Tumgik
#aklım kadar uzaktı
kiziltehlikeyim · 5 months
Text
yine bir gece bahçedeki ahşap bankta yarı uyur halde uzanırken hemen hemen yaşı bana yakın, bir çocuk gelmişti. oldukça cüsseliydi fakat bakışları çok yumuşaktı. "hala aileni mi bekliyorsun," demişti bana. ben evet bile diyemeden yanıma oturup saçlarımı okşadığını asla unutamıyorum. uzun süredir mutluluktan ağlamanın ne demek olduğunu düşünmüştüm. fakat bu düşüncelerimden farklıydı. yumuşak hareketleri beynimdeki o çorak arazide şimşekleri çakmıştı adeta. benimle hiç konuşmadan çok şey konuştu. bu gece hiç bitmesin, diye tanrı'ya nasıl dua etmiştim. sabaha yakın o banktan kalkacağı sırada yalvarır gibi adını sordum. kısılan gözleri beni süzerken hiçbir zararı yok dercesine baktı suratıma. "han jisung." son duyduğum şey bu değildi. fakat son isteğim o'ydu. adını biliyordum sadece. ha bi de genellikle gece yarısı bahçede yaptığı yürüyüşler aklımdaydı. iğrenç yetimhanedeki günlerim artık han jisung'u takip etmekle geçiyordu. yemekhaneye indiğinde yemeklerden tiksinsem bile oradaydım. ateşler içinde hastalanırken veya yaralandığında ben de onun peşinden revire giderdim. çok kavga ederdi. kim haksızlık yaparsa onun üstüne atılır, cüssesine aldırmadan hurpalamaya çalışırdı. bu yüzden kanlı görüntüsünün nasıl olduğunu asla unutamadım. bana vurmuşlar gibi içim acırdı hep. konuşmaya çalıştığımda sanki saçlarımı sevgiyle okşayan o değilmişcesine beni görmezden gelmişti. hep uzaktı bana. "lee minho ben bu dünyaya ait değilim," der bir hali vardı. çok korkuyordum. ailemden sonra birisini daha kaybetmeye yetecek gücüm yoktu. bu yüzden ısrarla onun peşinden gittim. han jisung, benim idolümdü. önüme siper ol dese o cılız görünüşüme rağmen kabul ederdim. sadece bir dokunuş tüm dünyayı ayaklarımın önüne sermişti. kaçık aklım onun benimle olmadığını yediremiyordu işte. reşit olmama birkaç sene kala o benden önce gitmişti. sessiz sedasız eşyaların toplarken odasına girdim. bana hiçbir şey söylemeden elindeki kağıt parçalarını avucuma sıkıştırmıştı hızla. sarılmak için yanıp tutuşan bedenim, onun koca elleri tarafından itilmesiyle düştüğünde gözyaşlarım yolunu bularak içime akmıştı. ne hazin bir vedaydı ki onu uğurlayamadım. fakat aklım onu unutmamak üzere derinliklere kazımıştı. bana verdiği kağıt parçalarında basit çizimler vardı. uyurken, yemek yerken ya da revirdeyken nasıl göründüğünü çizmişti. tuhaf olansa o resimlerin arkasında ben de vardım. her şeyi biliyordu çünkü zekiydi. bu zamana kadar nefes gibi onu takip ettiğimin farkındaydı. resimlerindeki ince dokunuşları benim için çok özel olduğundan yetimhaneyi terk edene dek odamın duvarında asılı kalmıştı. berbat giden hayatım onun yokluğunda tıpkı ıslanmış toprağa benziyordu. her türlü pisliği toplayan çamur tüm vücuduma yapışmış, rahat hareket etmeme bile izin vermiyordu.
1 note · View note
alyalnizliginigel · 3 years
Text
sorularla ölmeler
Acele etmedim, içimi öldürürken hiç acele etmedim. Ruhum elimde kanadı önce hiç acele etmedim. Tuttum elimde, insanlara baktım o gizli ovuktan. Hepsi gülüyordu. İçim elimde kanarken benim de yüzüm gülüyordu. Beynimdeki o acı dünyaya sızmasın diye acele etmedim, bekledim kanama dursun diye, kanadı ve sonra yine baktım insanların yüzüne. Yine gülüyordu insanlar. Ne diye gülüyorlardı? Çok mu komikti? İçimin kanaması çok mu uzaktı insanlara? Ben bu kadar yakındayken bu kadar mı uzaktım? Sessizce kaybettim beynimin hakimiyetini, kime kaybettiğimi bilmeden. Sakince durdum, acele etmedim, kaybetmek için de bekledim. Uzakta durdum bilerek, gittikçe uzaklaştığımı bilmeden. Önce ruhumu sonra beynimi kaybettim. Şimdi boş bir ovuktan kendime bakıyorum, kendim sandığım o ovuğa. Boşluğa düşersem boşluk mu olurum anne? Aklım olmazsa ben kayıp mı olurum? Bir antidepresanlık ömrü vardı günümün, ilaçsızlık özlemi ile kaybettim aklımı yine de almadım ağzıma o sahteden mutlulukları. Yaşıyor muyum ben, öyleyse nefes almam gerekir diye düşündüm bu satırları yazarken. Beni neyin öldürdüğünü bilmiyorken beni neyin yaşatacağını nereden bileceğim? Yavaştan deliriyorsun diyorlar, yavaş olduğunu nereden biliyorlar? Bu insanlar ne kadar çok konuşuyorlar.
2 notes · View notes
Text
Bölüm 116
Refiye çıktığında bornozuna sıkı sıkı sarınmıştı. “Uhh, rahatladım vallahi, hadi sen de gir yıkan hemen!” dedi. Onun ardından ben de geçtim banyoya. Sıcak ve tazyikli suyun altında yıkandım güzelce. Sıcak su ve buharla mayıştım, rahatlayıp kendime geldim. Ancak bedenim rahatlasa da aklım kasanın içindekilerdeydi. Konya gibi bir yerde titreşimli ve belden bağlamalı plastik yarakları nerden bulmuş, edinmişti Refiye?
Ama bunlardan hariç aklımı meşgul eden başka bir şey de kondomlardı. Ne arıyordu bunlar kasada? Plastik yaraklara takmak için miydi? O ara aklıma Ceren geldi. O gece sabaha karşı yukarıya annesine bakmak için çıkmış, sonra elinde bir kondomla dönmüştü. Bu ne diye sorduğumda da Ceyhun’un olduğunu ve burada unuttuğunu söylemişti. Sonra da kondomu yarağıma takıp güzel bir sakso çekmişti.
Şimdi düşününce bu işte başka bir işin olduğu ortaya çıkıyordu. O kondom Ceyhun’un değildi, Refiye’nindi ve Ceren onu annesi uyurken kasadan almıştı. İlk önce bunun kesinlikle böyle olduğunu düşündüm, ama sonra belki de yanılıyor olabileceğim geldi aklıma. Belki de kondomlar gerçekten de Ceyhun’undu, o Almanya’ya gidince Refiye bulmuş ve kasaya koymuştu.
İlk düşünce ne kadar doğruysa, bu da o kadar doğru görünüyordu. Oğlunun kondomlarını bulması pek tabii mümkündü. Annem de odamda benim porno dergilerimi bulmuştu zamanında. Annem dergileri atmak yerine onlara bakmayı tercih etmişti. Belki Refiye de oğlunun kondomlarını atmak yerine saklamayı uygun görmüştü. Ama ne olursa olsun, kasadan ve içindekilerden Ceren’in haberinin olduğu kesindi. Doğru cevabı bulmam zamanla mümkün olacaktı.
Çıktığımda Refiye giyinmiş, hazırlanmıştı. Uzun, parlak siyah kadifeden bir elbise giymişti. Dün karımın üzerinde gördüğümün bir benzeriydi bu elbise. Zaten o elbise de aslında Refiye’ninkilerden biriydi. Elastik kumaştan yapılan elbise vücut hatlarını ortaya çıkartmıştı. Dolgun memeleri elbisenin altında belirmişti iyice. Karnı ve hafiften çıkıntı yapmış göbeğiyle kalçaları da ortadaydı. Başını sarı siyah desenli büyük bir türbanla bağlamıştı. Çok hafif de makyaj yapmıştı. Dün akşamki halinden bile daha güzeldi.
Yatağın üzerinde epeyce pantolon, gömlek, kazak, iç çamaşırları vs. vardı. “Bunlar ne?” diye sorduğumda, “Senin, sana almıştım daha önceden!” dedi Refiye. Hepsi yeniydi, etiketleri üzerindeydi. Bazıları pahalı, lüks sayılacak markalara aitti üstelik. Evden birkaç parça kıyafet getirmiştim, ama şimdi epeyce yeni kıyafetim olmuştu.
“Hadi şunları giysene, çok merak ediyorum nasıl olacak!” deyince içlerinden seçtiklerini giyindim. Refiye zevkli bir kadındı. Aynada kendime bakınca bir kez daha anladım bunu. Giysiler üzerime tam oturmuştu üstelik. Sonrasında çekmecelerden birini açıp küçük bir parfüm kutusu çıkardı. Oldukça pahalı, lüks bir markaya aitti bu parfüm ve daha önce hiç kullanmamıştım.
Kutunun içinden zarif bir şişe çıkardı, “Yaklaşsana!” dedi ve üzerime sıktı birkaç kez. İlk anda anlamasam da saniyeler sonra koku kendini göstermeye başladı, müthiş bir kokuydu. Refiye gözlerini kapatıp havayı koklarken, “Bu kokuya bayılıyorum!” dedi. Sonrasında sarıldı sıkıca ve yanaklarımı öptü. Kim bilir belki de ölen kocası da bu kokuyu kullanıyordu.
Önü boydan boya fermuarlı penye bir pardesü giyindi. Krem renkli yüksek topuklu ayakkabılarını da giyinince beraber çıktık. Alışveriş merkezlerinden birine gittik. Mağazaları dolaştık ve biraz alışveriş yaptık. Ardından yeme içme katına geçtik. Ortak alandaki masalardan birine oturmuş yemeğimizi yerken, önümüzdeki masaya iki genç kız gelip oturdu. Kızların birini tanımıyordum, ama diğerini görür görmez tanıdım. Cevat’ın otele gönderdiği Zümrüt’tü bu kız.
O geceki halinden çok uzaktı, ama tanımama engel değildi bu. Bebek gibi bir yüzü vardı ve yüzünü unutmamıştım hiç. Götünü sikmek istediğimi söylediğimde beni terslemiş, hatta küfretmişti. Sonrasında ben de ona küfretmiştim. Cevat, Zümrüt yerine Şermin’i göndermişti daha sonra.
Uzun kızıl saçlarının yerinde daha kısa kestane rengi saçları vardı. Beyaz, parlak bir gömlekle siyah kumaş bir pantolon giymişti. Karşısındaki kız da onun gibi giyinmişti. Göğsünde metal bir isimlik vardı, ama uzak kaldığından adını okuyamıyordum. Zümrüt’ün gerçek adı olmadığından emindim. Buradaki mağazalardan birinde çalıştıkları çok belliydi. Öğle yemeğine çıkmışlardı.
Refiye’nin arkasında kalmışlardı, ama yine de fark etmesin diye çaktırmadan bakıyordum. Derken kaçamak bakışlarımı fark etti. Yemeğini yerken onun da bana bakmaya başladığını gördüm. Kızla neşeli sohbetinin arasında ara sıra ciddi bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Belki de beni hatırlamıştı benim onu hatırladığım gibi.
Bir ara kız kalkınca tek başına kaldı masada. Refiye’nin sözlerine cevap verirken ara ara ona bakmadan edemiyordum. Elindeki telefonla ilgileniyordu. Ancak yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyordu. Kız gelince masadan kalktı, bizim masaya doğru bir iki adım yaklaştığında isimlikte yazan yazıyı nihayet okuyabildim. Gerçek adı Beyza idi. Çalıştığı mağazanın amblemi de vardı isimlikte, bir kozmetik mağazasında çalışıyordu. Kızla beraber kalabalığın arasına karıştı az sonra.
O gece göt sikme uğruna reddettiğim kız onca zaman sonra bir anda karşıma çıkıvermişti. Hem ismini hem de nerde çalıştığını öğrenmiştim. Gözüm onda kalmışken, Refiye’nin, “Kalkalım mı?” demesiyle kendime geldim.
Kalktık ve birkaç mağazaya daha girip çıktık. Refiye, “Sinemaya gidelim mi?” deyince, “Tamam, gidelim!” dedim. Sinemaya en son karım ve kızlarla beraber gitmiştim. Refiye afişlere baktı bir süre, sonra da, “Şuna gidelim, ben bu kadını çok beğeniyorum!” dedi. Romantik türde bir Türk filmiydi bu. Filmin başlamasına az bir zaman kalmıştı, o nedenle hemen içeri girdik.
Yerimiz önlerdeydi. Günlerden Pazartesiydi ve öğle saatleri olduğundan salonda çok kişi yoktu. Hepsi de arka taraflarda kalmıştı. Refiye ile bize gösterilen yere oturduk. Işıklar kararıp da film başlayınca kolumu omzuna attım, o da bana yaslandı. Çok sevdiğim parfümünün kokusunu çektim içime.
Film beni sarmadı, ilk 10-15 dakika içinde sıkıldım. Ancak filmden sıkılsam da halimden memnundum. Elimin altında onun yuvarlak, biçimli omzunu, kolunu hissetmek çok hoşuma gidiyordu. Omzuma başını koyup yaslandığında ipek eşarbının yumuşaklığını yanağımda hissediyordum. Parfümüyle ise ciğerlerim bayram ediyordu. Tüm bunlara ilaveten dolgun memesini göğsüme yaslamıştı. İnce penye pardesüsü ve kadife elbisesine rağmen sutyeninin yumuşaklığını hissedebiliyordum.
Yarağım ufak ufak hareketlenmeye başladı tüm bunlar bir araya gelince. Külotuma ve kot pantolonuma karşın sinema salonunun karanlığında çadırı dikmiştim. Refiye kendini filme vermiş, büyülenmiş gibi koca ekrana bakıyordu. O anda bendeki değişikliği fark etmiyordu hiç.
Sağ elim omzunda, kolunda geziniyordu sürekli. Kolunun dolgun ve yumuşak etlerine avucumla bastırıyordum. Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Salonda kimse olmasa ve kimse görmese, ekranda film oynamaya devam ederken onu oracıkta, koltukların üzerinde çatır çatır sikmek istediğimi fark ettim.
Bir saat kadar sonra ışıklar yandığında nihayet Refiye durumu anladı. Pantolonumun önündeki şişkinliği gördü. Yanımızdan diğer seyirciler geçerken durumu anlamasınlar diye hemen alışveriş poşetlerinden birini kucağıma koydu. Fısıltılı bir sesle, “Bu halin ne böyle?” dedi. Bunu söylerken şaşkınlığı yüzünden okunuyordu, utanmış gibiydi ayrıca.
Kulağına iyice yanaştım. “Ne bileyim, sana sarılınca birden canım çekti seni!” dedim. Adetliyken benimle birlikte olamamanın verdiği üzüntü ona yetiyordu. Bir de ben böyle söyleyince daha da üzüldü. “Biliyorsun durumumu!” dedi. “Tamam, biliyorum ama elimde değil!” dediğimde bir süre bir şey söylemedi. “Hadi çıkalım!” deyince, “İzlemek istemiyor musun?” dedim. Refiye bu soruma, “Hayır!” dedi kesin ve sert bir sesle.
Önümdeki şişkinliğin inmesi için bir süre daha oturduktan sonra kalktık. Refiye duruma hem üzülmüş, hem sinirlenmişti. Adetli olduğu için kendisini suçladığımı düşünüyordu belki de. Oysa böyle bir şey yoktu. Sivri, yüksek topuklu ayakkabıları ile mermer zemine sert sert basarak yürüyordu. Çıkan 'Tak tuk' sesleri koca katta yankılanıyordu.
Anlamsızca dolaştık bir süre. Sonra, “Benim tuvalete gitmem lazım!” deyince, “Tamam sen git, ben beklerim!” dedim. O gidince mağazaların vitrinlerine bakındım. O ara arkamdan bir kadının, “Osman Bey?” demesiyle geriye döndüm. Günün ikinci sürprizi tam karşımdaydı. İnternetten tanışıp siktiğim Moldovalı Natalya karşımda duruyordu.
Elinde birkaç alışveriş torbası vardı. “Ben gördüm seni. Yanında bayan vardı, onun için gelmedim yanına!” dedi kendine has kırık Türkçesiyle. Uzun siyah bir etek giymişti, üstünde ise çiçekli uzun kollu bir bluz vardı. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu yine. Ayağındaysa siyah yarım botlar vardı.
“Nasılsın, iyi misin?” diye sordum. “İyiyim, sen nasılsın, aramadın hiç?” dedi sitem eder gibi. Cep telefonunu vermiş, ne zaman istersem arayabileceğimi söylemişti, ama o geceden sonra ne aramış ne sormuştum. Arada kaynayıp gitmiş, hatta unutmuştum Natalya’yı. “Kusura bakma, iş güç, arayamadım!” deyince, “Hadi hadi, siz Türkler hep aynısınız!” dedi gülerek.
“İzinli misin?” diye sorduğumda, “Niet!” dedi Rusça. Sonra da, “Benim hanım var, onunla geldim alışverişe!” dedi elindeki torbaları gösterip. O bunu söylerken mağazadan bir kadın çıktı ve elindeki torbayı uzatarak, “Şunu alsana!” dedi Natalya’ya. Natalya torbayı alırken kadın bana baktı ve “Aaa, Osman Bey, merhaba, nasılsınız?” dedi gülümseyip. Bir başka sürpriz daha karşımdaydı, ama bu kadının kim olduğunu bilmiyordum.
“Merhaba!” dedim utana sıkıla. Ardından, “Kusura bakmayın, çıkartamadım sizi?” dediğimde, kadın gayet kibar ve alttan alır bir şekilde, “Ben Fikriye, geçen sabah görmüştüm sizi, Ayşe Hanım’ın görümcesiyim!” dediğinde bende jeton anca düştü. “Çok özür dilerim, kusura bakmayın!” dedim ayıbımı kapatmaya çalışarak. “Ne demek, estağfurullah, olur böyle şeyler!” dedi gülümseyerek.
Demek Natalya Fikriye hanımın yanında çalışıyor, onun hasta ve yatalak kaynanasına bakıyordu. Dünyanın ne kadar küçük olduğunun bir kanıtıydı bu durum. Fikriye Hanım ile Ayşe Hanım karşılıklı oturuyorlardı. O gece Natalya’yı eve bıraktığımda tam karşıdaki villanın bahçesinde Ayşe hanımın kullandığı cipi görmüş, Natalya’ya orada oturanları tanıyıp tanımadığını sormuştum. Natalya da hiç düşünmeden Ayşe hanımın adını vermişti.
“Nasılsınız, iyi misiniz, Özge nasıl?” diye sorunca ne diyeceğimi bilemedim. Özge’nin annesinden fena bir dayak yediğini, yüzünün gözünün morardığını söyleyemezdim elbette. “İyi, nasıl olsun!” dedim herhangi bir şey çaktırmamaya çalışarak. “Aradım ama ulaşamadım kendisine, selamlarımı iletirsiniz!” dediğinde, “Ne demek, tabii ki!” dedim.
Ayşe hanımdan hariç Fikriye Hanım da Özge ile görüştüğüne göre durum oldukça ciddi demekti. Özge her ne kadar Ahmet’i sevmediğini söylese de, Ahmet’in ailesinin Özge’yi pek sevdiği belliydi.
Fikriye hanımı o gün ayaküstü görmüştüm ve aklımda yer etmemişti, ama şimdi daha dikkatle baktığımda gayet hoş ve zarif bir kadın olduğunu fark ettim. Uzun boyluydu. Dizlerinin altına inen krem renkli bir pardesü giymişti. Pardesünün altından kahverengi eteğinin uçları görünüyordu. Bordo renkli yüksek topuklu çizmeleri ile zaten uzun olan boyu daha da uzamıştı. Başındaki desenli türbanı ve elinde tuttuğu çanta da bordoydu ve oldukça pahalı bir markaydı. Yüzünde çok hafif bir makyaj vardı. Yüzündeki ve alnındaki çizgiler ona ayrı bir hava ve güzellik katıyordu. Bu haliyle en fazla 40 yaşında gösteriyordu.
Natalya’ya bakarak, “Siz tanışıyorsunuz galiba?” dediğinde, Natalya, “Da, Osman bey eski arkadaş benim!” dedi. Natalya bir yabancı olarak bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmemişti, ama Fikriye hanımın yüzündeki ifade tam tersini işaret ediyordu. Zoraki bir gülümsemeyle, “Ne güzel!” dedi. Evli bir erkekle, yabancı, yalnız bir kadının ne tür bir arkadaşlık yaptığını düşünüyordu muhtemelen. Belki de beni yanında çalışan yabancı kadınla karısını aldatan biri olarak görüyordu.
Konuyu değiştirmeye çalışıp, “Ayşe Hanım nasıl, Mümtaz Bey nasıl?” diye sordum. “İyiler sağ olun, aslında yengem de gelecekti benimle, ama başka bir işi çıkmış, gecikeceğini söyledi!” dedi gülümseyen yüzüyle. Fikriye Hanım, “Bir gün buluşalım ailecek, eşinizle de tanışmak isterim!” dediği sırada bir anda Refiye bitiverdi yanımda. Tam konuşmanın üzerine denk gelmişti. Beni iki kadınla konuşurken görmenin verdiği şaşkınlık ve siniri yüzünde görebiliyordum.
“Eşim Refiye!” diyerek kendisini tanıştırdığımda, Fikriye Hanım, “Merhaba, biz de tam sizden bahsediyorduk!” dedi gülümseyerek. Fikriye Hanım Refiye’yi Özge’nin annesi sanmıştı. Refiye sinirden uzun deri cüzdanını koparırcasına sıkarken hiçbir şey söylemedi karşılık olarak. Bir Fikriye hanıma, bir Natalya’ya bakıyordu.
Refiye’nin gelmesi ile oluşan soğukluğu benim gibi Fikriye Hanım da fark etmişti. “Peki, bize müsaade, iyi günler!” diyerek yanımızdan ayrılırken, “İyi günler!” dedim. Onlar giderken Refiye’nin siniri bana yönelmişti. “Kim bunlar?” dedi dişlerini sıkarak. “Özge’nin bir arkadaşının halası, öbürü de yanında çalışan hizmetlisi!” diye cevap verdim. Sonra da, “Çok ayıp ettin insanlara!” dedim. “Başlarım senin ayıbına!” dedi sinirli sinirli. O sırada yanımızdan çocuğuyla geçen bir kadın bakışlarını bize yöneltti.
Daha önce Refiye’yi kıskançlık ederken hiç görmediğimden şimdi bu hali çok tuhaf geliyordu. Kendi yatağında Elif’le sikişmeme sesini çıkartmazken, iki kadınla ayaküstü konuştuğum için kıyameti kopartacaktı nerdeyse. “Sakin olsana, derdin ne senin?” dedim, ama beni dinlemeden hızlı hızlı yürüyordu. Kolundan tutup, “Nereye gidiyorsun, beklesene!” dediğimde, “Bırak beni, eve gidiyorum!” dedi. Çok güzel başlayan günümüz bir anda bombok hale gelmişti.
Garaja inip arabaya bindik. Kapıları kapatır kapatmaz Refiye sinirden kendinden geçmiş bir halde, “Hangisini siktin daha önce, kapalı karıyı mı, yoksa hizmetçisini mi?” dedi. “Sen manyak mısın, bu nasıl konuşma?” dedim, ancak Refiye beni dinleyecek halde değildi.
“Tabii, beyefendi ne de olsa genç, yakışıklı. Kalkıp sadece bana bakacak hali yok. Adetliyim diye daha şimdiden gözünü elin karılarına kızlarına dikmiş bile!” dedi sinirden titreyen sesiyle. “Refiye kendine gel. Aptal aptal konuşma, sana dedim, kadın Özge’nin bir arkadaşının halası, istersen aç telefonu sor!” dedim. Ancak Özge’nin adının geçmesi ateşin üzerine benzin dökülmüş gibi Refiye’nin sinirini ve kızgınlığını artırdı.
“Haa, tabii bir de Özge Hanım var. Onu unuttuk. Beyefendinin genç aşkı, tabii. Salaklık işte, nasıl unuttum bunu. Ne zamandan beri o götçünün arkadaşlarının akrabaları ile görüşmeye başladın sen? Artık o götçü de sana yetmez oldu demek ki, arkadaşlarına falan sulanmaya başladın!” dediğinde sinirimden ağzının ortasına bir tane vurmamak için kendimi zor tuttum.
Arabayı çalıştırıp yola koyulurken içimden (Ya sabır, ya sabır!) diyordum sürekli. Ancak Refiye’nin açılan çenesi pek kapanacağa benzemiyordu. “Ana kız nikâhımın içine sıçtılar. Dün senin için kavga ettiklerini bilmiyorum sanki!” dedi elini çantasına götürürken. Bu sırada Özge ve Özlem’e epey bir küfür savurdu. İnce sigaralarından birini çıkardı ancak çakmağını bulamıyordu bir türlü. Uzattığım çakmağımı elinin tersiyle iterken sonunda çakmağı buldu ve sigarasını yaktı.
Elleri titriyordu sinirinden. Parmaklarının arasındaki sigara da düştü düşecek gibiydi. Üst üste birkaç derin nefes çektikten sonra, “Beni ilerde indir!” dedi. “Nerde, nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Sana ne, nereye istersem giderim! Sen de koş git o karıların peşinden!” dedi. Bunları söylerken ağlamaya da başlamıştı.
“Refiye abartma lütfen, iki kadınla ayaküstü konuştum, merhabalaştım sadece, ne var bunda?” dedim, ama Refiye beni dinleyecek durumda değildi. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı iyice. “İndir şurada!” deyince, “Nereye gideceksin?” dedim bileğinden kavrayarak. “Hüsniye’nin yanına!” dedi bileğini kurtarmaya çalışırken. “Sen manyak mısın, Hüsniye burada oturmuyor!” dedim ve gaza bastım. “Ben taksiyle giderim, indir beni!” dediyse de onu dinlemedim.
Yengem ve Hüsniye’nin oturduğu binanın önüne gelene kadar hiç konuşmadık. Refiye arabadan indi, binadan içeri girene kadar bekledim orada. O gözden kaybolunca sürdüm arabayı. Ancak nereye gideceğimi hiç bilmiyordum.
Trafikte öylece araba sürdüm bir süre. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünüp durdum. Hiç beklemediğim, ummadığım bir tepkiyle karşılaşmıştım. Kafam allak bullak bir haldeydi. Son birkaç gündür yaşananların üzerine tuz biber ekmişti bu durum. Daha evliliğimin ilk gününde kavga etmiştim.
İşe mi gitsem diye düşündüm, ama gitmek istemiyordum hiç. O sırada telefonum çaldı. Sabit bir numaraydı. Açınca karşıdan Hüsniye’nin sesi geldi. Nasılsın, iyi misin muhabbetinden sonra, “Merak etme, Refiye iyi, sinirleri bozulmuş biraz. Gelsene bize, konuşmuş oluruz!” deyince, “Şimdi gene kavga başlatır filan, boş ver!” dedim, ama Hüsniye ısrar edince, “İyi, tamam, geliyorum!” dedim ve geri döndüm.
10-15 dakika sonra yengemin dairesinin önündeydim. Zile bastım. Az sonra Hüsniye açtı kapıyı. “Hoş geldin, buyur!” dedi gülümseyerek. Beni gördüğüne çok sevinmiş gibiydi. Siyah, dizlerinin üzerine gelen dar bir etekle, açık pembe V yakalı bir bluz vardı üzerinde. Bluzun altından siyah sutyeni belli oluyordu. Derin V yaka ise memelerinin çatalını meydana çıkartmıştı. Ayağında yüksek topuklu ayakkabıya benzer terlikler vardı.
Salona geçtim, ancak Refiye görünmüyordu. “Refiye nerde?” diye sorunca, “Gel!” diyerek önüme geçti ve koridora yöneldi. Yüksek topuklu terlikleri ile takır tukur sesler çıkarta çıkarta ve fena halde götünü sallayarak yürüyordu. Götünün dolgun yanaklarının siyah eteğin altında sağa sola sallanışlarını fark etmemek mümkün değildi. Külot giymemiş gibiydi Hüsniye. Bu manzara karşısında yarağım ister istemez sertleşirken, arkadaki odalardan birinin kapısını açtı.
Açılıp yatak haline getirilmiş bir koltukta yatıyordu Refiye. Derin bir uykudaydı. Bir süre izledim kendisini, ama beni fark edecek halde değildi. Ara ara ufak horultular çıkartıyordu. Hüsniye, “Sinirleri çok bozulmuş, anlattı bana meseleyi. Merak etmene gerek yok, ilaç verdim. Daha birkaç saat uyanmaz!” dedi. Kapıyı kapatırken, “Hımm, kokun da çok güzelmiş!” dedi gülerek. “Refiye’nin hediyesi!” dediğimde, “Zevkli kadındır bilirim, erkeğinin güzel görünmesi için her şeyi yapar!” dedi. Aynı şekilde götünü çalkalayarak önümden salona geçti.
“Otursana, çekinmene gerek yok!” dedi koltuğu işaret ederek. Koltuğa otururken, “Yengem nerde, görünmüyor?” dedim. “Size gitti, annenle beraber işleri mi ne varmış, baban gelip götürdü sabahtan!” diye yanıtladı. Refiye’yi saymazsak, ki o da horul horul uyuyordu, evde ikimizden başka kimse yoktu. Hüsniye karşıma geçip bacak bacak üstüne attığında kaymak gibi bacakları ve kalçaları açığa çıktı. Çok rahat davranıyordu. Bu rahatlığı teşhirciliğinden ileri geliyordu.
Sarı, dalgalı ve uzun saçlarının uçları ile oynarken, “Refiye biraz kıskançlık yapmış, haksız da sayılmaz hani!” dedi. Hüsniye de Refiye gibi mi düşünüyordu bu konuda bilmiyordum. “Kıskançlık yapacak bir şey yok ortada. Tanıdığım iki kadınla merhabalaştım, hepsi bu!” dedim.
Hüsniye saçlarının uçlarıyla oynarken üstteki bacağını da sallamaya başlamıştı hafifçe. “Ben onu demiyorum!” deyince, “Sen neyi diyorsun?” dedim. Sırtımı yasladım koltuğa iyice, onun gibi bacak bacak üstüne attım. Hüsniye, “İnsanın senin gibi genç, yakışıklı kocası olunca değil başka kadınlardan, dişi sinekten bile kıskanır!” dedi. Hüsniye’nin amacı yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu bu sözleriyle. Yengem evde yoktu, Refiye de uyuyordu.
Hiç beklemediğim bir zamanda elime altın bir fırsat geçmişti ve bunu kaçırmaya hiç niyetli değildim
27 notes · View notes
huzurunsondemi · 6 years
Text
Gene sabahın 6 sında kalkmıştım. Üstelik bu sefer önceki gün gibi uykuya dalacak kadar uykum da yoktu. Kaçmış bir kere. Ben de gelir umuduyla telefonumu kurcaladım ama yok! Kalktım balkondaki dün geceden kalma sigara küllerini temizledim. Teyzem görse ne der, kızar mı bilmiyorum ama sonuçta onun yazlığında misafiriz, öyle pis komak olmaz.
Kuşadasında denize 15 dakika yürüme mesafesinde bir yazlık. Gurbetten dönüşte inşaat iken almışlar kendileri bitirmişler inşaatı. Eniştem beceriklidir bu konularda. Ben de arada gelir kalırdım teyzemin eniştemin yanına. Ama bu sefer yanımda o da vardı.
Eniştemle, yiyecek bişeyler bulmak için indiğimde karşılaştım aşağıda. İşe gitmek için kalkmıştı büyük ihtimalle. “Erkencisin bakıyorum.” dedi. “Uyku tutmadı enişte.” dedim. Dün geceden sonra erken kalkmam beni de şaşırttı tabi. O, ne kadar kızsa da eniştemle bir gece içtik, katlanıversin.
Eniştemin bizi otogardan aldıktan sonra girdiğimiz marketten aldığı sek şarabı ve birkaç birayı içmiştik. Eniştem kendine iş bulmuş, diğer yazlıkların boya badana, tesisat, fayans kısaca ustalık işlerine bakıyordu. “Yazlığa geldin yat dinlen niye çalışıyorsun.” dediğimde verdiği o espriden uzak, ciddi cevap biraz içimi burkmuştu. “Para lazım yeğenim.” dedi, “Dişleri yeni yaptırdık.”. Yine de alçak gönüllülüğünden ödün vermemiş bize içecek birşeyler almıştı.
Sabahın erken saatlerinde sahil bomboştu. Bunda tatil sezonunun yeni açılması ve ramazan ayının etkisi de vardır muhakkak.
Kuşadasının denizini bilen bilir, dalgalarla ve yosunlarla boğuşmak istemiyorsan erkenden gelmelisin. Bu sefer de su sıcak olmaz. Deniz konusunda bir adım geride bu yüzden Kuşadası.
Havlumu serip oturdum. Sol tarafımda erol kafe paralı şezlonglarını kuruyordu. Sağ tarafımda ise bu mevkideki yeni açılan 3 otelden biri olan Palm Beach'in şezlonglarının hemen yanında jet ski’ler güne hazırlanıyordu.
Denize doğru birkaç adım attım, irkildim. Alışmama yardım etsin diye bakına bakına ilerledim ama otele ayrılan denizdeki birkaç turistten başka kimse yoktu denizde. 15-20 metre ilerlememe rağmen su belimi geçmedi. Zaten soğuktu. Sıkıldım, çıktım. Evdekilere evet girdim güzeldi diyecektim. Eniştem suçluluk duyuyor çalıştığı için bizi gezdirememekten. Siz gidin girin denize keyfinize bakın diyordu her fırsatta.
Yazlığa vardığımda güneşliklerin açık olduğunu farkettim. Uyanmış bizimkiler, beni bekliyolarmış. Teyzem benim için aldığı sucuğu pişirdi, teyzemle yedik, o yemedi, sevmiyorum dedi ama sevmez olur mu. Ağzı kokmasın diye yememiş sonra söyledi bana. Ben bazen hiç böyle ince düşünemiyorum. Kadınlar işte.
Öğle sıcağında tekrar çıkmak istemedim doğrusu, o da ısrar etmedi. Televizyon baktık biraz. Seren serengil gene birilerine çatıyordu.
Eniştem öğle yemeği için geldiğinde teyzem “Erken biter mi işin, gezdirir misin bizimkileri akşamüstü?” dediğinde eniştem “Ohoo nerdee....” diyince fırça çekti teyzem enişteme. “Bağlandın kaldın lanet kadının evine.” dedi “Bi kurtulamadın.”. “Bu hafta biter işim.” dedi eniştem, teyzemi sinirli görünce. “İyi gelirken tavuk kanat al ızgara yapalım son akşamları bugün.” dedi ve bitirdi konuyu teyzem. Pek ortalıkta görünmez ama çok ciddidir konuşursa.
Ona telefonda birlikte gelicez dediğimde bir saniye duraklayıp “Ne zaman geleceksiniz?” diyişinden kabul edişini anlamıştım. İçinde bir melek var aslında, anlayışlı kadın. Miç miç konuşmaz, tanımayan soğuk zanneder ama hayat bunu gerektirmiş demek ki. Kadere karşı çıkılmaz.
Teyzem ne kadar sert tavırlıysa eniştem bir o kadar neşeli ve ciddiyetten uzaktı. Belki de böyle tamamlıyorlardır birbirlerini.
O’na alışmaları beni şaşırtmadı. İşine gelince cana yakın ve anlayışlı görebiliyordum onu. Ama onun içinde yatan canavarı bilen çoktu. Hayata karşı hırçın ve anlayışsızdı. Burnunun dikine giderdi, gözü kara. Onu böyle kabul ettim, edebildim çünkü özünde iyi bir insan vardı, biliyordum.
Ama şuan o içindeki canavarı uyutup ortama uyması gerektiğini biliyordu.
Akşamüstüne kadar film izledik başbaşa sonra hazırlandık çıktık, sahile gidecektik. Buraya geldiğinden beri hiç olmadığı kadar sessizdi. Bu durum beni şaşırtsa da üstüne gitmemeyi tercih ettim, zamanla geçer diye düşündüm.
Sahilde hareketlilik artmıştı, denizde de öyle. Dalgalar yosun getirmişti ama bu sefer girmeye kararlıydım. Benim aklım Can'ımda kalmıştı. Biraz üzgün bayağı sessizdi. Ailesinden uzak kalmak sıkmış canını.
Denize tek başıma girdim, akşamüstü turunculuğu klasik kuşadası dalgaları arasından el salladım. Bana dönüktü ama gördü mü bilmiyorum.
Kuşadası’nın akşamüstüsünün bende yeri ayrıdır. Normalde her sene gitmem. Ailemle 2 senede bir gideriz. Her gelişimde biraz daha büyümüş olurum. Yüzmeyi eniştemin beni şakanın dozunu kaçırıp denize atmasıyla öğrendiğimi söylerler. Bilmiyorum, hatırlamıyorum. Geçen sene de eniştem beni alıp sahile götürmüştü. 2 bira alıp içmiştik sonra da denize girmiştik. Gene böyle bir akşamüstüydü. Bu sefer yanımda bütün imkansızlıklara rağmen o vardı. Bunu daha sonra anlatırım.
Denizden çıktığımda onu yeni aldığı kitabı yarılamış halde buldum. Okumayı sever. Rahatsız etmedim. Kurulanıp yanına oturdum. Yanağından öpüp kendi okuduğum kitabı çıkardım.
Kalktığımızda sahilde kimse kalmamıştı. Caddeye çıkıp bir markete girdik. Canım muz çekti ama yanında bir iki limon almayı da unutmadım. Dün akşam sofrada teyzemden istediğimde yok dediğini hatırlamıştım.
Onun, yaptığımı anladığını bana sadece gülümsemesinden anladım. “Arada ben de böyle incelikler yapabilirim.” dedim, gülümsedim ve çıktık.
Caddeden yürüyorduk. Sahilde güneş denizin üstünden batıyordu. Elinden tutup sahil yoluna soktum. Sebepsiz bir enerjiyle dolmuştum. Sınırlarımı aşıyormuş gibi, özgür hissetmiştim. “Bugün dışarda yiyelim.” dedim. Para sıkıntım yoktu, bu rahatlığımı babama borçluydum. “Teyzenler akşama hazırlık yapıyolar ama...” diyip yavaşlaması sadece beni yavaşlattı. “Az yeriz” diyip tekrar hızlandım.
Erol kafeye çıktı sokak. Bahçedeki denize bakan en köşe masaya geçtik. Yüzümüz denize dönüktü. Sol tarafımızda turist karı koca oturuyordu, yaşları biraz vardı. Bira içiyorlardı. Arkadaki üstü kapalı yerdeki uzun masada ise üç tane yaşlıca kadın oturuyordu. Buranın yerlileri belli. Dedikodu yapıyorlardı.
Ben hamburger cips kola istedim o bişey istemedi. Yiyemezse ayıp olur diyeymiş. Turistler kalkınca teyzeler sırayla bay bay dediler. Ama aksan yaparak. Heyt be.
Ben yemeğimi yerken güneşin batışını izledik. Bi elim hep elindeydi. Hesabı ödeyip masaya geldim. Mekandan çıkarken oturan kadınlara “İyi akşamlar hanımlar” dedim. Pek hoşlarına gitmiş olacak ki hep bir ağızdan “İyi akşamlar gençler.” dediler.
Kafeden dışarı adımımızı atınca şaşkın bir ifadeyle sordu bana. “Hep böyle misindir?” dedi. “Nasıl” dedim. “İşte böyle.” dedi, “Çıkarken kadınlara iyi akşamlar hanımlar dedin ya.” dedi. Bunu sorması beni de şaşırttı. Durdum ve sadece “evet” dedim. Çünkü nezaket ifadelerini kullanmaktan çekinmezdim. Gün boyu ruh gibi dolaşan kız boynuma atladı sahilde durduk yere, kumsala yuvarlandık. Limonlar bi yana muzlar bir yana dağıldı, ama dudağımdan dudaklarını bir anlığına ayırmadı.
Eğer o an bana “Hep böyle ‘hanımlar’ diye mi hitap edersin?” deseydi ona “Aslında o an sen yanımda olmasan onlara sadece ‘iyi akşamlar’ derdim. O yaşlı dedikoduculara hanımlar diye hitap etmezdim.” diye cevap verirdim.
1 note · View note
blog-kombucay · 5 years
Photo
Tumblr media
9 NİSAN 2009 NURAN GÖKSOY
Doğum sonrasında, kilolar her hanımın sıkıntısıdır. Ben de evlilik öncesi kiloma ve o özlediğim beden numarama dönebilmek için çabaladım. Ancak bunda sadece bir ölçüye kadar başarılı olabilmiştim. Ne yazık ki bu, benim hedefime uzaktı. Sonra Kombuçay ile tanıştırıldım. İçmeye başladım ve kısa sürede, anlatılanların gerçekliğine dair kanıtlara ulaşmaya başladım. Tariften daha az içtiğim halde, 3 ayda 8 kilo verdim. Aslında ben vermedim, Kombuçay zayıflamamı sağladı. Şimdi o yıllara geri döndüm, hem bedenen hem de zindelik olarak. İnsanın gençlik yıllarına, bugünkü tecrübeleriyle dönmesi harika bir şey. Artık Kombuçay olmadan gün geçirmiyorum. Teşekkürler Kombuçay Nuran Göksoy
27 ŞUBAT 2009 NURAY KÖSE
10 Ocak 2009 tarihinde ilk kez Selçuk'a yanınıza geldim. Gönül Hanımdan Kombuçay'ı duymuştum, fakat çay içerek sağlıklı olabileceğimi inanın pek düşünmüyordum. Geldiğim gün benimle bir buçuk saate yakın konuştunuz ve 'ben bu çayı deneyeceğim' dedim. O gün 121 kiloydum, merdiven çıkamıyordum, dizlerim zor dönüyordu, her şeye karşı isteksizdim. Kombuçay'ı içmeye başlamamla birlikte bana bir zindelik geldi. Daha dinamik oldum, bugün 110 kg geliyorum (böyle kısa bir sürede), merdivenleri rahatlıkla çıkabiliyorum ve (bu bence çok önemli) aklım sürekli 'acaba ne yesem, dolapta çikolata var mı' gibi şeylere gitmiyor. Tamamen yaptığım işe konsantreyim ve sabahları dinç uyanıyorum. Hatta arkadaşlarım cildimin düzeldiğini bile söylüyorlar. Size çok teşekkür ederim, Murat Bey ! Sevgilerle....
21 ARALIK 2008 GÜLSEV ÖZTAŞ
Teşekkür, Bir şey olsa da ülkem ve sevdiğim insanların gönüllerine, mutlu ve sağlıklı olmak için bu çayı içmeleri gerektiğini düşüncesini koyabilsek. Ocak 14 tarihinde Kombuçayı içmeye başladım. Zinde, canlı öyle ki kendim bile kendime uyum sağlamakta zorlanıyorum. Vücudumda, yüzümde sıkılaşma oldu, gergin ve sinirli değilim, daha rahat ve öğrencilerime karşı daha toleranslıyım. Artık üşümüyorum. Bütün içtenliğim ve samimiyetimle güvenle içebileceğiniz bir çay diyorum. Karadeniz'e iç Anadolu'dan giden birisi balık satan bir tezgaha gidiyor, tezgahtaki kişiye hamsi balığını göstererek; şu balıktan ver diyor. Kişi onun adı balık değil hamsidir diyor. Çay değil Kombuçay diyorum. Gülsev Öztaş
21 ARALIK 2008 ŞÜKRÜ BİLGİNCAN
1998 den bu yana ŞEKER HASTASI olan biriyim. Şimdiye kadar şekerimi düşürmek için başvurmadığım yöntem kalmadı nerdeyse, gerek alternatif tıp gerekse tıbbi olarak her yolu denedim ama bir türlü şekerimi düşüremiyordum. Sporumu yaparım, diyetimi yaparım, kendime önem veren ve dikkat eden biriyim bilinçli bir şekilde yaşamaya çalışan biriyim, Şekerimi düşürmem gerekti bu nedenle de bazı yiyeceklerden uzak kalmam gerekiyordu ya da kilo kaybım oluyordu bu seferde şekerim düşüyor ama ben deli gibi yiyordum, ne yapsam bunu değiştiremiyordum. En sonunda 2 Mart 2009 da doktora gitmiştim. Şekerim çok yüksek olduğundan İnsülin başlamam ve haplar almam gerektiğini söylemişti. Bende Kombuçay'la ve bu çayı bizlere sunan Sayın Murat beyle tanıştım. İlk başta açıkçası inanmadım. Sonra ikna oldum ve kullanmaya başladım. Daha öncede bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine 1 ay kullanmıştım ama şekerim düşmemişti. Sonra 2 Martta Kombuçayı düzenli olarak içmeye başladım ve o müthiş Kombu Diyetini de harfiyen uyguladım. Bugün 14 Mart 6 kg verdim, 1 Martta 2009 da bel çevremin genişliği 120 cm di, 13 Martta 2009 da bel çevremin 110 cm olduğunu gördüm. Normalde Kilo vermenin şekerimin (tipiki) düşmesine neden oluyordu, fakat Kombuçay'la yapmış olduğum diyette ne bir yan etki gördüm ne de bir halsizlik.Halsizliğimin yanı sıra yataktan dinç kalkmalarım, elimin ayağımın titremesinin geçmesi, bunun yanı sıra cinsel arzularımın arttığını da gördüm. Tabiî ki bilinçli bir insan olmakla sporumu ve en doğrusu yemeğime dikkat ediyorum. Kombuçay iç her şey ye yanlış yani. İnsan önce kendinin doktoru olmalı daha sonra bize bu yolda yardımcı olan destekçi besinleri de dikkatlice almamız gerekli. Ben bundan sonra SAĞLIĞIM için KOMBUÇAY içeceğim ve herkese de tavsiye ederim. Teşekkürler Murat Bey. ŞÜKRÜ BİLGİNCAN
21 ARALIK 2008 ALİ YÜKSEL
Ben Ali Yüksel, Kombuçay'la 4 gün oldu tanışalı. Üç gündür sabah, öğle, akşam aç karnına bir bardak Kombuçay içtim. Kendimi şimdi daha dinç ve sıhhatli hissediyorum. Devam ettiğim taktirde daha da faydalı olacağının hissediyorum. Kombuçay firmasına başarılar diliyorum. Ali Yüksel 21.12.2008 İstanbul CNR Fuar Merkezi
8 KASIM 2008 BİLAL ŞAHİN
Kombuçay'la Fuar'da tanıştım. Kombuçay hakkında bilgi edinirken Kombuçay'ın firma sahibi Murat Bey bir bardak ikram etti. Benim sorunum uykuyla ilgiliydi. Çok fazla uyku ihtiyacı duyan biriyim. Akşamları saat 10'da (yani 22:00) yatsam dahi sabahları saat 8'de 9'da kalkamıyordum yataktan. Murat Bey'in ikram ettiği bir bardak Kombuçay'ı içtiğim gün saat gece 2'de yattım, sabahleyin saat 07:30 - 08:00 arası uyandım. Uykuma devam etmek istiyordum ama, uykumu almıştım ve gayet dinçtim, sıfır yorgunluktaydım. Tekrar Murat Bey'e giderek 2 adet Kombuçay aldım ve önceki gün olduğu gibi sabah erkenden kalktım. Akşamları üç ayrı saat kurup kalkamayan biri olarak, şu an 2 - 3 bardak Kombuçay içiyor, sabahları kolay uyanmanın yanında gayet dinç olarak kalkıyorum. Artık çok fazla uykuya ihtiyacı duymuyorum. Açıkçası Kombuçay bana "saat gibi" geldi, artık çok mutluyum. Kombuçay'a ve Murat Bey'e çok teşekkürler. Bilal ŞAHİN
05 KASIM 208 TOLGA TÜMAY
29 Ekim 2008 tarihinde ilk defa Kombuçay içtim, bugüne kadar günde 2 bardak içiyorum. İzlenimlerim şöyle: · Daha ilk bardağı içtikten sonra tuvalete çıktım ve büyük tuvaletimi yaparken hayatımda görmediğim bir rahatlık yaşadım. -ki, hemoroit vs. rahatsızlığım bulunmuyor. Büyük keyifti ilk tuvalet!.. · Ertesi gün sabah gözümü "zınk" diye açtım. Saat sabahın beşi ve ben gün ortasında gibi zindeyim. · Cilt problemlerim üst düzeyde iyileşmeğe başladı. · Yemek olayını abartıyordum, abur-cubur vs... Onlar tamamen bitti, Kombuçay tok tutuyor. · Sakin hissediyorum kendimi. · Konsantrasyonum arttı. Yukarıda yazdıklarımın hepsi 7 günde oldu. Bana Kombuçay'ı tanıtan, yaşam seyrimi değiştiren, güzelleştiren Murat Ağabey'e sonsuz teşekkür ederim. Saygılarımla... Tolga TÜMAY ŞİŞECAM
25 EYLÜL 2008 NEVAL KAŞKA
Haziran ayında karaciğerimdeki aşırı yağlanma ve kilo problemlerinden dolayı Kombuçay ve Murat Bey'le tanıştım. Aldığım bilgiler karşısında hem çok şaşırmış hem de çok ikna olmuştum. Anlatılanlar karşısında bu mucizevi içeceği bir an önce içmek ve sonuçlarını görmek için müthiş bir heyecan içindeydim. 1-2 hafta sonra Kombuçay'ın vücudumda ki değişiklikleri görmemek mümkün değildi. Her şeyden önce çok huzurlu uyuyordum ve 5-6 saatlik uykuyla 7-8 saatlik uyku kalitesini yakalıyordum ve çok mutlu uyanıyordum. Murat Bey'in Kombuçay ile birlikte vermiş olduğu diyet listesini o kadar kolay uyguluyordum ki katı bir diyet listesi olmasına rağmen son derece dinç, mutlu ve sağlıklıydım. Her şeyden önce bütün gün aç dolaşmama rağmen Kombuçay sayesinde açlığımı hissetmiyor ve kendimi son derece enerjik görüyordum, 45 dk. önerilen tempolu yürüyüşümü bir bir buçuk saate çıkarıyor ve hiç yorgunluk hissetmiyordum. Tabi bu arada gözle görülür hissedilir bir incelme başlamıştı. 1-2 ayda 10 kg. kilo vermiştim. Kendimi son derece iyi hissediyordum ve yorulmak nedir bilmiyordum. Yıllardır beni son derece rahatsız eden reflü problemimde tamamıyla ortadan kalkmış midemde de hissedilir derecede rahatlama olmuştu. Büyük bir merakla tahlillerini yaptırıp karaciğerimin durumunu merak ediyordum. Tahlil sonuçları aldığım zaman karaciğer değerlerimin çok düştüğünü diğer bütün değerlerimin de son derece ölçülü olduğunu görüp çok mutlu olmuştum. Çünkü Kombuçay metabolizmamı hızlandırmış bütün değerlerimin normale dönmesini sağlamıştı ve ben 50 yaşın vermiş olduğu hiçbir sıkıntıyı hissetmiyordum. Teşekkürler Murat Bey Kombuçay'la bizleri tanıştırdığınız sağlıklı ve huzurlu yaşama sahip olmamızı sağladığınız için. 5 aydır hiç aksatmadan Kombuçay'ımı içiyorum ve bütün sevdiklerime de tavsiye edip Murat Bey'le ve Kombuçay'la tanışmaları için elimden geleni yapıyorum. Neval KAŞKA Özel Başak Koleji Halkla İlişkiler Sorumlusu Aydın
0 notes
edebiyatsoylesileri · 5 years
Text
Mehmet Eroğlu / Hayattaki en büyük başarımı sorsanız, alto saksofon çalmayı becermektir, derdim
Tumblr media
Uzun yıllar mühendislik yapan, öğlen tatillerinde yazan Mehmet Eroğlu 50 yaşına geldiğinde işinden ayrılıp sevdiği şeyleri yapacağı konusunda kendisine söz vermişti. 1998'de sözünde durdu. Ve ilk iş alto saksofon çalmayı öğrendi. İki yıl sonra, değişimin nedenini soran gazeteciye “İnsanlara karşılıksız olarak bir şeyler verebileceğim yerde çalışmak istiyordum. Bir kişiye bile olsa, hayatını değiştirebilecek bilgiyi, deneyimi aktarabilirsem ne mutlu” diyor. Yazma eylemine kendisini yönlendiren duyguyu ise “acı” olarak tanımlıyor.
Neden hayatınızda köklü değişiklik yaptınız?
- 2S'ime girdiğimde. 48'İndc ölen babamı hatırlayıp, 50 yaşıma geldiğimde ne olursa olsun, işi bırakacağım ve sevdiğim şeyleri yapacağım, diye kendime söz vermiştim. Yıllarca mühendislik yaptım. Büyük bir inşaat şirketinde üst düzey yöneticiydim. 50 yaşında, işimi ve mesleğimi terketmeye karar verdiğimde, arkadaşlar, "Çıldırmış olmalısın" dedi. Çünkü, konumum pek terk edilebilecek gibi değildi, işimi seviyordum Sözümü tuttum, iki yıl önce mühendislik defterini kapadım. Öyle ki uluslararası iş sözleşmelerinde uzman sayılırdım, kitap yazacak kadar dokümanım vardı Ofisten eşyaları toplarken onları bile yırtıp attım. İnsanlara karşılıksız olarak birşeyler verebileceğim bir yerde çalışmak istiyordum. Uğur Mumcu Vakfı'na katılıp bunu gerçekleştirdim.
Uyurken bile sigara içecek kadar sıkı tiryakiydiniz, nasıl bıraktınız?
- 25 yıl günde üç paket sigara içtim. Hayattaki en önemli şeydi benim için. Öyle tiryakiydim ki ODTÜde öğrenciyken, 5 Mart olaylarında makineli tüfek ateşi altında, sığındığımız yerden çıkıp sınıflardan izmarit topladığımı, onları içtiğimi hatırlarım Birinci ile başladım, Harman ve Tokat'la devam ettim. Bana hükmeden bir alışkanlıktı. Haklamam gerekiyordu. Bıraktım, tekrar spora başladım. Lisede sporcuydum. 4x100 Yıldızlar Türkiye rekorunu kırmıştım. Şimdi yine koşuyorum, kültür fizik çalışıyorum, yürüyorum ve arada yüzüyorum. Spor yapmayınca kendimi çok kötü hissediyorum. Sigaradan boşalan yere müziği koydum. İki yıl boyunca günde 2.5 saat çalışıp alto saksofon çalmayı öğrendim. Hayatta en büyük başarımı sorarsanız, saksofon çalmayı becermektir, derim
İnat etti saksofon çaldı
Neden alto saksofonu seçtiniz?
- Bir arkadaş toplantısında bu kararı vermiştim. Alto saksofoncu Desmond ünlü Take Five'ı çalıyordu. Ben de böyle çalabilsem, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Biri "Sen kanat takıp uçarsın" dese, yapabileceğimi düşünürdüm. Ama müzik, saksofon çalmak bana bundan çok daha uzaktı. Saksofon almaya gittiğimde 10 parmak bu çalgıya yetmez, diye geçti aklımdan. Özel ders almaya karar verdim. İlk derste öğretmen, “vaz geçin, dünyanın en zor çalgılarından biridir” dedi. Kararlılığımı göstermek için İngiltere'ye gidip Selmer marka saksofon aldım. "Siz Arnavutsunuz galiba, çok inatçısınız" deyip derse başladı. Şimdiki aklım olsaydı tenora başlardım. Tonunu daha çok seviyorum.
CD arşiviniz ne alemde.
- CD arşivim yaklaşık 10 kat arttı. Çok iyi bir kulağım olduğunu söyleyemem. Ama Sonny Rollins, Coleman Hawkins'ı, Paul Weber'i ayırt edebiliyorum artık.
Hedefim cazda doğaçlama
Zamanınızın büyük bölümü Um:ag'da geçiyor. Sadece yazmak varken neden böyle özverili bir çabayı sürdürüyorsunuz?
- Kendimi hep topluma borçlu hissettim. Belki bu nedenle üniversitede dünyayı kurtarmaya soyundum. Hapiste arkadaşlarıma, sonraki yıllarda çevremdekilere destek olmak benim için çok önemli oldu. Lisedeki felsefe hocam Attila İlhan'ın kardeşi Cengiz İlhan'dı. Daha ilk derste söyledikleriyle hayata bakışımı değiştirmişti. Şunları söylemişti: "Ansiklopediye girenler iki gruba ayrılır: Politikacı, devlet adamı olarak girenler ve bir de sanatçı, bilimadamı, kaşif ya da kurtarıcı olarak girenler. Zor olan ikinci gruptur Bunun için çalışın." Hayatım boyunca ansiklopediye ikinci grupta girmek için çalıştım. Ve İlhan'ı kendime örnek aldım. Ben de bir kişiye bile olsa, hayatını değiştirebilecek bilgiyi, deneyimi aktarabilirsem ne mutlu. Bu umutla üç yıldır Um:ag'da çalışıyorum. Akşam saatlerinde düzenlediğim yazı kurslarına çok ilginç kişiler geliyor: Doktorlar, avukatlar, diplomatlar, işçiler, şoförler. Aralarında bir psikiyatri profesörü bile var. Toplumsal sorumluluk doğrultusunda, edebiyatın sanallaşmasına tepki duyuyorlar, Edebiyatın ciddiyetim, gerçeklerle ilişkisini keşfetmek, yazmak, kendi sınırlarım genişletmek istiyorlar Elimizde balyoz, tüm duvarları yıkıyoruz birlikte. Önyargıları, koşullanmışlıkları, sınırları. Derslerdeki zihin jimnastiği kendimi geliştirmeme de yardımcı oluyor, birçok şey öğreniyorum.
Emekliye ayrılmanız ailenizde fark edilebildi mi?
- Eşim ODTÜ'de öğretim üyesi. Yazma serüveninde çok yardımcı oldu. Hatta bir daktilo alıp, haydi artık yazmaya başla, demişti. 28 yıldır evliyiz. Kızlarım 26 ve 17 yaşında. Büyüğü Almanya'daki Avrupa Moleküler Biyoloji Enstitüsü'nde genetik doktorası yapıyor. İkisi de iyi okur.
Her gün iyi bir cümle kurarım
15 yıl önceki bir sohbetimizde, her gün öğle tatilinde şirketteki odanızın kapısını kilitlediğinizi, telefonları kapatıp mutlaka bir sayfa yazdığınızı söylemiştiniz. Romanlarım böyle çıktı, demiştiniz. 1993'ten bu yana yaklaşık iki bin sayfa yazmış olmalısınız. Ne zaman gün ışığına çıkacaklar?
- Yazma eylemini matematiksel olarak açıklamak mümkün değil. Sayfalar defalarca yazılabiliyor. Son yedi yılda iki senaryo, 13 bölümlük bir TV senaryosu ve 450 sayfalık bir roman yazdım. 80'inci Adım'ı Tomris Giritlioğlu filmleştirdi. Solmuş Bir Sarıgül adlı öykümü senaryolaştırdım, Canan Evcimen çekti. Tutku Çemberi adlı TV senaryosu ise TRT-I için, önümüzdeki yayın döneminde yayımlanmak üzere çekilecek.
Yazma eylemine bakışınızda, gerekçelerinizde zaman içinde değişiklik oldu mu?
Yazmak için bir neden lazım. Genellikle bu içinizde tutamadığınız acıdır. Bizim nesil için bu, 1970’lerdeki büyük yenilgi olmuştur. Ben hep ütopyası olan insanlık idealine inandım, bu nedenle Marksist çizgimi hala koruyorum. Bana yazma motivasyonunu bu dönemde yaşadıklarım verdi.
İki eliniz kanda olsa da, hala günde bir sayfa yazıyor musunuz?
- Romanı bitirdim ve teslim ettim. Bir haftadır yazmıyorum. Okumak istediğim kitaplar var. Bu yaz onlarla geçecek. Fakat her gün mutlaka daha önce söylenmemiş, iyi birkaç cümle kurarım. Herhangi bir şeyi, bir insanlık durumunu hiç kimsenin tanımlamadığı, betimlemediği gibi ifade eden cümleler. Bunları not alırım. Yazma alışkanlığım değişmedi. Her gün erken saatte kalkıyorum, düzenli olarak Um:ag'a gidiyorum. Yazma alışkanlığını akşama kaydırdım. Hala elle yazıyorum. Metin son halini aldığında, yıllardır birlikte çalıştığım bir dostum diziyor. Bilgisayarda bir kez daha gözden geçiriyorum.
Bu kez kahramanım bir “yuppie”
Son romanınız. Yüz: 1981'den bahsedelim biraz da. Diğer romanlarınızın eksenini oluşturan kahraman, kahramanlık gibi temalar bu roman için de sözkonusu mu? Üslubunuzda önemli bir değişiklik yaptınız mı?
- Bu roman ilk beşinden çok farklı. Ekseninde bir anti kahraman var. 35-40 yaşlarında, hırslı, başarılı, halinden memnun, çok çalışmak yerine fırsat avlayan bir adam Daha ilk satırda "Hiçbir hayatın başrolünü oynamadım, erdemlerle akrabalığım yok" diyor. Aşık olmak yerine ilişki kurmayı seçiyor. Günün birinde bir kadına aşık oluyor. Ve gerçek yüzünü keşfediyor. Fakat kitabın diğer kişilerinde hayatla, düzenle hesaplaşma tavrı var. Bu roman üzerinde en uzun çalıştığım eserim oldu. Üç kez yeniden yazdım. En sevdiğim eserim oldu, diyebilirim. Okuyan bir dostum, başkası bu romandaki betimlemelerle dört roman çıkarırdı, dedi Uzun zamanda çıktığı için yoğun oldu.
Kahramanlarınız eskisi gibi her sayfada bir sigara yakıyor mu?
- Hayır eskisi kadar fazla sigara içmiyor hiçbiri. Ama kahraman günde 10 sigara içerken, bırakmaya karar vermiş. Arada bir çok istiyor içmek. Fakat çok fazla içki içiyor.
Okurlarınızdan ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
Okurlarla pek sık buluşan bir yazar değilim, romanlarımı tartışmak beni mahcup eder. Yine de ısrarlı okurlar beni buluyor. Ya intihar ve yalnızlıkla ilgili ya da aşk temasıyla ilgili konuşurlar. İntiharda silah kullanımını çok soran oldu. Bir okurum. Issızlığın Ortasında'da sözü edilen Gaziosmanpaşa'daki evin yanında oturduğunu, kahramanlan tanıdığını iddia etti. Hayal mahsulü olduğuna ikna edinceye kadar akla karayı seçtim. Bir başka kadın okur Almanya'dan geldi Adını Unutan Adam'da anlatılan kişiler, İsrail gizli servisleriyle karşılaşmaları konusunda beni ince ince sorguladı.
Gelecekle ilgili ne gibi tasarılarınız var?
- Saksofonda bundan sonraki büyük adımım tıpkı iyi bir roman cümlesi kurar gibi doğaçlama yapabilmek Ayrıca bundan sonra, üç yılda bir roman yayımlamak istiyorum Kastında yazmaya başlayacağım roman duyarlı bir müzikçi üzerine olacak. Keşke gün 36 saat olsaydı, çok sevdiğim briçe de ayıracak vaktim kalsaydı
(Serhan Yedig / 16 Temmuz 2000 / Hürriyet)
Linkler
Mehmet Eroğlu'nun web sayfası
Mehmet Eroğlu'nun Twitter hesabı
Mehmet Eroğlu'nun Facebook hesabı
0 notes