Tumgik
#macerahikayeleri
gajder · 4 years
Text
Hikaye: "Rüyaların ötesinde"
Tumblr media
Hikaye: "Rüyaların ötesinde" Rüyalar hayatımıza anlam katan, pusuda bekleyen korku ve arzularımızın uyurken açığa çıkmasına imkân tanıyan pencerelerdir.. Hayatta yapamadıklarımızı yapmak için hayatın bize sunduğu bir şanstır. Çoğunlukla rüyalarımızı kontrol edemeyiz. Şimdi okuyucağınız rüyalar hakkındaki fantastik hikayeye hazır olun! Hikaye Herkesin düşündüğü bir şey rüyaların ötesinde ne var. Malesef bunu kimse açıklayamadı. Bu soru Hakan’ında aklına takılmıştı o yüzden hayatının 12 yılını bu araştırma için harcamıştır. Bir gün Hakan çok yorgun ve perişan haldeydi, araştırmalarından bir şey bulamıyordu ve araşıtırmalarını bırakmak kararını verdi. Uzanmak için odasına girdi ve güzelce uykuya daldı. Sabah olmuştu. Hakan kuş cıvıltısı seslerine uyandı ve gözlerine inanamadı. Etrafı masmavi bir göl ve çiçeklerle kaplıydı, sanki cennetdeydi. Fakat  nasıl buraya gelmişti. Aniden karşısına bir yol çıkdtı ve Hakan bu yolda ilerlemeye başladı. Saatlerce bu yolda yürüdü ve sonunda yolun sonuna geldi. Karşısında kocaman bir dağ vardı, dağın karşısında büyük bi kapı vardı ve Hakan bu kapıdan içeri girdi birden karşısına yaşlı bir amca çıktı ve Hakana  Rüyalar dünyasına hoşgeldin dedi.... Hikaye Yazan - Togrul Hikaye, Hikaye Oku, Öykü, Fantastik Hikayeler, Macera Hikayeleri, Hikayeler, Hikayelerimiz, İlginç Hikayeler, Rüya, Rüyaların Hikayeleri,Rüyaların ötesinde,  Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Gizemli Yolculuk Hikayesi -Anahtar- 8. Bölüm
Tumblr media
Gizemli Yolculuk Hikayesi -Anahtar- 8. Bölüm
Haydar, yola çıktıktan sonra görüntüsünden korktukları ormanın başına gelince durdu Ayşe’sini yere bırakarak: - Zehra, ormana girmememin sebebi korkunçluğundan değildi, deyince Zehra merak içerisinde: - Peki, neden girmedik ormana? - Hatırlarsan sana Ayşe ile ayrılığımızı anlatmıştım. - Evet, anlatmıştın. - İşte o ayrıldığımız yer bu ormanın içiydi. Ormanı görünce o anı hatırladım. O yüzden girmek istemedim. Şimdi ise gitmek istemediğim yere Ayşe’nin vasiyetini yerine getirmek için gidiyorum. - Nasip böyleymiş Haydar amca. O yüzden hiç üzülme. Hem sen demedin mi her şerde vardır bir hayır. - Evet, kızım. Haklısın bundan sonra üzülmeyeceğim ve Ayşe’nin vasiyetini yerine getirmek için her şeyi yapmaya çalışacağım. Haydar, Zehra ile konuşa konuşa ormanın başına geldiler. Orman yine korkunç görünüyor, etraftan uğultular geliyordu. İçindeki ağaçlar birbirleriyle konuşuyormuşçasına sallanıyor, taşlar birbirleriyle çarpışıp duruyordu. Hayvanlar birbirlerine saldırıyor, sular tersten akıyordu. Yol arkadaşları korku içerisinde devam ederken karşılarına sevimli mi sevimli bir ceylan çıktı. Karşılarına çıkan ceylan etraflarında hoplayıp zıplıyor adeta gelin beni sevin diyordu. Ceylan bir müddet etraflarında dolaştıktan sonra seke seke gözlerden kayboldu. Ceylanın güzelliği karşısında mest olan yol arkadaşları güle oynaya ormanın içine geldiler. Orada küçük bir kulübe karşılarına çıktı. Kulübenin etrafında etrafı çiçeklerle süslenmiş bir çit vardı. Çitin içinde meyve ağaçları, söğüt ağacı ve kavak ağacı vardı. Ayrıca içinde gürül gürül suyu akan bir de pınar vardı. Zehra, kulübeyi görünce heyecanlanarak: - Ayy! Ne güzel bir kulübe. Acaba kim yaptı bumu, deyince Haydar hüzünlü bir şekilde: - Ayşe ile beraber yaptık, dedi ve Ayşe’nin naaşını yere bıraktıktan sonra kulübenin içinden kazma kürek çıkartarak pınarın kenarına mezar kazdı. Oraya onu defnettikten sonra üzerini kapadı. Ardından kendi kendine: ‘Ayşe seni hep sevdim ve sevmeye devam edeceğim. Ömrün olduğunca sana dua edeceğim. Umarım öbür âlemde beraber oluruz’ dedi ve dua etti. Zehra, o sıralarda olan biteni izliyor, kulübenin nasıl yapıldığını merak ediyordu. Çocuklar Ayşe teyzelerine dua ediyor, etrafa hayran hayran bakıyorlardı. Haydar, duasını bitirdikten sonra kulübeyi nasıl yaptıklarını anlatmak için Zehra’ya döndü ve ona: - Kızım, bana kulübeyi nasıl yaptınız diye sormuştun? - Evet, sormuştum. - O sorunun cevabını anlatmak için sizi kulübenin içine davet ediyorum. Zehra, Haydar amcanın daveti üzerine kulübenin içine girince şaşırıp kaldı. Çünkü kulübenin içi dışından da güzeldi. Duvar duvar halılar, desen desen halılar… Kısacası kulübe ev gibi döşenmişti. Haydar, onun şaşkınlığını görünce gülerek: ‘bu ne ki, hele sen bir gel de yukarıya bak’ dedi ve onu üst kata çıkardı. Üst kata çıkınca gördüğü manzara karşısında adeta dona kaldı. Üst kat alt kattan daha da güzeldi. Çini vazolar, çeşit çeşit çiçekler, duvarlara montelenmiş hayvan figürleri… Zehra, üst katın güzelliğini görünce hayranlığı daha da artarak: - Haydar amca burası kulübeden çok saraya benziyor. - Kızım, arabada giderken işin aslını anlatırım demiştim ya. İşte işin aslını sana anlatıyorum, dedikten sonra. Ayşe ile beraber gizli gizli buluşur buraya gelirdik. Gelirken de etrafta ne var ne yok alır evin içine yerleştirirdik. Duvarlarda gördüğün hayvan figürlerini de satın alır, keyfimize göre duvarlara montelerdik. Kulübeyi tamamen bitirdiğimizde evlenip buraya yerleşmeye karar verdik, ama ortada bir sorun vardı. - O sorun neydi amca? - Ailelerimiz birbirine düşman olduğu için evlenmemize izin vermiyorlardı. O yüzden bizde kaçmaya karar verdik. Hazırlıklarımızı yapıp yola çıktık. Kasabanın dışına çıktığımızda Ayşe’nin ailesi etrafımızı sardı. Hem ona hem bana hakaret ederek bizi birbirimizden ayırdılar. O günden aylar sonra karşıma çıktı ve bana evleneceğini söyledi. Ardından arkasına bile dönüp bakmadan çıkıp gitti. Bana o haberi verip çıkıp gitmesinden sonra sanki kaynar sular başımdan aşağıya doğru dökülür gibi oldu. Ellerim ayaklarım tutmaz oldu. O günden sonra ne yapacağımı bilemeden günlerimi geçirdim. Kendimi toparladıktan sonra evlenip yuva kurdum, çoluk çocuğa kavuştum. Ama yine de mutlu olamadım, evlendiğim eşimle bir türlü geçinemedim. - Hiç mutlu olamadınız mı? - Hayır, olamadım, dedikten sonra. Çocuklar dünyaya geldikten sonra belki düzelir diye düşünüyordum, ama tam tersi oldu. İlk çocuğum dünyaya geldikten sonra onu kasabamızda çocuk doktoru olmadığı için onu hastalıktan dolayı kaybettik. Çoğun üzüntüsüyle eşim hırçınlanma başladı. Öyle oldu ki etrafı kırıp geçiriyor, saçını başını yoluyordu. Onun o halini gördükçe metanetli olmasını, sabır göstermesini söylüyor, bu sözümü sürekli tekrarlıyordum. Günler böyle üzüntülü geçerken ikinci bir çocuğumuzun olacağını öğrendik. Bu haber üzerine sevinmesine sevindik, ama eşim üzüntüsü geçecek yerine daha da tuhaf olmaya başladı. Adeta benden uzaklaşır gibi oldu. Çocuk olduktan sonra iyice hırçınlaşmaya başladı. Benden olur olmaz şeyler istiyor, dediğini yerine getiremediğimde ortalığı kırıp geçiriyordu. Hatta çocuğumu sürekli kışkırtıyor, benden uzaklaştırıyordu. Günler böyle geçip yaşlandığımda çocuğum beni getirip o kuyuya atana kadar günlerim hep böyle geçti, dedikten sonra derinden bir ‘aah!’ çekerek aslından ben bunları hep hak ettim. Çünkü bende babama aynısını yapmıştım. O yüzden hiç üzülmüyorum. - Peki, pişman olmadınız mı babanıza yaptıklarınızdan dolayı? - Pişman, hem de çok pişman oldum. Yaptığım hataları düzeltmek ve babamın gönlünü almak için gidip babamdan özür diledim. Ellerlini ayaklarını öptüm. Ölene kadar hizmetini gördüm ve duasını aldım. O yüzden biliyorum ki oğlum da yaptıklarına pişman olacak ve benden gelip özür dileyecek, dedikten sonra sözüne şöyle devam etti. Bir insan pişman olacağı hiçbir iş yapmamalı, eğer yaptıysa da pişman olmalı ve hatasını telafi etmeli. İki insan birbirini seviyorsa onları ayırmamalı. Kalp kırmamalı ve sabırlı olmalı. Sabır acıdır, ama meyvesi tatlıdır. İnsan sabır ve dua ile her şeyin üstesinden gelebilir. Zehra, Haydar amcayı can kulağı ile dinledikten sonra ona: - Ayşe teyze ile ayrıldıktan sonra bu kulübeye hiç geldiniz mi? - Defalarca gittim geldim, hatta evlenip çoluk çocuğa kavuşunca geldim. Ona bağlılığım ve sevgimden dolayı burayı hiç unutmadım. Zehra, Haydar amcayla hem konuşuyor hem de kulübenin etrafını geziyordu. Etrafı gezdikçe gördükleri güzellikler karşısında hayran kalıyor, adeta nutku tutuluyordu. Etrafı gezip dolaştıktan sonra merak içerisinde: - Ormanın korkunç yüzüne rağmen kulübenin olduğu bölge sessiz ve sakin, dedi ve sözüne şöyle devam etti. Haydar amca, söyler misin burayı nasıl keşfettiniz? - Ailelerimizin birbirlerine karşı düşmanlığından dolayı her yerde buluşamıyor, hasret gideremiyorduk. Bizde o yüzden biz kimsenin rahatsız edemeyeceği yer araştırmaya karar verdik. Uzun bir araştırmadan sonra burayı bulduk. Aldığımız karardan sonra bu kulübeyi yaptık. Kulübe bitince kaçmaya karar verdik. Ondan sonrasını anlatmıştım sana. Haydar, Ayşe ile yaşadıkları günleri anlattıktan sonra kulübenin etrafındaki çiçekleri suladı. Daha sonra onları tek tek koklayıp: - Bunların hepsine Ayşe’min eli değdi. O yüzden onları her koklayışımda Ayşe’min kokusunu alıyor, mutlu oluyorum. Ayşe’m ölmüş olsa bile onun sevgisi hep kalbimde. Ömrüm olduğu sürece de o şekilde devam edecek. Zehra, Haydar amcayı dinledikçe hayran kalıyor, onun sevdiğine karşı bağlılığını takdir ediyordu. Onu dinledikçe kendi geçmişi aklına geliyor, için için ağlıyordu. O da kocasıyla aynı durumları yaşamış birbirlerine olan bağlılıkları hep devam etmişti. O yüzden için için ağlıyor, o günleri yâd ediyordu. Zehra, düşüncelerinden sıyrılarak: - Bende eşimle aynı duyguları yaşadık. Birbirimize karşı hiçbir zaman kırıcı söz söylemedik. Birbirimize karşı sabırlı davrandık. Zaman zaman birbirimize kızdık, ama aşırılığa gitmedik. Eşim işinde iftiraya uğrayıp hapse atıldığında bile onun doğruluğuna hep inandım. - Haklısın, kızım. Evlilikte fedakârlık, sadakat, sabır, inanç çok önemli. Bunlar olmazsa zaten evlilik yürümez. Yürüse bile insanın hayatı zindana döner. Bak bana ne hale geldim, dedi ve başladı anlatmaya.   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Gizemli Yolculuk Hikayesi -Anahtar- 1. Bölüm 
Tumblr media
Gizemli Yolculuk Hikayesi -Anahtar- 1. Bölüm Kapkaranlık bir gündü. Etraftan dumanlar yükseliyor, kasaba halkı sağa sola kaçışıp duruyorlardı. Ahşap evin etrafındaki çalılıklarda çıkan yangın tüm kasabayı sarmış, her taraf ana baba gününe dönmüştü. Kimse ne yapacağını bilemiyor, herkes birbirinden yardım bekliyordu. Neden çıkmıştı yangın, bunu kimse bilmiyordu. Ancak, şu kesindi. O ahşap ev garipliklerin yaşandığı bir yerdi. O ahşap evde bir anne ve iki çocuk yaşıyordu. Nerden gelmişti o aile, niçin başka bir yer değil de yıkılmaya yüz tutmuş ahşap evde yaşamaya başlamışlardı. Ahşap ev iki katlı, etrafı çitlerle çevrili bahçeli bir evdi. Bu bahçenin ortasında da koskocaman bir meşe ağacı vardı. Meşe ağacının altında da karıncalar yuva yapmış gidip geliyorlardı. Bu ahşap evde de anne ve iki çocuk yaşıyordu. Ahşap evde yaşayan anne ve çocukları kasabaya ilk geldiklerinde kasabanın halkı birbirlerine düşman gibiydiler. Hiç kimse birbirini çekemiyor, kuyusunu kazmaya çalışıyorlardı. Biri fazla kazansa diğerleri arkasından konuşup nereden kazandıklarını tartışıyorlardı. Biri yere düşse herkes onun üstüne gülüyor, yardım etmek yerine bir de kendileri tekme vuruyorlardı. Kasabada hiç kimsenin can güvenliği yoktu. Gece oldu mu herkes pencereyi açıyor, dışarıya rast gele ateş açıyorlardı. Bu yüzden ölenler çok olmasına rağmen kimse önlem almıyor, ateş açmaya devam ediyorlardı. Kısacası kasabada her türlü kötülük yapılıyor, hiç kimse de ‘Biz ne yapıyoruz böyle’ demiyordu. Anne ve çocukları kasabaya geldiklerinde hiç kimseyi tanımıyor, onların nasıl bir insan olduklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden ilk geldiklerinde hiç kimseden yüz görmediler, nereye gitseler itilip kakıldılar. Hor görüldüler, hatta ilk kaldıkları evi taşlanıp kasabadan kovulmaya bile çalışıldılar. Bütün bu olanlara rağmen anne ve çocukları kasabada kaldılar. Hiçbir yere gitmeyip direndiler. Kasaba halkı, onların bütün yaptıklarına rağmen gitmediklerini görünce yıkılmaya yüz tutmuş o ahşap evde kalmaya zorlandılar. Kasaba halkı, o kadar kötü olmasına rağmen kasabaya sığınan anne ve çocukları sabredip onlara karşı beddua etmediler. Çünkü biliyorlardı ki beddua iki başlı. Beddua ettiklerinde karşılarındaki kişi eğer hak etmiyorsa kendilerini bulma ihtimali vardı. Bu yüzden beddua etmeyip sabrettiler. Anne ve çocukları kendilerine yapılan kötülüklere rağmen neden kasabayı terk etmeyip gitmemişlerdi? Aslında bütün bu sorunun cevabı geçmişte saklıydı. Çocukların annesi Zehra, ilk yaşadığı kasabada mutlu bir yuvası vardı. Kocası ile çok iyi geçiniyor, kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlardı. Ne var ki bu mutluluk kocasının çalıştığı iş yerinde iftiraya uğrayıp hapse düşmesiyle bozuldu. Kocası Akif, hapse düştükten sonra kahrından hastalanıp bir müddet sonra hapiste öldükten sonra hayatları büsbütün kahroldu. Çocuklarının nafakasını kazanmak için başvurmadığı yer kalmadı. Nereye gittiyse bütün kapılar yüzüne kapandı. Bir müddet sonra bulunduğu kasabada geçinemeyeceğini anlayınca, kasabayı terk etme kararı aldı. Bu kararı almasına rağmen nereye gidecek, ne yapacaktı. Bu kafa karışıklığı içerisinde hazırlıklara başlayıp yola çıkacağı zaman iki kişi gelip eline bir mektup verdiler ve bu mektuba göre hareket etmelerini söylediler. Yazar - Murat CANPOLAT devamı için TIKLAYINIZ   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Muhteşem Bir Hikaye; "KAR ÜSTÜNDE KAN DAMLASI"
Tumblr media
Muhteşem Bir Hikaye; "KAR ÜSTÜNDE KAN DAMLASI"
Apansızın bastıran kar, her yanı doldurmuştu. Dün hava kapatmış, ayaza çekmişti. Bugün düzlüklerde ancak tutunabilmiş, diz boyuna ulaşmıştı. Yağdıkça karanlık geceyi ağartan kar, bütün her şeyi beyaza çevirmiş, sabaha donduran, düşündüren, sevindiren veya kahreden bir sessizlik bırakıvermişti. Damların çatıları, ulu ağaç dalları, neredeyse üzerlerindeki beyaz yükü taşıyamayacaklar. Sanki bir ürküten çıksa, hafif bir rüzgâr da esse, yüklerini bırakıp kaçacaklar. Güneş, renginden mi utanmış ne, kar bulutları arkasında limon sarısına bürünmüş bir halde, saklanıyor. Eyüp Dayı, dam altına indi. Hayvanlarının alafını, köpeklerinin yalını verdi. Çeyrek asırlık eşeğini semerledi. Yem torbasını tıka basa doldurdu. Daha sonra, yalını temizleyip tüketen köpeklerini yerlerine bağladı. Aklından; - “Kurt, dumanlı havayı sever!” diye geçirdi. Sever ya, ne yapalım? Boş bıraksam, bu kış kıyamette peşim sıra seğirtirler, şehre kadar arkamdan gelirler. Çocuklara da söylerim: Biz, şehir yoluna düşmeden, onları bırakmasınlar. Kendince durdu, düşündü. Yola düşmek için vakit oldukça erkendi. Sağa sola baktı. Sarı öküzün boynuzlarını derinlemesine kesen yular ipini gevşetti. - Bir işi ehline bırakmazsan, böyle olur! dedi. Hoş, kişi kendi işini kendisi görmeli ya... Fakat başka türlüsü de olmuyor. Her işe kendim koşsam, çocuklar neyi, nasıl öğrenir? Sonunda hangi işin üstesinden gelebilirler? Yapacağı işi kararlaştırdıktan sonra, yukarıya seslendi: - Kız, Esma! Bir koşu yağdanlığı getiriver. - Yağdanlık nerde, baba? - Elinin köründe! Bana soracağına, anana danış. Eyüp Dayı, belki daha konuşacaktı. Fakat yolculuk öncesi, evde bir tatsızlık çıkmasından çekindi. Sarı öküzün sırtını, boynunu sıvazladı. Besbelli bu iş, öküzünün hoşuna gitmişti. Eyüp Dayı’nın okşayan eli boynuzlara yaklaştıkça, öküz huysuzlanıyor, başını sağa sola kaçırıyordu. Bu sırada burun delikleri büyüyor, nefesi alev alev çıkıyordu. Elinde yağdanlık, Esma çıktı, geldi. Karanlıkta babasını hemen seçemedi, uzun uzun gözlerini ovuşturdu. Sonra yağdanlığı babasına uzattı. Sarı öküzünü yularından tuttu. Öküzün başını kendine çekti. Eyüp Dayı, açılan yaraları bir güzelce yağladı. Öküzün başındaki yuları söküp aldı. Boşalan iple, ön ayaklarından birini bağladı, kazığın yerini değiştirdi. İşini bitirince, kızı arkasında, abdestliğe çıktı. Peşi sıra yetişen Esma, bulup getirdiği ibrikten babasının ellerine su döktü. Dökülen su, ayazın etkisinden olmalı, hemen buharlaşıyor, Eyüp Dayı’nın ellerinden, kollarından, yüzünden doğruca havaya yükseliyordu. Gıcırdayarak açılan mutfak kapısı, kahvaltı kokusunu olanca tatlılığıyla dışarıya bıraktı. Güzelim çorba kokusu ortalığı sardı. Ayşe Ana, ocakta çorbanın üstüne gezdireceği yağı eritirken, bir yandan da dışarıdakileri çağırdı: - Kız, Esma! Kız, adı batasıca! Sabah sabah hangi deliğe gizlendin? Baban, ne cehenneme gitti? Haydi, çabuk olun, davranın! Çorba soğuyor. Çağrılanlardan önce, Ayşe Ana’ya oğlu Yusuf cevap verdi: - Geliyorum, ana! De bakalım, sabahın bu vaktinde ne çorbası yaptın? - Bak hele, daha konuşuyorlar. Ne çorbası olacakmış? Zıkkım çorbası, zıkkım! Dam altındakiler, ahşap, karanlık ve artık dökülmeye başlayan merdivenden gacır gucur yukarıya çıktılar. Sofaya kurulan yer sofrasının başına geçtiler. Hazır çorbaya büyük bir iştahla kaşık çaldılar. Yusuf; - Baba, dedi, seninle birlikte bugün şehre ben de gelmek istiyorum. - Niçin? - Kendime tarak ve ayna alacaktım da! Eyüp Dayı, “tarak ve ayna” sözlerine takıldı. Gönlünü, kırk yıl öncesine bıraktı. Gençliğini, ilk delikanlılığını yeniden yaşamaya başladı. Yer yer silik olan film şeridinde, Ayşe Ana’ya tuttuğu aynayı hatırladı. Hatırlamak ne kelime? Onu, yeni baştan gördü. Dalıp gidecekti ki, Yusuf’un sorusuyla uyandı. - Baba, ne diyeceğini söylemedin ya? - Madem gelmek istiyorsun, gel haydi! Yusuf, yaşadığı duyguların heyecanından olacak, hemen dışarı fırladı. Gacır gucur merdiven basamaklarını aştı. Dam altına, çeyrek asırlık eşeğin yanına indi. Arkasından babası da geldi. Köpek havlamalarını, tavuk gıdaklamalarını, sarı öküzün böğürtüsünü geride bırakarak, çeyrek asırlık eşekle birlikte, baba oğul, yola çıktılar. Bütün gece, durmaksızın yağan kar, dal uçlarında ağırlaşmış, esinti aldıkça, “gürp!” diye yere dökülüyordu. Karşı yamaçlar, sağ sol, dört yan beyaza kesmiş, bütün tabiat tertemiz olmuştu. Yer yer karaağaç yeşili, beyaz örtüyü yırtıyor, donuk manzaraya renk katıyordu. Kasabadan şehre çıkan yol, döne döne yükseliyor, meşe, köknar ve ladin, gürgen ağaçlarının arasından, Karadeniz’e doğru uzanıyor, şehre varıyordu. Etinden ayrılmış balık kılçıklarını bilirsiniz. Ormanı dolduran binlerce ağaç, beyaz karla yüklenmiş olduklarından, kar tutmayan yüzleriyle, balık kılçıklarını andırıyor. İlkin, yolculuk başlangıcında hemen hiç konuşmadılar. Eyüp Dayı ile Yusuf, baba oğul bu iki kişi, uzun zaman kendi gönüllerini dinlediler. Yusuf şehre varır varmaz, kendisine tarak ile ayna alacak, kasabaya dönüşlerinde akranlarına caka satacaktı. Onlardan fırsat buldukça da, bir bahçenin kuytu köşesindeki ağaçların altına çekilecek, uzun uzun saçlarını tarayacak, aynası ile kaşını, gözünü, yüzünü inceleyecekti. Eyüp Dayı’nın içinde tarifsiz sıkıntılar. Yolculuk ilerledikçe de yüreğini dolduran sıkıntılar, peşini bırakmıyor. Körün Hanı’nı geçtiler. Kasabaları oldukça geride kalmıştı. Eyüp Dayı: - Bir terslik var, be Yusuf! dedi. Başka zaman, kar ne kadar yağarsa yağsın, bu yolun izi tükenmezdi. Karşılıklı inadı elden bırakmazdık. Şehre oluk oluk akardık. Bugün de ne-dense, bizden başka kimsecikler yok. - Öyle baba. Her hâlde biz, yola erken çıkmış olmalıyız. - Bu iyi, işte Yusuf! - Neden baba? - Neden olacak? Erken kalkan yol alır. Görüyorsun, biz de yolun çeyreğini aştık. Varsın yanımızda, yakınımızda kimse olmasın. Ne edelim? - Yürüyelim. - He, ya! Yürüyelim. Çeyrek asırlık eşek, terden sırılsıklam olmuştu. Zaman geliyor çığırdan çıkıyor, karın altına kadar kara batıyor. Böyle durumlarda Yusuf, öne atılıyor, çeyrek asırlık eşeği, yeniden çığıra çekiyor, doğabilecek tatsız durumları önlemeye çalışıyordu. Onun, bu şekilde davranması da Eyüp Dayı’nın hoşuna gidiyordu. O da: - Höst! Dokunak! diyerek, oğluna arka çıkıyor. Kar, bütün yolu yorgan gibi kaplamıştı. Hava ayaza geç çektiğinden henüz daha don tutmamıştı. Bu yüzden baba oğul, yürümekte küçük güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Çığır bitince, yeni çığır açmak için, kâh Eyüp Dayı, kâh Yusuf ileri geçiyor, önde yürüyordu. Yusuf’un pabuçları, çorapları, pantolonu dizlerine kadar, kar suyu ile ıslanmıştı. Zaman zaman esen rüzgâr, ıslak yerlerine vurdukça, Yusuf’u da üşütüyordu. Yusuf, aklına geleni yapmak için geri kaldı. Soğuktan kalınlaşan parmaklarının yardımıyla, pabuçlarının bağını çözdü. Ayakkabılarını çekti, çıkardı. Islanan çoraplarını sıyırdı. Ayak parmaklarını ovuşturdu. Parmakları ısınır gibi oldu. Çoraplarını sıktı, ayağına giydi. Yürüdü. Yol, sağından solundan, koca koca, iri gövdeli köknarlarla çevrilmişti. Onlara yaslanan, sanki onlarla birlikte göğe yükselmek isteyen böğürtlenler, yağan karın kapatmasıyla kaybolmuşlardı. Yalnız, yol boyunca uzayıp giden telefon di-rekleri, vefalı bir dost gibi baba oğulu takip ediyordu. Yusuf, binlerce kılçığın doldurduğu Ahmet Sadi Yokuşu’nun arkasından, birdenbire yola inen, önüne çıkıveren köpeğe benzer hayvanları görünce, olduğu yerde çakılıp kaldı. Sayısız köpekler, sessizce yaklaştılar. Yusuf, yüreğinin atışlarının hızlandığını hissetti, korktu. Babasına seslenmeyi de, şerefine yediremedi. Kendi kendine söylendi: - Bağırsam, babamı seslesem, korktuğumu anlayacak! İyisi, bir zaman dişimi sıkayım. Nasıl olsa, tehlikeyi babam da fark edecek. Yanılmamıştı. Eyüp Dayı, çeyrek asırlık eşeğinin kulaklarını dikmesinden, durumun hayra işaret olmadığını sezdi. Araştıran gözlerle, derhal sağına soluna baktı. Yerden, aniden mantar gibi bi-ten tehlikeyi, gördü. Eşeği önüne aldı. Onu, kurtlardan korumak ister gibiydi. Durmadı, oğluna seslendi: - Yusuf’um, bir tanem! dedi. Sakın korkayım deme. Az sonra, çeker gider bu meretler. Yalnız ne olur, ne olmaz, kalınca bir odun al eline. Bakarsın, sana, bana, eşeğe saldırmak isterler. İşte o zaman, odunla varırız üstlerine. Haklarından gelemesek bile, korkuturuz. Yusuf, denileni yapmak için, sağa sola baktı. Gözüne kestirdiği bir kızılağaç dalını kanırdı, kopardı, aldı. Adımlarını hızlandırdı, babasına yetişti. Koca adam, oğlunu, çeyrek asırlık eşeğinin önüne geçirdi. Eşek, oğluyla kendisinin arasında kaldı. Sonra Eyüp Dayı bakındı, gökyüzünde güneşi aradı. Onun kendisine destek olacağını umuyordu. Güneş, tam tepelerindeydi. Isıtmayan, limon sarısı ışığıyla etrafı aydınlatmaya çalışıyordu. Hoş, aslında bu aydınlatma işini, yerde biriken, dal uçlarında çoğalan, dereleri dolduran kar, az da olsa yapıyordu. Güneşi, tam tepesinde gören Eyüp Dayı, az buçuk vakit hakkında bilgi edinebildi. Vakit, öğleye yaklaşmıştı. Limon sarısı güneş, uzayıp giden yol, boğazına kadar kara batmış imdat ister gibi duran telefon direkleri, gürgenler, kayınlar, kızılağaçlar, çeyrek asırlık eşeğe ve yanındakilere iştahla bakan sayısız, analı danalı, enikli kurtlar... Eyüp Dayı’da sabır. Ne söylüyor, ne de bir şeyler yapıyor. Yusuf, tereddütler içinde kalmış, yapması gerekeni bir türlü kestiremiyordu. Damdan düşer gibi sordu: - Baba be, dedi, bu kurtlar adam yer mi? - Yediğini görmedim. Ancak, duymuşluğum var. - Bu işi, açlıktan mı yapıyorlar? - Galiba! - Ben de acıktım, baba! Eyüp Dayı, heybedeki azık torbasını düşündü. “Çüş!” diyerek eşeğini durdurdu. İki yanları sıra, sağlı sollu peşlerini bırakmayan kurtlara çıkıştı. Sert sert bağırdı. Böyle bir hareketi beklemeyen kurtlar, aniden kazık freni yapmış gibi durdular. Analarının peşi sıra bu sonsuz koşuya katılan, beyaz denizde, durmaksızın koşan enikler, şaşıp kaldılar. Hatta bazıları, dırlaşarak, analarıyla dalaştılar. Çeyrek asırlık eşek, korkudan mıdır, nedir, anırdı. Anırdıkça, sanki içindeki yangını, cümle âleme duyurmak istiyordu. Bu sırada, kuvvetli bir rüzgâr esip geçti. Bütün dal uçlarından, biriken karlar, karmakarışık sesler çıkararak yere döküldü. Bu seslere, birkaç kurt da katıldı. Uludular. Eyüp Dayı; - Bekle biraz, oğul! dedi. Açlık, adamı dinden, imandan çıkarır. Az kaldı, unutuyorduk. Kasabadan çıkarken, anan, heybeye azık bırakmıştı. Ne dersin? Biraz soluklanıp, karnımızı doyuralım mı? - Doyuralım! Baba oğul, çeyrek asırlık eşeği, kendilerince güvenli buldukları bir yarın kenarına çektiler. Heybeden çıkardıkları kara zeytini, helvayı ve ekmeği bölüştüler. Daha sonra sırt sırta oturdular. Biraz olsun açlıklarını bastırdılar. Onlarla beraber kurtlar da oturup beklediler. - Anan, ne ederse etsin, düşünüp de yapar, be Yusuf! Baksana, helva ile zeytini yan yana getirmekle, bu karda kıyamette suya olan ihtiyacımızı ortadan kaldırmak istemiş. Çünkü acı ile tatlı, midede birbiriyle boğuşur giderken, adam, suyu neyi düşünmez. - Gerçek. Bu doğru! - Bu sonuca nasıl vardın? - Biraz önce, susamıştım. Yemekten sonra susuzluğum artacağına, azaldı. - Ah, şu kurtlar da bir azalsa! - Baba be, varalım üstlerine. Kovalayalım, gitsinler. Onlar, arkamız sıra geldikçe, heyecandan mıdır, nedir, biraz korkuyorum. - Korkma, oğul! Yalnız, işi kabadayılığa da vermek olmaz. Gurur, adama tedbirli olmayı unutturur. Felâket dediğin de o zaman gelir, çatar. Adamı dört yanından yakalar. Yola yeniden çıkmak için kalktılar. Çeyrek asırlık eşek, onlarla gitmek istemedi. Yusuf yularından asılmasına, Eyüp Dayı da arkasından itmesine rağmen, bir hayli ayak diredi, yerinden oynamadı. Kurtlar da bu davranış karşısında kâh oturdular, kâh ayaklandılar. Homur homur, homurdandılar. Kasaba çok geride, şehir oldukça ilerde. Çeyrek asırlık eşeğin inadı tuttu. Kurtlar baş belâsı. Hava, akşamüzeri serinliğine yatmak üzere. Yeri yalayıp geçen rüzgâr, kar taneciklerinin sağa sola savrulmasına, birbirleriyle oynaşmasına sebep oluyor. Eyüp Dayı, bu defa kendisi öne geçti. Çeyrek asırlık eşeğini yedekledi. Yusuf, elindeki odunla, hem eşeğe, hem kurtlara göründü. Eşek yürüdü. Kurtlardan bazıları kaçar gibi yaptı. Sonu bilinmez, azap dolu yolculuk yeniden başladı. Kaçar gibi yapan kurtlar, biraz daha çoğalmış olarak geri döndüler. Sonuçta, kurtların sayısı birdenbire artıverdi. Homurtular fazlalaştı. Kurtlar, geri döndüler. Yeni gelenler, daha öncekiler gibi sabırlı da değillerdi. Avlarına, çeyrek asırlık eşek ile adam ve oğluna, iştahla bakıyorlar, az sonra başlatacakları ziyafet öncesinde, dişlerini gı-cırdatıyorlardı. Onlardan, daha iri ve işinde tecrübeli olanı, hızla öne çıktı. O, diğerlerine göre daha çalımlı bir şekilde dolaşıyor, avlardan en zayıfına atılmak için fırsat kolluyordu. Kurtların hareketinin nereye varacağını, niyetlerinin ne olduğunu Yusuf’la babası, anlamakta gecikmediler. Niyetin korkunçluğu, Yusuf’un elinin, ayağının boşalmasına sebep oldu. Sanki birçok pençe, Yusuf’u belinden kavramış, arkaya doğru olanca güçleriyle çekiyor, çekiyordu. Bu durum ona sıkıntı verdi. Koltuk altlarından beline kadar, ani bir terdir boşandı. Bütün bunlardan sonra Yusuf, üşümeye, zangır zangır sakırdamaya başladı. Babasını seslemek istediyse de, ne kadar bağırmak isterse istesin, sesi çıkmadı. İmdadına, çeyrek asırlık eşeğin anırması yetişti. Bu ses, bir meydan okuma sesi miydi ne, kurtlar dağıldılar. Eyüp Dayı, çeyrek asırlık eşeğinin anırması üzerine geriye döndü, Yusuf’a baktı. Kurtlar dağılmıştı, dağılmıştı ama Yusuf, yine de korkuyordu. Nedendir bilinmez, ondaki bu korkunun telgrafçıları, az da olsa, babasına da tel çekmeye başlamışlardı. Eyüp Dayı, oğluna çaktırmıyor ama aslında o da korkuyordu. Yüreğinde endişenin bin bir ışığı yanıp sönüyor. Kafasında suçlayan, kınayan sesler dolaşıyor. - “Koca Eyüp! Biz, seni oldukça acar bilirdik. Nasıl oldu da, eşeği kurda bıraktın? Az kalmış, Yusuf’u da kurtlara aldıracakmışsın! Öyle mi?” - “Öyle mi?” - “Öyle mi?” - Öyle! Eyüp Dayı sarsıldı, uyandı. Boş bulunmuş, “Öyle!” deyivermişti. Neden, niçin böyle davrandığını kestirmeye çalıştı. Bulduğu zayıf ışığın ipine yapıştı. Oğluna seslendi: - Öyle, gerilerde kalıp durma Yusuf! Bak, eşeği kollayayım derken, kendin kurtlara paçayı kaptırma! Atik ol! Uyanık ol! Tanıdık bile olsa, duyulan bir insan sesi, şayet farkında olursanız, korku denizini aydınlatıyor, adamın endişelerini yok ediyordu. Şimdi de öyle oldu. Yusuf, korkularından sıyrılmış bir şekilde, babasını cevapladı: - O bakımdan endişen olmasın baba. Hani, korkmuyorum desem, yalan olur. Fakat, seninle olduktan sonra, nerede olursam olayım, hangi şartlar altında kalırsam kalayım, korkunun derin denizleri, vahşi dağları bana vız gelir. Babası, koltuklanmaktan hoşlandı: - Benim aslan oğlum! dedi. Dönemeci aştılar, Gebeula’ya vardılar. Gebeula’da kar, bütün yolları tutmuş, kapatmıştı. Artık bütün çığırlar da kaybolmuştu. Yolun en tehlikeli bölümü de, işte şimdi başlıyordu. Bulundukları nokta, yüksek dağların bel verdiği, sağı solu açık, oldukça da fazla rüzgâr alan bir yerdi. Burada rüzgâra tutulmak, göz göre göre ölüme teslim olmak demekti. Uzayıp giden, uzadıkça insana ıstırap veren beyaz denizde ne bir ses, ne bir iz var. Eyüp Dayı, tereddütler içinde. Yeşile çalan, kabaran Karadeniz aşağılarda, az ilerde. Güzelim şehir, olan bitenden habersiz, nice yolcuları bekliyor. Kasaba çok, çok gerilerde kaldı. Hele hele bu vakitten sonra, geri dönmek olmaz. Zaten dönmeye, kurtlar da fırsat vermez. Görünen gerçek oldukça acı. Kurtuluş, hayâl gibi bir şey. Kar, Eyüp Dayı’nın kocamış gözlerini kamaştırıp yakıyor. Hafif rüzgâr, peşinde taşıdığı, sürükleyip getirdiği akşam soğuğundan olacak, adamın iliklerine kadar işliyor. Yusuf’ta heyecan, kabardık��a kabarıyor. Fidan gibi delikanlıda kol kanat, dal budak bırakmıyor. - Şehir, şu aşağıda görülen değil mi, baba? - Evet, oğul! - Yolun en berbat yerindeyiz. Ayaz da çıktı. Kurt sürüsü peşimizde. Güneş battı, batacak! Şehre varabilecek miyiz? - Elbette oğul! - Yol dediğin ne ki? Yürürsün, tükenir değil mi, baba? - Tükenir be oğul, tükenir. Hep ömürler tükenecek değil ya? Dağılan, avına, az da olsa umut vermek istermiş gibi davranan, gizlenen kurtlar, geri döndüler. Bu dönüşleri de, biraz daha vahşiceydi. Bütün kurtlar, acımasızdılar. Üstesine, adamla oğlundan, sürüye zarar gelmeyeceğini de anlamıştılar. Yapacakları iş hakkında, en küçüğünden en büyüğüne kadar, karar sahibi olduklarından, avlarının etrafında halkalandılar. Ancak avlarındaki hareketsizlik, onları da durdurdu. Zaman ilerledikçe, akşamın koyu gölgeleri karşı yamaçlara düşer düşmez, halkayı, dura yürüye daralttılar. Eyüp Dayı; - Kapana kıstık, oğul! dedi. Gayri bize kurtuluş yok. Sesine karşılık bekledi. Alamayınca, tekrar seslendi. - Yusuf, Yusuf! Korkudan dilin mi tutuldu, ne? Niye cevap vermiyorsun? Ne oldu sana? Can sıkıcı bir sessizlik. Çöken koyu gölgeler. Yaklaşan, halkayı biraz daha daraltan kurtlar. Akşam ayazına rağmen, vıcık vıcık terleyen çeyrek asırlık eşek. Korkunun esiri olmaya başlayan, canı burnunda Eyüp Dayı. - Oğul, oğul! Endişelendiren, kahreden, öldüren bir sessizlik ortasında, yapa yalnız kalmaya başladığını gören Eyüp Dayı, eşeğini de kaderine terk etti. Derhal oğluna döndü. Döne döne, olduğu yerde sallanan, ayakta kalabilmek için çabalayan Yusuf’u gördü. Yusuf’un gözlerinde, uykunun binlerce tonluk askerleri kol geziyor. Bıraksan, aldırmasan, tutmasan, Yusuf düşecek, olduğu yerde kalacak, kurtlara yem olacak. Eyüp Dayı, oğlunu omuzlarından tuttu, var gücüyle sarstı. - Oğul, oğul! dedi. Kendine gel. Bak, şehir orda, aşağıda. Oradan alacağın aynayı neyi unuttun mu? Yusuf’ta ses yok! Oğlan donuyor. Eyüp Dayı, bütün gücünü yeniden topladı. Yaradan’a sığındı. Oğluna, arka arkaya, aralıksız, yedi sekiz tokat attı. Zayıf, cılız fakat yine de insanı umutlandıran bir ses duydu. - Ne vuruyorsun be baba? Birdenbire ortalık, toza dumana karıştı. Gün boyu kurulan, gerilen kurtlar, yaydan kurtulan ok gibi fırladılar, çeyrek asırlık eşeği önlerine katıp Eyüp Dayı ve oğlundan ayırdılar. Donmakla yaşamak arasındaki Yusuf, önceden elinde taşıdığı sopaya davranmak istedi. Gördü, baktı ki elinde sopa mopa yok. Hoş, olsa da kendisinin adım atacak hâli kalmamış. Çaresizlik her tarafından onu da kuşatmış, sarmış, sabahtan bu yana bir türlü yakasını bırakmıyor, kene gibi yapıştıkça yapışıyor. Kurtlar, çeyrek asırlık eşeği, göz açıp kapayana kadar oldu olmadı, tükettiler. Analı enikli, üzerinde et namına ne varsa, yalayıp yuttular. Kemiklerini çatırdatmaya başladılar. Beyaz deniz, yer yer, küçük halkacıklar hâlinde kızardı. Güneş, koca tepenin ardı sıra, denizin ortasında, aniden kayboldu. Açlıklarını gideren kurtlar, baba oğula dokunmadılar. Eyüp Dayı, gökyüzünde güneşi aradı. Karanlıkla kucak kucağa gelince, korktu. Kendinden geçti. Gönlünü, kırk yıl öncesine bıraktı. Gençliğini, ilk delikanlılığını yeniden yaşamaya başladı. Yer yer silik olan film şeridinde, Ayşe Ana’ya tuttuğu aynayı hatırladı. Hatırlamak ne kelime, onu, yeni baştan, tekrar tekrar yaşadı. Daldığı rüyâ âleminden, şehre varır varmaz, kendisine tarak ile ayna alacak olan Yusuf’un sorusuyla uyandı. - Ne vuruyorsun be baba? Akşamla birlikte, kar beyazı ortalığa döküldü. Çok uzaklarda, karşı dağların uçlarında, güneşin son ışıkları görünüyor. Yerde, yer yer kırmızı kan lekecikleri. Az ileride şehir. Çok, çok gerilerde kasaba. Kar, ne iz, ne yol bırakmış. Yerde, kırmızı kan lekecikleri. Yerde, kırmızı kan. Yerde, kırmızı.
Yerde!
SAYFA 5-16 Yazar: Oyhan Hasan BILDIRKİ   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Soichiro Hondanın Nefes Kesen Başarı Hikayesi
Tumblr media
Soichiro Hondanın Nefes Kesen Başarı Hikayesi İlk Projesiyle Aşağılandı Honda, çok inandığı ve güvendiği projesi için ilk adımı attığında yıl 1938’di. Karısının mücevherlerini rehin bırakarak başladığı çalışmalar piston ringleri üzerineydi. Honda, bu çalışmalarını tamamlayıp ilk olarak Toyota’ya sunduğunda resmen aşağılandı. Üstelik yeniden eğitim alması gerektiğinin de altı çizildi. 2. Dünya Savaşı Engeline Takıldı İnançları kolay sarsılmayan biri olan Soichiro Honda, çalışmalarına daha fazla ağırlık vermeye başladı. İlk teklifin ardından 2 yıl geçti ve Toyota’dan ihtiyacı olan teklifi almayı sonunda başardı. Ama bu kez de karşısına 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaşa hazırlanan Japonya, fabrikasını kurmak için ihtiyacı olan betonu Honda’ya vermedi. Betonu Bizzat Kendi Üretti Şaka değil. 2. Dünya Savaşı engeline takılan Honda, hayallerini kurduğu fabrika için motor üretimine geçmeden önce beton üretmeye karar verdi. Arkadaşlarının da yardımlarıyla birlikte fabrikasını inşa etmek için ihtiyacı olan betonu üretmeye başladı. Ama talihsizlikler bitmedi! Fabrikasına Bomba Düştü Her türlü engele rağmen çalışmalarını sürdüren Honda, fabrikasını kurmayı başardı. Ancak 2. Dünya Savaşı bu sırada daha da şiddetlenmişti. Fabrika açıldıktan hemen sonra fabrikanın üzerine bomba düştü. Hem de tam iki kez! İmalat bölümünün tamamına yakını enkaza dönüştü. Ülke, Amerika tarafından işgale uğradı. Savaşın getirdiği kıtlık, fakirlik ve ham madde eksikliğine rağmen Soichiro Honda yılmadı. Amerika ordusunun attığı benzin tenekelerini toplayıp biriktirmeye başladı. Çünkü her şeyden önce ham maddeye ihtiyaç duyuyordu. Sırada Deprem Engeli Var Hammadde üretme konusunda başarılı olan Honda, bu kez de deprem engeline takıldı. Japonya’da meydana gelen büyük depremin ardından toparlamaya başladığı fabrikası yerle bir oldu. Japonya’da Benzin Kıtlığı Her şey yetmezmiş gibi Japonya’da benzin kıtlığı yaşandı. Honda, her yere bisikletle gidip gelmeye başladı. Zamandan kazanmak adına bisikleti için yaptığı küçük motor, Honda için yeni bir hayatın kapılarını aralayacaktı. Bisikleti Herkesin Dikkatini Topladı Honda’nın motor taktığı bisiklet çevresinde çok kısa sürede dikkat çekti ve komşuları birer birer aynı motordan kendi bisikletlerine taktırmak istediler. Honda, elindeki motorlarla bu durumu karşılasa da talep arttıkça elindeki motorlar yetersiz kaldı. Üşenmeden 18.000 Mektup Yazdı Hayalinden asla vazgeçmeyen Honda’nın fabrika kurma hayali yeniden canlandı. Japonya’daki 18.000 bisikletçi dükkânına mektup yazarak, icadının Japonya’ya yeniden hayat verebileceğini ifade etti. Bu bisikletçilerden tam 5.000 tanesi geri dönüş yaparak ihtiyacı olan sermayeyi vermeye hazır olduklarını söyleyince, Honda kollarını yeniden sıvadı. Ürettiği motorların ağır olduğunu düşünen Honda, motor üzerinde son bir değişiklik yaparak ağırlığını düşürmeyi başardı. Üretime Ara Vermeden Devam Etti Uzun ve yorucu bir sürecin sonunda başarıya ulaşan Honda’ya İmparatorluk Nişanı verildi. Daha sonra motorlu bisikletlerini Avrupa ve Amerika’ya ihraç etmeye başladı. Ardından 1970’lere gelindiğinde en az motorlu bisikletler kadar tutulan otomobilleri ile sektöre başka bir koldan daha girdi. Honda şirketi, bugün yaklaşık 100.000’den fazla kişi çalıştırıyor. Bir zamanlar kendisi ile alay ederek aşağılayan Toyota, ihracat anlamında Honda’nın gerisinde. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen başarıya ve hayallerine odaklanan bir adamın azmi ve gücü Honda’yı bugünkü konumuna taşıdı. Burak Can Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi 1. Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi 1. Bölüm Hikayemiz küçük bir köyde başlıyor. Bahadır annesi ile babasının sevinçle karşıladıkları ilk çocukları, fakat Bahadır daha iki yaşındayken annesi karın ağrısından vefat eder. Baba tek çocuğu ile baş başa kalır. Bahadır babası tarafından halasının yanına yollanır, orada halasının çocukları ile birlikte büyür. Hala oğulları ile koşup oynayarak 8 yaşına ulaşır. Halası yeterince büyüdüğüne kanaat getirip Bahadırı babasının yanına yollar. Bahadır babasının yanında kendi köyüne dönmekteydi. Babasını sadece bir kaç defa görmüştü. Yüzü, genç yaşına rağmen acılarla buruşmuş bu adam kendisine dönmüş, merakla bakıp duran Bahadıra dönüp gülümsemeyi denedi. Ancak yüzü gülmeyi unutmuş gibiydi. Bahadır babasının yanında cılız ot ve ağaçların olduğu patika yolda ilerlemeye devam etti. Kerpiçten, boyasız (bütün evler öyleydi) evlerine ulaştıklarında baba acıkmış oğluna bir miktar koyun sütü getirdi. Bahadır hala bütün dikkati ile babasına bakıyordu. Sütünü içerken de dikkatini dağıtmadı. Bahadır babasının yanında tarlaya gitmeye başladı, adamcağız çocuktan hiç bir şey istemiyordu, bütün işi kendi yapıyordu. Bahadırın kolayca yapabileceği su getirme gibi işleri bile. Bahadır kendiliğinden, sessiz babasına yardım etmeye başladı. Köyün bir kilometre dışındaki kaynaktan her gün testi ile su getiriyordu. Babasının yirmi koyununu bizzat otlatıyordu. Aylar geçtikçe Bahadır babasının sessizliğine iyice alıştı. Diğer evlerin uzağında olan evi yüzünden sadece kaynakta su doldurduğu zamanlarda konuşacak birileri oluyordu bahadırın. Köyün kızları ile genelde otların çıkmasından yağmurun yağmasından, topraktan konuşuyorlardı. Bahadır kendisinden daha büyük olan kızların oğlanlar hakkında konuşmasına pek anlam veremiyordu, zaten pek aralarına da girmiyordu. Bahadır babasının pek büyük olmayan tarlasını nasıl sürdüğünü görünce çok üzüldü, adam sabanını bir tarafına eşeğini geçiriyor diğer tarafına kendi giriyordu. Güç bela tarla sürüyordu. Bahadır diğer çocuklara göre daha meraklıydı, koyunları otlatırken genelde yaşlı koyunun üzerinde acımasızca deneyler yapardı. Hayvana ormanda bulduğu çeşitli bitki ve mantarları yedirir ardından etkilerinin ne olduğunu incelerdi. Bu huyu yüzünden yaşlı koyuna zehirli mantar yedirdi. Hayvan acı içinde kıvranmaya başlayınca Bahadır yanında taşıdığı çakısını çıkarıp acı içindeki hayvanın boğazını besmele çekerek kesti. Ardından babasını çağırmayı düşündü. Fakat hayvanın etinin zehirlenmiş olabileceği şüphesi ile etten bir parçasını ölü hayvanın kokusuna gelmiş kargalara attı, kargalara bir şey olmadığını görünce hayvanın geri kalanına ilişmesinler diye üstünü taşlarla örtüp sürüyü yanına alıp eve döndü. Babası ile tarladan koşup geldiler baba yaşlı koyunu sırtlayıp eve götürdü. Babası Bahadırı hiç azarlamadı, sadece “Murdar etmemişsin aferin.” dedi. Bahadır yine koyunlarını otlatırken bir at sürüsüne denk geldi, sürüde elli atmış kadar at vardı. Bahadır kafasında bu yaban atları ile ilgili bir plan yaptı. Her gün koyunlarını otlatırken atlara yaklaşıyor taylığının sonlarında olan 4 taya babasının eşeğinin en sevdiği otlardan veriyordu. Bu taylara aylarca her gün ot getirdi ve verdi zaman içinde hem taylar büyüdü at oldu hem de Bahadır’a iyice alıştılar. Bahadır yaşlı koyun üstünde yaptığı deneyler sırasında koyunu uyutan uyku tohumu adını verdiği bir bitki tespit etmişti, bu bitki nadirdi fakat tohumları doğru zamanda toplanınca uyku ilacı etkisi yapıyordu. Bahadır yine her gün olduğu gibi atlara ot götürdü fakat bu sefer içlerine bu uyku tohumundan bolca serpti. Ertesi gün geldiğinde dört genç at oldukları yerde uyuyup kalmışlardı, Bahadır sürünün geri kalanının beklemediği bu dört atın boynuna birer ip bağladı. Atlar uyandıklarında ne yapacaklarını bilmez haldelerdi, tanıdıkları Bahadırı inat etmeden takip ettiler. Bahadır aylarca emek vererek de olsa atları peşine takıp köye evine getirmişti. Bahadır’ı atlarla gören babası suratına bir tokat patlattı, Bahadır şoktaydı tüm bu emeği babasını tarla sürerken, harman yaparken çektiği rezilliklerden kurtarmak için vermişti. Babası Halil “Ben sen hırsız olasın diye mi yetiştirdim!” diye bağırdı. Bahadır sakince “Baba ben bu atları çalmadım, bu atlar sahipsiz yaban atıdır dedi.” Halil oğluna azar çekmek yerine atları süzdü, bu dört genç atın hiçbirinin ne yelesi kırpılmış, ne kuyruğu bağlanmış ne de sırtı tımarlanmıştı Başını eğdi, gözünden iki damla yaş süzüldü “kusura bakma oğlum” diye inledi. İki üç ay boyunca Halil oğlunun getirdiği atları ahıra alıştırdı, üstlerine binilir hale getirdi. Bahadır artık su getirmeye at sırtında gidiyordu. O sene Halil sabana kendi girmedi iki genç ve güçlü at sabanı çekti. Su getirirken Bahadır kızların ona “Atı nasıl aldın Bahadır.” diye seslenmesi üzerine Bahadır “Almadım, yabanda buldum kendim yetiştirdim.” dedi. Kızlar inanmadı “Hadi ordan, kandırıkçı.” dediler. Bahadır aldırmadı. Bahadır koyunları otlatmayı tamamladığı bir günün sonunda atına atlayıp ikindi gezmesine çıktı, yolda başı yanık hırpani elbiseler içinde yaşlı bir adama denk geldi, adam sırtına bir çuval yüklenmiş hışlaya hışlaya yoluna gidiyordu. Bahadır “Nereye gidiyorsun bey amca” diye seslendi yaşlı adam, “İlerdeki değirmene.” diye cevap verdi, Bahadır yaşlı adama acımış olacak ki “Seni oraya kadar götüreyim.” dedi. Yaşlı adamı ata bindirdi ve çuvalını ata yükledi, ve bir saat mesafedeki değirmenin bulunduğu kasabaya adamı götürdü. Adam değirmene gelince “Evlat beni iki dakika bekleyiver.” dedi, değirmene çuvalla girdi, çuvalsız üstünde düzgün elbiselerle çıktı, ardından ata atladı. “Bahadır, “Bey amca ben evime gideceğim, geç oldu, kusura bakmazsan in atımdan” Adam “Bu nereden senin atın oluyor, bu benim atım, seni bacaksız velet kaybol.” dedi. Bahadır önce şaşırdı, sonra çevreye insanlar toplanmaya başlayınca “Delirdin mi yoksa bana iyiliğimi böyle mi ödüyorsun?” dedi adam “Çocuk sen deli deli konuşma kim bacak kadar velede at verir, birde utanmadan benim gibi yaşlı bir adamın atına göz dikiyorsun.” Bahadır baktı bu iş olmayacak, “kadıya gideceğiz!” (Kadı: Günümüzdeki hakim’in görevlerini üstlenen kişi, aynı zamanda çalıştığı bölgeye göre kaymakamlık görevlerinin de bir kısmını yapabilir.) diye bağırdı. Meraklı kalabalık yüzünden yaşlı dolandırıcı Bahadır’a itiraz edemedi. Bahadır dersini almıştı, bir daha tanımadığı bir kişiye nah yardım ederdi. Kadı’nın evire vardılar, kadı evinden çıktı, önce Bahadırı sonra yaşlı adamı dinledi. Bahadır “Bu adama acıdım atıma aldım, değirmenden çıktı atımı sahiplendi.” dedi, Yaşlı hırsız “Ben bu çocuğu ilk defa değirmen çıkışı gördüm delimidir nedir bu at benim diye on yıllık atımı sahiplendi.” Bahadır kadının boş boş bakındığını gördü, kadı ne yapacağını şaşırmıştı, “Bu atın kime ait olduğuna dair şahidi olan var mı?” diye sorunca Bahadır, “Bana izin verin yarına yirmi şahitle buraya geleyim.” Dedi, yaşlı hırsız “Kendi gibi yirmi yalancı velet bulup gelirsin, muzır velet.” dedi ardından “Benim şahidim var” dedi, üstü unla kaplı değirmenci “ Ben şahidim kadı efendi bu at on senedir bu ihtiyar adamındır.” Diye söze girdi. Bahadır sinirle güldü, ardından “Kadı efendi, lütfen bir nalbant çağıralım.” Kadı Bahadır’ın yüzüne baktı, hem ne olacağını merak ettiğinden hem de işini düzgün yapmak istediğinden nalbantı çağırdı. Kadının önünde toplanmış kalabalığın arasından kasabanın nalbandı öne çıktı kadı nalbanda “söyle nalbant, bu at kimindir.” Nalbant kafasını kaşıdı ardından “Bilmiyorum, bu atı da sahibini de tanımam.” Yaşlı hırsız “Mendebur velet, nalbant sana ne yapsın.” Bahadır, “Kadı efendi, sorun lütfen şu ihtiyara bu at kaç yaşında” Yaşlı hırsız önce kem küm etti sonra ata baktı, kadı “on yıldır sende olduğuna göre en az on yaşında olmalı, şahidinde on yıldır bu atın sende olduğunu teyit etti.” Yaşlı adam “Lafın gelişi kadı efendi, bu at lafın gelişi 10 senedir bende.” Kadı “peki ihtiyar gerçekte bu at kaç yaşında” yaşlı adam “Alalı iki sene oldu, kadı efendi bilmiyorum.” diye inledi. Bahadır “Aldığında kaç yaşındaydı bu at.” diye sordu. Yaşlı adam “Kadı efendi mecaz kullanmak ne zamandır suç, on sene lafın gelişi, ben attan çok anlamam, alırken yaşını sormadım.” Değirmenci hemen “İki senedir atla gelir gider, atın sahibi bu adamdır kadı bey.” Kadı sakalını sıvazladı. “Galiba nalbandı niye çağırdın anladım, nalbant söyle bakalım sen atın yaşından anlar mısın?. Nalbant ata yaklaştı, dişini kuyruğunu bedenini inceledi ardından “Bu at taş çatlasa üç buçuk, dört yaşındadır kadı efendi.” Kadı kır sakallarını uzun uzun sıvazladı “Mahkeme yerinde mecaz olmaz ihtiyar, çocuğun şahitlerini bekleyeceğiz. Eğer o değil yirmi dört şahitle gelirse yandın ki ne yandın.” İhtiyar hırsız “Aman kadı efendi, dedim ya bu ukalanın lafı ile gaza geldim, on sene dedim ama iki senedir bendedir bu at, ne olur...” Bahadır “Nalbant emmi, bu at iki sene önce adam taşıyabilir miydi? Bu atı iki sene önce satan olur muydu? Söyle” Kadı nalbanda döndü, nalbant biraz kem küm etti, belli ki kimsenin işine karışmak istemiyordu, Bahadır bir derste nalbandın tavrından öğrendi, kimsenin işine karışmamak, her bir şeye neme lazım demek demek ki doğru ve gerekli olandı. “Nalbant, konuş!” kadının bu sözü nalbandın dilini çözdü, “Yok kadı efendi, yok, mümkünü yok, ayriyeten istediğin kadar attan anlama o yaştaki tay taydır, taya benzer, tay aldım demesi gerekirdi, o yaşta tay adamda, çuvalda taşımaz.” İhtiyar hırsız “Kadı efendi, bu velet ile nalbant anlaşmış akıllarınca bizi dolandırıyorlar, kadıya gidelim diyen de çocuktu zaten, bize kumpas kurmuşlar.” Kadı Bahadır’a döndü “İhtiyarın sözlerine ne diyorsun çocuk?” Bahadır, “Kadı efendi, su dolu iki kova getirin, size kimin kimle anlaşıp dolandırıcılık yaptığını ispatlayayım. Ahaliden biri eğlenceli mahkemenin nereye varacağını görmek için koşarak kalabalıktan ayrıldı “Kovaları ve suyu getiriyorum kadı efendi!” diyerek gitti. On dakika sonra kovalar kadının önündeydi. Bahadır iç ve dış gömleğini çıkardı suya attı, “kadı efendi ihtiyar da aynını yapsın” İhtiyar hırsız arkasına geçmiş subaşının (Hem komutan, hem eğitim çavuşu (askerleri eğitiyor), hem de jandarma komutanı/polis amiri görevini üstlenen asker şahsiyet. Adalet-yargı konularında kadıya bağlı.) dik bakışları arasında istemeye istemeye diğer kovaya iç ve dış gömleklerini attı. Kadı merakla bekliyordu ne olacak diye. Bahadır subaşına, lütfen kovaları iyice karıştırın dedi. Subaşı gömlekleri çitiledi bu esnada gülümsedi. Beş dakika sonra Bahadır “Gömlekleri sudan çıkarın” dedi, subaşı gömlekleri sudan çıkardı, ihtiyarın elbiselerinin olduğu kovada açıkça bol miktarda un yayılmış halde duruyordu, Bahadır’ın kovasında ise koyun ve at kılları vardı. Kadı Değirmenciye dik dik baktı Değirmenci korku ile baklaları dökülmeye başladı. “Kadı efendi benim bu işle alakam pek az, bu mendebur kumarbaz uzaktan akrabam olur, bana geldi bir çuval buğday verdi, karşılığında ona elbise verdim, bana “bu at benim” dediğimde bana destek çık veledin atın elinden alacam dedi. Ben istemedim beni tehdit etti.” İhtiyar hırsız bağırdı “Yalan kadı efendi, ben gariban bir dilenciyim, bu mendebura un yaptırmak için buğday getiriyordum, bu çocuk bana acıyıp atına aldı. Ben ne biliyim açlık garibanlık, bu değirmenci olacak dolandırıcı akrabam beni kandırdı, bu çocukcağıza kumpas kurdurdu.” Kadı “Her şey ortaya çıktı” dedi, Bahadır “Hayır kadı efendi her şey değil, eğer bu ihtiyar bir dilenci ise nasıl oldu da bir çuval buğday buldu, nereden çaldı, buğdayın sahibini bulmak ve teslim etmek senin görevin.” Kadı İhtiyar hırsıza döndü ve “Bir elin gitti, ikincisi de gitmesin istersen konuş!” İhtiyar hırsız bir aileyi nasıl dolandırıp buğdaylarını çaldığını anlatırken bahadır gömleklerini sudan çıkardı sıktı ve atına atladı, yavaş yavaş alandan uzaklaştı. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi 2. Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi 2. Bölüm Yıllar geçti, Bahadır 14 yaşına geldi, Bahadır bu sürede tarlada babasına yardım etti, atlarla ve koyunları ile ilgilendi, defaatle koyunlar üzerinde yeni yeni deneyler yaptı ama en sonunda artık otları iyice anladığından onları hasta etmek yerine tedavi eder hale geldi. Zaman zaman atına atladı çevre köyleri gezdi, bazen biraz para kazanmak için topladığı şifalı otları sattı. Ancak bu sakin hayat Bahadır’a yetmedi. (Bahadır’ın çocukluğuna dair birkaç kısım daha yazmak niyetindeyim. Bu hikayenin son hali değildir) Bahadır bir gün babasına “Baba, izin ver okumaya gideyim, işim mesleğim olsun, sende artık beni düşünme, Anam için ağlayıp durma, halam sana bir kısmet bulsun, evlen.” Halil oğluna “Oğlum gitmek istersen git, yolun açık olsun. Evliliğe gelince, bana karışma.” dedi. Ardından “Sana verecek param yok fakat atının yanı sıra koyunları yanına al, koyunları kasabada sat, o para ile Taşhisar medresesine git, oradaki hocaların methini çok duydum. Her ne iş yaparsan yap o işin ustası ol oğlum.” Baba oğul kucaklaştı, Bahadır babasının tavsiyesine uyup yıllar içinde babasının baş edemeyeceği kadar kalabalıklaşmış yüz koyundan oluşan koyun sürüsünün yanına aldı, babası koyunlarla uğraşmak, çoban bulmak istemediğinden koyunların hepsini Bahadırın yanına vermişti, zaten atlar geleli beri tarlayı rahat işlediğinden ve tarlanın ürünü ona fazla fazla yettiğinden birde koyunlarla uğraşmasına gerek kalmamıştı. Bahadır koyunlar ile birlikte Taşhisar’ın yolunu tuttu Taşhisar uzaktı, yolda koyunlarını satacak bir yer arıyordu. Bu esnada yanına sürekli gülümseyen, bir adam yaklaştı. Adam “Merhaba arkadaş, ben Tahir, senin adın ne?” Bahadır “Bahadır” Tahir koyunları süzdü, niyetinin koyunlarla ilgili olduğu belliydi. Tahir, “Neden gelir nereye gidersin.” Bahadır “Yol beni nereye götürürse oraya.” Bahadır hemen bir bit yeniği sezmişti, tanımadığı bir adama lüzumundan fazla bilgi vermek istemiyordu. Tahir konuştu “Kardeş koyunlar satılık mı?” Bahadır “Hayır, değil.” dedi. Kestirip attı, fakat Tahir durmak bilmiyordu “Bana sat bunları, acele ihtiyacım var.” Bahadır “Niye?” diye sordu. “Ağamın kızı evleniyor, acele koyun almam gerekiyor.” Bahadır “Hangi köydensin?” Tahir “Aladağ” dedi. Bahadır kendi komşu köylerini bilirdi, Aladağ’ın ağasının hiç kızı yoktu, üstelik tüm bölgenin en büyük koyun sürüsü onundu. Bahadır zaten dolandırıcı olduğundan şüphelendiği Tahir’in dolandırıcı olduğundan iyice emin oldu. Bu esnada Tahir elini kesesine attı ardından keseyi Bahadır’a attı. Ardından Bahadır’a “Sürün etse etse yüz altın eder, ben sana iki yüz altın veriyorum, hadi sat” dedi. Bahadır keseden paraları tek tek çıkarıp kontrol etmeye başladı. Önce paranın sahte olduğunu düşünüyordu, ardından hepsinin gerçek olduğunu fark etti. Bahadır, Tahir’in derdinin başka olduğunu anladı, sürüyü değerinin iki katına satmak da çok cazipti. Bahadır “Peki sürü senindir, dedi ve “Deh” diyerek biraz hızlandı. Tahir Bahadır’ın gittiğinden emin olana kadar sürüyü durdurdu ve bekledi. Bahadır kimsenin kasabaya az bir yol kalmışken iki saat fazladan yol gitmemek için yüz altın fazladan para vereceğine ihtimal vermiyordu. Bu işte bir iş vardı. Bahadır yanındaki çıkının içindeki ekmek parçasını ağzına tıktı ve çıkını dörde yırttı, ardından atının ayaklarının altına o kumaşları güzelce kat kat sardı. İyi eğitilmiş at sessizce sahibinin ayaklarını sarmasına izin verdi, ardından Bahadır uzaktan ve sessizce Tahir’i takibe başladı. Tahir bir kampa yaklaştı, orada yirmi kadar silahlı eşkiya vardı, bu adamların hepsi yörük çobanı kılığına girdiler ve silahlarını cüppelerinin ve çoban kepeneklerinin altına sakladılar. Bahadır olayı çözememişti, belli ki koyunları kendilerini daha iyi gizlemek için almışlardı. Fakat neden onun koyunları için fazla fazla ödemişlerdi üstelik niye Bahadıra para vermişlerdi, bu silahlı adamlar Bahadır’ı kolayca öldürebilirlerdi. Bahadır takibe devam etti, eşkıyalar sürüyü yanlarına katıp hızla ilerlediler, Yolda bir at arabası ile karşılaştılar, eşkiyalar koyunları at arabasının önünü kesmek için kullandılar ve ardından arabadakilere saldırdılar. Araba orta halli bir tüccarın at arabasına benziyordu, fakat arabadakilerin sahte yörükler gibi sahte olduğu çok geçmeden ortaya çıktı, arabayı kullanan adam ve arabanın içindeki üç kişi daha uzaktan erkek mi kızmı olduğu anlaşılmayan bir beşinci kişiyi korumak için çok büyük bir mücadeleye giriştiler. Bu adamlar o kadar iyi dövüşüyordu ki onlardan beş kat kalabalık eşkiyaların yarısı on dakika içinde ellerinde can verdi. Bu esnada Bahadır’ın Tahir olduğunu tahmin ettiği bir kişi arabanın ortasında sap gibi duran ve cesur muhafızların korumaya çalıştığı kişiyi kaptı ve birkaç eşkıya ile birlikte at üstünde kaçtılar. Bahadır’ın jetonu o anda düştü. Bahadır kendi koyunlarını kendi otlatan nadir insanlardan biriydi, normalde köylerde çobanlar herkesin koyunlarını toplu otlatırdı. Bu yüzden koyunlar sahiplerinin kim olduğunu göstermesi için (koyunlar karışmasın diye) farklı bölgelerinden kınalanırdı, mesela bir köylü koyunlarını ön sol bacağını kınalıyorsa başka biri arka sağ budunu kınalardı. Bu kınalar sayesinde usta ve kararlı bir subaşı koyunların hangi köyden olduğunu hatta kime ait olduğunu bulabilirdi. Muhafızlar son birkaç eşkıyayı da öldürdü, ellerinde tek biri sağ kalmıştı fakat o kendisine bir hançer sapladı. Bunlar eşkıya olamayacak kadar fedakârlardı. Muhafızlar iz aramaya başladılar. Fakat Tahir’in adamları pusu noktasını iyi seçmişti, arazi taşlıktı ve muhafızların takip edecekleri hiç bir iz yoktu. Koyunların Bahadır’a ait olduğunun ortaya çıkması ihtimali de yoktu. Kaçırılan baya kurnazdı ve muhafızları çaresiz ve hiç bir ipucu olmayan bir halde bırakmışlardı. Bahadır muhafızlardan daha şanslıydı, Tahir’in gitti yolu görmüştü, oraya doğru atını sürdü. Bahadır kısa sürede Tahir’in önce izini buldu ardından da kendisini. Atının ayaklarındaki çaputlar sayesinde sessizce Tahir’i izlemeye devam etti. Başka bir kamp alanında Tahir esir ettiği kişiyi yüzü örten kara miğferli, kızıl börklü, kara zırhlı adamlara teslim etti ve Tahir, Bahadırın altınla dolu olduğunu tahmin ettiği bir torbayı eline aldı ve uzaklaştı. Bahadır bu adamların kim olduğunu bilmiyordu. Fakat şimdilik hedefi Tahir’di. Bahadır, Tahir ve yanındaki iki adamını takip etmeye koyuldu. Tahir ve iki adamı gece vakti uykuya daldıklarında Bahadır koyun derisi yumuşak çarıkları sayesinde sessizce kamplarına yaklaştı. Bahadır şimdiye kadar öğrendiği şifalı ve zehirli otlardan elde ettiği, toz ve sıvıları taşıdığı bir kesesi vardı, o keseden çok daha küçük bir kese çıkardı bu kesedeki çok çeşitli zehirlerden biriydi. Adamların mataralarına zehir koydu ardından yavaş hareketlerle uzaklaştı, ertesi gün Bahadır hedeflerini takip etmeye devam etti. Zehir’in etkisi çabuk değildi, sabah hepsi su içmişti ve üç saat sonra sonra Tahir devrildi, iki adamı ne yapacaklarını bilmez halde hararetli bir tartışmaya girdiler, kan basıncının artması zehrin etkisini daha çabuk göstermesine neden oldu on beş dakika sonra diğer ikisi de yerdeydi. Bahadır kim olduğunu ne yaptıklarını tam bilmediği kişileri sorgulamadan öldürecek kadar gaddar biri değildi. Panzehiri geceden hazırlamıştı. Ne olup bittiğini koyunlarının neye alet edildiğini bilmesi gerekiyordu. Bahadır Tahir’in yanına geldi Yerde kıvranmakta olan adamlara elindeki küçük şişeyi salladı, “Sizi ben zehirledim, iki saate kalmaz ölürsünüz, tabi bu elimdeki Panzehirden içmezseniz.” Tahir “Sen kimsin, ne yaptığını sanıyorsun.” öksürüğe boğuldu ardından. Bahadır gülümsedi. “Soruları ben sorarım, yaşamak istiyorsanız siz cevaplarsınız.” Tahir “Ne istiyorsun!” Bahadır “Kaçırdığınız kimdi?” Tahir “Bizi öldürürler.” diye inledi Bahadır “Konuşmazsan zaten öleceksin dedi. Tahir “Yüksekhisar beyinin kızı Belma” Bahadır kafasını kaşıdı “ İyi de bir bey kızının kendi babasının kalesinden bu kadar uzakta ne işi var?” Tahir “Bize panzehiri ver sana altın veririz.” Bahadır güldü “Altınlarınızı siz öldükten sonrada rahatlıkla alabilirim.” Tahir’in adamlarından biri “Ailelerimizi öldürürler, ne olursun.” dedi. Bahadır “Aslına bakılırsa ailelerinizin sağ kalmasının tek yolu konuşmanız, çünkü ben gördüklerimi Akhisar beyine haber edeceğim.” Akhisar beyi Bahadır’ın yaşadığı bölgenin beyiydi. Sultanın haklı sebeplerle en güvendiği valilerinden biriydi. Bir bey kızının kaçırılmasını, hele ki kendi sorumluluğunda olan topraklarda kaçırılmasını hiç hoş karşılamayacaktı. Tahir kuş gibi ötmeye başladı “Lütfen, kızıl Kağan’ın adamları ailelerimizi öldürür.” Daha önce hiç konuşmamış adam “Susalım, ailelerimizin yaşaması için tek şansımız bu.” Bahadır tiksinmiş bir ifadeyle adamlara baktı ve iğrendiğini belli eder şekilde tükürdü. Kızıl Kağan pek çok devleti yıkarak ülkelerinin sınırına gelmiş girdiği yerleri yakıp yıkan son derece kurnaz ve aynı derece acımasız bir adamdı. Ordularının gücüne rağmen, savaşçılarının yeteneğine rağmen askerlerini telef etmez gireceği ülkeleri önce karıştırır sonra zayıf anlarında işgal ederdi. Bahadır Kızıl Kağan’ın Moğol askerlerinin önünden kaçan sefil olmuş insanları çok görmüştü. Ülkesinin işgaline sessiz kalacak bir hain değildi o. Tahir ve adamlarına tekrar sorular sormaya başladı. “Görüştüğünüz kişi kimdi? Kaç kişiler? Belma midir nedir kızı ne yapacaklar? Planlar ne?” Tahir ve adamları çenelerini tutup konuşmadı. Bahadır dediğini yaptı, onlara konuşmazlarsa panzehiri alamayacaklarını söyleyerek iki saat bekledi. Konuşmadılar. Öldükten sonra üstlerini aradı, içinde bin altın olan torbayı ve üstlerinde ipucu teşkil edebilecek birkaç eşyayı aldı. Ölüleri bırakıp atların aldı ve dörtnala at değiştirerek gitmek suretiyle normalde bir gün uzakta olan Ak hisar kalesine doğru son sürat yola koyuldu. Bahadır son surat Akhisara vardı, şehrin dış duvarının açık kapısından hızla geçti. Hiç bir yere takılmadan Hisar’ın (Dış duvarın içindeki kale, hisar kelimesi bu kitapta iç kalesi bulunan duvarlı şehir anlamında da kullanılmıştır.) kapısına vardı. Kale muhafızları dörtnala gelip kan ter içinde “Beyle acele görüşmem lazım.” diyen delikanlıya “Bey halkı cuma namazı sonrası dinler, o zaman görüşürsün” dediler. Bahadır “Eğer beyle hemen görüşmezsem ben sizle yarın, hep beraber idam sehpasında sallanırken görüşürüm” dedi. Muhafızlar böyle bir tehdit eden ve buraya kadar atları koşturduğu belli olan gençle fazla uğraşmak istemediler. Akhisar beyi tam olarak Bahadırın beklediği gibiydi, kaytan bıyıklı, yakışıklı, kırklı yaşlarının başında bir adam. Ak hisar beyinin adı İsmail’di ve başında Ak hisar beylerinin hep takmayı nesilden nesile adete dönüştürdüğü ak tolga (miğfer) vardı. İsmail bey konuştu “Söyle bakalım genç ne oldu da böyle kan ter içinde buraya geldin. Bahadır derin bir nefes aldı “Beyim söylediklerim size inanması zor gelecek. Fakat inanın doğruyu söylüyorum. Bir gurup haydut bizim topraklarımızda Yüksekhisar beyi’nin kızı Belma’yı kaçırdılar.” Bey gülümsedi “ E kimmiş bu haydutlar?” Bahadır “Bilmiyorum, fakat kızıl kağan için çalışıyorlar.” Bey bu mendeburun adını nasıl anıp benim tadımı kaçırdın dermişçesine bir tiksinti ile baktı. İsmail bey “O şerefsizleri bizim topraklarımızda mı gördün? “ Bahadır “Kara zırhlı, koyu kırmızı börklü adamlar gördüm.” İsmail bey elini çenesine yasladı. “Yüksek hisar beyinin kızının bizim topraklarımızda işi neymiş” diye mırıldandı Bahadır “Bilmiyorum. Fakat Kızıl Kağan adisinin adını duyar duymaz buraya geldim.” Bey “En baştan bir anlat bakalım ne oldu.” Bahadır anlatmaya başladı. “Babamın izni ile Taşhisar’a tahsile gidiyordum, babam bana satmam ve tahsilde kullanmam için koyun sürümüzü verdi. Yolda bir adam bana sürümün değerinin çok üstünde bir para vererek sürümü satın aldı. Bende kendini Tahir olarak tanıtan bu adamın bu koyunlara niye bu kadar para verdiğini merak edip takip ettim. Yolda taşlık bir bölgede pusu kurdular. Orta halli tüccarın at arabasına benzetilmiş sivil giyimli dört muhafız ve Ak hisar beyinin kızı Belma olduğunu öğrendiğim bir korunan kişinin bulunduğu arabaya saldırdılar. Koyunlarımı bir arabanın yolunu kapamak için kullandılar. Muhafızlar kızı korurken Tahir ve iki adamı kızı kaçırmayı başardı. Daha sonra bahsettiğim kara zırhlı kimselere teslim ettiler. Tahir ve adamlarını takip ettim, gece vakti sularını zehirledim. Sabah ise konuşmadıkları takdirde öleceklerini söyledim. Ailelerinin güvenliği ve kızıl kağan hakkında bir şeyler sayıklayıp ölümü yaşama tercih ettiler.” Bey “Söylediklerin inanması güç ama doğru ise ihmal edilmeyecek kadar önemli bir durum.” Yumruğunu çenesine dayadı ve düşünmeye başladı. Bahadır “Muhafızları en son Elekli köyü yakınındaki taşlık arazide gördüm, kızıl börklüleri ise İştence köyü yakınındaki boş alanda, adının Tahir olduğunu söyleyen kişi ve iki adamının cesetleri ise buraya bir gün mesafede Ahırlı köyüne yakın bir tepeciğin üstündeler.” Bahadır beyin önüne birkaç eşya dizdi ve anlatmaya başladı “Bu eşyalardan bu kişilerin bu civarlardan olduğu anlaşılıyor ama işi bilen birileri incelerse belki hangi köylerden olduklarını da çıkarır. Söyleyeceklerim bu kadar beyim. Ne olduğunu bilmeniz önemliydi, ben devletime olan vazifemi yaptım, gidiyorum.” Bahadır arkasına bile bakmadı ve beyin el koyma ihtimaline karşı sırtına çanta gibi bağlamış olduğu çuvalın içindeki bin altın hakkında tek kelime bile etmedi. Bahadır Kızıl Kağan’ın köyünü yakmaması ve ailesini kendisini sefil etmemesi için üstüne düşeni fazlasıyla yaptığı kanaatindeydi. Artık bundan sonrası beyin bileceği işti. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
"Hislerin Sesi" Hikayesi  1. Bölüm
Tumblr media
"Hislerin Sesi" Hikayesi  1. Bölüm Kostofer 1494 Yılında Vü Kasabasında doğmuş kavruk tenli güler yüzlü koyu saçları at yelesine benzeyen bir Kızılderiliydi. Her an saldıracakmış gibi bakan kaşları ve yüz ifadesinin tersine anlayışlı ve sakin biriydi. Ama böyle davranması her şeyi ölçüp tartmasından geliyordu. Adım adım kasabanın sokaklarında yürürken Banka soygunu yapmış yol kenarında dinlenen Asileri gördü. Hemen bir kayanın arkasına saklanıp ne yapacaklarını beklemeye koyuldu. Biraz sonra adamlardan biri, arabadan genç yaşlarda bir adam ve kadını zorla indirdi. Bu adamın yabancı biri olduğu aksanından belli oluyordu. Başında siyah çizgili fötr şapkası, kırmızı gömleğinin üstünde ise siyah çizgili bir ceket vardı. Sırtındaki kabarıklık belinde bir silah olduğunun kanıtı olabilirdi. Ama şimdi o silahı çekmesi intihar olurdu. Hem adamlar kalabalıktı hemde yanında sarı saçlı mavi dalgalı uzun eteklerine kadar inen elbisesi ile bir kadın vardı. Ve bu onu çok hoş gösteriyordu. Biraz sonra bir at arabası daha yanlarına yaklaştı ve yavaşça durdu. Ama aşağıya kimse inmemişti. Bu durum adamlardan birini rahatsız etmiş olacak ki uzaklaşmasını söylemek için yanına gittiğinde kimsenin anlam veremediği bir şekilde dışarıya bir silah namlusu uzandı. Ve adam pat diye yere düşünce diğerleri de olanları şaşkınlıkla izliyorlardı. Bende bu andan yararlanıp belimdeki bıçağı çıkardığım gibi adamlardan birinin göğsüne doğru fırlattım. Bu sefer namlular bana yönelince hemen kayanın arkasına saklanıp beklemeye başladım. Çok yoğun bir şekilde ateş altında kalmıştım. Etrafta kimseler yoktu. Ne yapacağımı düşünürken birden arkadaşım Beyaztüy diğerleri ile gelmişti. Ne olduğunu anlayamadan silahlar patlamaya başladı. Bende düşen adamlardan birinin silahını almış ateş ediyordum. Derken silah sesleri susmuş adamlar yere serilmişti kırmızı gömlekli adam ise yerde yatıyordu. Son nefesini vermek üzereyken kim olduğunu sormak için yere doğru eğildim. "Siz kimsiniz ve ne istiyorsunuz ?" "Bizi tanımıyor olamazsın ben haydutların lideriyim beni öldürsen bile intikamımı almak için büyük bir ordu üstüne doğru gelecektir. Bundan sonra seni çok zor günler bekliyor" dedikten sonra son nefesini vermişti. Böyle konuşması beni biraz endişelendirse de ne olabilirdi ki diye düşünmeden edemiyordum. Arkadaşım Beyaztüyle birlikte çadırların bulunduğu sulak alana doğru at sürmeye başladım. Akşama doğru çadırların oraya gelmeyi başarmıştık. Tam ben çadırımdan içeri girdiğim sırada Kızıl Ceylan da karşımda duruyordu. Alçak bir ses tonu ile konuşmaya ardı ardına sorular sormaya başladı. Bende hepsine cevap vereceğimi ama önce sakinleşmesi gerektiğini söyleyince derin bir nefes alıp koyun postunun üzerine oturdu. Benim konuşmamı bekliyordu; ama daha fazla dayanamayıp konuşmaya başladı. "Abi ne oldu anlatır mısın?" deyince bende keçi derisinden yapılmış postun üzerine oturup olan biteni kardeşime birer birer anlatmaya başladım. Ben anlattığım sırada oda vah, vah tüh, tüh gibi serzenişte bulunuyordu. Sonunda ise buraya döndüm deyip anlattığım olaya bir son vermiştim. Yarım saat sonra babam gelmişti. Benim dün gece neden eve gelmediğimi ve dışarıda ne yaptığımı sorunca olan biteni anlattım. Bana inanmamış olacak ki hiç kulak asmamaya başlamıştı. Bende tekrar dışarı çıktım. Ve suyun bulunduğu tarafa doğru yürüdüm. Bir kayanın üzerine oturmuş düşünüyorken birden iki üç asker gelip prensesin beni çağırdığını söylediklerinde ilk önce şüphelenmiştim. Ama sonra yakalarındaki armaları görüp emin olmuştum. Onlarla beraber en az kırk kırkbeş dakika boyunca at sürdükten sonra sarayın önüne gelmiştik. Saray altın yaldızlarla süslü etrafı kırmızı üniformalı kılıçlı ve tüfekli adamlarla doluydu, önce buranın bir kışla olduğunu düşünmüştüm. Ama prensesin çok önemli biri olduğunu düşünüp bu fikirden vazgeçmiştim. İçeriye girdiğimde ise yine her adımda bir asker vardı. Ama bunun yanısıra bir çok sanatkarın ünlü resimleri ve krallığın yıllıkları beni karşılamıştı. Biraz sonra iki askerin olduğu bir kapının önünde durmuştuk. Biraz bekledikten sonra içeri girmiştim. Ama içeri girince tahtta oturan kişinin dün kurtardığım kadın olduğunu görmüş çok şaşırmıştım. Hoş geldin dedikten sonra konuşmaya başladı. "Ben bu krallığın prensesi Aybüke size dün teşekkür edemedim. Birde size büyük bir teklifim olacak benim baş muhafızım olur musunuz. Size istediğiniz kadar altın ve ev verebilirim." Bu güzel bir teklifti ama düşünmem lazımdı. "Biraz düşünmek istiyorum. Olur mu ?" "Tabiki ama fikriniz olumlu yönde olursa çok ama çok sevinirim." Saraydan çıkıp tekrar eve doğru yola çıktığında etraf zifiri karanlık olmuş kurt ve kuş sesi bile duyulmaz olmuştu. Kostofer ise geceyi geçireceği bir yer aramaya koyuldu. Ama ne kadar atı ile gezinse de bir yer bulamamıştı. Tam ümidini kestiği sırada karşısına bir han çıkmıştı. Sevinerek hanın kapısına kadar atını sürdü. Kapının önüne geldiğinde her şeyi daha iyi seçmeye başlamıştı. Fazla iyi durumda değilse de geceyi dışarıda geçirmekten çok daha iyiydi. Çünkü gece hem soğuk oluyor hem de bin bir türlü yabani hayvan etrafta kol geziyordu. Tahta kapının üzerindeki demir tokmağı çaldıktan beş dakika sonra kapı ardına kadar açılmıştı. İçeriye girmek için adım attığımda herkesin masasında birer içecek ve müzik karşılamıştı beni. Tabi birde her yerde önemli olduğu gibi piyano ben fazla sevmezdim. Ama mecbur oturmak zorundaydım. Ön tarafta tahta bir masa ve iskemle vardı. Ağır bir hamle ile oraya doğru yöneldikten hemen sonra sakince oturdum. Ve bir üzüm şırası söyledim. O sırada ise karşı masada oturan iki kişi ve etrafındakiler çok dikkatimi çekmişti. Ne yapıyorlar diye merakla izlemeye başladım. Gözümle gördüğüm kadarı ile bunlar bir oyun oynuyordu. Ama ne oynadıkları pek belli olmuyordu. Biraz daha yaklaştım. Ve gözlerimle gördüğüme inanmadım. Sonradan ismini öğrendiğim mangala adlı oyunu oynuyorlarmış. Çok yorgun olduğum için hemen bir oda isteyip uyumak için yukarıya doğru merdivenleri çıktım ama kendi odama gelmeden önceki odadan kavga eden iki kişinin sesi geliyordu. Bunlardan birinin kadın olduğu ses tonundan anlaşılıyordu. Diğeri ise bir erkek sesiydi. Ve kadın kocasına neden hep böyle benimle kavga ediyorsun hemde ortada hiçbir sebep yokken dedikten sonra kadından gelen ağlama sesi ile kocasının özür dilemesi ile her şey tatlıya bağlanmıştı. İnanamadığım tek şey ise benim bunu neden yaptığımdı. Çünkü başkasının özeline girmek çok yanlıştı pişman olmuştum. Bir daha böyle bir şey yapmayacaktım. Kendime söz vermiştim. Odamdan içeri girip yatağımın kenarında duran mumu yaktım. Bir anda ortalık aydınlanmıştı. Biraz oturup prensesin dediklerini düşündükten sonra söyledikleri kafama yatmıştı. Gidip yarın kabul etmeye karar verdim. Ama şimdi güzel bir uyku çekmeliydim. Yatağıma girip güzel bir uykuya daldım. Sabahın ilk ışıkları ile gözlerimi tekrar açmıştım. Yataktan çıkıp han sahibinin hazırlayacağı güzel yemekleri yemek için aşağıya inmiştim. Merdivenlerden aşağıya indiğim sırada bir takım sesler duymuştum. Bu beni çok endişelendirmişti. Yoksa aşağıda haydutlar mı vardı. Merdiven aralığından aşağıya baktığımda hancıyı rehin aldıklarını ve keyiflerince yiyip içtiklerini gördüm. Hemen belimdeki bıçağı elime aldım. Ve beklemeye başladım. Biraz sonra hepsi yemeye içmeye daldığı sırada hemen aşağı inip hancıyı kurtarmaya karar verdim...  Cihat Turan Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi 3. Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi 3. Bölüm Bahadır işi bitince Akhisar’da biraz dolaştı, şehirdeki tüm evler kerpiçten yapılmış, güzelce sıvanmışlardı, ancak badanalı değillerdi. Evlerin çevresinde genelde kerpiç duvarla yapılmış bir avlu bulunuyordu, bu avluların içinde yükselen meyve ağaçları vardı, şehirde çok sayıda çeşme vardı, çoğu sokak ise bir at arabasının rahatça geçeceği kadar genişti. Şehir duvarı çok yüksek değildi, insanların rahatlığına bakılırsa şehir hem güvenli hem de müreffeh olmalıydı ki Bahadır’ın bildiği kadarıyla öyleydi. Şehirde çok sayıda zanaatkar ve tüccar dükkanı bulunuyordu, ticaret canlıydı, bu bölgede deve  ya da eşek kervanları yerine at arabası kullanımı yaygındı. Bu yüzden Akhisar’da çok sayıda araba yapan, tamir eden ya da araba işleten kişi bulunuyordu.   Bahadır gezmekten yorulunca Taşhisar’a gitmeden geceyi geçirmek için bir hana uğradı, handa güzel bir kebap yedi ardından odasına çekildi. Rahat bir uyku uyuduktan sonra sabah handaki tüccarların konuşmalarını dinleyerek tarhana çorbası, köy peyniri, yumurta, yeşil soğan ve ekmek ile ettiği sabah kahvaltısını yaptı. Tüccarlar Taşhisar'daki büyük dolu felaketinden bahsediyorlardı, ekinler yaşken yok olmuştu. Bahadır koyun sürüsünü satarak öğrenciliğini rahatça geçirecek bir parayı zaten elde etmişti fakat fırsat fırsattı ve Tahir’den çaldığı bin altın katlama fikri çok hoşuna gitti. On araba dolusu kuru meyve ve sebze, elli araba dolusu bakliyat ve tahıl aldı, kalan parası ile şehirde ne kadar boş araba varsa kiraladı. sekiz yüz altın mallara iki yüz altın araba kirasına harcamıştı. Yola çıktılar, arabacılar ona beyim diye hitap ediyorlardı, yanında kendi iki yüz altının yanı sıra arabacılara Taş hisara varınca ödeyeceği paraları da vardı. Onun dışında her şeyi harcamıştı. Yol boyunca pek çok yeni şey öğrendi Bahadır, mesela arabalardan anlamadığını, arabanın biri yolun ortasında dingili kırıldı, tamir etmek yarım güne mal oldu. Daha sonra yük yüklemekten anlamadığını da öğrendi, çünkü yolda tepelerde, dik yokuşlarda arabalarının yarısını aşağıda bırakıyor bir arabaya iki yerine dört at bağlayıp sıra ile güç bela tırmanıyorlardı, sonra dönüp atları aşağıdaki arabalara bağlayıp onları da çekiyorlardı. On günlük bir yolculuktan sonra Bahadır Taşhisar'a vardı. Taşhisar, Akhisar gibi bozkır iklimine sahip değildi, çok daha yeşil bir yerdi. Arazinin Akhisar gibi düz olmaması nedeniyle şehir çok daha sıkışık kurulmuştu, çoğu sokaktan at arabası geçirmek bu yüzden mümkün değildi. Şehrin merkezinde çok büyük olan Çeşmeli Medresesi bulunuyordu. Medrese bu adı medresenin yanındaki caminin çok sayıda çeşmesi olan şadırvanından almıştı. Taşhisar’da evler avluluydu ancak avlular Akhisar’a göre daha küçüktü ve hem hisar, hem dış duvarlar hem de evler gri bir taştan yapılmıştı. Bahadır bir başka şeyi daha yanlış tahmin etmişti, daha kimsenin gıda stokunun bittiği falan yoktu, yani aldığı fiyattan malları satması dahi mümkün değildi. İkiyüz altınına veda etti ve şehrin biraz dışındaki oldukça geniş bir çiftlik evini satın aldı. Evi gıda ile doldurdu, camlarını ördürüp kilere çevirdi, tek bir odayı kendisi için ayırdı. Artık parası olmayan bir adamdı ama Bahadırın çok miktarda değerleneceğini umduğu malı vardı. Atına atlayıp Taşhisar’ın meşhur çeşmeli medresesine gitti. Oraya eğitim için gelen yüzlerce kişiden biriydi. Giriş sınavı için kaydını yaptırdı, neyse ki okulun ücreti azdı. Bahadır bir eksiğini yeniden hatırladı, okumayı bilmiyordu. Çevrede bir özel hoca buldu, parası bittiğinden adama ödemeyi elma kurusu ile yaptı. Adam ona okumayı iki günde söktürdü, ardından Bahadıra hem okuması için küçük bir kitap hem de yazması için bir defter sattı. Bahadır kitabı beş defa okuyup defteri ise düzgün yazı yazma çalışmaları ile doldurdu. Sınav zamanı geldiğinde çeşmeli medresenin bahçesinde öğrenciler sıralanmıştı, kıdemli öğrenciler kapıda durmuş aday öğrencileri birer birer içeri alıyorlardı. Bahadır onuncu sırada içeri girdi. Karşısında üç hoca vardı ama Aksakallı, ağır sesli, kavuklu cübbeli bir hoca esas soruları soran kişiydi, diz üstü oturdu. Hoca “İsmin nedir.” diye sordu. Bahadır “Bahadır” diye cevap verdi. Aklına öğrenciniz tarzında yalaka cevaplar vermekte geldi fakat boş bilgiçlik taslayıp kendini yakmayı riske edemezdi. Hoca “Söyle bakalım ilmin başı nedir.” Bahadır iki dakika sessizce durdu ve düşündü, onu buraya getiren neydi? Öğrenme açlığıydı. Meraktı. Bahadır cevap verdi “ Meraktır hocam.” Hoca “Niye meraktır?” Bahadır soruya verdiği cevaptan ziyade kafasını kullanma kapasitesinin ölçüldüğünü anladı. “İnsan açlık hissetmezse yemez, susamazsa su içmez, aynı şekilde ilme açlığın adı meraktır, merak olmadan ilme başlanmaz.” Bahadır Hocayı dikkatle inceledi. Adam hiç bir hissini belli etmiyordu. Hoca İslam’ın, imanın şartlarını ve birkaç namaz duası sordu, Bahadır’a bunları küçükken eniştesi öğretmişti, rahatça cevap verdi. Ardından daha ileri konulara geçti ve Yasin okumasını istedi, Bahadır bilmediğini söyledi. Hoca bunun ardından Bahadırdan on üçle sekizi çapmasını istedi Bahadır hemen “yüz dört” dedi. Ardından Bahadırdan kırk sekizi sekize bölmesini istedi. Bahadır “Altı” dedi. Hoca ardından Bahadır’a otuz iki daha önce sordukları dışındakileri saydırdı. Ardından Bahadıra kimya için kullanılan bazı eşyaları gösterip isimlerini sordu, Bahadır bilmediğini söyledi. Gerçi amaçlarını tahmin etmişti ancak sallayarak riske girmek istemedi. Hoca sordu, “Oğlum tahsilin nedir, bizden önce nerede tahsil gördün.”  Bahadır “Görmedim hocam, ailemden ve çevremden öğrendiğim kadar biliyorum.” Hoca “Tahsilsiz biri için din bilgin iyi, matematik bilgin, sorulara cevap verme hızın ve mantığın iyi.” Hoca “Sonucu sana söyleyeyim, medresenin kafalı talebelere ihtiyacı var, adım Hakkı ve seni kendi sınıfıma talebe alacağım.” Bahadır gülümsedi. İsmail bey dertliydi, Bahadır’ın dediği taşlık arazide yerlerde çok sayıda ceset bulunmuş, çevreye dağılan koyunlar insanların dillerine dolanmıştı. Kimse ne olduğunu bilmiyordu, görmemişti. Zaten Bahadır’ın sözleri üzerine her yere atlılar yollamış olan İsmail bey ise ne olduğunu neden olduğunu bilmediği hadise yüzünden kendini huzursuz hissediyordu. Ülkenin bu kadar iç bir bölgesinde Kızıl Kağan’ın adamlarının olduğu fikri onu hem tedirgin ediyordu. Her yerde hem Yüksekhisar muhafızlarını hem de Kızıl Kağan’ın adamlarını bulmak üzerede gözcüler çıkarmıştı, adamlarına da sadece bilmeleri gereken kadarını söylemişti. Halkı Kızıl Kağan’ın adamları ortada geziyor diye tedirgin etmeye hiç niyeti yoktu. Önce Tahir ve iki adamının zehirlenmiş cesetleri bulundu. Ardından bir handa yaralı arkadaşları ile ilgilenen dört muhafız. Muhafızlar direnmeden Akhisar Beyi İsmail’in karşısına çıktılar. Elleri bağlanmıştı. İsmail bey “Bu haliniz nedir?” diye ilk sorusunu sordu. Adamların hepsi yara bere içindeydi, pek çok yerleri sargılıydı. “Haydutların saldırısına uğradık beyim.” dediler. İsmail “Kimsiniz?”. Aynı adam “Bu yoldan geçen tüccarlarız mallarımızı kaybettik beyim.” İsmail bey yalan söylediğini bildiği bu adamlara; “Kılıçlarınızdaki çentiklere, bakılırsa yaman savaşmışsınız. Üstelik subaşına haber vermek yerine hancıya sessiz olması için para vermişsiniz. Bakın benle oynamayın, ne halt yediniz, kimsiniz hemen söyleyin yoksa...” Muhafızlar birbirlerine bakındılar, söyleyecek yalanları sınırlıydı. İçlerinden biri “Kaçak ipek taşımaktaydık, kanundan yardım alamazdık, zaten tüccarda değiliz. Haydutlar yörük kılığında saldırdı ve mallarımızı alıp kaçtılar beyim. Bizim başka her hangi bir suçumuz yok.” İsmail öfke ile bağırdı “Yalanlarınız yetti, kellelerini vurun, Yüksek Hisara yollayın!” Adamlar o kadar sadıktılar ki boyunlarını eğip kaderlerine razı oldular. Ama İsmail Bey adamların sadakatlerini görünce “Sizin kellelerinize yakında beyinizin kellesi de katılacak, hele sultan ne olduğun bir duysun.” Dedi, bu sefer muhafızların reisi hızla “Beyimizin size ya da sultana karşı bir kabahati yoktur, evet sizden gizli bir iş çevirdik fakat bu sadece ülkenin ikbali içindir.” İsmail bey bir kaşını kaldırdı ardından “Konuşmaya devam et.” dedi. Bildiğiniz gibi Yüksekhisar Kızıl kağan’a komşudur, beyimiz de kızıl kağan’a karşı Gulam devleti Emirlerinin desteğini almak için onlar sık sık hisarımıza davet eder ziyafetler verir. Emir Tarık Belma’yı görmüş beğenmiş. Beyimizde ittifak kurmak maksadı ile kızı ile Emir Tarık’ı evlendirmeye karar verdi.” İsmail bey “Sizde kız güvende olsun diye kara yolu yerine, gemi ile Güzelce limanı üzerinden onu götürmeye karar verdiniz anlaşılan.” Muhafız evet anlamında başını salladı. İsmail bey “Sultanlardan izin almadan kalkıp ittifak yapmak hiç akıllıca değil. Fakat Yakup’un yerinde olsam ben ne yapardım bilmiyorum.” Yüksekhisar zaman zaman Kızıl Kağan’ın yağmacılarının tacizine uğrardı, Emir Tarık gibi kızıl Kağan’ın belalısı bir adamla ittifak Yüksekhisar’a tacizleri çok azaltabilirdi. İsmail bey “Kız nerede, kimin elinde biliyor musunuz?” Muhafızlar “Hayır beyim, bilmiyoruz. İsmail bey “ Maalesef kız, Kızıl Kağan’ın eline geçti artık ne yaparsınız bilmiyorum. Beyinize gidip durumu haber verin.” Adamlar “Bunu nereden biliyorsunuz?” İsmail bey “Biri sizi takip etmiş, neden sormayın. Bana da haberleri o getirdi. Şimdi gidin beyinize haberleri götürün.” Adamlar “Kızı kaçıranlar neredeler?” İsmail bey “Bilsem kendim o yılanların kafasını keserdim.” Muhafızların reisi tek başına yüksek hisara doğru yola çıktı, adamlarına Yüksekhisara dönmemelerini söyledi. Adamlarının kendisi ile beraber ceza almasını istemediği belliydi. İsmail bey ise sultan Tuğrul’a durumu ayrıntıları ile anlatan bir mektup yazdı ve yolladı. Bahadır yaz vakti derslere başlamıştı, aylar ayları kovaladı ve sonbahar geldi, Taşhisar beyi, şehri akıllı hocalarla dolu olmasına rağmen zevk sefa peşinde aptal bir adamdı. İçki sofralarından kalkmaz, şehri dolduran âlimleri dinlemek, onları meclisine çağırmak yerine şehrin şarkıcı ve boş şairleri ile gününü geçirirdi. Sultan eski Taşhisar beyi olan şimdiki beyin babasına duyduğu minnet borcu yüzünden Taşhisar beyini görevden almamıştı. Taş hisar beyi zevk sefa derdinde olduğundan dolayı ne dolu yağıp halkın tarlalarını telef edince haberi oldu ne de bir önlem aldı. Bahadır yaz aylarında Aram Alçakyan adlı bir tüccarın köylülerin az miktardaki hasadının alabildiği kadarını aldığını fark etti, pazarda hala fiyatlar artmamıştı fakat köylülerin elinde sadece kendi kışlık ihtiyaçları artı gelecek seneye kullanacakları tohumlukları kalmıştı. Aram Alçakyan insanlar kilerlerini doldurmak için alışverişe başlayacakları sonbahar ayları için hazırlanıyordu. Alabildiği kadar malı depoluyor yaz aylarında ise fiyatların normalin üstüne çıkmaması için piyasaya gerektiğinde mal veriyordu. Bahadır bu yüzden mallarını yazın iyi bir fiyata satamamıştı. Bahadırın ambara çevirdiği evi erzakla doluydu. Bahadır derslerine giderek günlerini geçiriyordu. Fakat parası tükenmiş olduğundan almak istediği pek çok kitabı alamıyordu. Bahadır derslerini çok güzel anlatan ve öğrenmek isteyen talebeye öğrenmesinde sonuna kadar yardımcı olan Hakkı hocayı çok seviyordu. Hakkı hoca Bahadır’a pek çok dini ilim konusunda temel dersleri vermişti. Bahadır aynı zamanda Akif hocadan kimya, astronomi ve fen, Ragıp hocadan Tıp ve ecza, Mahir hocadan ise mühendislik, matematik ve geometri dersleri alıyordu. Bu Bahadır’ın diğer öğrencilerin iki katı derse girmesi demekti fakat ilme o kadar açtı ki dersten derse koşuyordu, çoğu zaman medresenin vakfiyesinde kalıyor, orda yiyor, ödünç aldığı kitapları hiç medreseyi terk etmeden orada okuyordu. Vakfiye fakir öğrenciler içindi Bahadır bundan dolayı kendi deposundan birkaç çuval malzemeyi vakfa bağışlamıştı ki kimsenin hakkına girmesin. Bahadır Alçakyan’ın ne yapacağını tahmin etmesine rağmen derslere daldığından planını unutmuştu. Ekim ayında vakfiyenin hesap kitap işlerinden de sorumlu olan Matematik hocası Mahir hoca yanına gelip “Bahadır, bir anda tüm erzak fiyatlar fırladı, sen birkaç ay önce vakfa mal getirmiştin bildiğin bir yerden uygun fiyata mal bulabilir miyiz?” Diye sordu. Bahadır “Tüh, niye size söylemeyi unuttum!” dedi. Mahir hoca Bahadır’ın son birkaç aydır bulunduğu durumda yani derslere dalıp kendini unutma durumunda yılardır bulunuyordu bu yüzden Bahadır’ın tavrını garipsemedi. Bahadır açıklamaya başladı “Bu bahar sizin buraya dolu yağdı, hali ile hasat az oldu. Bu bölgeye bunu duyan pek tüccar mal getirdi fakat fiyatların artmamış olduğunu görünce ellerindeki malı aldıkları fiyattan satıp yol masraflarını zarar yazdılar ve tekrar buraya mal getirmediler. Fiyatların ekin azaldığı için artması gerekiyordu. Fakat Aram Alçakyan adlı bir tüccar zarar etmek pahasına fiyatları normal düzeyde tuttu ve pazara mal getiren köylü ve tüccar herkesin mallarını o fiyattan satın aldı. Şimdi tüm erzak onun elinde ve herkes şu aralar kilerlerini doldurmak için erzak aramaya başladı. Taş hisara bahar vakti mal getirmek bile çok zor kış olunca kimse istese bile erzak getiremez. Haliyle Alçakyan kara borsa fiyatına malları satacak ve çok iyi para kazanacak.” Mahir başını kaşıdı üzüntülü ve şaşkın bir halde “Bu vakfın fakir öğrencileri ne olacak?” diye sordu. Bahadır “Ne kadar mala ihtiyacınız var?” Mahir “Beş araba yükü tahıl, iki araba yükü bakliyat, bir araba yükü kuru meyve, sebze ve turşu yedi sekiz davar, ya da bir sığır. Bahadır 100 kişilik vakfiyeli öğrencileri 6-7 ay beslemenin bu denli çok gıda gerektireceğini biliyordu.  Üstelik bu denilen miktar ancak bu yüz öğrenciyi beslemeye yeterdi, yaklaşık otuz bin kişi nüfuslu Taşhisar merkez ahalisinin ise durumu haraptı, tüm mal varlıkları karaborsacının eline düşecekti. Bahadır düşündü, zenginler artan fiyatlarla servetlerini kaybedecek, fakirler aç kalacaktı, bir çözüm olmalıydı. Mahir hocaya döndü “Hocam, istediğiniz mal bende var fakat aklımda başka bir plan var, bu işi gelecek aya çözeceğim, o zamana kadar idare etmeniz için ise size bir araba gıda hibe edeceğim.” Mahir hoca teni güneşte yanmış, sıradan bir köylü gibi yiyen ve giyinen öğrencisine şaşkın gözlerle baktı. Nasıl olur da bir araba mal hibe edecek kadar malı olurdu bu çocuğun? Bahadırın planı açıktı, zengin bir arkadaşından süslü elbiseleri ders anlatma karşılığı ödünç aldı onları giydi, Aram Alçakyan’ın çarşıdaki dükkânına gitti. Bütün gıda tezgahları boştu, Aram Alçakyan’ınkiler hariç, Alçakyan’ın karşısına çıktı ve çevresine ahaliyi toplamak için bağırmaya başladı “Alçakyan, hatırlıyor musun, sen benim dayımı iflasa sürüklemiştin!  Pis tefeci bende seni iflasa sürükleyeceğim.” çevre esnafı ve ahali gözlerini Bahadır’a diktiler, Alçakyan yanında silahlı korumaları ile karşısına çıktı, süslü elbiseleri içinde pis pis sırıtıp, “Hamdi’nin mi yoksa Mehmet’in mi yiğenisin bilmiyorum. Ama bana bulaşırsan dayın gibi iflas edersin.” Bahadır kahkaha attı “ Ahali benim çiftlik evimde bir kantar tahıl kırk akçe, bir kantar bakliyat seksen akçe, bir kantar kuru sebze 120 akçe (bir altın), bir kantar kuru meyve iki altın, Alçakyan zarar etsem de malların ellerinde çürüyecek, iflas edeceksin.” bu fiyatlar Bahadır’ın malları aldığı fiyattı, tüm mallarını bu fiyattan satsa sadece mala harcadığı parayı geri alabilecekti ve araba kirasını zarar yazacaktı. Bahadırın sözü ile kalabalık bir gurup onu takip etmeye başladı, Bahadır ilk günden malının üçte birini zararına sattı. Ertesi gün ise malının yarısı bitmişti. Bahadır böyle giderse bir hafta içinde tüm malını zararına satmış olacağını biliyordu. Üçüncü gün Alçakyan Bahadır’ın fiyatının yarısına indi, vatandaşın akın akın Bahadıra gitmesi ve Bahadır’ın o fiyat üzerinden satışa devam etmesi Alçakyan’ın gözünü korkutmuştu, malların elinde çürüyecek tehdidi işe yaramıştı. Alçakyan malı elinde çürüyüp tamamen iflas etmek yerine zararının yarısını kurtarmayı kar saydı. Halbuki Bahadır blöf yapıyordu. Bahadır rakibini tuzağa düşürdüğünü fark edince fiyatları maliyetin 1/3’üne indirdi Alçakyan bir gün bile beklemeden 1/4’e indi. Bahadır’ın planında küçük bir kusur vardı, Alçakyan’ın elinde çok fazla mal vardı ve Bahadır yeterince mal satamazsa ellerindeki mallar çürüyecekti. Bahadır çaresizlik içinde fiyatı 1/5’e indirdi. Ertesi gün Alçakyan 1/10’dan mallarını satıyordu. Bahadır mal satmayı bıraktı. Mallarının yarısı duruyordu bir şekilde elindeki kalan buğdayı çürümekten kurtarmalıydı, elinde sattığı mallardan kazandığı dört yüz altın ve büyük ölçüde boş bir ev vardı, Aklına bir plan geldi. Bahadır sonbahardaki kötü havaya rağmen rağmen çevredeki yakın köyleri dolaşıp araba araba tavuk ve horoz aldı sonrada evin her odasındaki ocakları yaktırdı ve evi ısıttı. Evin boş kısımlarını kümese çevirdi ve elindeki tahılları onlara yem yapacaktı. Bu işlerden anlayan bir köylüyü tavuklara bakmak üzere tuttu, yumurtalar satılmayacaktı, bahara kadar olabildiğince çok civciv üretilecek, kesime hazır tavuklar ise canlı olarak satılacaktı. Bahadır normalde evine çok et girmeyen fakir insanların bile Alçakyan’ın ucuz tahılları sayesinde mutfak masrafından epey tasarruf ettiklerini ve artık et alabileceklerini hesap ediyordu. Bahadır yirmi günlük bir aranın ardından tavuk işini halledip medreseye geri döndü. Hiç bir arkadaşının onun başarılarından haberi yoktu. Bahadır çok para kazanmak yerine halkı aç kalmaktan kurtarmıştı, birkaç tüccar hariç insanların bundan haberi yoktu. Ama Bahadır içinden “Haydan gelen huya gider, dedi. Alçakyan tüm mallarını yok pahasına satmıştı, elinde geçen para ise büyük planı için aldığı borçları karşılamayacağından şimdiden iflas etmişti. Diğer şehirlerdeki alacaklıları durumu öğrenmeden elinde kalan parayla kış vakti şehirden kaçmaya karar verdi. Şehirden ayrılırken Bahadırı gördü, Bahadır kışlık köylü elbiseleri içindeydi, fakat Alçakyan onu yüzünden tanıdı ve seslendi “Çocuk beni iflas ettirdin fakat sen de iflas ettin. Kimin yeğenisin, bu yaptığına değdi mi?” Bahadır Alçakyan’a döndü, yüzünde ben de bu anı bekliyordum dercesine bir gülümseme belirdi “Alçakyan. Ben hiçbir tüccarın yeğeni değilim. Üstelik senin yirmide birin kadar bile malım yoktu. Ama seni kandırdım ki ahali aç kalmasın.” Alçakyan kafasını kaşıdı “Ama sende zarar ettin, bire dört bire beş kar edebilirdin, zengin olabilirdin. Niye böyle bir ahmaklık yaptın?” Bahadır “İyi bir din hocam var, sevap kazanmak istedim! Birde dolandırıcılara karşı bir düşmanlığım var, onları katakulliye getirmekten büyük keyif alıyorum.” Bahadır sırıttı Alçakyan ise birkaç damla göz yaşı döktü. Ardından arkasına bakmadan arabaya bağlı atlarını kırbaçlayıp uzaklaştı. Mahir Hoca medreseye dönünce Bahadır’a teşekkür etti. Her ne kadar ahalinin haberi olmasa da Mahir hoca ve diğer hocaları Bahadır’ın servetini halka hizmet yolunda feda ettiğini biliyorlardı. Bahadır onlar tarafından kahraman gibi karşılandı hocaları Bahadır’a ucuz mal aldıkları için çokça artan  o seneki vakıf bütçesinin kalanını vermeyi teklif ettiler. Bahadır reddetti. Bunu doğruluk olsun diye değil, “bir iyilik yaptım tam olsun” diyerek yaptı. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
1 note · View note
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi 3. Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi 3. Bölüm Bahadır işi bitince Akhisar’da biraz dolaştı, şehirdeki tüm evler kerpiçten yapılmış, güzelce sıvanmışlardı, ancak badanalı değillerdi. Evlerin çevresinde genelde kerpiç duvarla yapılmış bir avlu bulunuyordu, bu avluların içinde yükselen meyve ağaçları vardı, şehirde çok sayıda çeşme vardı, çoğu sokak ise bir at arabasının rahatça geçeceği kadar genişti. Şehir duvarı çok yüksek değildi, insanların rahatlığına bakılırsa şehir hem güvenli hem de müreffeh olmalıydı ki Bahadır’ın bildiği kadarıyla öyleydi. Şehirde çok sayıda zanaatkar ve tüccar dükkanı bulunuyordu, ticaret canlıydı, bu bölgede deve  ya da eşek kervanları yerine at arabası kullanımı yaygındı. Bu yüzden Akhisar’da çok sayıda araba yapan, tamir eden ya da araba işleten kişi bulunuyordu.   Bahadır gezmekten yorulunca Taşhisar’a gitmeden geceyi geçirmek için bir hana uğradı, handa güzel bir kebap yedi ardından odasına çekildi. Rahat bir uyku uyuduktan sonra sabah handaki tüccarların konuşmalarını dinleyerek tarhana çorbası, köy peyniri, yumurta, yeşil soğan ve ekmek ile ettiği sabah kahvaltısını yaptı. Tüccarlar Taşhisar'daki büyük dolu felaketinden bahsediyorlardı, ekinler yaşken yok olmuştu. Bahadır koyun sürüsünü satarak öğrenciliğini rahatça geçirecek bir parayı zaten elde etmişti fakat fırsat fırsattı ve Tahir’den çaldığı bin altın katlama fikri çok hoşuna gitti. On araba dolusu kuru meyve ve sebze, elli araba dolusu bakliyat ve tahıl aldı, kalan parası ile şehirde ne kadar boş araba varsa kiraladı. sekiz yüz altın mallara iki yüz altın araba kirasına harcamıştı. Yola çıktılar, arabacılar ona beyim diye hitap ediyorlardı, yanında kendi iki yüz altının yanı sıra arabacılara Taş hisara varınca ödeyeceği paraları da vardı. Onun dışında her şeyi harcamıştı. Yol boyunca pek çok yeni şey öğrendi Bahadır, mesela arabalardan anlamadığını, arabanın biri yolun ortasında dingili kırıldı, tamir etmek yarım güne mal oldu. Daha sonra yük yüklemekten anlamadığını da öğrendi, çünkü yolda tepelerde, dik yokuşlarda arabalarının yarısını aşağıda bırakıyor bir arabaya iki yerine dört at bağlayıp sıra ile güç bela tırmanıyorlardı, sonra dönüp atları aşağıdaki arabalara bağlayıp onları da çekiyorlardı. On günlük bir yolculuktan sonra Bahadır Taşhisar'a vardı. Taşhisar, Akhisar gibi bozkır iklimine sahip değildi, çok daha yeşil bir yerdi. Arazinin Akhisar gibi düz olmaması nedeniyle şehir çok daha sıkışık kurulmuştu, çoğu sokaktan at arabası geçirmek bu yüzden mümkün değildi. Şehrin merkezinde çok büyük olan Çeşmeli Medresesi bulunuyordu. Medrese bu adı medresenin yanındaki caminin çok sayıda çeşmesi olan şadırvanından almıştı. Taşhisar’da evler avluluydu ancak avlular Akhisar’a göre daha küçüktü ve hem hisar, hem dış duvarlar hem de evler gri bir taştan yapılmıştı. Bahadır bir başka şeyi daha yanlış tahmin etmişti, daha kimsenin gıda stokunun bittiği falan yoktu, yani aldığı fiyattan malları satması dahi mümkün değildi. İkiyüz altınına veda etti ve şehrin biraz dışındaki oldukça geniş bir çiftlik evini satın aldı. Evi gıda ile doldurdu, camlarını ördürüp kilere çevirdi, tek bir odayı kendisi için ayırdı. Artık parası olmayan bir adamdı ama Bahadırın çok miktarda değerleneceğini umduğu malı vardı. Atına atlayıp Taşhisar’ın meşhur çeşmeli medresesine gitti. Oraya eğitim için gelen yüzlerce kişiden biriydi. Giriş sınavı için kaydını yaptırdı, neyse ki okulun ücreti azdı. Bahadır bir eksiğini yeniden hatırladı, okumayı bilmiyordu. Çevrede bir özel hoca buldu, parası bittiğinden adama ödemeyi elma kurusu ile yaptı. Adam ona okumayı iki günde söktürdü, ardından Bahadıra hem okuması için küçük bir kitap hem de yazması için bir defter sattı. Bahadır kitabı beş defa okuyup defteri ise düzgün yazı yazma çalışmaları ile doldurdu. Sınav zamanı geldiğinde çeşmeli medresenin bahçesinde öğrenciler sıralanmıştı, kıdemli öğrenciler kapıda durmuş aday öğrencileri birer birer içeri alıyorlardı. Bahadır onuncu sırada içeri girdi. Karşısında üç hoca vardı ama Aksakallı, ağır sesli, kavuklu cübbeli bir hoca esas soruları soran kişiydi, diz üstü oturdu. Hoca “İsmin nedir.” diye sordu. Bahadır “Bahadır” diye cevap verdi. Aklına öğrenciniz tarzında yalaka cevaplar vermekte geldi fakat boş bilgiçlik taslayıp kendini yakmayı riske edemezdi. Hoca “Söyle bakalım ilmin başı nedir.” Bahadır iki dakika sessizce durdu ve düşündü, onu buraya getiren neydi? Öğrenme açlığıydı. Meraktı. Bahadır cevap verdi “ Meraktır hocam.” Hoca “Niye meraktır?” Bahadır soruya verdiği cevaptan ziyade kafasını kullanma kapasitesinin ölçüldüğünü anladı. “İnsan açlık hissetmezse yemez, susamazsa su içmez, aynı şekilde ilme açlığın adı meraktır, merak olmadan ilme başlanmaz.” Bahadır Hocayı dikkatle inceledi. Adam hiç bir hissini belli etmiyordu. Hoca İslam’ın, imanın şartlarını ve birkaç namaz duası sordu, Bahadır’a bunları küçükken eniştesi öğretmişti, rahatça cevap verdi. Ardından daha ileri konulara geçti ve Yasin okumasını istedi, Bahadır bilmediğini söyledi. Hoca bunun ardından Bahadırdan on üçle sekizi çapmasını istedi Bahadır hemen “yüz dört” dedi. Ardından Bahadırdan kırk sekizi sekize bölmesini istedi. Bahadır “Altı” dedi. Hoca ardından Bahadır’a otuz iki daha önce sordukları dışındakileri saydırdı. Ardından Bahadıra kimya için kullanılan bazı eşyaları gösterip isimlerini sordu, Bahadır bilmediğini söyledi. Gerçi amaçlarını tahmin etmişti ancak sallayarak riske girmek istemedi. Hoca sordu, “Oğlum tahsilin nedir, bizden önce nerede tahsil gördün.”  Bahadır “Görmedim hocam, ailemden ve çevremden öğrendiğim kadar biliyorum.” Hoca “Tahsilsiz biri için din bilgin iyi, matematik bilgin, sorulara cevap verme hızın ve mantığın iyi.” Hoca “Sonucu sana söyleyeyim, medresenin kafalı talebelere ihtiyacı var, adım Hakkı ve seni kendi sınıfıma talebe alacağım.” Bahadır gülümsedi. İsmail bey dertliydi, Bahadır’ın dediği taşlık arazide yerlerde çok sayıda ceset bulunmuş, çevreye dağılan koyunlar insanların dillerine dolanmıştı. Kimse ne olduğunu bilmiyordu, görmemişti. Zaten Bahadır’ın sözleri üzerine her yere atlılar yollamış olan İsmail bey ise ne olduğunu neden olduğunu bilmediği hadise yüzünden kendini huzursuz hissediyordu. Ülkenin bu kadar iç bir bölgesinde Kızıl Kağan’ın adamlarının olduğu fikri onu hem tedirgin ediyordu. Her yerde hem Yüksekhisar muhafızlarını hem de Kızıl Kağan’ın adamlarını bulmak üzerede gözcüler çıkarmıştı, adamlarına da sadece bilmeleri gereken kadarını söylemişti. Halkı Kızıl Kağan’ın adamları ortada geziyor diye tedirgin etmeye hiç niyeti yoktu. Önce Tahir ve iki adamının zehirlenmiş cesetleri bulundu. Ardından bir handa yaralı arkadaşları ile ilgilenen dört muhafız. Muhafızlar direnmeden Akhisar Beyi İsmail’in karşısına çıktılar. Elleri bağlanmıştı. İsmail bey “Bu haliniz nedir?” diye ilk sorusunu sordu. Adamların hepsi yara bere içindeydi, pek çok yerleri sargılıydı. “Haydutların saldırısına uğradık beyim.” dediler. İsmail “Kimsiniz?”. Aynı adam “Bu yoldan geçen tüccarlarız mallarımızı kaybettik beyim.” İsmail bey yalan söylediğini bildiği bu adamlara; “Kılıçlarınızdaki çentiklere, bakılırsa yaman savaşmışsınız. Üstelik subaşına haber vermek yerine hancıya sessiz olması için para vermişsiniz. Bakın benle oynamayın, ne halt yediniz, kimsiniz hemen söyleyin yoksa...” Muhafızlar birbirlerine bakındılar, söyleyecek yalanları sınırlıydı. İçlerinden biri “Kaçak ipek taşımaktaydık, kanundan yardım alamazdık, zaten tüccarda değiliz. Haydutlar yörük kılığında saldırdı ve mallarımızı alıp kaçtılar beyim. Bizim başka her hangi bir suçumuz yok.” İsmail öfke ile bağırdı “Yalanlarınız yetti, kellelerini vurun, Yüksek Hisara yollayın!” Adamlar o kadar sadıktılar ki boyunlarını eğip kaderlerine razı oldular. Ama İsmail Bey adamların sadakatlerini görünce “Sizin kellelerinize yakında beyinizin kellesi de katılacak, hele sultan ne olduğun bir duysun.” Dedi, bu sefer muhafızların reisi hızla “Beyimizin size ya da sultana karşı bir kabahati yoktur, evet sizden gizli bir iş çevirdik fakat bu sadece ülkenin ikbali içindir.” İsmail bey bir kaşını kaldırdı ardından “Konuşmaya devam et.” dedi. Bildiğiniz gibi Yüksekhisar Kızıl kağan’a komşudur, beyimiz de kızıl kağan’a karşı Gulam devleti Emirlerinin desteğini almak için onlar sık sık hisarımıza davet eder ziyafetler verir. Emir Tarık Belma’yı görmüş beğenmiş. Beyimizde ittifak kurmak maksadı ile kızı ile Emir Tarık’ı evlendirmeye karar verdi.” İsmail bey “Sizde kız güvende olsun diye kara yolu yerine, gemi ile Güzelce limanı üzerinden onu götürmeye karar verdiniz anlaşılan.” Muhafız evet anlamında başını salladı. İsmail bey “Sultanlardan izin almadan kalkıp ittifak yapmak hiç akıllıca değil. Fakat Yakup’un yerinde olsam ben ne yapardım bilmiyorum.” Yüksekhisar zaman zaman Kızıl Kağan’ın yağmacılarının tacizine uğrardı, Emir Tarık gibi kızıl Kağan’ın belalısı bir adamla ittifak Yüksekhisar’a tacizleri çok azaltabilirdi. İsmail bey “Kız nerede, kimin elinde biliyor musunuz?” Muhafızlar “Hayır beyim, bilmiyoruz. İsmail bey “ Maalesef kız, Kızıl Kağan’ın eline geçti artık ne yaparsınız bilmiyorum. Beyinize gidip durumu haber verin.” Adamlar “Bunu nereden biliyorsunuz?” İsmail bey “Biri sizi takip etmiş, neden sormayın. Bana da haberleri o getirdi. Şimdi gidin beyinize haberleri götürün.” Adamlar “Kızı kaçıranlar neredeler?” İsmail bey “Bilsem kendim o yılanların kafasını keserdim.” Muhafızların reisi tek başına yüksek hisara doğru yola çıktı, adamlarına Yüksekhisara dönmemelerini söyledi. Adamlarının kendisi ile beraber ceza almasını istemediği belliydi. İsmail bey ise sultan Tuğrul’a durumu ayrıntıları ile anlatan bir mektup yazdı ve yolladı. Bahadır yaz vakti derslere başlamıştı, aylar ayları kovaladı ve sonbahar geldi, Taşhisar beyi, şehri akıllı hocalarla dolu olmasına rağmen zevk sefa peşinde aptal bir adamdı. İçki sofralarından kalkmaz, şehri dolduran âlimleri dinlemek, onları meclisine çağırmak yerine şehrin şarkıcı ve boş şairleri ile gününü geçirirdi. Sultan eski Taşhisar beyi olan şimdiki beyin babasına duyduğu minnet borcu yüzünden Taşhisar beyini görevden almamıştı. Taş hisar beyi zevk sefa derdinde olduğundan dolayı ne dolu yağıp halkın tarlalarını telef edince haberi oldu ne de bir önlem aldı. Bahadır yaz aylarında Aram Alçakyan adlı bir tüccarın köylülerin az miktardaki hasadının alabildiği kadarını aldığını fark etti, pazarda hala fiyatlar artmamıştı fakat köylülerin elinde sadece kendi kışlık ihtiyaçları artı gelecek seneye kullanacakları tohumlukları kalmıştı. Aram Alçakyan insanlar kilerlerini doldurmak için alışverişe başlayacakları sonbahar ayları için hazırlanıyordu. Alabildiği kadar malı depoluyor yaz aylarında ise fiyatların normalin üstüne çıkmaması için piyasaya gerektiğinde mal veriyordu. Bahadır bu yüzden mallarını yazın iyi bir fiyata satamamıştı. Bahadırın ambara çevirdiği evi erzakla doluydu. Bahadır derslerine giderek günlerini geçiriyordu. Fakat parası tükenmiş olduğundan almak istediği pek çok kitabı alamıyordu. Bahadır derslerini çok güzel anlatan ve öğrenmek isteyen talebeye öğrenmesinde sonuna kadar yardımcı olan Hakkı hocayı çok seviyordu. Hakkı hoca Bahadır’a pek çok dini ilim konusunda temel dersleri vermişti. Bahadır aynı zamanda Akif hocadan kimya, astronomi ve fen, Ragıp hocadan Tıp ve ecza, Mahir hocadan ise mühendislik, matematik ve geometri dersleri alıyordu. Bu Bahadır’ın diğer öğrencilerin iki katı derse girmesi demekti fakat ilme o kadar açtı ki dersten derse koşuyordu, çoğu zaman medresenin vakfiyesinde kalıyor, orda yiyor, ödünç aldığı kitapları hiç medreseyi terk etmeden orada okuyordu. Vakfiye fakir öğrenciler içindi Bahadır bundan dolayı kendi deposundan birkaç çuval malzemeyi vakfa bağışlamıştı ki kimsenin hakkına girmesin. Bahadır Alçakyan’ın ne yapacağını tahmin etmesine rağmen derslere daldığından planını unutmuştu. Ekim ayında vakfiyenin hesap kitap işlerinden de sorumlu olan Matematik hocası Mahir hoca yanına gelip “Bahadır, bir anda tüm erzak fiyatlar fırladı, sen birkaç ay önce vakfa mal getirmiştin bildiğin bir yerden uygun fiyata mal bulabilir miyiz?” Diye sordu. Bahadır “Tüh, niye size söylemeyi unuttum!” dedi. Mahir hoca Bahadır’ın son birkaç aydır bulunduğu durumda yani derslere dalıp kendini unutma durumunda yılardır bulunuyordu bu yüzden Bahadır’ın tavrını garipsemedi. Bahadır açıklamaya başladı “Bu bahar sizin buraya dolu yağdı, hali ile hasat az oldu. Bu bölgeye bunu duyan pek tüccar mal getirdi fakat fiyatların artmamış olduğunu görünce ellerindeki malı aldıkları fiyattan satıp yol masraflarını zarar yazdılar ve tekrar buraya mal getirmediler. Fiyatların ekin azaldığı için artması gerekiyordu. Fakat Aram Alçakyan adlı bir tüccar zarar etmek pahasına fiyatları normal düzeyde tuttu ve pazara mal getiren köylü ve tüccar herkesin mallarını o fiyattan satın aldı. Şimdi tüm erzak onun elinde ve herkes şu aralar kilerlerini doldurmak için erzak aramaya başladı. Taş hisara bahar vakti mal getirmek bile çok zor kış olunca kimse istese bile erzak getiremez. Haliyle Alçakyan kara borsa fiyatına malları satacak ve çok iyi para kazanacak.” Mahir başını kaşıdı üzüntülü ve şaşkın bir halde “Bu vakfın fakir öğrencileri ne olacak?” diye sordu. Bahadır “Ne kadar mala ihtiyacınız var?” Mahir “Beş araba yükü tahıl, iki araba yükü bakliyat, bir araba yükü kuru meyve, sebze ve turşu yedi sekiz davar, ya da bir sığır. Bahadır 100 kişilik vakfiyeli öğrencileri 6-7 ay beslemenin bu denli çok gıda gerektireceğini biliyordu.  Üstelik bu denilen miktar ancak bu yüz öğrenciyi beslemeye yeterdi, yaklaşık otuz bin kişi nüfuslu Taşhisar merkez ahalisinin ise durumu haraptı, tüm mal varlıkları karaborsacının eline düşecekti. Bahadır düşündü, zenginler artan fiyatlarla servetlerini kaybedecek, fakirler aç kalacaktı, bir çözüm olmalıydı. Mahir hocaya döndü “Hocam, istediğiniz mal bende var fakat aklımda başka bir plan var, bu işi gelecek aya çözeceğim, o zamana kadar idare etmeniz için ise size bir araba gıda hibe edeceğim.” Mahir hoca teni güneşte yanmış, sıradan bir köylü gibi yiyen ve giyinen öğrencisine şaşkın gözlerle baktı. Nasıl olur da bir araba mal hibe edecek kadar malı olurdu bu çocuğun? Bahadırın planı açıktı, zengin bir arkadaşından süslü elbiseleri ders anlatma karşılığı ödünç aldı onları giydi, Aram Alçakyan’ın çarşıdaki dükkânına gitti. Bütün gıda tezgahları boştu, Aram Alçakyan’ınkiler hariç, Alçakyan’ın karşısına çıktı ve çevresine ahaliyi toplamak için bağırmaya başladı “Alçakyan, hatırlıyor musun, sen benim dayımı iflasa sürüklemiştin!  Pis tefeci bende seni iflasa sürükleyeceğim.” çevre esnafı ve ahali gözlerini Bahadır’a diktiler, Alçakyan yanında silahlı korumaları ile karşısına çıktı, süslü elbiseleri içinde pis pis sırıtıp, “Hamdi’nin mi yoksa Mehmet’in mi yiğenisin bilmiyorum. Ama bana bulaşırsan dayın gibi iflas edersin.” Bahadır kahkaha attı “ Ahali benim çiftlik evimde bir kantar tahıl kırk akçe, bir kantar bakliyat seksen akçe, bir kantar kuru sebze 120 akçe (bir altın), bir kantar kuru meyve iki altın, Alçakyan zarar etsem de malların ellerinde çürüyecek, iflas edeceksin.” bu fiyatlar Bahadır’ın malları aldığı fiyattı, tüm mallarını bu fiyattan satsa sadece mala harcadığı parayı geri alabilecekti ve araba kirasını zarar yazacaktı. Bahadırın sözü ile kalabalık bir gurup onu takip etmeye başladı, Bahadır ilk günden malının üçte birini zararına sattı. Ertesi gün ise malının yarısı bitmişti. Bahadır böyle giderse bir hafta içinde tüm malını zararına satmış olacağını biliyordu. Üçüncü gün Alçakyan Bahadır’ın fiyatının yarısına indi, vatandaşın akın akın Bahadıra gitmesi ve Bahadır’ın o fiyat üzerinden satışa devam etmesi Alçakyan’ın gözünü korkutmuştu, malların elinde çürüyecek tehdidi işe yaramıştı. Alçakyan malı elinde çürüyüp tamamen iflas etmek yerine zararının yarısını kurtarmayı kar saydı. Halbuki Bahadır blöf yapıyordu. Bahadır rakibini tuzağa düşürdüğünü fark edince fiyatları maliyetin 1/3’üne indirdi Alçakyan bir gün bile beklemeden 1/4’e indi. Bahadır’ın planında küçük bir kusur vardı, Alçakyan’ın elinde çok fazla mal vardı ve Bahadır yeterince mal satamazsa ellerindeki mallar çürüyecekti. Bahadır çaresizlik içinde fiyatı 1/5’e indirdi. Ertesi gün Alçakyan 1/10’dan mallarını satıyordu. Bahadır mal satmayı bıraktı. Mallarının yarısı duruyordu bir şekilde elindeki kalan buğdayı çürümekten kurtarmalıydı, elinde sattığı mallardan kazandığı dört yüz altın ve büyük ölçüde boş bir ev vardı, Aklına bir plan geldi. Bahadır sonbahardaki kötü havaya rağmen rağmen çevredeki yakın köyleri dolaşıp araba araba tavuk ve horoz aldı sonrada evin her odasındaki ocakları yaktırdı ve evi ısıttı. Evin boş kısımlarını kümese çevirdi ve elindeki tahılları onlara yem yapacaktı. Bu işlerden anlayan bir köylüyü tavuklara bakmak üzere tuttu, yumurtalar satılmayacaktı, bahara kadar olabildiğince çok civciv üretilecek, kesime hazır tavuklar ise canlı olarak satılacaktı. Bahadır normalde evine çok et girmeyen fakir insanların bile Alçakyan’ın ucuz tahılları sayesinde mutfak masrafından epey tasarruf ettiklerini ve artık et alabileceklerini hesap ediyordu. Bahadır yirmi günlük bir aranın ardından tavuk işini halledip medreseye geri döndü. Hiç bir arkadaşının onun başarılarından haberi yoktu. Bahadır çok para kazanmak yerine halkı aç kalmaktan kurtarmıştı, birkaç tüccar hariç insanların bundan haberi yoktu. Ama Bahadır içinden “Haydan gelen huya gider, dedi. Alçakyan tüm mallarını yok pahasına satmıştı, elinde geçen para ise büyük planı için aldığı borçları karşılamayacağından şimdiden iflas etmişti. Diğer şehirlerdeki alacaklıları durumu öğrenmeden elinde kalan parayla kış vakti şehirden kaçmaya karar verdi. Şehirden ayrılırken Bahadırı gördü, Bahadır kışlık köylü elbiseleri içindeydi, fakat Alçakyan onu yüzünden tanıdı ve seslendi “Çocuk beni iflas ettirdin fakat sen de iflas ettin. Kimin yeğenisin, bu yaptığına değdi mi?” Bahadır Alçakyan’a döndü, yüzünde ben de bu anı bekliyordum dercesine bir gülümseme belirdi “Alçakyan. Ben hiçbir tüccarın yeğeni değilim. Üstelik senin yirmide birin kadar bile malım yoktu. Ama seni kandırdım ki ahali aç kalmasın.” Alçakyan kafasını kaşıdı “Ama sende zarar ettin, bire dört bire beş kar edebilirdin, zengin olabilirdin. Niye böyle bir ahmaklık yaptın?” Bahadır “İyi bir din hocam var, sevap kazanmak istedim! Birde dolandırıcılara karşı bir düşmanlığım var, onları katakulliye getirmekten büyük keyif alıyorum.” Bahadır sırıttı Alçakyan ise birkaç damla göz yaşı döktü. Ardından arkasına bakmadan arabaya bağlı atlarını kırbaçlayıp uzaklaştı. Mahir Hoca medreseye dönünce Bahadır’a teşekkür etti. Her ne kadar ahalinin haberi olmasa da Mahir hoca ve diğer hocaları Bahadır’ın servetini halka hizmet yolunda feda ettiğini biliyorlardı. Bahadır onlar tarafından kahraman gibi karşılandı hocaları Bahadır’a ucuz mal aldıkları için çokça artan  o seneki vakıf bütçesinin kalanını vermeyi teklif ettiler. Bahadır reddetti. Bunu doğruluk olsun diye değil, “bir iyilik yaptım tam olsun” diyerek yaptı. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi 4. Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi 4. Bölüm Bahadır ocak yanında özel bölmeler yaparak kuluçka sürecini kolaylaştırdığını fark etti, böylece daha seri tavuk üretiyordu, bunun dışında döllenmeyi hızlandırmak içinde bazı yöntemler bulmuştu. Çalışan sayısı tavuk sayısı ile artmış, beşe çıkmıştı ve iyi fiyatlara tavuk satıyorlardı. Bahadır çarşıda tavuk satmak için bir dükkân bile ayarlamıştı. Ahalinin gıdaya harcayacağı fazladan para böylece ucuza tavuk üreten ve normal fiyattan satan Bahadır’a geliyordu. Bahadır cebi para görünce onlarca kitap almış kendi evine küçük bir kütüphane kurmuştu, üstelik kendi tasarladığı yeni yeni mühendislik icatlarını marangozlar demirciler ve dericiler gibi pek çok zanaatkâr tutarak kolayca yaptırıyordu. İyi kazanmasına rağmen kazandığı para bilimsel heveslerine gidiyordu. Böylece bahar geldi, Karlar erir erimez Bahadır başka şehirlerden gelen tüccarlara da çok sayıda tavuk satmaya başladı. Medresede zeki Bahadır olarak bilinirken şehirde ise tavukçu Bahadır olarak tanınıyordu. Üstelik Bahadır tavukçuluk işini öyle iyi organize etmişti ki nadiren çalışanlarına yardımcı olması müdahale etmesi gerekiyordu. Para tavuktan geliyor Bahadır’ın bilimsel heveslerine gidiyordu. Bahadır böylece on beş yaşına basmıştı. Bahadıra kalsa bu iş böylece sürüp giderdi, Bahadır parası sayesinde rahat yaşıyor, iyi yiyor, iyi giyiniyor istediği kitapları alıp hiçbir işe yaramayacak icatlar yapıyordu. Ama Bahadır’ın neden o dönemlerde kimsenin tavuk çiftliği işine girmediğini anlamasının vakti gelmişti, kapalı ortamdaki çok sayıda tavuk hastalığa davetiye çıkarmıştı. Bir anda tavuklara bir hastalık girdi, ancak bu hastalık Bahadır’ın koyunlarda şifalı otlarla tedavi ettikleri gibi değildi. Tüm tavuklar bir anda hastalandı, Bahadır’ın şifacılık yetenekleri hiç kar etmedi. Üç gün sonra tüm tavuklar ölmüştü. Bahadır kitap almak ve saçma icatları için herkese borçlanmıştı, bu tavuklardan gelir gelirken hiç mesele değildi ancak tüm tavuklar ölünce artık Bahadır bu borçları ödeyemeyecek duruma düşmüştü. Haraç mezat yüz elli altına çiftlik evini sattı, borçlarını ödedi. Kitaplarını satmak istemediğinden sonradan geri almak üzere medreseye verdi. Medrese vakfiyesine başvurup bu sefer gerçekten medrese vakfiyesinde kalan fakir öğrencilerden birine dönüştü. Fakirlik Bahadır’a tokat gibi gelmişti. Zenginken nerdeyse her gün tavuk, balık ya da et yerdi, kışın kuru meyvelerden hoşaflar, şerbetler önüne gelirdi, yazınsa en güzel en tatlı meyveler. Aklına esen bir icat oldu mu şehirdeki dericiler, demirciler, marangozlar, camcılar emrindeydi. Çizimleri parası karşılığı hiç sorgulanmadan bir haftada gerçeğe dönüşürdü. Her hangi bir kitabı alması için adını duyması yerini bilmesi yeterliydi, tanıdığı kitap tüccarlarına sipariş ederdi onlarda hemen getirtirdi. Şimdiyse vakıfta kurtlu fasulye, tatsız kabak ve yağsız pilava talim ediyordu. Vakıfta sadece haftada bir kez et çıkıyordu o da etin neresi gelirse. Tatlı ise tam bir hayaldi, eğer zenginin biri öğrenciler için tatlı bağışlarsa yerlerdi yoksa yiyemezlerdi o bağışta senede iki üç defa anca olurdu. Eskiden icatları sorgusuz yapılan Bahadır şimdilerde aklına gelen icatları çizecek kağıt bile bulamıyordu toprağın üzerine bir çubukla karalıyordu. Zenginken kağıdın bu kadar pahalı olduğundan habersizdi. Kitaplara gelince artık bir kitap hakkında bir şey duyarsa duyduğuyla kalıyordu. Eğer Taşhisar’a kitap geldiyse ne ala elindeki kitaplardan biri ile yeni kitabı takas edebiliyordu. Ama artık şehir dışına sipariş verme devri kapanmıştı. Üstelik artık özellikle kışın kitap bile okuyamıyordu çünkü gün karardığında ışık yoktu. Odun alevi ışığında kitap okunmazdı, çünkü ateş çok hareketliydi (gözlerini yorar ve bozardı), kandil olmadığından kandil de yakamazdı. Gerçi olsa da yağ da pahalıydı ve son olarak mum vakıf öğrencilerinin sadece ders çalışmak için kullandığı onlar için son derece pahalı olan bir nesneydi. Elbette Bahadır fakirliğin iyi yönlerini de görüyordu, mesela zenginken çıkmaya başlayan göbeği geri inmişti. Diğer fakir arkadaşları gibi o da elbisesini yamayacak çaput arıyordu, sınav zamanlarında çalışmak için mum bulması gerekiyordu, kalem, mürekkep vakıfça sağlanmıyordu bunları da satın alması gerekiyordu o da haliyle alacaklarını almak için zaman zaman vakıf dışında çalışıyordu. Elbette Bahadır’ın esnaf tanıdıkları burada ona avantaj sağlamıştı, pek çok fakir arkadaşı tatil olan cuma gününde cuma pazarında şanslı oldukları günlerde mektup yazmak, mektup okumak gibi işler yapıyorlardı. Şanssız oldukları günlerdeyse hamallık gibi işler yapıyor ve ihtiyaçları için bu yollarla para kazanıyorlardı. Bahadır cumaları demircinin yanında çalışıyordu. Bu da aslında kaderin bir sillesiydi, demirci Cevat bir zamanlar Bahadır’ın iş kalitesinden dolayı en tercih ettiği demirciydi, Bahadır Cevat’a çok paralar kazandırmıştı. Bir zamanlar ona “hoş geldiniz şeref verdiniz beyzadem” diye hitap eden Cevat şimdi Bahadır’ın adını bile anmadan “Git getir, git götür” gibi ifadelerle hitap ediyordu. Zenginliği görmeden önce bu durum Bahadır’ın ağırına gitmezdi ama gördüğünün gerisine düşmek kime olsa koyuyordu. Bahadır yine de demirciden başkasında çalışmıyordu. Bunun sebebi demircilik sanatının büyüsüydü. Dökme demir ile basit tarım aletleri yapılıyordu, demir eritiliyor yapılacak şeye aşağı yukarı benzeyen bir kum kalıba dökülüyordu, sonrasında tekrar ısıtarak ve dövülerek son şekillendirmesi yapılıyordu. Eğer birisi bir kılıç sipariş edecek olsa o zaman iş değişiyordu. Kılıç çeliktendi ve Taşhisar ’da demirciler arasında sadece Cevat kılıç yapardı. Bahadır çeliğin yapılışına, dövülüşüne ve kılıca dönüşmesine hayrandı. Sırf kılıç yapımını görmek için dersten kaçtığı bile olmuştu. Esasında Cevat’ın kendi çırağı vardı ama Bahadır daha özenli olduğu için kılıç işi çıktığında Cevat iş başında Bahadır’ı görmek istiyordu. Çelik yapılırken Bahadır büyük bir özveriyle kapalı fırını sürekli aynı ölçüde körüklüyordu, bu ise çeliğin kalitesini arttırıyordu. Bahadır kılıç dövülmesi esnasında kılıcın dengesi bozulmasın ağırlığı doğru yere denk gelsin diye büyük gayret gösteriyor bileylerken de keskin kısmın tam ortaya gelmesi için yine çok özeniyordu. Bahadır yine vakıftaydı, yemek bitmişti, arkadaşlarından Ali ile beraber vakıf yakınındaki çeşmenin yolunu tutmuşlardı, Bahadırın sırtında bir küfe vardı, Ali ise iki elinde iki kulplu testi taşıyordu. Bahadır Ali’ye sordu “Ali, medreseden hangi alanda icazet (diploma gibi düşünün) alacaksın?” Medrese bir çok alanda icazet veriyordu, hendese (mühendislik) muhasebecilik, kâtiplik (yazıcılık), kadılık (hakim+kaymakam), imamlık, sübyan mektebi hocalığı (ilkokul öğretmeni), simyacılık (kimyacı), tabiplik (doktorluk), mimarlık, astronomluk, coğrafyacı-haritacılık ve daha niceleri. Elbette önce herkes temel dini ve fenni (bilimsel) ilimleri öğreniyordu. Sonrasında tüm hocalar yerine sadece kendi alanlarındaki hoca ile yola devam ediyorlardı. Ali biraz düşündü, ardından “En kolayı, en hızlısı, medreseden katip çıkmak. Zaten yazım da güzel, bir beyin yanına katip olur rahatça geçinir giderim, hem şu medrese bir an önce bitsin bir işe gireyim de fakir annemi de yanıma alıyım, onun da çilesi bitsin.” Ali döndü ve sordu “ya sen?” Bahadır düşündü, pek çok arkadaşı bir alanda uzmanlaşma yoluna hemen girmişti ama Bahadır dersten derse koşturup yığınla alanla uzmanlaşmıştı. Hocalar onda çok cevher görüyorlardı, istediği hemen her alanda uzmanlaşabilirdi. Bahadır “Bildiğin gibi benim için en kolayı hekimlik, zaten şu gün bile şifacıdan sayılıyorum. En heves ettiğimse mimarlık, hocaların bende en büyük ikbal gördükleri mesele ise kadılık.” Ali Bahadır’a “Kardeş bir soru sordum sen bana yarım saattir kendini övüyorsun.��� dedi. Bahadır “Kusura bakma.” dedi. Çeşmenin başına geldiler. Bahadır küfenin içindeki kirli tahta tabakları çıkarmaya başladı Ali ise su doldurmaya, vakıfta bir tane aşçı vardı ve yemeği o yapıyordu fakat temizlik işleri öğrencilerdeydi, vakıfta yüz öğrenci olduğundan temizlik, bulaşıkçılık ve benzeri angarya işlerin sıraları iki haftaya bir anca geliyordu. Onu da öğrenciler haliyle pek dert etmiyorlardı. Bahadır yazın gelmesine ilk defa bu kadar sevinmişti, medrese bir ay kadar ara verecekti, çoğu öğrenci bu bir ayda memleketlerine dönmezlerdi, çünkü yol çok uzun sürerdi ve aranın çoğu yolculuğa giderdi. Bahadır Cevat usta ile anlaşmıştı, ona bir kılıç yapacaklardı. Bahadır kılıç parasını ödemek için bir kitap bile satmıştı. Bir aylık tatilin tamamı kılıcın yapımına gitti. Ama kılıç da ne kılıçtı, tam Bahadır’ın istediği gibiydi, Cevat dımşık çeliği denen çelikten bir kılıç yapmıştı, bu kılıç kapalı bir fırına özel bir kapta konan çelik ve kömür ile yapılıyordu, bu kapalı fırında çok yüksek ısı düzenli bir biçimde verilerek içinde hem çeliğin kalitesini düşüren tüm maddelerden arındırılıyor hem de tam olması gereken sertlikte bir kılıç ortaya çıkıyordu. Bu çelik daha sonra yumurta halinde bir külçe olarak dökülüyor ve uzun ve zahmetli bir dövme sürecinden sonra kılıç haline geliyordu. Bahadır kılıç kullanmayı bilmese de yeni kılıcıyla baya gurur duyuyordu. Medrese açıldığında tuhaf bir şey oldu, Akhisar’dan bir haberci geldi. Haberci medreseye dalıp Bahadır, Çınarlı köyünden Bahadır diye bağırmaya başladı. Bahadır haberciyi kolundan tuttu “Aradığın benim, derdin neyse dışarda görüşelim” dedi. Beraber medresenin dışına çıktılar. Haberci “Mesele nedir bilmiyorum, ama Akhisar beyi seni mümkünse güzellikle ama değilse zorla getirmemi söyledi.” Bahadır gülümsedi “Ben meselenin ne olduğunu tahmin ediyorum. Gidelim. Bahadır yol için hazırlandı, kılıcını taktı atını kullansın diye ödünç verdiği eski bir komşusundan geri aldı (kendine yetecek parası yokken ata bakamazdı). Haberci ile beraber yola koyuldular. Beyzade: Bey oğlu demek. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi Beşinci Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi Beşinci Bölüm Hikaye Oku; Akhisar’a vardılar. İsmail beyin karşısına çıktılar. İsmail bey dertli gözüküyordu “Bir buçuk yıl önce bana bazı bilgilerle geldin, bende o bilgilerle araştırmalar yaptırdım, sultana bildirdim. Sultan hazretleri bana bu işi çözmemi emretti, ama ne yaptımsa kimi bu işin peşine taktımsa olmadı. Çaresiz kaldım, senin kim olduğunu nerede olduğunu buldurdum. Bu işi sana vermek istiyorum.” Bahadır çenesini kaşıdı, İsmail beye “Beyim, güzel düşünmüşsün, açık konuşalım, ben bu işi çözerim ama karşılığında iş bitiminde çok büyük ödül parası isterim. Adam akıllı iş görecek birkaç adam isterim. Köylere kasabalara gittiğimde oradaki adamların lafımı dinlemesini sağlayacak bir bey emri yazılı olarak yanımda olsun isterim. Araştırma esnasında rahat rahat harcama yapacağım, en rahat hanlarda kalacağım bir harcırah da isterim.” İsmail bey düşündü, “İstediklerin makul, ödül parası ne kadar istiyorsun?” Bahadır “On bin altın.” bey dehşete düşmüştü “Oğlum on bin altını kim kaybetmiş ki ben bulayım, nasıl sana o kadar para vereyim?” Bahadır sırıttı, “Valla beyim, hiç kusura bakmayın, bunca yıllık tecrübenizle çözemediğiniz bir işe girişeceğim, kellemi koltuğa alıp amansız Mongol savaşçılarının karşısına çıkacağım, kim bilir kaç ay belki kaç yıl iz süreceğim ama karşılığında az bir paraya talim edeceğim, hiç beklemeyin. Sizde biliyorsunuz Kızıl Kağan bunca uğraşı boşa vermemiştir, bu iş büyük, çözemezseniz ne olacağını tahmin edeceğiniz kadar büyük.” Bahadır küstahça beye birde göz kırptı. Açıkça kellen on bin altın eder her halde imasında bulunuyordu. Bey çaresiz hissetti kendini, sultan bunca yıllık hizmetinden sonra kellesini almazdı belki ama makamını kaybederdi, malı mülkü müsadere edilirdi. Kendini çorak bir sürgün bölgesinde derbeder bir çiftçi olarak düşündü, titredi. “Evladım, on bin çok, beş bine ne dersin?” Bahadır pis pis sırıttı “Hayır, aynı zamanda öyle kuru lafı da kabul etmiyorum, beylik mühürlü senet isterim. Bu arada yanıma vereceğiniz adamların maaşı da sizden, harcıraha gelince şimdilik bin altın yeter.” İsmail bey ayağa kalktı “Bire nadan, sen bizi darphane sandın her halde!” Bahadır beyi hafifçe kafasını eğerek selamladı, arkasını dönüp kapıya yöneldi. O esnada İsmail beyin tahta yığılırcasına oturmasının sesi geldi. Adamın kafasında ter damlacıkları oluşmuştu. Muhtemelen tansiyonu düşmüştü, yüzü fena halde beyazlamıştı. Bahadır beye döndü “Eğer başka bir yolu olsaydı bana gelmezdin, bana geldin, elime bakıyorsun, o zaman sana sunduğum teklife razı olacaksın” dedi. Bey biraz kendine gelerek hafifçe kafasını salladı. Bu esnada o ana kadar kenarda beklemekte olan pala bıyıklı, kalın kaslı kollu, geniş omuzlu, uzun boylu bir savaşçı öne çıktı kılıcını çekti, bağırdı “Beyim bu bastıbacağın tehdidine boyun mu eğeceksin?” İsmail bey acı acı güldü. Bahadır bir seksen beş boyundaki  adı Tuğalp olan savaşçının kılıcına baktı, güçlü vurmaya alışık olmalıydı, çünkü kılıcında küçük bir çentik gibi gözüken ama demircilikten biraz anlayan birinin rahatlıkla kılıcı baştan başa kat eden bir çatlak olduğunu anlayacağı bir hasar vardı. Bu beyin son direncini kırmak ya da oradan defolup gitmek için iyi bir fırsattı. Kılıcı Bahadır’ın boynunda dikkati ise beyde olan Tuğalp’in suratına baktı Bahadır, Tuğalp hala ona dönmemişti, hızla kılıcını çıkardı ve bir şangırtı duyuldu, Tuğalp’in kılıcı ikiye biçilmişti. Beyin kabul odasındaki herkes şok içindeydi, Bahadır hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp yürümeye devam etmeye başladı. Bey “Tamam, hepsine tamam, altını getirin, adamları getirin katibi ve mührü getirin!” diye inlercesine bağırdı.” Tuğalp şaşkın şaşkın kılıcına bakmaktaydı. Tuğalp çevredeki herkesle beraber kılıcının biçilmesi gösterisinden etkilenmişti. Bunun sebebi ise insanların illüzyon gösterilerinden etkilenmesi ile aynıydı. Sebebini bilmediğiniz basit bir mesele sizi etkileyebilir. Bahadır keyifle beyin senedi hazırlatmasını mühürlemesini, hazineden altını getirtmesini önüne koymasını ve dört tane adamını çağırmasını izledi. İsmail bey sıraya dizilmiş dört adamını tanıtmaya başladı. İlki az önce Bahadır’a kılıç çekmiş olan bir seksen beş boyundaki kaslı muhafızdı. Otuzlarının ortasında gözüküyordu, sert hatlara sahip yüzünde etkileyici kap kara bir pala bıyığı vardı ve geniş omuzları kalın kolları ile ürkütücü bir manzara oluşturuyordu. Üstünde deri yelek zırh, altında kollarını açık bırakan bir gömlek vardı. Bileklerinden dirseğine kadarsa yine deriden kolçaklar (kol zırhı) vardı. Altında savaşçıların çok tercih ettiği geniş pantolon ayaklarında ise deri çizmeler vardı. Tüm gücüne rağmen hala kırılmış kılıcının şokunu yaşadığı belli oluyordu. İsmail bey “Bu arkadaşla tanıştın, gazi bir savaşçı olan Tuğalp. Kendisi çok düşman tepelemiş bir yiğittir. Öküz gibi güçlüdür, sultanımızın ordusundaki büyük hizmetlerinden dolayı sarayımda muhafız olarak görevlidir.” İsmail bey Bahadıra yaklaşıp eğilerek “Çok akıllı sayılmaz ama göründüğü kadar da aptal değildir, seni düşmanlarına rezil etmez korkma.” dedi. İkinci sıradaki kişi elli yaşlarının başında kır sakallı, beyaz sarıklı ve siyah cübbeli bir adamdı. İlmiye sınıfından (kadı, imam) olduğu belliydi. Cübbesinin altında bir kılıç olduğu dikkatli bir kişinin gözüne hemen çarpardı. Vakur duruşu karşısındaki insanda saygı uyandırıyordu. İsmail bey “Bu ise Arif hoca, kendisi çok bilge bir kadıdır. Gerçi şu anda sana yüz suyu dökmek zorunda kalmamın sebeplerinden biri de o çünkü bu işi çözsün diye görevlendirdiğim halde başarısız oldu.” Arif hocanın başı biraz eğildi. Bahadır gülümsedi. Üçüncü sıradaki kişi Otuzlarının başında gözüküyordu, bir yetmiş beş boyundaydı yakışıklı, esmer bir yüzü vardı, bıyığı inceydi. Miğferi sarıkla değil beyaz börk ile sarılıydı. Üstünde varlıklı bir savaşçı olduğunu gösteren ve dizlerine kadar inen pul zırh vardı. Zaten diz kısmından da pahalı ve kaliteli bir deri çizme başlıyordu. Belinde asılı kılıcın kabzasından Bahadır hemen kılıcın usta işi olduğunu anladı. İsmail bey “Bu arkadaş ise Yusuf, şimdiye kadar hiç yüzümü kara çıkarmamış bir subaşıydı. Ne zaman başarısız olduğunu tahmin edersin.” Yusuf’un burun delikleri genişledi, yüzü hafifçe buruştu, Bahadır gülümsedi. “Kendisi tam bir komutandır, üstelik kılıç, mızrak, topuz, balta özellikle de at üstünde muharebe hepsinde çok mahirdir.” Dördüncü sıradaki kişi bir atmış beş boyundaydı. Çekik gözlüydü, yüzü sert ve duygusuzdu ama yakışıklıydı. Sakalı, bıyığı yoktu. Beyaz börk giymişti. En fazla yirmi yaşındadır diye düşündü Bahadır. Sırtında kirişi (yayın ipi) takılmamış olduğundan ters duran bir yay vardı. Belinin sol tarafında bir sadak (ok kutusu) sağ tarafında bir kılıç sallanıyordu. İsmail bey “Bu İlhan, Tatar İlhan, iz sürmekte at binmekte üstüne yoktur. Genç yaşına bakma ne bizde ne Moğollarda ondan iyi at üstünde ok atan bulunmaz, zeki, çevik ve beceriklidir. Yalnız Moğollar Tatar hanlığını yıktığında ailesini gözlerinin önünde katlettiklerinden biraz fazlaca acımasızdır ama senin için mesele olacağını sanmam.” Bahadır “Moğolların kafasını kesme işini sorgudan sonra yaptığı sürece sıkıntı yok.” dedi. İlhan gülümsedi. Bahadır herkesin gözü önünde altın dolu küçük torbayı aldı ve altınları tek tek saymaya başladı, bin altın olduğundan emin oldu. Adamlara döndü, “Beyler, bu işi bitirmek için görevliyiz. Maaşınızı İsmail bey ödeyecek.” Yusuf İsmail beye döndü “Beyim, bu paragözün bu iş için en iyi adam olduğuna emin misiniz?” İsmail bey “Sizden önce tüm olayı çözen kişi bu velet, onun yaptığı işin üstüne ne kadar koyabildik sen de biliyorsun.” Bahadır, Bey’e döndü “Beyim son olarak size ilk geldiğimde verdiğim eşyalara ihtiyacım var, hani şu işi bilen birileri iz bulur dediğim.” İsmail bey hatırladı. “Hemen eşyaları getirin.” Eşyalar bir tahta saplı çakı, bir örgü yelek ve gümüş bir yüzükten ibaretti. Beşli gurup Bahadır önderliğinde Akhisar çarşısına geldiler. Çarşıda bazı esnaflar Bahadır’a selam verip “İflas ettiğini duyduk, geçmiş olsun” dediler. Bahadır “Olur böyle, biraz para buldum ticarete dönüyorum.” diye cevap verdi. Esnaf “Yine mi tavukçuluk yapacaksın?” diye sorduğunda “Yok, şimdi ufak iş düşünüyorum, köyleri dolaşıp çerçilik yapacağım.” Tüccarlar vah vah çekince “Anca bu işi yapacak kadar para buldum.” diyordu. İki at arabası alıp içini köylerde satabilecekler bakır mutfak eşyası, tarak, makas, ayna gibi küçük eşyalar boncuk, iplik ve sair küçük eşyalarla doldurdular. Bu esnada çarşıda Bahadır’ın karşısında bir tüccar çıktı, Bahadır onu kenara çekti, bir şeyler konuştular, Bahadır ona bir şeyler verdi ve arkadaşlarının yanına döndü. Yusuf içinden bu para göz ne haltlar karıştırıyor diye düşündü. Sonrasında Bahadır kendisi için küçük bir tüccara yakışır bir elbise aldı, adamlarına ise tüccarlara yardım eden işçilerin giyeceği cinsten ucuz kumaştan ve sade koyu renklerde elbiseler aldı. Adamlarına kılıçları hariç zırh ve ekipmanlarını arabalara gizlemeleri emrini de verdi. Yusuf’a saf kan atını evde bırakmasını yerine gurubun diğer üyelerinin bindiği cinsten çok pahalı olmayan bir atla gelmesini tembihledi. Bir hafta içinde hazırlıklar bitip yola koyuldular. Tuğalp Yusuf’a “Bu çocuk neden bizi böyle işçi gibi giydirdi.” diye sordu. Yusuf “Galiba köyleri gezeceğiz, bu esnada dikkat çekmemizi istemiyor sanırım.” dedi. Tuğalp “Neden peki?” diye sordu. Yusuf “Emin değilim, yakında öğreniriz.” demekle yetindi. Güneş altında bir köyden diğerine gidiyorlardı, mal alıyor mal satıyorlardı. İki hafta böylece geçti. Yine bir köyde ticaret yapıyorlardı ki Bahadır ansızın durdu, Yusuf her ne arıyorsa bulmuş olmalı diye düşündü. Altı yedi yaşlarında küçük bir çocuğun yanına gitti, yanına çöktü, inanılmaz sevecen ve dost canlısı bir ifade takındı çocuğa “Yeleğin pek bi güzelmiş, kim ördü?” diye sordu. Çocuk sevinçle “Haminnem” dedi. Yelek oldukça zahmetli ve sık bir örgüyle örülmüştü, Bahadır’ın yanına aldığı yelekle aynı örgüydü bu.  Bahadır “Haminnen nerde, para vereyim de bana da örsün” dedi. Çocuk “Örmez ki, o sadece bize örer.” dedi. Bahadır gülümsedi ve çocuğun başını okşadı, ardından eline kavak ağacından yapılma bir düdük verdi. “Hediyem olsun.” dedi. Çocuk sevinçle düdüğünü öttüre öttüre gitti, Bahadır köylülere köy meydanında eşya satma işine geri döndü, ama bir saat geçmemişti ki yaşlı bir kadın dayak yediği belli ağlayan bir çocuğun elini tutarak belirdi. Kadın Bahadır’a yaklaştı “Bizim Ali hiç böyle yapmazdı ama galiba bunu sizden çalmış.” diyerek düdüğü Bahadır’a uzattı, Ali “Ben çalmadım, o verdi, o verdi hediye o!” diye ağlıyordu. Bahadır aynı çok sevecen rolünü takınarak “Nineciğim ben o düdüğü hediye ettim, torununuza kızmayın.” dedi. Kadın mahcup oldu. Bahadır’a “Sağ ol evladım.” dedi “Yetimimi sevindirdin.” Bahadır’ın içinde bir şey buruldu, ama yüzüne yansımaması için büyük bir gayret gösterdi. “Demek yavrucak yetim.” diyebildi. “Kadın teşekkürler evladım” deyip arkasını döndü, o esnada Bahadır İlhan'a çevrede kimsenin fark etmediği bir el hareketi yaptı, İlhan başıyla anladığını gösterir şekilde salladı. İlhan yirmi dakika sonra geri geldi Bahadır’ın kulağına kadının evinin yerini fısıldadı. Gün batımına bir saat kalana kadar satışa devam ettiler. Ardından Bahadır ve arkadaşları sanki oradan tesadüfen geçiyormuş gibi kadının evinin önüne geldiler. Bahadır eve geldi, kapıyı çaldı, içerden yaşlı kadın çıktı, Bahadır “Siz” dedi. Yaşlı kadın, “Buyur evladım, ne istedin.” diyerek cevap verdi. Bahadır, “Allah’ın hikmeti nine, yine karşılaştık, sabah yola çıkacağız ama köy misafirhanesi beş kişi alacak kadar büyük değil, bizde şu evinizin yanındaki boş tarlada çadırlarımızı kuralım dedik, elbette izniniz olursa.” Boş tarla, bu sözleri duyunca yaşlı kadının yüzüne bir hüzün çöktü, aylardan temmuzdu, hasat yapılmıştı ve tarlaların hemen hepsi bu yüzden boştu ama yaşlı kadının tarlasının bir süredir ekilmediği üstündeki yabani otlardan belliydi. Yaşlı kadın “Peki olur.” dedi. Akşam olmuştu, ekip çadırlarını kurmuş küçük bir de ateş yakmışlardı, ateş başında ekmeklerini ısıtıp peynir ekmek yemekteydiler. Bu esnada yaşlı kadın elinde bir testi ile belirdi. “Evladım size ayran getirdim.” dedi. Bahadır teşekkür etti ayranı su içtikleri taslara koydular testiyi iade ettiler, Bahadır yaşlı kadınla beraber yürümeye başladı. Gurubun kendilerini duyamayacağı kadar uzaklaşınca kesesinden çıkardığı on altını kadının eline tutuşturdu. Kadın itiraz etmeye çalıştı, Bahadır “Nineciğim torununun yetim olduğunu söyledin, ben de öksüz büyüdüm. Bu acıyı bilirim. Bu baktığın yetim yavru için lütfen reddetme” Kadın şaşkın “Ama evladım bu çok fazla, seni zor duruma koymayalım.” Bahadır sevecen tavrıyla konuştu “Nine, bu parayı ticaret vesilesiyle bana Allah verdi, benim vesilemle de sana bu parayı yine Allah veriyor. Veren Allah yine verir, sen torununa bak.” Kadın hüzünlendi ama parayı aldı “Allah senden razı olsun. Evladım.” Dedi. Bahadır “Nineciğim merakımı bağışlarsan bu çocuğun anasına, babasına ne oldu?” zaten hüzünlü olan ve içindeki dertleri kimseye anlatamayan kadın bir anda içini dökmeye başladı. “Oğlum, bu çocuk benim torunum değil, torunumun oğlu, benim bir kızım vardı, eşkıyanın birine aşık oldu, kaçtılar, babası kahrından öldü, başka çocuğum da yoktu. Kızımın kaçmasından, kocamın vefatından sonra yıllar geçti, torunumun babası bir gün kapımda bir çocuk ile belirdi. On iki yaşında bir tıfıl, adı Tahir, bu senin torunun anası öldü, sen bak dedi ve çocuğu bıraktı. Ben dul halimle torunuma bakmaya çalıştım, ama Tahir iyi çocuktu ama Tahir’in kafası sadece haytalıktaydı. Kadın başıma bin bir güçlükle büyüttüm onu, biraz büyüyünce köyden kaybolup gitmeye başladı, hep elinde parayla hediyelerle gelirdi. Oğlum bu para nerden diye sorunca üzümünü ye bağını sorma derdi. Bizim köyden bir kız sevdi, evlendi, bir çocukları oldu. Ah Tahir ah, haytaydı ama hep bizi gözetirdi, daha iyi yaşayalım diye uğraşırdı. İki sene önce son kez gidiyorum, çok para kazanıp geleceğim dedi, bir daha haberi gelmedi. Ama öldüğünü biliyorum. Ölmese kesin gelirdi, ne yapar eder gelirdi.” kadın ağlamaya başladı. Bahadır beş dakika kadar yaşlı kadının sakinleşmesini bekledi. Sonra “Nine çok talihsizmişsin, ama bu Tahir iyi birine benziyor, bence kesin onu bozan kötü bir arkadaşı vardı, yoksa niye o yoldan gitsin.” yaşlı kadın tam olarak Bahadır’ın istediklerini dökülmeye başladı. “Elbette vardı, komşu köyden Tufan, hep o girdi kuzumun kanına hep o.” Bahadır “Vay namussuz, inşallah belasını bulmuştur.” yaşlı kadın yırtınırcasına “Nerde, hala Taraklı yolunda eşkıyalık yapar, beladır, ne yakalayan çıktı ne öldüren Allah’ın belasını.” Bahadır konuşmayı fazla uzatmadı. Yaşlı kadının tüm ebeveynlerde bulunan kötülüğü çocuğuna yakıştıramama suçu başkasında bulma zaafından faydalanmış ve öğrenmek istediğini öğrenmişti. Bahadır ateşin oraya geldi, oturdu. Yusuf’a döndü. “Taraklı yolunda Tufan adında bir eşkıya varmış, canlı yakalamamız gerekiyor.” Yusuf Bahadır’a baktı “Ne yapacağız.” Bahadır, “Subaşı olan sensin her halde haydut nasıl yakalanır biliyorsundur?” Yusuf “Beyin talimatnamesi elimizde, bu civardan adam toplayıp eşkıya avına gidebiliriz.” dedi. Bahadır bir iç çekti bıkkın bir ifadeyle “Senin zeki olman gerekmiyor muydu? Peşinde olduğumuz kişileri uyandırmadan adamı yakalamalıyız.” Yusuf başını kaşırken Bahadır konuşmasına devam etti “Şimdiye kadar hiç kılıç dövüşünde bulunmadım, çatışma, savaş tecrübem yok, ona göre bu işlerin tamamı sizde.” ekip başlarını olumlu anlamda salladılar. Bahadır “çadıra uyumaya gidiyorum” dedi ve çadıra gitti. Bu esnada Tuğalp konuşmaya başladı “Biz iki haftadır köy köy geziyoruz ve adam bir anda kimi bulmamız gerektiğini söyledi, bu adam kim, neden bulmamız gerekiyor? Yetmezmiş gibi birde kılıcımı tek darbede ikiye biçtiği halde savaştan anlamam diyor ne iş?” Arif sakalını kaşıdı “Galiba bu kadın bir şeyler biliyordu. Bu adamın adını da ondan öğrendi.” Yusuf konuşmaya başladı “Kılıcına gelince daha önce de gördüm, bazen kılıçlar içten çatlar ama dışarıdan gözükmez, işi bilen biri o zayıf noktayı fark ederse rahatça bir kılıcı kırar Ama çocuk hiç savaştan dövüşten anlamam diyor.” Tuğalp şaşkındı, kafası karışmıştı ve ne diyeceğini bilemiyordu. Konuşmaya bu sefer İlhan girdi “Bir hafta hazırlık, iki hafta köylerde tüccar kılığında dolaşıp durma, pek bir şey anlamadım. Ama şunu söyleyeyim evvelki aramalara da katıldım, dağlarda kara elbiseli Mongol askeri arayıp durduk, ölüleri cesetleri inceleyip durduk, bir buçuk yıldır bu iş çözülmedi. Artık bu işi çözmeliyiz, yoksa İsmail beye yazık olacak.” Yusuf iç çekti “Ona yazık olacak da bize ne olacak, giderayak hepimizin ayağını kaydırabilir.” Arif sakalını kaşıdı “O zaman Yusuf sen şu haydudu nasıl kimseye çaktırmadan yakalayacağız planını yap, çünkü anlaşılan tek ipucu o adam.” Yusuf iç çekti, “Tamam, bir şeyler düşüneceğim.” dedi, hepsi çadırlarına çekildiler. Ertesi sabah ekip toplandı, bir araya geldiler biraz konuşup planı yaptılar. Ardından Yusuf köy merkezine gitti, orda bulduğu hemen herkese “Taraklı yoluna gideceğiz, yolda haydut var mı? Kaç kişiler, bizi yakalarlarsa her şeyi mi alırlar yoksa haraç alıp bırakırlar mı?” Gibi sorular sordu. Haydut gurubu otuz kişi kadardı, oldukça acımasızlardı ancak her geçenden haraç almıyorlardı, genelde tüccar görürlerse saldırıp öldürüyor tüm mallarını alıyorlardı. İki at arabası üstünde öğleye doğru Bahadır ve Arif yola çıktılar. Yaşlı adam öndeki arabayı, genç ise arkadaki arabayı kullanıyordu. Yolda beklenen oldu haydutlar ortaya çıktı. Haydutlar önce uzun mızraklarla iki arabalık konvoyun önüne atladı ve atları uzun mızraklarının ucunu göstererek durdurdu. Bu esnada aynı şekilde arkadan da uzun mızraklı haydutlar çıktı, toprak yolun bir tarafı ağaçlık alan diğer tarafı ise arabaların çıkamayacağı bir tepeydi, kaçacak yerleri yoktu. Arif ve Bahadır arabalardan ellerini kaldırarak indiler. Bu esnada diğer haydutlar ağaçlık alandan çıkarak arabaları yağmalamaya başladılar. Bu esnada eşkıyaların başı elleri havada bekleyen Bahadır’la Arif’in yanına geldi. Kıvrımlı hançerini çıkardı ve Bahadır’ın boynuna dayadı. Arif, “Direnmeyeceğiz, teslim oluyoruz” dedi. Haydutların reisi olduğu belli olan kişi sap sarı dişlerini göstere göstere sırıttı “Canlınız bir şeye yaramaz.” dedi. Hançerini saplamak için geriye çekti bu esnada Bahadır “Babam, babam size benim için yüz altın verir, lütfen canımı bağışlayın!” diye bağırıp ağlamaya başladı, Arif Bahadır’ın oyunculuk yeteneğine hayran kalmıştı. İçinden “Lan bu çocuğun beceremediği bir şey var mı.” diye geçirdi. Çünkü Bahadır’ın zerre kadar korkmadığını biliyordu. Haydut reisi “Söyle bakalım baban kimmiş, neredeymiş?” Bahadır “Taşhisar'dan Tüccar Rıfkı.” Bu sefer haydut reisi Arif’e yöneldi Arif “Ben çok varlıklı değilim beyim ama benim hanım benim için biriktirdiğim yirmi beş altını verir, Taşhisar'dan Cemile kadın, Çeşmeli medresesinin hemen yanında evimiz var.” Haydut hançerini indirdi Arife “Şanslısın, eğer Taşhisar’a adam yollamayacak olsaydım yirmi beş altın seni kurtarmazdı.” Rol yapma sırası Arif’teydi sanki rahatlamış gibi bir oh çekti. Ellerini bağladılar, kamplarına götürdüler. Haydutların sayısı otuz kadardı, Bahadır ve Arif elleri arkadan bağlanmış halde oturuyorlardı. Haydutlardan birisi fidyeyi almak üzere Taşhisar’a yollandı. Taşhisar’a giden haydut kamptan bir saat kadar uzaklaşmıştı ki karşısına üç kişi çıktı, haydut karşısındakilerin niyetinin iyi olmadığını anladı, atını dört nala üstlerine sürdü, uzun boylu olan üstüne gelmekte olan atın kafasına tüm gücüyle bir yumruk attı. At devrildi. Haydudun bacağı ölmüş atının altında kalmıştı. Acıyla bağırmaya başladı ama kamptan sesinin ulaşmayacağı kadar uzaktaydı. Yusuf hayduta yaklaştı kulağından tuttu, “Sana bir soru soracağım, eğer cevap verirsen kulağın yerinde kalacak eğer vermezsen, diğer kulağına geçeceğim, sonra dişlerine sonra… Neyse sen meseleyi anladın.” Haydut korku içinde gözlerini pört pört açmış halde kafasını salladı. Sana bir kişinin ismini soracağız Tufan.” Haydut istemsizce gülmeye başladı, hatta gülmesi manyakça bir hal aldı, beş altı dakika sonra sustu. “O sünepeyi ne yapacaksınız?” Yusuf şaşırmıştı, Tufan’ın haydutların reisi ya da yardımcısı falan olmasını bekliyordu, Yusuf “İşimiz var onla, neye benzer, nasıldır bir tarif et.” Haydut “Eğik ağızlı, yamuk kafalı hafif topal biridir, kampın angaryasını yapmasa çoktan kurtulmuştuk sünepeden.” Yusuf tamam anlamında kafasını salladı, İlhan hızlı bir hareketle kılıcını haydutun kalbine sapladı, adam kıpırdayamadan öldü. Bahadır elleri bağlı oturmaktaydı, fidyeci gidene kadar sessizce oturdu, fidyeci gittikten iki saat sonra Bahadır çevresine dikkat kesildi. Yanlarından bir haydut geçerken Arife dönüp “Hiçbir şeye değil de o şaraba acıyorum” dedi. Haydut hemen Bahadır’a doğru yöneldi, yakasına yapıştı “Hangi şarap?” diye sordu. Bahadır “Arabadaki iki küp şarap.” dedi. Haydut gözlerini iri iri açtı, “Demek arabada şarap vardı nerde, nerde şarap!” Bahadır omuz silkti “Ben ne bileyim arabaya siz el koydunuz.” Haydut öfkeli bir biçimde reisin çadırına gitti, “Reis hani ne alırsak gizlemeyecektin hakkımızı alacaktık, şarap nerde?” Bir anda eşkıya reisi çadırdan fırladı “Ne şarabı, ne alıkoyması, sen kendini ne sanıyorsun!” Bu esnada eşkıyalar reislerinin çadırı etrafında toplandılar. Eşkıya reisinin kendi adamlarından çalması hiç bir eşkıyayı şaşırtmazdı. Yağma esnasında eğer diğer haydutlardan kimse görmüyorsa değerli bir şeyi cebe atmak eşkıyalık adeti gibi bir şeydi ama kendilerinden çalınan şeyin şarap olması tüm eşkıyaları kızdırmıştı, şarap demek keyifli bir gece demekti ve reislerinin onlardan bunu çalması kabul edebilecekleri bir şey değildi. Reisin has adamları reisin yanında yer alırken diğer eşkıyalar karşısına çıkmışlardı. Reis bağırdı “Durun, eğer gerçekten şarap olduğunu söylüyorsan getir göster.” Kampta kargaşa varken İlhan kolayca Bahadır’a yaklaştı, Bahadır’a “Tufan kafası yamuk, ağzı eğik hafif topal bir adammış, kampta köpek gibi davranılan biriymiş.” dedi. Bahadır “Şarabı nereye gizlediniz?” diye sordu, İlhan eliyle işaret etti ardından ağaçlık alanda kayboldu. Bahadır ve Arif soyuluyorken Tuğalp şarap küplerini kampa gizlemişti. Eşkıyalar tartışmadan sonra şarap aramaya başladılar, hatta içlerinden biri reisin çadırına bile girmeye kalktı. Reis boğazına eğik hançerini dayayarak eşkıyayı önledi. Sonra bağırdı, “Bu yalanı kim uydurdu!” Bahadır’la konuşmuş olan eşkıya hemen Bahadır'ın yanına gitti, ona “Dediğin yalansa öldün çocuk!” dedi. Arif “O şarap nerde bilmiyor, nereye koyduklarını ben gördüm.” dedi. Eşkıya “Niye en başından söylemiyorsun!” diye bağırdı Arif “Başımız belaya girer diye korktum beyzadem.” dedi. Elleri bağlı iki rehine önde Eşkıyalar arkada Arif’in gösterdiği yere geldiler. Arif bir bir ağacın altında küçük bir tümsekcik gösterdi, eşkıya reisin şaşkın bakışları arasında kumu kazıdı ve kolayca iki küp ortaya çıktı, içlerini açtıklarında şarap dolu olduğunu gördüler. Reis bağırmaya başladı “Hayır ben sizden şarap falan gizlemedim, oyun bu, bu adamların oyunu bu!” parmağını iki rehineye doğru sallıyordu, Bahadır soğuk bir ifadeyle “Yani diyorsun ki elleri bağlı, bir piri fani ve bir velet kalktı her biri birer kantar gelecek bu iki küpü kaldırdı ve buraya gömdü.” Reis daha da çıldırmıştı. Hayır diyorum ben sizden şarap falan gizlemedim. Bahadır eşkıyalara “Sen şimdi arabada bin altınlık torbayı da gizlememişsindir!” dedi. Eşkıyalar reislerine döndüler reis bağırmaya başladı “Valla altın falan çalmadım, yalan üçkağıt, siz çaldınız siz gizlediniz!” bu esnada kılıcını çekti. Bunun üzerine tüm eşkıyalar silahlarına davrandılar. Bahadır ve Arif yavaş adımlarla bölgeden uzaklaşmaya başladılar, kimse onlara dikkat etmiyordu, tüm eşkıyalar altın tartışmasına girmişti. Bir anda tartışma çatışmaya dönüştü, kılıç çınlamaları duyuldu, Bahadır güçsüzlüğü nedeniyle geride duran Tufan’ı fark etti, Arif’e “Orda, Tufan orda!” dedi. Tufan’ı başına bir şey gelmeden çatışma alanından çıkarmaları gerekiyordu. Yoksa tüm emekleri boşa gidecekti, Bahadır ve Arif iplerini çoktan çözmüştü, sadece iplerin hala bağlıymış gibi durmasını sağlıyorlardı. Arif atıldı, dikkati çatışmaya dönmüş olan kısa boylu yamuk kafalı adamı eline aldığı bir ağaç parçası ile birkaç darbede yere serdi. Ardından Bahadır’la birlikte kollarından tutarak çekmeye başladılar. Bu esnada üçlü dostlarına denk geldiler Tuğalp Tufan’ı omzuna yükledi ve hızla ordan uzaklaştılar. Kamptan uzaklaştıklarında Yusuf sordu “Daha Akhisar’dayken şarabı satın aldın. Şarap gerekeceğini nerden biliyordun?” Bahadır cevap verdi “Erkeği kötü yola düşüren üç şey vardır, kadın, şarap ve kumar, uğraşacağımız kişilerin eşkıya olacağını biliyordum, yani bu üç şeye zaafları olacaktı.” Tuğalp Bahadır’a sordu “Neden eşkıyaları öldürüp her şeyi geri almadık?” Altınlarda dahil olmak üzere gerçekten değerli olan eşyaların Taraklı yoluna çıkmadan saklamışlardı ama arkalarında eşkıyalara bıraktıkları eşyalar yine de epey ederdi. Bahadır “Aralarında çatışma bittiğinde birkaçı ölmüş biri kaybolmuş ve iki rehineleri kaçmış olacak. Ancak hiç kimse bir şeyden şüphelenmeyecek. Bu işlerin arkasında kim varsa uyandırmamalıyız. Eğer koca bir eşkıya çetesi yok edilseydi bir ihtimal bu işlerin arkasındaki her kimse uyandırabilirdik.” Ekip eşyalarını ve atlarını koydukları yere varmıştı. Bahadır Tuğalp’e “Şu ağacın altına bırak.” diyerek bir ağacı gösterdi, eşyalarının olduğu yere gitti, beline kılıcını taktı ve içinde yirmi farklı, ot, toz ve mineral olan ot kesesini eline aldı. Bahadır Tufan’a bir toz koklattı. Tufan gözlerini açtı, bir süre şaşkın şaşkın çevreye bakındı, Tufan kendisine gelince Bahadır “Bak Tufan bir kez soracağım, sende doğru cevap vereceksin...” Tufan başını olumlu anlamda salladı Bahadır “ Senin köyünden Tahir hakkında ne biliyorsun.” Tufan; “Pisliğin biridir, işe yaramazdır, beceriksizdir...” Bahadır konuşmasına izin vermedi, tam suratına bir tekme attı. “Tamam, çok iyidir, beceriklidir...” yine bir tekme Tufan’ın suratına indi. Bahadır cidden endişelenmişti, karşısında tam bir yavşak vardı, hem de öyle sıradan bir yavşak da değil gerçekten aptal bir yavşak. Bu adam Bahadır ne duymak istiyorsa onu söylemeye çalışacaktı, bu esnada da gerçekleri hiç çekinmeden saptıracak hatta yalanlar söyleyecek üstelik yalan söylediğini kendisi bile fark etmeyecekti. Bahadır bu karaktersiz heriften istediği bilgiyi nasıl alacağını düşündü. “Bana Tahir’le çocukluğundan başlatarak anlat.”  Uzun uzun anlatmaya başladı, anlattığı şeye dikkat eden biri onun Tahir’i kötülükler konusunda teşvik eden dalkavuk biri olduğunu anlayabilirdi. Fiziksel görünümü nedeniyle diğer köylü çocukları tarafından dışlandığından Tufan Tahir’e yanaşmıştı, Tahir’de Tufan’a hem ayak işlerini yaptırmış hem de onu bir süre yancı olarak tutmuştu. Tahir Tufan’ın ne kadar işe yaramaz olduğunu anlayınca ona yol vermişti. Tufan “Tahir en son şu yanındaki gibi gözleri olan (İlhan’ı işaret ediyordu) birileri ile görüşürken gördüm.” dedi. Bahadır “Nerde?” diye sordu. Tufan “Taşkını kalesinde.” dedi. Bahadır, Emin misin diye sordu, Tufan “Ahan da şu iki gözüm önüme aksın orda gördüm.” dedi. Yusuf araya girdi, “Taşkını Kalesi derken Yüksek Hisarın ötesindeki Taşkını’nından bahsediyorsun değil mi?” Tufan “Evet, Yüksek Hisarın ötesinde, Şivan’ın kontrolündeki taşkını.” Yusuf baya şaşırmıştı. Taşkını kalesinde Moğolların bulunması önemli bir meseleydi. Ama tek ipucu da buydu. Bahadır öğreneceğini öğrenmişti. Yusuf’a döndü, “soracak bir şey kaldı mı?” diye sordu. Yusuf “Hayır.” dedi. Bahadır bu yavşaktan daha fazla bilgi alamam diye düşündü kılıcını çekti ve Tufan’ın boynuna vurdu, Tufan kanlar içinde çırpınmaya başladı, Bahadır şaşırmıştı, onun durduğu esnada Yusuf kılıcını çekti yarım kalan işi bitirdi. Sonra Bahadır’a dönüp “Bilmiyorsan bilene söyle o yapsın!” dedi. Bahadır, “Öğreniyoruz, öğrenirken olur böyle hatalar.” Dedi. Tuğalp, “Amma soğukkanlı katilsin Bahadır, ben hayatımda hiç senin gibi ilk kez adam öldürürken böyle rahat olan görmedim.” Bahadır “ Eğer masum bir insanı öldürseydim kendimi asla affetmezdim. Kahrolurdum ama öldürdüğüm bir haydut. Eline fırsat geçse beni hiç tereddüt etmeden öldürecek, sağ kalırsa masum insanları öldürmeye devam edecek bir haydut. Mantığım onu öldürmemin hiçbir kötü yönünün olmadığını söylüyor, bu yüzden içim rahat.” Arif Bahadır ne derse desin ondan korkmak lazım diye içinden geçirdi. Haminne: Hanım nine kelimelerinden oluşan eski bir tabir. Genelde ninenin annesi için kullanılır. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi Yedinci Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi Yedinci Bölüm Üç günlük zorlu bir yolculuktan sonra Yüksekhisar’a vardılar. Hana yaklaştıklarında iyi giyimli kişilerden oluşan bir kalabalık gördüler. Kalabalıktan uzaklaşan karı koca bir çift vardı kadın kocasını azarlıyordu “Ne demek inciri satmıyorlarmış, sahibi yokmuş, sıkıştıramadım mı? arabacının eline birkaç altın. Bey sofrasında incir var ama benim, şehrin en zengin adamının kızının sofrasında incir yok, böyle bir şey olamaz!” Ezik adam çaresizce “Ama karıcığım, arabacı mal sahibinin birkaç güne döneceğini söyledi. Biraz beklesek olmaz mı.” Kadın “Ne çabuk babam sayesinde zengin olduğunu unuttun, bu gün inciri alacaksın Hulki yoksa seni boşarım!” Bahadır güleç bir yüz takındı ve çiftin yanına gitti. “Hanımım ben naçizane mal sahibiyim, sözlerinizi duydum ve bir kantar incir için ne kadar ödeyeceğinizi sormaya geldim. Kadın bağırdı “Kantar’ına on yok, yirmi altın ve bir araba alacağız!” Bahadır “Hanmefendi ben dürüst bir tüccarım o yüzden size kantarını ancak on altına satabilirim.” Bir arabada yirmi kantar mal vardı (Uzun yol olduğundan arabalar çok yüklenmiyor) kalabalığın gözleri önünde Hulki bir araba malı aldı ve yine kalabalığın gözleri önünde iki yüz altını verdi. Kalabalık hayretler içindeydi, çünkü bir kantar incir için on altın vermek çok pahalıydı, en kaliteli hurmanın kantarı dört altındı, en iyi kaysı kurusununki üç altındı ve bunlar esnafın halka satış fiyatıydı. Yani bu fiyatların en az üçte biri esnafın kârıydı. Ancak esnaflar ve evleri için incir almaya gelmiş zenginler elleri boş dönmeyi göze alamadılar, kantar başına on altın vererek tam on beş araba malı bir günde satın aldılar. Tuğalp “Bahadır, bişeyler döndü ve sen bu inciri çok pahalı sattın, bizim orda incir kurusunun okkası taş çatlasa yedi-sekiz akçeye satılır.” Yusuf araya girdi “Bu da incirin kantarı en fazla üç altın eder demek.” Bahadır “Bu incir birinci kalite ve ben bunun kantarını bir buçuk altından aldım.” Arif “Yine ucuz almışsın onu nasıl yaptın?” Bahadır “İncirleri Ahmet ağadan henüz dalındayken aldım, parasını erkenden Akhisardayken yollattım bu yüzden bana ucuza geldi.” Bahadır “Ama bu kalite incirin bizim orda kantar başı toptan satış fiyatı iki altın, esnafın halka sattığı fiyat ise sizin dediğiniz gibi üç altın. İşin aslı yola çıkmadan önce ben burda bu incirleri kantar başı dört- beş altına satmayı umuyordum.” Tuğalp “Peki ne oldu?” Bahadır “İncir insanın üzüntüsünü azaltır, hele ki cevizle yenince, haliyle incirin beyi iyileştirmesi bir sebepti tadı da güzeldir bu da bir sebep.  Ama bunlardan çok daha önemlisi var, bey benim tavsiyemle her sofrasına incir koymaya başladı, şehrin zenginleri bey sofrasına ne zaman gitseler inciri önünde gördüler. Tadını da o sofrada tattılar. Kendileri almak isteyince de hiç bir yerde bulamadılar, incir bir anda zenginlik göstergesi, itibar vesilesi haline geldi.” Arif “Planını anlamıştım ama özentiliğin bu kadar etkili olabileceği aklımın ucundan geçmezdi.” Bahadır “Zaten değil, manyak kadını hatırlıyormusunuz? Hani şu yıkık kocasını azarlayıp duran?” Yusuf “Kim unutabilir ki Allah herkesi öyle bir mahlukla evlenmekten korusun.” Bahadır güldü “Normalde ben özentilik etkisi ile hakkı buralarda dört altın kadar olan inciri altı altından satmayı umuyordum. Ama o manyak kadını sayesinde fiyatı nerdeyse bir kez daha katladım.” İlhan “Kadının yirmi altın teklifini kabul etmedin çünkü o fiyattan satsaydın başka kimse o fiyattan alacak kadar manyak olmadığından dört araba mal elinde kalacaktı, sadece bir araba mal satabilecektin.” Bahadır kafasını evet anlamında salladı. İlhan devam etti, “Ama fiyat on altın olunca ve herkesin gözü önünde bir araba mal aldıklarından diğerleri de incirin bu kadar değerli olduğuna ikna olup sana bu fahiş fiyatı verdiler.” Bahadır tekrar başını salladı. Tuğalp “Vay canına.” dedi. Bahadır hanın içine girdi, tüm malını üç yüz atmış altına almaya söz verdiği tüccar onu beklemekteydi. Bahadır adamın önünde parayı saydı ve “Beklemene değmiştir her halde?” dedi. Adam nerdeyse ağlayacaktı, tüm bu yolu bir akçe bile kazanmadan dönmekten kurtulmuştu. AÇIKLAMALAR (ALTERNATİF TARİH SEVENLER BURAYA!!!) Burda hikayeye biraz ara verip bazı şeyleri anlatmam gerekiyor, bu hikayedeki Türk devleti Osmanlı ya da Selçuklu değil (Herhalde mekan ve devlet adlarının farklı olmasından anlamışsınızdır), askeri, toplumsal ve yönetimsel bazı farklar var. Bu hikayedeki Türkler (Oğuzlar) atayurtlarından (Orta Asya) Tunguzlar tarafından kovuluyorlar, Tunguzlar Mançuryalılar olarak da bilinen bir göçebe topluluk. Türkler, Moğollar ve Tunguzlar Orta Asya'daki üç göçebe halktır, Tunguzlar Moğollardan ve Türklerden ayrı bir millettir, Tarihte Mançuryalılar olarak da bilinirler, Çinin kuzeyinde yaşarlar(dı). Mançuryalılar normal tarihte bin altıyüzlerde Çinin kontrolünü ele geçirmiştir. Çinliler o filmlerde gördüğünüz saçma sapan at kuyruğunu kendi keyiflerinden değil Mançu imparatorları Çinlilere saçlarını at kuyruğu yapmayı zorunlu kıldığı için yaparlardı.  Ancak bu hikayede Tunguzlar Çinin kontrolünü dokuz yüzlü yılların başında ele geçirdi ve yenilmez bir güç oldular. Hem Tunguzların süvarilerine hem de Çinin kalabalık piyade gücüne sahip bu yeni Çin imparatorluğu Türkleri inanılmaz bir güç üstünlüğü ile yendi, Türkler Güneybatı yönünde İran'a ve Anadolu'ya doğru kaçtılar Anadolu'nun kapılarını bizdeki gibi 1071’de değil 983’de açtılar. Ancak bu kaçış esnasında Türk boyları bütünlüklerini koruyamadı ve dağılıp birbirine karıştı. Bu durum Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki boyları bölerek güçlerini dağıtmaya yönelik iskan politikasını gereksiz kıldı. Aynı zamanda uç beyi uygulamasını da gereksiz kıldı (ortada uç beyi yapılacak boy beyleri yoktu tüm boylar birbirine karışmıştı). Bunun yerine savaşlarda yer alan savaşçılara fethedilen yerlerde kendilerine ait topraklar verildi. Her yeni gelen Türk ailesi kendi toprağı için savaştı ve ele geçirilen yerlerde kendilerine verilen toprağa yerleşti. Bu toprakların aidiyeti Osmanlı ve Selçukluda olduğu gibi devlete değil bireye aitti. Üretim dengesini korumak için, toprakların miras yolu ile aşırı küçük parçalara bölünüp kullanılmaz hale gelmesini önlemek için ve toprakların birkaç zengin toprak sahibinin elinde toplanmaması için bir sürü kanun yaptılar ancak burda o kanunları anlatıp konuyu uzatmayacağım. Ancak toprak devletin olmayınca tımarlı sipahi diye bir şey de yok. Bunun yerine ilginç bir asker sistemi var birden fazla erkek çocuğu olan aileler yarı yarıya az vergi vermek için on yediden büyük otuz beşten küçük bir erkek evlatlarını asker olarak subaşına kaydettirebiliyorlar, bu çocuk asker olarak kayıtlı olduğu sürece aile yarım vergi veriyor (haliyle bu kadar büyük bir vergi farkı olunca birden fazla erkek evladı olan herkes çocuğunu kaydettiriyor). Ailenin vergi oranına yani varlık seviyesine göre bu askerin donanımı olmak zorunda, yani fakir ailenin çocuğundan sadece bir at, yay ve mızrak olsun yeter denirken zengin ailenin çocuğundan düzgün bir zırha güzel bir kılıca ve elbette yaya sahip olması bekleniyor. Bu askerlere seçeri sipahi (seçeri seçilmiş asker sipahi ise süvari (atlı asker) anlamında) adı veriliyor ve sonbahar kış arası üç ay boyunca subaşının yanında eğitim yapmak zorundalar. Aynı zamanda ne zaman savaş çıksa silahlarını alıp başlarında subaşı eşliğinde savaşa gitmeleri gerekiyor. Bunun dışında şehirlerde, Başkentte yetiştirilmiş maaşlı askerler bulunuyor. Bunlar aslında yeniçerinin karşılığı ve genelde yayalar fakat yeniçeriler gibi devşirme değiller, ünüformaları da yeniçerilere değil erken dönem Osmanlıdaki yayalara benziyor, yani Miğfer, zincir zırh, yay, ok, kısa kılıç ve kalkan ana silahları. Esas görevleri kale korumak ve kale almak olduğu için bu silahlar ideal. Bu iki işte de epey iyiler. Aynı zamanda kent merkezlerindeki subaşıya bağlı olduklarından kasabalardaki ve köylerdeki seçeri sipahiler gibi yaya çerilerde (kendilerine bu ad veriliyor genelde sadece çeri olarak kısaltılıyor) şehir merkezinde polis/jandarma görevi yapıyorlar. Elbette yaya çeriler profesyonel asker oldukları için lojistikten, istihkama ve kuşatma silahlarının yapım ve bakımına çok işler üstleniyorlar. Devletle ilgili bir diğer şeyse saltanat durumu, (devletin Osmanlı ya da Selçuklu gibi bir adının olmamasının sebebi de bu) hanedanlar yok, gerçek tarihteki Memlüklere benzer bir şekilde beyler arasından en sevileni beylerin, vezirlerin, yüksek rütbeli komutanların ve yüksek rütbeli kadıların katıldığı bir seçimle ölen sultanın ardından sultan olarak seçiliyor. Sultanın çocuklarının seçime girmeye hakkı var ancak kendisini çok becerikli biri olarak ispatlamadıysa seçilme ihtimali yok. Sultan bir kez seçildikten sonra mutlak yetkilere sahip, ölene kadar istediği beyi ve ya komutanı hiç bir yargılama olmadan görevden alma, malını müsadere etme ve idam etme yetkisi bulunuyor. Bu yetkiler yüzünden sultanın büyük bir otoritesi oluyor. Bu arada tarih bilgisi kuvvetli olanlar çoktan anlamıştır ama Gulam devleti Memluklerin Fars Şahlığı ise İran'ın karşılığı. Neyse hikayeye dönelim, inşallah bu ayrıntılarla canınızı fazla sıkmamışımdır. Hikayeye Devam Ekip han masasında oturmuş konuşuyordu Tuğalp “Şimdi ne yapacağız Bahadır?” diye sordu. Bahadır biraz başını kaşıdı, “Bekleyeceğiz” Yusuf’a döndü, “bu beylik talimnamesi ile buradan asker alabilirmiyiz?” Yusuf “Alabiliriz, kaç adam lazım?” "Planın birinci kısmı için on adam lazım ama onları Atıf beyden alamayız, ikinci kısmı içinse iki yüz atlı lazım.” Bu esnada Yusuf erik hoşafı içiyordu, iki yüz rakamını duyunca ağzındaki hoşafı ortalığa püskürttü. Ardından ağzını silip konuşmaya başladı. “On adamı bu kadar paran varken çok kolay buluruz ama iki yüz atlıyı bey emri ile bulamayız, beylerin sultan emri ya da acil bir durum yokken seçeri sipahileri toplaması yasaktır.” Tuğalp “On adamı niye Atıf beyden alamıyoruz?” diye sordu. Bahadır “Onlar Moğolları avlamak için, Moğollardan birkaçını canlı ele geçirmek için sayıca üstün olmak faydalı olacaktır, ancak biliyorsunuz, yakaladığımız Moğolları sorguladıktan sonra Akhisar’a götürmeliyiz, Atıf beyin duygusallığına güvenemeyeceğimiz gibi şüphelendiğim başka bazı şeyler var. Bu yüzden Moğollardan canlı yakaladıklarımızı Yüksekhisara sokmadan Akhisara götürmeliyiz.” Ekip başlarını evet anlamında sallayarak ve haklısın diyerek Bahadır’ı onayladı. Yusuf “Moğolların gelmesine daha iki buçuk hafta var, bu sürede ne yapacağız?” Bahadır “Ben kılıç ve yay çalışmak niyetindeyim. Bu arada yarın gidip bu şehirdeki zanaatkarlara birkaç şey sipariş edeceğim. Bunun dışında birkaç ticari işim var, size gelince arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında her birine ellişer altınlık keseler verdi. Arif “Bizim maaşımızı bey veriyor Bahadır.” dedi. Bahadır “Abi, bana görevle ilgili ettiğiniz yardımlar tamam bey maaşınızı verdi yaptınız ama ticaretime ettiğiniz yardımın bir karşılığı olmalı. Bu para size ananızın ak sütü gibi helal.” Yusuf “Arif itiraz etme, aranızda en zengininiz benim, ben bile en son ne zaman elli altınım oldu hatırlamıyorum. Bırak paranın keyfini çıkaralım.” İlhan sırıtarak handan çıktı, Yusuf “Bu nereye gidiyor?” diye sordu. Tuğalp “Çarşıda bir küheylan gördü, yüz altına satıyorlardı, her halde elli altına kadar indirtebileceğini sanıyor.” Yusuf “Küheylanlar çok güzeldir ama atlı okçuluk yapacaksan Türk atı kullanacaksın.” Tuğalp “Zaten sürekli kullanmak için almıyor, bunca yıllık dostluğumuz var, İlhan’ın at yarışı kazanmaya olan merakını bilmiyorsun.” Yusuf başını evet anlamında salladı “Doğru, bizimki bu işlere pek bi meraklıdır.” (Küheylan soylu Arap atı demektir.) Yusuf “Neredeyse unutuyordum, şu iki yüz atlı ne için lazımdı Bahadır.” Bahadır “Önce şu Moğolları yakalayalım. Ya da dur, Yusuf sen bir yerlerden iki yüz atlı bulabilirmisin, kaç para gerekir?” Yusuf düşündü “Buralarda paralı asker bulunmaz, belki seçeri sipahilere para versek bizim için savaşırlar diyeceğim ama yapmazlar. Sultan emri olmadan silahlanmak isyana girer.” Bahadır, “O zaman işi zamana bırakalım.” Bu esnada Bahadır keçi derisi çarıkları ve keçi kılı küllüahı olan bir tüccar fark etti, “Şu adam Kurmançi midir?” diye Yusuf’a sordu Yusuf “olabilir” dedi. Bahadır yerinden kalkıp adamla kısa bir süre bir şeyler konuştu. Yusuf Bahadır’ın yüz ifadesinden bir şeyleri çözmüş olduğunu anladı. Bahadır masadan kalktı “Abi, bi kılıç talimi yapalım.” dedi Handan dışarı çıktılar, Yusuf’la Bahadır kılıç talimine başladılar. Bir saat sonra İlhan yüzü asık bir biçimde geldi “Bahadır, sen tüccar adamsın şu at tüccarıyla bir de sen pazarlık et.” dedi. Bahadır kılıcını kınına soktu. Bahadır önde İlhan ve Yusuf arkada çarşıya yürümeye başladılar. Bahadır İlhana “Bu iş için kaç paran var?” dedi İlhan “elli yedi altın yirmi iki akçe ve elini cebine attı iki de şundan” elinde gümüş Fars parası vardı, Bahadır boyutlarına bakarak her halde tanesi iki açke ediyordur diye düşündü. Bahadır bu sefer “Toplamda ne kadar paran var.” diye sordu İlhan “elli yedi altın yirmi iki akçe ve elimdeki.” Bahadır iç çekti, Yusuf pek belli etmemeye çalışarak gülüyordu. At tüccarının yanına vardılar, Bahadır ata yaklaştı, çok güzel doru (kırmızı) bir Arap atıydı, gerçek bir küheylandı. Biraz başını okşadı. Satıcıya dönerek “Kaç paradır bu?” diye sordu Satıcı keyfiyeli, entarili bir Araptı, ağır bir Arap aksanıyla “yüz altın.” dedi. Bahadır Atın başını okşamaya devam ederek “Kaç yarış kazandı bu?” satıcı “Hiç kazanmadı.” dedi. Bahadır Yusuf’a yanaştı kulağına “İlhan benim parayı vermemi mi yoksa adamı dolandırmamı mı istiyor?” dedi Yusuf “Parayı vermeyi teklif edersen İlhan bunu hakaret sayar, hiç bir şey vermeden atı alırsan da bunu hırsızlık olduğundan kabul etmez, kısaca senden mucizevi bir pazarlık bekliyor.” Bahadır bir iç çekti. At sahibine döndü, “Bu at kaç yaşında.” Adam “Beş” dedi. Tavrı defol git!” der gibiydi. Bahadır, “Yazık bu ata beş yaşına gelmiş ama hiç yarışmamış.” Arap at tüccarı “Paran varsa al istediğin gibi koştur.” dedi. Bahadır “Bu at bize kaça olur.” dedi, tüccar sen kimsin ki der gibi baktı “Yüz on altın olur.” dedi, kendi espirisine kendi güldü. Bahadır oldukça inandırıcı bir rol yaparak öfke ile bağırmaya başladı “Sen bu atı hak etmiyorsun, sen bu atı hak etmiyorsun!” Sonra “Benim gibi bir çocuk bile seni at yarışında yener, hemde bu atı kullanırken!” Adam “Hadi ya!” dedi. Bahadır “onbeş altınına bahse girerim!” diye bağırdı. Arap tüccar “Atını getir de görelim!” dedi. Bahadır İlhana dönerek “Atımı getirir misin?” dedi İlhan hana doğru koşmaya başladı. On beş dakika sonra çarşıdaki insanlar sağa sola kaçışıyordu, İlhan Bahadır’ın atına atlamış ve dört nala handan buraya gelmişti. Bahadır İlhan'ı ilk kez böyle hevesli görüyordu. Kendi kendine bu işi sakın batırma dedi. Arap tüccar Bahadır'ın atının koşuşunu görmüştü, hemen atın genç olduğunu ve türünün oldukça iyi bir örneği olduğunu anlamıştı ama kendi atı en asil at soylarından bir Arap atıydı elbette bu Türk atına kaybetmeyecekti. Yarışmak için şehrin dışına çıktılar, düz bir alan buldular. Bahadır yaklaşık üç km edecek bir mesafeyi gösterip “Şurdan şuraya yarışacağız, eğer beni geçersen sana onbeş altın vereceğim ben kazanırsam sen bana onbeş altın vereceksin” Arap tüccar sırıttı “sen bilirsin evlat.” Yusuf ve İlhan ne olacağını merakla izliyordu. Yusuf İlhan’a dönüp “Galiba onbeş altını kazanınca tekrar pazarlık edip atı alacak.” dedi. İlhan “İyi de kazanamaz ki.” dedi. Yusuf bu işe akıl erdiremedim diye düşünüp izlemeye başladı. İlk yarışı yaptılar, iki atta dört nala koşuya başladı, koşu için çok daha iyi olan Arap atı arayı açmaya başlar başlamaz Bahadır atını eşkin koşturmaya başladı (eşkin dört nalın bir alt seviyesi) Arap atı yolun yarısını dört nala gitti. At tüccarı yolu yarıladıktan sonra arkaya baktı ve fark attığını anladı, atını biraz yavaşlattı. Yarış bitince Bahadır tüccarın eline tek tek onbeş altını saydı ardından tekrar bağırmaya başladı “Bu sayılmaz, otuz altına bahsine varım eğer iki tur koşsaydık seni yenerdim.” At tüccarı kesesine girmiş olan onbeş altının keyfiyle “Peki tekrar yarışalım çocuk.” dedi.  Tekrar yarışa başladılar, bu sefer iki atta eşkin gitti. Bahadır bu sefer daha az farkla yenilmişti. Altınları çıkardı ve adamın eline atmış otuz saydı. Ardından “Hayır bu sadece bahtsızlıktı, dört tur yarışalım, eğer tekrar kaybedersem bu at artık bana yaramaz, sana atmış altının yanı sıra atımı vereceğim!” Tüccar “Yok öyle yağma senin işe yaramaz atınla benim atım bir mi?” dedi Bahadır “Eğer ben kazanırsam sadece atı alacağım.” dedi. Tüccar tekrar kazanacağından emin Bahadırla el sıkıştı. Yarış başladığında İlhan pis pis sırıtıyordu, Yusuf bu sefer Bahadır’ın kesin kazanacağını İlhan’ın sırıtışından anladı. Yarışta uzun süre Arap atı önde gitti, ama dördüncü turun yarısında Bahadır arayı kapadı ve yarışın son iki yüz metresine kadar rakibinin dört beş metre ardından atını koşturdu, sonra anda dört nala atını koşturmaya başladı, Tüccar küheylanını dört nala kaldırdığında yarışın bitmiş olduğunu fark etti.  Bahadır yarışı kazanmıştı. Tüccar acı içinde bir atına bir Bahadır’a bakıyordu. İlhan ve Yusuf yanlarına geldiler tüccar aksanını çatlata çatlata bağırıyordu “Hayır, siz benim atımı alamazsınız, hem kumar yasak, sizi kadıya şikayet ederim.” Bahadır “Bahisleri kazanıp altınları alırken öyle demiyordun ama”  bu esnada İlhan Adamın ensesine elini attı ve karnına hançerini dayadı “Bak tüccar bozuntusu, eğer anlaşmaya uymazsan burdan canlı çıkamazsın, eğer kadıya gidersen de ertesi güne canlı çıkamazsın.” İlhan adamın gözlerinin içine baktı “Seni öldüreceğimden hiç şüphen olmasın.” dedi. Adam korku içinde kafasını salladı, atı bıraktı, kesesini çıkarttı Bahadır “Para kalsın, biz sadece kazandığımızı istiyoruz.” dedi. Adam başını tekrar sallayıp şehre doğru koşmaya başladı. Bahadır sen ne olduğunu biliyorsun der gibi İlhana bakıp avcunu uzattı, İlhan kesesini çıkardı ve kırkbeş altını Bahadır’ın avcuna saydı. Yusuf, İlhana dönüp “Ben anlamadım, Bahadır’ın son seferde yarışı kazanacağından emindin nereden biliyordun?” İlhan “Arap atları sadece hızlı değildir çok dayanıklıdır, dünyada Arap atlarından daha dayanıklı at çok azdır.” Yusuf “Eee?” İlhan “Türkmen atı o daha dayanıklı nadir at türlerinden biridir” dedi. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Hikaye Oku;
Tumblr media
Hikaye Oku; "Yüzü Dönük" Hikaye Oku; Emir subayı, “Ne yapacağız şimdi?” dedi kaygı ve heyecan içinde. “Gömeceğiz onu,” dedi Timothy Lean. İki subay, yoldaşlarının, ayaklarının dibinde yatan cesedine baktılar. Yüzü çivit mavisiydi; ışıldayan gözleri göğe bakıyordu. Orada dikilmiş duran ikisinin tepesinden kurşunlar vızır vızır geçiyordu, Lean’in Spitzbergen piyadelerinden oluşan bitkin bölüğü, tepenin başından ölçülü bir yaylım ateşi açmıştı. “Daha iyi olmaz mı…” diyecek oldu emir subayı. “Gömme işini yarına bıraksak.” “Hayır,” dedi Lean. “Bu mevziyi bir saat daha tutamam. Geri çekilmek zorundayım, o yüzden koca Bill’i gömmek zorundayız.” Emir subayı, “Tabii,” dedi duraksamadan. “Senin adamların istihkâm aletleri var mı?” Lean, arkasına dönüp küçük taburundakilere seslendi; iki asker ağır ağır oraya geldi, birinin elinde kazma, öbüründe kürek. Rostina keskin nişancılarının 1 bulunduğu yöne doğru baktılar. Kulaklarının yakınında kurşun yağıyordu. “Şurayı kazın,” dedi Lean sert bir sesle. Bunun üzerine askerler bakışlarını önlerindeki çimenliğe indirdiler; kurşunların nereden geldiğine bakamadıkları için telaş ve korku içindeydiler. Toprağa inen kazmanın tekdüze sesleri yakınlarından vızır vızır geçen kurşunların çatırtılarına karışıyordu. Biraz sonra öteki er küreklemeye başladı. “Bence,” dedi emir subayı usulca, “ceplerini bir arasak iyi olacak.” Lean başıyla doğruladı. İkisi de tuhaf bir dalgınlıkla cesede baktı. Sonra Lean birden omuzlarını dikleştirip canlandı. “Evet,” dedi, “ceplerinde ne varmış, bir bakalım.” Diz çöküp elleriyle subayın cesedini yokladı. Ama elleri ceketin düğmelerinde duraladı. İlk düğme kurumuş kandan kiremit rengini almıştı; Lean düğmeye dokunmaya cesaret edemiyor gibiydi. “Hadisene,” dedi emir subayı boğuk bir sesle. Lean kaskatı kesilmiş elini uzattı, parmakları kana bulanmış düğmelerde titreyerek dolaştı. Sonunda yerinden doğrulduğunda yüzü sapsarıydı. Bir kol saati, bir düdük, bir pipo, bir tütün kesesi, bir mendil, küçük bir iskambil kutusu ve bazı belgeler bulmuştu. Emir subayına baktı. Bir sessizlik oldu. Emir subayı, bu korkunç işi Lean’e yaptırmakla korkaklık ettiğini geçiriyordu aklından. “Evet,” dedi Lean, “sanırım hepsi bu kadar. Kılıcıyla tabancası sende mi?” Emir subayı, suratını buruşturarak, “Evet,” dedikten sonra, birden öfkeye kapılarak iki ere döndü, “Çabuk kazın şu mezarı!” dedi. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Duymadınız mı, çabuk olun! Bu kadar salağını da…” O öfkeden kudurarak bağıradursun, iki er can derdindeydi. Başlarının üzerinden durmadan kurşunlar geçiyordu. Sonunda mezar kazıldı. Dört dörtlük bir mezar olduğu söylenemezdi –derin olmayan, küçük bir çukur işte. Lean ile emir subayı hiçbir şey demeden bir kez daha tuhaf bir biçimde bakıştılar. Sonra emir subayı birden garip bir kahkaha patlattı. Sinirlerinin altüst olmasından kaynaklanan ürkünç bir kahkaha. “Pekâlâ,” dedi Lean’e alaycı bir sesle, “yuvarlayalım şunu mezara, bitsin gitsin.” “Tamam,” dedi Lean. İki er, ellerindeki kazmayla küreğe dayanmış, bekliyordu. “Sanırım, onu mezara biz kendimiz yerleştirsek daha iyi,” dedi Lean. Emir subayı, cesedin üstünü Lean’e arattığını anımsamışçasına, “Haklısın,” dedikten sonra cesaretini toplayıp eğildi, ölü subayı giysisinden tuttu. Lean de ona el verdi. İkisi de parmaklarının cesede değmemesine özen gösteriyordu. Cesedi var güçleriyle sürüklediler; kaldırıp mezarın içine bırakıverdiler. Sonra doğrulup yine birbirlerine baktılar – hep birbirlerine bakıyorlardı zaten. Rahat bir nefes almışlardı. Emir subayı, “Sanırım,” dedi, “sanırım bir şeyler söylememiz gerekiyor. Cenaze duasını biliyor musun, Tim?” “Mezara toprak atmadan cenaze duası okunmaz,” dedi Lean bilgiççe dudak bükerek. Emir subayı, yaptığı yanlışın şaşkınlığıyla, “Yok yahu!” dedi. Sonra birden, “Boşversene,” diye bağırdı, “hadi, daha bizi duyabilecekken bir şeyler söyleyelim.” “Tamam,” dedi Lean. “Peki, sen biliyor musun duayı?” Emir subayı, “Tek bir kelimesi bile gelmiyor aklıma,” dedi. Lean son derece ikircikliydi. “Birkaç kelimesini söyleyebilirim, hepsi o kadar…” “Söyle o zaman,” dedi emir subayı. “Ne kadarını biliyorsan. Hiç yoktan iyidir. Hayvan herifler tam üstümüze ateş ediyorlar.” Lean, iki askere bakıp, “Hazırol!” diye haykırdı. Askerler topuk vurarak hazırola geçtiler; yaslı bir havaya bürünmüşlerdi. Emir subayı miğferini çıkarıp önüne aldı. Lean, başı açık, mezarın başında durdu. Rostina keskin nişancıları aralıksız ateş ediyorlardı. “Ey Yüce Tanrım, arkadaşımız ölümün derin sularına battı, ama ruhu boğulmakta olanların dudaklarından yükselen kabarcıklar gibi Sana atıldı. Yalvarırız, Yüce Tanrım, uçuşan şu küçük kabarcıktan yardımını esirgeme ve…” Lean, duayı kısık sesle ve utanarak okumasına karşın, buraya kadar hiç duraksamamıştı, ama tam orada umarsızlığa kapılarak durdu ve cesede bakakaldı. Emir subayı ürkek ürkek yaklaştı. “Ve Senin yüce doruklarından,” diye başlayacak oldu, ama o da sürdüremedi. Lean de, “Ve Senin yüce doruklarından,” diye yineledi. Emir subayı, birden Spitzbergen gömme töreninden bir söz anımsayınca, hepsini anımsamış da sonuna kadar sürdürebilirmiş gibi muzaffer bir edaya büründü. “Ey Yüce Tanrım, merhamet et…” “Ey Yüce Tanrım, merhamet et…” dedi Lean de. Emir subayı da, “Merhamet,” diye yineledi ve hemen sustu. “Merhamet,” dedi Lean de. Sonra birden acımasızlaşarak iki askere döndü ve yabanıl bir sesle, “Atın toprağı,” dedi. Rostina keskin nişancıları hiç şaşmadan, aralıksız kurşun yağdırıyorlardı. Yaslı görünen erlerden biri, elinde küreği, öne çıktı. Toprağa daldırdığı ilk küreği kaldırdı, ama bir an nedense duraksadı ve çivit mavisi yüzüyle mezardan sert sert bakan cesedin üzerinde öylece tuttu. Sonra da küreği boşalttı – cesedin ayaklarının üstüne. Timothy Lean, üstünden binlerce ton yük birden kalkmış gibi hissetti kendini. Askerin kürekteki toprağı cesedin yüzüne boşaltacağını sanmıştı. Oysa ayaklarına boşaltmıştı. Ne büyük bir başarıydı ama… hah, hah! İlk kürek cesedin ayaklarına atılmıştı. Ne kadar hoş! Emir subayı sayıklamasına bir şeyler söylemeye başladı. “Evet, elbette… onca yıllık muhabbetimiz var bu adamla… olamaz… can dostunu savaş meydanında çürümeye bırakamazsın kardeşim. Durma, Tanrı aşkına, doldur küreği, boşalt toprağı, hadi.” Elinde kürek olan asker birden öne kapandı, sağ eliyle sol kolunu tuttu, emir beklercesine subayına baktı. Lean küreği yerden aldı. “Geri saflara git,” dedi yaralı ere. Öteki askere de, “Sen de koru kendini,” diye seslendi, “ben bitiririm bu işi.” Yaralı asker, kurşunların geldiği yöne hiç bakmadan, bayırdan yukarıya doğru tabanları kaldırdı; öteki er de aynı hızla ardından fırladı, ama koşarken tam üç kez dönüp kaygıyla arkasına baktı. Çoğu zaman, vurulanla vurulmayanı ayıran budur. Timothy Lean küreği toprağa daldırdı, bir an durduktan sonra, yüzünü tiksinircesine buruşturarak toprağı mezara attı; toprak pat diye mezara düştü. Lean birden durdu, soluklanan bir işçi gibi alnının terini sildi. “Belki de yanlış yaptık,” dedi emir subayı. Alıkça bir bakış dolaştı yüzünde. “Onu tam bu sırada gömmeseydik daha iyiydi belki de. Ama tabii yarına bıraksaydık, o zaman da ceset…” Lean, onun üstü olmadığına bakmadan, “Lanet olsun,” dedi, “çenen tutulsun. Kıdemli subay değildi o.” Küreğe yeniden toprak alıp mezara boşalttı. Toprak her seferinde pat diye bir ses çıkarıyordu. Lean, bir süre, kendini bir tehlikeden kazıp çıkarıyormuşçasına, mezara çılgınca kürek attı durdu. Çok geçmeden, cesedin çivit mavisi yüzünden başka bir şey görünmez oldu. Lean, küreği bir kez daha doldurduktan sonra emir subayına dönüp, “Aman Tanrım!” diye bağırdı. “Adamı mezara koyarken neden yüzükoyun çevirmedin? Şimdi…” Artık kekelemeye başlamıştı. Emir subayı anlamıştı. Benzi kül gibi oldu. Yalvarırcasına, “Devam et, be adam,” diye inledi. Lean, kürekteki toprağı savuruverdi. Toprak bir sarkaç gibi eğri çizerek savruldu. Mezara düştüğünde pat diye bir ses çıkardı. Stephen Crane Dehşetli Hikayeler, Dünya Klasikleri, Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Bahadır Efsanesi 1. Bölüm
Tumblr media
Bahadır Efsanesi 1. Bölüm Hikayemiz küçük bir köyde başlıyor. Bahadır annesi ile babasının sevinçle karşıladıkları ilk çocukları, fakat Bahadır daha iki yaşındayken annesi karın ağrısından vefat eder. Baba tek çocuğu ile baş başa kalır. Bahadır babası tarafından halasının yanına yollanır, orada halasının çocukları ile birlikte büyür. Hala oğulları ile koşup oynayarak 8 yaşına ulaşır. Halası yeterince büyüdüğüne kanaat getirip Bahadırı babasının yanına yollar. Bahadır babasının yanında kendi köyüne dönmekteydi. Babasını sadece bir kaç defa görmüştü. Yüzü, genç yaşına rağmen acılarla buruşmuş bu adam kendisine dönmüş, merakla bakıp duran Bahadıra dönüp gülümsemeyi denedi. Ancak yüzü gülmeyi unutmuş gibiydi. Bahadır babasının yanında cılız ot ve ağaçların olduğu patika yolda ilerlemeye devam etti. Kerpiçten, boyasız (bütün evler öyleydi) evlerine ulaştıklarında baba acıkmış oğluna bir miktar koyun sütü getirdi. Bahadır hala bütün dikkati ile babasına bakıyordu. Sütünü içerken de dikkatini dağıtmadı. Bahadır babasının yanında tarlaya gitmeye başladı, adamcağız çocuktan hiç bir şey istemiyordu, bütün işi kendi yapıyordu. Bahadırın kolayca yapabileceği su getirme gibi işleri bile. Bahadır kendiliğinden, sessiz babasına yardım etmeye başladı. Köyün bir kilometre dışındaki kaynaktan her gün testi ile su getiriyordu. Babasının yirmi koyununu bizzat otlatıyordu. Aylar geçtikçe Bahadır babasının sessizliğine iyice alıştı. Diğer evlerin uzağında olan evi yüzünden sadece kaynakta su doldurduğu zamanlarda konuşacak birileri oluyordu bahadırın. Köyün kızları ile genelde otların çıkmasından yağmurun yağmasından, topraktan konuşuyorlardı. Bahadır kendisinden daha büyük olan kızların oğlanlar hakkında konuşmasına pek anlam veremiyordu, zaten pek aralarına da girmiyordu. Bahadır babasının pek büyük olmayan tarlasını nasıl sürdüğünü görünce çok üzüldü, adam sabanını bir tarafına eşeğini geçiriyor diğer tarafına kendi giriyordu. Güç bela tarla sürüyordu. Bahadır diğer çocuklara göre daha meraklıydı, koyunları otlatırken genelde yaşlı koyunun üzerinde acımasızca deneyler yapardı. Hayvana ormanda bulduğu çeşitli bitki ve mantarları yedirir ardından etkilerinin ne olduğunu incelerdi. Bu huyu yüzünden yaşlı koyuna zehirli mantar yedirdi. Hayvan acı içinde kıvranmaya başlayınca Bahadır yanında taşıdığı çakısını çıkarıp acı içindeki hayvanın boğazını besmele çekerek kesti. Ardından babasını çağırmayı düşündü. Fakat hayvanın etinin zehirlenmiş olabileceği şüphesi ile etten bir parçasını ölü hayvanın kokusuna gelmiş kargalara attı, kargalara bir şey olmadığını görünce hayvanın geri kalanına ilişmesinler diye üstünü taşlarla örtüp sürüyü yanına alıp eve döndü. Babası ile tarladan koşup geldiler baba yaşlı koyunu sırtlayıp eve götürdü. Babası Bahadırı hiç azarlamadı, sadece “Murdar etmemişsin aferin.” dedi. Bahadır yine koyunlarını otlatırken bir at sürüsüne denk geldi, sürüde elli atmış kadar at vardı. Bahadır kafasında bu yaban atları ile ilgili bir plan yaptı. Her gün koyunlarını otlatırken atlara yaklaşıyor taylığının sonlarında olan 4 taya babasının eşeğinin en sevdiği otlardan veriyordu. Bu taylara aylarca her gün ot getirdi ve verdi zaman içinde hem taylar büyüdü at oldu hem de Bahadır’a iyice alıştılar. Bahadır yaşlı koyun üstünde yaptığı deneyler sırasında koyunu uyutan uyku tohumu adını verdiği bir bitki tespit etmişti, bu bitki nadirdi fakat tohumları doğru zamanda toplanınca uyku ilacı etkisi yapıyordu. Bahadır yine her gün olduğu gibi atlara ot götürdü fakat bu sefer içlerine bu uyku tohumundan bolca serpti. Ertesi gün geldiğinde dört genç at oldukları yerde uyuyup kalmışlardı, Bahadır sürünün geri kalanının beklemediği bu dört atın boynuna birer ip bağladı. Atlar uyandıklarında ne yapacaklarını bilmez haldelerdi, tanıdıkları Bahadırı inat etmeden takip ettiler. Bahadır aylarca emek vererek de olsa atları peşine takıp köye evine getirmişti. Bahadır’ı atlarla gören babası suratına bir tokat patlattı, Bahadır şoktaydı tüm bu emeği babasını tarla sürerken, harman yaparken çektiği rezilliklerden kurtarmak için vermişti. Babası Halil “Ben sen hırsız olasın diye mi yetiştirdim!” diye bağırdı. Bahadır sakince “Baba ben bu atları çalmadım, bu atlar sahipsiz yaban atıdır dedi.” Halil oğluna azar çekmek yerine atları süzdü, bu dört genç atın hiçbirinin ne yelesi kırpılmış, ne kuyruğu bağlanmış ne de sırtı tımarlanmıştı Başını eğdi, gözünden iki damla yaş süzüldü “kusura bakma oğlum” diye inledi. İki üç ay boyunca Halil oğlunun getirdiği atları ahıra alıştırdı, üstlerine binilir hale getirdi. Bahadır artık su getirmeye at sırtında gidiyordu. O sene Halil sabana kendi girmedi iki genç ve güçlü at sabanı çekti. Su getirirken Bahadır kızların ona “Atı nasıl aldın Bahadır.” diye seslenmesi üzerine Bahadır “Almadım, yabanda buldum kendim yetiştirdim.” dedi. Kızlar inanmadı “Hadi ordan, kandırıkçı.” dediler. Bahadır aldırmadı. Bahadır koyunları otlatmayı tamamladığı bir günün sonunda atına atlayıp ikindi gezmesine çıktı, yolda başı yanık hırpani elbiseler içinde yaşlı bir adama denk geldi, adam sırtına bir çuval yüklenmiş hışlaya hışlaya yoluna gidiyordu. Bahadır “Nereye gidiyorsun bey amca” diye seslendi yaşlı adam, “İlerdeki değirmene.” diye cevap verdi, Bahadır yaşlı adama acımış olacak ki “Seni oraya kadar götüreyim.” dedi. Yaşlı adamı ata bindirdi ve çuvalını ata yükledi, ve bir saat mesafedeki değirmenin bulunduğu kasabaya adamı götürdü. Adam değirmene gelince “Evlat beni iki dakika bekleyiver.” dedi, değirmene çuvalla girdi, çuvalsız üstünde düzgün elbiselerle çıktı, ardından ata atladı. “Bahadır, “Bey amca ben evime gideceğim, geç oldu, kusura bakmazsan in atımdan” Adam “Bu nereden senin atın oluyor, bu benim atım, seni bacaksız velet kaybol.” dedi. Bahadır önce şaşırdı, sonra çevreye insanlar toplanmaya başlayınca “Delirdin mi yoksa bana iyiliğimi böyle mi ödüyorsun?” dedi adam “Çocuk sen deli deli konuşma kim bacak kadar velede at verir, birde utanmadan benim gibi yaşlı bir adamın atına göz dikiyorsun.” Bahadır baktı bu iş olmayacak, “kadıya gideceğiz!” (Kadı: Günümüzdeki hakim’in görevlerini üstlenen kişi, aynı zamanda çalıştığı bölgeye göre kaymakamlık görevlerinin de bir kısmını yapabilir.) diye bağırdı. Meraklı kalabalık yüzünden yaşlı dolandırıcı Bahadır’a itiraz edemedi. Bahadır dersini almıştı, bir daha tanımadığı bir kişiye nah yardım ederdi. Kadı’nın evire vardılar, kadı evinden çıktı, önce Bahadırı sonra yaşlı adamı dinledi. Bahadır “Bu adama acıdım atıma aldım, değirmenden çıktı atımı sahiplendi.” dedi, Yaşlı hırsız “Ben bu çocuğu ilk defa değirmen çıkışı gördüm delimidir nedir bu at benim diye on yıllık atımı sahiplendi.” Bahadır kadının boş boş bakındığını gördü, kadı ne yapacağını şaşırmıştı, “Bu atın kime ait olduğuna dair şahidi olan var mı?” diye sorunca Bahadır, “Bana izin verin yarına yirmi şahitle buraya geleyim.” Dedi, yaşlı hırsız “Kendi gibi yirmi yalancı velet bulup gelirsin, muzır velet.” dedi ardından “Benim şahidim var” dedi, üstü unla kaplı değirmenci “ Ben şahidim kadı efendi bu at on senedir bu ihtiyar adamındır.” Diye söze girdi. Bahadır sinirle güldü, ardından “Kadı efendi, lütfen bir nalbant çağıralım.” Kadı Bahadır’ın yüzüne baktı, hem ne olacağını merak ettiğinden hem de işini düzgün yapmak istediğinden nalbantı çağırdı. Kadının önünde toplanmış kalabalığın arasından kasabanın nalbandı öne çıktı kadı nalbanda “söyle nalbant, bu at kimindir.” Nalbant kafasını kaşıdı ardından “Bilmiyorum, bu atı da sahibini de tanımam.” Yaşlı hırsız “Mendebur velet, nalbant sana ne yapsın.” Bahadır, “Kadı efendi, sorun lütfen şu ihtiyara bu at kaç yaşında” Yaşlı hırsız önce kem küm etti sonra ata baktı, kadı “on yıldır sende olduğuna göre en az on yaşında olmalı, şahidinde on yıldır bu atın sende olduğunu teyit etti.” Yaşlı adam “Lafın gelişi kadı efendi, bu at lafın gelişi 10 senedir bende.” Kadı “peki ihtiyar gerçekte bu at kaç yaşında” yaşlı adam “Alalı iki sene oldu, kadı efendi bilmiyorum.” diye inledi. Bahadır “Aldığında kaç yaşındaydı bu at.” diye sordu. Yaşlı adam “Kadı efendi mecaz kullanmak ne zamandır suç, on sene lafın gelişi, ben attan çok anlamam, alırken yaşını sormadım.” Değirmenci hemen “İki senedir atla gelir gider, atın sahibi bu adamdır kadı bey.” Kadı sakalını sıvazladı. “Galiba nalbandı niye çağırdın anladım, nalbant söyle bakalım sen atın yaşından anlar mısın?. Nalbant ata yaklaştı, dişini kuyruğunu bedenini inceledi ardından “Bu at taş çatlasa üç buçuk, dört yaşındadır kadı efendi.” Kadı kır sakallarını uzun uzun sıvazladı “Mahkeme yerinde mecaz olmaz ihtiyar, çocuğun şahitlerini bekleyeceğiz. Eğer o değil yirmi dört şahitle gelirse yandın ki ne yandın.” İhtiyar hırsız “Aman kadı efendi, dedim ya bu ukalanın lafı ile gaza geldim, on sene dedim ama iki senedir bendedir bu at, ne olur...” Bahadır “Nalbant emmi, bu at iki sene önce adam taşıyabilir miydi? Bu atı iki sene önce satan olur muydu? Söyle” Kadı nalbanda döndü, nalbant biraz kem küm etti, belli ki kimsenin işine karışmak istemiyordu, Bahadır bir derste nalbandın tavrından öğrendi, kimsenin işine karışmamak, her bir şeye neme lazım demek demek ki doğru ve gerekli olandı. “Nalbant, konuş!” kadının bu sözü nalbandın dilini çözdü, “Yok kadı efendi, yok, mümkünü yok, ayriyeten istediğin kadar attan anlama o yaştaki tay taydır, taya benzer, tay aldım demesi gerekirdi, o yaşta tay adamda, çuvalda taşımaz.” İhtiyar hırsız “Kadı efendi, bu velet ile nalbant anlaşmış akıllarınca bizi dolandırıyorlar, kadıya gidelim diyen de çocuktu zaten, bize kumpas kurmuşlar.” Kadı Bahadır’a döndü “İhtiyarın sözlerine ne diyorsun çocuk?” Bahadır, “Kadı efendi, su dolu iki kova getirin, size kimin kimle anlaşıp dolandırıcılık yaptığını ispatlayayım. Ahaliden biri eğlenceli mahkemenin nereye varacağını görmek için koşarak kalabalıktan ayrıldı “Kovaları ve suyu getiriyorum kadı efendi!” diyerek gitti. On dakika sonra kovalar kadının önündeydi. Bahadır iç ve dış gömleğini çıkardı suya attı, “kadı efendi ihtiyar da aynını yapsın” İhtiyar hırsız arkasına geçmiş subaşının (Hem komutan, hem eğitim çavuşu (askerleri eğitiyor), hem de jandarma komutanı/polis amiri görevini üstlenen asker şahsiyet. Adalet-yargı konularında kadıya bağlı.) dik bakışları arasında istemeye istemeye diğer kovaya iç ve dış gömleklerini attı. Kadı merakla bekliyordu ne olacak diye. Bahadır subaşına, lütfen kovaları iyice karıştırın dedi. Subaşı gömlekleri çitiledi bu esnada gülümsedi. Beş dakika sonra Bahadır “Gömlekleri sudan çıkarın” dedi, subaşı gömlekleri sudan çıkardı, ihtiyarın elbiselerinin olduğu kovada açıkça bol miktarda un yayılmış halde duruyordu, Bahadır’ın kovasında ise koyun ve at kılları vardı. Kadı Değirmenciye dik dik baktı Değirmenci korku ile baklaları dökülmeye başladı. “Kadı efendi benim bu işle alakam pek az, bu mendebur kumarbaz uzaktan akrabam olur, bana geldi bir çuval buğday verdi, karşılığında ona elbise verdim, bana “bu at benim” dediğimde bana destek çık veledin atın elinden alacam dedi. Ben istemedim beni tehdit etti.” İhtiyar hırsız bağırdı “Yalan kadı efendi, ben gariban bir dilenciyim, bu mendebura un yaptırmak için buğday getiriyordum, bu çocuk bana acıyıp atına aldı. Ben ne biliyim açlık garibanlık, bu değirmenci olacak dolandırıcı akrabam beni kandırdı, bu çocukcağıza kumpas kurdurdu.” Kadı “Her şey ortaya çıktı” dedi, Bahadır “Hayır kadı efendi her şey değil, eğer bu ihtiyar bir dilenci ise nasıl oldu da bir çuval buğday buldu, nereden çaldı, buğdayın sahibini bulmak ve teslim etmek senin görevin.” Kadı İhtiyar hırsıza döndü ve “Bir elin gitti, ikincisi de gitmesin istersen konuş!” İhtiyar hırsız bir aileyi nasıl dolandırıp buğdaylarını çaldığını anlatırken bahadır gömleklerini sudan çıkardı sıktı ve atına atladı, yavaş yavaş alandan uzaklaştı. Mustafa Söylemem Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Bölüm İçin TIKLAYINIZ Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
"Savaştan Sonra" Hikayesi 2. Bölüm
Tumblr media
"Savaştan Sonra" Hikayesi 2. Bölüm Hikaye Oku; Artık yeşil ağaçların yerini beyaza çalan kurumuş gibi tek yaprak bile açmayan ağaçlar almıştı. Yerlerde çimen yerine kalıplaşmış buz ve kar tabakası kaplamıştı. Binalar neredeyse tamamen yok olmuştu. Çoğu binadan arta kalanlar insanlara yuva olmaya çalışıyordu fakat ne kadar yuva olmaya çalışsa da üstü açıktı. Zaten yıkılmıştı. Çoğu yerinden soğuk hava geçirdiği için insanlar için çokta iyi bir yer olduğu söylenemezdi. Sadece zeminin birazda olsa kuru olduğu için insanlar yıkık evlerde yaşamayı tercih ediyordu. Yine de her gün hastalanan, donan ve ölen insanların sayısı artıyordu. Herkes umutsuzca, yaşamak için yollar aramaya başlamıştı. Yaşayan insanların böyle bir sözden haberi olmasa da Albert Einstein' in zamanda söylediği söz şimdi gerçekleşmişti;" Üçüncü Dünya Savaşında hangi silahlar kullanılacak bilmiyorum ama, Dördüncü Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak " Belki Dördüncü Dünya Savaşını yapacak insanlar bile kalmamıştı. Bu yüzden insanların tek isteği yaşamaktı. Savaş sadece yemek bulmak üzerine yapılıyordu. Kendi aralarında örgütleşen insanlar yaşamak için başka insanların yemeğini çalıp, gerekirse onları öldürüyorlardı. Bu doğru değildi fakat yaşamak için her şey mubahtı. Kimse onları yadırgayamazdı. Bir kere ok yaydan çıktımı kimse ölmek istemezdi. Nede olsa can her şeyden tatlıydı. Bu yüzden Atakan'da yaşamayı seçmişti. Ölmek her ne kadar çözüm gibi gözükse de aslında bir çözüm değildi. Ruhu gibi buzullaşmış bu dünya da bir çıkış yolları olmalıydı. Güneş henüz kendini göstermese de bir gün kendini gösterecekti. Bu yüzden o günleri bulmalıydı. Bir saniye bile o günleri görse rahat bir şekilde ölebilirdi. Yaşama amacı buna dayanıyordu. Küçük bir hayal yaşamasına yardım ediyordu. Çocuk beline kadar gelen soğuk karların arasında yürümeye çalışırken yüzüne vuran buz gibi tipi bütün bedenini uyuşturuyordu. Kolunu yüzüne siper etmeye çalışsa da beynine kadar işleyen soğuk hava bir türlü durmuyordu. Eğer birkaç saniye duraksayıp nefes almasına izin verse çok uzun yollar gidebilecekti. Fakat nefesini kesen karla karışık tipi hareket etmesini bile zorlaştırıyordu. Yine de bu zorluğun içinde yürümeyi bir an olsun bırakmıyordu. Yolda yürürken neredeyse karın içine gömülmüş cesetleri görse bile yaşamayı bırakmıyordu. Ağaçlarda donmuş sincapları görse bile yaşamayı bırakmıyordu. Çünkü hayat bir anda kolayca atılacak bir çöp değildi. Çocuk uzun bir yürüyüşün ardından yıkık bir evin içine kendini attı. Yüzü o kadar beyazlamıştı ki neredeyse kireç gibi olmuştu. Montunun kapüşonunu ve yüzüne sardığı ince bezi iyice yüzünün etrafına sarsa da pek bir faydaları dokunmuyordu. Zaten çürümüş ve kirlenmiş bezin kendine bile faydası yoktu. Yüzünü ısıtmak için bundan daha fazlasına ihtiyacı vardı. En iyi yapılacak şey ateş yakmaktı. Fakat ateş yakmak böyle bir havada imkansız gibi bir şeydi. Yoğun tipi ateşin yanmasına engel olurdu fakat ateşin yanması için küçükte olsa yolu vardı. Babası çoğunlukla ateşi yakarken sarı renkte bir sıvıdan azıcıkta olsa döküp üzerine çakmak taşından yapılma ufak çubuğu, bıçağının arkasıyla yontar gibi sürtüp kıvılcımlar çıkarırdı. Kıvılcımlar sıvı ile buluşunca bir anda böyle bir havada bile ateş yanardı. Babası buna " MUCİZEVİ SIVI " derdi. Gerçekten de mucizeviydi. Çocuk elini kabanın iç cebine attı. Cebine attığı anda eline bir litre kapasitesinde bir matara geldi. Bu mataranın içinde mucizevi sıvıdan vardı. Matara neredeyse tamamen doluydu. Babası matara boşalırken kocaman variller arayıp onların içinden tekrardan o sıvı ile dolduruyordu. Bu sıvı çok zor bulunuyordu fakat çokta yararlı bir sıvıydı. Çocuk kendi montundan da bir matara çıkardı. Bu mataranın içinde su vardı. Çoğunlukla yerdeki buzu ve karı eritip su yapardı. Fakat karı eritip hemen içmezdi. Kar eridikten sonra onu birde kaynatırdı. Yoksa babası ona hep, karı kaynatmazsan hasta olursun derdi. Çocuk sudan biraz içtikten sonra sırtında ki yırtılmış büyük çantayı yere koydu. Hırsızlardan biraz et saklamayı başarmıştı. Biraz da yolda gelirken Ölüp de çürümeye başlamış bir atın etinden biraz koparmıştı. Ete bakınca hiçte iştah açıcı görünmüyordu hem de çok pis kokuyordu. Çocuk yutkunup etleri yere koydu. Şuan tek ihtiyacı olan şey biraz odundu. Ağaçların çoğu kurumuş olduğu için kırılmaları birkaç kat daha zorlaşıyordu. İyice buzlaşmış kalın ağaçları babası bile kıramıyordu. Yine de dışarı çıkıp biraz odun bulmalıydı. Çocuk çantasını hafif tepelenmiş karın içine sakladıktan sonra tekrardan dışarı çıktı. Çantasının su koyma yerine her zaman küçük bir balta koyardı. Biraz eski ve paslanmış bir baltaydı. Kabzası bizzat babası tarafından oyulmuştu. Bazen elini çok acıtıp yaralasa da bunu belli etmemek için dudağını ısırıp odunları parçalamaya devam ederdi. Babası bunu anladığı halde gülümseyerek oğlunun ne kadar büyüdüğünü izliyordu. Bugünde aynı acıyı hissedecekti. Bu acı elinin acısı değildi, yüreğinin acısıydı. Çocuk ilk bulduğu ağacın hemen altından birkaç tane ufak dal toplayıp bir köşede biriktirdi. Şimdi kalın odunlar lazımdı. Yoksa küçük odunlar birkaç dakika içinde köze dönüşüp yok oluyordu. Büyük odun toplamak için ağaca çıkmak zorundaydı. Fakat bu hiçte kolay olmayacaktı. Çocuk yavaşça bir elini ağacın ilk dallarından bir tanesine attı. Ardından ayağını ağacın kovuğuna dayayıp çıkmaya çalıştı fakat ağacın kovuğu o kadar buzlanmıştı ki çıkması imkansız gibiydi. Bu yüzden başka ağaçlara bakmak zorundaydı. Çocuk birkaç tane daha ağaç gezdi. Hepsinde aynı sonucu almıştı. Fakat en sonunda birkaç metrelik yeni büyümeye başlayıp donmuş bir ağaç bulmuştu. Ağacın kovuğu fazla kalın olmamakla birlikte tam kesilecek kıvamdaydı. Kesilmesi fazla uzun sürmezdi fakat bunu birde en az on parçaya bölmek zorundaydı. Nede olsa tam ağacı yakamazdı. Çocuk yarım saat gibi kısa sürede ağacı kesip diğer ince odunları da alıp sürükleyerek eşyalarını koyduğu eve yöneldi. Hava kararmadan büyük odun parçasını beş parçaya bölmeyi başarmıştı. Fakat hava kararmak üzereydi. Çabucak ateşi yakmalıydı. Çocuk ufak odun parçalarını en alta dizmeye başladı. Küçük odunların üzerine de kırdığı kalın odun parçalarını çadır yapar gibi dizdi. Odunlar buzlandığı için yanmaları çok zor olacaktı. Fakat mucizevi sıvı ile biraz daha kolay yakacaktı. Çocuk matarada ki sıvıdan biraz alta ki ince odunlara birazda kalın odunların üzerine döktü. Matarada ki sıvıyı fazla harcamamalıydı. Nede olsa bir daha bulmak çok zor olabilirdi. Matarada ki sıvının ne kadar dayanacağı belli değildi. Bu yüzden azar azar kullanıp depo etmeliydi. Çocuk mucizevi sıvıyı döktükten sonra belinde ki kamayı çıkardı. Kamanın kabzasının içinde küçük bir çakmak taşından yapılma siyah çubuğu çıkarıp kamanın arka tarafıyla odun yontar gibi siyah çubuğa sürmeye başladı. Çubuktan çıkan kıvılcımlar durmadan küçük dal parçalarının üzerine düşüyordu. Fakat bir türlü ateş yanmıyordu. Çocuk tam; " Hadi ama... " dediği anda ateş bir anda yandı. Mucizevi sıvı tutuştuğu anda ateş harlanmış gibi coştu. Kısa sürede buzu çözülen odunlar daha iyi yanmaya başlamıştı. Çocuk bir parça oduna elinde ki etleri takıp pişirmeye başladı. Bir tane çelik mataranın da içini karla doldurup ateşin yanına koymuştu. Yerdeki karları birazda olsun temizleyip çantasını altına koydu. Şuan dışarıya göre bulunduğu yer sıcacıktı. Sırtını yasladığı duvar bile ısınmaya başlamıştı. Bu güzel sıcaklık o kadar güzeldi ki kendisini hayal kurmaktan alıkoyamıyordu. Çocuk tam sırtını yaslarken elini babasının kabanına attı. İçinden küçük bir kutu çıktı. Çocuk kutuyu açtığında babasının her zaman yakıp ağzına koyduğu çubuğa benzeyen sarılmış kağıtlar çıktı. Kağıtların içi kurumuş yaprağa benzeyen şeylerle doluydu. Çocuk bir tanesinin ucunu yanan odun ateşiyle yaktı. Sonra kağıt parçasını ağzına koydu. Bir kere ateşi içine çekmesiyle öksürmesi bir oldu. Bir anda yüzü kıpkırmızı oldu. Çocuk bir anda sinirlenip ateşi daha fazla içine çekmeye çalıştı. Babası uzun zamandır içiyordu. Kendisi de içmeliydi. Çocuk biraz daha içine çektiğinde başı dönmeye başladı. İstemese de kağıt parçasını ateşe attı. Ardından ateşte pişen etlerden bir tanesi eline aldı. Ne kadar çürümüş et parçası olsa da yemek zorundaydı. Çocuk tam eti ısırırken küçük bir ses duyuldu. Çocuk bir anda yerinden fırlayıp duvara dayadığı silahı eline aldı. Kafasını çevirdiğinde kendi yaşlarında görünen bir kız kendisine ve yerdeki ete bakıyordu. Çocuk tereddüt etmeden silahı kıza çevirdi. " SENDE KİMSİN ?" Kız silahtan korkmamıştı fakat utanmış gibi yeşile çalan gözleri hep yerdeydi. Uzun bukleli sarı saçları beline kadar iniyordu. Hafif yuvarlak güzel ve beyaz bir yüzü vardı. Giysileri fazla kalın değildi bu yüzden teni bembeyaz olmuştu. Kızın gözleri yavaşça çocuğa baktı. İlk kez utanmayı bırakmıştı. " Şey... biraz ısınabilir miyim ? " Çocuk yavaşça silahını indirdi. Bu kız gerçekten de çaresiz görünüyordu. Çocuk tekrar yerine oturdu. Kıza eliyle oturmasını söyledi. Kız utangaç bir şekilde ateşin başına oturdu. Çocuk kızı önemsemeden ateşin başında ki eti eline aldı. Bir anlığına gözleri kızın gözleriyle kesişti. Kız istemeden yutkunmuştu. Çocuk eti ısırmadan kıza baktı. " Aç mısın ?" Kız bir an sessiz kaldı. Aç olduğu her halinden belliydi. Çocuk elinde ki eti kıza uzattı. Kız anlamamış gibi çocuğun yüzüne baktı. Çocuk gözleriyle eti gösterince kız ürkek bir ceylan gibi eti eline aldı. Çocuk ateşin başında ki diğer eti alıp arkasına yaslandı. Çocuk eti yemeye başlayınca kızda etten bir ısırık aldı. Kız etten ısırık aldığı anda bir anda gözleri açılmış gibi ete saldırmıştı. Çürümüş eti afiyetle yerken gözünden aşağı yaşlar iniyordu. Gökhan Karakeleş Read the full article
0 notes