Tumgik
#Türkçü bir anlayış
tp-siyaset · 4 years
Link
0 notes
Photo
Tumblr media
2016’ya asılı kalmak ve laiklerin sahipsizliği  28 Aralık akşamı, İstanbul’da yüzü aşkın gazeteci, cezaevlerindeki meslektaşlarımıza yılbaşı selamı vermek üzere toplandık. Çektirdiğimiz toplu fotoğrafın 31 Aralık günü bazı gazetelere basılmasıyla selamımız hapishanelere iletildi. Toplu fotoğraftaki gazeteciler arasında ideolojik ihtilafları olanlar, geçmişte bu yüzden birbirine kırılmış ve hatta kırgınlığı sürdürenler de bulunuyordu. O fotoğrafta gazeteci arkadaşımız Ahmet Şık da vardı ve o da hapishanelerdeki gazetecilere selamını toplu fotoğrafta yer alarak verdi. Ahmet’in önceki tutuklanışına çalıştıkları veya yönettikleri gazetelerde tepki göstermeyen veya iktidar lehine tutum alan bazı gazeteciler de oradaydı. Ama tüm bunlara rağmen gazetecilerin tutuklanmasına itiraz, bizi aynı karede topladı. Ahmet, 28 Aralık’ta çektirdiği fotoğrafı 31 Aralık’ta cezaevinde gördü. Ve hapiste olsa bile o dayanışma karesinin onun direncini artıracağına kuşku yok. Bunca baskı altında tutulan, meslekleri fiilen yasaklanan, hapis ve ölüm tehditleriyle baş başa bırakılan gazetecilerin o fotoğraf karesinin, baskı altında çil yavrusu gibi dağılmış olan herkese bir mesajı vardı. Reina katliamından önce Ahmet Şık’ın tutuklanışını devletin biz gazetecilere yönelik yeni yıl mesajı olarak algıladık. Ancak benzer bir biçimde yeni yıla girmeye hazırlanan milyonlarca insan cihatçı güçlerin baskı, tehdit ve şantajlarına maruz kalmaya devam ediyordu. 2017’ye saatler kala İstanbul cadde ve sokaklarında gözle görülür bir tenhalık vardı. Reina saldırısı öncesindeki sistematik baskı büyük ölçüde hedefine ulaşmış ve insanlar evlerine çekilmişti. Hatırladığım kadarıyla şimdiye kadar hiçbir yeni yıla böylesi sistematik bir psikolojik baskı altında girilmemiş, laik kesimlere bu kadar topyekün gözdağı verilememişti. Yeni yılı dışarıda, bilhassa içkili mekânlarda kutlayacak olanlara günler öncesinden ölüm tehditleri yapıldı. İslâmcı gazete ve internet siteleri, sosyal medya hesapları psikolojik baskıyı o kadar artırdılar ki, Noel Baba kılığına sokulanların başına silah dayandı, sünnet-bıçaklama gösterileri yapıldı, fetvalar verildi. Bu tehditler sembolik değil, doğrudan seküler toplumsal kesimlere yönelik gözdağıydı. 2016’nın son günlerinde, Noel üzerinden yürütülen kara propaganda aslında 2017’de yaşanacak olan yeni çatışma zemininin ilk aşamasıydı. Reina saldırısı örgütsüz, tepkisiz Türkiyeli laiklere yönelik ilk savaş ilanı olarak tarihe not edilebilir. Zira bu katliamla sadece cihatçı zihniyete tepki gösteren veya demokrasi-özgürlük talep eden kesimlere değil, sessiz laiklere de yaşam hakkı tanımayacağı ilan edildi. Zaten bu laik kesimin yapıp-ettikleri değil (ki cihadist basınca karşı önleyici bir itiraz yok) bizatihi varlıkları cihadistlerin nazarında düşmanlık olarak algılanıyor. Reina katliamının anlattığı Geçen hafta “Türkiye zor günlerden geçmiyor, zor günlere giriyor. Şu ana kadar gördüklerimiz gelecekteki büyük felaketin idmanından ibaret” demiştik. Önümüzdeki zor günlerin yaratıcıları 2017’ye mührünü basmak isteyen cihatçı anlayışın yücelticileri olacak. Reina katliamı 2016’daki karanlığı daimileştirmenin son girişimi olarak da değerlendirilebilir. Nitekim, bu katliamla birlikte Türkiye’nin 2017’ye geçişi takvim yaprağından ibaret kaldı. Hal ve gidiş itibariyle 2016’da asılı kaldı. Cihadistlerin hedefinde  zannedildiği gibi sadece muhalif Kürtler, Aleviler, solcular ve diğer muhalif kesimler değil, laiklik anlayışının bizatihi kendisi de var. Zira söz konusu mekâna yönelik saldırının hedefinde siyasi değil sosyal bir grup vardı. O grup da, saldırganların nazarında “içimizdeki Batı”yı temsil ediyor. 2017’de “içimizdeki cihadist anlayış”, “içimizdeki Batı”yı söküp atmaya odaklanacağa benziyor. Reina katliamı cihatçıların şimdiye kadar Türkiye’de gerçekleştirdiği saldırılara değil, esas olarak Avrupa’da, örneğin Paris’teki Bataclan konser salonundaki saldırıya benzetilebilir. Yani cihatçılar Türkiyeli “Batılıları” hedefine koymuş durumda. O “Batılılar” da kabaca Avrupai yaşam tarzını benimsemiş laik-orta sınıf Türkler olarak tarif edilebilir. Laiklerin sahipsizliği Türkiye’deki cihadistlerin yaşadığı özgüven patlaması, 2016’nın hesabını soran, yeni bir gelecek projeksiyonu kuran ve bunun için mücadele eden demokrat siyasetçileri, gazetecileri hapse tıkayan zihniyetten de besleniyor. Ama sadece bu değil: Şu anda Türkiye’de demokrat laikler kadar sahipsiz, örgütsüz, savunmasız başka hiçbir kesim yok. Bu kesime yönelik saldırıların önüne barikat kuracak siyasi bir iradenin esamesi okunmuyor. Militarist, Kemalist, milliyetçi veya ulusalcı laikler ise şimdilik sisteme eklemlenerek varlıklarını sürdürebileceklerini zannetseler de, bir sonraki halkada onlar da var. Şu sıralar Türkçü-İslamcı hegemonya CHP’yi kendi tabanının talep ve beklentilerini bile sahiplenmeyecek kadar teslim almış durumda. Günlerdir yılbaşını kutlayacak olanlara yönelik tehditlere karşı CHP’nin parti olarak gerçekleştirdiği hiçbir etkinlik olmadı. Bu açıdan CHP’nin laik-demokrat tabanının epeydir partisiz, örgütsüz ve dolayısıyla sahipsiz olduğu söylenebilir. 20 Kasım’da İstanbul-Kartal’da Haziran hareketi tarafından tertiplenen “Teslim Olmayacağız” mitingini yarı yolda terk eden CHP, teslimiyetinin ilanını tekrar yapmıştı aslında. En azından o tarihten itibaren CHP’nin itiraz eden tabanının kendisine sahip çıkacak bir partisi yok. Fakat CHP’nin cihatçı söylem etrafında örülen agresif siyasete karşı doğru dürüst hiçbir argüman geliştirmemesi Kılıçdaroğlu’nun “kabiliyetsizliğinden” değil, partinin sözümona “tercihinden” kaynaklanıyor. Peki bu teslimiyet hangi tercihin eseri? CHP’nin laikliği terki CHP, İslamcı söylemin baskı ve taktikleri altında hareket kabiliyetini yitirirken Türkçü söylemin ise “cazibesine” kapıldı ve bu uğurda bırakın demokratlığı, kendisini var eden laiklik savunusunu bile bir kenara bıraktı. Kılıçdaroğlu, 10 Ekim katliamının yıldönümünde, kendi partisinin üyelerinin de öldürüldüğü Ankara Garı’na gitmek yerine “Günümüz İslam Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları” sempozyumuna katılmayı seçti. TSK’nın Suriye topraklarına girişinde, tezkereyi destekleyen CHP’nin tartışılmaz bir payı olduğunu hatırlanmasa bile, Kılıçdaroğlu’nun 10 gün önce (23 Aralık) Fırat Kalkanı Harekatı’na ilişkin şu sözleri kendi tabanına verdiği bir mesajdı: “Keşke hiç şehidimiz olmasa, ama eğer Türkiye kendi geleceğini güvence altına almak açısından böyle bir operasyon başlatmışsa, belli acılara katlanmak gerekiyor.” 2016’da gerçekleşen katliamlar, darbe girişimi ve kitlesel tutuklamalarla sarsılmış, örgütlenme özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılmış, ifade, gösteri ve yürüyüş hakkı yasaklanmış olan demokrat-laik kesimler, 2017’nin sihirli bir tılsımla 2016’yı unutturmasını ummamalı. 2016’yı “unutturacak” olan 2017’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. 28 Aralık akşamı gazetecilerin gösterdiği dayanışmanın baskı altındaki tüm kesimlerde uyanması 2017’ye şeklini verecek. Aksi halde 2017, 2016’nın devamından ibaret kalacak ve elbette çok daha derinleşmiş bir baskı, yalnızlık ve yılgınlık yılı olacak. İrfan Aktan (GazeteDuvar)
15 notes · View notes
samosanborucu · 5 years
Text
Türkçü Yazar Ömer Seyfettin
https://samosan.com/turkcu-yazar-omer-seyfettin/ adresinde yayınlandı
Türkçü Yazar Ömer Seyfettin
Türkiye edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türkiye kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır.Türkçe’de sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok eser sığdırmıştır. Sözlerinden ne kadar Türkçü-Turancı olduğu görülmektedir. Son sayfada Türkçü sözleri bulunmaktadır. Ömer Seyfettin inancı kuvvetli bir Türk milliyetçisidir. Milliyetçilik inanç ve ülküsü şiirlerinde, makalelerinden, hikayelerinde, romanlarında en belirgin öğe durumundadır.Ona göre ulusları yaşatan, kutsal bir amaç çevresinden toplayan şey ülküye bağlanmalarıdır. “Ülküsü olmayan bir ulus ölmüş demektir. Çünkü bu suretle bireyle ulusun varlığını duyamayan ve canını onun uğrunda fedaya hazır bulunmuyor demektir.” Bu ülkü, “Türkçülük ve milliyetçilik” ülküsüdür. Tanzimattan sonra yaygın hale gelen “Osmanlıcılık” akımının karşısındadır. Ömer Seyfettin, “Osmanlılık” kavramında milliyetle ilgili bir özellik görmüyordu. Osmanlılıklar milliyet ülküsü  olamazdı. Osm. Adı altında toplanan, fakat sayıları, dilleri, tarihleri, dinlerin ayır olan insanlar hiçbir zaman Türklerle kaynaşamazdı.  Böyle düşünenler aldanıyorlardı. Ömer Seyfettin, dini taassup ve gayretsiz tevekkül fikri ile de vuruşup bunların,Türklüğü geri bırakan ve milliyet ülküsüne aykırı üyeler olduğunu savunur. Onca din milliyetin temel bir öğesidir ama. Türk hocaları “dinin” ahiretten sırat köprüsünden, cennetle cehennemden bahsetmemişler.  Başka milletler gibi bizde de dinin taassup yerine milli taassup belirsin. Ömer Seyfettin’in istediği din adamı, “Küçük düşmanlarının perişan edilmesi için, dinleyenlerin ruhunda fırtınalar koparan köy imamı”dır.
Ömer Seyfettin bir ülkü uğruna kalemi elinden düşürmeyen yazarlardandır.  Çoğu eserleri, Türkçülük ve milliyetçilik ülküsünü yayma ve topluma mal etme aracı ile yazılmıştır. Nedir ki o, bunu yaparken; “Sanat”la “ülkü” nün sınırları çok iyi hesaplamış, ikisi arasında tam bir denge kurmasını başarmıştır. Sınırları içinde çeşitli unsurları barındıran bir ülkede, Türkler için tek çıkar yolun “milliyetçilik” ülküsüne bağlılık olabileceğine inanıyordu. Bu inancına sonuna kadar da bağlı kalmıştır. Ülkücü bir yazar için en önemli sorun “dil”dir. Ömer Seyfettin 1910 yılından başlayarak, dil konusuna yöneldi. Osmanlıca’nın karşısında yer aldı. Bu, milliyetçilik anlayışının bir sonucudur.
Ömer Seyfettin Türk soyundan olanları üstün tutmakla birlikte bir kişinin Türk sayılması için Türkçe konuşulmasını, Müslüman olmasını Türk eğitim ve töresi içinde yetişmesini yeterli bulur.Türkçülük ülküsü, eserlerinde bir “sorun”, bir “dava” olarak yer almıştır. Kahramanlarından biri, kökten kopmuşları temsil ediyorsa, ötekisi Ömer Seyfettin’in  kişiliğine bürünerek, onun karşısına çıkar. Eserlerinde, inanç ve ülküden yoksun olanları, ulusunu sevmeyenleri, Türk kültürünü benimsememiş olanları, benliklerinden uzaklaşanları alaya almış ve gülünç hale sokmuştur.
Hayatı
11 Mart 1884 yılında Gönen, Balıkesir’de doğdu. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’le, Fatma Hanım’ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen’de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey’in görevinin nakli dolayısıyla Gönen’den ayrılan aile İnebolu ve ‘Ayancıktan sonra İstanbul’a geldi. Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî’ye, 1893 ders yılı başında Askerî Baytar Rüştiyesi’nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896’da tamamlayarakKuleli Askeri İdadisi’ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askerî İdadîsi’ne naklolarak eğitimine arkadaşı ile birlikte burada devam etti.İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne’deki öğrenciliği sırasında yazdı. 1900’de İdadî’yi bitirerek İstanbul’a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şahâne’ye başladı. İstanbul’da Mecmua-i Edebiye dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın dünyasına girdi. 1903 yılında Makedonya’da çıkan karışıklık üzerine “Sınıf-ı müstacele” denilen bir hakla okulundan imtihansız mezun oldu.
İzmir
Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu’nun İzmir Redif Tümeni’ne bağlı Kuşadası Redif Taburu’na tayin edildi. 1906’da İzmir Jandarma Okulu’na öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için önemlidir; zira bu vesileyle İzmir’deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktır.
Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik’ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü’den ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler aldı.
Selanik ve Genç Kalemler dergisi
Ömer Seyfettin Ocak 1909’da Selanik Üçüncü Ordu’da görevlendirildi. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde görev yaptı. Razlık (şimdi Bulgaristan’da) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Balkan çetecilerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği ‘’Bomba’’, ‘’Beyaz Lâle’’, ‘’Tuhaf Bir Zulüm’’ adlı hikayeleri bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı. Yazıları ve hikâyeleri İstanbul’da ve Selanik’te çıkan çeşiti dergilerde takma isimlerle yayımlandı. Ali Canip’e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit’te yayımlanmıştır.
Ömer Seyfettin’in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur.
1910 yılında Ziya Gökalp’in de arzu ve tavsiyesi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik’e yerleşti. Rumeli’nin tek Türk bilim ve edebiyat dergisi olarak Selanik’te çıkarılan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncu’nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler’e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911’de Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayımlandı.
Balkan Savaşı ve esaret
Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin’in sivil hayatı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden orduya çağrılan yazar, Yanya Kuşatması’nda esir düştü.
Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen on aylık esareti sırasında sürekli okudu. Mehdi, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdu’nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yaşayarak yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı.
İstanbul ve Türk Sözü dergisi
Ömer Seyfettin 1913’te esareti bitince İstanbul’a döndü. 23 Ocak 1913’te Enver Paşa’nın organize ettiği Bâb-ı Âli Baskını’na katıldı. Daha sonra askerlikten ayrıldı, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi’nde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü. 1915’te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilik Fahire Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen 1918’de bozulunca tekrar yalnızlığına döndü. Gerek bozulan evliliği gerekse I. Dünya Savaşı yenilgisini görmesi onu çok sarstı. Anadolu’da uzun seyahatlere çıkarak teselli bulmaya çalıştı; her hafta en az bir hikâye yazmaya çalıştı 
Son yılları
1917’den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920’ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikâyecilik dönemini içine alır. Bu dönemde 10 kitap dolduran yazar 125 de hikâye yazdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayımlandı. Bir yandan öğretmenlik yapmayı sürdürdü.
Ölümü
Hastalığı 25 Şubat 1920’de artınca yazar, 4 Mart’ta hastaneye kaldırıldı. 6 Mart 1920’de hayata gözlerini yumdu. Önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının “şeker” olduğu anlaşılmıştır.Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedilmiştir. Daha sonra buradan yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı 23 Ağustos 1939’daZincirlikuyu Mezarlığı’na nakledildi.
Ölümünden sonra
En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren Ömer Seyfettin ve Hayatı adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basılmıştır ve bu hikâyeler günümüzde de okunmaktadır.
Dil ve Türkçülük Anlayışı
Ömer Seyfettin, dilimizin Türkçeleşmesini ve yabancı sözcüklerden arındırılması gerektiğini savunan bir edebiyatçımızdır. Türkçe yazmayanlara “Enderuncu” sıfatını yakıştırmıştır. Ömer Seyfettin, “Divan Edebiyatı” denilen dönem sanatçılarıyla “Servet-i Fünun” sanatçılarının diline ve anlayışlarına karşı çıkmıştır.
Çünkü divan edebiyatında Arap ve Fars edebiyatlarının etkisiyle; Servet-i Fünuncuların eserlerinde ise Batı şiirinin imajlarına karşılık bulma neticesinde Arapça ve Farsça tamlamalar çoğunluktaydı. Genç Kalemler dergisinde bulunan yazarlar, Türkçeye dönüşü savunmuşlar ve bu doğrultuda eserler vermişlerdir.
Dergi içerisinde bu görüşü hem teoride hem de pratikte en iyi uygulayan isimlerden birisi de Ömer Seyfettin’dir. Ömer Seyfettin bu düşünceye bağlı olarak “Yeni Lisan” isimli makalesinin girişinde şöyle demektedir: “Yavaş yavaş milli edebiyat uyanmaya başladı, yani konuştuğumuz saf, sade ve güzel Türkçe ile şiirler, edebi parçalar okuma saadetine nail olduk. ‘her millet kendi lisanı ile yaşar.’ Lisan vatan kadar mukaddestir. Fiili vatanımız olan Türkiye’de, nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek lisanımızda da Türkçeleşmemiş ecnebî kelimeleri, ecnebî kaideleri istemeyiz.”
Ömer Seyfettin, bu yazısında İstanbul Türkçesi’nin şiirde ve düzyazıda ölçü olarak alınacağını vurgulamıştır. Kelime ırkçılığına gitmeksizin kelimenin halk ağzına yerleşmiş kelimelerin Türkçe kelimelerden daha Türkçe olduğunu belirtmiştir. Halkın anlayış, zevk ve düşünüşüne uzak kelimelerin varlığına şiddetle karşı çıkmıştır.
Ömer Seyfettin’in eserlerinin bugün her yaş seviyesindeki okuyucu tarafından zevkle okunmasını sağlayan da bu dil anlayışıdır. Madem ki TÜRK’üz, o halde TÜRK gibi yürür, TÜRK gibi düşünür, TÜRK gibi duyarız ve TÜRK gibi yazarız.!
Türkçü Sözleri
İslamcılık adı altında Türk düşmanlığı yapan soysuzlardan nefret ediyorum. Biz Türkler coşarız Tufan gibi her yana Arslan gibi koşarız Bir gün bütün TURAN’a
Türk milleti alim değildir fakat arifdir.
MADEM Kİ TÜRKÜZ, O HALDE TÜRK GİBİ YÜRÜR, TÜRK GİBİ DÜŞÜNÜR, TÜRK GİBİ DUYARIZ VE TÜRK GİBİ YAZARIZ.
0 notes