ulaşılamamış nice topluluklar ve kültürleri de elbette vardır… Artık bilgiye oldukça kolaylıkla ulaşılabilen bir dönemde olsak da geçmişe dair bir çok gerçeği daha yeni yeni açığa çıkarıyoruz…
Gelişim ve değişim konusunda dinler ve diller birbirlerine oldukça benzer özellikler gösterirler. Coğrafi olarak birbirlerine uzaklaştıkça alakasız bir hal alırlar. Alakalı bi hal almaları için ancak ya komşu olmlaları ya uzun süre etkileşmiş olmaları ya oraya gezgin bir topluluk tarafından götürülmüş olmaları ya da göç yolları üzerinde olmaları gerekir. Dilin ve dinin evrimi bu açıdan bakıldığında evrim kuramına da uyum gösterir. Birbirleriyle ilişkili organizmalar benzeşirken, bir yere göç ettirilip izole edilen organizmalar uzun bir sürecin sonunda izole edildikleri topluluktan farklı özellikler göstermeye başlarlar. Öyle bir gün gelir ki artık apayrı bir isim ile adlandırmaları kaçınılmaz olur. 
Evren ve evrendeki zamanda hesaba katılamayacak kadar kısa olan ‘hayat’ sürekli bir değişim ve karışım içerisindedir. Değişimler hem çok hızlı hem de çok yavaş olur. Hem mikro hem de makro düzeydeki bu değişimleri farklı koşullarda algılamak ve değerlendirebilmek aslında herkesin yapma yeteceğinin olduğu ama nedense çoğunluğun yapmadığı bir gerçekliktir. Çünkü çoğunluk yalnızca ilkel organizmanın gereklerini yerine getirmeyi seçer. Düşünmek enerji harcatan bir süreçtir. Enerjisini korumak isteyen organizma, böylesine karmaşık ve kesin bir sonuca ulaşamayacağı ve hatta onu tedirgin edebilecek bir düşünme sürecine girmekten kaçınır. Yaşadığı toplumun o dönemki kabullerini aşağı yukarı devam ettirerek ve ancak bu şekilde kendisinin de kabul göreceğini bilerek yaşar. Bu hem yukarıda bahsettiğimiz gibi organizmanın ilkel evriminin bir sonucu hem de toplu yaşama geçen insanın toplumsal evriminin bir sonucudur. Ne kadar çok ortak inanç ve birlikelik, o kadar güç ve o kadar hayatta kalıp üreme…
Peki geleneksel dini inançlar bilgi toplumunda gerçekten de uzun ömürlü müdür? Günümüz; bilgiye ulaşmaktaki kolaylığın çoğunluk açısından pek bir değişikliğe sebep olmadığını göstermiştir. Ancak bu kolaylık henüz çok yeni bir süreçtir. Ve birkaç yüz yıl içerisinde eğer dünyadaki ortak bilgiyi yok edecek büyük bir felaket yaşanmazsa bu ilkel inanışların varlığını sürdürmesi mümkün olmayacaktır. Elbette bu ilkel inanışların yerini bu kez başka inanışlar alacak ve büyük ihtimalle bu inanışları devletler yine kendi düzenlerine göre belirleyeceklerdir. Bu inanışların yerini felsefeye bırakmasının devletler için çok kullanışlı olmayacağı aşikardır. Eğer ki birkaç bin yıl içerisinde tüm sınırlar kaybolur, tüm diller ortak bir dilde birleşir ve insanlar komün hayata benzer bir sistem içerisinde iş ortaklığı yaparak yaşarlarsa işte o zaman hiçbir inanışa belki de ihtiyaç kalmayabilir…
Peki günümüzde ilkel ya da modern hiçbir inanca sahip olmamak ne kadar doğrudur? Elbette ilkel inançlardan tamamen arınmanın insanlığın sağlığı açısından önemli olduğu aşikardır. Fakat sorgulayan, mantıklı ve aklı başında insanlardan oluşan bir toplumda bile hiçbir inanca sahip olmamak çok sağlıklı olmayabilir. En gelişmiş inanç eğer ‘iyilik’ ise bu iyiliğin ne olduğu bu sefer bir tartışma konusu olacaktır. O yüzden kısa ve basit de olsa bir tanım yapılmalı ve doğru kabul edilen bu tanıma karşı bir inanç beslenmelidir. Bu doğru ‘insanlığa ve kendine yararlı’ bir doğru olmalıdır. Bunu gerçekleştirmek çok da karmaşık değildir. Mesela:
-Yeterince çalışmak.
-Üretken olmak.
-Yardımcı olmak.
-Kendini ve insanları sevmek.
-Empati ve sempati kurmak.
-Üzmekten ve üzülmekten kaçınmak.
En yalın haliyle böyle birkaç cümleye inanç duymak dahi inançsız insanlığa mutlu yaşamak için çok güçlü sebepler verecektir. Bu cümlelere inanmak için ödüle ya da cezaya ihtiyaç duyulmayacaktır. Çünkü bu cümlelerin vicdanın bir parçası olması toplumun eğitimdeki en büyük hedefi olacaktır. Bu cümlelere uymamak zaten ayıp kabul edilecek ve uymayan kişi kazanılmaya çalışılacaktır. İnanç böyle bir şeydir ve böyle de olmalıdır. 
0 notes
mykendince-blog · 7 years
Text
KARATAY DİYET MENÜ TAVSİYELERİ
İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Karatay, yapay tatlandırıcılara da dikkat çekiyor. Karatay, “Tatlandırıcı kullananlar zehirleniyor. Kullanılan tatlandırıcılar, sofra şekerinden 600 kat daha tatlı” uyarısında bulunuyor
SABAH kahvaltısında ‘ceviz’i, öğle yemeklerinde etli ya da zeytinyağlı sebze yemeklerini öneren İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Karatay, akşam yemeklerinde de öğle yemeğine benzer gıdalar tüketilmesini tavsiye ediyor. Ancak, akşamları 20.00’den sonra yemek yenmemesi konusunda uyarıyor. Yazı dizimizin son gününde yapay tatlandırıcılara dikkat çeken Karatay’a kulak veriyoruz…
‘YAPAY TATLANDIRICI KULLANANLAR ZEHİRLENİYOR!’ “Aspartam ve sakarin içermez diye pazarlanan, sükraloz bazlı tatlandırıcılar, sofra şekerinden 600 kat daha tatlıdır. 200 gram kadar tatlandırıcı, 96 kalori ve 32 gram şeker içermektedir. Bunlar obezlere, diyabetli hastalara ve kilo vermek isteyenlere öneriliyor. Oysa hastalar zararlı birçok kimyasal maddeyi tükettiklerinin farkında bile değiller. Bu hastalar, yapay tatlandırıcılarla zehirlendiklerinin farkına varmalılar. Kilo problemi olmayanlar ya da ensülin direncini kırmayı başarmış olanlar, eğer çok istiyorlarsa Konya yöresine ait olan etli ekmek (kaşar peynirsiz olarak) ya da lahmacun gibi yiyecekleri rahatlıkla tüketebilirler. Etli ekmek ve lahmacunun ekmeği mayasız ve son derece incedir. Ayrıca bol soğan, limon, maydanoz ve ayranla tüketildiği zaman gayet dengeli ve sağlıklı bir gıdadır.
‘AKŞAM YEMEĞİ SONRASI MUZ, YAĞ OLARAK DEPOLANIR’  Meyve konusuna gelince… Mevsiminde doğal olarak (hormonsuz, kimyasal ilaçsız, GDO’suz) yetişmiş ve sağlıklı ortamda, kimyasal koruyucu maddeler sıkılmadan (mumlanıp parlatılmadan) saklanıp satışa sunulan tüm meyveler sağlıklıdır. Meyvelerin içerdiği şeker oranı, glisemik endeksini belirler. Bu nedenle meyvelerin tüketim miktarları, zamanları ve şekilleri onları vücudumuz için sağlıklı veya sağlıksız hale getirebilir. Örneğin gün boyunca başka tatlı ve şekerli bir yiyecek yememek koşuluyla sonbahar ve kış aylarında sabah kahvaltısında yenecek bir adet yerli muz, glisemik endeksi yüksek olmasına rağmen verdiği enerji gün içinde yakılabileceği için sağlıklıdır. Ancak aynı muz, akşam yemeğinden sonra tok karnına yenirse ve ardından yatılırsa, gece enerjisi fazla gelip yağ olarak depolanacağı için sağlıksızdır.
‘ZEYTİN EN DOĞAL MEYVE BOL YİYİN’ Ülkemizde birçok kişi diyabetli olduğunu bilmeden yaz aylarında her gün yarım karpuz, 2 incir, 1 salkım üzüm ve benzerini aynı anda yemekte… Peki günde 5 öğün meyve önerisi nereden çıktı o zaman? Bu diyet önerileri şimdi tarih oldu. Ancak özellikle akşam yemeğinden sonra kiloyla meyve yeme alışkanlığı hâlâ sürüyor. Yaz aylarında öğle yemeği yerine küçük bir kâse çilek, doğal yoğurt ya da avuç içi kadar beyaz peynirle yenirse, vücut için sağlıklı olabilir. Ancak etli, sebzeli bir yemeğin üzerine koca bir dilim karpuz veya bir kâse çilek yendiğinde sağlıksız oluyor. Çünkü bu durumda vücut aldığı fazla enerjiyi direkt depo yağlarına dönüştürüyor. Domates, biber, salatalık, zeytin gibi yiyecekler, doğal meyve ihtiyacımızı karşılamaktadır. Özellikle zeytin, bol bol tüketilebilir.”
‘Felç olma riski önlenebilir’
“OBEZLERDE ve diyabet hastalarında oldukça ciddi damar tıkanıklıklarını, koroner kalp hastalığını, yani kalp krizi ve inme dediğimiz felç olma olasılığını, riskini azaltmak, önlemek kendi elimizdedir. Başkasının elinde değildir! Aşırı miktarda işlem görmüş unlu, nişastalı hamur işleri ve şekerli içecekler gibi çok çabuk hazmedilen ve kan şekerini hızla yükselten karbonhidratlardan, yani yüksek glisemik endeksli yiyeceklerden uzak durmak, en kolay, en basit ve en ucuz yoldur! Yapacağımız en kolay iş, fazla meyve tüketiminden, taze sıkılmış veya fabrikasyon meyve sularının aşırı tüketiminden, şekerli içeceklerden, rafine unlardan ve hamur işlerinden, ekmekten, makarnadan ve kahvaltılık tahıllardan uzak durmaktır.” ‘Yemeğin üstüne yenilen kuru meyve sağlıksız’
“EĞER gün içinde başka meyve yemediyseniz ve çok acıkmadıysanız, akşam yemeği yerine 3-4 adet gün kurusu kayısı (turuncu olanı sağlıksız), 2-3 adet kuru erik, 1 adet kuru incir gibi kuru meyveyle tüketilecek bir kâse yoğurt, yanında başka bir yemek yenmediği durumda sağlıklı olacaktır. Ancak saat 19.00-20.00’ye kadar yenmiş olsa dahi yanında salatası ve ayranıyla birlikte yenen etli, sebzeli veya baklagilli bir yemeğin üstüne aynı kuru meyveler yendiğinde ve ardından uyku faslına geçildiğinde sağlıksızdır. Çünkü bu durumda vücut aldığı fazla enerjiyi direkt depo yağlarına dönüştürecektir.”
‘1 kilo zayıflamak hasta olma riskini % 10 azaltır’ 
“SAĞLIKSIZ karbonhidratlar, şekerler ve tatlılar önce kan şekerini, sonra ensülini yükseltir. Kan şekeri ve ensülin yükseldikçe, santral sinir sistemi uyarılır, adrenalin salgılanması artar, damarlar büzüşür. Yani çarpıntı olur, tansiyon yükselir, kalp krizi, felç, böbrek hastalıkları ve göz hastalıkları oluşur. Kontrol edilemeyen hücre büyümesi başlar. Bu, kanserin başlama nedenidir, kanser hücrelerinde artış olur. Androjen (erkeklik) hormonlarının salgılanması artar, polikistik over sendromu, erken ergenlik, erkeklerde saç dökülmesi (alnın açılması) gibi belirtiler ortaya çıkar. Kanın pıhtılaşması, iç organlarda yağlanma, kilo artar. 1 kilo zayıflayınca dahi bu hastalık riskleri yüzde 10 oranında azalmaktadır.”
‘Obezite, diyabet, kalp hastalığı genetik değildir’ 
“OBEZİTE, diyabet, kalp hastalıkları genetik değildir, iç ve dış etkenlerle ve yanlış beslenme sonucu özellikle yanlış yaşama biçimiyle artık her yaşta ortaya çıkan, genel hormonal ve metabolizma bozukluklarının klinik olarak yansımalarıdır. Bir öğünden sonra açlık hissetmeden 4-5 saat geçiremiyor ya da 1-2 saat içinde acıkıp bir şeyler atıştırmadan duramıyorsanız, bilin ki sabah kahvaltıda yedikleriniz sizin sağlığınıza zarar veriyor. Sık sık yemek metabolizmamızı hızlandırır. Ancak kan şekerimiz ve ensülinimiz de sürekli olarak yüksek kalmaktadır. Bu şekilde kısa bir süre hızlı çalışan metabolizma, yağların yakılmasını değil, yağların sürekli depoya gönderilmesine neden olur. Ara öğün yiyerek diyet yapanların, yavaş yavaş kilo almalarının nedeni, sık sık ara öğün yemelerinin sonucu kanlarında ensülin hormonunun giderek yükselmesi ve yüksek olarak kalmasıdır.”
EVDE TEREYAĞI NASIL YAPILIR?  “Evde mayaladığınız yoğurdun kaymağını, ortalama 7-10 gün boyunca küçük bir kavanozda biriktirin. Kaymağın acı bir tat almaması için kavanozun kapağını sıkıca kapatın. Daha sonra kavanozu çalkalayarak kaymağın içindeki yağ ve suyun ayrılmasını sağlayın. Bu çalkalama, 30 dakikada bir 5-10 dakika ara vererek ortalama 60-120 dakikalık bir zaman alabiliyor. Kaymaktaki yağ ve su birbirinden ayrılmaya başlayınca kavanozu 5-10 dakika buzluğa koyun. Daha sonra kavanozun içindeki tereyağını bir kaşıkla toplayın, top şekline getirip suyunu iyice sıkın. Tereyağınız taze taze kullanımınıza hazır…”
0 notes