Tumgik
#kalben ten
venaamoris1 · 3 months
Note
ilişkide cinsellik önemli mi sence
Evet. Kişiden kişiye, ilişkiden ilişkiye değişir bu. Ama benim nazarımda gerekli. Ten uyumu bu noktada çok önemli. Birlikteliğin farkına varılmasını sağlıyor ve iki kişiyi birbirine tam olarak bağlıyor bence. Dünya sessizleşiyor, hatta yok oluyor ve o an 2 kişi kalıyorsunuz evrende. Yıldızlar çevrenizde dolaşıyor. Öyle bir zirve hali bu. Ayrıca, erkek arkadaşımın şöyle bir düşüncesi vardır bu konuda: "Ben normal bir kız arkadaşımla da aynı evde kalır, temizlik yapar, yemek yapar, güler eğlenirim. O kişinin sevgilim olmasına gerek yok bunları yapmak için. Fakat o aradaki çizgi, cinsellik oluyor bu noktada." Tam olarak böyle düşünüyorum ben de. Şimdi "sevgilinle arkadaşının arasındaki fark içindeki hisler değil mi?" gibi bir düşünce de oluşabilir. Ben kalben bağlı olduğum kişiyi her konuda arzularım. Hislerim, sevgim varsa zaten onu istiyorumdur. Aşk, arzuyu da getirir yanıbaşında. Ufacık bir temas bile beni başka dünyalara götürür. Ama başta da dediğim gibi, kişiden kişiye değişir bu durum. 2 taraf da istiyorsa kaçınılmazdır zaten. Ama "benim görmem bile yetiyor, ilerisine gerek yok" düşüncesinde olan da çok fazla kişi var çevrede, çevremde. Ayrıca, ben de tamamen kapalıydım bu düşüncelere. "Asla, temas bile edemez bana kimse" diyordum. Hatta erkek arkadaşımla ilk konuşmaya başladığımız zamanlar ona bile dedim bunu. Ama bu algıyı yıkmak için doğru kişi gerekiyormuş onu fark ettim. O kişinin en ufak dokunuşu bile bütün bedenini alevlere sarabiliyormuş. Tecrübeyle sabit.
0 notes
onderdenizcavuslar · 1 year
Text
Tumblr media
Soğuk ve yağmurlu bir pazar akşamı; çok eskiden, hani kendini unutacak, her şeyi kökünden kopararak savuracak kadar sert bir fırtınanın tam orta yerinde öylecene durduğunu hatırladığın an, yum gözünü. Sona erecek bir hayatın sonsuz ihtimalinde kal. Kelimelerin tükendiği dün gibi.
Yabancısı olduğun şehrin bir sokağında, terk ettiğin bütün uçurumları düşün, özlem dolu intiharları. Bir şarkı duyunca ağla, sırtını buz gibi duvara yasla ve perdeleri kapa, ki içeriye yaşama sevinci dolmasın.
Annemin mezarına uğradığımda yalnız bırak beni, gökyüzü ağlarken biraz büyüyeceğim. Çocukken hani ilk gülümseyişimde ölmüştüm anne diyeceğim, daha çok küçüktüm hatırlıyor musun?
Durgunlukla yorgunluk arası çıktığım bir tren yolculuğuna sakladım heveslerimi.
Babamın geçirdiği kalp krizi gibi ciddiyim, eve dönüş yolunu kaybettiğim o sarhoş geceler kadar sahici itirazlarım var. Kalben sevdiğim hiçbir şeye veda edemiyorum. Kitap okurken içime kor düştüydü bir gece: "senin unutmuşluğunu affetmeyeceğim" diyordu Gülten Akın.
Yürüyeceğim kadar yol yürüdüm, hayal kırıklıkları etimi kesti, yaşamını ellerimden kayıp gidercesine yitenlere el salladım, çaresizliğimi affedemedikçe içimden oyarak bir fotoğrafa sığındım, yok olmak istedim. Oysa sadece başlangıç, yaşanmışlıklardan biliyorum. Yitirdikten sonra başlıyor her şey. Hiç var olmayacak birinin yokluğuna alışmaya çalışmakla geçti ömrüm.
Bulutlardan yüz çizip kalbine, saçlarına düşen yaraları temizlediğin vakit, ruhuna bir kor gibi dokunan pişmanlığın ve kim bilir kaçıncıya içtiğin sigarayı çektiğin ciğerinden ölesiye üflediğin dumanın unutulmuşluğunda hiçbir şeyi kurtarmadan yalnızca kendimizi alacağız yanımıza.
Sen var oldukça yaşarım düşüncesi yerleşmişken benliğimde, bak yıldızlar daha yakın, ölüm yeterince uzak ve anlam bulamadığım yaşamak ağrısı saplı ümitlerimize.
Bize neden yaşıyorum sorusunu sorduran bir mevsimde hazır mısın peki, kavuştuğumuzda ayrılmaya? Hassasiyet beklerken vicdanımdan vurulmuşum çok mu?
Boynu bükük tehlikeli kaygılarım var. Okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz şarkıları, izlediğimiz filmleri düşün. Seninle bir serçenin kanadına değen o umudun ten renginde muhakkak buluşacağız.
Önder Deniz Çavuşlar
1 note · View note
mavibirbahce · 3 years
Quote
Tevekkül: Kalben oluruna bırakmaktır. Olanı kabul; doğru, samimi bir yüzleşme ile mümkündür. Bu hal, özerk bir kendinden razı olmak halidir. Yüzleşmenin yapılmadığı an,  kıymet hükümlerimizle kendimizi meşrulaştırmaya başladığımız zamandır. Kalıbı mevcut ruhu kaçak halde kültürün dualitesinde nesne olmayı sürdürürüz.
Nilgün Çağırır
1 note · View note
okuryazarlar · 3 years
Text
Tumblr media
Soğuk ve yağmurlu bir akşam; çok eskiden hani kendini unutacak, her şeyi kökünden kopararak savuracak kadar sert bir fırtınanın tam orta yerinde öylecene durduğunu hatırladığın an, yum gözünü. Sona erecek bir hayatın sonsuz ihtimalinde kal. Kelimelerin tükendiği dün gibi.
Yabancısı olduğun şehrin bir sokağında, terk ettiğin bütün uçurumları düşün, özlem dolu intiharları. Bir şarkı duyunca ağla, sırtını buz gibi duvara yasla ve perdeleri kapa, ki içeriye yaşama sevinci dolmasın.
Annemin mezarına uğradığımda yalnız bırak beni, gökyüzü ağlarken biraz büyüyeceğim.
Çocukken hani ilk gülümseyişimde ölmüştüm anne diyeceğim, daha çok küçüktüm hatırlıyor musun? Durgunlukla yorgunluk arası çıktığım bir tren yolculuğuna sakladım bütün heveslerimi. Babamın geçirdiği kalp krizi gibi ciddiyim, eve dönüş yolunu kaybettiğim o sarhoş geceler kadar sahici itirazlarım var. Kalben sevdiğim hiçbir şeye veda edemiyorum. Kitap okurken içime kor düştüydü bir gece: "senin unutmuşluğunu affetmeyeceğim" diyordu Gülten Akın.
Yürüyeceğim kadar yol yürüdüm, hayal kırıklıkları etimi kesti, yaşamını ellerimden kayıp gidercesine yitirenlere el salladım, çaresizliğimi affedemedikçe içimden oyarak bir fotoğrafa sığındım, yok olmak istedim. Yitirmek sadece başlangıç, yaşanmışlıklardan biliyorum. Yitirdikten sonra başlıyor her şey. Hiç var olmayacak birinin yokluğuna alışmaya çalışmakla geçti ömrüm.
Bulutlardan yüz çizip kalbine, saçlarına düşen yaraları temizlediğin vakit, ruhuna bir kor gibi dokunan bunalımın ve kim bilir kaçıncıya içtiğin sigarayı çektiğin ciğerinden ölesiye üflediğin dumanın unutulmuşluğunda hiçbir şeyi kurtarmadan yalnızca kendimizi alacağız yanımıza.
Sen var oldukça yaşarım düşüncesi yerleşmişken benliğimde, bak yıldızlar daha yakın, ölüm yeterince uzak ve anlam bulamadığım yaşamak ağrısı saplı ümitlerimize.
Bize neden yaşıyorum sorusunu sorduran bir mevsimde hazır mısın peki, kavuştuğumuzda ayrılmaya?
Hassasiyet beklerken vicdanımdan vurulmuşum çok mu? Boynu bükük tehlikeli kaygılarım var. Okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz şarkıları, izlediğimiz filmleri düşün. Seninle bir serçenin kanadına değen o umudun ten renginde muhakkak buluşacağız.
Önder Deniz Çavuşlar
83 notes · View notes
gecegogu · 7 years
Text
sadece tenini istemedim benim tenim bana yeter biraz senini istedim benliğim senliğini sever
14 notes · View notes
Text
başka bir evrende evinden çıktıktan sonra kaldırıma oturmuş ağlıyorum,arkada Kalben-Ten çalıyor.
3 notes · View notes
campplay · 4 years
Text
Kalben Aslında Kim?
VIBIO20 kodunu girerek Trendyolmilla ve Trendyol MAN indiriminden yararlanabilirsin: 100 TL ve üzeri alışverişlerde 20 TL indirim kazanıyorsun.
İndirim kuponu sadece TRENDYOLMILLA ve TRENDYOLMAN ürünlerinde geçerli
Bu kodu zaten indirim olan kampanyalı ürünlerde kullanamazsın unutma.
1 kişi indirim kodunu 1 kez kullanabilir.
Tam bir anne söylenmesiyle girmedi mi hayatımıza? “Kimin bu saçlar he,…
View On WordPress
0 notes
oznuras-blog · 2 years
Text
Tumblr media
1 note · View note
birdesblog · 3 years
Text
Aşk bugün neden yaşanılmaz bir halde biliyormusunuz arkadaşlar?
Çünkü biz insanlar sevmekle çok ilgilenmiyoruz sevilmeyi daha çok seviyoruz ya da karşımızdaki insanların kalpleri ile değil bedenleri ile yaşamak istiyoruz sevgi üretilmediği için aşkı tüketmek zorunda kalıyoruz ve günden güne aşkı yaşanmaz bir hale getiriyoruz aslında aşkın tanımı kitaplara sığmayacak kadar geniştir onu herhangi bir şey ile sınırlamak ya da herhangi bir şeye odaklamak doğru değildir sizi sevdiğini söyleyen bir insan eğer kalbiniz yerine fiziksel özellikleriniz ile ilgileniyorsa. O insan sizi değil bedeninizi seviyor demektir unutmayın ki bedenen sevmek cinselliktir aşk dediğin kalben ve ruhen sevmektir son olarak şunu da bilmenizi istiyorum değerli okurum Aşk dediğimiz ten’den beden’den çok daha fazlasıdır bunu beden ile sınırlamak ten ile yaşamaya çalışmak olsa olsa basit ve çıkarcı insanların anlayışıdır karşınızdaki insan sizin ona sunduğunuz sevgi ile kendini özel hissetmiyorsa ya da bundan mutluluk duymuyorsa ya sevginizi küçümsüyordur ya da sizden aşk değil başka şeyler istiyordur eğer olurda böyle bir insanı sevmeye devam ederseniz yaşadığınız şey Aşk değil kullanılmışlık olacaktır
1 note · View note
alticizilen · 6 years
Text
Nabizade Nazım – Zehra - Alıntılar
Nedendir bilmem, şu aralar eski Türk Edebiyatı okuyasım geliyor. İşe Nabizade Nazım ile başladık. Aslında adını en ünlü romanı Karabibik’ten duymuştum. Zehra’yı ise, Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Türk Edebiyatı Vakfı’nın yerinde buldum, aldım. İşin aslı, Mehmet Rauf’un Bir Zambak Hikâyesi kitabıyla karıştırarak bir tesadüf eseri kitabı aldım.
Romanın özetini internette kolayca bulabilirsiniz. Diline gelince, biraz ağır, ancak düşündüğümden çok daha hafif. Kitap eleştirilerinin çoğu kitabın psikolojik değerlendirmelerinden bahsetmiş. Ancak ben kitapta anlatılan İstanbul’dan ve Nabızade Nazım’ın İstanbul’unu anlatışından etkilendim. 19 yüzyıldaki yemyeşil, bir o kadar da sefahat sürülen bir şehir görüyorsunuz. Kitaptan birçok yeni yer ve birçok yeni kelime öğrendim.
Kitap romantizm akımı kokuyor. Bahsedilen İstanbul, entrikalı aşk ilişkiler ve lüksü düşününce, pek yakında Zehra’nın da “Aşk-ı Memnu” tarzında bir televizyon dizi olarak karşımıza çıkacağını düşünüyorum. Şiddetle tavsiye ederim, dizileştirilmesindense okunmasınıJ - 10.05.2018 Hazal Başarık
Bu arada kitapta okuduğum, sonradan Kemani Rıza Efendi’ye ait olduğunu öğrendiğim “Hüsnünde varken bu âb ü tâbın” adlı eseri notalarına ulaştım, ama dinleyebileceğim hiçbir kayıt bulamadım. Yardımcı olabilirseniz çok sevinirim.
Tumblr media
Boğaziçi “doğal bir dilber” kadar sevimlidir desek, güzelliğini kısaca tasvir etmiş olamayız. Uzun uzadıya anlatmaya çalışmanın da, vaktin yetersizliğinden dolayı bir faydası yoktur. Bunun için, böyle sonuçsuz bir çabayı başka bir zamana bırakacağız. -7
İçimizdeki mutluluğun resmini çekmek nasıl mümkün değilse Boğaziçi’nin şu güzelliği de kalemle anlatılmaktan üstündür. -9
Kalben şu kıza acırdı. Suphi’nin felsefesine göre sevimli bir kardeş olamayan kız, mutlu bir eş de olamazdı. Bu sıralarda Suphi hayatın bekârlık döneminden şehvet dönemine, bir başka deyişle meleklikten insanlığa geçmişti. -11
Düşünmek sevdanın öncüsüdür. Düşünmek, ihtimallerin harekât sahasının köşesini bucağını gözleye gözleye ilerleyerek arkasından gelen sevdaya emin bir yol açar. Bu yürüyüşün sonu ya bir meydan savaşı ya bir istirahattir. Sevda savaşı çok müthiş, çok fecidir. İstirahatinde de emniyet aranmamalıdır, emniyet hizmetleri ne kadar dikkatli ve tedbirli şekilde yapılsa bile. -12
Bir cinayet üzerinde baskına uğramış gibi dili tutulmuş, damarlarından kanı çekilmiş, sanki kalbi durmuştu. Karşısında duran efendisini, fırıl fırıl döne döne sonsuza doğru küçülerek gidiyor gibi görmekteydi: Bir dürbünün ters tarafından bakıyormuş gibi… -14
Her nedense sebebini hala bilmediği bir eğilim ve arzunun etkisiyle şu kızı bir dakika olsun mutlu görmek istiyordu. Belki de kendi mutluluğunu sağlamak için. (…) Kızın mutluluğunu da istemesi herhalde onu sevdiği içindi. Peki, o zaman Zehra’yı sevmiş mi oluyordu?-15
Hamisi kadar vicdanlı, namuslu bir adamın karşısında sırlarını gizlemeye hiç de gerek olmadığını anlamıştı. Böyle namuslu ve çalışkan kişiler karşısında masumiyet ve kalp temizliğinin güçlü etkilerinden habersiz değildi. -18
Yukarıda anlattığım gibi, yaratılıştan kıskanç ve hırçın olmakla birlikte, bazen davranışlarında o derece yumuşaklık görülmekteydi ki bu haline bakanlar kendisini tamamen uysal biri zannederlerdi. Herhalde bu sinirlerinin gevşediği bir zamana rastlamaktaydı. Bu zamanlarda kızcağız herkese güler yüz gösterir ve işte bu hali, duygularının taşkınlığı zamanında herkesi kendisine acındırırdı. -19
Ah ümit, ümit! Sen insanlara ne büyük hizmetler edersin! – 20
Aşkın doğal sadeliğinden ve hele genel sonuçlarından habersiz olan böyle bir gönül, birkaç saatten beri içinde bulunduğu halin sırf bir “muhabbet”ten ibaret olduğunu elbette hissedemez ve anlayamazdı. -21
Beklemediği bir saadete kavuşanlar için memnuniyetin o kadarıyla yetinmeyip, gözlerini emellerin ötesine kadar çevirmek, hemen hemen genel bir kuraldır. -22
Nikâhlıların birbirlerine görünmesi İstanbul’da adet olmadığından, düğüne kadar yine birbirlerinden uzak kaldılar. Bu ise, aşk ve muhabbetlerini arttırıyordu. (…)
Şevket kadar ileri görüşlü, Şevket kadar görmüş geçirmiş bir adam, bir kızı bir erkeğe nikâh edip bırakmakla onları mutlu edemeyeceğini mümkün değil hatırdan çıkaramazdı. İki vücudu birbirine, sonsuza kadar bağlamak için ne gibi ufak tefek vesilelere başvurmak gerekirse hepsini zihninde düşünmekteydi. Bu düşünce üzerinedir ki, musikiden ve kanundan pek hoşlanan damadını memnun etmek için kızına kanun ve fazla olarak piyona dersleri aldırtmakta; kızının huyunu düzeltir umuduyla damadına da işten el çektirip kimseye muhtaç olmadan onurlarıyla tenhaca yaşayacak tahsisattan başka, Bulgurlu’da güzel bir köşk hazırlamaktaydı. -23
Ona göre kıskanç bir kadın için hayatın zevklerinden gerçek anlamda faydalanmak, imkânsız gibiydi ki gerçek de bundan pek uzak değildir. -28
Fakat ne de olsa kadınların duyguları böyle aşk ve rekabet konularında yanılmaz: İşte Zehra da hasedi, kıskançlığıyla beraber bu işte Sırrıcemal’in masum ve mazlum olduğunu kabul etmekteydi. Gerçi kendisini ıstırabında haklı göstermek için vicdani hükmünü gizlemeye çalışmaktaydı. (…) Sırrıcemal gözlerini sildikten sonra ayağa kalktı. Titrek bir sesle dedi ki:
-          Hanımcığıma ıstırap veriyorum. Ben bu evden gidersem, hanımcığım rahat olacaksa razıyım, beni çıkarın.
Zehra sanki gönlündeki sesin yankısını duymuş kadar memnun oldu. Fakat bir cariye önünde işin burasını itiraf etmeyi kibrine yediremeyip dedi ki:
-          Deli sen de! Sen bana ne yaptın ki… Aklıma annem gelmişti de… Hadi hadi, işine git. Hem bir daha ben çağırmayınca gelme… -34
Yaşayışı intikam hırsındandı. -46
Mücadeleden vazgeçmek, üstünlüğü düşmanlarına bırakmak demek olduğu halde, mücadeleye devam etmek de hiçbir şey yapmamak demekti. Bir çok kere gönlünü yokladı; Suphi’ye duyduğu sevginin hala sürdüğünü hissediyordu; hâlbuki o Suphi’yi de düşmanları arasında saymaktaydı. Bunca zahmete, bunca üzüntüye gayriihtiyari katlanabilmesini sağlayan şey, bu muhabbetin gizli tesirleriydi. Bu etkiler, buz altından suyun akışı gibi varlığını dıştan belli etmediği halde yine Zehra’yı tahammüle zorluyordu. Yoksa Zehra’ya kalsa… Ne yazık… (…) Nasıl olsa tahammül edecek, ne olsa bekleyecek, bu sabır ve bekleyişle bir gün yine kocasının gönlünü kendisine çevirebileceğini umuyordu; nasıl olsa Suphi’de kendisi için birazcık sevgi kalmıştır diye düşünüyordu. -48-49
“Kim bilir? Kim bilir? Bugün onu benim için feda eden yarın da beni onun için feda edemez mi? Ah ya o zaman?”-52
Suphi’ye karşı kendisini nefret içindeymiş gibi göstermeye çalışıyor; adeta kendi kendisini aldatmaya uğraşıyor gibiydi. Hâlbuki kalbi içten içe bu düşmanının tarafındaydı. Bu gizli teveccühe de düşmanlık beslemekten geri kalmıyordu. Fakat mümkün mü? Zehra Suphi’yi hala seviyordu. Hala seviyordu. İşte gerçek bundan ibaret! Nefret ve intikam arzuları, hep bu sevginin gereğiydi. -60
Sanki Suphi artık Sırrıcemal’i de, Zehra’yı da unutmuş gitmişti. Ürani’nin şüphelerine karşı yeminlerle sevgisini ispata çalışıyordu. Fakat kendisine sevgisi varsa, bugün ve bu gece de burada kalması teklifi gelince aklı başına geldi. Seyahat muhabbetleri tarzında bir gecelik tanışıklığın kalp üzerindeki etkisini hiç derecesinde bularak ettiği ateşli yeminlere içinden gülüyordu. Üstelik şu karşısındaki kadının yalnız aptalları kandırabilecek bir dille kendisini baştan çıkarmaya uğraşmasını pek tuhaf buluyordu… Artık bunda da gönül, muhabbet olduktan sonra… Öyle gönlü, öyle muhabbeti doğrayıp köpeklere atmalı… - 68
Bir alkoliğin içkiye düşkünlüğü neyse, Suphi’nin de Ürani’ye düşkünlüğü oydu. Suphi de alkolikler gibi ara sıra şu sefalete son vermeyi istemekte, ama tıpkı onlar gibi şu sefahat hayatından bir türlü vazgeçememekteydi. -86
Zehra işin sonuna kadar gitmek, intikamını tam almak için yemin etmişti. Yeminini bozmayı aklına bile getirmiyordu. Bu azim ve niyetinin Suphi’ye muhabbetinden ileri geldiğini de biliyordu. Fakat intikam zevki, âşıkane duygularının tadını unutturuyordu. -96
Suphi’den bıkmış, nefret etmeye başlamışken şimdi onu seviyordu. Hayatı, gençliği gelişiyordu. Moda değiştiriyor gibi ayda bir “sevgili” değiştirmekten kendisine bıkkınlık gelmişti. Aşığı olmasa bile artık Suphi’de karar kılmıştı. -99
Kendisi gibi yaratılıştan kıskanç olan kadınlar aşklarına karşı yapılan aşağılamaya, mümkün değil sabırla tahammül edemezlermiş. “Kadın gönlüyle şaka olmaz.” “Kadınların gönlü oyuncak değildir.” -119
10 notes · View notes
birgaripsufi · 7 years
Text
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de, bu istikâmet hâlini, nice kerâmetten üstün görmüştür. Nitekim kendisine bir gün: “-Efendim, siz su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler. Hazret ise: “–Bir çöp de su üstünde yüzer.” cevâbını verdi. “–Havada uçuyormuşsunuz!” dediler. “–Kuş da havada uçar.” buyurdu. “–Bir gecede Kâbe’ye gidiyormuşsunuz!” dediler. “–Bir cin veya şeytan da bir gecede Hindistan’dan Demâvend’e gidiyor.” buyurdu. “–Peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?” diye suâl edilince: “–Allah Teâlâ’dan başkasına gönül bağlamamak!”2 karşılığını verdi.]* Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur: “Çok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve huzûr ile yapılan zikirdir.”3
Zikrin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, kalben ve zihnen de zikre iştirâk etmemiz îcâb eder. Zira, tıpkı namaz gibi, zikrin de kalp ve beden âhengiyle îfâsı zarûrîdir. Yani dil zikrederken, kalp de, zikrin mânâsının tefekküründe derinleşmelidir.
Kendimizi dâimâ Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda bilerek, O'nun bizi her an ve mekânda gördüğü, hattâ bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğu şuur ve idrâki içinde Hakk'a yönelmeliyiz. İşte bu keyfiyette bir yöneliş ile kalpte “huzûr” hâli gerçekleşir. Ârif zâtların “huzûr” tâbiriyle kastettikleri de; “ten plânında bir rahatlık” değil, Allah ile beraberlik şuurunun kalpte sâbitlenmesiyle hâsıl olan “dâimî zikir” hâlidir.
52 notes · View notes
Quote
Bedenin sıcak cümlelerin soğuk.
Kalben - Ten
3 notes · View notes
mehmetcansiz · 5 years
Text
Türkiye'de Ceza Avukatlığı Yapmanın Zorlukları
Türkiye'de ceza avukatlığı yapmanın zorlukları Avukatlık, hak arayışının, haksızlığa karşı başkaldırının ve adalet savaşçılığının vücut bulmuş hali. Türkiye'de de gençlerin bu mesleğe teveccühü bir hayli fazla. Ülke genelinde hukuk fakültesi sayısı 100'ü geçmiş durumda, her yıl binlerce mezun veriliyor. Avukat sayısı 80 bini aştı. Sadece İstanbul Barosu'na kayıtlı 32 bin avukat var, aralarına her yıl 3 binden fazla yeni meslektaş adayı katılıyor. Durum böyle olunca, bir hukukçu olarak Türkiye'de avukatlığın geldiği noktayı keşfetme yolculuğuna çıkmak istedim. ceza avukatlığı Bu yazıda, Türkiye'de avukatlık mesleğini her açıdan mercek altına alacağız. Ünlü ceza avukatlarıyla konuşacak, onların dünyasına gireceğiz. İş dünyasının avukatlarıyla konuşacak, milyar dolarlık müzakere masalarına oturacak, yabancı hukuk bürolarına bakış atacağız. Önde gelen hukuk fakültelerini ziyaret edecek, dekanlarla görüşecek, öğrencilerle fakülte sıralarında oturacağız. Avukatların güncel sorunlarını masaya yatıracağız. Bu alanı düşünen gençler, seçip de okumaya başlamış müstakbel meslektaşlar, mesleğinin ilk yıllarındaki genç avukatlar, avukatlığın üstatları ve mesleği merak eden herkesin ilgiyle okuyacağı bir yazı dizisi sizi bekliyor.  Türkiye'de ceza avukatlığı yapmanın zorlukları
ÖĞRENCİLERİN HAYALİ
İlk başlığımız ceza hukuku. Türkiye'de 1984'ten beri uygulanmayan idam cezası 2004 yılında Anayasa'dan da çıkarıldı ancak özgürlük insanın hayattaki en değerli varlığı olmaya devam ettiği ve özgürlüğünüzden olmanız veya özgürlüğünüze kavuşturulmanız hala bu alanın konusu olduğu için, bu arenanın savaşçıları ceza avukatları da hukuk dünyasında ayrı bir yere sahip. Özellikle adaletin sağlanmasına katkıda bulunmak isteyen idealist hukuk öğrencilerinin büyük çoğunluğunun kariyer hayali olan ceza avukatlığını, Türkiye'nin önde gelen 3 ceza avukatı Prof. Dr. Ersan Şen, İlkay Sezer ve Fatih Volkan ile konuştuk. Kamuoyunun yakından tanıdığı Prof. Şen, hukukçuluğunu akademisyenliğiyle pekiştirmiş bir isim. Ergenekon, Balyoz, Şike gibi Türkiye'nin yakın hukuk tarihine damgasını vurmuş ve asla gündemden düşmeyen davalarda avukatlık yapmasıyla biliniyor. Kamuoyu İlkay Sezer'i de Ergenekon ve Balyoz davalarından tanıyor. İlker Başbuğ, Hurşit Tolon, Tuncer Kılınç ve Bilgin Balanlı gibi 4 emekli orgeneralin ceza avukatlığını yapan Sezer, subay olduktan sonra hukuk okumaya başlamış emekli bir yarbay. Fatih Volkan ise Türkiye'de ceza hukuku denince ilk akla gelen isimlerden. Yıllardır kamuoyunun yakından tanıdığı pek çok önemli ismin ceza avukatlığını yapıyor, Türkiye'nin en önemli hukuk büroları ceza hukuku alanında ona danışıyor.
'GECESİ GÜNDÜZÜ YOK'
Ceza hukuku denildiğinde akla çok stresli, gecesi gündüzü olmayan bir iş geliyor. Fatih Volkan bu algıyı doğruluyor: "ceza avukatlığı çok streslidir. Ceza alma tehdidi altında olan birinin psikolojik durumu, o ağırlık sizin de üzerinize çöker. Gecesi gündüzü yoktur. Sabaha karşı ifade alınır. Sorgular gece gündüz sürer. Duruşmaya gündüz girersiniz, gece yarısı çıkarsınız." Prof. Şen de katılıyor: "Müvekkiliniz gözaltına alınmış, gece vakti veya hafta sonu sizi aradığında 'Gelmiyorum' diyemiyorsunuz ceza avukatlığı zor. Yerinize birini gönderebilirsiniz ama benim karşılaştığım durumlarda hep beni görmek isterler, siz olmadıkça o güven duygusu insanlarda oluşmuyor." Ancak Volkan'a göre tüm bu stres ve özverinin sonunda avukatı paha biçilemez bir tatmin bekliyor: "Duruşma günleri streslidir, ama iyi geçerse o stres bir anda omuzlarınızdan kalkar. İyi bir savunma yapmışsınız ve müvekkiliniz tahliye olmuş ya da müdahil olarak davaya dahil olmuşsunuz ve sanığa hak ettiği cezayı aldırmışsınız, müthiş bir keyiftir. O keyfin parayla pulla ölçüsü yoktur." İlkay Sezer de özveri ve fedakarlıktan bahsediyor, sık sık sabahlara kadar çalıştığını, bayramlarda bile cezaevine gittiğini anlatıyor. "Öyleyse neden ceza hukuku? ceza avukatlığı ?" diye sorduğumda, empati yapmamızı öneriyor: "Hukukun ekmek gibi, su gibi vazgeçilmez bir insan ihtiyacı olduğunu en çok ceza yargılamasında gördüm. Diğer yargılamalarda, örneğin ticaret hukuku yargılamalarında bir kişinin ekonomik anlamda aleyhine ya da lehine kararlar çıkıyor. Bunlar telafi edilebilir. Ama insanın özgürlüğünden mahrum bırakılmasının telafisi mümkün değildir."
'TEHDİT EDİLDİĞİMİZ ZAMANLAR OLDU'
Ceza avukatlığının aynı zamanda belalı bir iş olduğu söylenir. Hiç tehdit alıyorlar mı? Cevaplara bakılırsa, iyi bir ceza avukatı gözü pek olmalı. Fatih Volkan, zaman zaman tehditler aldığını söylüyor: "Ama siz bir yanlış yapmıyorsanız bu tehditlere aldırmayacaksınız. Ben delilleri getirebiliyorsam, toplanan delilleri değerlendirebiliyorsam, şahısların kasıtlarını ortaya koyuyorsam, tehditten falan korkmam. Avukatların silah alma hakları vardır, ben ruhsatlı silah bile almadım. Çünkü kimseye kötü bir şey yapmadım." Genç hukukçulara önemli bir de tavsiyede bulunuyor; kendilerini müvekkilleriyle özdeşleştirmemeleri: "Müvekkillerin gladyatörü olmayın. Bizler hukukçuyuz. Sadece hukuki yardımda bulunuruz. Müvekkiller birbirleriyle harp edebilirler, biz bunların dışındayız." İlkay Sezer, Ergenekon davasında yaşadıklarını örnek veriyor: "Tehdit edilmedim ama fiziksel şiddete maruz kaldım. Salonda asayişi sağlamak üzere bulunan jandarmayı, savunma hakkımızı engellemek için cop ve kalkanla üzerimize saldırttılar. Bizi salondan atmak istediler, çekiştirildik, yanımdaki meslektaşlarımı cop darbelerinden korudum. Direnç gösterdiğiniz sürece bunların hiçbir etkisi olamaz." Prof. Şen ise tehdidin avukatların yanlış tutumundan da kaynaklanabileceğini belirtiyor: "Türkiye'de avukatların müvekkile garanti verme gibi bir durumları var. Mesleği ne kadar iyi yaptığınız değil de garanti veriyor musunuz, bunu arayan çok insan var, bu insanlar bir yalanın peşinden koşabiliyorlar. Bunun sonucunda istedikleri gerçekleşmediği zaman da tehdit söz konusu olabiliyor."
'İKİ YARGILAMA VAR; MAHKEME VE KAMU VİCDANINDA'
Her gün basının ve kamuoyunun büyük ilgi gösterdiği davalarda ceza avukatlığı yapmanın nasıl bir deneyim olduğu sorusuna Sezer'in yanıtı şöyle: "Kamuoyunun önünde görülen davalarda iki yargılama vardır. Bir mahkeme salonunda yapılan, bir de milletin vicdanında yapılan. Haklı olduğunuzu iki yerde de duyuracaksınız." Ergenekon gibi binlerce klasörden, milyonlarca sayfadan oluşan davalarda ceza avukatlığı yapmanın "çok meşakkatli" olduğunu anlatıyor Sezer: "Çok çalışmanız, ilgilendiğiniz dosyaya hakim olmanız lazım. Bir de kamuoyunu bilgilendiriyorsanız, hata yapmanız kabul edilemez." Sezer'e, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla birlikte avukatların ve ceza avukatlığı'nın ; ne kadar iyi savunmalar yaparlarsa yapsınlar, hukuki açıdan ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, adaletin tecellisine katkı sağlayamadıkları yönünde kamuoyunda bir algı oluştuğunu düşünüp düşünmediğini sordum. "Bu görüntünün oluşmasına yol açan yargı mensupları olabilir. Ama ülke genelinde mesleğini dürüstçe, aynı bizler gibi özel yaşamından ödün vererek yapmaya çalışan hakim ve savcılar var. Siz haklıysanız, hakim de önünde olan mevzuatı uyguluyorsa, sizin dediğiniz noktaya bugün değilse de yarın gelir" diyor. Aynı soruyu Prof. Şen'e sorduğumda çarpıcı bir yanıt veriyor: "Sonucu belli olan bazı davalarda ceza avukatlığı ve avukatın  görevi sadece psikolojik danışmanlık haline geliyor." Hukukçuların ceza yargılamasına dair en büyük şikayetleri, davaların çok uzaması ve sanık haklarının ihlali. Volkan, şu değerlendirmede bulunuyor: "Uzadıkça uzuyor, adama aynı gerekçeyle 10 kere tutukluluğun devamı kararı veriyorsun; aynı gerekçeyle, değiştirdiğin hiçbir şey yok. Ceza hakimlerinde inanılmaz bir takdir hakkı var. Yasayı ne kadar iyi yaparsan yap bunu uygulayacak olan insandır. Mantalitenin değişmesi gerekiyor."
'PARA İÇİN ADAM ÖLDÜRENİN DAVASINA BAKMAM'
Bir de işin etik boyutu var. Herkesi temsil ederler mi yoksa almayacakları davalar var mı? Volkan'ın yanıtı çarpıcı: "Kesinlikle var. Para için adam öldüren bir insanın davasına bakmam. Bana ne verirse versin. Alacağım davada kalben rahat olmalıyım. Meşru müdafaa davasını alırım. Ancak adam taammüden gitmiştir, soğukkanlılıkla adam öldürmüştür, kesinlikle almam." Sezer ise sınırı "dürüstlük"te çekiyor: "Yalan söylenecekse ben orada yokum. Suç işlendiyse bunun üstünü örtmeye çalışacak bir şeyin içerisinde olmam söz konusu olamaz." Prof. Şen ise Türkiye'nin bazı realitelerinin bir avukatın bazı davaları almasını engelleyebileceğini belirtiyor: "Dosyasını aldığınız bir tarafın tam tersi bir taraf size dava getirdiğinde Türkiye şartlarında bunu almanızı istemeyebilirler. Alırsanız sırlarını paylaşacağınızdan çekinebilirler. Bu durumlarda dava almakta zorlanabilirsiniz."
CEZACILARDAN TAVSİYELER
Üç cezacının genç meslektaşlarına önemli öğütleri var ceza avukatlığı için. Prof. Şen ceza avukatının hitabetinin çok güçlü olması gerektiğini belirtiyor: "Müthiş bir hitabetiniz olmalı. Mahkemeyi etkileyebilmek, ikna edebilmek bu işin özüdür." Sezer'e göre ise avukat müvekkili için sonuna kadar mücadele etmeli: "Müvekkilim müebbet hapse mahküm edildikten sonra bile 'Sen elinden geleni yaptın, teşekkür ediyorum' diyebilmeli." Volkan için ise başarının sırrı mesleki heyecanda: "Avukat mesleki heyecanını asla kaybetmemeli. Bunca yıl sonra karar duruşmaları bende hala çok heyecan yaratır. Bu heyecanı yaşamazsam ben zaten işimi iyi yapmış olamam."
'CİNAYETTEN İBARET DEĞİL'
Ünlü ceza avukatlarının özellikle üzerinde durduğu konulardan biri de ceza hukukunun sadece çetecilik, organize suç, adam öldürme gibi suçlardan ibaret olmadığı. ceza avukatlığı, bilişim suçlarından çevre suçlarına, sermaye piyasası suçlarından sosyal medya aracılığıyla işlenen suçlara kadar çok geniş bir yelpazeyi bünyesinde barındırıyor. Read the full article
0 notes
hasanakbas72 · 5 years
Text
TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?
TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?
TASAVVUF
Tasavvuf Nedir? Tasavvufun Tarifi. Tasavvufun Faydaları ve İnsansa Ne Kazandırdılarını haberimizin detayında bulabilirsiniz.
Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
YAKLAŞIK İKİ DAKİKADA TASAVVUFUN ÖZETİ
TASAVVUF, TAKDİR-İ İLÂHİ’YE RIZA GÖSTERMEKTİR
Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul”olabilme mahâretidir.
MUHABBET, ŞEFKAT VE MERHAMET İNSANI OLABİLMEK
Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’­minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrû­miyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-i asliye hâline gelmesidir.
TASAVVUF KUR’ÂN VE SÜNNET’E UYMAKTIR!
Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır.
Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’­ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
O HÂLDE TASAVVUF NE DEĞİLDİR?
Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîati hafife almak da, tasavvufun hakîkatinden uzaklığın açık bir göstergesidir.
KALP TEMİZLİĞİ YETER Mİ?
Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
TAKVÂ ASLÂ GERİ PLANA ATILMAMALI!
Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bâzı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd ve takvâtarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsikî meclisi hâline getirilmektedir.
Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼnin ilk 18 beyti içinde yer alan şu ifâdeleriyle; kendisini dinlediği hâlde maksat ve gâyesini idrâk edemeyen gâfillerden şöyle yakınmaktadır:
“Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım.
Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Lâkin içimdeki esrârı idrâk etmedi.
Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.
Ham ruhlar, olgun ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”
BÜTÜN ALLAH DOSTLARININ FEYİZ KAYNAĞI KUR’ÂN VE SÜNNETTİR
Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bu hakîkati bir rubâîsinde bütün cihâna şöyle îlân eder:
“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”
Bu beyânıyla Mevlânâ Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Yani pergelin sabit ayağının dâimâ şerîate bağlı bulunduğunu, hayatını Kur’ân ve Sünnetʼin tâlimatlarına göre tanzim etmeye gayret gösterdiğini açıkça beyân etmektedir.
O hâlde şerʼî hükümlerle amel etmeden Hazret-i Mevlânâʼnın yoluna mensûbiyet iddiâsında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz rûhunu incitecektir.
TARÎKATLERDE TİCARÎ FAALİYETLERE GİRİLMEMELİ
Diğer taraftan, bâzı tarîkatlerde de, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle birtakım ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya dönüşülmektedir. Bu ise, bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir menfaat çarkına dönüşmesidir.
BAZI TARÎKATLERDE TAVİZ VERİLEN ŞER’Î ÖLÇÜLER
Bâzı tarîkatlerde ise, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi, içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp te­miz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.
HELÂL VE HARAMA RİÂYET EDİLMELİ
Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâ­tınen bütünleşebilme gayretidir. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî ke­mâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini yerine getirmekle mükelleftir.
HARAMLAR ASLÂ HELÂL OLMAZ!
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.» dedim.
Şeytan:
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”
Cemaatten biri:
“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;
“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!” cevabını verdi.
KUR’ÂN VE SÜNNETE UYMAYAN KİŞİ TASAVVUF EHLİ OLAMAZ
Hakîkaten bir kul, güzel hâli, sâlih amelleri ve mânevî derecesi sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. (Yani zâhir ve bâtının bir âhenk içinde olması zarurîdir.) Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidraçtır.[1] Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[2]
Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
İLÂHİ EMİRLERE UYMAYAN MÜ’MİN SEYR U SÜLUK YOLUNDA MESAFE KAT EDEMEZ
Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhî emirlere göre tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr u sülûk yolunda bir mesafe katetmesi düşünülemez.
Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.
KİŞİ MANEVİYATINI NASIL SAKATLAR?
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi ifâdelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.
Kıskançlık ve hasetleri sebebiyle, Hazret-i Yûsufʼu öldürmeye teşebbüs eden kardeşlerinin Kurʼân-ı Kerîmʼde beyân edilen şu ifâdeleri de, kulu haramlara düşürmek için nefsin kurduğu tuzakların tipik bir misâlidir:
“(Yûsufʼun kardeşleri aralarında dediler ki:) Yûsufʼu öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” (Yûsuf, 9)
“NASIL OLSA TEVBE EDERİM” DİYEREK HARAMLARA DALMAK
Dolayısıyla, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlarda tevbe edip hâlini ıslâh etme düşüncesiyle bugün haramlara dalmak, hem tevbeyi hafife almaktır hem de kendini nefsânî arzuların kölesi hâline getirmektir. Bu hâl ise mânevî hayatına zehir serpmekten farksızdır.
Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[3]
TASAVVUF, HAYATIN HER SAFHASINDA ŞERİATE RİAYETİ GEREKTİRİR
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır.
Unutmayalım ki, İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı ortaya koyar.
TASAVVUF, İSLÂM’I BÜYÜK BİR AŞK VE ŞEVKLE YAŞAMA GAYRETİDİR
Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.
Dipnotlar: [1] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler. [2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 87-88, no: 87. [3] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.
0 notes
ecatterina · 6 years
Text
hiçbir şeyi bilmeyen bir insan olarak bir şeyler yazmak istiyorum açıkçası noktası virgülü olmadan olucak anlamam da za ten ya belki çok köü bir haya tım olmasada hoş herkesin geçmişinde var sorunlar heleki ailelerde acaip fazla var ya aslında şöyle başladı karadenizli bir ailenin has mı has laz bir ailenin kızının kocaya kaçması ile başlayan ve o çakır gözlü adamın kızına yaşa t tığı kö tü haya tının ve bu haya t t an kur tulmak iseyen bir kadının babası yaşında bir adamla evlenip adamın kendi menfaa ti için bir çocuk yapmasıyla başladı yani benim doğmamla başladı herşey çocukluğum erkek çoçuğu gibi olarak başladı inşaaçı bile olmak gibi küçük yaş ta üvey abilerin aç gözlülüğü 1 avuç mal hırsıyla 6  tane doğar doğmaz düşmanım oldu yani  hayatta hep eksik ve kimsesizdim insanlarla beraber olmayı sevmezdim paramızda yok tu hep fakirdik annemin gece benle uyuması dışında bir ilgi görmemek babamın küfürleri kavgalarıyla ve dayaklarıyla büyümek gibi bir haya t ım oldu kedilerim vardı çok acaip hayvan severim ve çok gülerim çok mu tluymuş gibi hep yanlızlık isyanlarım olurdu bana değer versinler diye kendimi herkese fedakar ederdim dişimi  tırnağıma akıp insanları mul t u emek is terdim çevremde beni sevsinler diye büyüdük öyle böyle ani depresenlarla felan yalandan bir ergenlğimiz oldu bizimde yani, sevgililerim oldu ama ben annemin kızıydım asla yalan konuşmaz vr yanlış şeyler yapmazdım öyle de oldu hep elimi umak iseyene kapıyı gös t erirdim.ama ağlardımda süslü sözler mu t lu ederdi.ne cafesi ne pahalı yüzüğü kıyafe ti umrumda bile olmadıki ye t erki biri beni sevseydi gün geldi çok kez vazgeçiğim bir insanla evlendim ve yine deli gibi fedakardım 2 kuruşu birik t irip hiç yeni gelin olmamış gibi bedavaya evlendim müşerek evliliğimde kocamın maddi zoruklarla boğuşmaması için herşeyi yap t ım süslü kız yerine kendinden geçmiş bir insan oldum ve gördümki kalben sevildiğimi düşündüğüm insan bedenen çirkinleşince sevgisi yalan oluyormuş aldığım 10 kilo kocam diye kendimden çok düşündüğüm insanı başka bir kızın peşinde koşması içi ye t erliymiş yanisi aldaıldım hissecem ya t emiz kalpliyimidirde çok beni aldaığı günlerde lüfen beni sakın alda t ma diyerek omzunda ağlamışım hala evliyiz bu arada kocamın o kızla mahkemesi var ifirasına uğradı yediremedi evliliği sanırım ap t alım evli olduğum için bence benki anasının evinde beş para e t mez bir kızdım bir iş  t u t mazdı elim ama evlendiğim ilk günden i t ibaren kocamın büün kıyafeleri ü tüliki belki onu giymek is terse üzülmesin giysin herkes onu beğensin saygı görsün diye uğraşırken her akşam balkondan geçen her arabada omu geldi diye beklerken beni gün içinde neden aramıyor diye üzülürken kocam başka heycanların peşindeymiş neyse işe o kız baya heycan yaşa tıyor hala daha mahkemlerle bize hala sevidiğim için malım çünkü yanındayım iğrenç bir aileside var  tabi onlarla ayrı maceralarım var kiap yazmam lazım bence benim  tu tar heralde bir çok fedakarlığım hala devam ediyor pazarcılık mı yapmadım mobilyamı mon t aj e t medim dağlarda meyveler t oplayıp sa t madım iki kuruş para kazanıp borcumuzu ödemek için yap tım yaparımda ve sinir hastasıyım ha safhada arık ve kocam dediğim kişi beni fena ağla t ır hala ama biz kuluz affemeliyiz ha t alardan döndürmeliyiz dimi çok fena kavga da ederim , aslında bu akşam anla tmak is t ediğim koluk t a yanyana  oturmak tı mu tluymuşuz aileymişiz gibi ama o bunu hiç hisse t medi aklına bile gelmedi gelmeyecekde hala ilgiye aç bir insanım hiç arkadaşımda yok za ten ve bu akşam müzik dinlemek is t edim hani insan seviyor ya aşk müziği dinlersin sevdiğin gelir aklına bakarsın seni seviyorum len diyerek diye hissediyorum ama iş te böyle bakamıyorum birbirimizi sevdiğimizi hisse tiricek bir şarkımız birbirimize aşkla bakabileceğimiz sözlerimiz yok ve işin meselalı tarafıda bir sevgili yapma şansıda yok insnaın ar tık yahu azcık güzel şeyler hissedelimde de mu t lu olalım çünkü çok şükür elhamdülillah müslümanım.bu kadar ve fazlası olan her şeye dayanma kuvve ti veren ALLAH ıma şükürler olsun...
0 notes
se7enmecmua · 6 years
Text
ELLİPSİS 06 - Beyoğlu Sineması Kurtuldu mu?
Siz bu yazıyı okurken sinemayı yaşatma mücadelemizin birinci yılını dolduruyor olacağız. Bir yılda nereden nereye geldik, neyi başardık, neyi başaramadık, ne durumdayız, arz edeyim efendim.
 Beyoğlu Sineması yönetimi, 12 Haziran 2017 tarihinde web sitesinden sinemanın film piyasasına olan birikmiş borçlarını ödeyemediği ve ticari faaliyetini sürdürmek olanağı kalmadığı gerekçesiyle ay sonunda kesin olarak kapanacağı duyurusunu geçti. Bendeniz 20 küsur yıldır tanıdığım, sinemanın kurucu ortağı ve müdürü olan Temel Kerimoğlu’na ulaşarak bilgi alışverişinde bulundum. Bu doğrultuda Twitter’da bir zincir yazdım. Sosyal medyada giderek daha sık rastladığımız türden, kimi hüzün ve kabulleniş, kimi isyan ve reddediş içeren tekil tepkiler, yüzlerce kez paylaşılan bu zincirin altında çığ gibi büyüdü ve o kadar da çaresiz olmadığımızı anladık. “Sinemayı yaşatmak için ben ne gerekiyorsa yapmaya hazırım” diyen yüzlerce insanın varlığından aldığımız cesaretle ve kardeşim gibi sevdiğim sinema yazarı arkadaşım Utku Ögetürk’le birlikte önce sinema yönetimiyle, ardından alacaklılarla kafa kafaya verdik ve etraflı değerlendirmeler yaptık. Konuştuğumuz her şeyin havada kaldığını, tek gerçekçi çıkış yolunun sinemada acilen yönetim değişikliğine gitmek olduğunu gördük. Ve “Sinemanın bizim olması mı, yaşaması mı? Yaşaması!” diyen kurucusu Baha Serter’in de etkisiyle, Utku ve ben Beyoğlu Sineması’nı sahiplendik. Film şirketleri bu sayede işletmeyle ticarete devam etmeyi ve yeniden film vermeyi kabul ettiler. Ve sinema kapanmadı. İstanbulluların yıllarca kendilerini evlerinde hissettikleri bir yaşam alanını farelerin cirit attığı, terk edilmiş bir mezbeleye dönüşmekten, ondan fazla çalışanı da işsiz kalmaktan kurtardık. Binlerce insanın birlikte nefesini tutarak, birbirinin kalp atışını duyarak, ayin yaparcasına yüzden fazla film izleyebilmesini sağladık. Antalya’da engellenen Ulusal Yarışma’nın İstanbul’da hayata geçirilebilmesi için salonumuzu bedelsiz kiraladık. Film festivalleri, galalar, özel gösterimler yaptık. Hepsi iyi hoş. Peki sinemayı yaşatabilecek miyiz? İşte bu soru henüz yanıtını bulmuş değil. Ama arıyoruz inanın.
Tumblr media
 Beyoğlu Sineması yönetimini devraldığımızda yıllardır ödenemeyen dev bir borç yükünün altına girdik. Söz konusu borç sinemada gösterilen filmlerin hak sahiplerine yahut dağıtımcılarına yıllardır yapılamayan ödemelerden ibaret de değildi. DCP cihazlarının bakım ve onarımını üstlenen mühendislik firmasından, aidat ödemeleri aksatılmış iş hanına, yıllarca hizmet ettikleri sinemadan tazminat alacaklarını bekleyen eski personelden, vergi dairesine, onlarca kalem borç ve sayısız alacaklımız vardı. Utku da ben de hayatını yazıp çizerek kazanan ve kendileri kirada oturan iki sinemaseverdik ve sinemaya olan tutkumuzun günün birinde bizi bu kadar büyük bir sorumluluğun altına girmeye mecbur edeceğinden habersizdik. Sinemanın başına paramızla değil, aklımız ve yüreğimizle bi şeyler başarmak hayaliyle geldik. “Vay dertleri sinemayı ele geçirmekmiş”ten tutun da, “pis gayrimenkulcüler”e nice hakaret işittik, karalamaya maruz kaldık. Ortada ele geçirilecek bir şey yoktu oysa. 1989 senesinde bugün iyisinden bir ev sinema sistemi almaya bile yetmeyecek tutarda bir sermayeyle kurulmuş, 30 yıl boyunca sermaye artırımı yapılmamış, kayda değer tek bir varlığı bulunmayan, sabit giderlerini dahi karşılayamayan, personelenin maaşını dahi ödeyemeyecek noktadaki batık bir işletme vardı. Bu sinema diyelim ki bir Atlas Sineması gibi üzerinde bulunduğu mülkün sahibi de değildi üstelik. Ayda 20 bin liraya yakın bir kira ödemekle mükellefti.
 2018 yılında bağımsız sinema işletmek dünyanın hiçbir yerinde kolay değil. Almanya’dan, Kanada’dan, Arjantin’den de bağımsız sinemaların kapandığı haberleri geliyor. Neden, çünkü kitleye değil belli bir altkültüre hitap eden niş bir ürün satarak hayatta kalmaya çalışıyorsun. Ve sattığın şey hiç para vermeden de ulaşılabilen (internet, korsan, vb.) bir şey. Kaldı ki Beyoğlu Sineması, önce kapısı sokağa açılan tüm kent sinemaları gibi Türkiye’ye özgü bir çarpıklık olan dağıtım ve işletme tekelinden, sonra da düne kadar yaşadığımız şehrin gözbebeği olan Beyoğlu’nun kültür-sanat merkezi kimliğini yitirmesi ve neredeyse yok edilmesinden nasibini ziyadesiyle almış bir yer. Fakat ilk günden beri bizimle saf tutan, mücadele eden oyuncuların, yönetmenlerin, yazarların, gazetecilerin, siyasilerin, gönüllülerin, çalışanların ve tabii ki en çok da sinemasına sahip çıkan seyircinin desteğiyle bu sinemayı yaşatabileceğimize ve ileriki kuşaklarara aktarabileceğimize kalben inandık. Ne yaptıksa bu inançla yaptık. Müsaadenizle biraz daha açayım.
Tumblr media
En başta “Siz deli misiniz?”, “Neden böyle bir çılgınlık yapıyorsunuz?”, “Olacak iş mi!”, “O borç kapanır mı!” diyenlere inat çalıştık, çabaladık ve film şirketlerine olan borcu sıfırladık. Bunu ilk kez burada ilan ediyorum ve bugünü görebildiğimiz için çok ama çok mutluyum. Bunu büyük ölçüde, bir hafta kadar kısa bir sürede insanüstü bir gayretle ortaya çıkardığımız sadakat kart projesiyle başardık. Hâlâ hatırı sayılır seviyedeki sair borçları kapatabilmek ve Beyoğlu Sineması’nı tek kuruş borcu olmayan bir işletmeye dönüştürebilmek için de gece gündüz çalışmaya ve kafa patlatmaya devam ediyoruz. Bir yandan borcu kapatmak kadar, uzun yıllardır hiçbir yatırım yapılmamış, tek bir çivi çakılmamış, eskimiş, köhnemiş ve tüm cazibesini yitirmiş bir iş yerini bugünün ihtiyaçlarına cevap veren modern bir tesis hâline getirebilmek için de var gücümüzle çalışıyoruz. Sponsor desteğiyle yepyeni bir salonumuz, tertemiz bir kafe-fuaye alanımız, şahane yeni tuvaletlerimiz oldu. Havalandırma-iklimlendirme, ses sistemi, ses yalıtımı, aydınlatma gibi henüz sıra gelmemiş ama bir noktada mutlaka iyileştirmek/yenilemek/düzenlemek istediğimiz önemli konular var bekleyen. Fakat ne yazık ki seyirci sorunumuz devam ediyor. Bağımsız filmler gösteren başka salonlar da var muhakkak. Sadece ve istisnasız bağımsız film gösteren tek salon belki Beyoğlu Sineması. Salonumuz 250 kişi kapasiteli ve seans başına ortalama seyirci sayısı 20! Beyoğlu Sineması’nı yaşatabilmek için biz ne gerekirse yapıyoruz. Başka Sinema sayesinde dünyanın dört bir yanından en özel festival filmlerini, bağımsız sinemanın en heyecan verici örneklerini, kendi sinemacılarımızın ilk filmlerini büyük bir zevkle görücüye çıkarıyoruz. Sinemamızı ileriye taşıdığına inandığımız yönetmenlerimizi seyirciyle buluşturup söyleşiler tertipliyoruz. Başarabilirsek kısa bir süre sonra kendi festivalimizi gerçekleştirmeye hazırlanıyoruz.
 Ancak iş biraz da size düşüyor, sevgili okur. Seyircinin sinemasına sadece kapanırken değil, her daim sahip çıkması gerekiyor. Henüz ilkokula bile başlamamış çocukların bir gün gelip Beyoğlu Sineması’nda film izlediklerini hayal ediyoruz. Bu hayali bizimle paylaşan herkesi sinemada film izlemeye bekliyoruz. Biz kendimiz hiçbir şey kazanmadan, binbir fedakârlıkla bir misyon yürütüyoruz. Bugün biz, yarın bir başkası. Önemli olan şunun bilinmesi; Beyoğlu Sineması bu okyanus gibi şehirde bir çıpa ve Beyoğlu hâlâ bizim. Beyoğlu Sineması hepimizin. Bu sinemayı yaşatacaksak hep birlikte yaşatacağız.
 Cem Altınsaray
 (Arka Pencere 07 / Haziran 2018)
0 notes