Tumgik
#zaman dışı yaşam
deniz-mehtap · 4 months
Text
“Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor.”
90 notes · View notes
layezalll · 1 month
Text
Yazmak, yazar olmak, kendin olmak, başkaları olmak… 
Bazen çok olmak ve bazen hiç olmak… 
Çoğu kez olamamak…
Biraz olmak, çokça olmak…
Yalnız olmak, yarım olmak, bütün olmak… Tamlanmak!
İyinin düşmanı olup, en iyiye ulaşmak… Hep koşmak, arada bir yürümek ama hiç durmamak…
Sonsuzda yankılanmak hedefi ise kişinin, kısıtlı zamanlardan mükemmele ulaşmayı, ölümlü olmaya gebe olanı ölümsüzleştirmeye olan çabası, bu uğurda yürünen yolda ayağına takılan her taşa selam verip dost meclisleri kurması olağan işlerdendir… 
Azim, sabır ve bitmek bilmeyen günler geceler boyu hayatla cebelleşmek gerektirir. 
Çoğu kez savaş meydanını andıran bir tabloda gökyüzü olur, kimi zaman savaşın kumandanı çoğu kez savaşan kan döken yorgun savaşçı… 
Zor ve çileli iştir laf sanatını kitaplaştırmak, düşünce çıkmazından romanlar, hikâyeler yapıtlaştırmak… 
Sanat eserleri nazlıdır,
kırılgandır.
Sevmek gerek anlamak gerek dillerinden… 
Edebi utangaçlıkla karşılaşırız çoğu zaman, yazamaz, yazmayı bilmez olarak nitelendirir kendini kişi. 
“Bir türlü dökemiyorum yazıya düşüncemi anlatamıyorum der içimdekileri”… 
Ben artık katılmıyorum bu söyleme. Hem sevip hem naz yapan kızlara benzetiyorum bu tavrı.
Yazmak isteği yazabilmenin tam da yarısı bence…
Her düşünceye değil ama her duyguya saygılı olmayı öğrenmelidir yazan insan. 
Taraflı, yanlı, takıntılı düşünceler, yazanın mezara girdiği andır, ölümsüzleşme çabasının aksine. İnsan ve yaşam birlikteliği en önemli unsurdur yazan için… 
İnsan karakterleri ve çeşitliliği, insanın yaşadığı değişik ortamlar, renkli düşünceler, farklı uslar yazarın sağlıklı besinleridir. Sadece dili iyi kullanabilmek, grameri iyi bilmek, yazma konusunda yetenekli olmak yeterli değil gibi.
Eğer bir fikri tartışmaya açacaksa; konunun temel düşüncesini alt konu başlıklarıyla sade bir dille aktarmalı yazan kişi. 
Bir yazıda fikre katılımın ve ya katılmamanın bilgi ve bilgisizlikten kaynaklandığını bilmeli. Sunmak istediğini araştırmalı, okumadan, eğitim almadan kendi özelliklerini bilmeden ve toplumun yapısını dikkate almadan yazılan her yazı boşa atılmış bir kurşundur, öldürmeyi hedefleyenler için. 
Mutlak fikir yelpazesinin sağladığı çeşitlilikten feiz almalı, lakin savunduğu, söylediği kendi duruşu, kendi görüşü olmalı. 
Kendinden katmadan yoğrulan hamurdan yapılan ekmek ne yiyene lezzetli ne satana bereketlidir…
İç döküp kusacaksa; yazarak rahatlayacaksa ki; bu çalakalem yazılar, rahatlamanın en mükemmel ilaçlarından biridir (kendimden çokça şahidim). Önce kendileri olmalıdırlar zira başka türlü rahatlama olasılık dışı. 
Teninin en mahrem yerlerine dokunmalıdır beyninle, yazan kusan kişi. Döküp saçmalıdır içinde bulananı, bulandıranı… 
Dil bilgisi, cümle düşmesi gözetmeksizin… Duayenim Virginia WOOLF “ Her gün her konuda, aklınıza ne geliyorsa yazın. Kendinize ayırdığınız bir zaman aralığında kusun. Yapın bunu… “ der. Sanırım bunu deneyenler katılacaktır, kurallar olmadan yazabilmek ne de güzel bir rahatlama sanatıdır…
Duygulardan dem vuracaksa; öyle ince bir kesişme yaşanır ki çoğu zaman, ne kendini dünyanın merkezi haline getirmelidir nede bu merkezden tamamen kurtulmalıdır bu konuda yazan. Kendini de ihmal etmeden konunun dışına çıkmadan, her düşünce ve fikre odaklanmalıdır. 
Bazen Taksim’in arka sokaklarında bir fahişenin sigarasından bir içim çekerken, bazen Sultan Ahmet Camisinden Ayasofya’yı seyretmeli, kimi zaman oradan yola çıkıp Diyarbakır da bir yatak odasında kıvrılıp uyumalı, kimi zaman bir üniversite kantininde tost yiyip çay içerken Aristo’yu tartışmalı üç beş öğrenciyle… 
Her türden insan ve hayatı tanımalıdır yazan, en ücra köşedeki kırıntıyı bulmalı, söylenmeyeni söylemeli, söylenmişi irdelemeli… 
Yaşamda her şey olmalı yazan, gözlemi iyi yapmalı, duygudaşlık kurmalı, her ağrıyı bulmalı, her duyguya dokunmalı. Kısaca yazan her kimlik, her düşünce, her durum, her haldir, her ortamdır çoğu kez…
Ve bir değil, sayısız hikâyeleri, düşleri olmalıdır yazanın cebinde, yıldızlar kadar çok ve pırıldak. Sen kendini hangisinde daha iyi hissedebiliyorsan onu seçmelisin, zira her yazanın ulaşabileceği bir yürek her daim mevcuttur… 
Yeter ki yolu sevgiden geçsin…
114 notes · View notes
doriangray1789 · 8 months
Text
TANRI, Kendi varlığını insana, insanla anlatmaya çalışmamıştır….
İnsanın doğduğu yer inancını belirler. Çinde doğsan budist, Hindistan’da doğsan Hindu Japonya’da doğsan şintoist olma ihtimalin %90 idi…Ve insan nerede doğacağını belirleyemez.Din toplumlar için değil, her zaman yöneticiler için lazım olmuştur…
Dinlerin analitik düşünceyi engellemesinin bir numaralı sebebi; analitik düşününce nontesit olacağınızdır. Mesela dünya üzerinde binlerce inanç, yüzlerce tanrı vardır, bunlardan hangisinin gerçek olduğunu bilmek imkansızdır. Dinlerin uzun yaşamasının en önemli sebebiyse politik olarak binlerce yıldır çok iyi şekilde kullanılmasıdır. Zira; Öldükten sonra yaşama inanmayan bir insanı durduk yere elinde kılıç olan binlerce insanın üzerine yollayamazsınız. Zira yeteneği ne olursa olsun farklı inançtan bir insan asla koyu teist çoğunluk olan bir ülkede yöneticilik yapamaz.
SESLİ DÜŞÜNCE
DOĞRU-GERÇEK VE İNANÇ
herkesin öldüğü ve çürüdüğü bu dünyada "gerçek" ne işimize yarar?
Gerçekliğin doğası ve zihinle ilişkisi buna cevap verebilir…
Philip K. Dick’in muhteşem tanımıyla başlamak isterim : -“Gerçeklik, ona inanmayı bıraktığın vakit, kaybolup gitmeyendir.”
Gerçeklik veya hakikat, günlük kullanımdaki anlamıyla, "var olan her şey" demektir. Bilimde, dinde ve felsefede farklı anlamları vardır. Düşünceden bağımsız olarak zamanda ve mekanda yer kaplayan her şey gerçektir. Herhangi bir şeyin gerçekliği insan zihnine bağlı olmaksızın var olmasıdır.
Gerçeklik, günlük kullanımıyla, haddi zatında var olan şeylerin durumudur. Gerçeklik terimi, en geniş anlamıyla, görülebilir yahut idrak edilebilir olsun ya da olmasın her şeyi içerir. Gerçeklik, bu bağlamda; varlık, varoluş ile sınırlı tutulmuş olsa da, varlık ve yokluğu kapsar. Diğer bir deyişle, gerçeklik, felsefi alanda hiçliğin ve onun fiziksel obje ya da süreçlere sahip diğer konseptlerle uyuşmasının biçimsel bir mefhumu, bir kavrayışıd��r.
Eğer biri konuşup diğeri dinliyorsa, hakikat yalnızca hakikat olarak düşünülemez, çünkü bireysel eğilim ve hata yapabilirlilik, kesinlik ya da nesnelliğin kolay elde edilebilir olduğu fikrine meydan okur.
Doğru esaslı bir prensip olarak anlaşılan bir fenomendir. Nadiren kişisel bir yoruma konu olabilir.
modern dünyada gerçekliği belirlemek veya araştırmak için kaynak ve yöntem olarak akıl, ampirik kanıt ve bilim gerek ve yeter şarttır…
"Benim gerçekliğim senin gerçekliğin değil."
"Algı gerçekliktir" veya "Hayat, gerçeği nasıl algıladığınızdır" veya "gerçeklik, yanına kalabileceğiniz şeydir" (Robert Anton Wilson
İnanç, bir önermenin doğru olduğuna ya da bir durumun söz konusu olduğuna ilişkin öznel bir tutumdur. Öznel bir tutum, bir şey hakkında bir duruşa, tepkiye veya görüşe sahip olmanın zihinsel durumudur. çok az kişi yarın güneşin doğup doğmayacağını dikkatle düşünür, sadece doğacağı varsayımıyla hareket eder. Dahası, inançların "meydana geliyor veya gözlemlenebiliyor" olması gerekmez (örnek "kar beyazdır" gözlemlenebilir)
inanç ile inançsızlık arasında basit bir ikilem değil, inancın derecelerinin geniş bir yelpazesi vardır
-Düşünce süzgecinden sonra kişinin inançlarını gözden geçirmesinin akılcı yolu nedir?", -İnançlarımızın içeriği tamamen zihinsel durumlarımız tarafından mı belirleniyor yoksa ilgili gerçeklerin inançlarımız üzerinde herhangi bir etkisi var mı (örneğin, bir bardak su tuttuğuma inanıyorsam, bu, suyun H2O olduğu yönündeki zihinsel olmayan gerçek, bu inancın içeriğinin bir parçası mıdır)?
Aslında bu kdar kasmaya da gerek yok inananlar vardır İnanmayanlarda vardır
Nefes alıyorsa yaşıyordur Nefes almıyorsa yaşamıyordur
Doğru kadar yanlış da vardır
Gerçek kadar Gerçek dışı da…
Eğer daha yüksek düzeyde kaygı duyarsan, daha düşük yaşam beklentisi ve daha yüksek dindarlık yaşarsın…
bir ara JAİN FELSEFESİNİ okumanızı öneririm ilginç gelecektir
Gerçek nedir? İnancımı çürütün! Eğer bir gerçek ortada salınıyorsa o gerçek değildir. Eğer bir gerçek, az bir çaba ile bulunabiliyorsa o da gerçek değildir. Tüm gerçekler aslında görünmeyen bir yüzdedir. Ona ulaşmak zeka ve ‘Antitez’ gerektirir.
Gerçeğin Gücü Antitezindedir
Sen ve ben gerçeği bilmek isteyenleriz. Daha fazlasında gezinmek için, Antitez yaratmak zorundayız. Bu antitez, gerçek sanmadığımız olası gerçekler hakkında bilgi sahibi olmamıza, farklı görüş açılarına ve çok yönlü bir kapasite artışına sebebiyet verecektir.
son cümlem: Toplama kendini yerden. Yeni baştan şekillenecek. Ve hepsi seni darmadağın edecek…
12 notes · View notes
onderkaracay · 2 months
Text
🎯 İçe Dönük Aynalar 🎯
Dünya da insanlardan kaçış çabalarının son durağı evler olarak düşünülür.
Oysa insanın kendinden kaçabileceği dünya da bir yer yoktur.
Nereye gitse insan kendini yanında götürür.
Kendini kötü insanlardan saymayan en büyük yanılgıya düşer.
İnsanlık dışı bir yaşam sürmeyi kabul eden, ses etmeyen biri insan sayılabilir mi?
Suya sabuna dokunmayayım dokunan birileri nasıl olsa çıkar bizde sıvışır arada kaynar gideriz mantığı hüküm sürer yaşamda. Bunu güce dönüştüren ideolojiler insanı insanlığın yolundan çıkarttılar.
Bu sebeple insanlığın yazgısını her çağda çok az sayıda insan değiştirir, çok sayıda insan bende oradaydım diye yüzsüzlük ederek sahiplenir.
Kendini insandan sayanlarda kötülük dışında kendilerine her iyiliği kondurur.
Madem bu kadar iyi insan var ise dünyada o zaman sormak gerekir bu kadar büyük kötülüğü kim yaptı? Kimler seyretti?
Kendinden kaçabilmek ölümdür.
İnsan yaşamdan çok kendisiyle yüzleşmeyi istenilen düzeyde başarabilecek bir canlı değildir.
Kendisiyle yüzleşmeye kolay kolay yüz yüze gelmez gelse de kendine karşı iltimas geçerek davranır.
Bütün bu iç gözlemler genel eğilimlerden derlenmiş olup bunun dışında kalan insan varsa bile sayıları bu sonucu değiştirmeyecek kadardır.
O insanlar kimsenin pek ilgisini çekmezler.
İnsan en çok kendine benzeyeni kendine çeker.
Önder Karacay
2 notes · View notes
sade1-adam · 1 year
Text
“ Ben sonu kendime başlangıç yaptım.”
Zaman Dışı Yaşam, Tezer Özlü
18 notes · View notes
judasizm1 · 9 months
Text
23:59:32
Dünya üzerindeki bir yılı yani 365 günü big bang (büyük patlama) için başlangıç olarak 1 Ocak saat 00:00:00 00:000 olarak kabul edersek insanoğlunun tarım yapmaya başladığı zaman 31 Aralık saat 23:59:32 gibi olurdu. İnsanoğlunun topluluklar halinde yaşamaya ve sosyal evrimleşmenin başlangıcı ise 31 Aralık saat 22:24 gibi bir zamanda başlamış olmalıydı. Medeniyet dediğimiz mühendislik, mimarlık, felsefe, tıp, edebiyat ve diğer sanatlar, bilim, uzay vs anladığımız süre ise 31 Aralık 23:59:56 saati civarında olacaktır.
(Hayat kısa!. Bir kuantum parçacığının saniyenin milyarda 35 gibi süre içinde yok olup sonraden geri gelmesi gibi bir şey sizin bu evrendeki yaşam süreciniz -başlangıcından şu ana kadar-. Yani kimsenin (çok gelişmiş dünya dışı medeniyetlerin) umururunda olmayacağı ve ölçmek için dahi zaman kaybetmeyeceği bir süre. Çünkü Kardashev ölçeğine göre biz sırıfırncı medeniyet seviyesindeyiz)
İnsanoğlu olarak ne kadar cahil ve aptalız göremediyseniz bir örnek daha vereyim; sadece samanyolu galaksimizde 100-400 milyar yıldız olduğu hesaplanıyor (Yıldız deyince aklınıza Güneş gelsin). Bu yıldızların en az %20'inde bizim güneş sistemimize benzer gezegenlerin olduğu hesaplanıyor. Tabi şimdi hesaba görünen evrende yüz milyarlarca galaksinin olduğunu düşünün!
Soruyorum?
Bu evren insanoğlu için mi yaratıldı?
Evet diyorasınız parasını banka müdürü kadına kaptıran futbol camiasındaki figürlerden daha düşük bir zekaya sahipsinizdir. 😮😉😂😂
İki omuzunuzun üzerinde duran o yuvarlakımsı şey (kafanız) saksı değil. Onu kullanın, bilgiyle besleyin, sorgulayın her şeyi. Ve beyin/fikir bedava değil!.. Bedava olan şey sadece tüketiciler içindir..
"Bunu anlatmıştım." cümlesiyle başlayan bir paragraf daha yazmıştım ve sildim çünkü Güldür Güldür Şov'daki Eşofmanlı Hoca'nın "Bunları anlatık" skeçleri geldi aklıma. 😂😂😂 Ama anlattık 😜😂😂
Sevgiyle, saygıyla, umutla ve bilimle uyanın..
Ödev: Fermi Paradoksu'nu araştırın..
Not: Sosyal ağ fenomeni gibi görünen kirli ve "görgüsüz" yaratıklar kadar ilginizi çekmez belki bilim ama önünde sonunda çareyi bilimde bulacaksınız..
6 notes · View notes
by-hulusi · 1 year
Text
✍️
Mutlu olmadığın ortamdan kaç git. Bunun için de güçlü ol, kendi kendine yet!
Özgürlük kimseye bir zararın olmadan canının istediğini yapabilmektir.
Ahlak; o da kimseye bir zararı olmadan yaşayabilmektir,
dürüstlük, içiyle dışı bir olabilmektir, aşk, bir saat bile sürecek olsa,
bir insana coşkuyla, arzuyla sarılabilmektir.
Yaşam her anı, her saniyeyi yaşayabildiğin kadar iyi yaşayabilmektir.
Eğer dönüp gittiğinde arkandan gelmiyorsa, o zaman dönüp giderek doğru şeyi yapmışsın demektir.
Kimse kimseden bir şeyler istememeli, beklememeli.
Hele değişmesini hiç. Bilmiyor musun ki ben değişirsem,
senin sevdiğin ben değilimdir artık ve sonra beni sevmezsin.
Sadakat bir ahlak kavramı değildir. Sadakatsizlik ahlaksızlık,
sadakat da büyük bir ahlak belirtisi değildir.
Bir fedakarlıktır yalnızca. Herkesin önüne beğeneceği bir başkası çıkabilir.
Çok doğaldır bu. Ama onunla birlikte olmamak, esas sevdiğini üzmemek için yapılan bir özveridir. Hepsi bu.
Çocuk sahibi olmadan önce insanları iyice sınavdan geçirmeli,
testlere tabi tutmalı aslında.
Mutlu son yoktur, çünkü son yoktur… Ama mutlu an vardır.
•D. Asena
7 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 2 years
Text
"Bazı taşra kentlerinde evlerin dış görünüşleri en iç karartıcı manastır, en sıkıcı harabe ya da çıplak çorak toprakların alabildiğine uzanıp gitmeleri gibi, insanın ruhuna bütün ağırlığıyla çöker. Bu evler, manastırın sessizliğini, boşluğun kıraç ıssızlığı ve harabelerin mezara özgü hüznüyle birleştirebilirler. Yaşam ve hareket bu evlerde kendini çok az hissettirir, öyle ki yabancı biri, kendi ayak sesini duyarak, pencerenin ardından gözetlemeye başlayan, bir keşiş gibi sert yüzlü bir insanın soğuk boş bakışlarıyla birden karşılaşıncaya kadar, buralarda birilerinin oturduğuna zor inanır. Özellikle Saumur'da bulunan bir ev bütün bu hüzünlü mtelikleri taşımaktadır, bu ev kentin yukarısında, şatoya çıkan yokuşun sonundadır. Son günlerde az kullamlan bu sokak, yazın sıcak kışın soğuk olup, bazı yerleri de karanlık ve gölgelidir.
Birisinin adımları sokağın sert ve her zaman temiz, kuru çakıl taşlarının üzerinde, merakla, tok sesler çıkararak dolaşır Sokağın dar, eğri büğrü oluşu, evlerinin sessizliği, eski kentin bir bölümü olması ve yukarısında bulunan şatonun yüksek duvarları yabancının zihninde alışılmadık bir izlenim bırakır. Orada üç yüz yıl önce yapılmış, hâlâ sağlam, ahşap evler vardır. Her ev kendine özgü bir yapıya sahiptir, onlardaki bu başkalık, Saumur'un antikacı ve sanatçıları çeken bu bölümünün temeldeki garipliğine katkı yapar.
Uçlarında grotesk şekiller oyulmuş devasa kirişlerine, çoğunun siyah kabartmalı birinci katlarına şaşıp kalmadan, duraklamadan bu evlerin önünden geçmek zordur. Bazı yerlerde çapraz kirişler gri mavi taşlarla korunmuşlardır ve bu taşlar, yüksek çatılı, yılların ağırlığıyla beli bükülmüş, bozuk çatı kaplamaları bir güneşin, bir yağmurun sürekli yüklenmeleriyle solmuş bir evin harap duvarlarında mavi bir çizgi oluştururlar. Yıpranmuş, kararmış pencere-çıkıntıları göze çarpar, güzel oymaları zar zor fark edilen bu çıkıntılar, yoksul bir köylü kadın oraya yerleştirdiği kalwerengi karanfil, gül saksılanımı kaldıramayacak kadar zayıfir Sokakta ilerledikçe, kocaman çiviler çakılmış kapılar insanın ilgisini çeker, atalarımız buralarda çağın tutkularım hiyerogliflerle kaydetmişlerdir, bir zamanlar her evde ne olduğu bilinen bu işaretlerin anlamum şimdi hiç kimse çözemez. Bu simgeler, bir Protestan inancım bildirmiş, bir birlik üyesi IV. Harry'yi lanetlemiş ya da önemli biri Belediye Meclisi Üyesi, yasaları uygulayan yüksek memur, görevindeki unutulmuş görkemini kutlayarak nişanlarını sergiler. Fransa'nın tarihi bu evlerde yazılıdır.
Duvarları yıkık dökük, kaba saba, ustasının, içinde ustalığının simgesi olan büyütülmüş bir marangoz rendesinin işlediği bir kulübenin ilerisinde, bir soylunun kocaman konağı yer alır Kapının üzerinde bulunan kemer şeklindeki taşın üstünde, 1789'dan beri ülkeyi sarsıp duran birçok devrimlerde kırılıp dökülmüş armaların bazı kalıntıları hâlâ görülebilir.
Bu sokaktaki evlerin zemin katlarında çalışmalar yapılır, ama aslından bu alçak tavanlı, penceresiz, tezgâhsız, içi dışı çıplak, mağara gibi karanlık odalara pek dükkan denemez. Ortaçağ hayranları bunlarda bütün ilkel basitliğiyle atalarımızın işçiliklerini tanıyacaklardır. Kalın, sağlam kapıları ağır demir parmaklıklı olup iki bölüme ayrılır, üst kısım gün boyu arkaya katlanır, çıngıraklı olan alt kısım da sürekli öne arkaya sallanır. Hava ve gün ışığı, nemli mağaraya, kapının üst bölümünden ya da dükkânın cephesini oluşturan alçak duvarla tavan arasında bırakılmış boşluktan, her sabah kaldırılan kepenkler dirsek hizasına kadar kaldırılıp ağır demir mandallara tutturulduğu zaman girer. Bu duvar, tüccarın mallarını sergilemeye yarar. Buralarda ucuzculuk numaraları, şarlatanlık yoktur. İki üç fıçı tuz ve tuzlu balık, bir iki balya yelken bezi, halatlar, kirişlere asılı bakır teller, duvar boyunca dizilmiş varillerle raflarda duran bezlerden oluşan mallar sergilenir. İçeri girer misiniz? Gençliğin tazeliği içinde, sevimli, derli toplu, beyaz yakalı, kolları kırmızı bir kız, örgüsünü bırakıp annesini ya da babasını çağırmaya gider. Size vardım etmeye isteklerinizi karşılamaya gelen de annesini ya da babasını çağırmaya gider: Size yardım etmeye, isteklerinizi karşılamaya gelen de heyecansız, kibar ya da aldırmaz bir tavırla, artık türüne göre, size iki ya da yirmi bin franklık mal - bu fark etmez- satar."
Honore de Balzac | Eugenie Grandet
9 notes · View notes
baybaykus · 2 years
Text
DİKKAT !..
ÇOK ÖNEMLİ BİR YAZI
...
*BUGÜNE KADAR AKP KONUSUNDA OKUDUĞUM EN KISA, ÖZ, AÇIK, SEÇİK VE NET MAKALEDİR..!*
Yorum ve bilgilerinize sunulur.
Doktor Vecdet ÖZ'ün Yazdıklarına bakar mısınız.?
Değerli Dostlarım,
20 yıldır yaşananları olağan bir siyasi süreç olarak kabul ederseniz çok yanılırsınız..
İktidarın planlı ve kasıtlı icraatlarını klasik bir muhalefet anlayışıyla basit bir siyasi beceriksizlik, yandaşa rant sağlama ve irtikap mantığı içinde açıklamak, gözü açılmamış siyasi bir saflık ve budalalıktır...
AKP, alıştığımız manada bir siyasi parti değil bilakis ihvancı geleneğin temsilcisi olan, marjinal içgüdüsel reflekslere sahip Cumhuriyetin düşmanı bir partidir.!
Hatta parti ifadesinin ötesinde içeriği ve faaliyetleri itibarıyla her şeyi göze almış bir siyasal İslam örgütüdür..
*Bu yapı dış destekli bir proje ile iktidarı ele geçirdiği günden itibaren Cumhuriyet Türkiye’sini yönetilecek değil darülharp mantığı içinde fethedilecek bir ülke olarak görmüştür.!*
*T.C. bu örgütsel yapının nezdinde her zaman kafirler tarafından kurulmuş ve yıkılması gereken bir küffar devlettir.!*
Mevcut yapıyla geçmişten illiyet bağı bulunan ve Almanya’da devlet destekli örgütlenmiş olan kara sesin de ifade ettiği gibi *Baş Kafir ise maketini sembolik olarak idam ettikleri Mustafa Kemal Atatürk’tür.!*
*Bu yüzden kafir ülkesi kabul ettikleri T.C. Devleti’nin malını, mülkünü yemek, banka faizini almak, talan etmek, içini boşaltmak uyguladıkları darülharp nedeniyle hak ve helaldir.!*
*Onlar yıllardır bu ülke ve laik toplumla hep savaş halinde oldular ve bunun için de çaldıklarını hırsızlık malı değil hep ganimet olarak gördüler.!*
*Yok ettikleri milletin hazinesi değil küffarın kasası oldu.!*
_*Aynı zamanda küffar kabul ettikleri laik toplumun iffeti, namusu, kızları da malı gibi haktı, helaldi.!*_
Şimdi anladınız mı;
Onca malın, mülkün haraç, mezat satılmasını.!
Hazinenin tamtakır boşaltılmasını.!
Her türlü milli servetin iç edilip ganimet misali paylaşılmasını.!
Milletin malıyla büyük bir ihtişam ve saltanat içinde yaşam sürme nedenlerini.!
Buna rağmen milletin ve evlatlarının sefalete terk edilip borç batağında yaşatılmasını ve bundan da büyük bir zevk alıyor olmalarını.!
_*Sübyanların ırzına geçilip çocuk yaşta hoca nikahı kıyılmasını.!*_
Alay edercesine akıl dışı garip açıklamalar yapılmasını.!
*Tüm ekonomik kuralların yok sayılmasını.!*
*T.C. ibarelerinin parçalarcasına sökülmesini.!*
Milli bayramları kutlanmama girişimlerini ve garip bahaneleri.!
*Haddini aşan keşke Yunan kazansaydı söyleminin nedenini.!*
Hain cenazelerine yapılan devlet törenlerini ve tabutlarına omuz vermelerini.!
_*Devlet dairelerinde Atatürk posterlerinin baş aşağı asılma nedenlerini.!*_
Türk’ün destanı Ergenekon’a kara çalma girişimlerini.!
Onca generali tutuklayıp büyük bir zevkle rütbelerini sökmelerini.!
TSK’yı ve bağlı tüm askeri kurumları tahrip etmelerini.!
*Türk bayrağının üzerinde bağdaş kurup değersizleştirmelerini.!*
_*İstiklal Marşı’nda ayağa kalkmamalarını.!*_
_*Andımıza karşı olmalarını ve ısrarla yasaklattırmalarını.!*_
Türklük ifadesine olan düşmanlığın nedenini.!
*Atatürk’e ve kahramanlara yapılan onca hakaret ve saygısızlıkları.!*
_*Şehide kelle askere tane demelerini.!*_
Askerimizin başına çuval geçirildiği gün alaycı sözlerini ve tebessümlü yüz ifadelerini.!
*Sürekli olarak anayasanın ilk dört maddesini hedef almalarını.!*
*Demografik yapıyı tahrip etmek ve ihvancı yapıya uygun yeni bir toplum inşa etmek için adeta bir kavimler göçüne dönüştürülmüş milyonlarca sığınmacının ülkeye girmesine göz yummalarının ve vatandaşlık vermeye başlamalarının nedenini.!*
Her türlü itiraza rağmen pişkin ve soğukkanlı tutumlarını.!
*Kayıp silahların çözülmeyen akıbetini.!*
*Kendi yandaşlarına verilen aşırı silah ruhsatlarının nedenini.!*
Muhalefet edenlerin havadan sudan sebeplerle tutuklanmalarını.!
Bir korku imparatorluğunun kurulmuş olmasını.!
Medyadaki yoğun algı yönetiminin sebebini.!
Daha yazacağım çok şey var lakin sizleri yormayayım..
*Zannediyor musunuz ki yıllarca sarf ettikleri böylesi bir çabayı bir anda yok kabul ederler ve sıradan bir seçimle sessiz sedasız çekip giderler.!*
*Öyleyse çok safsınız.!*
*AKP bu ülkede kaybedeceği hiçbir seçimi y a p t ı r m a z . !*
*2023 bunlar ve dolayısıyla hamileri için bir rövanş tarihidir, parantez olarak kabul ettikleri bir dönemin 100. yıl seneyi devriyesinde kapanacağı kin ve intikam günüdür.!*
Mevcut muhalefet ve sıradan söylemler bunlara vız gelir.!
Yukarıda ifade ettiğim gibi finale çok az kaldı.!
*Artık uyanma ve Atatürk çizgisindeki tüm muhalefet partilerinin, sivil toplum örgütlerinin ve toplumun milli bir ruh içinde tek parça olma vaktidir.!*
*Bu bir müdafaa-i hukuk mücadelesidir...*
*Yoksa geçmiş olsun Türkiye’m...*
*Dr. Vecdet Öz*
./.
3 notes · View notes
qoxununsayfasi · 2 years
Text
Evleri, "kabare"lerin gülünç, battal olmuş ön duvarlarını, yoksul ağaçları, sarılıklı, zayıf yüzleri, ölü yapraklar gibi kurumuş, cansız yaşlı elleri, donuk dişli ağızları, "gölge ağızları" bir kabuk, bir pislik cüzzamı kaplıyordu: Her şey pislikte ya da gökten inen kurumda salamura olmuş gibiydi. Bilmem hangi radyolar bir tür ezgisel kusmuk boşaltıyordu, sanki lokantaların tüm müşterileri elbirliğiyle, mezar-ötesi çayırlarında gölgeleri ağır ağır dans ettirecek bir cennet-dışı ezgisi çıkarmaya başlamışlardı. Gençliğin bile gençlik olmadığı bu kalabalıkta ne iyiye, ne kötüye doğru canlı bir ilerleme vardı, yüzleri kadın yüzü kadın olan, erkeklerin en erkeklerinin bile birbirlerini kadın silahlarıyla öldürdükleri bu kalabalıkta, içgüdüsel olan, güçlü olan hiçbir şey yoktu: Yapraklarda bir ak kurt kaynaşmasından başka bir şey değildi bu kansızlaşmış kitle. Bu görünüm karşısında, her sağlıklı insan ancak bir çığlık koparabilirdi: İster İsa, ister Sardanapale olsun, ama bu olmaz! Balzac Paris'i "Büyük bir çıban" diye adlandırır: İzlenim daha çok irinli bir büyük yara izlenimiydi. Kaldırımlarda elektrikli tabelaların bu kırmızı yansımalarının bedenlerinden çıkan kan olduğunu, bu nedenle böyle solgun olduklarını söylemek gelirdi insanın içinden. Rachel caddesinin önünden geçerken Montmarte mezarlığından gelmiş bir hava ve ağaç esintisiyle çarpılıyordu insan, sanki bu canlılar arasındaki yaşam yalnız ölülerin yollarındaki yaşamdı.
Burada hazzın ve aşkın bile günah görünüşüne bürünmesi, bu yaratıkların çirkinlikleri, esenlikten yoksun yanları yüzündendi; kendi başına ele alınan edimin şu ya da bu türünde değil de arzuladığımız, arzumuzun ereğinin aşağılık bir şey olduğunu düşünsek de arzuladığımız için utandığımız zaman günah olduğu doğruysa, işte günah sözcüğünün benimsenebilecek tek tanımı.
“Les Célibataires”, Henry de Montherlant. Çev.: Tahsin Yücel
2 notes · View notes
evgormobilya · 19 days
Text
Tumblr media
Gardırop Düzeni Rehberi: Dolabınızı Nasıl Düzenli Tutarsınız?
1. Gardırop Düzenine Neden İhtiyaç Duyarız?
Gardırop düzeni, sadece estetik açıdan değil, işlevsellik açısından da büyük bir öneme sahiptir. Dağınık bir gardırop, istediğiniz kıyafeti bulmanızı zorlaştırır, kıyafetlerin kırışmasına neden olabilir ve gereksiz alışverişe yönlendirebilir. Düzenli bir gardırop ise:
Zaman kazandırır: Sabahları ne giyeceğinize hızlıca karar vermenizi sağlar.
Kıyafetlerin ömrünü uzatır: Düzenli asılan veya katlanan kıyafetler, daha az kırışır ve yıpranır.
Alışveriş alışkanlıklarını düzenler: Ne kadar kıyafetiniz olduğunu bilmek, gereksiz alışveriş yapmanızı engeller.
Stres seviyesini azaltır: Düzenli bir gardırop, genel olarak yaşam alanınızın daha organize olmasını sağlar.
2. Gardırop Düzenlemenin İlk Adımları
Gardırop düzenine başlamadan önce bazı hazırlıklar yapmanız gerekmektedir. Bu adımlar, düzenleme sürecini daha etkili hale getirir:
Tüm kıyafetlerinizi çıkarın: Gardırobunuzu tamamen boşaltarak tüm kıyafetlerinizi gözden geçirin. Bu sayede hangi parçaları sık kullandığınızı ve hangilerini artık giymediğinizi daha iyi anlayabilirsiniz.
Eleme yapın: Giymediğiniz, artık size uymayan veya modası geçmiş kıyafetleri ayırın. Bu parçaları bağışlayabilir, satabilir veya geri dönüştürebilirsiniz.
Kategorilere ayırın: Kıyafetlerinizi türlerine göre (örneğin, üstler, altlar, elbiseler, dış giyim) kategorilere ayırarak daha düzenli bir görünüm elde edebilirsiniz.
3. Kıyafetlerin Düzenlenmesi
Gardırobunuzu düzenlerken kıyafetlerinizi nasıl yerleştirdiğiniz önemlidir. İşte kıyafetlerinizi düzenlemenin en etkili yolları:
Askılar: Kırışmasını istemediğiniz kıyafetler için kaliteli askılar kullanın. İnce askılar yerine, kıyafetin formunu koruyacak geniş askılar tercih edin.
Raflar ve bölmeler: Katlanabilir kıyafetleri (kazaklar, tişörtler) raflarda saklayın. Bu, hem yer tasarrufu sağlar hem de kıyafetlerinizi düzenli tutar.
Çekmeceler: İç çamaşırı, çorap ve aksesuarlar için çekmeceler kullanın. Bu küçük parçaların düzenli kalmasını sağlar ve gardırobun geri kalanını dağınıklıktan korur.
Renk düzeni: Kıyafetlerinizi renklerine göre sıralamak, hem estetik bir görünüm yaratır hem de aradığınızı kolayca bulmanızı sağlar.
4. Mevsimsel Düzenleme
Gardırop düzenlemede mevsimsel değişiklikler yapmak, her sezon başında gardırobunuzu güncellemenizi sağlar. Bu yöntem, dolabınızın daha kullanışlı olmasına katkıda bulunur.
Mevsim dışı kıyafetleri kaldırın: Mevsimlik olmayan kıyafetleri vakumlu poşetlerde veya kutularda saklayarak yerden tasarruf edin. Bu sayede dolabınızda sadece o sezonda kullanacağınız kıyafetler kalır.
Dönemsel temizlik: Mevsim geçişlerinde gardırobunuzu temizleyin ve kullanmadığınız kıyafetleri ayırın. Bu, dolabınızın sürekli düzenli kalmasını sağlar.
Öncelik sırası: Mevsime uygun kıyafetleri en erişilebilir yerlere yerleştirin. Örneğin, kışın kazak ve montları en ön plana çıkarın, yazlık kıyafetleri ise daha arka kısımlara koyun.
5. Aksesuarların Düzenlenmesi
Gardıropta sadece kıyafetlerin değil, aksesuarların da düzenli olması önemlidir. Aksesuarlarınızı düzenlemenin bazı pratik yolları:
Askılıklar: Şapka, çanta, kemer gibi aksesuarları duvara monte edilen askılıklarda veya kapı arkasındaki askılarda saklayabilirsiniz.
Çekmeceler ve kutular: Mücevherler, kravatlar ve küçük aksesuarlar için çekmece bölücüler veya küçük kutular kullanın. Bu, küçük parçaların kaybolmasını engeller ve düzenli kalmasını sağlar.
Şeffaf kutular: Ayakkabıları ve diğer büyük aksesuarları şeffaf kutularda saklamak, aradığınızı kolayca bulmanızı sağlar.
6. Gardırop Düzeni İçin Ekstra İpuçları
Gardırobunuzu daha düzenli ve kullanışlı hale getirmek için bazı ekstra ipuçları:
Etiketleme: Kutu ve çekmeceleri etiketlemek, aradığınız eşyayı bulmanızı kolaylaştırır.
Ayna: Gardırobun içine veya yakınına yerleştirilen bir ayna, kıyafet seçimlerinizi yaparken size yardımcı olur.
Işıklandırma: Gardırobunuzda yeterli ışık olduğundan emin olun. Led ışıklar veya gardırop içi aydınlatma sistemleri, kıyafetlerinizi daha net görmenizi sağlar.
0 notes
akrepblog · 1 month
Text
Neptün 6. Evde
Tumblr media
Neptün 6. Evde
İş hayatında ve sağlıkta belirsizlikler; sebepleri bulamama
İş ve meslek hayatında belirsizlik, net olmayan hedefler
Görev ve sorumlulukların belirsiz sınırları
Sağlık algısında bulanıklık, net teşhis koyamama
İş rutininde karmaşa, plansızlık, düzensizlik
Hizmet verirken duygusal karmaşa yaşama
Fiziksel sınırları belirlemede zorluk
Yorucu görevleri yerine getirmede isteksizlik
Pratik ve uygulamalı işlerde bulanık düşünme
Görev anlayışında soyut ve sembolik yaklaşım ağır basması
Neptün 6. evde hangi konuları ve alanları etkiler? Neptün 6. ev konumunda hangi burçla nasıl etkiler? Retro ve Transit Neptün 6. evde nasıl etkiler? 6. Evde Neptün Olumlu ve olumsuz açı etkileri nelerdir?
İş hayatında ve sağlıkta belirsizlikler; sebepleri bulamama
Neptün 6. Evde Anlamı, Açı Etkileri ve Burç ve Evlere Göre Yorumlar
6. ev astrolojide
günlük yaşam,
sağlık,
analitik beceriler,
çalışma ortamı ve
iş hayatını
temsil eder. Sabit haritada Neptün'ün 6. evdeki konumu, mistik ve sezgisel etkiler getirir. Neptün'ün bu pozisyonda olması, kişinin hayal gücünü artırırken, sağlık konularında dikkatli olunmasını gerektirir. Neptün'ün yaptığı açılar, iş ve sağlık konularında zorluklar veya fırsatlar oluşturabilir. Detaylara ve günlük rutinlerin düzenlenmesine odaklanmak önemlidir.
6. Ev ve Genel Özellikleri
İş hayatı, kariyer ve mesleki sorumluluklar
Halka hizmet etme, yardımlaşma, gönüllülük
Günlük rutin işler, ev içi ve dışı görevler
Sağlık, hijyen alışkanlıkları, günlük bakım
İş disiplini, düzen ve planlama yeteneği
Hizmet sektöründe çalışma, çalışan konumunda olma
Karşılıklı yardımlaşma, destek olma kabiliyeti
Zorunlu görevlerin yerine getirilmesi
Fiziksel dayanıklılık, efor sarf etme kapasitesi
Astrolojik haritada 6. ev, günlük yaşamın temel dinamiklerini ve rutinlerini temsil ederken, aynı zamanda sağlık, hizmet ve iş yaşamıyla da doğrudan alakalıdır. Sabit haritada 6. evin rolü ve anlamı, bireyin yaşam düzeninin nasıl şekillendiği, sağlık konularına nasıl yaklaşıldığı ve görev bilincinin nasıl ifade edildiği gibi unsurları ortaya koyar. Sabit haritalarda, bu evin sahip olduğu önem, kişinin günlük sorumluluklarını yerine getirme kapasitesi ve iş rutinlerinde temel bir yapı taşını temsil eder.
Neptün 6. evde konumlandığında, bu evin genel özelliklerine mistik ve sezgisel bir renk katar. Günlük rutinler (her gün tekrarlanan) ve iş yaşamı genellikle sıradan ve mekanik işlerden oluşurken, Neptün'ün bu evdeki varlığı hayal gücü ve sanatsal yanları da gündeme getirebilir. Neptün'ün etkisi, kişinin sağlık meselelerinde daha fazla dikkatli olması gerektiğini de işaret eder, çünkü bu etki kimi zaman sağlık konularında belirsizlik ve yanlış tanılara sebep olabilir.
Sabit haritada, 6. evdeki gezegenler ve bu evin yönettiği burç, kişinin çalışma etiği ve hizmet anlayışını daha net bir şekilde ortaya koyar. Diğer gezegenlerin Neptün'e yaptığı açılar da, bireyin iş ve sağlık konularında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini belirler. Özellikle sert açılar, günlük rutinlerde ve iş yaşamında karmaşa veya belirsizlik oluşturabilir. Bu etkiler, kişinin işlerinde sürdürülebilir bir düzen kurmasını zorlaştırabilir.
0 notes
onderkaracay · 1 month
Text
Tumblr media
🎯 Sultan Mahvettin Olarak mı Anılmak İstiyorsunuz? 🎯
İyi dinleyin bizi, bu sizin seçiminizdi.
Kötülüğü ve kötü olmayı seçtiniz.
Görevi kötüye kullandınız.
Gücü verene karşı kullanmaya kalktınız. Bir gün bu gücü verenler bunun hesabını sorar diye hiç düşünmediniz!
O gücü ele geçirmek isteyenler yararına hizmet ettiniz.
Bunun karşılığıdır en ağır sözlerimiz.
Kurşundan daha fazla acı çektirir.
Söz her hatırlandığında öldürür, söz bir kerede öldürmeyi sevmez.
Bu sebeple en sağlam olanlarından seçtik sözlerimizi.
Bir heykel gibi dikilecek insanlık adına sizin karşınıza.
Madem korkmuyorsunuz neden engeller yığıyorsumuz sözlerimizin önüne?
Türkün tarihinden bentleri yıka yıka geliyoruz.
Yurdu ve ulusu perişan eden maceranın sonu geldi.
Kimin hakkını kime ne hakla yediriyorsunuz?
Sorumlu yurttaşlık gereği böyle bir yazı yazmak zorunda kaldık. Ayrıca biz iftira atmıyoruz. Her satırın ayrı bir gerekçesi var sizin sebep olduğunuz.
Madem siz ulusun yararına yapılması gerekenleri yapmama konusunda biz yurttaşlar ile bir inatlaşmaya kalktınız o zaman bunun da bir bedeli olacak. Çünkü Türk ulusunun daha fazla bedel ödeyecek gücü ve sabrı kalmadı.
✓ Kovulması gerekenler tüm sömürgeci işgalciler yüz yıl önce olduğu gibi yine kovulacak,
✓ Bilinçli göz yumduğunuz ilim yayma adına her evin altında cehaleti örgütleyen yasa ve yasa dışı tüm faaliyetler kapatılacak,
✓ Elinde ki güç ve yetkileri tehdide dönüştürenlerden ( Devlet yok şirk düzeni şirketler var diyen sermaye) üretim ve hizmet araçları sahipliği alınarak kısıtlanması gerekenlerin güçleri azaltılarak hadleri hukuk içinde adaletle bildirilecek.
✓ Ulusun ve yurdun bölünmesi ve parçalanması amacıyla demografik yapıyı bozmaya yönelik mülteciler siz yabancılar ile projelerinde iş tutan (bop eşbaşkanı) mürteciler ile birlikte ülke yönetme yetkisini demokratik kurallar içinde yerinize sizin gibi bir zihniyetin gelmesi de önlenerek halkın iradesi yönetime eninde sonunda devrim ve kamulaştırma ile gelene kadar hukuk içinde direniş ile mücadele edilecektir.
Hepsi sizin eserinizdir.
Bizim direniş gücümüzü de siz artırdınız.
Huzuru artırmak yerine bozmaya kalktınız.
Gizli niyetinize hizmet ettirecek bir gücü artık bu toplum size ve sizin yolunuzdan gidenlere vermiyor.
Yetmiş beş yaşında ki ihaneti tarihin çöplüğüne atacağız. (14 Mayıs 1950)
Bizi tehdit edenlerin mamasını kesmek yerine bu düzeni sürdürülebilir bir düzen yapma gayretiniz bizi uyandırdı.
Herşeye biz karar veririz diye tehdit edenlerin karşısında yumuşak karna dönüşmüş haliniz verdiğiniz tavizler günbegün toplumda kaygıyı artırıyor.
Bu kaygıyı azaltmak yerine sizden taraf olmayanı görmezden gelerek sizi iktidarda tutacak kitlenin hoşuna gidecek siyaseti devam ettiriyorsunuz.
Yolunuz yol değil, gidişatınız gidişat değil. Kendinizi kurtarmayı toplumun üstünde tutan bir anlayış olarak benimsemiş olmanızı kabul etmiyoruz.
Yetki sorumluluk demektir her sorumluluk hesap vermek zorundadır.
Devlet, iktidar olmanın çiftliği değildir.
Bu tür anlayış padişah geleneği bir kültürün ürünüdür. Cumhuriyet devrimleri bu anlayışı ortadan kaldırmak için yapılmış iken tersini yapmaya kalkmak yıkıcı bir tutumdur.
Bu topraklarda son örnek Vahdettin olmak gibi bir gayret peşinde koşuyorsunuz.
Batı çetesi bu topraklardan bir Saddam benzeri bir sonuç çıkarmak peşine düşmüş bunu biz görüyoruz siz görmüyor musunuz?
Görüyorsanız o zaman neden doğru işler yapmak yerine tersine gidiyorsunuz?
Biz ülkemizde bu tür bir sonuç yaşansın istemiyoruz. Birleştirici, bütünlüğü koruyan bir çaba harcıyoruz. Sizleri de aynı çabaya davet ediyoruz.
Bir Osmanlı hayranı olarak ve saray zihniyetini benimsemiş biri olarak seçimle iş başına getirilmiş padişah benzeri bir yönetim anlayışını dayatan Sultan Mahvettin olarak mı anılmak istiyorsunuz?
Son bir tavsiye ile bitirelim;
Yaşam çoğu zaman insanın kendisi ile ters düşmesine sebep olacak sonuçlar üretir. Eğer doğru ters düşen kararlar almayı gerektiriyor ise insanlığın ve doğanın yararına bu kararları almak gerekir. Ülkemizde özelleştirme talanına sebep olanlar sonuçları itibariyle kamulaştırma gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldılar. Bu kararlar alınmadığı takdirde bu inatlaşmak kendi sonları olacaktır. Doğru her zaman tektir ve o doğrunun gerçekleşmesi için yaşam şartları ve tüm tarafları buna zorlar. Haklı zora dağ bile dayanamaz.
Önder Karaçay
0 notes
kaanozer · 4 months
Text
Tek sorun artık pazartesi değil, 22 Mayıs Perşembe oldu bile ve son derslerimi de atlattım, sıcak bir banyo ve birçok idealden, hayalden ve inançtan uyandırdım kendimi. İroni: Gözyaşlarına boğulmuş ağlak kadın dergilerinin kapaklarındaki olgun duruş. Tiksinti. Evet, bak tam da böyle olmalı: Kendimden ve daha çok da kibri sönmeyen, aksine büyüyen Ted’den iğrenme. İroni: Neredeyse iki yıl içinde beni çılgın bir mükemmeliyetçi ve insanları ayırım gözetmeksizin seven birinden, insanlardan kaçan birine, ve Tony’nin evinde, Paul’un evinde nefret dolu, edepsiz ve şirret bir kadına dönüştürdü. Bundan nasıl da övgüyle söz ederdi: Ben nihayet gerçek dünyayı ‘görmüştüm’. Bu yüzden ben aldım ikimizi kendi ayrı ve ah, son derece üstün dünyamıza koydum: Öyle tatlıyız ki biz, olduğumuz gibi, öyle tatlı ‘gülümseriz’. Böylece edepsiz ve zalim ve sinsi bir topluluğun içindeyiz şimdi – ah, en başında öyle değil tabii, ancak saldırıya uğradığında. Cesur, masum göz kırpışlar yok artık – dişler ve tırnaklar var. Ve belki de hayatımda ilk defa edepsizliğin doruklarına çıkıyorum ben – ne işimde ne de sosyal hayatımda kinci biri olmadım ben, kavradığım son şeyse şu: En az diğer herkes kadar edepsiz olan yalnızca ben değilim, Ted de öyle. Bir yalan söyleyen ve kibirle gülümseyen adamın teki. İşler böyle yürüyor: İroni hayatın tuzu biberi işte. Romanımın aşk ve evlilikle bitmesi zor: James’inkiler gibi bir öyküsü olacak, çalışanları ve çalıştıranı, sömürenleri ve sömürülenleri anlatacak: Kibri ve zulmü: Bozulan güzel bir dünyada bir yalanlar ve kötülükler çemberi. İroniyi buraya not ediyorum, hem roman için, hem de Ladies’ Home Journal için. Bir Maggie Verver değilim ben. Hatamın, yuttuğum zehri öğürüp tükürmeme yetecek o korkunç ateşini duyuyorum: Ama ben Maggie’yi örnek alacağım, Tanrı bu kızı korusun.
İroni nasıl da ortaya çıkıyor – ne zaman o aptal, tatsız sözlerimden birini etsem bir ürperti hissediyorum, karanlık, lastik yüzlü, kurbağa suratlı, bu tutulma anında kendini belli etmeye hazır kader, henüz görülmemiş, öngörülmeyecek bir korkuyla beni teselli etmeye geliyor.
Ve bütün bu zaman zarfında aklımın uzak bir köşesinde yer ediyordu bu. Ben bütün sırlarımı Ted’e açtım ve neden kendi kocasının yarasını en son gören karısı oluyor? Çünkü ona en çok inanan, ona sorgusuz sualsiz güneşin etrafında döner gibi, dışarıdan çöldeki susuzların feryatlarına, yaban ellerde edilen lanetlere kulak tıkarcasına özenle, sevecenlikle körü körüne inanan o. James’in Joan Bramwell’den ayrılışına tanık oldum, ya da, işin doğrusu, Joan’ın, Lamia Sally ile insanlık dışı, çılgın bir yasak ilişkisi olduğu için onu sepetleyişini gördüm ve Joan’ın zayıf, çatlayan bir sesle çektiği acıları, öğrendiği bütün o şeylere rağmen memnuniyetini, aşağılanışını, bütün bu deliliğin karşısında -nefret uyandıran- aklıselimliğini, Sally’nin James’i sinemaya gittikten sonra da gece yarılarına kadar alıkoyuşunu, Joan’ın arayıp onu eve çağırışını ve James’in gelişini, sonra Sally’nin arayıp camı yumrukladığını ve ellerinin kanlar içinde kaldığını söyleyişini – bileklerindeki o çirkin kesikleri dinledim. Ah, dedim neşeli, canlı bir sesle: “Okuldaki öğretmenlerin içinde kocası olan bir ben varım,” – Joan’ınki zayıf, kibirli, ihtiyar bir sıçandı ve o sayılmazdı, ki zaten defolup gitti; Marlies’in hafta sonları dışında kendininkini gördüğü yok. Eh, benimki de yalancının, kibirle gülümseyen, üçkâğıtçının teki. Lowell’in ilk kitabına bakıyorum: Jean Stafford’a. Eh, o hiç olmazsa The New Yorker’a yazıyor – iyi bir kariyer, iyi bir yaşam – ya da belki de ben bunları yazarken kadın bir akıl hastanesindedir, alkolik falan olmuştur. Ted’in bir sonraki kitabı kime ithaf edilecek kim bilir? Göbek deliğine. Penisine. Onu ilk gördüğümde de o kibirli, boş gülümseme vardı suratında. Ve işte yıllar sonra bile yine aynı şey. Önce bütün bunların ardındaki sebeplerle başla – Ted ve kendim haricindeki herkese nefret duyuşum, Ted’e ve kendime inanıp, başka hiç kimseye güven duymayışım. Dün geceyi de ekle Ted, Paul’un Oedipus çevirisinden “Creon” bölümünü okuyacaktı ve bana açık açık gelmememi söyledi. (22 Mayıs) Pekâlâ dedim ama işkillendim. Ted’in okumalarını dinlemek konusunda batıl inançlıyım. İkinci grup kâğıtların üzerinden aceleyle geçtim (bekleyen bir grup daha vardı) ve yularımdan kurtulmuşçasına yerimden fırlayıp koşmaya başladım, merdivenlerden indim, kendimi sıcak, ağır leylak kokulu mayıs karanlığına attım. Hilal, ağaçların arasından bana bakıyordu – tamamını çevreleyen gölge çizilmiş gibiydi. Gerginliğin ve yorgunluğun derinliklerinde olsam da uçuverecekmişim gibi seke seke koşuyordum; kalbim göğsümde acıyan bir yumruydu. Koşmaya devam ettim, hiç durmadan Paradise Pond’un yanındaki tümsekli, dik yokuştan indim, Botanik Binası’nın arkasındaki çalılıklarda ince tüylü, kahverengi bir tavşan gördüm. Sokak lambalarının ışığında parlayan beyaz sütunlarıyla Sage salonunun ışıklandırılmış ön cephesine kadar koştum, görünürde tek bir kişi bile yoktu, boş, yankı yapan döşemeler vardı bir tek. Salon göz kamaştırıyordu: İki kişi, şişman bir kız ve çirkin bir adam, yan taraftaki bir kabinde kayıt için banttan müzik çalıyordu. Parmak uçlarıma basa basa içeri girdim, arka taraflardaki bir yere oturdum ve küt küt atan kalbimi ve hırıltılı nefesimi susturmaya çalıştım. Ted sahnenin sol tarafında, biraz arkada, Oedipus olarak tam ortadaki Bill Van Voris’in yanında duruyordu. Chris Denney zarif siyahların içindeydi, darmadağınık kıvırcık saçlı kafası zambak sapı misali incecik boynunun üzerinde dimdik duran Paul ise hemen onun yanındaydı. Paul’un kayıttaki sesi hayalet gibi çıkıyordu.
Ted derbeder görünüyordu: Takım elbisesinin ceketi arkadan çekiliyormuşçasına kırışıktı, kemersiz pantolonu üstünden düşüyordu, saçı ışıkların altında simsiyah ve yağlı görünüyordu. İçeri girdiğim anda geldiğimi anlamıştı ve anladığını biliyordum, okurken sesi düşüyordu. Bir şeyden utanç duyuyordu. Son satırını suratında pörsük bir kurutma bezi ifadesiyle okudu ve içimde belli belirsiz bir tiksinti, bir şüphe dalgası uyandı. Sesi ‘kasık, ensest, yatak, günah’ sözcüklerini söylemekten müthiş zevk aldığını belli eden o soysuz, beyaz, salyangoz suratlı Van Voris’in yanında, orada öylece dikiliyordu. Çıplak ayakla iğrenç kurtçuklarla dolu bir çukura basmışım gibi hissediyordum. Boğazımı temizleyip tükürme ihtiyacı duydum. Ted kimin yanında durduğunun, kimin sözlerini okuduğunun farkındaydı. Omuzları çökmüş, küçücük kalmıştı. Ama kendini bundan daha önce kurtarabilirdi. Çok daha önce. Paul, Creon’u seve seve Philip Wheelwright’a okuturdu. Okuma bitince Ted yanıma gelmedi. Ön tarafta durdum, arkaya geçip hademeye okuyucuların nerede olduklarını sordum. Söylemek zorunda kaldı. Işıklandırılmış küçük bir odada Bill Van Voris kemiksizmişçesine bacakları iki yana ayrılmış çiçekli kapitone kumaştan bir koltuğun üzerine yığılıvermişti. Ted sefil, kötü bir surat ifadesiyle piyanonun önünde oturmuş, kamburunu çıkarmış, tek parmakla tiz bir tonda, daha önce hiç duymadığım bir melodi çalıyordu. Yüzündeki o tuhaf, alçak gülümsemeyi de Falcon Yard’dan bu yana hiç görmemiştim. Ah evet, avlananlara özgü bir gülümseme, nasıl bilebilirim ki? Konuşmuyordu. Kalkıp yanıma gelmiyordu. Oturdum. O zaman kalkıp çıktık. Clarissa soğuk ve edepsizdi: Pat Hecht muhtemelen Paul hakkında konuştuğumuz bütün o edepsiz şeyleri politik davranıp Tony’nin hakaretlerinden söz etmeksizin Clarissa’ya anlatarak öcünü almış olmalı.
Her neyse, tatsız, kötü bir geceydi, Hechtlerle geçen gece gibi. O da aşağı yukarı bunun gibi geçmişti. Yani bu bir kazaydı. Yani Ted bu pirelerin yanında sahneye çıkmaktan utanç duyuyordu. Yani bu benim son günüm. Ya da günümdü. Ransom, Cummings ve Sitwell’in şiirleriyle kuşarıp sınıfa gittim, dersten aldığım zevk kadar büyük bir alkış aldım – saat dokuzda bir yağmur damlası, on birde gökgürültülü sağanak ve üçte, iki uçta gidip gelen bir hava. Sırf onu görebileyim ve ilk dersimin her dakikasının keyfini sürebileyim diye Ted’den bu öğleden sonrayı atlatıncaya kadar benimle gelmesini isteyerek şansımı denedim. Böylece birlikte çıktık. İntikamın hazzı, nefret ve kinin tehlikeli zevki ve bu kin ve zehir her ne kadar ‘fazlasıyla hak edilmiş’ olsa da bu hislere maruz kalmanın, ne yazık ki, harap edici olduğunu düşündüm. Ah kefaret. Bütün o geri dönen düşünceler. Dersten önce yirmi dakikam vardı. Ted kütüphaneye kitap bırakacağını ve benimle arabada buluşacağını söyledi: Derslerim bitinceye kadar beni bekleyecekti. Neredeyse kimsenin olmadığı kafeye tek başıma girdim. Birkaç kız vardı sadece. Ve Bill Van Voris’in arkadan görünen kafası. Ne içeri girdiğimi, ne de kahve ısmarladığımı görmüştü, neredeyse görüş mesafesinde olmama rağmen. Ama tam karşısında birlikte oturduğu kız beni görebiliyordu. Güzel siyah gözleri, siyah saçları ve solgun, beyaz bir yüzü vardı ve oldukça ciddi görünüyordu. Kahvemi alıp, Bill’in dikkatini çekmeden, hemen arkasındaki masaya, onun kafasını ve öğrencisini görecek şekilde oturdum. Hah, diye düşündüm dinlerken ya da daha doğrusu, işitirken. Kahvemden bir yudum aldım ve belirgin kırışıklarla dolu sarı benizli yüzü, gri saçları ve kaplumbağa kabuğu çerçeveli gözlüklerinin ardından rengi belirsiz gözleriyle Jackie’yi düşündüm. O Bill’in öğrencileri kadar kültürlü bir ‘entelektüel’ değildi belki. Her zamanki tavrıyla konuşuyordu: Aptal, kasıntı, ah evet tam bir budala. Kız hafifçe kekeliyordu, kulak kesildiğim için duyuyordum: Şöyle bir şeyler söylüyordu: “Kahraman… klasik kahramanlardan çok farklı, komik bir karakter.” Fısıltıyla ya da hırıltıyla, “Komik?” derken kahkahalara boğuldu. “Demek istediğin…” Kız bocaladı, kara gözleri yardım ister gibiydi. “Hicivli,” diye önerdi Bill, bilgeliğinden tamamen emin. Omuzuna hafifçe vurup, ona doğru eğilip ona, saçmalama, komik karakterlerde sorun yok, hiçbir şeyin hicvin tekelinde değil, diyesim vardı. Ama çenemi tuttum. Bill konuyu hızla durumu düzeltme dramasına çevirdi. Kendi çöplüğünde ötecekti belli ki.
“Ahlak. Elbette, bütün o esprilerin malzemesi, müstehcen şakalar yapmak için harika bir fırsat.” En üstün, en yoğun biçimde kendini anlamaya hazırlamış kızcağız şöyle karşılık verdi: “Ah, biliyorum, biliyorum.” Derse gitmek için kafeden çıktığımda onlar hâlâ konuşuyorlardı. Bense kendi kendime homurdanacaktım neredeyse. Al Fisher’ı görebiliyordum, aynı yerde oturuyordu, ben tam karşısındaydım, apaçık cinsel çekim. Al Fisher ve öğrencilerinden oluşan hanedanı: Metresi yaptığı öğrenciler. Karısı yaptığı öğrenciler. Ve şimdi, o aptal, budala, yapmacık gülümseme. Bill hele bir okulun kadrolu çalışanı olsun -o zamana kadar böyle sürtmekten başka bir şey yapmayacaktır muhtemelen- o da Smithli metresler edinmeye başlayacak. Ya da Jacky ölür belki: O geniş ağzına yazılı büyük acılar ve ölüm var: Sımsıkı kapalı, haşin dudaklar ve mesafeli, soğuk, aldığı, almak zorunda olduğu ve alacağı riskleri ölçüp tartan gözler. Bütün bu gördüklerim birikti. Dersten önce kütüphaneye bir uğrayıp içime doğan bu gülünç şeyleri, Van Voris ve İç Gıcıklayıcı Smith Kızı’nın yanında oturuşumu Ted’le paylaşma isteği duydum: Ya da William S.’in yine yaramazlık yaptığını. Ama sınıfa gittim. Dersten çıkınca park yerine koştum, bir yanım Ted’le arabaya giderken karşılaşacağımızı söylüyordu ama onu arabanın içinde bulacağımdan daha emindim. Arabanın camlarından içeri baktım ama kara bir kafa göremedim. Arabamız boştu ve bu boşluk fena halde kanıma dokundu, hele de yirmi sekiz hafta boyunca günleri sayıp bugünü beklerken. Herhalde bir buçuk saat kadar falan sonra, kafeden park yerine giden yolun iki yanını çevreleyen çalıların arasında öğrencisine sıcak bir gülümsemeyle veda eden Bill’i gördüm. Bana doğru yürümeye başladı ve aniden ona arkamı döndüm ve arabaya binip Ted’in orada, okuma odasında vaktin geçtiğinden bihaber Edmund Wilson’ın The New Yorker’daki yazısına daldığını düşündüğüm kütüphaneye doğru sürdüm. Orada değildi. Saat 3’teki dersimden öğrencilerimle karşılaşıp duruyordum. Arabaya binip eve gitmek için tuhaf bir istek duyuyordum içimde ama kendimi böyle bir şeye hazırlamış olsam da, henüz dairede beni hayrete düşürecek bir manzarayla karşılaşmak kaderime yazılmamıştı. Çıplak kollarım buz keserek kütüphanenin soğuğundan hızlı adımlarla uzaklaşırken şu sezgisel görüntülerden biri belirdi gözümde. Ne göreceğimi biliyordum, ister istemez neyle karşılaşacağımı biliyordum ve bunu çok uzun zamandır biliyordum aslında, ilk karşılaşmanın yerinden ya da zamanından emin olamasam da. Ted, kızların hafta sonları sevgililerini öpüşüp koklaşmak için götürdükleri Paradise Pond tarafından geliyordu. Yüzünde geniş, çarpıcı bir gülümsemeyle yürüyordu, gözleriyse kahverengimsi saçlı, iri rujlu dudaklarıyla sırıtan, haki rengi bermuda şortlu kalın bacaklarına çorap giymemiş, tanımadığım bir kızın ceylan gözlerine bakıyordu. Bu görüntüyü aniden yanıp sönen ışıklar gibi gördüm, flaş patlaması gibi. Kızın gözlerinin rengini ben söyleyemezdim ama Ted söyleyebilirdi ve en az kızınki kadar geniş ve çekiciydi gülümseyişi, ama içinde bir çirkinliği de barındırıyordu. Van Voris’in yanındaki halini düşününce taşlar yerine oturdu, bu gülümseyiş akkor bir hal aldı, beğenilmek isteyen bir ahmağın gülümseyişi oldu.
Bir konuşmayı, bir açıklamayı sonlandırır gibi hareketler yapıyordu. Kızın gözleri sersem bir beğeniyle büyüdü. Benim geldiğimi gördü. Suçlulukla gözlerini kaçırdı ve hoşça kal bile demeden, kelimenin tam anlamıyla koşmaya başladı, Ted ise kızı benimle tanıştırma zahmetine girmedi: onun yerinde Bill olsa yapardı. Kızcağız daha ilk karşılaşmada rol yapmayı öğrenememişti ama çabuk öğrenir. Kızın adının Sheila olduğunu sanıyormuş; bir zamanlar benim adımın Shirley olduğunu sandığı gibi: Bütün o dil sürçmeleri – gülüşmeler. Tuhaf; içimdeki kıskançlık tiksintiye dönüşmüştü. Eve geç gelmeler, saçlarımı tararken gözümün önünde pis pis sırıtan kara boynuzlu bir kurtun belirişi, hepsi birden aydınladı ve gördüğüm şey midemi bulandırdı. Ben artık gülemiyorum. Ama Ted gülüyor. Kızlarından estetik açıdan ne kadar uzak olduğunu o yamuk duruşu, hayran olduğunun gözlerinin içine başını eğip bakışı öyle bir ele veriyor ki – eski bir hayranlık değil bu; yeni, taze, katışıksız. Ya da, belki de katışıklı. Van Voris beyaz görünüyor. Zambak elli. Erkeklerin bu kibrinden neden bu denli nefret ediyorum ben? On dokuz yaşındaki o küçük, hastalıklı, âciz haliyle Richard’da bile vardı bu. Gerçi o zengindi, bir ailesi ve güvencesi vardı: Hak ettiklerinden daha iyi karılar edinebilecek bir erkek nesli. Joan’ın dediği gibi: Ego ve Narsisizm. Vanitas vanitatum (Lat. Kibir). Ruth’un bana ne anlatacağını biliyorum ve artık ona anlatabileceğimi hissediyorum. Hayır, kendimi camdan aşağı atmayacağım ya da Warren’ın arabasıyla bir ağaca toslamayacağım ya da evin garajını karbon monoksitle doldurmayacak, masraftan kısmayacağım ya da bileklerimi kesip küvette uzanmayacağım. Bütün inançlarımdan uyandım, artık apaçık görebiliyorum. Öğretmenlik yapabilirim ve yazacağım da, çok iyi şeyler yazacağım hem de. Bir yılı böyle geçirebilirim, belki, diğer seçeneklerin peşine takılmadan önce. Sonra az da olsa sevdiğim çeşit çeşit ama az sayıdaki insanlar. Ve korunması gereken azimli ve esrarengiz bir onur ve namus duygum var benim. Güvenli sularda fazla yüzdüm. Şimdi boğulma vakti.
Sonra, çok sonra. Ertesi sabah bir ara. Sahte bahaneler. Unvan ve sınıf konusunda muğlak kafa karışıklıkları. Hepsi sahte. Hepsi yalan. Yanlış zamanda yanlış yerde olduğunu fark etmenin şaşkınlığıyla beliren suçlu bakışlar. Bu yüzden uyuyamıyorum. Kısmen bu kibrin ucuzluğundan, ucuz numaranın ağırlığından duyduğum şaşkınlıktan: Ah evet, Stanley, çok zekice: Hayran olunacak adam: O müthiş, ağır erkek bedeniyle ona doğru eğiliyor: “Haydi barışalım.” Ah ne güzel düzüşmeler. Neden öyle yorgun, öyle uyuşuktum bütün kış? Yaşlanmaktan ya da harcanmaktan. Sahte. Numaracı artist. Açıklama yapmak yok, sadece üstünü örtmeye çalışıyor. Katlanamadığım şey bu işte, bu yüzden uyuyamıyorum. Şimdi bile halinden memnun, uykusunda homurdanıp horulduyor. Ve bir açıklama yapmayı tamamen reddedişi. O ilkbahar akşamı Kazin’in söylediği doğruydu: Ted bu yüzden hemen üstüne atladı. Yalnız Kazin tek bir konuda yanılmıştı: Smithli kızlar değildi. Hayır hevesle ağzı kulaklarına varan sırıtışlar ve Van Voris’i öyle görüşüm – Fisher hakkındaysa, yanılmamıştı. Namussuzluk -bir uçurum. Benim tarafımdaysa tam bir aptallık ve içtenlik: Yürekten sevmek için bir insanın ne kadar aptal olması lazım. Aldatmaması için. İhanet etmemesi için. Hem çekip gitmek isteyip hem de hiçbir yere gitmek istememek berbat bir şey. Ted’in diğer boş, yaptıklarının üstünü kapamaya çalışan, kendi zevkine düşkün erkeklere benzemediğini sanarak dünyanın en gülünç, ironik ve ölümcül hatasını yaptım. Onun işine yaradım, ona giysiler almak, yazarak geçirdiği sekiz ay, yarım yıl boyunca ona bakmak için para harcadım, hem de annemin parasını, ki en çok kanıma dokunan bu, onun şiirlerini yüzlerce defa daktilo ettim. Eh, İngiliz ve Amerikan şiirine epey katkıda bulunmuş oldum. Affedemeyeceğim şey bu namussuzluk – ve ne olursa olsun ya da ne kadar zor olursa olsun, gerçeği bilmeyi yeğlerim; ki bugün iğrenç bahaneler, saptırmalar ve huysuzluklar işitmektense kendi ağzından oldukça açık ve kahredici bir izlenim edinebildim. Burada sonlandırmam gereken bir hayat var. Peki ya güvenden yoksun bir hayata ne demeli – aşkın bir yalan olduğu ve bütün o keyifli fedakârlıkların çirkin görevler olduğu hissine ne demeli. Çok yorgunum. Son günüm ve ben korkudan tir tir titremekten uyuyamıyorum. Utanıyor, utanç verici ve beni utandırıyor ve güvenimi de; yalancıların, aldatanların, arızalıların ya da kibriyle yönetilen adamların dünyasında güvenin hiçbir hükmü yok. Aşk beslenmem için bitmek bilmez bir kaynak oldu ve şimdi onu kusuyorum. Yanlış, yanlış: bunun hoyrat ateşi: budala bir ilginin, süzgün gözlü çarpık gülümsemelerin, ürkütücü itirafların, firarın resmi – hiçbiri inkâr edilemez. Ancak açıkça ifade edilebilir. O ağır, abartılı ucuz Amerikan argosu “Haydi barışalım”dan önce yapılması gereken şeyi talep etmek istemiyorum. Şu fazla ağır şakacılık. Çünkü ben bunu hissediyorum. Ev leş gibi bu kokuyor. Ve baktığım yer bulanık gecikmelerde “ah evet Frank Sousa” ile doluyor.
Biliyorum. Her şeyi bilirken bilinmesi gereken şeyleri bana onun anlatmaması ya da anlamaması daha kötü. Burnunu karıştırması, tırnaklarını koparıp öylece bırakması, yağlı, derbeder saçları – ne önemi var? Neden onun derdini kendi derdim gibi benimsedim ve olabileceğinin en iyisi olması için didindim ki; artık kendimi bunlarla üzmeyeceğim; bu kir bir şampuanla sabunun söküp atabileceğinden çok daha derin, bu dağınıklık bir kırpma makasının düzeltebileceğinden çok daha karmaşık. Onun umurunda değil. Ben o okumaya gittiğimden bu yana surat asıyor. Bütün bunları kabullenip böyle davranmaya devam etmesi, ne kadar ileri gidebildiğini gösteriyor. İleri gitmek istiyor, öğretmenliğimin son gününde onun izini sürer hale gelmemi istiyor, öğretmenlikle geçen bir yılımın bitişini çamur çöktükten sonra suyu berraklaşan bir havuz gibi keskinleşen sezgilerim sayesinde öğrendiklerimle kutlamamı istiyor. Çamur yataklarındaki kurbağaları görebiliyorum. Yağlı ve kaygan sırtlarındaki siğillerin içindeki çürümeyi ve karanlık tarafı da. Şimdi ne olacak.
s. 288-296
Sylvia Plath Günlükler
Çeviren: Merve Sevtap Ilgın Kırmızı Kedi Yayınları
0 notes
dilperisanimmmm · 2 months
Text
—yorum—
kieslowski'den parlak bir fikri, o sadece parlak bir fikirmişçesine işlemesini bekleyemezdik. iki veronik birbirinden habersizce paralel hayatlar yaşayıp birbirlerini görmeksizin aynı sokaktan geçseler yakışmazdı; iki veronik birbirlerini görmeksizin sadece seyircinin keyfi için tezat hayatlar yaşasaydı yakışmazdı [melinda and melinda'da woody allen'a yakışmıştır] ya da veroniklerin birinin sevgilisi yolda diğer veroniği sevgilisiyle beraber görüp kanını pekmez gibi akıtsa hiç yakışmazdı. ama veroniklerden biri ölünce (ki diğeri ölse de farketmezdi) o kırılışın diğerinin hayatına mistik etkilerini göstermek yakışıyor işte. karşılaşmalarıysa sadece kendini karşı kaldırımda yürürken görmek'in bir versiyonu olarak, göze sokulmaksızın gerçekleşiyor. bir spekülasyon bir sitem: iki veronikin biri polonya'da biri fransa'dayken polonya'dakinin ölümü kieslowski'nin biyografik bir alegorisi neden olmasın?
"çok iyi film, süper film film vb." tanımlamaların bu filmin etkisini anlatmaya yetmeyeceği, aşmış kieslowski yapıtıdır. dekaloglar, üç renk ve bu film; "sinemada mistizm" ve "sinemada insan nedir sorusunu araştıran filmler" kategorisinde mihenk taşlarıdır.
altyazisina bakmadan da seyredilir bu film. oyle ki goruntuler ve muzik beyninizi kafatasinizda ziplatmaya yeter. zaten bu filmi anlamlandirmaya calismak cok da anlamli degil
—Özet—
1996’dan beri özlemle andığımız Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski'nin 1991 yapımı Veronique'in İkili Yaşamı filminin tekrar vizyona girmiş olması kafamı karıştırmadı değil. Sonu��ta restore edilen birçok film yeniden vizyon şansı bulamazken bu filmin sinema salonlarından içeri süzülmesi beni fazlasıyla mutlu etti. Daha önce izlediğim filmi başrol oyuncusu Irene Jacob'un ve muhteşem müziklerinin ve tabii ki Kieslowski'nin hatrına bir kez daha izledim ve filmin en azından benim için büyüsünden bir şey kaybetmediğini deneyimledim. Filmin kimi zaman önüne geçen ama filme bütünlüğü etle tırnak olan müziklerde Zbigniew Preisner imzası bulunuyor. Film bir ruh bütünlüğü, buluşması hikayesi filmi. Belki de aynılık, aynı zaman diliminde, aynı bedende hayat bulan iki kadının hikayesi. Weronika ve Veronique (ikisini de Irene Jacob oynuyor.) adlı iki kadın. Biri Polonya'da diğeri Fransa'da doğan ve doğdukları coğrafyanın tesiri altında olan iki kadın!
Film önce Polonya'daki muhteşem sesli Weronika'nın hayatına sonra da Fransa'da müzik öğretmenliği yapan Veronique'in hayatına uzanıyor, iki hayat birbirine devrediyor gibi. Polonya kısmının hüznü Fransa'da yerini fantastik, mistik öğelere ve biraz da ironiye bırakıyor. Ve dünyada yalnız kalan insanoğluna bir çıkış sunmadan hikayesini ilerletmesine olanak tanıyor. Veronique ile çocuk kitapları yazarı ve kuklacı arasında geçen ölüm sekansı garip bir kader dışı arınmada içerir. Ayakkabı bağıyla kalp atışları arasındaki bağ da öyle bir içsellik barındırır. Sanki başıboş ya da çözümsüz kalan insana Tanrının ulaşma çabasıdır aralarında geçen! Oyun ya da ölüm misali... Ve o hiçbr yere bağlanmayan, müzikle ve Jacob'un yüzündeki derin ifadeyle ortaya daha da saçılan hüznün detayları arasında yol almamızı istiyor ısrarla ve bunu da başarıyor yönetmen.
2005 yılında kaybettiğimiz Philippe Volter'ı Alexandra Fabbri (kuklacı) rolüyle bir kez daha yad etmek... Kadını karışık bir yaşam algısının içinde biraz hüzünlü kılan ve erkeği daha çok yaşamın anahtarı gibi niteleyen filmin Amelie'ye de fikir verdiğini düşünüyorum. Özellikle Fransa bölümünün değişik bir varoluş ve teslim olmaya dönüştüğü yerlerinde.
Filmin atmosferinden dolayı hafif gerilime çalan bir yanı da var. Usta yönetmenin özelliklerinden biri olan bu karanlık taraf bu filmle birlikte üç renk serisine de nüksediyor. Hatta Irene Jacob'un Üç Renk Kırmızı'daki varlığına hatta tüm üç renk serisine derin bir kanca da atıyor bu filmle Kieslowski ve yine her şey tesadüf etmiş gibi davranıyor. Kadına, yaşamın içindeki kadın figürüne derin bir yol sunuyor ve bunu da erkek yoluyla aşırtıyor. Bir yandan da yalnızsınız söylemiyle tesadüflerin kucağına bir kez daha atıyor bizi.
Filmde çok güzel sahnelerin varlığı bizleri filme bağlayan özelliklerin başında geliyor. Bu sahnler bizi koca bir şiir tarlasının içine atıyor. Veronique'in aynayla yüzüne tutulan güneş ışığı, trendeki küçük toptan terse dönen dünya algısı, sesin ve müziğin içimize işlediği o anlar, sosyalistlerin meydanda polisle karşılaştıkları ve iki kadının daha doğrusu Veronique'in benzeriyle karşılaştığı ve onun anılarına, aklına ve hissiyatına bir fotoğraf karesi olarak düştüğü sahne... Weronika bilmenin doygunluğunu, Veronique ise öğrenmenin azmini yaşıyor adeta ve ikisinin bileşkesinden koca bir yalnızlık çıkıyor. Değişik bir mistik algı, tanrıya ulaşma ama buna rağmen bir yalnızlık hali... O yüzden bu ikilik hali filme yakışıyor ve yönetmenin mistik önermesine rahatça oturuyor. Müzikler ise içimizde derin çığlıklar atıyor! Yıllar sonra gelen restoreli karşılaşmaya saygıyla!
0 notes
cagatayakgun · 3 months
Text
EŞ SEÇİMİNİ YÖNLENDİREN ETKENLER
     Sosyal ilişkiler, her insanın doğuştan sahip olduğu sevme ve sevilme ile beğenme ve beğenilme duygularına doyum arayışı ile başlar. İlişkilerin en karmaşık olanı ise karşı cinsler arasındaki eş seçimidir. Bu ilişki biçimi oldukça farklı bir süreç izler. Arkadaş ilişkilerinde etkin olan sevme, sevilme ve beğenme, beğenilme duygularına doyum arayışlarına eş seçiminde insanın doğasındaki üreme içgüdüsü de katılır. Doğa yasalarının bireylerin beklentilerini karşılamak gibi bir amacı yoktur. Bu nedenle doğanın temel amacı, insanın özgür seçim yaparak mutlu olmasından çok neslin sağlıklı devamını sağlamaktır. Bu aşamada kana kadında ostrojen, erkekte testostoron yanında dopamin, feromon ve serotonin gibi hormonların salgılanması bireyleri bilinç dışı süreçlerle etkiler. Ne var ki bu tür bir ilişkide erkek egemen kültürle yetişen erkek, eşini kendisinin seçtiğini sanır. Gerçekte eş seçiminde etkin olan taraf, doğanın neslin devamını sağlama ve sürdürme görevini verdiği kadındır. Eş seçimi konusunda kadınlar, erkeğin estetik değerlerinden çok aileyi koruyabileceğine, çocuklarına sağlıklı gen aktarabileceğine inandığı kimseleri seçerler. Ancak kadını bu yönde davranmaya iten bu hormonlar bir süre sonra hormon bezleri tarafından geri emilir. Sonucunda çiftler kendilerini, nasıl olduğunu hiç anlayamadıkları bir tartışmanın ve anlaşmazlığın içinde bulurlar.
     Doğası itibariyle zaten karmaşık olan bu süreci iyice zorlaştıran bir diğer etken de ‘’Ruh Eşi’’ arayışlarıdır.  İnsanlar, ancak ruh eşine kavuşabildiklerinde iki farklı cinsin birbirlerinin eksikliklerini tamamlayacağını ve bir bütünlük içinde yaşamayı başaracaklarını düşünürler. Her yeni tanışmaya eşlik eden ‘’Umut’’ sevgiyle başlayan ilişkiye sinerek tarafları ruh eşleri oldukları yönünde yanıltma görevini üstlenir. Yanılgının fark edilmesiyle gerçekleşen hayal kırıklığı ise derin acılar yaşanmasına neden olur. Böylece ‘’umutla’’ girişilen her sevgi deneyimi beklenmedik şekilde huzursuzluğa dönüşerek ilahi bir ‘’sınanma’’ halini alır. Umut ve sınanma kısır döngüsünde sıkışıp kalan insanın her deneyimi, onun başka bir hayal kırıklığı yaşamasına ve acı çekmesine yol açar. Yapılan hatalı seçimler giderek bireyde suçluluk duygusu yaratır. Suçluluk ve yetersizlik duygusu ise bu kısır döngüden kurtulmanın önündeki başlıca engel halini alır.
     Eş seçimini yanlış yönlendiren bir diğer etken de sosyal çevredir. Kimi zaman tarafların ruh eşlerini değilse de iyi anlaşabileceği birini buldukları da olur. Tam da bu süreçte aile bireyleri, yakın akrabalar veya ‘’dostlar’’ devreye girmekte gecikmezler. Her iki tarafın da çevresindekilerden ne yazık ki çok azı bu beraberliği uygun görerek onaylar. Ancak sayıca az oldukları için etkili olamazlar. Sayıca çok olan taraf ise ısrarla bu beraberliğin hiç de uygun olmadığı yönünde ‘’dostça’’ uyarılarını yinelerler. Çoğu zaman, büyük bir olasılıkla iyi bir çift olabilecek insanları ayırmayı başarırlar. Baskıya direnemeyip ayrılanlar acı çekerken ‘’dostlar’’ görevini yapmış olmanın huzuru içindedirler!
     Arkadaş veya eş seçiminde duygular ve duyguların aktive ettiği hormonlar her an etkindir ve engellenemez. Ancak arkadaş ya da eş seçimi gibi yaşamsal önemi olan bir konuda duygular, aklın denetimi altına alınarak kontrol edilebilirler. Bu, yanlış seçim yapma olasılığını azaltarak bireyin özgüvenini yükseltir. Özgüveni yüksek insanlar geçmişteki hatalarını hayal kırıklığı olarak değil; kendisini olgunlaştıran deneyimler olarak değerlendirirler. Yetişkin bir birey için her acı verici, üzüntü yaratıcı sorun ona zorlukları aşama gücü kazandırır. Çünkü üstesinden gelinerek çözüme ulaştırılan her sorun bilgi birikimine dönüşecek bir yaşam deneyimini içinde barındırır. Bunun sonucunda birey seçim yaparken dış görünümün çekiciliğine aldanmadan kişilik değerlerine odaklanabilir. Böyle bir odaklanmayla doğru arkadaş veya uygun eş seçimi gerçekleştirilir. Akılcı seçimle gerçekleşen beraberlikler duygularda, düşüncelerde ve amaçlarda benzer yaklaşımları sağlayarak ilişkilerde uyum yaratır. Uyumlu beraberliklerde ego çatışmaları ve üstünlük savaşları yerine dayanışma ve yardımlaşma öne çıkar. Bu da karşılıklı anlayış, hoşgörü ve sevgi duygusunu geliştirir.      
     Sevgi, insanları birleştiren güçlü bir duygudur. Ancak sevgi duygusu saygı ve güven ortamında süreklilik kazanarak huzur verir.
0 notes