Tumgik
#dedemin evi
ahhasret · 2 months
Text
Tumblr media
Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?
Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…
Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları “Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.
Ben altı yaşında büyüdüm.
Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.
Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.
Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.
Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.
Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.
Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.
Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.
Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…
Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.
Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.
“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”
“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”
“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?
Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…
O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?
Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.
On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.
Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…
Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.
Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.
Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”
Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.
Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.
Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.
Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.
Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.
Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.
Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.
Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”
Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.
Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu djestekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum...
Gün Semray
32 notes · View notes
cennettenbirdamla · 8 days
Text
Yağmur yağdığında aklıma hep ortaokul ve ilkokul zamanım geliyor. Anneannemlerin üst katında oturuyorduk ve dedemler Makedonya'dan geldiğinde kendileri yapmıştı bu evi bu sebeple bahçemiz şu dolardı ve çok fazla sıkıntılı kısımlar vardı. Bahçemize her yağmurda şu dolduğu için okula giderken dışarı çıkarken falan yüksek taşlardan yol yapardı dedemler onun üstüne basa basa parkur gibi giderdik. Taşlar yoksa da dedemin çiftçi botları vardı her seferinde ayağımdan çıkan ve şu olmama sebep olan onları giyerdim. O zamanlar çok severdim ve hala özlüyorum O bahçeyi ve evi.
3 notes · View notes
aynodndr · 4 months
Text
Tumblr media
Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?
Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…
Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları “Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.
Ben altı yaşında büyüdüm.
Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.
Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.
Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.
Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.
Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.
Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.
Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.
Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…
Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.
Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.
“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”
“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”
“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?
Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…
O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?
Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.
On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.
Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…
Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.
Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.
Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”
Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.
Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.
Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.
Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.
Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.
Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.
Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.
Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”
Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.
Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum...🙏
Gün Semray
5 notes · View notes
sitareblog · 2 years
Text
Tumblr media
|Sezgin Kaymaz, Bakale
Kitabının öyküsü;
"Benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim ben de ona. Dedeme ise dede.
Dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye.
“Sen yorulma, ineği ben sağarım.” Gider sağardı.
“Su vereyim mi Bakele?” Verirdi.
Bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “Dur Bakele…” derdi elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.” Yakardı.
Şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, ne olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı.
“Sen niye okumuyosun dede?”
“İşte ben de gazete bakıyorum ya.”
Yanlarına gittiğim her yaz bir şeyler öğrenirdim. Kitap okunur, gazete bakılırdı meselâ. Sağılan ineğin arkasında durulmazdı. Uyuyan köpeğin yakınından geçilmez, eriğe tırmanılmaz, örümcek, kelebek öldürülmezdi.
Öğrenirdim.
Bakele macirdi.
“Macir ne demek dede?”
“Göçmen demek oğlum.”
“Göçmen ne demek?”
Başka memleketten gelmiş insan demekti.
Okul gibiydi benim için köy. Duvarsız, çatısız. Kışın şehirde okurdum, yazın köyde.
Yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı klitapları kendim okumayı öğreniyordum.
Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de.
Ve Bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için.
Babam annemden su isterdi: “Semiha, su getir.” Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. Soğutur da getirirdi hem.
“Semiha çay koy.” derdi babam. Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder, “Beğendin mi?” diye de sorardı.
Babam anneme kızardı sık sık. Temizlik yaparken “Ayağını kaldırıver.” dediğini duysa, “Bir rahat vermedin.” diye terslenirdi. “Bağırttıracaksın beni şimdi çocuğun yanında.” Annem korkardı babamdan.
Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden hiç korkmazdı.
Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim.
Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz. Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş.
Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geliyordu gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim yorulmasın diye ineği sağacak, rahat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti?
Ne edecekti?
Biz vardığımızda gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüze düştü, annem ağlar, babam ağlar, köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman Bakele’ye gitti aklım.
Vesile?
“Acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “Bakele babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele yedi göbekten müslümandı.
Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade.
Annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedeğimin eteğine.
“Dede?..” dedim, "Bakale ne demek"
Anlattı.
“Canım” demekmiş.
Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve “Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş.
İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele...” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.
Bakele dönüp bakmış.
Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.
Beklemiş beklemiş Bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim….” demiş. “Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.”
Aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış, öyle dedi dedem."
...
35 notes · View notes
cicekbozugu · 1 year
Text
molamda arşive daldım biraz ve elbistanda çektiğim bissürü fotoğrafı gördüm artık ne o her yaz gittiğim dedemin evi var ne de şehir eskisi gibi gün içerisinde bi şeylerle uğraşırken aklımdan çıkıyo ama ne biliyim insan bir gecede kaybedebilmiş olmayı kabullenemiyo
13 notes · View notes
kurbaga · 9 months
Text
dedemin babasının abisi askerden birkaç yıl dönmeyince öldü diye haber gelmiş, nişanlısını dedemin babasıyla evlendirmişler. sonra adam dönmüş evi böyle bulunca ailesiyle konuşmadan çıkıp izmir’e? gitmiş çoluk çocuk yapmış galiba ama kimse ne olduğunu tam bilmiyor. böyle dramatik anadolu hikayeleri için babaanneme ulaşabilirdiniz ama öldü rip queen
5 notes · View notes
oguzatayinruhu · 7 months
Text
Gece köydeki evi gördüm rüyamda.
Dedemle ve çocukluğumla geçen evi.
Büyükbabamın bi kaç oğlu doğumda ölmüş, dedem ölmesin diye yaşlı bir ruh üç çivi çak demiş. Çakmış. 70 sene çakılı kalan çiviler, amcam ölünce şehre gelen dedemin o evi kimseye sormadan satmasıyla tadilata girmesiyle söküldü. Kanser başladı.
Hayat gerçekten inananlara baya enteresan.
Neyse ben köye gitmiyorum. O eve bakınca masumiyetimin nasıl ziyan olduğu geliyor aklıma, altından geçen dere (doğayı sevişim), babaannemin elleri (saf sevgi), oyunlar falan.
Geçen sene de görmüştüm aynı rüyayı. Rüya görmüyorum görünce bu mesajları düşünüyorum. Bakalım çıkar kokusu.
1 note · View note
eskibirhirka · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Tam 1 haftadır şu aptal puzzle üzerinde çalışıyorum. Boynum sızım sızım sızlıyor ve sadece bu kadar ilerleyebildim. Kafam dağılsın dedim iyice sinirim bozuldu. Daha fazla ilerleyemiyorum.
Bu arada gbt'mi sorgularsanız hakkımda açılmış bir dava görürsünüz. Belalıyım diyorum inanmıyorsunuz. Bu sosyofobiklikle ne kadar belalı olunursa artık! Zamanında anam babam dedemin evinin üstüne (tamamen maddi manevi olarak kendi cebimizden, boğazımızdaki rızkı keserek) ev yapmışlar. Çocukluğum falan hep o evde geçti benim. Babam vefat etmeden önce adamın birine evin projesini çizsin de evi üstümüze alalım diye peşin para vermiş adam da paranın üstüne yatıp projeyi çizmemiş, babam vefat edince de çok saygı değer! dedem anneme "Sen evlenirsin." diyerek evi üstümüze yapmadığı için ev şu an hukuki olarak diğer iki amcamla ortak gözüküyor. Miras konusunda da anlaşamayınca büyük amcam bizi mahkemeye vermiş. Kendi oturduğumuz ev elimizden gidiyee kısacası. Son zamanlarda hiç görüşmediğim kadar çok avukatla görüştüm. Maalesef ev dedemin arsası üzerinde olduğu için hukuki olarak bi' bok yapamıyoruz. Bütün herşey bizim aleyhimize.
Dava tebligatı geldiğinde ellerim ayaklarım tutmadı bir süre. O güne kadar Hukuk bilimine dair tek bildiğim şey Müge Anlı'daki avukat amca ve Kpss Vatandaşlık ile öğrendiklerim. Avukata bir gidişim var avukatın bana ilk sorduğu şey "Sen dayak mı yedin?" Artık nasıl bir halde girdiysem büroya. Dayak yemedim Avukat ablacım anksiyetik kişiliğim hortladı onun yankısı bu. Neyse cevap dilekçesi için 2 haftalık bir süre vardı bir şekilde dilekçeyi yazdık yolladık. Süreç bize pahalıya patlayacak ama hadi hayırlısı!!!
Tabi bu olayın üzerinden de 2 haftadan biraz fazla geçti. Daha sakinim şimdi. Kendimi bu puzzle'a verdim düşünmeyeyim diye. Puzzle da görevini layıkıyla yerine getiriyor kendisinden başka bir haltı düşünmüyorum.
Kpss de açıklandı. Ben 80.9 almışım ama 81 diyorum çünkü neden olmasın ki? Muhtemelen bana devlet yolları göründü. Tabi devlet babamızın canı atama yapmak isterse. Kısmet!
Saat gecenin 1'i olmuş. 3000 lik puzzle'dan 3 parça daha yerleştireyim de 2997 parçam kalsın geriye. Gerçi bundan daha az kalmıştır, abartmayalım. Amaan ya da abartalım çünkü neden olmasın ki?
Tumblr media
10 notes · View notes
yakazakalb · 1 year
Text
Bugün n'oldu biliyor musunuz? Misafirler ( bey ekibi) çaylarını içip teravihe kalkınca ben de toparlanıp evi /mutfağı öylece bırakıp teravihe fırladım. Önceden olsa yapamazdım. Büyük gelişme.
Sonra bir de sahile gittik.
Rahmetli dedemin bir sözü vardı , ben de onu söyledim içimden.
'olursa olsun, ölürse ölsün.' ddhbdsss
Tumblr media Tumblr media
5 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 2 years
Text
Tumblr media
BAKELE
Benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim ben de ona. Dedeme ise dede.
Dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye.
“Sen yorulma, ineği ben sağarım.” Gider sağardı.
“Su vereyim mi Bakele?” Verirdi.
Bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “Dur Bakele…” derdi elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.” Yakardı.
Şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, ne olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı.
“Sen niye okumuyosun dede?”
“İşte ben de gazete bakıyorum ya.”
Yanlarına gittiğim her yaz bir şeyler öğrenirdim. Kitap okunur, gazete bakılırdı meselâ. Sağılan ineğin arkasında durulmazdı. Uyuyan köpeğin yakınından geçilmez, eriğe tırmanılmaz, örümcek, kelebek öldürülmezdi.
Öğrenirdim.
Bakele macirdi.
“Macir ne demek dede?”
“Göçmen demek oğlum.”
“Göçmen ne demek?”
Başka memleketten gelmiş insan demekti.
Okul gibiydi benim için köy. Duvarsız, çatısız. Kışın şehirde okurdum, yazın köyde.
Yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı klitapları kendim okumayı öğreniyordum.
Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de.
Ve Bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için.
Babam annemden su isterdi: “Semiha, su getir.” Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. Soğutur da getirirdi hem.
“Semiha çay koy.” derdi babam. Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder, “Beğendin mi?” diye de sorardı.
Babam anneme kızardı sık sık. Temizlik yaparken “Ayağını kaldırıver.” dediğini duysa, “Bir rahat vermedin.” diye terslenirdi. “Bağırttıracaksın beni şimdi çocuğun yanında.” Annem korkardı babamdan.
Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden hiç korkmazdı.
Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim.
Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz. Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş.
Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geliyordu gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim yorulmasın diye ineği sağacak, rahat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti?
Ne edecekti?
Biz vardığımızda gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüze düştü, annem ağlar, babam ağlar, köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman Bakele’ye gitti aklım.
Vesile?
“Acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “Bakele babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele yedi göbekten müslümandı.
Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade.
Annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedeğimin eteğine.
“Dede?..” dedim, “Bakele ne demek?“
Anlattı.
“Canım” demekmiş.
Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve “Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş.
İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele...” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.
Bakele dönüp bakmış.
Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.
Beklemiş beklemiş Bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim….” demiş. “Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.”
Aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış.
Öyle dedi dedem.
Sezgin Kaymaz /Bakele
11 notes · View notes
akinci · 2 years
Text
YAŞANMIŞ BİR KURBAN BAYRAMI HİKAYESİ..!
“Gölcük depremi öncesiydi. O zamanlar İlköğretim 5 ci sınıfa gidiyordum. Kimseye muhtaç değildik. İnşaat kalfası olan babam inşaatını yaptıkları bir kooperatife girmişti.
“Altı, yedi aya kalmaz, evimize taşınırız” diye hayaller kuruyorduk.
Derken, 17 Ağustos’ta korkunç bir sallantıyla uyandık. Çok şükür ne bizde ne de yakın çevremizde kötü bir şey yoktu.
Binamızdaki hiç kimseye zarar gelmemişti, ama yaralarımız derinleştikçe farklı yaralandığımızın farkına varmaya başladık.
Depremle birlikte inşaatlar durmuş, babam işsiz kalmıştı.
Biz ne kadar kısmaya çalışsak da olmuyor, babamın arada bir bulduğu tadilat işlerinden kazandığı para evi geçindirmeye yetmiyordu.
Kış boyunca babama hiç iş çıkmadı. Ümitlenerek gidiyor, üzülerek geri dönüyordu.
Ramazan bayramına bir kaç gün kalmıştı. Babam, eve sevinçle geldi. Bir iş bulmuştu. Üstelik sigortalı. “Evraklarını tamamla gel” demişler. Sevinçle haber verip uçar gibi çıktı. “Bugün yetiştirmeliyim” diyordu.
Bir kaç saat geçmişti ki, karşı komşumuz telaşla içeri girdi. Yüzünde ürkütücü bir ifade vardı.
“–Korkmayın, ama babanız küçük bir kaza geçirmiş” dedi.
Hastaneye gittiğimizde babamın yüzü sapsarıydı. Kol ve bacağı alçıya alınmıştı. Kırmızı ışıkta süratle gelen bir araç çarpmıştı. Biz sağ oluşuna dua ederken babam, gözlerinden akan yaştan utanıyor gizlemeye çalışarak:
“–Neden ölmedim, yükünüzü arttırdım” diyordu.
Bir müddet sonra babam eve çıktı. Sobamız yanmıyordu, evimiz soğuktu. Bir kaç komşu belediyeye telefon ederek bize kömür istemişler. “Yok” denilmiş. Önceden kayıt olmak gerekirmiş.
Böylece ‘Şekersiz’ Ramazan bayramımız da gelip geçti. Tüm zorluklara rağmen hava biraz daha ısınmış, babamın kolundaki alçı alınmıştı, ama bacağı hala alçıdaydı.
Ardından kurban bayramı geldi. İçimden;
"12 daire var bizim apartmanda, bir çoğu da kurban kesecek. Nasılsa bize de verirler; Annem sevdiğim et yemeklerinden pişirir” diyordum. Ben pencereden seyrederken, karşıdaki boş arsada, kurbanlar kesildi, yüzüldü, leğenler dolusu etler evlere taşındı. Her kapı açılışında, evlerde kavrulan etlerin
mis kokuları evimizin içine kadar yayıldı. Ama ne hazindir ki, bir tek et getiren bile olmadı.
Komşu evinden seslendiler. Babaannem köyden telefon açmış. Konuşurken, sesim
ona iyi gitmemiş. Israr ve telaşla sordu:
‘Baban mı kötüleşti?’ diye.
“Yok” dedim yavaşca. “Komşular bize kurban eti vermediler.”
Yaz aylarında babaanneme giderdik.
Adına ‘Güccük’ dediği bir kara ineği, beş
altı da tavuğu vardı. ‘Güccük - müccük ama sütü iyi” derdi. Sağarken ona türküler söylerdi.
Bayramın üçüncü günü sabah erkenden kapı çalındı. Babaannem di gelen. Koşup karşıladık. Ağlayarak sarıldı hepimize. “Kuzularım, kuzularım” diyordu. Size çok et getirdim.
Buzdolabını tıka basa etle doldurduk.
Ablam aceleyle doğradı. Etlerin pişerken çıkardığı cızırtılardan saldığı mis gibi koku, iki gündür kabaran iştahımı daha da körüklüyordu. Ağzım sulanarak dolanıp durdum ocağın etrafında. Sofra beklemeye tahammülüm kalmamıştı. Çatalı alıp batırdım. Üfürerek ağzıma alıyordum ki, babamın babaanneme:
“–Ah anam ahh! Neden kestin güccük ineği?” diyen sözleri kulağıma çalındı.
Midemin kalkıp, başımın döndüğünü hissettim. Elimdeki çatalı bırakıp koşarak dışarı çıktım. Dedemin katığı, babaannemin umudu, türküler yakarak sağdığı Güccük, benim canım et istedi diye mi kesilmişti?
Sofra kurulduğunda kolumdan çekip ısrarla oturttular. Yine batırdım çatalı isteksiz ve utanarak. Boğazıma bir şeyler tıkanıyordu. Gözümden yaşlar boşaldı.
“Ne oldu neyin var?” diye sordular.
“–Dişimmm...! diye karşılık verdim.
Dişim çok ağrıyor.”
* * *
Yukarıda okuduklarınız, bir çocuğun belleğine hiç çıkmamak üzere kazınmış, mutsuz bir bayram anısıdır.
Kurbanda en çok hatırlanması gerekenler, evlerine hiç et girmeyen fakirlerdir. Onları da hatırlayalım ki bayram hepimizin bayramı olsun..
Netten Alıntıdır
12 notes · View notes
aynodndr · 1 year
Text
Tumblr media
Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?
Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…
Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları “Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.
Ben altı yaşında büyüdüm.
Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.
Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.
Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.
Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.
Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.
Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.
Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.
Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…
Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.
Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.
“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”
“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”
“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?
Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…
O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?
Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.
On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.
Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…
Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.
Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.
Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”
Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.
Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.
Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.
Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.
Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.
Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.
Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.
Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”
Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.
Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum...🙏
Gün Semray
12 notes · View notes
annemkedimvekahvem · 4 months
Text
İyi ki doğdun, iyi ki varsın canım annem. Her yıl sana anlamlı olabilecek hediyeler seçmeye çalışıyorum ama hiçbiri bunun kadar anlamlı olamamış olabilir. Doğduğun güne özel olarak seçtiğim bu kitap yalnızca benden sana değil, hatırlıyor musun geçtiğimiz günlerde bir akşam bir kez de olsa dedemle bağ kurabildiğimden söz etmiştim, onun bir bilge olduğunu biliyorum ve bana anlatmak istediğinin ne olduğunu da. O olmasaydı ben bu kadar derin düşünemezdim eminim, onun mirası zihnimde derinleşen bu yollar hele ki babamın da senin de pek kitap okuma alışkanlığınız yokken, daha evimizdeki kütüphanemizdekileri henüz okumamışsınızken, benim içime doğan kültürel erdemlerin, kişisel bir ilgi olarak gerçeğe ulaşma arzumdaki kuvvetli isteğin, kitapların açtığı kapıların kudretini görebilme kabiliyetimi dedemden aldığımı biliyorum ve ne yazık ki ailemiz onun kütüphanesine sahip çıkamadığı için hiçbir kitap kalmadı onun ardına, onun bilgilerinin kaynağı torununa miras olmadı ama torunu ondan genini miras aldı, hem de dünyanın en yaratıcı, hayalperest, renkli ve duygusal zihnine sahip oluşumu senden alırken babamdan pratik zeka ve orijinalliğini alıp dedemin de bilgeliğini alabilmişim.
Diğer bazı güçlü olarak alamadığım özelliklerim de olabilir ailemizden ama ben şikayet etmeyi bir süre önce bıraktım çünkü söylenmek, şikayet etmek çaresizliğin bir sonucu. Şimdi sadece "bunu nasıl iyileştirebilirim, iyileştiremediğim süreçte nasıl dönüştürebilirim kendi içimde" diye düşünerek yaşamayı daha akıllıca buluyorum. Dedem sana kendi kitabını vermiş sen bahsetmiştin, okuyamadığını söylemiştin, hatta sana trip attığından. Şimdi bu hediye kitap bizden, onun da mirasıyım ben, her halükarda ailemiz bir kolektifi taşıyor, hep çok iyiler olmasa da bir yanda hem özel hem de güzel özelliklerimiz var. Eğer kötüleri iyileştiremiyorsak -ki çalıştıkça iyileşiyorlar ama bazıları uzun vadede- o sırada iyileri "daha iyiye" götürmek bizim aile mirasımızı korumanın sorumluluğu olduğunu düşünüyorum yoksa adın, soyadın, bu hayatın başka ne değeri olabilir ki. Hele ki sizin gibi yalnızca ailesi, evi için çalışan insanlar için aile olmak daha da önemli bir kavram olmalı diye düşünüyorum, en azından içimizde biz yaşarken dolaylı dolaysız gelişimine katkıda bulunduğumuz bu kültürel mirasa saygı duyulacak kadar olmalı ve de en önemlisi dolaysız olarak, biz istediğimiz için geliştirdiğimiz bu cevherin gücüne inanmak önemli olmalı.
Dedemin kültürel mirasını daha yeni algılayabiliyorum. Babannem de aynı Kismo gibi devamlı kaderine sövdüğü ve kendini geliştirmek için hiç bir şey yapmadığı için o haliyle sevilemeden terk etti yaşamı, kendi çocukları bile timsah yaşlarla durdular cenazede, benim canım babam ve amcam haricinde kimse de ağlamadı zaten, sadece bir insanın yaşlılıktan ölümüne geçisi haricindekinde başka da pek göz yaşı döktüren değerleri olmadı çünkü babaannemin, olduğu gibi geldi ve olduğu gibi gitti, ne bana, ne çocuklarına yararlı hiç bir şey aktaramadan, onlara gerçekten ilgi ve sevgi veremeden...
Ve biliyor musun sevgili annem, eğer biz Kısmo'nun gençliğini bilmeseydik, o eskiden hayattan zevk alan, yeni şeyler öğrenen, bize öğrendiklerini anlatan, bizle emeğini paylaşan, heyecanları, hayalleri olan o canlı halini bilmeseydik, yani babaannemin hep olduğu gibi Kısmo da şimdiki haliyle hep şuanki gibi olsaydı onun cenazesi de benzer geçerdi, istesekte ağlayamazdık çünkü hayatta kendini kurban gören herkes gibi, kendi hayatlarında yeterince istemedikleri ve kıymet vermedikleri hayalleri için hayatın akışında üretmeye salık verip şikayet ede ede oldukları yerde öyle kalakaldılar. Düşünsene bir ağaç olsalar çürümüşlerdi çoktan, hareket etmeden, kıymet bilmeden sadece kötüye odaklanarak yaşadıkları bir cehennem var ve çevrelerinde onları önemseyenleri de oraya çekmek zorunda kalıyorlar, çünkü mücadele edip kendi yeteneklerini partlatmak yerine başkalarını dinleyip kendilerinin ne kadar da işe yaramaz olduklarına dair inançları geliştirdiler. Kendi kalplerinin seslerini duyamaz oldular. Hayatta yetenekleri için yeni şeyler deneyimlemek yerine kendilerini içinde hapis sandıkları aynı tekerin içinde yuvarlanmayı seçtiler çünkü kolay olan yol bu ve kolay olanın sonu acı veriyor bu hayatta, zor olanın sonu ise hata bile olsa ders alınarak parlatılabiliyor. Kolay olanı seçtiklerini fark etmeyerek bu aciz kalışlarına "kader" dediler ve bu yazılı sandıkları kadere teslim oldular. Kısmo yıllarca piyango oynadı zengin olmak için, kaderi, hayatı ordan zengin olursa değişir sandı halbuki kaderi hiç yazılmamıştı, o yalnızca tek şansını bu gördüğü için "bambaşka" bir kaderi hayal ederek önündeki gerçek yaşamı kaçırdı, yapabileceklerinin sınırsızlığını kavrayamadı. Yeni öğrenebileceklerini göz ardı etti, onun yerine şikayet etmekti işte kolay olan, durmaksızın aynı şeyleri yaparken farklı sonuçlar bekleyerek geçiriyor zamanı, gitgide çürüyor ama istemiyor da böyle olmasını, sadece cesareti yok çünkü devamlı hayal kırıklığına uğramaktan yıldı, çaresizliği öğrendi ve ne oldu sonra? Pes etti ve bıraktı kendini, kalbinin sesine, onun çırpınış heyecanlarına değil de başkalarının yarım ağızla söyledikleri dış seslerin gerçekliğine inandı. Şimdi her geçen gün hastalıklarına +1 eklenmesini bekleyen birine dönüştü ve bize (hayattaki tek sevdiklerine) halinden üzüntü veren birine dönüştürdü kendini. Ee pes etmemek kolay mıydı bu yolda sanki, hayır zordu, hatta belki çok zor. Ama imkansız asla değildi. Ben de bazen çok zorlanıyorum pes etmemekte.
Senin bana "seni seviyorum" deyip de sevgiyi bazı davranışlarında gösteriyor, bazen hiç göstermiyor olmanı kabulleniyorum mesela ama bir tartışma anında senden gerçekten anlayış, şefkat görmeyi beklediğim, senden destek ve dayanışma beklediğim, senden sadece beni dinledikten sonra bana içten bir cevap vermeni beklediğim, seninle samimi olarak paylaşmak istediğim anlarda ve güvende olmaya ihtiyaç duyduğum bazı anlarda senin kendi duygularına kapılıp benim duygularımı, bana neler hissettiriyor olduğunu anlayamıyor oluşun, bana neredeyse hiç empati yapamayışın, yaptığında bile yapmacık hissettirmesi, üstü kapalı olması, kendini sürekli suçlu, suçlanıyor gibi hissetmenden dolayı seninle gerçek bir şey paylaştığımda benim ne söylediğimi duyamadan, anlamadan, düşünmeden kendini savunmaya geçiyor oluşun karşısında ben de arkamda, yanımda annemin olduğunu hissedemiyorum ve "hata yapmayı" kabul edemediğin için, etsen de gerçekten bunu telafi etmek istemediğin için, hatta ben öyle bir şey yapmadım, ben seni üzmedim diyerek kendi niyetini ortaya atarken benim hislerimi fark edemiyor oluşun, benimle gerçek bir bağ kuramayacak kadar beni duyamıyor oluşun, başka şeylere veya kimselere duyduğun öfkeyi ya da başkasına, hayata duyduğun yoğun hisleri benden çıkarabiliyor oluşun karşısında kaskatı kesilen kalbimin, hayal kırıklıkları yaşayan, sevgiyi ve şefkati arayan ve senden anlayış bekleyen bu yumoş kalbimin bunları yaşarken pes etmeden ilerlemesi kolay mı sanıyorsun? Pes etmemek bazen öyle zor ki, hiç sevmediğin bir kitabı sırf başka bakış açılarını anlayıp kendini geliştirmek için baştan sona okumaktan çok daha zor olabiliyor hayatta. Gerçeklere suratını da çevirsen, bana küssen de, trip de atsan, ben sana kızsam da, sen bana kırılsan da her ne olursa olsun kendi ulaştığım gerçeklerin ardına yürürken, sen sırt çeviriyorsun diye ben sana anlatmaktan vazgeçmiyorum çünkü biliyorum, inandığım tek bir şey dahi varsa onun yoluna gitmeyip de pes edersem inandığım şeyin öyle olmadığını kendim çürüteceğim demek aslında, bak gördün mü olmadı diyen daima pes eden oluyor sonuçta, ya da durup şikayet eden ve hevesini kaybeden... Benim artık pes etmeyecek cesaretim var çünkü neyin gerçek olduğunu anlamak için yürüdüğüm yollarda inandıklarımı kendim gerçekleştirebileceğimi biliyorum.
Ben ne babaannem, ne Kısmo, ne sen, ne babam ne de bir başkasıyım. Ben Damla'yım, senin ve babamın biricik kızı. Sizin anne ve baba olma kimliğinizin yaratıcısı benim, ben olmasam ailemiz diye bir şey, sizlerin bir mirası olmayacaktı. Dedem bu kadar okumasa, benim zihnimde de okudukça gelişen bu zihin yolakları olamazdı. İsterdim ki sizler de okuyun annem, hiçbir şey yapmasanız da okuyun çünkü eğer okumazsanız hep birilerine muhtaç olursunuz ve muhtaç olunan her şey pişmanlıkları hatırlatıyor. Siz sandınız ki okuyunca para kazanılıyor, ev, araba alınıyor, halbuki okuyunca esas para değil deger kazanılıyor. Hayatın bile veremeyeceği dersler veriyor kitaplar insanlara. Öyle gerçek bilgiler oluyor ki, dedemin kendi eczanesini oluşturması gibi, herkesin kendi eczanesini oluşturabileceği kitap havuzları var dünyada çünkü insanız ya insan insana benziyor, benim bildiğimi bir başkası bilse iki insan kadar güçlü oluyor, ne kadar kitap o kadar insanın görüsü demek ve bana göre insanın en insanca var olanı, şimdiyi şimdide yaşayan erdemli insanlardan oluşuyor. Erdemli olan insan özsaygı, özdeğer, özgüven ve özbakım kavramlarının farkındalar, tanımlarını yapmış ve kendi erdemlerini oluşturarak potansiyellerini gerçekleştirmek için yaşıyorlar. Özlerinin farkında olan insanların hayatları kendini tekrar etmiyor, devamlı gelişiyor ve onlar geliştikçe çevrelerini, ailelerini ve hatta kendinden sonraki nesli yani yaşamlarını geliştiriyorlar.
Benim sizden başka ailem yok, sizle var oldum, bir gün adımın içinde olduğu bir aile kurar mıyım bilmiyorum. Siz benim değerimsiniz ve ben pes etmiyorum. Bir şeyleri sizler de bilemediniz ben de bilemedim, ama ben bilmek istiyorum. Bilemediğinizle kalıp tekrar eden o döngüye hapsolmayı da seçebilirsiniz ya da hayatı yalnızca kendi değerlerinize, yaşam enerjinizin varlığına sahip çıkmak için değerlerinizi geliştirerek ve koruyarak ve de yaşamda farklı yolları keşfederken dolayısıyla doyasıya, anlamlı yaşayarak, daha önce görüp duygularınızın, bildiklerinizin aksine günden güne ileriye giderek, iyileşerek, günden güne gelişerek, hayatta tatmadığınız hazları tadarak yaşamayı da seçebilirsiniz. Bu saksıya daha önce ekilmemiş bir çiçek olur, bir atkı örmek olur ve biliyorsun ki öğrenmenin ne yaşı ne de zamanı olur.
Umarım bu kitap senin için sahip çıkmak isteyeceğin bir değer, ailemiz için bir miras olur canım annem ve senin yeni yaşından benim dileğim; bu yıl kalbinden gelen o sesi duyarak parlamayı istemen ve seni heyecanlandıran, sana umut veren o ufacık şeylerin peşinden giderek, pes etmeden, vazgeçmeden o yollara devam etmen çünkü sen ve senin yeteneklerin, senin varlığın yalnızca sana özel, bir başkası yok ve senin emeklerinden, gelişiminden faydalanacak bir çok insan var bu dünyada. Ben de onlardan biriyim. Yalnızca yaşam denen bu mucizenin içinde, başkalarının seslerini duymazdan gelme hakkımız var çünkü bu bizim hayatımız. Bunu görmeyi reddedenler pes ettiler ve başkalarının seslerini kendi gerçeklikleri haline getirdiler. Halbuki en gerçek ses içimizdeki çocuğun sesi, o hiç büyümedi. Kendi potansiyeline inandığın sürece herkesin özel güçleri var ve hepimizin herkesten iyi yaptığı bir şeyler var, onların farkında olmak yetmiyor, onları geliştirmedikçe işlevsizleşiyorlar, tekerin içinde dönen farelere dönüşüyoruz. Doğa ana senin hem kendi hayatına, hem bizlere, çevrene, dünyaya katacağın değerlerin farkında ve artık senin de kendine inanmanı bekliyor. Umarım bu mektuptaki armağanı görebilirsin bir tanecik annem, aydınlığının önünde duran duvarları yıkma cesaretinle bana güç verir ve bu kitabı okursun. Umuyorum benim gerçekleri aramam ve yıkılsam da, defalarca düşsem yaralansam da gerçeği anlamak ve anlatmak için pes etmeden devam etme ve sevme arzum gibi kudretli olan kalp sesleri senin içine de doğar. Bunun için doğa ananın gücüne de ihtiyaç yok, sen yeterki kalbinin sesini duy 💗
İyi ki varsın anneciğim, sağlıklı ve dolu dolu bir hayatı keşfetmeni diliyorum.
🍃🎐🌸
0 notes
nacizanefikrim · 10 months
Text
merhaba ben ömer
çok acelem var çantamı hazırladım sıra nenemle deme aldıgım hediyede. annem ve babam bugün beni nenemle deme bırakıp bir yere gidecekler. o yere çocuklar gitmiyırmuş. büyüklerin sorumluluklarından. biriymiş buda.
off anne büyük olmak ne kadar zor yaa dedim. annemde ama biz orda olmayı kendimiz seçtik ve orda olmayı seviyoruz dedi. biarabaya bindik. arabada babam nenem ve dedemin beni çok özlediğini kuzenim Özge ve betülünde bugün orada olacagını söyleyğnce sevinçten havalara uçtum. sanki kalbimden bir and abir sürü güzel kuş kanatlandı uçtu.
annem ve babam bugün bir seminere gidecekler. onların eğitimi için önemli bir seminermiş. annem büyük insanların eğitime önem vermesi gerektiğini, bunun erişkin olmanın bir gereği oldugunu söyledi. meslekleri ile ilgili öenmli bir eğitimmiş. gelirsem sıkılırım zaten betülde üzülür dedim.
aslında beni götürmeye hiç niyetleri olmasa da ben sanki kendim istemiyormuşum gibi bir hava yarattım.
o kadar da olsun ama dimi.
nenem ve dedem beni kapıda karşıladı.. yemekelr yedik, sohbet ettik. bütün gün küzenlerimle oynadık. annem ve babam eğitim alırken bende dedem ve nenemi zşyaret edip onları mutlu etmiştim. galiba bende büyüyordum. akrabalarımı ziyaret etme sorumlulugumu yerine getirmiştim. bu sorumluluklar hiç de zor değilmiş. birde üstüne üstelik çok keyifli ve bazende cok lezzetli olabiliyor.
babam ve annem evi geldiler. eğitimde anlatılanlardan söz ederken çok mutlulardı.
annem öğrenmenin çok önemli ve zevkli bir şey oldugundan bahsetti. ayrı ayrı geçirdiğimiz vakitte birbirimizi çok özlemiştik. arabaya binip eve doğru giderken ben annemın dzine yattım. annem bebimle beraber arka koltuğa oturmuştu.
annem erişkin insanların eğitime önem vermesi gerektiğinden bahsetti. peygamber efendimiz (sav) iki günü bir olan zarar etniştir.diyır dedi.
Allah Allah o ne demek anne?
yani her yeni günde birşeyler öğrenmeli ve kendimizi geliştirmeliyiz demek. sen bugün neler öğrendim bakalım.
ben de bugün erişkin olmanın hiçde kötü olmadıgını öğrendim nene ve dedmei ziyaret ederrek bir sorumlulugumu yerine getirdim. ayrıca Özge bana saç örmeyi öğretti ilkimiz meraber betülğn saçını ördük. saçları çok yumuşak dedim. annem tatlı tatlı bana gülümserken ben uykuya dalmıştm bile.
0 notes
morkedisblog · 1 year
Text
Tumblr media Tumblr media
Filiz Akın kanserle mücadele ediyor hayır söylemeli bazıları hastalıkları yazmaya çekiniyorlar yanlış bu düşünce hastalıkla mücadele eden her insan bir kahramandır ve diğer hastalara örnek olur önce üzüldük sonra durumu iyiymiş sevindik 80 yaşında 80 defa MAAŞALLAH⭕ Tamam estetik falan diyeceksiniz tabiiki de maddi durumu yerinde olan kişler belli bir yaştan sonra yaptırmalı ama o slikonlu trans tipi sevmiyorum ben yüzü dudağı şişirip tuhaf bir yaratığa dönüştürüyorlar Geçmiş olsun Allah sağlık afiyet versin🍀Bugün evi toparlarken 1969 Reyhan filmini seyredip Kamuran Akkor yorumu Reyhan şarkısını dinlerken çocukluk anılarım canlandı bu arada Filiz Akının Reyhanı söylerken giydiği gece mavisi elbise çok şık ve otantik kolları biraz uzun etekle aynı boy olsa zamansız bir kıyafet😍Kartal Tibet gelip yüzükleri fırlatıp atıyor ya o sahne! dedemin bahçesi aşağıya doğru eğimliydi oradan yuvarlanmak zevkimizdi o dönem Reyhan adlı Azeri Türkü radyolarda çok çalınırdı annem bana mini elbise dikmiş altına şort biçimli dantel külot giydirilirdi küçük kızlara kırmızı üzerine beyaz kar taneleri düşmüş kumaşın (bulgar basması denirdi)2 kırmalı etekli,dayımın rahmetli kızı da gelmiş üzerinde beyaz üzerine pembe puanlı küloş etekli elbise var rahmetli çok güzeldi çocukla çocuk olurdu çocukluğunu tam yaşayamamıştı iş evlilik annelik şöhret para sonra yoksulluk herşeye erken başlamış hatta ölüme bile erken gitmişti😢 beraber "dağlar kızı reyhan alem sana hayran ne güzelsin ay kız gül çiçeksin ay kız"Türküsünü söyleyip Azeri dansı yaparak bahçenin aşağısına inip tekrar yokuşu çıkıp tekrar aynı eyleme başlıyoruz eteklerimiz çevremizde çember gibi dönüyor gülüşüp eğleniyoruz ayyyy ayyyyy gine eskilere gittim zalim anılar❤
0 notes
eylulde-gel · 1 year
Text
BAKELE NİNEM…
Benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim ben de ona. Dedeme ise dede.
Dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye.
“Sen yorulma, ineği ben sağarım.”
Gider sağardı.
“Su vereyim mi Bakele?”
Verirdi.
Bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “Dur Bakele…” derdi Bakele’nin elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.”
Yakardı.
Şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, ne olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı.
“Sen niye okumuyosun dede?”
“İşte ben de gazete bakıyorum ya.”
Yanlarına gittiğim her yaz bir şeyler öğrenirdim. Kitap okunur, gazete bakılırdı meselâ. Sağılan ineğin arkasında durulmazdı. Uyuyan köpeğin yakınından geçilmez, eriğe tırmanılmaz, örümcek öldürülmez, kelebeğin kanadına dokunulmazdı.
Öğrenirdim.
Bakele macirdi.
“Macir ne demek dede?”
“Göçmen demek oğlum.”
“Göçmen ne demek?”
Başka memleketten gelmiş insan demekti.
Okul gibiydi benim için köy. Duvarsız, çatısız. Kışın şehirde okurdum, yazın köyde.
Yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı kitapları kendim okumayı öğreniyordum.
Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de.
Ve Bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için.
Babam annemden su isterdi: “Semiha, su getir.”
Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. Soğurur da getirirdi hem.
“Semiha çay koy.” Derdi babam.
Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder, “Beğendin mi?” diye de sorardı.
Babam anneme kızardı sık sık. Temizlik yaparken “Ayağını kaldırıver.” dediğini duysa, “Bir rahat vermedin.” diye terslenirdi. “Bağırtacaksın beni şimdi çocuğun yanında.” Annem korkardı babamdan.
Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden hiç korkmazdı.
Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim.
Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz. Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş.
Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geldi gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim yorulmasın diye ineği sağacak, kim rahat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti?
Ne edecekti dedem?
Biz vardığımızda gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüzde düştü, annem ağlar, babam ağlar; köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman Bakele’ye gitti aklım.
Vesile?
“Acaba…” diye düşünüyordum dua ederken, “Bakele babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele yedi göbekten müslümandı.
Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade.
Annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedemin eteğine.
“Dede?..” dedim, “Bakele ne demek?”
Anlattı.
“Canım” demekmiş.
Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve “Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş.
İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele…” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.
Bakele dönüp bakmış.
Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.
Beklemiş beklemiş Bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim…” demiş. “Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.”
Aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış.
Öyle dedi dedem….
- Alıntıdır
Tumblr media
0 notes