Tumgik
#bu nasıl bir anlatış tarzı
cesitkenar · 8 months
Text
bugün gittiğimiz restoranda kişniş yüzünden bir sürü şeyi neredeyse hiç yiyemedik (görmemişiz içinde kişniş olduğunu) hesabı istediğimizde kalan bir sürü şeyi gören garson aa hiç yememişsiniz paket yapayım mı dedi hayır teşekkürler diye cevap verince de neden diye sordu uzun yola gideceğiz dedim sanki şehirler arası yolculuk yapacakmışım gibi??? iyice paketlerim bir şey olmaz dedi artık mahcup olup kabul ettim (yani garson iyi bir şey yapıyor aslında da??) resmen yiyemediğimiz şeyler için garsona karşı suçluluk hissettim :( sonra elimde bir sürü yemek paketiyle 1 buçuk saatlik yolculuk yaptım ve eve geldim
10 notes · View notes
tugceozdemir · 6 years
Text
Tumblr media
Haruki Muraka - Kumandanı Öldürmek
Hepimizin yeni yılı kutlu olsun. Sevdiklerimizle geçireceğiniz, anladığımız ve anlaşıldığımız, kendimize dair yeni şeyler keşfettiğimiz, hayattan aldığımız tadın arttığı bir yıl olması dileğiyle..
1 Ocak en sevdiğim günlerden. Tatil, soğuk, battaniye, çay-kahve, kitap, film, ev ve huzura dair ne varsa 1 Ocak’ta fazlasıyla var, 2 Ocak’ta herşeye kaldığımız yerden devam edecek olsak da..
Yeni yılı benim için çok özel bir yazarla karşıladım. Haruki Murakami’nin hem hacmiyle gözüme hem de içeriğiyle gönlüme hitap eden yepyeni kitabını bir solukta bitirdim.
Yazım tarzı gereği kafamda bir sürü cevaplanmamış soru bırakacağını bilmeme rağmen, anlatış biçimindeki kusursuzluk bu adamın yazarlığını bu kadar özel kılıyor sanıyorum. Anlatış tarzında öyle bir sadelik ve akışkanlık var ki, sonuç beni çok ilgilendirmiyor. Nasıl biterse bitsin hikaye, yeter ki hikayeyi okuyor olayım hissi yaratıyor. Hayat gibi; varılacak yer değil, asıl mevzu gidilen yol ve o yolu nasıl gittiğindir. Bu adam Japonların sakin ve dingin yaşam şeklini, okuyanı bir o kadar peşinden sürükleyerek anlatıyor. Yarattığı kendine has gerçek ve gerçekdışılık örgüsü hiç bir zaman inandırıcılığını yitirip yapaylığa düşmüyor.
Her ne kadar sonunu yazmaktan sıkılmış ve oldu bittiye getirmiş izlenimi verse de ve soruların cevaplarını çok merak etsem de yazarı olduğu gibi kabul ediyor, benzer bir eseri çok ara vermeden yazmasını umut ediyorum. Bir de 1949’lu yazara uzun, sağlıklı bir ömür ve ilham diliyorum ki yazmaya devam etsin.
1 note · View note
seslimeram · 5 years
Text
İnsan İnsanın Kurdudur
Tumblr media
Belirgin, bariz ve düpedüz yalın bir biçimde demokrasi istencinin hemen hemen her gün yine yeniden eksiltildiğini görüyoruz. Kaydedilmiş mesafeler, artık bir asırlık serüvenin başlangıcından da geriye düşülmüş bir menzilde çürümeye yerini terk ediyor. Başlanan odaktan çok daha feci bir ülke hakikat kılınıyor. Bu sahanın yaşamla olan ilintisindeki ol aksama gibi, telafisi mümkün olmayacak bir “yıldırı” halinin güncelliği şekillendiriliyor. Ses de, söz de hep naçar kılınıyor. Birbirini duymayan, anlamayan, görmeyen hayatiyet meselini çoktan pas geçmiş her gün gerileyen, her an çürüyen bir uzam hakikat kılınıyor. Birbirinden bihaber kılınmış insanlardan mülhem bir menzil var ediliyor.
Demokrasinin açıkça bu pejmürde zamanlardaki dünyanın dört bir yanında var edilmeye çalışılan sıradanın meseli olduğu unutturulmaya, çürümeye karşı düzenlemelere girişmek terk edilmeye devam ediliyor. Hayat hep ulu orta cürmün kılınıyor. Hayatta var olma, hal ve istenci sekteye uğratılıyor. Bariz bir biçimde sıradanın ol barınağı, yaşamın da teminatı olagelen bir tahayyül giderek işlevsizleştiriliyor. Tümden ülke, bunun ta kendisi üstünden yükseltilmeye devam ediliyor. Yeni diye çıkagelen bayat bir tahayyülün ta kendisi olarak güncelleniyor. Demokrasi varmış gibi yapılırken, hep tersi istikameti arşınlayan sahanın hakikati artık yaşamın her günündedir. Cürümlerle kuşatılmış, cerahate boğdurulmaya çalışılan sıradanın hayatının zehir zemberek kılındığı, bir yer / bir yurt gerçekliğidir mesele.
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Sürücüsü olduğu zırhlı araçla 5 yaşındaki Efe Tektekin'i ezerek ölümüne neden olan polis memuru İ.A., çocuğu görmesinin imkanı olmadığını ve araçta kamera sisteminin bozuk olduğunu ileri sürerek, “Biz devlet adına görev yapıyoruz, önce kendi güvenliğimizi alırız” dedi.
Diyarbakır Bağlar ilçesi Emek Caddesi üzerinde 11 Eylül 2019’da karşıdan karşıya geçmeye çalışan 5 yaşındaki Efe Tektekin'e, sürücüsü olduğu zırhlı araçla çarparak ölümüne sebep olan polis memuru İ.A. hakkında, "taksirle ölüme neden olma" suçundan Diyarbakır 9. Asliye Ceza Mahkemesinde açılan davanın ilk duruşması görüldü. Sanık polis ve avukatı, polis koruması eşliğinde duruşma salonuna gelirken, duruşmada Tektekin ailesi avukatı Sedat Çınar ile Diyarbakır Baro Başkanı Cihan Aydın ve çok sayıda avukat hazır bulundu.
Duruşmada hakim, avukat sayısının çok olmasına ilişkin, “Ordu olarak buradasınız” demesi dikkat çekerken, Diyarbakır Barosu Başkanı Cihan Aydın, Çocuk Hakları Merkezi adına avukatların duruşmaya katıldığını belirterek, son 10 yılda meydana gelen zırhlı araç çarpması sonucu 36 yurttaşın yaşamını yitirdiğini kaydetti. Polisin, önce yurttaşın sonra kendi can güvenliğini alması gerektiğini ifade eden Aydın, polisin can güvenliğini alırken yurttaşların ölümüne neden olduğunu söyledi. Sanığın zırhlı araçların görüş açısının kısıtlı olduğunu söylediğini hatırlatan Aydın, zırhlı araç kullanımının sınırlandırılması gerektiğini dile getirdi. Olayın basit trafik kazası olarak değil, ihmaller sonucu oluştuğunu düşündüklerini dile getiren Aydın, davaya müdahil olma talebinde bulundu. Tektekin ailesi avukatı Sedat Çınar ise, dosya özelinde ve suç kapsamında değerlendirildiğinde suçun “taksirle”değil “olası kastla” işlendiğini, bu yüzden görevsizlik kararı verilerek, dosyanın Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesini talep etti.  Hakim, görevsizlik talebinin reddine karar verdi.
Duruşmada savunma yapan sanık polis İ.A., olayın olduğu gün ekip şoförü olduğunu belirterek, “O gün adliye geldik. Tutuklanan birini cezaevine götürdük. Dönüşte en kısa mesafe olan yolu Emek caddesini kullandım. 714 sokak girişine geldiğimizde yoğunluk vardı. Pazar olduğu için dur kalk şekilde gidiyordum. Önümde 15 metre mesafede araç vardı. Onu takip ediyordum. Park edilen araçlar düz değil, açılı olarak park edilmiş ve sokağın yarısına gelmişti. Dolasıyla sokağı tamamen göremiyordum. Sokağı geçtiğimde sol tarafımdan tak diye bir ses geldi. Sağ arka tekerlek kalkıp indi. Durdurdum ve indim. Yerde sağ kolu üzerinde yatmış vaziyette çocuk vardı. Bir kastım yoktu. Ekip şefim ambulans çağırdı. Bu çocuğun ailesi nerede diye bağırdım. 10 dakika geçmesine rağmen aile gelmedi. Sağ taraf kapatıldı ve ambulans geç geleceğini düşündüğümüzden bir vatandaşa ait araçla hastaneye götürdük. Biz hala aileyi arıyorduk. Olaydan sonra ekip şefim gerekli konuşmaları yaptı. Olaydan sonra baya etkilendim. Biz devlet adına görev yapıyoruz, önce kendi güvenliğimizi alırız, hızım 25 km civarındaydı. Bunlar emniyetten istenebilir. Efe Tektekin yaşında çocuğum var. Çocuk yan taraftan geliyor, ön taraftan çarpma söz konusu değildir. Dosyayı daha sonra incelediğimde bilirkişi raporunda sağa doğru kaçabilir deniliyor. Ben ön ve arkayı aynalardan kontrol edebilirim ama yandan gelen bir şeye ne yapabilirim? Zırhlı araç yere 51 santim, sağ kapının bulunduğu yer 151 santim yerden yüksek, Efe ise 110 santim. Bu bilgiler ışığında benim çocuğu canlı olarak göremem mümkün değil. Sadece üzgünüm" diye konuştu.
Sanık avukatı, olayın başka yere çekilmemesini istediklerini kaydederek, “İddianame deliller incelemeden hazırlanmış, bilirkişi raporu tali kusurlu olduğu belirtiliyor. Ancak müvekkil bizce kusursuzdur" dedi.  
Avukat Çınar’ın, “Araçta kamera kaydı var mıdır?” sorusu üzerine sanık polis, var olan sistemin 2017 yılından beri çalışmadığını iddia ederek, olay yerinden en son kendisinin ayrıldığını, kendilerinin çektiği bir fotoğrafın bulunmadığını söyledi. Baro Başkanı Cihan Aydın’ın “Hala görevde misiniz?” şeklindeki sorusuna sanık, “Evet. 2017 yılından beri zırhlı araç kullanıyorum” diye cevapladı. Aydın, dosyayı başka yere çekmeye çalışmadıklarını belirterek,  “Sanığa inanmak istiyoruz ama olayı anlatış tarzı ve Efe'nin vücudundaki tahribat bizi ciddi şekilde şüphelendiriyor. Kamera kayıtlarının ve zırhlı araç takip sisteminin araca ait kayıtların dosyaya konulmasını istiyoruz" talebinde bulundu.
Avukat Çınar ise, bu dosyada sanığın polis olması ve delilleri toplayanların polis olmasının sorunlu olduğuna işaret ederek, şunları söyledi: “Dosyaya sanığın sürücü belgesi sunulmuyor ve daha bir sürü eksik. Bizim bölgemizde olaylarda insan canlarına kıymet verilmiyor. Benden daha iyi Diyarbakır'ı biliyor. Kimsenin tercih etmeyeceği yolu kullanıyor. Kamera kayıtları var, tanıklar var. İstenilse polis bunları bulur dosyaya koyar. Tanıklar ise adli suçlar işleyen iki kişi. Bir sürü tanık varken, sadece bu iki kişinin tanıklığına başvurulmuş. Çocuğun babası, araca ait kameradan olayı izlediğine dair beyanı var. Kamera kayıtlarının emniyetten istenilmesi istiyoruz." Yapılan savunmaların ardından hakim, taziyeleri dolayısıyla duruşmaya katılamayan Tektekin ailesinin bir sonraki celsede dinlenmesine karar vererek, duruşmayı 27 Nisan'a erteledi.”
Bir demokrasi istencinin her nasıl yerle yeksan olunduğu sadece şu cinayetin ardından çıka gelen / önümüze serilenlerden bariz olur. Yaşatmaktansa, yaşamı çürütenlerin yanında saf tutanların sofrasında bir demokrasi tahayyülü yapılabilir mi? Bakur Kürdistan’ında var edilmiş her cerahatin özen ve itinayla örtbas olunduğu yerde eşitlik, adalet ve hakkaniyet her nedir? Bütün bu insanlık gereği elzem olan edimlerin hiç edildiği yerde tüm bunların çatısı ola gelen ol demokrasiden bahis açılabilir mi? Sürüncemesiz eksiltilen, duraksamadan azaltılan, hep bir biçimde hayata kastın var edildiği kötülüğün yüceltildiği yerde yaşam her neye tekabül edendir sordunuz mu?
soL’dan aktaralım: “Gezi Parkı eylemleri sırasında polisin attığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonucu yaşamını yitiren Berkin Elvan'ın ölümüne ilişkin açılan davanın 16. duruşması bugün (5 Şubat Çarşamba) görüldü.
İstanbul 17. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmada taraflardan esasa ilişkin beyanların alınması ve savcının esasa ilişkin mütalaasını açıklaması bekleniyordu. Duruşma 18 Mart saat 10.00'a bırakıldı.
Berkin'in ailesi, avukatları ve aileyi destekleyenler ile sanık müdafileri mahkeme salonunda yerini aldığı duruşmada sanıkların gelmediği tespit edildi. Bilirkişi ek raporunun geldiği belirtildi. Savcı gelen rapora ve belgelere karşı bir diyeceğinin olmadığını söyledi.
Mahkeme başkanı "Biz en başından beri tüm iddialara esas olacak delilleri toplamaya çalıştık, emek sarf ettik. Vereceğimiz karar nihai değildir, beğenmeyen üst mahkeme yollarına her zaman başvurabilir" dedi.
Berkin'in ailesinin avukatı Çiğdem Akbulut, Foça'dan gelen ek rapor için "Berkin'in vuran kişinin başını sağa doğru eğerek, doğrudan nişan alınarak Berkin'in vurulduğu tespit edilmiştir. Üstelik bir çatışma ortamı da yoktur. Adeta Berkin'i asli kusurlu bulan bu son raporu asla kabul etmiyoruz. Esasa ilişkin beyanlarımızı gelecek celseye kadar sunacağız" dedi.
Ailenin vekili Avukat Can Atalay şu sözleri sarf eder: "Berkin'in vurulduğu anda barışçıl gösteri olmadığını bilirkişi nereden biliyor? Bu konuda bir karar, resmi tespit yok. Berkin'in üzerinden çıkanları, 'barışçıl gösterinin olmadığına' delil olarak sunmuş bilirkişi. O tutanak tahrip edilmiş, değiştirilmiştir. Kaldı ki, mahkemece böyle bir tespit, inceleme yoktur. Gerçek şudur: 14 yaşındaki bir çocuk ekmek almaya gitmiştir ve o gün oraya gelen F. Dalgalı tarafından nişan alınarak vurulmuştur. Açıktır ki Berkin, Okmeydanı'nda yaşadığı için vurulmuştur. Kimse Okmeydanı'nda yaşadığı için kusurlu sayılamaz."
Sanık müdafileri rapora karşı beyanda bulunmak için süre istedi. Bir sonraki duruşma 18 Mart'a ertelendi.”
Tumblr media
Duruşma sonrası Elvan Ailesi bir açıklama yapar: “Baba Sami Elvan, duruşmayı izlemeye gelenlere destekleri için teşekkür ederek sözlerine başladı. "Görüyorum ki bu dava bize ait değil, bunu bir kez daha ispat ettiniz" diyen Elvan, şöyle devam etti: "Yaramız çok derin, acımız çok derin bu gerçek. Ama bu gerçekliği sinemize basıp bu hukuksal alandaki mücadelemizi hep birlikte yürütmeliyiz. 18 Mart'taki duruşmadaki desteğiniz daha da değerli, kitlesel bir katılım olmasını bekliyorum.”
Berkin'in katili ne kadar ceza alırsa alsın, mutlu olmayacaklarını söyleyen Elvan, "Ama bir çocuğumuzu kurtarmamız bizi rahatlatacak. Bir tane insanımızın hayatını kurtarmak bizi mutlu edecek. Elazığ'da depremin altından sağ çıkanları görünce kendi çocuğum yaşamış gibi haykırdım. Bu dava Elvan ailesinin davası değil, tüm Türkiye'yi ilgilendiriyor. İnanın ki bugün Türkiye'nin en üst tepesindeki kişiyi de ilgilendiriyor çünkü benim çocuğumun katili o kişidir. 'Emri ben verdim' demişti ama biz istiyoruz ki hukuk, adalet, yerini bulsun. Eğer o suçluysa cezasını çeksin, benim kusurum varsa her bedeli ödemeye hazırım. Çocuğumun katilleri yargılansın" dedi.
Anne Gülsüm Elvan da hazırlanan bilirkişi raporunda Berkin'in suçlandığını hatırlattı. "14 yaşındaki bir çocuk kendini koruyabilir mi, bunu yapabilir mi?" diye öfkeyle soran Anne Elvan, "Biz anneler hep buradayız. Ethem'in katiline nasıl ceza vermediler, bizimkine de vermeyecekler biliyorum. Ali İsmail'in ki şu anda 'mağdur' diye karşımıza çıkıyor yarın öbür gün bu katiller de karşımıza çıkacaklar. Söylüyoruz, bunlar mağdur değiller. Mağdurlarsa, biz anneler olarak bunların mağduriyetini gidermeye hazırız ama bize çocuklarımızı versinler. Bize çocuklarımızı getirsinler, ne derece mağdurlarsa vermeye hazırız" diye konuştu.”
Çocuklar ölmesin bahsinin suç olarak işaretlendiği, böylesinin bildirildiği bir coğrafyada gün aşırı katledilen bir çocuğun hatırası ortadayken Berkin Elvan’ın davasının akıbeti her nice olur. Böylesine bariz bir biçimde düşman addedilenin bir çocuk olduğu gözlerde hızlı bir biçimde kaçırılırken hangi adaletten bahis açılabilir her nasıl? Biteviye yalanların sahnelendiği, adaletin hiçbir türlü tecelli etmeyeceğini göstere gelen, baş amir direktifleri, söylemleri ve işaret ettiklerinin paralelinde bu ülkede haktan, hukuktan bahis ne zaman tam anlamıyla açılacaktır, sahiden ne zaman?
Evrensel’den aktaralım: “Diyarbakır'ın Sur ilçesinde uygulanan sokağa çıkma yasağının devam ettiği 12 Ekim 2015 tarihinde ekmek almaya giden 12 yaşındaki Helin Hasret Şen'in Kobra tipi zırhlı araçtan açılan ateş sonucu öldürülmesine ilişkin polis Abdullah E. hakkında “Taksirle ölüme neden olmak” suçlamasıyla açılan davanın ilk duruşması Diyarbakır 1'inci Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü. Şen'in annesi Nazmiye Şen ve avukatlar Rahşan Bataray, Abdullah Zeytun ve Derya Yıldırım duruşmada hazır bulundu. Sanık Abdullah E. ise, Ses ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile bağlantı sağlanamadığı için duruşmaya katılmadı.
Duruşmada ilk olarak Şen’in annesi Nazmiye Şen müşteki olarak dinlendi. Anne Şen, yaşananları şöyle aktardı: "12 Ekim 2015'te sabah 8 civarında olay oldu. Önce manava, sonra fırına gitti (Kızı Şen). Arkamızda zırhlı araç vardı. Halkla fırına gidince zırhlı araçtan 3 el ateş edildi. Yerden dumanlar çıktı. Herkes bağırmaya başladı. Çocuk vuruldu diye. Ben etrafıma baktığımda kızımın sırtı dönük yerdeydi. Onu almaya çalışırken zırhlı araçtan silah sıkıldı. Komşularımdan bir kadın beyaz tülbendini yere atarak kızımın cenazesini almaya çalıştı. O esnada bizim olduğumuz yöne yönelik sürekli ateş ediliyordu. Cenazeyi almamıza izin vermiyorlardı. Cenaze uzun süre yerde kaldı. Komşum onu yerden aldı ve seslenerek ambulans istedi. Kızımın cenazesi uzun süre evin avlusunda kaldı. Sürekli aramamıza rağmen ambulans geç geldi. Ambulans geldi, götürdü. Ben kızımla gidemedim. Amcası kızımın cenazesiyle birlikte gitti. Kızım öldürüldüğü yerde yaklaşık 20 polis bulunuyordu. Kızımın öldürüldüğü gün hiçbir çatışma yoktu. Önceki gün de çatışma yoktu. Biz bunun rahatlığıyla mahallemizdeki fırına rahatça gidebilmeyi düşündük. Arkamızda bulunan zırhlı aracın bize ateş edeceğini düşünmedik. Şikayetçiyim."
Diyarbakır Barosu Başkanı Cihan Aydın, olayın yargısız infaz olduğunu kaydederek, şunları söyledi: “Bu yaşam hakkını ortadan kaldıran bir tehdit ve cinayet. Avukatlık yasasının verdiği sorumlukla buradayız. Doğrudan bu olayla ilgili olarak taraf olduğumuz Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 38. Maddesi gereği davaya katılma talebimiz vardır. Teknoloji hızlı yargılama için ama adil yargılama ilgisi unutuldu. Sanıkla SEGBİS bağlantısı olmadı. Zaten tutuklama cesareti gösterilmedi. Bir çocuğu öldüren birinin tutuklanması lazım. Sur içinde çocuk yaşlı demeden bir sürü kişi hakkında 302'den dava açıldı. Birçoğu sonuçlandı. Kimsenin suç işleme özgürlüğü yok. Peki biz bu davayı kamu vicdanının neresine koyacağız. Sokakta oynayan bir çocuk, ekmek almaya, manava giden bir çocuk öldürüldü. Maddi gerçekliğin ortaya çıkması için sanığın tutuklanması ve tanklarla birlikte duruşma salonunda ifade vermesi gerekiyor. Sanığın tutuklanmasını istiyoruz.”
Mahkeme heyeti, hak örgütlerinin davaya müdahil olma, sanığın tutuklanması ve sanık adına atanan avukat Jiyan Aydın'ın davadan çekilme taleplerini reddetti. Duruşma 3 Mart gününe ertelendi.”
Adalet talebinin hiçleştirilidiği, cezasızlığın artık bir normatif kılındığı yerde Efe, Helin ve Berkin’in ardından yaşatılanlar her şeyi gözler önüne seriyor. Üç çocuğun hayat hakkı bile isteye, neredeyse gözler önünde çalınıyor. Adaletin bahsi edilmezken, karşı sözlerin, propagandanın alasında insanların can kırıklarına daha çok basılıyor. Karanlık dehlizlerde unutturulan doksanların yıkımı gibi, gün yüzü görmüş koca adalet saraylarımız var artık denilen bir yerde o adalet, şu eşitlik, o demokrasi istenci un ufak olunuyor. Adaletsizliğin bir uzamdaki yönelimi bunca devletli desteğiyle şekillendirilirken hayatın hakkı her ne olur kimse sormuyor, görmüyor, duymuyor.
Birbirini duymayan, anlamayan, görmeyen hayatiyet meselini çoktan pas geçmiş enikonu hemen her gün gerileyen, her an çürüyen bir uzam hakikat kılınıyor. Birbirinden bihaber kılınmış insanlardan mülhem bir menzil var ediliyor. Bütün yaralar bakiyken, her şey yerli yerinde dururken, insanlığın can çekişmesi gözlerden kaçırılıyor. İnsanlık öldü diye yazıp duruluyor. O insanlık meseli hiç anlaşılmamışken üstelik. Bin dokuz yüz on beşten, Sayfo'ya, Pontos kırımından, Anadolu’nun yaşam veren olma halinin çalınmasından, katliamlardan Dersim tertelesinden, İzmir’in yangın yerinden, cumhuriyetin kurulduğu andan ötekisine düşmanlığından, varlık vergisinden, yurttaş sürgünlerinden, darbelerden, ablukalardan Madımak’tan, Roboski kırımına, şu son kırk güne sığan onca fecaate hiç sorulmadı. Yeni değil içine düşülen bataklığı nasıl fark etmeden geçip gidiliyorsa, o iki satır ile öldü bitti mahvoldu denilen insanlık meseli de sorgulanmadığı için her gün bir yanımız acı içinde kalıyor, kalacak. Yurt dediğimiz yer artık yaşatmak bir yana süründürüyor. Yurt saydığımız yer bizi içinden saymıyor. Çoluğundan çocuğuna, gencinden yaşlısına hiçbirisi için bir umut vaat etmiyor. İnsanlığın sessizliği bunu anlatıyor... Devletlerin / bu devletin / var ettiği her yıkım bambaşka cürümlere mahal veriyor. Sessizlik bunu bildiriyor. İnsanların sessizliği o çürümeyi bildiriyor... Yıkımı, zayi olmaya devam eden insanı umursuyor musunuz? Kısacık bir zaman dilimini kapsayan insanın varlığının her nasıl her ne şekilde tüketildiğini cidden görüyor musunuz? İnsanlık ölmüyor, var ettiği her eşikte kendisine benzetmediği ötekisi saydığına hayatı dar ediyor, anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görsller: Night Time Stories – Markus HENTTONEN - Behance
0 notes
mustafaokutan · 5 years
Photo
Tumblr media
“Ama ben bunlar gibi hayvan avlayan bir hayvan olmaktansa insanlara hizmet eden bir insan olmayı yeğlerim.” #rocannonundünyası Ursula K. Le Guin ‘in yayımlanan ilk romanı ayrıca Hainli Döngüsünün de ilk kitabı. Döngü sıraya bağlı kalmadan okunabiliyor,döngüden okuduğum üçüncü kitap (döngünün kitaplarını daha önceki Anlatış kitabının paylaşımında bahsetmiştim).Hainli gezegeninin diğer gezegenler üzerindeki hakimiyetinin nedenini, Birlik’in nasıl kurulduğu gibi cevapları bulabileceğimi düşünmüştüm,bulamadım 😅 Fantastik ve bilimkurgu içiçe, uçan atlar, uzay gemileri, farklı türde canlılar. Le Guin’in genel tarzı olan iki evren yaratma, bu evrenleri karşılaştırma, sosyolojik fikirleri,gözlemleri okura aktarma bu kitapta başlangıç evresinde, diğer kitapları kadar yoğun değil,132sayfalık kısa bir kitap zaten. Le Guin ‘in kitapta işlediği genel fikir savaş. Savaşın getirdiği yıkım süreci,canılılar üzerindeki etkileri, anlamsızlığı vb. #kurgu Birlik araştırmacıları Fomalhaut II gezegenindeki ırkları gözlemlemeye giderler, başka bir gezegenin saldırısı sonucu araştırmayı yöneten Rocannon arkadaşlarını kaybeder ve gezegende mahsur kalır. Gezegendeki farklı ırkların yardımına ihtiyaç duyar, hem hayatta kalmak için hem barışı korumak için. Rocannon ‘un bu süreçte yaşadıklarını anlatılırken kültüreleri,inanışları da karşılaştırıyor Le Guin. 💫Bu kitabı @okuma.guncesi nin başlattığı #birlikteursulaokuyoruz etkinliğimiz için seçtim. Etkinlikte benimle beraber olan arkadaşlarıma sevgiler. 🌈Kim olduğumuzu sınavların belirlemeyeceği bir dünyada yaşamak dileğiyle 💫 . . #kitapokufotografcek kullan 📸✒ @birvoxnihili . #ursulakleguin #ursulaleguin #rocannonsworld #bilimkurgu #metisyayınları #fantastikkitap #metiskitap https://www.instagram.com/p/ByxG3D9J86k/?igshid=7vq4xl0q0iq1
0 notes
mavioblomov · 7 years
Quote
Uyanıyorum. Fakat hala rüyalarımın içinde yürüyen bir halim var. Fakat bu şekilde çoktan konuşmuşa benzer bir halim var. Çıkmaz sokaklarda da bir kapımız var. Uyanıyorum ama düşünemiyorum. Kafam yanıyor. Sinirli olduğu damarlarımın şişmesinden belli olan ellerimle kafamı yumrukluyorum. Bu kafanın içinde bir yerlerde bu yumruklardan nasibi olan bir kaç düşünce olmalı diyorum kendi kendime. Güneş doğmuş. Masanın üzerinde akşamdan kalmış okunmamış romanların, mecmuaların üzerinde dolanan güneş kendisine masallar arayıp duruyor. Ayakucumda düşüp kırılmış bir kaç maziden kalma neşe kırıntısının üstüne basarak yataktan doğruluyor, bütün fikrimi ve muhayyilemi apaçık söylemek isteyen acayip bıkkın ve kanlı ve aptal gözlerimi, dergilerin yanındaki sigarayla buluşturuyorum. Perdenin kenarından bir yerlerden içeri sızmaya çalışan güneşe bu evde yalnız yaşayan birisi olduğunu hatırlatmak gerek. Edebiyatın hayatı kurtaracağını sanmıyorum artık. İtlip'te çoçukların kimyasal bombalara maruz kaldığı haberi üzerine, Amerika'nın Suriye'ye girmesinin benim tezlerimin, makalelerimin, kazanacağım ünvanların üzerinde bir yer edinmemesi gerek diye düşünenlerle aynı yerde çalışmak zorunda kalmanın ızdırabı, alnı yarılmış bir çocuğun şakaklarından sızan sıcak kan gibi ruhuma yayılması beni aç karna yeni bir sigara yakmaya yöneltiyor. Hepimiz garson doğuyoruz sanki. Birilerini hayatımıza misafir ettiğimiz zaman ona ücreti mukabil yiyebileceği yemekleri sayarak, tercih edilecek en güzel restourantta olduğunu hissettirmeye çalışıyoruz. Ama ben garson doğmadım. Ben garson doğmadım ulannn! Sakinleş diyorum kendime. Ne zaman yaktığımı hatırlamadığım sigaramı, ne zaman şu pencerenin kenarına gelmiş olan küllüğe basıyorum. Bana benzer adamlar olmalı. Garson olmayan. Nerededir bu bana benzer adamlar? Sokağa çıkmalı. Güzelliklerinin buharlarından tenleri parlayan insanlar olacağını çocukluğumdan biliyorum. Keratayı topuğuna basmaktan ezilmiş ayakkabımın ensesine yerleştirip parmaklarımı usulca beni sokağa götürecek altı delik olan yazlıkların içine yerleştiriyorum. Demir kapı açılıyor. Demir kapı kapanıyor. Önce ince bir bahçeden geçiyor, yağmurun birazdan başlayacağı hissedilen sokağa ilk adımlarımı atıyorum. Yanlarından ince bir tehlikenin geçtiğini hissederek, başlarını öne eğip adımlarını hızlandıran bu mahallenin kapalı kadınlarına karşı bende adımlarımı hızlandırmaya çalışıyorum. Telaşları beni de telaşlandırıyor. Ben artık tenha sokaklarda garip bir memleket havası tutturarak, mahalle kahvehaneleri keşşetmeyi seven tuhaf bir adam oldum sanırım. Sokağın köşesinde beni bekleyen, bir hikmeti birlikte susarak öğreneceğimizi bildiğim bazı dostların varlığının boşluğuyla kucaklaşıyorum. Hepsi civanmert, cesur adamlar. Ama Anadolu'lu olmak böyle bir şey zaten. Civanmert ama çulsuz, cesur ama düşmansız, sıcakkanlı ama dostsuz dünyanın bireyleri olarak şaşkın! Hikmeti bu sebeple gönüllerine kazımış bir dolu dünya kitap olan mahalle-mahallem işte. Armut ağaçı çiçek açmış. Baharı görünce, bu yedi renk çümbüşü, kendini krallar veya kraliçeler sanan insanların yüzlerinde kıvrımlaşan o aptal gülümsemeyi hiç sevemediğimi biliyorum. Sanki dünya kendi üzerlerine doğmak zorunda olan bir yermiş gibi düşünerek kainatın en baş köşesinde misafir muamelesi görmek isteyen bu zavallı insanlara alışamadım. Geceden, gecelerden, kıştan, ayazdan kalma üşümelerimi ısıtamayan bu güneşe kendimi hemen teslim edemedim hiç bir zaman. Neyse mahallemin köşesini işte böyle döndüm. Önümden yapayalnız geçen ve arkasından bir meçhule doğru gittiği seyredilen adama yıllardır onu tanıyormuşum gibi garip bir hüzünle uzun uzun baktım. Nihayet kahvehanenin önündeyim. Bir masada ikisi yancı, dört kişi kağıt oynuyorlar. -Selamunaleykum diyip en köşeye çekiliyorum. -Aleykümselam Hoca deyip, kağıt oynamaya gülerek devam ediyorlar. Saatler geçmiyor, garip bir sükunet, bacakları kırık olduğu için kıpırdayamayan ya da ayakları karıncalandığı için yerinden kıpırdayamayan mı demeli, kıpırdasa bile hemen ağlayacak sızlanacak bir sükunet oluyor 'zaman'. Tembel insanların ruh hallerini andıracak kadar miskinleşen ah'lar vah'larla masamda sızıyordu zaman. İnceden bir yağmur başlıyor, yirmi yıla yakındır yazıyor olduğumu sandığım bir romanın karakterlerini ıslanmasınlar diye bir yerlere koşar adım kaçırıyor, beni yine bu masada miskince ve yapayalnız bırakıyordu zaman. Her yeri bu uyuşuk, donmuş zaman zapt ediyor. Sanki bütün bu kasaba, şimdi mahallede olmayan tüm cengaver gençler, köşedeki ekmek satan bakkal, berber, mektepte okuyan çocuklar, akşam nafakası için çırpınıp duran ameleler, çiçekleri yeni açmış olan armut ağacı, duvardaki saat, masadaki küllük, cepteki sigara, öğretmenler, güvercinler, sürü halinde dolaşan kargalar, yeni bir zaman yaratmak için filozoflaşıyorlardı bu donmuş zamanda. O zaman ne ağır şeydir, ne ağır yerinden kımıldamaz ve yerinden hiç bir şeyi kımıldatmaz bir mahluktur bilemezsiniz. Nasıl oluyordu da yağmur, mahallemizin kahvesindeki duvardaki saatten, ve hatta tüm şehirdeki tüm saatlerden bu şekilde kendisini kurtarabiliyor, her şeyi kendi akışına, gökyüzünden inişine mahkum bırakabiliyor ve her şeyi gökyüzünden inişine karşı sakinleştiriyor, ağırlaştırıyordu. Meydanda kimseler yok. Hazır kimseler yokken bu donmuş zamanın içinde birden bire küçük bir düşünce filizleniyor ruhumda. Bu şey nasıl tasvir edilebilir? Bize yani kendimdeki çoğul kişiliğe, herkesin yani herkesle-şen bir şeyin sahip olamadığı, çalışmayla, okumayla ele geçmeyen, ancak bir büyücü ya da ağızı gerçekten dualı birisinin yardımıyla lisanımıza gönlümüzden süzülecek ama en nihayetinde hiç bir insanoğlunun lisanına ait olmayan bir dil, bir anlatış tarzı lazım. Okuyanların ne allattığını anlamadığı, ne geveliyor bu dediği, okumakla ele geçmeyen, düşünmekle kendini açmayan, uzun bekleyişlere gebe olan, uzun bekleyişlerden sonra gönlün en derinlerinde kabararak beliren, ancak kendini bu hikayenin bir parçası olarak kabul ettiğin zaman senide hikayeleştiren bir dil, bir anlatım lazım. Her edebiyatçının yapageldiği gibi, aklın; eşyaları birbirine nispet ederken meydana çağırdığı kelimelerle, bunu beğenmeyip sonra bu eşyanın nispetine kendini ekleyerek yeniden bir çağırışta bulunduğu kelimelerle bu iş olacak gibi değil! Bize bir büyücü lazım. Bize bir büyücü lazım ki ancak büyülenenlerin, büyülenmek istidadı olanların gönüllerine tesir edip bizi bu donmuş zamanın sırrına eriştirebilsin! Meydanda yine kimseler yok. Biraz önce iki masa ötede kağıt oynayanlar yandancılarıyla birlikte çoktan içeri kaçmışlar yağmurdan. Bir tek ben kaldım sonunda. Birde şu armut ağacının dibinde sevişen iki serçe. Serçelerde zaman mefhumu nedir bilmiyorlar. Demek ki kafam yavaştan yavaştan çözülüyor, donmuş bu buzul inceden inceden eriyerek zamana karışıyor, serçelerin hareketlerine sevişmelerine eriyordu. Yağmurun iri damlalarına karşı bütün ömürleriyle, hevesleriyle atılan bu serçeler, onların tüyleri üstünde akmadan buhar oluyor, sevişen şu serçelerin sıcaklıklarına, ruhlarına, vücutlarına siniyordu. Gökyüzünün en belirsiz yerlerinden, yeryüzüne nuzül eden bu küçücük bir damlayı; tüm tabiat, bu sevişen serçeler, çatlama duasıyla yalvarıp yakaran tohum, dudakları sarkmış ve yarılmış toprak, duvarda durmuş ve kollarını iki yana açmış olan saat ve kahve köşelerinde ancak beklemeyi bilen ben, nasılda kendilerinden umulmaz bir özlemle yağmuru ruhumuza içiriyor ve sindiriyorduk. Ne talihsiz şu yancılarıyla içeri kaçan adamlar. Ah kollarını iki yana açmış olan saat ahh! Ah çatlama duasıyla yalvarıp yakaran tohum! Ah serçeler ahh! Ne bahtiyarlardır sizden bizden! @tbozdogru-Tosya-07/04/2017
Temel Bahadır ÖZDOĞRU
1 note · View note
geceegibi · 8 years
Note
P3- bu sene o mrb mrb olduğum çocukla iyice yakın arkadaş oldum. Satranç oynuyoruz mesela oradan falan yakınlık geldi. Neyse bizim merhum bir hocamız var, ona ait bir oda ayirmislar, bu arkadaş, ona da A diyelim, çok güzel resim yapıyor. Bildiğin böyle 💥. İşte bir arkadaş daha var onunla da yakinim, ikisi de erkek, bunlar resim çizerken hep soruyom, kanka C senin akraban mı diye ama bilmiyorlar ki ben B yi ogrenmek istiyorum... İşte birkaç hafta konuyu bağlamaya çalıştım olmadı. Sonunda....
Bir de bu nasıl anlatış tarzı böyle yaa çok yoruldum anlamaya çalışırken asdfghjk
1 note · View note
dramatik-buluntular · 8 years
Photo
Tumblr media
Uygarlığın Huzursuzu Bir İsim: Tezer Özlü
Doğumlarının aslında ölümlerinin de başlangıcı olduğunu bilenler Tezer Özlü’nün kitaplarında kendilerinden çok ‘kendilikler’ini bulacaklar. Onun, sevdiği adamı -Hans Peter- “Kafatasım bu; kendi ölümüm!” diye tariflemesini; sevdikleri adamları/kadınları kendilikleri haline getiremeyen ve ölümün de yaşama dair olduğunu bilmeyenler garipseyecekler. Tezer Özlü; resmi ideolojiyle, ataerkil düzen ve onun her türden türeviyle geçinemeyen ve bunun huzursuzluğunu kemiklerinin iliklerine kadar hisseden,dolayısıyla acılarını haykırmaktan ve bütün bunlarla hesaplaşmaktan çekinmeyen, cüretkar bir kadındır… Kadındır ve kadın olmaktan sancır onun sözleri. Acıları da acılarını anlatış tarzı da, acılarının salt dünyevi olmamasından ötürü farklıdır. İntiharı düşünecek kadar sistemden bezmenin ve çevresindeki insanların acılarını sahiplenecek kadar yaşam dolu olmanın tezahürüdür yaşamı.
Evet, ölümü sık sık düşünür Özlü. Ama ölümü yaşamdan ayırmadan. Yani ölümün de yaşama dair olduğunu bilmenin istenci ile. Kanserli bedeniyle yazdığı ve kendisini farkında olmadan ölümsüzlüğe götürdüğü yazıları ölümü neden istediğinin apaçık tezahürüdür. ”Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum.İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.”(1) diye seslenir ahlak meftunu kesime.Toplumsal rollerden sıyrılamamış; insanları yaptıkları işlerle, giydikleri kıyafetlerle, evlilikleriyle, okullarıyla, kurumlarıyla tanımlayan insanların yüzlerine bir çığlık patlatır. Bireyin yalnızlığını da toplumdaki amansız hastalığa mal eder ve :”Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.”der.(2)
Mutsuzluğu kutsamaz, zaten mutsuzdur. Nietzsche’yi anımsatır tarzı(öldürmeyen şey, yani acıları, onu güçlendirmiştir) Tezer’e dair ilk bakışta göze çarpanlardandır. Zira ;onun için yaşadığı hastalıklı toplumda başka türlüsü mümkün değildir. Ona göre asıl ölüm normallik ve normal kalabilme çabasıdır. Çünkü sistem normalliği dayatmaktadır. Ve sistemin dayattığı normal akıl, Tezer’in kabul edeceği türden değildir. Elektroşoklarla tedavi edilen(!) hastalar (ki buna kendisi de dahildir)gözünü açmıştır artık ve kendi ölümünü kendi yaratmak istemektedir. Bu yüzden ‘intihar’ der Tezer. Onunki doğru okunduğunda basit intihar girişimlerinden değildir. Doğumunun kendi kontrolünde ontolojik bir anlamı olmadığından, ölümünün sınırlarını kendisi çizmek istemektedir. Özlü; kimseye umutsuzluğun formülünü sunmadığı gibi haliyle, mutlu olmanın yollarını da sunmaz. Çünkü; o çok sevdiği Pavese’nin dediği gibi “Dünya nasıl olması gerekiyorsa, öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.”Özcesi: bireye, acılarıyla yüzleşmenin kurtuluşu getireceğine inanmaktadır.
Elektroşoklarla kapatıldığı akıl hastanelerinden “Çocukluğun Soğuk Geceleri”nde hesap sorar. Kanserli bedenine rağmen bilindik kahkahasıyla gülümseyiverir “Kalanlar”dan.
Ve modern dünyanın insanlarına: ”Karşı çıkmak isteğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun.”(3) diye seslenir.
En yakınlarından olan Ferit Edgü’nün “En korktuğu, en tiksindiği şey baskıydı. Her türlü baskı. Her türlü baskının insanın özünü yok ettiğine inanmıştı. Bir döneminde yaşadığı elektroşoklar da bir baskıydı. Tüm baskıcıları faşist olarak niteliyor.” diye tariflediği Özlü, ait olmak zorunda hissetmediği faşist düzenle de daimi hesaplaşma halindedir. Yaşadığı yeri, yurdu yapmasına izin vermeyenlerle, en makul isteklerini gerçekleştirme yolunda karşılaştığı engellerle bir hesaplaşma halindedir. On’lu yaşlarda çevresini ve çevresindeki sessizliği tanımlamaya çalışmış, yirmi ila otuz yaşları arasında çıldırmanın sınırlarını zorlamış, otuz ile kırk yaşları arasındaysa kendi tabiriyle” ne akıllı ne de çılgın” bir kadın olmuştur. Kırk yaşına geldiğinde artık özlemleri bitmiştir. Şehrin anlamsız gürültüsü içinde kendini koyabileceği bir yer kalmamıştır.
O alıştığımız kiremit kaplı romanların dışında bir tarzı olduğu ve beylik laflar etmeden derdini anlatabildiği için edebiyatta da bir bakıma yalnızdır o. Yazılarında modern olanın ve her türden sistematik aklın karşısında yer aldığı için post-modern olarak tariflenir. Kimi edebiyat çevrelerinde ise bireyin bunalımlarını, kent hayatının acımasızlığını derinlemesine yansıttığı ve ‘yeterince gamlı olduğu’ için Oğuz Atay’ın kadın versiyonu olarak addedilir.
Kendini “Ben belirli sınırları olan bir küçük burjuvayım” diyerek tasvir eder. Kendilik bilinci hakimdir, ancak bu kendilik bilinci bir adım ileri taşımaz Tezer’i. Yaşadığı bireysel buhranın toplumun büyük bir kesmine hakim olduğunu zaman zaman gözden kaçırır, zaman zaman da görmezden gelir. Bireysel kurtuluşu çözüm olarak araması ve Tezer Özlü’ye en yakını Leyla Erbil’le bireysel-toplumsal kurtuluş üzerine yaptıkları tartışmalar da bu durumun izdüşümüdür.
Leyla Erbil 1 Mayıs 1977’de yaşananları kendi gözünden şöyle anlatmaktadır: “O gece sabaha kadar uyanık Tezer. Sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor,çatal bıçakları ovup parlatıyor. Devletin üzerine sıçrattığı kanı yuğup arıtmak istiyor. Sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. Mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise, “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” tümcesini sürekli yineliyor…”(4)
Yerleşikliğin ve uygarlığın huzursuzluğunu boynunda pençe gibi hisseden “gamlı prenses”in bu doğal serüveni uyumsuzluklarla doludur. Yerleşik olanla, uygarlıkla, her türden baskı ve yaşamak istediklerine tahammül edemeyenlerle daimi bir uyumsuzluk… Ve öyle görünüyor ki;eğer yaşasaydı, bugünün dünyasında kapitalizmin ürünü toplumsal yabancılaşmayla yine uyumsuz bir hesaplaşma halinde olurdu.
Yazının yazılma amacını yine Tezer’e bırakıp, yazıyı tamamlayalım: “Neden yazılır?Dünya acılı olduğu için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü,insanın kişisel özgürlüğü,kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar.”(5)
Uygar-huzursuz(!) bu öfkeli kadına selam olsun…
Dip Notlar:
(1)Özlü,Tezer.Yaşamın Ucuna Yolculuk.16.Baskı.İstanbul,Haziran 2011:Yapı Kredi Yayınları s.57
(2)Özlü,Tezer.Kalanlar.11.Baskı.İstanbul,Ekim 2012:Yapı Kredi Yayınları s.59
(3)Özlü,Tezer.Çocukluğun Soğuk Geceleri.19.Baskı.İstanbul,Ekim 2012:Yapı Kredi Yayınları s.12
(4)Erbil,Leyla.Zihin Kuşları/Benim Gözümden Tezer Özlü.4.Baskı.İstanbul,Ağustos 2013:Türkiye İş Bankası Yayınları s.154
(5)Özlü,Tezer.Yeryüzüne Dayanabilmek İçin.1.Baskı.İstanbul,Ocak 2014:Yapı Kredi Yayınları s.10
Eda Pınar (anahatadergi.org sitesinden alınmıştır.)
Dünyalılar
1 note · View note
eserozetlerim · 3 years
Text
Kan Varsa Roman Özeti – Stefan King
New Post has been published on https://eserozetleri.com/kan-varsa-roman-ozeti-stefan-king/
Kan Varsa Roman Özeti – Stefan King
Kan Varsa Roman Özeti – Stefan King
Kan varsa, beyazperdeye uyarlanan pek çok eseri ile ön planda olan yazarlardan birisi olan Stefan King’in bir eseridir. Özgün kurguları ile insanların dikkatini çekmeyi başaran ve akıcı dille kaleme alınan birçok eser meydana getiren yazar, bu romanıyla da insanların meraklarını canlı tutmayı başarıyor. Yeni kitabında 4 öyküyü bir araya getiren King, 432 sayfadan meydana gelene bir kitap olarak bilinmektedir. Her bir öykü, Stefan King’e özel anlatış tarzı ile okurlarla buluşturulmuş. Kan Varsa kitabı Gökçe Yavaş’ın Çevirmenliği ile Altın Kitaplar Yayınevi Etiketiyle raflarda yerini aldı. Bu yazıda Kan Varsa Özeti ve diğer detaylar hakkında bilgi alabilirsiniz. Kitabın orijinal ismi If it bleeds.
Türü
Roman
Önemi
Korku kitaplarının en usta yazarlarından olan Stephen King’in son çıkan kitabı Kan Varsa her biri okuru kendi korku dolu dünyasına çeken dört uzun hikâyeden meydana gelmektedir. Holly’nin ilk yalnız macerasının dışında Bay Harrigan’ın Telefonu, Chuck’ın Hayatı ve Sıçan başlıklı öyküler usta kalemin yeteneği ile uykularınızı kaçıracak.
Kan Varsa Özeti
Gerilim dolu romanları ile bilinen ve romanlarındaki kurgusu ile insanları macera dolu dünyalara sürükleyen King’in yeni romanı Kan Varsa, 4 farklı öyküye ev sahipliği yapıyor. Bu öykülerde, daha önceki romanlarının bir kısmında tanıdığımız Dedektif Holly Gibney bulunmakta. Oldukça ilgi çekici içeriği ile birlikte en sevilen King romanlarından biri olmaya adan Kan Varsa’nın şimdiden pek çok insn tarafından ilgi ile okunduğunu ifade etmek olanaklı.
Dört farklı öyküden meydana gelen kitap, kan varsa haber de vardır mantığı ile olayları anlatmış. Başarılı ve ödüllü romanları ile uzun zamandır dünya edebiyatında hak ettiği bir konumda yer alan King, Kan Varsa adlı kitabıyla da insanların ilgisini üzerine çekmeyi başarmış gibi duruyor.
Bay Harrigan’ın Telefonu Hikayesi
Craig, kendisine kazanan bir piyango bileti hediye eden emekli Bay Harrigan için bir iş bulur. Craig daha sonra Bay Harrigan’a piyango biletinden kazanılan paranın bir kısmını kullanarak bir telefon satın alır. Sonunda, Bay Harrigan ölür ve olaylar gelişir.
Chuck’ın Hayatı Hikayesi
Chuck Krantz’ın hayatının sona ermesiyle başlayan ve zamanda geriye giderek, onun hem neşe hem de hüzün dolu bir hayatı nasıl yaşadığını göstermek için tersten anlatılan bir hikâye.
Kan Varsa Hikayesi
Finders Keepers dedektiflik bürosundan Holly Gibney, televizyonda bir okul bombalamasının görüntülerini gördüğünde kayıp bir köpek vakası üzerinde çalışmaktadır. Ancak gece yarısı raporuna tekrar girdiğinde, olay yerine ilk gelen muhabir hakkında pek de doğru olmayan bir şeyler olduğunu fark etmiştir. Şüphelenen yalnızca o değildir.
Holly Gibney, dedektiflik ajansında rutin işleri ile ilgilenirken bombanın patlatıldığı okul ile alakalı haberi yapan muhabire kafası takılmış idi. Bir yabancı olan muhabirin Gibney’in dikkatini çekme noktasında ilgi çeken taraf neydi?
Sıçan Hikayesi
Hikaye, kısa öyküleriyle çok iyi olan, ancak beğeni toplayan bir kısa öyküsüyle bir romanı bir araya getirmekte gerçek sorunları olan yazar Drew Larson’a odaklanıyor.
0 notes
mustafaokutan · 6 years
Photo
Tumblr media
@kitap_muptelasi_ #kitapokufotografcek #patrickness yazarın daha önce #sonveötesi kitabını okumuştum ve çok beğenmiştim. Yazarın olayları anlatış tarzı çok farklı. Bu kitabı daha önce neden okumadım ve beklettim diye düşünmüyor değilim. #bizölümlüler kitabını Mikey anlatıyor. Her bölümün başında fantastik bir kurgudan, indie çocuklar, mavi bir ışıktan, ölümsüzlerden ve tanrıdan bahsediliyor. Bu da kurguya ayrı bir renk katmış. İki farklı kurgu okuyormuşsunuz gibi hissediyor ve bu iki kurguyu yazarın nasıl birleştireceğini merak ediyorsunuz. Mikey, aşırı derecede takıntılı bir çocuk ve bazen bu takıntısı ona fiziksel zararlar verebiliyor. Takıntılı olmasının sebepleri hem ailesi hemde çevresindeki insanları yanlış anlamasından kaynaklıdır. Alkolik bir baba, kendini politikaya adamış bir anne, sevdiği kız mezun olunca ailesi ile Orta Afrikaya gitmek zorundadır ve anoreksik hastası kızkardeşi. Ancak onu bu durumdan kurtaracak ve her zaman yanında olacak , eşcinsel ve yarı tanrı olan dostu Jared var. Bu ikisinin dostluğunu kıskanabilir siniz. Çünkü insanın iyi ve kötü günde her zaman arkasını yaslaya bileceği bir dostu olmalı. Mikey ve arkadaşlarının tek bir amacı vardır. Liseden mezun olduktan sonra iyi bir üniversiye gitmek. Mikey duygularını Henna'ya açabilecek mi? Jared tam tanrı olmayı seçecek mi? Mikey takıntılarından kurtulabilecek mi? Mavi parlak gözlü ne olduğu bilinmeyen şeyler ölümsüzleri serbest bırakacak mı? İndie çocuklarının öldürülme sebepleri nedir? Bunları merak ediyorsanız #bizölümlüleri hemen alıp okuyun. Henna'nın duygularından emin olmak için yaptıklarına sinir olsanız da güzel vakit geçireceksiniz. 📑"Kalbin de patronun değil.Öyle olduğunu düşünürsün.Ama değil.Her zaman seçebilirsin.Her zaman." 📑"Nezaket en önemli şeydir.Acıma bir hakarettir.Nezaket bir mucizedir." 📑"Hiçbir şeyi acıyarak yapmam.Acımak küçümsemektir. Acımak,diğer kişiden daha yüksekte olduğunu varsaymaktır." Kitap Sayfa:260 #bizölümlüler #patrickness #yabancıyayınları #okudumbitti #kitapyorumu #kitapalıntı #kitapmüptelası #debininkitapları #kitapkurdu #kitapbağımlısı #bookstagram #bookworn #booklover #bookporn #like4like #reading #kitaplariyikivar #kitapokufotografçek
0 notes