Delik
Günümüzün en büyük konusu delik bence. Şimdi diyeceksiniz ne alaka? Bir şey delinirse orada ne olur: Sızar, akar ve boşalır. Biz de aynısını yaşıyoruz.
Ülkenin ciğerleri delindi. Ormanlar yandı, onlarca yıl düzelmeyecek yaralar açıldı. İçinde hayvanlar, arılar, yılanlar, kaplumbağalar, kuşlar, böcekler öldü. Evler yandı, köyler yok oldu. Yaşanmışlıklar geleceğe umutlar kayboldu. Göz göre göre geldi bu yangınlar. Tedbir alınmalıydı, alınmadı. Dünyaya yardım ederken kendi ciğerlerimizi yaktık. Neden mi? “Yangın uçaklarımız, helikopterleriniz yok” diye. Aslında vardı ama bürokraside delinmişti. Sonuç o deliğe yanan ormanlarımız, kül olan canlar, köyler kurban oldu. Delik büyüktü.
Sınırlarımız delindi. “Sınır namustur” yazar uç karakollarında. Ama her gün binlerce Suriyeli girdi ülkemize. Yıllardır buradalar. Her yere yayıldılar, baktık, besledik, okuttuk, çocuk doğurdular, vatandaş oldular, kamuya atandılar, bir sürü kötü olaya karıştılar, sahillerimizi işgal ettiler, çocukları sınavsız üniversitelere girdiler, bedava hastanelere gittiler, ilaç aldılar, yurtlarda ücretsiz kaldılar, toplu taşımayı bedelsiz kullandılar, iş yerleri açtılar. Gene delik ekonomiye vurdu. Bedelini biz ödedik. Kendi ülkemizde onlar kadar değerli olmadık.
Günlerdir sınırdaki delik gene açılmış. Akın akın Afganistanlılar geliyor. Milyonları buldu sayılar. Kim olduğu belli olmayan gencecik çocuklar gelir gelmez bayraklarını göndere çektiler. Bir
gencecik kardeşimizi öldürdüler. Bakalım daha neler yapacaklar. Bizlere neler yaşatacaklar.
Delik her geçen gün büyüyor ülke nüfusunun neredeyse yüzde yirmisi yabancılarla dolu. Türkçe konuşan görünce sevinir olduk. Bizim çocuklarımız, insanlarımız işsiz kaldı. Atanamadı, üniversiteye giremedi. Resmen işgal altındayız. Deliği onarmazsak sonu belli.
Pandemi zaten dünyayı vurdu. Bizi perişan etti. Binlerce can öldü. Tam ‘düzeliyoruz’ derken gelen gelene. Her yer delik. Böyle nasıl bitecek, kontrol yok, kayıt yok, kendi kendimize aşılamayı bitirememişken her şey çöpe mi gidecek? Ne için kim için.
Ekonomi delik, işsizlik delik, eğitim delik, bürokrasi delik…
Delik dedik büyüdü çukur oldu. Seller oluyor, felaketler oluyor. Neden mi? Doğanın yapısını bozduk. Dere yataklarına evler yaptık, Hes’ler yaptık, suların akışlarını bozduk, nehirleri ‘ıslah edeceğiz’ diye beton duvarların arasına sıkıştırdık, heyelânlara yol verdik, doğayı koruyacağımıza betona boğduk, ormanlarımızı madenlere katlettik, siyanürle yüzyıllarımızı öldürdük, taş ocakları, kömür ocakları derken tarım, orman arazilerini yok ettik.
Tarım arazilerinin organikliğini bozduk. Yabancı tohumlara, gübrelere, ilaçlara esir ettik. Üzerine çiftçiyi, hayvancılığı öldürdük. Saman ithal ettik, hayvan ithal ettik, seralarda ne olduğu nasıl yetiştirildiği belli olmayan meyve sebze ürettirdik. GDO’lu ürünler yedirdik halkımıza. Sonuç mu? Kanserden başlayan birçok hastalığa kurban ettik kendimizi. Neden, niçin?
Sınırlar delik.
Tarım delik.
Ormanlar delik.
Sağlık delik.
Eğitim delik
Ekonomi delik.
Cep delik cepken delik....!
Read the full article
0 notes
Anılarla Basınköy 2
Basınköy’de öyle bir tarih var ki, güzelliği sanki bir girdap gibi her katmanında ayrı bir heyecanla ve merak ile öğrendikçe dibe doğru çekerken beni bir yandan da verdiği mutlulukla erişilmez bir haz yaşatır oldu.
Kitap diyoruz, çabucak yazılır sanıyoruz ama öyle değil işte bir ömür boyu sizinle yaşayacak hatta sizden sonra nesillere ulaşırken yaşanmışlıklar da beraberinde elden ele, dilden dile taşıyacak. Yanlış bir bilgi doğru diye kalmaması lazım, buda işin en zor kısmını oluşturuyor. Her şeyi teyit ederek bir kez daha bakarak, son kez okuyarak ,iyice emin olduktan sonra satırlara taşıyorsun.
Geçen haftalarda birçok ziyaret yaptım Basınköyü’müzün çizerleriydi hedefimdeki bölüm bunun için yol arkadaşım en büyük destekçim Ediz Çanakci’nin binlerce kitaptan oluşan kütüphanesinde aldim soluğu yaptik kahvelerimizi bir elde not defterimiz ,bir elde kalem, birer birer çıkarttık kitapları acılan her sayfada tarih, anılar, güzel günler geçti gözümüzün önünden tek tek sayfalara yazıldı hatıralar karikatüristler .
Kimler yok ki Basınköyü’müzle karikatür tarihi ve çizerlerimizi yazalım o zaman sizlerde bana hak vereceksiniz.
Tonguç Yaşar, Mustafa Mim Uykusuz, Yalçın Çetin, Nehar Tüblek, Zeki Beyner, Semih Balcıoğlu, Ferruh Doğan, Mustafa Eremektar Mıstık, Cafer Zorlu, Faruk Geç, Öktemer Köksal, Abdullah Turan, Kara Murat, Sezgin Burak Tarkan çizgiroman.
Her biri ayrı değer, benzersiz kalemler, anlatmakla bitmeyecek ustalar umarım kitabımda elimden geldiği kadar aktabilirim kendilerini ve layık olabilirim ustalarımıza onların koca hayatlarına güzel yüreklerine ve kalan ailelerine bir hatıra verebilirim.
Kahveler içildi notlar alındı fotoğraflar çekildi ama gün bitmeden yönetimin yolunu tuttum Basınköy Spor Kulübünün kupaları vardı sırada. Rahmetli Erdoğan Pastutmaz ilk akla gelen kulübün aldığı başarıların , unutulmaz anların, hatıraların ,emeklerin ödülü kupalar eşi tarafından yöneticimiz Arif Şayir’e teslim edilmişti Cem Meral abimden öğrendim, sağolsun açtı bize vitrini, onlara dokunmak bile beni yıllar öncesine götürmeye yetti tek tek fotoğrafladım ölümsüz bir anim vardı artık abilerimin başarılarının hatıralarıyla. Keşke zamanında bunu diğer büyüklerimizin hepsiyle yapabilseydim anlayamadık o zaman bugünlerde ne kadar değerli olacağımı. Hayat bize o kadar güzel öğretiyor ki elimizdeyken anlayamadıklarımızı kaybedince anlamayı.
Satır başlarıyla paylaştım sizlerle kitabımın nasıl gittiğini sonraki yazılarımda da yazmaya devam edeceğim umarım sizlerde ben yazarken keyifle benim ile olursunuz .
Kalın sağlıcakla Basınköy maceralarında.
Read the full article
0 notes
Anılarla Basınköy 2
Basınköy’de öyle bir tarih var ki, güzelliği sanki bir girdap gibi her katmanında ayrı bir heyecanla ve merak ile öğrendikçe dibe doğru çekerken beni bir yandan da verdiği mutlulukla erişilmez bir haz yaşatır oldu.
Kitap diyoruz, çabucak yazılır sanıyoruz ama öyle değil işte bir ömür boyu sizinle yaşayacak hatta sizden sonra nesillere ulaşırken yaşanmışlıklar da beraberinde elden ele, dilden dile taşıyacak. Yanlış bir bilgi doğru diye kalmaması lazım, buda işin en zor kısmını oluşturuyor. Her şeyi teyit ederek bir kez daha bakarak, son kez okuyarak ,iyice emin olduktan sonra satırlara taşıyorsun.
Geçen haftalarda birçok ziyaret yaptım Basınköyü’müzün çizerleriydi hedefimdeki bölüm bunun için yol arkadaşım en büyük destekçim Ediz Çanakci’nin binlerce kitaptan oluşan kütüphanesinde aldim soluğu yaptik kahvelerimizi bir elde not defterimiz ,bir elde kalem, birer birer çıkarttık kitapları acılan her sayfada tarih, anılar, güzel günler geçti gözümüzün önünden tek tek sayfalara yazıldı hatıralar karikatüristler .
Kimler yok ki Basınköyü’müzle karikatür tarihi ve çizerlerimizi yazalım o zaman sizlerde bana hak vereceksiniz.
Tonguç Yaşar, Mustafa Mim Uykusuz, Yalçın Çetin, Nehar Tüblek, Zeki Beyner, Semih Balcıoğlu, Ferruh Doğan, Mustafa Eremektar Mıstık, Cafer Zorlu, Faruk Geç, Öktemer Köksal, Abdullah Turan, Kara Murat, Sezgin Burak Tarkan çizgiroman.
Her biri ayrı değer, benzersiz kalemler, anlatmakla bitmeyecek ustalar umarım kitabımda elimden geldiği kadar aktabilirim kendilerini ve layık olabilirim ustalarımıza onların koca hayatlarına güzel yüreklerine ve kalan ailelerine bir hatıra verebilirim.
Kahveler içildi notlar alındı fotoğraflar çekildi ama gün bitmeden yönetimin yolunu tuttum Basınköy Spor Kulübünün kupaları vardı sırada. Rahmetli Erdoğan Pastutmaz ilk akla gelen kulübün aldığı başarıların , unutulmaz anların, hatıraların ,emeklerin ödülü kupalar eşi tarafından yöneticimiz Arif Şayir’e teslim edilmişti Cem Meral abimden öğrendim, sağolsun açtı bize vitrini, onlara dokunmak bile beni yıllar öncesine götürmeye yetti tek tek fotoğrafladım ölümsüz bir anim vardı artık abilerimin başarılarının hatıralarıyla. Keşke zamanında bunu diğer büyüklerimizin hepsiyle yapabilseydim anlayamadık o zaman bugünlerde ne kadar değerli olacağımı. Hayat bize o kadar güzel öğretiyor ki elimizdeyken anlayamadıklarımızı kaybedince anlamayı.
Satır başlarıyla paylaştım sizlerle kitabımın nasıl gittiğini sonraki yazılarımda da yazmaya devam edeceğim umarım sizlerde ben yazarken keyifle benim ile olursunuz .
Kalın sağlıcakla Basınköy maceralarında.
Read the full article
0 notes
“Anılarla Basınköy”
Bir hayalim vardı; kitap yazmak… Bunun için çok çalışmak ve tecrübe lazımdı. Yıllardır köşe yazısı yazıyorum ama bu başka bir şeydi.
İlk olarak, devamlı olarak durumu kahve sohbetlerinde Ediz Çanakçı ile paylaştım. Bir hatıra duvarı yapalım, sonra sergisini açarız. Belki müzesini de kurarız.” dedim.
Hatıralarım, çocukluğum, gençliğim olsun istedim. Yaşadığım yer Basınköy, İstanbul’un incisi…Bir yanı Küçükçekmece Gölü, karşısı Marmara Denizi, yanı Atatürk Deniz Köşkü... Bunlar bile yeterdi güzelliğini anlatmaya ama devamı var bu hikâyenin.
Öyle bir semt düşününki bütün Cağaloğlu Babıali burada, gazeteciler, tiyatrocular, ressamlar, yazarlar, çizerler, yorumcular, karikatüristler, foto muhabirleri…Aslında hikâyem bir anı duvarı yapmaktı, geleceğe bırakacak hatıralar olsun istedim fakat bu kadar değeri sığdıramadım çerçevelere.
O zaman sergi açarım dedim. Aramaya başladım. İlk telefonla aradığım, Tan Burak oldu. Sezgin amcanın çıkardığı Tarkan dergisi ve Kurt ile Tarkan’ın olduğu iki resmini istedim. Kurt vardı, Basınköy vardı, Tan, Tarkan vardı. O resimlerde hayalimdeki çerçeveyi yapmıştım.
Eski bir Basınköy resminin üzerine kurucuların isimleri ikinci çerçeve oldu.
Sanem Altan’ı aradım. Çetin amcanın resimlerini ve bir hatırasını istedim.
Melih Berkan’ı, Cem Meral’ı, Mehmet Mumcu’yu, Mehmet Kınacı’yı, Aslı Kılan’ı, Tutku Günkut’u, Taygun Tonguç’u, Kâni Atmaca’yı, Murat Demirel’i, Sedat Derman’ı, Ercan Okyay’ı… Ama aradıkça öyle hikâyeler, öyle anılar, inanılmaz bilgiler çıkmaya başladı. O zaman dedim ki bu kitap olmalı. Başlı başına Basınköy’ün kurucular listesini koysam zaten bir kitap çıkıyor ama öyle anılar var ki yeri dolmayacak, bunlarla ölümsüzleşecek.
Necmettin Erbakan bile burada oturmuş, Mikail Bakkal, Hans, Bambi çay bahçesi, Madam Eleny’nin evi Safiye Ayla’nınmış. Kitap bitene kadar bakalım daha neler öğreneceğiz. Neler çıkacak. Ama burada da kalmamalı bence müzesi olmalı Basınköy’ün.
Hatıralarla başlayan bu yol hayallerimizin hepsiyle biter umarım. Başlamak bitirmenin yarısı derler. Ben de başladım, haydi hayırlısı.
Sevgili Mehmet Tezkan’ın çok güzel bir yazısı var: “Çetin Altan’ın mahallesi”. “50,50 yüz... Biz Basınköylüyüz”. O kadar güzel anlatmıştı ki mahallemizi. Üstüne ancak bu kadar yazabildim. Benim feyzim oldu. Umarım ben de layık olurum büyüklerimize. Basınköyü’müzü geleceğe taşırım.
Yıllar o kadar çabuk geçiyor ki biz anlayana kadar değerlerimiz bir bir eksiliyor. Uçurtma yaptığımız, ormana yürüyüşlere gittiğimiz, Yaşar amcamızla Yaşar Kemal ile bir fotoğrafım yok. Çünkü o zaman Yaşar amcamızdı. İmzalayıp verdiği İnce Mehmet kitabı da yok. İstesek şimdi alamayız. O yaşlarda kıymetini bilemedik.
Çetin amcamızın yaramaz çocuğu Kamil’dim ben. Bahçesindeki bodur elma ağacını her sene tam toplayacağı zaman koparıp yiyen, onu çileden çıkaran haylaz, keşke Çetin Altan şimdi yaşasaydı. Bir kare resim çekilip helalleşseydim kalıcı bir anım olsaydı.
Anlatmakla bitmeyecek o kadar çok hikâye var ki. Türkiye’nin tarihine mâl olmuş o değerli insanlarla, bu güzel mahalleyle.
“Hayat hikâyelerle güzel” diyerek “Anılarla Basınköy “.
Tayfun Talipoğlu’nun dediği gibi: “Beni her ölüm etkiler. Tanımasam bile üzülürüm yitirilmiş ümitlere… Hiç gerçekleşmeyecek ideallere, yaşanmamış sevgilere üzülürüm… Bu yüzden, korkarım yaşamı ertelemekten.”
Read the full article
0 notes
Müşteri memnuniyeti
Kalemi elime alıp bir şeyler yazdığımda hep anlam içermesini isterim ve yazılarımda da buna önem vermeye çalışırım, nedeni ise belki halkın sesi olur ve doğruya ulaşmasına öncülük edebilmektir.
Müşteri memnuniyeti günümüzün elzem konularından biridir ve eskiden vardı ya şimdi ne oldu?
Hepimizin dilinde aynı dert, internet pazarının büyümesiyle ve pandemi ortamınında buna destek vermesiyle görmeden, denemeden inanarak alışveriş yapar olduk.
Sanal reklamlarla, telefon mesajlarıyla maillerle, çağrı merkezleriyle tamamen güvene dayalı alışverişler birçoğunu hüsrana bırakır oldu. Satana kadar canım müşterim sattıktan sonra ara dur ki ulaşabilesin, yediğin fırçada çabası, hakem heyetleri, şikayetimvar siteleri, müşteri ilişkileri hatları, sonuç azimliysen ve bıkmaz isen sorunun çözüme kavuşmasında bir şans var gibi.!
Bu konu defalarca devletimizin gündemine gelmesine rağmen, küçücük yaptırımlarla yani göz boyayarak ve büyüyerek bu günlere geldi. Tüketici hakları dernekleri, yargı, kaymakamlık hakem heyetleri ne yapsın, kanun ne derse onu yapıyorlar. Küçücük puntolarla sayfalarca yazıları hepimiz okumadan imzalıyoruz ve sonuç gene hüsran…
Kapitalizm kazanmış oluyor…
Kaybeden ise bizler…
Yargıya taşısan, haksızlığını ispat etmek için birde para yatır, avukat tut, yıllarca bekle ve sonuç hüsran ve son kullanıcı mağdur…
Pandemi öncesi birkaç kez havalimanında yaşadığım rezilliği yazmıştım ve utanmasalar beni suçlu çıkartacaklardı.
Read the full article
0 notes
Fatura hobi balıkçılarına kesiliyor
Yıllardır hobi olarak olta balıkçılığı yapıyorum ve yaparken de bu aktiviteyi bilinçli bir şekilde icra etmeye gayret ediyorum.
Aynı zamanda profesyonel bir dalış eğitmeni, sualtı fotoğrafçısı, rehber balık adam olarak sualtında yaşamanın yeryüzünde yaşamaktan daha sağlıklı olduğuna inananlardanım. Sualtı faunası ve florasını bir eğitmen olarak öğrencilerime yıllardır öğretmenin gururunu yaşayan ben olta balıkçılığı konusunu köşemde ele almak istedim.
Geçenlerde sosyal medyada İstanbul boğazında gırgır tekneleri ile nasıl çevrildiğini resmen katliam yapıldığını herkes gibi bende hayretle ve üzülerek gördüm. Sosyal medyadan görmekle yetinmeyerek katliamın yapıldığı alanları gazeteci bir dostumla beraber giderek canlı canlı gözlemledik.
Bu konuda yetkili ve bilinçli olan birçok akademisyen yazılar yazdı ve bu katliamın durdurulması gerektiğini belirttiler.
Pandemi nedeniyle evlerine hapis olan olta balıkçıları da bu yaşananların acilen durdurulmasını haykırdılar.
Bu durumun sosyal medya haricinde ana haber bültenlerine de konu olmasına rağmen denizdeki gırgırlar sahile on beş metre yakın alanda ağ atmaya devam ediyorlar. Halk pazarlarında limit altı balıklar satılıyor, balık hallerinde denetim var ama bu limit altı balıklar oltacılardan mı çıkıyor diye sormak lazım.
İstanbul İl Tarım Orman müdürlüğü ekipleri, İBB deniz zabıtası ve ekipleri, Su ürünleri, İlçe tarım ve Emniyet Kuvvetleri boğaz balıkçıllarını sık sık denetliyorlar.
Geçtiğimiz gün yapılan denetimlerde kovala
Read the full article
0 notes
Kendi ülkende sığınmacı olmak
Uzun bir süredir, bitecek, düzelecek, bu günlerde geçecek diyerek umut ederek beklediğimiz kanayan bir yaramıza parmak basmak istiyorum. İstemeyi bırakın bu konuda çok gergin olduğum sebebi, alameti ile fena bir şekilde arzuluyorum.
Bitecek ve düzelecek dedikçe bitmedi…
Daha da katlanarak büyüdü…
Bu sorunlar bizi taciz etmeye başladı…
Mülteci ve sığınmacıların hayatımızı berbat ettiği ve haklarımızı, değerlerimizi, alışkanlıklarımızı darmadağın yaptığı bugünlerde eski günleri özlemle anar olduk.
Yeter artık!!!
Elli senedir İstanbul, Basınköy’de yaşıyorum ama bugünlerde yaşayamıyorum. Sadece nefes alıyorum.
Hafta sonu yürüyüş yapmak için evden çıktım ve Atatürk ormanına girdim.
Girmez olaydım…
Girdiğime, gireceğime pişman ettiler…
Ediyorlar…
Hatta adamı fena şekilde geriyorlar…
Her yer Suriyeli ile hınca hınç dolu olan ormanın içinden geçerek, Florya’ya indim. Trafik tam bir kaos halinde idi. Güneş plajının önüne ulaştığımda 50 metre kuyruk vardı. Kuyruktakilere şöyle bir baktığımda % 10’u Türk geri kalan herkesin mülteci ve sığınmacı olduğunu gördüm.
Çimleri sosyal mesafeye dikkat etmeden parselleyen yabancıların bağırmaları, çağırmaları insanı çıldırtacak cinsten rahatsız ediyordu.
Her yer çöp, pislik ve iğrençlik kalıntılarıyla SOS veriyordu.
Aqua Florya’nın önüne geldiğimde ise bisiklet ve elektrikli Scooter kullanan insanların arasından zorda olsa yürüyerek yol almaya çalıştım.
Read the full article
0 notes
Mutluluğun anahtarı sadeleşmek
Sevgili kardeşim, komşum ve çocukluk arkadaşım olan değerli dostum Ediz Çanakçı’nın evinin bahçesinde zaman yolculuğunu anımsatacak şekilde bir sohbete başladık.
Çocukluğumuzdan ve bir ömür geçirdiğimiz Basınköy ile alakalı geçmiş zamanları andık.
Sohbetimiz kahve eşliğinde öyle keyifli idi ki vaktin nasıl geçtiğini anlamamışız.
Fakat gecenin bende iz bırakan en önemli konusu sadeleşmek idi.
Bende geceden nasiplenerek yeni köşe yazımın temasını sadeleşmek olarak o anda belirledim.
Unutmadan sevgili Ediz; şair, felsefeci ve müzikolog, kitap analisti olan binlerce kitap okumuş bir düşünür, yazar çizer…
On parmağında on marifet olduğu gibi biz kendisini ayaklı kütüphane olarak tanırız, biliriz, severiz, sözlerine de ayrıca özel bir itibar ederiz.
Kendisi yaşanmışlıklardan çıkardığı başlıklar ile başladı hayatı sıralamaya ama ne sıralama kendisi tabiri caiz ise sıralamadı tek tek sıraya dizdi…
Her dizmede bir ders…
Her dizide bir kıyas…
Her dizede ise hayat vardı…
Çokluk bir zehir gibidir ve her şeyin fazlası zarardır, ziyandır, kirliliktir, zalimliktir.
Bu zehiri 40’lı yaşlara geldiğimizde fark ederek geçmişte yaptığımız hatalardan eminim ki benim gibi sizlerde pişmanlık duyuyorsunuzdur.
Eminim hayatın bir muhasebeden bir gelir gider, kazanç ve kaybedişten ibaret olduğunu biliyorsunuz. Ve bu vesileyle geçen ömür ile iyisi ve kötüsüyle tüm yaşanmışlıklar bizim öğretmenimiz olmuştur.
Dinimiz…!
En hassas noktamızdır. Yüzde 95’i Müslüman olan bir ülkede yaşıyoruz.
Read the full article
0 notes
Yeni dünya düzeni
İçinden geçmekte olduğumuz döneme yıllar sonra baktığımızda inanılmaz günler yaşadığımız bir zaman dilimi olarak hafızalarımızda yer alacak. İnsanlığın anlatamadığı travmalardan biride tercihlerimizin, alışkanlıklarımızın ve beklentilerimizin top yekûn değişmesi olacaktır. Bir başkası da acı çekerek ölme ve başkalarının da bu acıyla ölmesine sebep olma korkusu olacak.
Bununla beraber tercih etmesek bile tedbir olarak gönüllü karantina ya da eve hapsolmak en büyük insan hakları ihlali olarak görülecektir. Çünkü insanlar çalışmak ve aileleriyle veya yakınlarıyla ilgilenmek zorundadır. Bu engellenince ihlal olarak algılanacaktır. Halbuki bu haklar yıllarca verilen mücadelelerin sonunda kazanılan değerler lehimize olsa da askıya alınması bizlerin ihtiyaç ve sorumluluklarımızın büyüyerek artması bireysel fedakârlığı bitirecek ve devletten beklentilerin büyüyeceği bir yola doğru gitmesine sebep verecektir.
Bütün bunların sonucunda insanlar sistemlerin işlevsiz kaldığını gördüler, temel ihtiyaçların yeniden düzenlenmesi bunların dışarıdan tedarik edilmesinin yanlış olduğunu hatta bu ihtiyaçları vatandaşlık hakkı olarak istiyor ve talep ediyorlar.
Bundan önce kimse evinde ekmek yapmazken, domates ve biber yetiştirmezken, tavuk beslemezken, şimdi yapar oldular köy hayatı özlem oldu.
Bir başkası da hijyen ve temizlik malzemeleri, maske hayatımızın olmazsa olmazları listesine girdi.
Read the full article
0 notes
Bir tasarruf hikayesi.!
Gün gelir devran döner yıllarca üstüne basa basa söylediğimiz şeyleri bir virüsün yaptıracağı kırk sene düşünsem aklıma gelmezdi ama hayaldi gerçek oldu yaşasın korona.
Şaka bir yana bizler topluma öncü insanlar olarak her zaman üretim dedik, tam bağımsız Türkiye dedik, ilim irfan dedik, adalet dedik, dedik fakat bir korana kadar olamadık ama yaşananlar bize kısa zamanda ne kadar haklı olduğumuzu gösterdi. Hani derler ya gün gelir hesap döner bence bugün bir milat olsun ve özümüze dönelim. Bekamız olsun tekrar kâğıdımızı kendimiz üretelim, Sümerbank’ımız olsun tekrar yerli ürünlerimizi kendimiz yapalım, Köy enstitülerimiz olsun tekrar köylüyle millet birleşsin, şeker fabrikalarımız olsun şeker pancarımızı kendimiz işleyelim, sağlık için dezenfektanlarımızı biz üretelim, buğdayımız pirincimiz olsun, aşı üreten Hıfzıssıhha Enstitülerimiz olsun, ilim irfan merkezlerimiz üniversitelerimiz olsun özel değil devletimizin olsun, yerli tohum kullanalım, topraklarımız organik kalsın tohum veren sürdürülebilir tarım olsun ki ihtiyaç anında kendi kendimize yetebilelim.
Gördük ki böyle günlerde israf edersek, bağımlı olursak, elele vermezsek neler oluyormuş, AVM bağımlılığı bitti, gereksiz hastahanelere gitmeler bitti, gereksiz tüketim bitti, gereksiz para mal mülk hırsı bitti, artık insanlar köylerindeki tarlalarını ekmeyi düşünür oldular, artık kapitalizme hizmet eden ne varsa durdu aslında insanlık normale döndü.
İsraf haramdır der güzel dinimiz ama bir türlü insanlığa öğretemedik. Şimdi her şeyden tasarruf eder olduk, ekmeği çöpe atarken, bugün evde ekmek yapar olduk, açlıktan insanlar yiyecek yemek bulamazken bizler açık büfelerde onlarca yemeği çöpe attık, su kadar kıymetli bir şeyi akıta akıta gereksiz yere ziyan ettik, bir gün savaşırız diye öyle büyük paraları insanlığın yerine silahlara yatırdık, sevgi, saygı, dürüstlük, kul hakkı yerine nifak tohumları ektik, her şeyi yaptık ama bu güzelim dünyada ihtiyacımızdan fazlasını dağıtmayı öğrenemedik. İnsanlık hırsına kibrine yenildi ama gün geldi TASARRUFU öğrendik, umarım bundan sonra her şeyin fazlasının zarar olduğunu bilir, yetecek kadar kullanır, öyle paylaşır israf etmeyiz.
Kalın sağlıcakla…
Read the full article
0 notes
Neler oluyor bize…
Burası Türkiye Cumhuriyeti binlerce yıllık geçmişi olan,
özünden devletler çıkmış, ülkeler kurmuş, üç kıtaya hükmetmiş şanlı bir geçmişi
ile yüzlerce savaş görmüş başarılar elde etmiş, tarih yazmış bir toplum.
Halen dört kıtada eli olan, insanlarına yardım eden,
merhametli şefkatli bir ülkedir. Bunların hepsi güzeldir güzel olmasına ama
birde gerçekler var. Bu yaşanmışlıklardan kazanılan o da ne biliyor musunuz?
Türkün Türk’ten başka dostunun olmadığıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa hepimiz varız. O şanlı bayrağımızın altında birer neferiz. Rabbimde ülkemize zeval vermesin. Birlik içinde olursak büyürüz, gelişiriz, değerlerimize sahip çıkarsak, devletimiz güçlenir, üretirsek hep beraber kalkınırız zaten buda devlet olmanın gereksinimi oluşturur.
Şimdi gelelim “Neler oluyor bize” kısmına neden mi bu soruyu
sordum?
Vatandaşlık satılır mı?
Geçmiş yıllarda dinci örgütlerin içinde birçok değişik
yollarla Türk vatandaşlığını almış kişiler tespit edildi. Bugün, IŞİD, El Kaide
gibi örgütlerde gerçek Türk vatandaşından çok, parayla ya da başka yollarla
Türk vatandaşı olup, kendilerine göre “cihat bölgesi” ilan ettikleri çatışma
bölgelerine gidenler var.
Yasalar gayet açık. Türk vatandaşlığı doğumla, evlilik dışı
çocuğun babası tarafından kabul edilmesiyle, yabancı birinin Türk vatandaşıyla
üç yıl evli kalmasıyla, yabancı biriyle evlenenin çocuklarının da 18 yaşını
doldurduktan sonra iki vatandaşlıktan birini seçmesiyle kazanılır. Bir de
“Fevkalade Telsik” denilen, ülkeye ekonomik, sosyal, kültürel, teknik yönden
yararlar sağlayacağı, tanıtımında etkili olacağı isimlere Bakanlar Kurulu
kararıyla vatandaşlık hakkı verilir.
Bunlar tamamda bir de ülkemizde bulunan başka devletlerin
dernekleri tarafından Türk vatandaşlığının satışı var.
Vatandaşlık almak isteyenler derneklere para karşılığında
kayıt yaptırıyorlar ve kendilerini mülteci gibi gösteriyorlar. Sonra bunlara
ikamet veriliyor bu insanlar Türkiye geldiğinde pasaportlarını kaybettiklerini
belirterek konsolosluklarına başvuru yapıyorlar ve yeni pasaport ismi beyana
göre alınıyor. Örneğin; Abdülaziz ismiyle giriş yapan Abdullah oluyor,
böylelikle yurtdışına Abdülaziz olarak çıkmasında bir sorun yokken alınan
ikamet izni Abdullah adına olduğu için bunlar yıllardır Türkiye’de gibi oluyor.
Dernekler Polis kontrollü olacağı zaman şahıslara bilgi veriyor o adreslerde
mülteciymiş uzun zamandır ikamet ediyormuş gözüküyor ve vatandaşlığı alıyorlar.
Bir başka yol ise kendilerini ülkemizde bir fabrikanın iş
geliştirme müdürü, satış temsilcisi gibi sıfatlarla göstererek resmi çalışma
izni üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra müracaat yapıp vatandaşlık
istiyorlar ve çok kısa sürelerde alıyorlar.
Haç dönemi Arabistan’a gelen Müslüman uyruklu vatandaşlar
orada bulunan vatandaşlık şebekeleriyle parayla anlaşıp tek kelime Türkçe
bilmeden, ülkemizde hiç bir yatırım yapmadan ülkemize dahi gelmeden başvuruları
alınıyor, paralar verilince vukuatlı nüfus kayıtları gönderiliyor sonra Cidde
Başkonsolosluğuna müracaat edip ülkemize seyahat vizesi alıp turist olarak geldiği
Türkiye’den Türk vatandaşı olarak ayrılıyor. Sistem o kadar hızlı yürüyor ki!
işlemler bir haftada bitiyor. Türkiye’den vatandaşlık çıktığında konsolosluk
veremem diyemiyor sonra bu insanlar bazı bölgelerde seçimlerin kaderini bile
belirliyor yani o kadar çoklar ne ilginç değil mi? Kirli eller yeniden sahnede.
Eskiden iki milyon dolar para ve bir milyon dolar
gayrimenkulü olan üç yılda bunu mecbur kılan bir yasa vardı vatandaşlık
için…Şimdi 250 bin dolara düştü değişiklikle bas parayı al vatandaşlığı…
Suriyeliler var özel kararnamelerle binlercesine vatandaşlık
verilen yarın öbür gün bunlar parti kuracak, meclise girecek, devlet memuru
olacak sonra asker polis olacak hak isteyecekler sayıları milyonları bulacak
yıllar içinde ya sonra?
Aklımda deli sorular, bu kadar kolay olmamalıydı, kanla
alınan binlerce şehit verilen benim ülkenim vatandaşlığı parayla
verilmemeliydi, vatandaşlık mı satılır? Savaşla alamadıklarını parayla mı
alıyorlar bunlar. Tamam baktık, koruduk, yedirdik içirdik kendi rızkımızı paylaştık
bu kadar sıkıntılar içinde ama daha fazlası sonra önüne geçemeyeceğimiz
sorunlara dönüşür. Görünen köy kılavuz istemez birtakım menfaatler içinde bu
belalara değmez. Yol yakın iken düşünmek lazım yarınlarımızı.
Çiftçilerimiz kan ağlarken, tarım bitme noktasına gelirken
kooperatifler tefeci gibi çalışırken bu olmaz, büyük sanayiciler bir bir
batarken bu olmaz, vergiler tavan yapmışken bu olmaz, trafik cezalarından medet
umulurken bu olmaz, yanlış yatırımlarla halkın beline bu yükler yüklenirken bu
olmaz, her gün boşanan parçalanan intihar eden aileler varken bu olmaz,
cemaatlerin devletin içinde din diye direttikleri yalanlarla insanları
kandırdığı nereye hizmet ettikleri belli olmayan yapılarla söz sahibi oldukları
makamlarla bu olmaz, samanın yurtdışından ithal edildiği bu zamanda olmaz,
olamaz…
Ne olduğu, kim olduğu belli olmayan yarın öbür gün başımıza
daha büyük belalar açacak bu insanlarla olmaz, olmamalı.
Eğer bir yol arıyorsak kendi insanımıza yatırım yapalım,
onları kalkındıralım parasız eğitim olsun, parasız sağlık hizmetleri olsun,
parasız yollar olsun, milyarlarca doları bunlara harcayacağımıza kendi
insanımıza harcayalım, israftan uzak duralım ve özümüze dönelim özümüze…
Ayaklar baş, başlar ayak olmuş yazık bize geleceğimiz
gençlerimizde onlara sahip çıkalım, devlet okutsun, yedirsin, barındırsın ne
olduğu belli olmayan oluşumların elinden kurtaralım ki geleceğimiz aydınlık
olsun.
Kalın sağlıcakla vatan sevdalıları güzel ülkemin iyi yürekli
insanları.
Read the full article
0 notes
Tekstil diye bir pazar vardı
Eskiden tekstil denince Türkiye önemli bir yer sahibiydi.
Dünyada ürettiği pamuğu ipliğe, ipliği kumaşa, kumaşı boyayıp ürüne, ürünü
ihracata gönderen entegre bir pazara sahipti. Tabi ki bu pazar ihracat geliri
ile ülke ekonomisinde önemli bir paya sahipti. Peki şimdi ne oldu da benim
kalemime düştü diyeceksiniz, anlatayım...
Eskiden pamuk işçilerimiz vardı; hasat zamanı ailece
tarlalara gelir pamuk toplarlardı. Urfa’dan Adana’ya, Hatay Kahramanmaraş’tan
İçel’e, Bursa Balıkesir’den Çanakkale’ye, Muğla’dan Aydın’a gelirlerdi, bereket
vardı iş vardı en kaliteli pamuklar yetiştirdi binlerce insan ekmek yer para
kazanırdı, toplanan pamuklar işlenir iplik olur dokunur kumaş olurdu kesilir
biçilir ürün olur ihraç edilir ülkeye para girerdi. Ya şimdi ne oluyor; tarlada
çürüyor, kullanılan gübreler ilaçlar olmadan verim alınamıyor, o güzelim
organik topraklar öldürülüyor, ürün öldürülüyor, geleceğimiz ölüyor, yazık ki
ne yazık ne zaman bunun farkına varacağız bu toprak bitip çorak olunca mı
üreteceğimiz pamuk kalmayınca mı.?
Bu kaz dağının gözüken kısmı sadece tarım alanlarımızı
bitirmekle kalmıyoruz geleceğe hainlik yapıyoruz çok arayacağız çok, iş işten
geçmeden özümüze dönelim kendi tohumumuzdan ilaçsız ürünlere organik gübrelere;
yoksa ilerde rüyamızda görüceğiz sadece pamuğu bir hayal olarak.
Sümerbank’ımız vardı; kendi basmaları, kendine has
desenleri, boyaları vardı. Yerli malıydı, geniş bir ürün yelpazesi, üretimi,
ihracatı vardı, gururumuzdu. Dünya güzelleri elbiselerini onun kumaşlarından
yapılan kıyafetlerle temsil ederdi yok oldu yazık oldu yerli milli gururumuz
kayboldu gitti.
Laleli piyasası diye bir pazar vardı hala var can çekişiyor
milyonlarca dolar para döndüren bir çarktı milyonlarca ürünün satıldığı
binlerce insanın ekmek yendiği ekonomiye can suyu olan bir pazardı ölmedi ama
yaşayacak gibi de değil sonu hayır olsun.
Merter vardı tekstil denince akla gelen büyük fabrikaların
olduğu modaya şekil veren altında Zeytinburnu’ndan Bayrampaşa’ya
Beylikdüzü’nden Çorlu’ya iş veren patrondu şimdi can çekişiyor kan ağlıyor .
Ege Akdeniz sahilleri vardi Kapalı Çarşı vardi kendi
kumaşlarımızdan kendi marka modellerinizden ürünler satılırdı şimdi taklitçi
oldu hepsi esnaf demeye bin şahit insanlarla doldu turisti döven aşağılayan
günü kurtaran kazıklayan bir yapıya devroldu tekstille beraber turizmi de
öldürdük kısacası hayırlısı olsun.
Dedim ya tekstil diye bir pazar vardı.
Yakında kalmayacak eğer böyle giderse. Buna dur demek lazım
geldi geçiyor bile sadece tekstil ölmüyor topraklarımız ölüyor pamuğumuz ölüyor
emekler ölüyor insanlar işsiz kalıyor ihracat ölüyor ülkemizin geliri düşüyor
karanlık günlere gidiyoruz fark etmiyoruz belki bugün ama yarın bıçak kemiğe
dayanınca anlayacağız olanları biz yazıyoruz görüyoruz çünkü at gözlüğü ile
bakmıyoruz.
Biz olmalıyız gene eski günlerdeki gibi kendi organik
ürünlerimizle kendi markalarımızla kendi yolumuzda yürümeliyiz özümüze
dönmeliyiz dışarıdan gelen iplikle kumaşla birilerinin markalarını taklit
ederek ya da dünya markalarına fasonculuk yaparak ancak hizmetkar oluruz kullanılırız
paramız dışarıya gider geleceğimiz yok olur büyük firmalarımız bir bir batar
yabancı sermayenin eline geçer onlar kazanır biz kaybederiz yılların emeği boşa
gider gitmesin kaybeden değil kazanan biz olalım.
Bir zamanlar diye başlayan kötü hikâyelerimiz olmaması
dileğiyle tekstilimize sahip çıkalım yerli malı giyelim yerli malı üretelim
yerli malı satalım.
Kalın sağlıcakla güzel günlere.
Read the full article
0 notes
Nedir bu Amerika ile Avrupa sevdası
Acaba bir gün gelirde ülkemiz bu Amerika ve Avrupa
bağımlılığından kurtulur mu?
Ülkemiz dört mevsimi barındıran, üç tarafı denizlerle
çevrili, her bölgesi ayrı bir doğal tarım alanı, turizm cenneti, tarihi eserleri,
tarihi yerleri, bin yıllara dayanan geçmişi ile hep imrenilen ülke olmuştur ve
olmaya da devam edecektir.
Hep kendi kendine yeten ülke diye övünür dururduk. Dünyaya
örnek ve öncü olmuş bir tarihçesi var. Bu nedenle her zaman bizlerle uğraşıldı,
duruldu. Fakat gel gelelim yaşananlardan ders almamışız ki! hala yanlış yolda
devam ediyoruz.
Bir ülkenin geleceği o ülkenin üretimine, ürettiğini yurt
dışına satışına yani ihracatına bağlıdır. Üretir satarsanız para gelir herkes
refah içinde yaşar yok dışarıdan alırsanız elinizdeki parayı da dışarıya
gönderirsiniz. Her alanda bağımlı olursunuz ve sömürülürsünüz. Bunları bilmek
için ekonomist olmaya gerek yok, tarihçi olmaya gerek yok, bilgin olmaya ise
hiç gerek yok.
Bizler bu bağımlılığa o kadar çekiliyoruz ki! çukur her
geçen gün derinleşiyor. Allah’tan Türk Milleti her zaman küllerinden doğmayı
çok iyi bilir.
Artık zamanı geldi özümüze dönmenin…
Tam bağımsız bir ülke olmanın yaşanmışlıklardan geçmişten
ders almanın vakti geçiyor bile.
AMERİKAN YARDIMI....!
Bize uçak verdiler uçak fabrikalarımızı kapattırdılar sonra
yedek parçalarını bize uçak fiyatına sattılar. Bugün kendi uçağımız olurdu biz
onlara satardık.
Mühimmat verdiler, bomba fabrikalarımızı kapattırdılar.
İhtiyacımız olduğunda hem vermediler verdiklerini de onlarca katına sattılar.
Şükür ki artık büyük kısmını kendimiz üretir olduk ama yıllar boşa geçti. Biz
Avrupalı Amerikalı dostlarımızla iş yaptık onlar bize yardım ettiler nasıl
yardımsa bu sömürerek…
Süt tozu dediler yardım dediler doğal sütten hayvancılıktan
uzaklaştırdılar.
İthal tohum dediler, yerli tohumumuzu bitirdiler. Kısır
meyveler, sebzeler mevsimi olmayan ürünler yemeye başladık. Gübresiz ilaçsız
hasat alamaz olduk. Birde ne yediğimiz belli olmayan GDO’lu ürünler, kanser
yapan ürünler, obez yapan ürünler yer olduk. Ölüyoruz!! ülkede tarım
hayvancılık| bitti, zehir yer içer olduk.
Olsun tarımda hayvancılıkta Amerikanvari Avrupalı olduk.
Eskiden doğal ürünleri yerdik, hastalığımız geçerdi. Doğal
bir şeyimiz kalmadığı için herkes doktor kapısında bekler oldu. İlaç kolik
olduk ve filmin sonunda kazananın kim olduğu ortaya çıktı.
Artık Avrupa’dan, Amerika’dan ilaçlarımız var.
Eskiden denizden babam çıksa yerim derdik ve gerçekten
denizden çıkanı doya doya yerdik. Neredeyse denizlerimiz kurudu. Neden mi avcı
avını avlarken adil davranırdı, saygı gösterirdi, yenebilirse avlardı. Şimdi
öylemi son sistem elektronik cihazlarla dolu balıkçı tekneleri… Balığın
kaçmasına izin vermiyor ki dipte ne var ne yok bulup topluyor balıklar
büyüyemeden yakalanıyor. Buda yetmiyor denizin içinde balık çiftlikleri
kuruyoruz ne ile beslendiği belli olmayan balıkları yiyip denizin faunasını,
florasını bozuyoruz. Yarınlarda çok arayacağız bu doğal denizlerimizi ama
Amerikanvari olduk Avrupalı olduk ya bize yeter (!!!) Onlar gene kazandı biz
gene kaybettik.
Eğitim dedik, paralı okullar açtık, paralı üniversiteler ve
dershaneler açtık. Eğitimi parayla satar olduk. Devlet okullarımızı bitirdik
ama olsun Avrupalı Amerikanvari sisteme geçtik.. Çocuklarımızın geleceğiyle oynadık.
Onlar iyi eğitim alsın diye ülkemizi beğenmeyip Avrupalara Amerikalara
gönderdik. Aileleri böldük örfümüzü ananemizi, aile birliğimizi kaybettik, o
güzelim beyinleri kaçırdık bu ülkeden…
Kendi kumaşını üreten doğal ürünler yapan kendi despenleri
olan dünyaya örnek ürünlerimiz varken her şeyi dışardan getirir olduk.
Kimyasında ne olduğunu bilmediğimiz şeyleri çocuğunuza kendimize giydirir olduk
ve yeni Avrupalı teknolojiler Amerikan sistemleri kurduk.
Bankalarımız Avrupalı ve Amerikalı oldu, herkes kredilere,
kredi kartlarına boğuldu. Bütün sermaye dışarıya kaçtı yıların dev firmaları
battı.
Limanlarımız, şeker fabrikalarımız, demir çelik
tesislerimiz, köprülerimiz otoyollarımız kısacası üreten her şeyimizin Avrupalı
ve Amerikalı ortakları oldu kısacası her şeyimiz onların oldu.
Bu dost müttefik Amerika ve Avrupa hiçbir zaman dost olmadı
bu ülkeye hep huzursuzluk hep kaos, hep üzüntü, hep keder ve sorun getirdi.
Yeter artık özümüze dönelim ve kendimiz olalım. Üretelim, birlik beraberlik
içinde kardeşçe Türkiye için yapalım.
Unutmayalım ki! Türk Milleti güçlüdür, bitti denildiği yerde
dünyaya hükmeden devletler kurmuş hep yeniden başlamış ve başarmıştır. Tek
eksiğimiz dost gözüken bu insanlardan kurtulmak bir olmak ve biz olmaktır.
TÜRKÜN TÜRKTEN BAŞKA DOSTU YOKTUR NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKIYE…
Read the full article
0 notes
Yıl 2019, konteyner okul mu olur..!!!
Yıl 2019, konteyner okul mu olur..!!!
Bugün bir yaşıma daha girdim. Yıl 2019‘un sonu ve inanılmaz
bir şey yaşadım. Gördüklerim duyduklarım bana yaz dedi. Yaz yaz ki! Herkes
duysun, herkes okusun, herkes bilsin istedim. Okuduklarınıza inanamayacağınız
bu konuyu sizlerle sevgili okurlarımla, devlet büyüklerimizle, konunun
muhataplarıyla paylaşmayı arzu ettim. Şimdi bu koca topu veriyorum kucağınıza
sizlerde düşünün lütfen…
Daha önce Somada birçok okula, öğrenciye, kömür ocağında
felaketler yaşayan insanlara yardımda bulunan bunun için bizlerin vesile
olmasını sağlayan değerli bir dostumdan bir mesaj aldım ve kendisini aradım
bana konu ile ilgili fotoğraflar attı onları inceleyip konuşmamızı istedi.
Baktım, gözlerime inanamadım. Günümüz Türkiye’sinde böyle bir şey olmaması
lazımdı. Dünyanın her yerindeki Müslüman ülkelere ve hatta Afrika’ya kadar
yardım ederken, milyonlarca Suriyeliye ülkemizde kol kanat gererken,
teknolojide savunma sanayimizde kendi ürünlerinizi yerli ve millî olarak
üretirken, gökdelenler, şehir hastahaneleri, köprüler, otoyollar yaparken bu
olamaz dedim ama olmuşu var! Hiç şüphem yok ki! hepiniz bu konuya şaşırıp
kalacaksınız. Ben eminim biz kocaman bir aileyiz el ele verince
başaramayacağımız hiç birşey yok buna kanaatim çok büyük. Neden mi? Çünkü
eğitimini sağladığımız bir çocuk geleceğe yaptığımız en büyük yatırımdır.
Gelelim sözün özüne, Esenler köyü bayır mezrası Hizan/Bitlis’te okumak için can atan öğrenciler, çocuklarının eğitimi için kendini paralayan aileleri, başlarında öğretmenleri bulunuyor. Buraya kadar her şey güzel, fakat asıl hikaye şimdi başlıyor. Bu çocukların başlarını sokacakları bir okulu yok. Aslında bir okulları var ama bir konteyner okul… Bu nasıl olabilir, bu zamanda bir KONTEYNER OKUL biz bu kadar mı aciziz bu kadar mı yetersiziz. Dünya’ya kafa tutarken bu çocuklara bir okul mu yaptıramıyoruz. Hepimizin çocukları var. Ben kendime nasıl olabilir bu diye sormadan geçemiyorum. Olamaz, olmamalı aklım durdu nerede kaldı bizim büyüklüğümüz, büyük devletliğimiz, büyük milletliğimiz… Daha bir köy okulunu dahi yaptıramıyorsak bunun vebali hepimizin olmalıdır.
Neymiş efendim öğrenci sayısı azmış o yokmuş bu eksikmiş
gibi bahaneler nasıl bir öğrencinin okumasının önüne geçebilir. O okuyamayan
çocuklar başka mihrapların eline mi geçsin, hebamı olsunlar. Bu sıkıntıları
yıllardır çekiyoruz yenilerimi eklensin, bunumu istiyoruz?
Eminim ki hiç bir devlet yetkilisi, hiç bir Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı buna evet diyemez bir prefabrik okul yaptırmak bu kadar
mı zor içine kitap koymak müzik aletleri göndermek, giydirmek, Esenler Köyü’nün
okulunun yapılması için ne gerekiyorsa yapacağıma herkesin buna destek
olacağına ve orda neşeyle koşturan çocuklarımızın, öğretmenlerimizin
olacağından eminim. Okulun çalan zilini duyar gibiyim.
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Çin’de de olsa ilmi
arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Melekler, yaptıkları
işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler”
Ya bu çocuklarımızın hayalleri onlar ne olacak, kimisi
doktor olmak ister kimisi hemşire, kimisi mühendis olmak ister kimisi pilot ne
yapacağız kaldırıp bu hayalleri yok mu edeceğiz. Kendi iç dünyamıza kapanıp
yaşam döngüsüne düşüp görmezden mi geleceğiz yoksa hepimiz o çocukların
hayallerinin katilimi olacağız. Gerekirse duvar olalım, çatı olalım sınıflarına
tahta olalım, sıra olalım ama ne olursa olsun o ufacık yüreklere umut olalım.
Umut olalım ki gelecekleri yeşersin, umut olalım ki
Türkiye’miz yeşersin, el ele verelim
ki vatanımız yeşersin, gönül verelim ki! gönülleri
güllensin. Haydi dostlar şimdi tam zamanı unutmayalım ki! verebileceğimiz en
ufak destek Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu bu cennet vatanın
temellerini daha da sağlamlaştıracak ve naçizane şu vecizesinin daima
hatırlanmasını sağlayacaktır. “Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir” Unutmayın ki
bir ülkenin geleceği gençlerimizdir ve geleceğimizi onlar
şekillendireceklerdir.
Kalın sağlıcakla…
Read the full article
0 notes
Anılarla Basınköy 3
Herkesin bir Yaşar Kemali var kimine göre Nobel ödülüne aday gösterilmiş büyük bir yazar, kimine göre bir hak savunucusu, kimine göre kazandığını dostlarıyla paylaşan iyi bir arkadaş.
Ama bizim Basınköyü’müzün her zaman Yaşar amcası oldu neden mi çünkü o sert, kızgın mizacının altındaki babacanlığı biliriz ve yaşadık bizler. Bir de Tilda teyzemiz vardı arkasında kapı gibi duran kitaplarını düzenleyen, çeviren her şeyi canı, kızdığı zaman yumuşatan, neşelendiği zaman onunla keyiflenen dert ortağı, can yoldaşı bizlerin de çok kahrını çekti limonataları, kekleri, verdiği öğütleri o yüzden Tilda’sız bir Yaşar Kemal olmaz.
Bizler Yaşar Kemal’i yazar olduğu, tanınmış bir kişi olduğu için değil mahallenin abisi olduğu için sevdik.
Gazeteci evlerinin önlerine diktiği cam ağaçlarının altında oynadık büyüdük, yaptığı uçurtmaları uçurduk, Atatürk ormanına yürüyüşler yaptık, Menekşe’ye denize gittik, Mikail bakkalın önünde yaptığı sohbetler, aldığı gazozlar, dondurmalar, çikolatalar, imzaladığı kitaplarıyla şenlendik tanımayan soğuk bir insan der, tanıyanın kulaklarında kahkahaları. Yediğimiz fırçalarsa çabası ama tuzu biberi. Niye baston kullanıyorsunuz deyince köpeklerden korkuyorum derdi.
Bir de Zilli Kurt’un hikâyesi var onu paylaşmadan olmaz. Bir kurt düşünün yemek için koyunlara saldırmalı doğada elinden geleni yapmalı yapısı içgüdüsü bu ama hikâye tam da burada başlıyor. Aç kurt bir köy evine geliyor fakat ev sahibi onu yakalıyor ve boynuna bir zil, yani çıngırak takıyor öldürmeye kıyamıyor ama cezasını da veriyor zili boynuna takarak salıyor. Bizim kurt aç koyunlara yanaşıyor zil seni duyan köpekler havlıyor koyunlar kaçıyor kurt aç, köylere iniyor zil sesini duyan tavuk keçi ne yarsa bağırıyor ev sahibi duyuyor kurt gene aç kısacası ölmekten kurtuluyor ama artık avlanamıyor yaşarken çile çekiyor.
Derdi ki Yaşar amca bizde kurttuk ama gençliğimizde taktılar bize zili yani uyarmadan yapamadık hiçbir şeyi çılgınlık yapmak istedik, haykırmak istedik hep zil çaldı ama o kadar iyilik yaptı ki ileri ki yaşlarında bence çıkardılar onu anlayanlar zilini ama Zilli Kurt hep gönüllerde yaşayacak hikâyesiyle.
Yürümeyi çok sever her fırsatta yürüyüş yapardı ben yürürken düşünür, düşünürken yazar, romanın taslağını bitirir ve sonra kaleme alırım derdi. Denizi çok severdi, Menekşeye iner balıkçılarla muhabbet ederdi, Lodosçulara hastaydı, denizin ne getireceği belli olmaz derdi. Lodosçuluk diye bir iş varmış ondan öğrendik. Boğazın rengini sorardı rengârenkmiş duruma göre hep renk değiştirmemiş. Bir de İMBAT varmış durgun denizde sessizliğin içindeki uğultuymuş deniz sevdalı bir Adanalı en huzur bulduğu yerdi deniz.
Bana Donkişotçum derdi. Umudun savaşçısı, işim de kunduracıdan zordur, o deriyi döver şekil verir çivisini çakar, ben yaşamı yontar kelimeleri çakar ışığa türkü söylerim. Herkesin bildiği Yaşar Kemal’i değil de bilinmeyeni anlatmaya çalıştım elimden geldiği kadar yaşadıklarımızla, gerisi her yerde var ama bu bizim Basınköyü’müzün Yaşar amcası. Köşeye bu kadar benden hikaye sığdı ama kitapta neler var daha sizleri bekleyen. “Ayi amca” var, Bambi’den sünnet düğününü bırakıp el öpmeye gelenler var, hikaye çok.
Sevgiyle kalın.
Read the full article
0 notes
Arama kurtarma can vermesin
Son yıllarda ülkemizde olan depremden başlayarak sel
felaketlerine, orman yangınlarından heyelânlara, trafik kazalarından deniz
kazalarına, çığ felaketinden uçak kazalarına, doğada kaybolan insanlara kadar
her yerde olmazsa olmazımız arama kurtarma ekipleri çünkü onlar olmazsa birçok
kayıp veririz en önemlisi de can kaybı çünkü telafisi yok geri kalan her şeyi
yerine koyabiliriz ama bir can asla yerine gelmez. Arama kurtarma bu kadar
önemli iken şimdi aklımda onlarca soru ve bence üzerinde durmamız gereken çok
önemli bir konu olduğu için sizlerle paylaşmak istedim belki bizimde anlatmak
istediklerimizden olumlu geri dönüşümler alabiliriz.
Yıllarca bu faaliyetlerin içinde bulunmuş biri olarak
Akut’da görev yapmış, Türk Cankurtarma Derneği’nin genel sekreterliğini yapmış,
Özel Kuvvetler, Sas, Sat komandolarının arama kurtarma eğitimlerinde bulunmuş,
Hava kuvvetleri Mak timleriyle çalışmış, Sahil Güvenlikle çalışmış özel
gruplarına eğitim vermiş Padi, Cmas, Ssi, Türkiye Sualtı sporları
organizasyonlarının eğitmeni olan binlerce eğitim vermiş lisans imzalamış bir
eğitmen olarak yaşananlara hayretle bakıyorum neden mi çünkü konumuz CAN, İNSAN
HAYATI…
Daha kıymetli ne olabilir ki! ama gördüklerim bazı
kurumların reklamının öne çıkmasına dönüşmüş bu asla olmaması gereken bir şey
candan öte ne olabilir ki arama kurtarma bilgi ister tecrübe ister organizasyon
ister güç ister teknik ister en önemlisi de birikim ister o yüzden yaşanan her
operasyon dahada geliştirir dahada ustalaştırır buda demek oluyor ki usta
öncülük yapar usta dinlenir usta eğitir.
Gelelim günümüze çırak olmuş usta birde ustaya akıl veriyor
bu işe yıllarını vermiş kurumlar dernekler gönüllü oluşumlar dağıtılıyor
faaliyetleri durduruluyor ekip liderleri lav ediliyor kamu yarına dernek
yetkileri ellerinden alınıyor kısacası iş ehlinden çıkıp gücün rantın
hegemonyasına geçiyor işte yanlışta burada başlıyor. Bir takım güç dengeleri
televizyonda ön plana çıkartılıyor operasyonlarda tüm yetkiler onlara veriliyor
yardımlar onların elinden bilinçsizce dağıtılıyor canlar tehlikeye atılıyor
organizasyonsuz bir hale geliyor geçen her saniye önemliyken biz yaptık olacak
deniyor ama CAN ‘dan daha değerli ne olabilir ki bu durumda neden birleşip
ortak hareket edilmiyor, çünkü amaç aynı reklam yapmak değil CAN KURTARMAK.
Tabi ki süreç bize bu konuda yeni olan arkadaşlarımızın
pişeceğini beceri sahibi olacağını gösterecek, devlet kurumlarımızın
başarılarını gösterecek, sivil oluşumların gerekliliğini gösterecek ama bizim
zamanımız yok bir an önce birlik olup harekât planları yapıp profesyonelce
davranmalıyız rakip değil ekip olmalıyız tecrübeden yararlanmalıyız çünkü
önümüzde bizi bekleyen hepimizin bildiği bir deprem gerçeği var ve bu oyun
değil hurafe hiç değil bu konuda ne kadar çok olursak o gün o kadar can
kurtarırız ama beraberce bir olarak yoksa “ kurtarmaya giderken sende
kurtarılacak olursun “ ilk önce güvenlik koordinasyon sonra harekat bizler buna
“ dur , düşün, uygula “ deriz kısacası hepsi edinilen yaşanan vakaların
birikimi o yüzden işi ehline yaptırmak lazım.
Arama kurtarma can için var ve her can bizim, amaç aynı can
kurtarmak o yüzden bu işin siyaseti olmaz reklamı olmaz büyüklüğü küçüklüğü
olmaz kuralı olur ustalığı olur birde bir olunur yoksa candan olunur.
Arama kurtarma can vermesin depremler, seller, kazalar
torpille değil eğitimle, bilinçle düzelir her an hazırlıklı olmakla, olacakmış
gibi eğitilmekle, paniği kaosu azaltmakla, önceden yapılan plan ve
senaryolarla, bilinçli toplumla devletimizin milletimizin önlemleriyle
azaltılır bu bir yarış değil olmamalı da...
Read the full article
0 notes