Tumgik
Text
Üç yüz altmış beşte bir
Dokuz, belki on yaşındayım. Karne almışız o gün. Kutlu bir gün, hepsi pek iyi karnemde notlarımın. Ben biliyorum zaten hepsi pek iyi gelecek diye ama yine de o karneyi elime alıp eve götürmenin, annemle babama göstermenin heyecanı başka. Tadını bugün bile ağzımda hissettiğim bir hissi var sekerek okuldan dönüşümün.
Babam karne günleri işten hep erken gelirdi. Babam, ben ve Bora yola koyulup karne hediyelerimize kavuşmak üzere Tahtakale'ye doğru yola düşerdik. O dükkanlarda onlarca, hatta yüzlerce seçeneğin karşına geçer; ağzımızın suları akarak içlerinden en beğendiğimiz o tek bir oyuncağı seçme macerasına atılırdık. Karar vermek zor olurdu o cennet bahçesinde ama bir yandan da çocuk kalbimiz bilirdi istediğimiz her şeye sahip olamayacağımızı ve yalnızca bir seçim hakkımız olduğunu.
Hiç unutmuyorum, o sene bir başka. Daha dükkana girmeden biliyorum ne istediğimi. Kolay olacak. Nicedir sayıklıyorum çünkü o pembe kabarık tül eteğiyle başımı döndüren prenses Barbie'yi.
Of! Işıl ışıl parlıyor rafta. Midemde kelebekler uçuşuyor. Kararım net. Başka hiç bir şeye göz atmama gerek dahi yok, derken... Erkek Barbie, Ken bana bakıyor prensesin hemen yanından.
Bu da nereden çıktı? İlk kez görüyorum Barbie'nin erkeğini hayatımda. Koca gözlerim daha da açılıyor, düşünüyorum - Prenses Barbie'min prensi mi yani bu Ken? Midemdeki kelebekler öyle hızlı kanat çırpıyor ki midem bulanıyor artık. Biliyorum çünkü; hem prenses hem prens aynı anda benimle eve gelemez. Ken'in paketini elime alıp yakından dahi bakmıyorum. Prenses Barbie'mi babama uzattım bile, kararımı bildirdim. Kurallarımızı, sınırlarımızı iyi bilen bir çocuğum. Ellemiyorum hiç, ama Bora oyuncağını seçsin diye beklerken gözlerimi Ken'den alamıyor, bir kenardan izlemeye ve onunla kuracağım oyunları hayal etmeye devam ediyorum. Sonra birden Ken paketini tutuyor bir el, o eli takip ediyorum yavaş çekimde - babamın eli. Ben gözlerimi Ken'den alamıyorum belki ama babam da kim bilir kaç dakikadır benim bakışlarımı izliyor. Bunu mu beğendin diye sorunca 'Yeni bu, erkek Barbie çıkmış baba!' diyorum heyecanla ama Ken'i babamın elinden alıp rafa yerine koyuyorum. 'Olsun, Prenses Barbie seçtim ben, doğumgünümde alırız.' Babam Ken'i raftaki yerinden yeniden alıp bu defalık böyle olsun diyor, kasaya yürüyor. ÇILDIRACAĞIM mutluluktan, inanamıyorum. 'Babam benim'' Bacağına sarılırken ben, o da kafamı okşuyor.
Bu anı hiç unutmadım. Prenses Barbie'min, Ken'in yüzünü unuttum elbet ama o anın duygusu taptaze. Her aklıma geldiğinde, her anlattığımda göz yaşlarımı tutamam. (Şu an da farklı sayılmaz) Büyüdükçe bu hatıramızın kokusu değişti çünkü. Konu Barbie ve Ken olmaktan çıktı, dile gelmeyen istek ve ihtiyaçlarımı takip ettiği bakışlarımdan okuyan ve aksiyon alan babama dair kalbimi ısıtan bir ana dönüştü.
Büyüyünce kabul etmek istemesen de bir yetişkin olarak ihtiyaçlarını dile getirme sorumluluğu ile yüzleşiyor insan. Kimse içinden geçenleri tahmin etmek zorunda değil. Kimse müneccim değil. Hayat, birbirimizin gözlerine bakıp akıl ve kalp okuması yapacağımız kadar romantik değil. Bazen vahşi denecek kadar sert, bazen rüzgar gibi hızlı, çoğunlukla da detaylara odaklanmayı imkansız kılacak kadar çok. Hepimiz için. Bu yüzden büyümek demek, gönül koymadan ihtiyaçlarını ifade etmeyi öğrenmek demek. Görülmeyi beklemeden göstermek kendini sevdiklerine. Sana hediye edilmiş o şahane çocukluk hatırasının gerçek dünya ile bağını koparmasına izin vermeden bu hayattan istediklerin için sesini çıkarmak.
Üç yüz altmış beş günün üç yüz altmış dört günü biliyorum bunların hepsini. Eşek gibi biliyorum. O kalan bir güncük var ya, gerçek olma ihtimaline hiç inanmasam da içimdeki çocuk yine de istiyor birileri, bir ihtimal okusun şu bakışlarımı. Gıkım çıkmasın da birileri yine de duysun. Kendimi o cılız ama baldan tatlı ana bırakıp deliksiz bir uyku çekmeye nasıl iştah duyuyorum, of.
Yarın sabah geçecek, biliyorum. İşte, bu akşam içim çok istiyor.
0 notes
Text
Dolce far niente
Aylar var; başımı döndüren bir hızda yaşıyorum hayatı. Saçıma ikinci şampuanı yapmasam kazanacağım beş dakikayı kar saydığım, ağzıma attığım lokmanın tadını anlamadan yuttuğum günler canıma okudu. Hayatta hiç bir bayramı böyle coşkuyla çağırmadım, bir molaya hiç bu kadar susamadım.
Otuzuncu yaşımda kendim olabilmeyi yavaşladığımda öğretmişti hayat bana. Koştukça yönümü kaybettiğimi; başladığım yer gibi varacağım yeri de unuttuğumu fark ettirmişti. Tam da bu vesileyle hayatımı ters yüz etmiş, bana hizmet eden yeni bir düzen kurmuştum o dönem. Koşmaktan başka hiç bir şeye yer açamadığım bu günlerde ise o düzene dair her şey deyim yerindeyse yerle yeksan oldu. Bir süredir üzerinde büyük harflerle <HELP!> yazan o koca kırmızı bayrağı etrafımdaki herkese kaldırsam da bana şifa olacak çözümleri üretmekte, bana iyi gelen rutinlere dönmekte aciz kaldım. Güçlü bir hortum çıktı ve beni de içine çekip yuttu hissi. Nefessiz kaldım; ama bayrama kadar dişini sıkacaksın kızım dedim, bekledim.
Çok hak ettiğim, çok beklediğim bu mola zamanı gelince kaosu ardımda bırakıp yavaşlamaya, hatta mümkünse durmaya hevesle Çarşamba akşamı sonunda Bodrum'a geldim.
Saatte yüz seksen kilometre hızla giden bir araç frene bastığı an durmuyor tabii. Yine de durmayı öyle şiddetle istedim ki şu dört gündür ayağımı frenden hiç çekmedim. Tek pratiğim durmak. Tercih edilmiş bir tek başınalık ile durmaktan tarifsiz bir haz alıyorum. Sabahları biraz mavide duruyorum önce - Denizdeki dalganın git gel sesi ile sahil boyunca yürüyorum. Temposuz, yetişmeden bir yere. Etrafıma bakına bakına. Havuz başındaki salıncağa gelip oturuyorum yürüyüş ertesi devirdaimden gelen şırıl şırıl su sesini dinlemeye. Öğleden sonra daha çok yeşildeyim - Çok sevdiğim palmiyelerin rüzgarla hışır hışır sallanan yapraklarından alamıyorum kendini. Sallanmak denemez aslında, salınmak belki; öyle bir akış, öyle bir asalet. Ne neşeli şey size bakmak.
Eat, Pray, Love filmini kaç kez seyrettim, sayamam. Özellikle de karanlığa düştüğümde elim kendiliğinden gider bulur bu filmi. Liz'in kendini kaybettiği, aradığı ama bulamadığı yerler ve tabii en sonunda bulduğu dengesi ve kendisi ile sulh hali çok tanıdık gelir bana. Bu filmin bana öğrettiği iki italyanca ifade var. İkisi de kalbime tığ gibi işlenmiş beraberinde getirdikleri tüm anlam ile. Başka bir gün 'Attraversiamo' üzerine de yazarım belki ama konumuz malum; gökyüzüne bakıp bakıp hiç bir şey yapmamanın güzelliğine şükür ediyorum: 'Dolce far niente'
Ben hiç bir şey yapmadıkça nasıl da kalkıyor sis perdesi. Beynime kan gidiyor sanki. Can geliyor, gözümün feri yeniden yanıveriyor. Durmanın olayı bu zaten, o ilk ateşi tutuşturmak. Çünkü tüm bu güzellemelere rağmen malum, sonsuza kadar duramazsın. Durduğun yerde kendinle kavuşmak, ve belki de biraz barışmak için açtığın o güvenli alanın peşindeyiz en nihayetinde. Tekrar harekete geçebilmek için.
Bugün hala kafamda -of- ne çok soru var. Endişelerimin çoğu da orada. Yine de başka türlü hissediyorum kendime hediye edebildiğim bu bir kaç günden sonra. Durmak, beni kurban olmaktan uzaklaştırıyor; sorularım ve endişelerimle baş etmek için kendi kendisinin kahramanı olmaya cesareti olan sevdiğim halime, kendime yakınlaştırıyor diye bu başka türlü hissetme hali.
Nabzı çok yükseldiğinde, devamlı dört nala koştuğunda unutuyor insan kendini mutlu edecek kararların sorumluluğunu almayı. Yarın sabah son bir kaç gündür ev bellediğim; bedenimi, zihnimi, ruhumu şifalandırmaya geldiğim bu inzivayı bitireceğim Lifeco'da geçirdiğim. Şükürler olsun, kim bilir kaçıncı kez bana yine çok iyi geldi. Sabah içimde filizlenen, hayata yeniden karışma heyecanı ile uyandım, bir an önce. O filiz ki nicedir yok yerinde. Oh.
Neredeydin sanki, laf mı şimdi diyebilirsiniz belki ama duygum bu; çok uzaklardan dönmüş gibi neşeyle 'Ben geldim!' diyesim var özlediğim herkese, her şeye, her yere. Sabırsızlanıyorum.
Ben geri geldim!
0 notes
Text
Anneannem
Günlerdir hatta belki haftalardır seninle el ele tutuşup çocukluğuma gidiyoruz.
Anneanne poğaçası. Kokusu, tadı sen. Veya lapa pilavın. Anneminki tane tane; halbuki seninki biraz ıslak, yapışık olurdu. Tam sevdiğim gibi. Ben de senin gibi yapıyorum şimdi. Her pilav yaptığımda aklıma geliyorsun. Limonlu çay var bir de. Biliyor musun, ben çay hiç sevmem ama limonlu çayın sanki ikimizi birleştiren bir tarafı vardı. Sen seviyorsun diye sevmiştim ben de. Çayıma her limon isteyişimde gözünün içine bakardım; senin de hoşuna giderdi sanki, gülümserdin. Limonlu çayımızın yanına çıkardığın finger bisküvi. Ben petit beurre daha çok severdim ama sen hep çifte kavrulmuşunu alıyorsun diye finger açalım derdim. Perdemizi aralayıp seninle sokaktan geçenleri seyretmelerimiz. Leblebi ve üzüm koyardın önüme. Evde olsa yemezdim de sen koyunca hoşuma giderdi.
Ne zaman hasta olsam hep seni istedim yanımda. En çok seni. Her hasta gecenin sabahında ilk iş anneme derdim ki "Ara, anneannem gelsin, bana baksın." Sanki annem bakamayacak bana. Hiç işte. Yine de benim çocuk kalbim sana nazlanırdı. Sen hep geldin. Bu hayatta belki de hiç bilmeden bana verdiğin en güzel hediye budur. Her çağırdığımda gelip bana o ıhlamuru yaptın. Ben ilaçtan, ıhlamurdan değil de sen geldin diye iyileştim en çok bence. Hayatta annemden başka bakım, ilgi istemeyi becerebildiğim tek kişi sen oldun.
Bildiğim tüm duaları bana sen öğrettin. Yine de başım her sıkıştığında o duaları okumaktansa senin bana dua okumanı sevdim. Senin duanda olmak bana hep kendimi güvende hissettirdi.
Sen bana şahane bir çocukluk verdin anneannem. Teşekkür ederim. Zor günlerin ardından artık hak ettiğin huzura kavuşmuş olduğunu hayal etmek bana azıcık da olsa iyi geliyor. Hatıralarımda ve duamdasın.
1 note · View note
Text
Reçete
Durum özeti: Hani bir şeyler yolunda gitmemiş, kalbin kırılmış. Tamirine vakit ayırmamışsın, sınırı çekmemişsin ve üzerine bir de aynı yerden bir kaç kez daha kırılmış. Güneş açmayan herhangi bir sabaha uyanıyorsun sonra. Düğüm olmuş türlü türlü duyguların, hepsi birbirine dolanmış takı kutusundaki zincir kolyeler gibi. Ara ki çözesin. Hevesin de yok.
İşte o sabahlar kendimi çinko karbon piller gibi hissediyorum. Oluyor mu sana da arada?
Vermiş ama alamamış, ummuş ama bulamamış, doymamış hissediyorum hayata karşı bu ara. Neşem kaçık. Olaylar zinciri de yardım etmiyor. Adalet(sizlik), değer(sizlik), şans(sızlık) meseleleri kafamda saatte on sekiz tur atıyor belki. Hayal kırıklığı, kağıt kesiğinin sızısına çok benziyor. Orada olduğunu hiç unutturmuyor.
Yetişkin olmak berbat bir şey böyle günlerde. İhtiyacın olan sevgiyi ve bakımı dışarıdan alamadığında da devam edebilmek için onu kendi kendine vermen gerektiği için. İşin başa düştüğünü bal gibi bilsen de yelkenleri suya indirmek kadar kolay olmadığı için böylesi. Velhasıl, kendi sorumluluğunu alma meselesi biraz da kaçan heves meselesi.
Geçen gün canım Eldo'mla mümkün olsa tüm insanlığı kurtaracağına inandığımız o büyük fikir hakkında sohbet ettik - Duygu bağışı. Biz fazlalıklardan kurtulup yaşam kalitemizi arttırırken ihtiyacı olanlar da nasiplenirdi biraz, fena mı? Dünya barışına gideceğine inandığım bu mucize yol açılana kadar içimden taşan düğüm olmuş duygularımın, yer yer katledilmesine müsaade ettiğim sınırlarımın tüm sorumluluğu bende. Mea culpa.
Tam da nereden başlamalı diye düşünürken Stutz'un meşhur piramidi geliyor dara düşünce aklıma. (Netflix'teki belgesel tadındaki yapımı, kendi anlatımını herkes izlesin dilerim.) Önce bedenden başlıyor her şey. Yediğin, uyuduğun, hareketin. Üçünde de sınıfta kalıyorum ne tesadüf ki bu içimin aydınlanmadığı günlerde. Ve madem, içi boşalmış bir çinko karbon pilim ben; kendimi detaylarla yormayacak ve işin ABC'sinden başlayacağım. Çok sevdiğim Mutluluk Bilimi - Akış kitabında Mihaly Csikszentmihalyi'nin (evet, yanlış yazmamak için bakarak yazdım soy ismini) de yazdığı gibi "Kişi hiçbir şeye sahip olmasa da kesinlikle kendi vücuduna sahiptir. Mutsuz olduğumuzda elimizde kolay ulaşabileceğimiz bir çare vardır: Vücudu sonuna kadar kullanmak."
Haftanın reçetesi renkli tabaklar, uzun yürüyüşler, uyku. Devamına sonra da bakarız.
Heves ve neşe. Siz; beni ben yapan, günlerimi aydınlatan, beni bana sevdiren iki şeysiniz. Kimsenin bana sizi altın tepsi ile sunmasını beklemeden, sizi saklandığınız yerden tutup çıkaracağım. Yakında kavuşuruz.
0 notes
Text
33. yaşıma dair 33 şey
Bir defteri de bitirince şöyle bir dönüp bakar, okurum baştan sona ezelden beri kaldırıp kenara koymadan. Onun gibi oldu, el sallamak için otuz üçe dönüp bir baktım:
Nasıl başlarsan öyle gider dedim, doğumgünümde erken uyandım. Deniz havası aldım. O gün yeni işimde de ilk günümdü. Güzel başlangıçlara heves ettim. Çok güzel bir gündü.
Yeni yaşımın ikinci gününde baba yarısı canım eniştemi kaybettim. Kalbime telafisi mümkün olmayan bir çizik atıldı. Pişman olmadan yaşamak ve iyi insan olmak üzerine çok düşündüm. Onu, onunla geçen çocukluğumu çok büyük özlemle ve çok sık anıyorum.
İspanya'da tanıştığım, ailem olan iki can arkadaşım seneler içinde çok engel aştılar, evlilikleri dahil çok şey kutladık birlikte. Hiç ummazdım ama ayrılıklarına tanık olmak varmış bu yılın ajandasında. Anladım ki büyük zaferler kazanmış büyük aşklar da yoruluyor. Aşk, her şeyi gerçekten de affetmiyor.
Sevilebilir olduğuma dair şüphelerin içimi durmaksızın kemirdiği karanlık bir dönem oldu. Tam o sıralarda çantamı kapıp gittiğim Almanya’da aniden sevgi sarhoşu oldum. Dostlarımın gözlerinin en içine kadar baktım bu koca sevgiyi neden hak ettiğimi anlamak için. Olduğum hal ve olduğum kadarı onlar için ne kadar da yeterliydi; şaştım. Kabul ettim, keyfime baktım.
Bana önceleri yuva sonra ızdırap olan evimle vedalaştım. İçimi karartan tüm yaşanmışlıkları orada bıraktım, kapıyı çektim. Oh dedim. Yeni evimin aydınlığına çevirdim yüzümü.
Terapiye ara verdim. Bıraktım demeye dilim hiç varmaz çünkü hep derim bitmeyen bir yol arkadaşlığı beni orada cezbeden. Ucu açık, sessiz bir vedaydı; bir boşluk oldu önce ama sonra alıştım.
Büyük pişmanlıklar haneme bir çizik daha attım. Aman insanlar ne der diye değil de benim kendime yakıştırmadığım hatalarıma üzüldüm. Kendimi dövdüm bol bol ama bir zaman sonra bir sabah uyandım - kendimi affetmenin, arkama değil de önüme bakmanın bir yolunu buldum.
Borç harç ile tanıştım. Bilen bilir, ben de ne kredi olur ne kredi kartı. Olur-du. Biraz korkak, emniyeti elden bırakmadan hadi kızım dedim yaparsın. Yatağımdan koltuğuma enerjisi, anısı kötü ne varsa yeniledim gitti. Şükür, borçlar da bitti.
Kestirip atma, yenilenme hevesi ile aşırı kötü bir karar verip saçımı kestirdim. Sonra daha kötü bir karar daha verip bir de beni aynalara küstüren bir renge boyattım. Dertsiz başıma dert aldım.
Yok-muş gibi yaptığım kırgınlıklarımla yüzleştim. En çok sevdiklerime çok kırılmış, susup yükünü taşımışım bir zamandır; farkına vardım. Mış gibi yapmak beni kırıldıklarımdan her gün uzaklaştırdı. Her şey kötü olmasın diye susmanın ne kadar yanlış bir karar olduğunu her şey kötüye gittiğinde anladım. Konuştukça ferahladım.
Kaliteli yaşamanın, yaşlanmanın ne demek olduğu ile bir tanecik anneanneciğim her geçen gün bizden, bu dünyadan elini ayağını çektiğinde yüzleştim. Nefes almak yaşamak değilmiş. Elini hala tutabilirken gözlerinin içine baktığımda anneannemi orada göremediğim gün biraz daha büyüdüm.
Can kardeşim Esra’m farklı bir şehirde kalbimin köşesi ikizlerini büyütme telaşındayken yollar her izin verdiğinde yanına koştum. Çocuk sevmem, beni bilirsiniz. Ama ikizler. Onlar başka. Ben de neden böyle hissediyorum her defasında kendime şaşırıyorum.
Altı senedir Seço’mun hasretini çektiğim yetmez gibi Yağmur’umu da bu sene Amsterdam’a uğurladım. Yalnızlıktan başım döndü. Tahmin edersiniz; çok ama çok ağladım.
Sevdiğim çok şey Amsterdam’da olunca ben de çıkıp çıkıp geldim. Ne yağmuru ne soğuğu benlik; ne de bisikleti. Ama insan sevdiklerinin peşinden her yere gidiyor. Daha da çok giderim, fahri evimdir; kabul ettim.
Bazı kötü şeyler senin, sevdiklerinin başına gelmeyecek sanıyorsun. Başkasının başına geldiğini duyabiliyorsun ve anlayabilirsin sanıyorsun. Öyle değil. En sevdiklerinle en olmayacak yerden sen de bir güzel sınanıyorsun. Of, nasıl da benzemiyormuş başka şeylere dertlenmeye. Of.
Kar yağınca allah dağ gibi duracak gücü veriyor. Böyle hissettim en zor zamanlarda. Kötü giden, kötü gidebilecek her şeye rağmen sabahları uyandığımda kendime şu soruyu sormaya başladım: “Bugün neşeyi seçtin mi Meltem?” Ve her sabah ısrarla seçtim. Neşem hem bana, hem sevdiklerime şifa oldu. Bunu gördükçe daha çok neşelendim.
Bir kitap okudum, içerisinde geçen “bekleme odası” metaforuna baya bir takıldım. Zaman, para, ideal partner veya aklınıza ne gelirse beklerken akıp giden hayat beni korkuttu. Kitapta en son şöyle diyordu, bekleme odası diye bir yer aslında yoktur; yarım hayatlar vardır. Yarım bana yetmez dedim, ertelediğim ne varsa masaya döktüm, harakete geçtim.
Sigarayı bıraktım. İlk kez değil; kabul ama son olmasını umuyorum. O rakı sofralarında hiç bir zaman kolay olmayacak hayır demek, onu da anladım. Dört aydır gösterdiğim irade için kendimi alnımdan öpüyorum.
Risk budur dedim, yıllardır kalbimden geçirdiğim o tatil için krediyi çektim. Hayatta heves ettiğim şeyler için kimseyi, kimsenin uygun şartlarını beklememeyi de kafaya koydum.
Ben cesur davranıp hayallerimin peşinden giderken tatlı sürprizlerin de mümkün olabileceğini gördüm. Hayaller kesişebilir, bazen uzun yolculuklara can dostlarla birlikte de çıkılabilir. Çocuk gibi sevindim.
Barışamadığım kısa saçlarımı ne yaparsam yapayım uzatamadım. Dostlarımın tavsiyesine uydum, çözümü olan bir şeyi kafama takmaktan vazgeçtim. Hayatımda hiç sahip olmadığım kadar uzun ve güzel saçlarım oldu ben sorunlara değil de çözümlere verince dikkatimi. Bayılıyorum rüzgarda uçuşmalarına.
Ben ille de neşe desem de zor zamanlar vücudum için çok da neşeli sonuçlar doğurmadı. Stres yüzümde beni bazı günler cayır cayır yakan bir roza bıraktı. Hala daha bundan sonra hayatımda olduğu fikriyle barışmaya çalışıyorum.
Biraz kilo aldım. İki, üç falan da değil, nereden baksan sekiz. Bu konu hakkında sakin kalmakta zorlandım geçmişi düşünerek ama en sonunda o sekiz kilonun neşemi kaçırmaması için kendime, hafiflemek için bedenimin en doğru zamanı ve yöntemi bulacağına güvenmeyi tercih ettim.
Baya iyi ve bir o kadar da kötü date'lerim oldu. Tuhaf insanlarla tanıştım. Otuz üç yaşında hala beni bu kadar şaşırtan şeyler olmasına ben de şaşırdım.
Sonunda Güney Amerika topraklarına ayak bastım. Büyülendim. Kalbim kocaman oldu.
Tatilin son günü dünyanın bir ucunda zıkkımın peki bir bakteriyi buldum ve onu kaptım. Peru'daki son gecemi bir hastanede geçirdim. Çok korktum. Başımda bekleyen, benim için endişelenen dost yüzler insana dair kaybettiğim güven duyguma iyi geldi.
Covid sonrası en çok şükrettiğim şeylerden biri evden çalışmak. Yılın Bodrum vakti yine geldi ve tasımı tarağımı toplayıp kendimi sığınağıma, hayatta en çok ait hissettiğim yere yine atıverdim. Hayatta sahip olduğum en büyük lükslerden biri mobilite.
Annemin benim için haşladığı mısırı; yaptığı domatesli pilavı, ayran aşı çorbasını afiyetle yedim. Ben hepsini çok seviyorum, o ayrı ama annemin sevgisi hepsine ayrı bir lezzet kattı. Düşündüm; küçük şeyler... Ah! Ne büyük.
Bu sene az okudum, az yazdım. Kendime yine de kızmadım.
Vaktiyle ihmal edip kendime küstürdüğüm bir kaç değerli kalbi geri kazandım. Aklımda bir kaç kişi daha var.
Bu yaşımda en çok yogayı özledim. Dönmeyi birden çok kez denedim, beceremedim.
Otuz üç yıllık ömrümün kendimi en yalnız hissettiğim yaşını geçirdim. Bugün için üzüldüm, yarın için korktum. Hayatla en büyük meselesi hep yalnızlık olmuş biri için iç yakıcı bir tarafı da olsa tüm ihtimallerle barıştım.
32 yaşımda şükretmeyi (-edebilmeyi) özlemiştim en çok. 33 bana şükür dolu bir kalp verdi. En çok bunun için teşekkür ederim.
0 notes
Text
Bisiklet
Bisiklete dair ilk ve en güzel anılarım galiba babaannemin Selimpaşa’daki yazlığından. Her nasılsa hepsinin sonunda düşüp yaralanıyorum. Yine de yüzümü ekşiterek değil de gülümseterek hatırlatıyorlar kendilerini. Ayaklarım yere değmeyecek kadar büyük, freni patlamış sarı bisikletim kadar sevmedim bir daha başka bir bisikletimi. Bu yüzden yine olsa yine kaçmam sonundaki kan ve gözyaşından gibi geliyor.
Sonra başka bisikletlerim de oldu, başka sokaklarda dolandım. Ama gözümü parlatmadı bir daha bisikletlerim, eskisi gibi heyecanlanmadım. Ve ayrı düştük sonunda.
2010 yılında Hollanda’ya geldiğimin ertesi günü ikinci el pazarından ilk bisikletimi aldığımda en az on yıldır bisiklete binmemiştim. Ağustos ayının son haftasıydı. Henüz iliklerimi donduran soğuklar başlamamıştı. Bisikletimi almış eve dönerken çocukluğumu, Selimpaşa’yı hatırlamış; burada geçireceğim altı ay boyunca bisikletimle düşeceğim yollar için yeniden heyecanlanmıştım.
Uzun sürmedi bu heyecan. Bir kaç hafta içerisinde tatlı sonbahar havası ile vedalaştık. Kış hem erkenci hem de beklemediğim kadar sertti. Hiç durmayan yağmurlar başladı önce; sonra termometreleri dondurup bozacak kadar düştü hava sıcaklığı. Markete gitmeliydim, okula gitmeliydim, eğlenmek için merkeze gitmeliydim. Bisikletimle. Oyun değildi, bisikletim birilerine veya bir yerlere yetişmek için vardı. İşte o zaman bir daha geri alınamayacak şekilde değişti ilişkimiz. O günlerden sonra ne zaman bir bisiklet görsem yüzüm asıldı, kalbim sıkıştı. 
Yine Hollanda’dayım. Sevdiklerimin peşinde, çok sık gelir oldum Amsterdam’a. Bu kez Yağmur’un misafiriyim. Ev merkezde. Oh! Nasıl bir ferahlık. Her yere yürüyoruz. En kötü metro var. Yağmur da henüz bisiklet kullanmıyor havalar soğuk diye. Ben kilometrelerce yürümeye razıyım zaten. Seçil’le zorlanıyorum. Hep bisiklet kullanalım ister. Daha doğru kendisi bisiklete binmek ister, beni zorlamaz belki ama ben zorlanırım. Komik, zayıf ve eksik hissederim çünkü evden çıkıp o bisikletine binerken gideceğimiz yere ondan ayrı metro ile gitmekle ilgili. Saçmaysa saçma. Gözlerinin içine çocuk gibi bakarım bana kıyamasın diye içimden geçirerek. Bisikletleri almayalım ne olur Seço! İşkence bana çünkü. Lafın gelişi değil, inanın değil. 
Nedir derdim, nedir bu deli kaçınma diye oturdum düşünüyorum şimdi oturduğum yerde. Manzaram yığınla bisiklet.
Konu basit aslında:
1. Bisiklete binme konusunda iyi değilim. Çabuk yoruluyorum. Yavaş kullanıyorum. Pedalı her çevirdiğimde içimi karanlık bir performans kaygısı kaplıyor. Bana kendimi beceriksiz hissettiren bir tarafı var. Vazgeçen biri sayılmam ama iyi olmadığım, beceremediğim şeyleri sürdürmeyi de sevmem; kaçınmak isterim - bisikletlerden de öyle kaçıyorum.
2. Bisiklete binmenin beni heyecanlandırdığı zamanlar vardı ve o vakitler bisiklet bir görev değil, eğlencenin ta kendisiydi. Stres oyuna dahil değildi, üşürsem veya ıslanırsam bisikletimi kenara koyar farklı bir oyun oynardım hava düzelene kadar. O kadar çok konforsuz anı biriktirdim ki bisiklet üzerinde, artık bir oyun olabilme ihtimali aklıma bile gelmiyor.
Şaşırtıcı değil bu farkına vardıklarım; çünkü sadece bisikletle değil de hayatla olan ilişkim böyle benim.
Yaptığım şeyi iyi yapmaktan, hakkını vermekten hoşlanırım. Gelişime inanırım ama yarış sevmem. Yarışarak gelişmem. Zorla bir yarışın içinde tutulmak kalbimi sıkıştırır. Kendi yönüme, yoluma bakarım. Ve hayatta ne yaparsam yapayım, oyun tarafına tutunmak isterim. Mecburiyetten değil; keyiften, meraktan, heyecandan içinde kalmayı seçerim her neyin içindeysem. 
Sorunlu bulmuyorum bu tavrı yeniden üzerine düşündüğümde de. Tabiatımı kendimce seviyorum.
Yine de bir gün bisikletle barışmayı içten içe çok istiyorum.
Her gelişimde “Acaba bir gün burada bir hayat kurabilir miyim kendime?” diye düşündüğüm bu ülkede daha az yabancı hissetmemi sağlardı gibime geliyor. 
Zorla olmaz da merakla belki; becerebilirsem bir gün, yine denerim.
0 notes
Text
Denge 2.0
Bu sabah gözümü açtığımdan beri bir masada karşılıklı oturuyor çocuk ve yetişkin hallerim. Biri soruyu soran, diğeri mahcubiyetle başını önüne eğip kaybolmak istese de sonra yine ve yeniden gözünün içine baka baka yapma denileni yapan. Biri iştahlı; ama bir o kadar pervasız. Diğeri güvenli; ama bir o  sıkıştırıyor beni içerisine soktuğu kalıpların içinde.
Çocuğu seviyorum; ayaklarımı yerden kesen coşkusunu. Sustuğunda dünyam siyah beyaz. Ben renk severim; istemiyorum sussun. Gözlerimi parlatan şey onun aklımın almadığı, sınırsız ve kocaman sevebilme kabiliyeti. Arsızı olduğum bir şey sevmek. Çocuk kalbim deli deli, kocaman sever. Aslında iyi ki, diyorum. Böyle uçsuz bucaksız sevebilmek beni ben yapıyor.
Çocuk beni büyülüyor, doğru; ama “sen haksızsın, çekil” diyemem yetişkine de. Haklı çünkü. Bu kontrol çabası da hep beni emniyette tutmak için bir taraftan, biliyorum.
Kalbi kırılınca küsen, ağlayan, oturduğu yerden kalkmayan çocukla bu hayata devam edebilmek çok zor.  Çocuk içine kapanıp renkler solduğunda yolu yetişkinin sağduyusu aydınlatıyor ne de olsa. Yara bandı gibi yetişkin, sızlandığın yerine yapıştırıyorsun - şükürler olsun, koşmaya devam ediyorsun.
Velhasıl, bir kıyasıya bir kapışma sürüyor ikisi arasında. Sadece bu sabah demek de doğru değil; bir süredir sürüyor. Bazen kulak asmıyorum. İkisi arasında bir denge kurmam gerektiğini hem biliyor hem de hangisi daha güçlü çekerse oraya doğru sürükleniyor, güya “akış” içinde kalıyorum. Sert iniş ve çıkışları beraberinde getiriyor bu tavrım. 
Yanlış olduğunu bile bile ihlal ettiğim sınırlar, kamikaze gibi içine daldığım kaoslar nabzımın düşmesine izin vermiyor çocuğun peşinde; dinlenemiyorum. Nefesim kesilecek kadar yorulunca onu kilitli bir zindana atıp başına yetişkini dikiyorum. Başka türlüsünü bilemediğimden. Başımı okşayan o yetişkin elinin güvenli alanında yorgunluğumu atıyorum üzerimden - derken aynada gördüğüm o sakin, tedbirli kadından sıkılıyorum. Bir can simidi gibi üzerine atladığım, varlığı için şükran duyduğum yetişkinden köşe bucak kaçasım geliyor “kendimi” bulmak için. 
Ya çocuk ya yetişkin. Birinden biri. Bu böyle sürüyor bir zamandır. Beni savuruyor. Sizi, ikinizi uzlaştırmayı; o dengeyi yeniden kurmayı çok istiyorum. Daha önce bulduğum “o” kusursuz yere bir türlü dönemeyince sinirden kuduruyorum.
Bu denge otuz üç yıllık hayatında ilk kez bozulmuyor aslında ve eminim bu defa da sana öğreteceği, söyleyeceği şeyler var diye tekrarlamaya gayret ediyorum kendime. Öğrendiğim bir şey varsa o da daha önce tecrübe edilen, tanıdık denge halinin artık geçerliliğini yitirdiği. Ve eğer bozulduysa, sana artık hizmet etmediği için bozulduğu. Kartların yeniden dağıtılmasını gerek. Bozulan, yıkılan her şeyin daha sağlam, eskisinden daha geçerli bir formda hayatımda yerini bulacağına tutunuyor; o tam olma, hatta zafer hissine derin bir özlem duyuyorum.
Hazır bahar da geliyor ya; yumuşak bir iklimde olasılıkların tümüne kendini açmayı kabul edip o yeni denge halimin çiçek açmasını tüm kalbimle, merak içinde bekliyorum. Bu kabul, masada devam eden kavgayı bitirsin ve bana bu gece huzurlu bir uyku armağan etsin istiyorum. Rüyamda kurulacak bu yepyeni, şahane dengenin kısa bir tanıtımını görmek güzel olur.
0 notes
Text
Olay Mahali
Aylardan nisan, on numara bir cumartesiydi. Sabah erkenden kalkıp telefonda sözleştiğim emlakçı ile buluşmak üzere tam vaktinde gelmiştim binanın önüne. Daha evi görmeden sokağı sevdim. Asfalt olmayan, kaldırım taşı zeminini; sakinliğini. İçeride hala bir kiracı yaşadığı için etraflıca bakınamamıştım; çekinmiştim ama kapıdan içeri girdiğimdeki hisse, aydınlığına vurulmuştum. 
Bu anlattığım üç buçuk yıl önceydi.
İlk kez kendime ait, benim evim dediğim bir yere sahip olduğumda yirmi yaşındaydım. Sonra başka evlerim de oldu. O mekanlarda da güzel anlar, anılar biriktirdim. Yine de bahsettiğim “yuvamdır” hissi ile bu eşikten girdiğimde tanıştım. Bu ev, hepsinden bir başkaydı. İnsan dört duvarı böyle sever miymiş? 
İlk görüşte tutulduğum dar sokağım, fırınını ayrı marketini ayrı sevdiğim mahallem, alt ve üst sokaklarda oturan can dostlarımla her şey tam gönlüme göre olmuştu. Daha ilk yılımı doldurmadan pandemi ile birlikte gelen karantina bile of dedirtmedi; hep oh dedim bu ferah ve güvenli yerde. Sonraları dost meclislerinde de tekrarladım - “Bu ev bana çok iyi geldi”
Boyunu aşan anlamlar yüklediğim, yuvam dediğim bu eve gün geldi çattı pek de sevimli olmayan anlamlar da yüklendi. Sıra sıra. Üst üste. Rezalet kararlar, içimi kavuran hayal kırıklıkları, hazırlıksız yakalandığım vedalar, içimi titreten korkular ve altında ezildiğim pişmanlıklar. Öyle çok oldular ki birden, bu dört duvar içerisinde bana yer kalmadı gibi hissettirdi. Bir gün geriye dönüp bir baktım, “olay mahali” demeye başlamışım kendisine. Kalbimi tuzla buz eden ne varsa şahit olmuş bu yerde olan biten ne varsa daha fazla barınamaz yaptı beni. Huyum kötü, takıldım ya bir kere - biliyordum; bu ev ağzıyla kuş tutsa bana artık yaranamayacaktı.
Geçen ay şahane bir şey oldu birden. Bir kapı açıldı ve olay mahalini terk etmenin bir yolu çıktı sonunda karşıma. Kendime yepyeni bir yuva buldum: Taşınıyorum. Yarın bu kapıdan arkama bir daha bakmamak üzere çıkmış olacağım. 
Yeni evim, nasıl güzel nasıl tertemiz! İçim açılıyor kapıdan içeri girince; derin bir nefes gibi. Gönlüme göre alıyorum ne istersem, zevkle döşüyorum. Sabırsızlanıyorum yeni olan için. Her şey çok güzel olacak diye tekrarlıyorum kendime çocuk hevesiyle. “Kurtuluyorum”
Bugün kolilerimi yaparken birden durup düşündüm. Bu ev suçlu, terk edeyim. Bu eşyalar kötü, götürmeyeyim. Hatta aynaya bakınca beni alıp geçmişe çeken saçlarım bile gitsin, kesilsin. Hepsi tamam. Bana iyi geleceğine inandım madem, öyle de olsun. Her şeyi geride bırakabilirken yine de kendimi götürmek zorundayım - aslında içten içe hep biliyordum değil mi? Tüm bu şeylere, bu koca anlamları yükleyip kendi başına kendi dünyasını yıkan insan biraz da kendi oluyor ve sonra kendisini paketleyip gittiği her yere götürmek zorunda kalıyor.
Hazırım demeden, yola koyulmadan, bu gece uykuya yatmadan önce son bir niyet ve dilek bırakayım istedim o yüzden buraya. Yeni yuvam çok neşeli, bol bereketli olsun. Elbette her şey gönlüme göre olsun! Ama bir de dalgalar ne kadar kuvvetli olursa olsun sen kendinde kal Melto; terk edişler, vazgeçişler, kuşandığın kılıçlar ile değil de biraz kabul ve sükunet ile ak yeni yolunda.
Olanıyla, olmayanıyla; tüm yaşanmışlığıyla hoşça kalsın ilk görüşte kaldırım taşı zeminine vurulduğum Akış sokak da.
0 notes
Text
Ne Yıl Ama
Instagram hatırlattı. Tam bir yıl önce bugün şu an oturduğum balkonda gülümseyerek poz vermişim anneme. Sezonun son birasını içmişim babamla. Resme bakıyorum, keyfim yerinde gibi gözüküyor. Halbuki ben biliyorum, hatırlıyorum baktıkça. O işler hiç de öyle değil.
Çok şey var yolunda gitmeyen o fotoğrafta gizli. 
Kalbim göğüs kafesimden fırlayacak, öyle sıkışık. İşimden nefret ediyorum ama daha iyisini hak ettiğimden de, becerebileceğimden de emin değilim. Kendime güvenemiyorum. Sevgi zannedip kendimi aldattığım, ruhuma iyi gelmeyen birine var gücümle tutunuyorum. İçinde kalsam olmuyor, söküp atmaya gönlüm razı değil. Yolumu bulamıyorum diye kendimden nefret ediyorum. Sonu hastanede biten panik ataklar yokluyor üst üste. Savruluyorum. Sorsanız, istiyorum iyi olmayı ama bir şeylerin iyiye doğru gittiğinin hayalini dahi kuramaz olmuşum. Ortam epey sisli. Gelecek olan güzel günler nereden baksan gözükmüyor. 
Vay be, dedim!. VAY! Geriye dönüp de bir bakınca - bir yılda ne yol yürümüşüm. 
Her gün bilgisayar başına geçerken heyecanlandığım yeni bir işim var. Öğreniyorum. Süper ekip arkadaşlarım var. Arkamı kollamak zorunda hissetmiyorum uzun yıllar sonra. Nerede istersem orada açıyorum bilgisayarımı hem de. Mesela canım deniz çekti diye atlayıp Bodrum’a geliyor, kim bilir ne zaman dönerim diyorum. Hayat benim, plan benim. Kalbimle de uzlaştık bir yolunu bulup. Kolay oldu, zor oldu; sonuçta oldu ya - ben ona bakarım. Bitti. Yoklamıyor panik atak falan da. Çok darlanınca hadi bir tebdil-i mekan diyorum, o da geçiyor. 
İçindeyken, çok yakından bakarken bazen fark etmiyor insan. Körleştiriyor çok yakından bakmak. Ayarını bozuyor. Sen ona dikkat kesilirsen o sinsi, küçük kılçıklar durmadan boğazını gıdıklıyor. Aklıma geldikçe, durup hatırladıkça şükürler olsun dedirten yüzlerce şey olmasına rağmen avuçlarımda, aynen böyle bocalıyordum yine ben de bugünlerde. Derken bu fotoğrafı görmek, ruhuma ilaç gibi geldi.
Bugün telefonda uzun bir süre sonra hasret giderirken can Didem’im dedi ki - “Trendleri hiç bir zaman kısa aralıklardan okuyamazsın, borsa gibi; yoksa baktığın şey anlamlı olmaz, yanıltıcı olur.” Cuk diye oturdu tam da yerine.
Belki minik sivri sineklere fazla takılıp benim gibi midesi bulananlar olmuştur son günlerde. Yenilmiş ve kırgın hissedenler. Nereye doğru gittiğini bilemeyip kaybolduğuna emin olanlar. 
Yol uzun. Anlar, günler yetmiyor; bazen de yıllar gerekiyor. O yılları yürüyen ayaklarımıza sağlık, kutlamak hakkımızdır. Küçük ve geçici mağlubiyetler, mağlubiyet sandıklarımız bir kenara - aslolan trend; unutursak birbirimize hatırlatalım, e mi?
0 notes
Text
Benim Öfkeli Olmaya Hakkım Var mı?
Öfkeyle garip bir ilişki var aramızda. Ne zaman ensemde soluğunu hissetsem yönümü, sonumu düşünmeden koşar adım kaçarım. Toksik olduğuna, kalbimi sinsice ısırdığına öyle yürekten inandım ki bu duygunun, senelerce yaşanan her şeyi (ve yaşatan herkesi) var gücümle bağışlamayı denedim hep.
Biraz amatör, biraz çekingen belki ama bugünlerde keşfetmeyi deniyorum bu ilişkiyi. Ona dikkat kesildiğimi çok da fark etmesin; minik adımlarla yaklaşayım da biraz yakından bakayım, tanıyayım istiyorum. Beni ele geçirecek diye korkuyorum yaklaşınca, yine de aklıma bir kere düştü ya şimdi merak ediyorum bu alanı.
Her şey geçtiğimiz günlerde Meltem’in bana “Sen kendine öfkeli olma hakkını vermiyorsun” demesiyle başladı. İnsanın en yakın arkadaşlarından biri terapist olunca bu tespitler biraz daha ciddiye biniyor belki de. Tüm hikayelerimde öfkeden kaçışımı nasıl ustalıkla gerekçelendirdiğimi ondan saklamak zor.
Bu hayatta başıma ne gelirse gelsin kalbim kirli kalmasın isterim. Fazla mı naif bu duruş? Olabilir. Kendimi böyle şifalandırıyorum ben. Kimse için değil, sadece kendim için atıyorum zehri içimden. Birini affedebilmek için bazen onu bir bebek olarak düşünecek kadar ileri gittiğim de oluyor; bazen ufak kendini kandırmalar, iyi niyetli okumalar yetiyor. Bence bu konuda oldukça da yetenekliyim çünkü bakıyorum da bu hayatta kızgın kaldığım kimse olmadı. 
Öyle iyi beceriyorum ki bunu, pratiğimde öylesine var ki işte bu yüzden bugüne de öfkeli olma hakkı diye bir şey aklıma hiç gelmedi. Orada sarf ettiğim efora, ortaya koyduğum iradeye dikkat kesilmedim. Çünkü korkudan hiç sormadım kendime: Birine kızgın kalsam ne olur? Kızılması gereken bir şey varsa ortada, ve bunu kabul etsem; öfkemi çeksem karşıma, baksam gözünün içine - ne olabilir? 
Bu sabah uyandım. Karşıma bir şey çıktı telefonda bakınırken. Öfkelendim. Tam gözümü kapatıp unutacağım, kurtulacağım - Dur! dedim. Ne de güzel öfkelendin ama. Oh, öfkene sağlık. Belki bir, belki beş dakika; orada, öfkemle kaldım. Baktım; güvenimi kırmış, bana hak ettiğimin çok uzağında davranmış birini temize çekmesem de oldu. Kırılıp döküleni süpürüp ortalığı toplamaktansa bir ağız dolusu “Kalas!” dedim. Kızgın kalabilmek hoşuma gitti. Başkasının hatası, ayıbı, günahı benim kalbime dokunmadı. Zehirlenmedim yan yana uzandık öfkemle diye. Mis gibi duşumu aldım, aktı gitti; çiçek gibi yeni bir güne başladım. 
Bu duygu çok yeni benim için. İnceliyorum. Kendime alan açıyorum. Dengede kalacağım o doğru yeri arıyorum. Sırtıma yüklemek yerine affedip temize çekmeleri, bazen de kendi omzuma küçük bir öpücük kondurup hakkımı kendime teslim etmenin ince gururunu tadıyorum. Olan biten şeyleri şifalandırmaya, kalbimi temiz tutmaya hala her şeyden çok inanıyorum ama galiba içten içe bu sorumluluğu tek başıma üzerime almanın belki de fazla kahramanca olduğunu anlamaya başlıyorum.
Biraz zaman lazım öfke ile ilişkimizi bir zemine oturtmak için. Meraklı bir çocuk gibiyim. Canım çocuk - öfkelen gönlünce bakalım. Hakkındır. 
Keşfettikçe yine yazarım.
2 notes · View notes
Text
Kendime Notlar #2
Ne zamandı, kaç yaşındaydım pek hatırlamıyorum. Bir gün Bora - ağabeyim,  ikimizden şöyle bahsetmişti - kim bilir neden: ‘Ben evin güzel çocuğuyum, o zeki çocuğu.’  Gülmüştü herkes ama kimse itiraz etmemişti. Ve sonra yıllar boyu hep tekrarlandı bu cümle. Alıştım. Güzel olmadığıma; olmam gereken, olabileceğim tek şeyin ise zeki olmak olduğuna inanarak büyüyüverdim.
Keşke biri fark etmiş olsaydı o yıllarda bir kız çocuğu olarak beni bu cümlenin ne kadar yaraladığını. Ve cümlenin ikinci kısmının küçük omuzlarım için büyük bir yük olduğunu. Çok isterdim. Güzel annem, yakışıklı babam ve masmavi gözleri, açık kumral saçları ile çıtayı göklere taşıyan ağabeyim ile aynı fotoğraf karesinde çok uzun yıllar yalnız ve yetersiz hissettim. Gel gelelim, gerçekten de zeki bir çocuktum. Bana biçilen etiketi görmüş, hızla uyumlanmıştım. Neredeyse tüm hayatım boyunca bana hizmet eden, kendimi yeterli hissettiren bir kimlik çıkardım bu cümleden. Zeki, çalışkan, başarılı. Bu kimliğime sıkı sıkı sarıldım. Başarılı olmak demek dünyada benim de bir yerim var demekti ve burası güvenli, tatlı bir yerdi. 
Çok iyi bir öğrenciydim. Hem sorumluluk sahibi hem başarılı. Öğretmenlerimden, ailemden hep takdir gördüm. Onlar beni ‘gördükçe’, ben daha çok çalıştım. Severek. Kabul görmek demekti başarmak, tadına doyulmaz bir ‘ben varım’ hissiydi. Okul bitti, iş hayatı başladı. Ben yine en iyi bildiğim şeyi yaptım. Çalıştım, çok çalıştım. Ne istediysem öyle ya da böyle, bana geldi. Ben hep başardım. Farklı mekanlarda, farklı insanların arasında kendimi tekrar tekrar ispat ettim. 
Ta ki... Yakın bir zamanda adeta biri ayağımın altındaki zemini çekip aldı. 
İşimi değiştirdim. İlk değildi; değişiklik, adaptasyon, uyum - tüm bu süreçleri aslında iyi bilirim. Ama şans bu ya, hayal ettiğim her şeyin dışında bir yerden sınandım. Bu yüzden ilk gününden son gününe dek ruhum için azap dolu bir deneyimdi. Neden mi? Çünkü beni ben yapan, sıkı sıkıya sarıldığım kimliğimle sınadı bu iş beni. ‘Başaran’ biri değildim burada. Peki ben ‘başaran’ biri değilsem kimdim ki bu hayatta? Bir yanım doğru olmadığını, beni tanımlayan şeyin bu olmadığını içten içe bilse de benimki gibi bir mirasın etkisinden öyle pek de kolay çıkılmıyor.
Hiç bir işim olmadan, bir şey yapmadan, bir değer yaratmadan geçirdiğim günler bir yana sesimi duyuramamanın, anlaşılmamanın yükü eğdi omuzlarımı bu işimde. Al maaşını, bak hayatına diyen kişilere kızmıyordum belki ama beni, hayattaki varlık mücadelemi hiç anlayamamış olduklarına içerliyordum biraz. Kendimi gerçekleştiremediğim her gün yalnızca iş yerinde değil, hayatında bir çöp poşeti gibi hisseden yeni bir Meltem ile tanışıyordum. Tanıdık değildi, güvenli veya tatlı da değildi. Yıllardır gururla omzumda taşıdığım, bugün birden sökülen başarı apoleti ile birlikte kayıp bir balıktan pek de farkım yoktu.
Böyle zamanlarda yaşamımızdaki destek üniteleri çok önemli. Kaybolduğunda bir ayna tutup sana kim olduğunu gösteren, en kırılgan anlarında dahi hayat karşısında sana kefil olup potansiyelini hatırlatan. Ben kendime güvenmekten vazgeçerken birinin benden vazgeçmemesi oldu beni de su yüzüne çıkartan da. (Teşekkürler canım dostum Do.) Silkelendim. Kendimi içinde bulunduğum şartlar ile tanımlamaya bir ara verdim. Madem ben ‘başaran’ biriydim, o zaman ‘başaran’ biri gibi davranmak bana en iyi hissettiren şey olacaktı. Tavrımı değiştirdim. Becerebilecek miyim endişeleri ile zaman zaman çalkalansam da sonunda bir hafta kadar önce çok heveslendiğim yeni bir işim oldu. Aylar sonra o gün yeniden kendim gibi hissettim. Hedeflemiş ve başarmıştım.
Yine aynı gün bu konu hakkında yazmaya karar verdim. 
Yeniden kendim gibi hissetmek tadına doyulmaz bir duyguydu ancak yüzleşmem gereken bir tarafı var: Yeniden kendim olmayı sonuçlara bağlamıştım. İşi aldığımı öğrendiğim gün ile bir önceki gün aynı insandım ben! Emek vermiş, hevesli, istediği şeyin peşinden giden. Ve her nasılsa bu yeterli değildi o olmayı sevdiğim Meltem olabilmek için. Tüm bunlara rağmen o işi alamasaydım başarısız olacaktım? Belli ki otuz üç yaşına yaklaşırken hala bir sonuca, dışarıdan bir onaya kuvvetli bir ihtiyaç duyuyordum. Farkında olmak güzel, ama duruma canım sıkılmadı diyemem. Çalışacak, dönüştürecek farklı bir alan daha açıldı önümde gibi hissediyorum. Hep cepte görmüştüm zeki, başarılı ve çalışkan kimliğimi. Öyle değilmiş. Koşullu pek çok tarafı varmış ve oldukça dışa bağlıymış. Görüyorum ki yeniden keşfedilmeli aslında; bu da bana bu sürecin kıssadan hissesi oldu. Üzerinde düşünüyorum, bir süre daha düşünürüm. Kızmıyorum ama kendime hep yaptığım gibi. Soruyorum, dinliyorum, anlıyorum. En çok da buna seviniyorum.
Bugün o küçük kıza da kalbi biraz hafiflesin diye şöyle demek isterdim: 
İyi günler kadar hayatta iyi gözükmediğin, iyi sonuçlar elde etmediğin günler de olacak. Biliyor musun, bunlar seni tanımlamayacak. Birilerinin sana söyledikleri, sana nasıl davrandıkları, senin hakkında düşündükleri seni tanımlamayacak. Sen keşfedeceksin kendini bilmeyi. Hevesinle, merakınla, koca kalbinle yine de hem güzel hem de zeki bir kadın olacaksın, korkma emi.
1 note · View note
Text
Kaldırımlar - Dün ve Bugün
Dün öğleden sonra yürüyerek evime dönmeye çabalıyordum. Çabalamak fiilini özellikle seçtim çünkü zor oldu. Damarımı kessen kan değil hiddet akacak! Öyle bir öfkeliyim! Herkese kızgınım. Her şeye kızgınım.
Etrafıma bakıyorum. Bir çok bina var kentsel dönüşüm sürecine giren. Bu eski binalar yıkıldığından gölgeleri düşmüyor kaldırımlara. Güneş tepede, yakıyor. Eksik gölgelere, adım başı yıkılan binalara kızgınım. 
Karşıdan bebek arabasını iten bir kadın geliyor. Kaldırım dar, bebek arabası kocaman. Sıyrılıp geçeceğim aslında, çok yakınım ama olmuyor. Arabayı itiyor üzerime anasının ak sütü gibi helal olduğuna yürekten inandığı öncelikli olma hakkına istinaden karşımdaki kadın. Gıcık oluyorum.
Biraz ileride belki üç, dört yaşlarında bir erkek çocuğu anne ve babasının önünde bisikletine biniyor. Dikkatsiz. Daha uzaktayken bile göğsümü sıkıştırıyor. Biliyorum sanki başıma gelecek olanı. Bana değmesin istiyorum, teğet geçelim. Etrafına bakmak önüne bakmaktan daha çekici, gelip bacağıma nasıl çarpmasın. Derin ve sesli bir nefes alıyorum.
Sonra, bizim sokağa dönmeden hemen evvel dut ağacının altında soluklanan inşaat işçileri ile karşılaşıyorum. Kaldırım sağlı sollu işgal altında. Adamların ortasından geçecek halim yok. Onlar bir nefes alma derdinde belki; benim derdimse yolumun gasp edilmesi. Sinirden ayaklarımı yere vurasım var.
Eve gelebildim. Deyim yerindeyse kan beynimde. Çocukça olduğunu bilsem de derinde bir yerde kendime sormadan duramadım: Neden her şey bana karşı? Neden hep engeller var önümde? Neden karşıma devamlı önümü kesen şeyler çıkıyor? Neden? Neden bu kadar içten hissediyorum, yaşıyorum tüm bunları?
Vücut ısım düştükçe hiddet de yavaş yavaş terk etti beni. Küçük bir kedi gibi yumuldum koltuğuma, öfke yerini belli belirsiz bir üzüntüye bıraktı. Her neyse, geçti. 
Bu sabah erken uyandım. Çok sevdiğim, çok özlediğim şahane bir insanla pazar kahvesi için buluştuk. Bayılıyorum ışık saçan, dinginliği ile başımı döndüren arkadaşlara. Ona baktıkça, konuştukça içim açıldı. Saatler su gibi geçti, sarılıp ayrıldık. 
Biraz önce de dün yürüdüğüm aynı yolu yürüyerek evime geldim. Güneş dünki kadar yakıcı değil mi bugün? Bebek arabalarını kamikaze gibi süren anneler nerede? Hevesli ve şaşkın çocuklar bugün çok uslu olmaya mı yeminli? Dut ağaçlarının altında kimse dinlenmiyor mu? Yolum su gibi aktı. Adım üzerine adım. Gözümü açtım kapadım - evdeyim. 
İtiraf zamanı - Dün öğleden sonra eve dönmek için o yola çıkmadan önce kendimi hayata karşı yenilmiş hissediyordum. Çok emek verdiğim, hayattaki en büyük zaferlerimden biri olarak gördüğüm şeyin yine benim yaptığım seçimler yüzünden ellerimin arasından kayıp gittiği hissine kapıldım. Bu isyanı kucağıma alıp çıkmıştım yola. Ve aslında; herkese değil, her şeye değil; kendime çok kızdım ben. O yolda da uçan kuş ile değil de kendimle kavga ettim. 
Bu sabah kahvemizi içerken ince ruhlu, can arkadaşım; Nazlı’m ile algılarımız, ve dünyamızı nasıl şekillendirdikleri hakkında konuştuk. Biz nasılsak, hayat öyleydi aslında. Düşünme şeklimiz belirliyordu karşılaşacağımız olasılıkları. Tam yerinde ve zamanında, kulağıma küpe sohbetler.
Dün düşüp bacağını kanatmış bir çocuktum. Canı acımış. Kaybetmiş hisseden. Tüm evren bana karşıydı. Bugünse yara olan dizini bantlamış, oyuna devam eden bir çocuk gibi hissediyorum. Düştüm, biliyorum; geri alamam. Dünki kadar acımıyor ama canım da. Oyunda kalmak için bir yara bandı yetti sanki. Yollar daralmıyor ben yürüdükçe, kaldırımlar ferah.
Bu pazar içimdeki ses diyor ki şimdi - olan biteni koy bir kenara, kendine bak. Kendine özen. Sana karşı olduğuna körü körüne inandığın evrene karşı kuşandığın savaşçı zırhını çıkar, şu tatlı pazar gününde canının çektiği o limonatayı yap kendine. Hayattan beklediğin ne varsa önce sen ver kendine; sonra o sonsuz olasılıkları bir daha konuşalım.
0 notes
Text
Dişim ve Kaçtıklarım
Geçtiğimiz hafta dişimi çektirdim. Kaçtığım, ertelediğim, korktuğum o şey yaşandı. 
Çok uzun bir süredir ağrıyordu dişim, ne yalan söyleyeyim. Yokmuş gibi yapıyordum. Dayanılmaz hale geldiği günler oluyordu; ilaç üzerine ilaç - biraz da dua ile geceyi atlatıp hafifledi yalanına tutunarak üzerine yatmaya devam ediyordum. Nereden baksan iki sene böyle geçmiştir. Böyle durumlarda ne kadar acı içinde de olsanız birine dert de yanılmıyor; acıyı paylaşarak hafifletemeyebiliyorsun. Yapılacak şey belli ya, doğru bir tane ya; ister istemez karşındaki kim olursa olsun benzer laflar işitiyorsun: “Gitmen gerek. Gitmezsen daha kötü olacak. Bundan kaçış yok.”
Anlamadığından değil; bilmediğinden, hak vermediğinden değil. Yine de gitmiyorsan gitmiyorsundur. Yardımcı olmuyor doğrular. Bakacağız; gidilecek vakti gelince diye savuşturuyorum - kim bilir ne zaman gelecek olan vakit. Çekilirken canım acıyacak, tahmin edebiliyorum. Öngöremediğim bir tarafı daha var ama. Kendimi bildim bileli o diş orada. Yokluğunu bilmiyorum, tanımıyorum. Belirsizlik de beni en az çektiğim ağrı, çekeceğim acı kadar korkutuyor. Of bir bilseniz, kafamdan aşağı kaynar sular dökülüyor.
Sonra gittim. O koltuğa oturdum. Hazır olduğumdan veya o beklediğim vakti geldiğinden değil. Gitmekten başka seçenek kalmayınca. Çok zor bir gün oldu. Korkudan titredim. Ağladım. Defalarca kez devam edemeyeceğim, yapamayacağım, duralım diye yalvardım. Ben yaşlı gözlerim ve sıktığım yumruklarımla dakikaları sayarken sonunda, o deli kuvvet karşısında direnemedi ve söküldü dişim. Dişim gitti, o büyük ağrılar bitti. Gittiği yer ise tarumar. Dikişler ile kapatılmış, ara ara yine de kanayan bir yara. Dişimden başlayıp çeneme, başıma, tüm vücuduma yayılan bir sızı. Of. Ne zaman huzur bulacağım?
Çekilecek ve final sanıyordum. Saf mıyım? İlk sorum çekilen dişin yerini ne zaman doldurabileceğimiz oldu. Evren gibi ben de boşlukları hiç sevmem. Cevap: “İyileşmeden olmaz. İyileşmesi zaman alır.” 
Dört gün oldu, alışmaya çalışıyorum. Ağzımın içindeki bu yaralı bereli yer beni huzursuz ediyor. Dilim hep o boşluğa gidiyor ben ne kadar kaçınsam da. Hemen ürküp çekiyorum. İyileşene kadar bu kocaman boşluk ile nasıl yaşayacağım, nasıl alışacağım diye dertleniyorum. Ama bu işin bir uzmanı var, ve o otorite figürü bana geçecek dedi - iyileşecek dedi. Kesin bilgi. Rahatlayabilir miyim?
Bu sabah düşündüm. Dişim bana başka şeyler de anlatıyor galiba bu hafta. Kaçtığım, ertelediğim, korktuğum çok şey var bugünlerde. Kaçmak, ertelemek sonuçları değiştirmiyor da uzunca bir süre korkarak yaşar hale getiriyor insanı. Korkarak yaşamak eziyet. Hiç bir zaman hazır olmayacağın sonuçlar için “hazır olacağın güne” bel bağlayarak erteliyorsun. E çok yoruluyorsun. Ne olacaksa olduktan sonra başlayan “ya sonra?” belirsizliği üzerine üzerine geliyor bir o eksikmiş gibi bir de. Yürek sıkıştırıyor sıkıştırmasına, ona diyecek bir lafım yok.
İçimden şöyle geçiyor ama şimdi:
Git yap ne yapacaksan. Şimdi. Bırak kendini tartmayı, hazırlanmayı, acabaları. Yap gitsin. Acırsa da ne var, geçer. Alışırsın, dönüşürsün. Bu hayatta her şey geçer. Kimisi hızla, kimisi sabırla; şifasını bulur; iyileşir. Dişinden geride kalan yara gibi.
Ve madem kesin bilgi; iyileşeceğiz her nasılsa, her bir yolun sonunda - kangren olmasın; yapalım gitsin. Yapılacak ne varsa.
0 notes
Text
Corvus’a Doğru
Sabah düşük uyandım. Başım ağrıyor, enerjim yok. Sürüklenerek güne başladım ve işe gitmek üzere yola koyuldum. 
Arabada Bob Moses çalıyor. Son albümüne pek bir bayılıyorum. Derken beni alıyor götürüyor. Kısıklı’da ışıklarda beklemiyorum da sanki Bozcaada’dayım. Akşamüzeri saati. Yan koltukta Seço’m. Saçlarımız ıslak, denizden çıkılmış da banyolar bile yapılmış çoktan. Hava sıcak ama öldürmüyor. O yüzden klimayı değil de camları açmışız. Corvus istikametine doğru ilerliyoruz yolda. Korkunç iştahlı hissediyorum hayata karşı. Gün batımı için bize beyaz mı rose mi eşlik edecek? En az üç, belki de dört şişe daha alalım buraya kadar gelmişken. Keşke daha çok alabilsem. Seço müziğin sesini açıyor, konuşmuyoruz ama konuşmaya o kadar ihtiyacımız yok ki. Hafif ılık esen rüzgar ıslak saçlarımızı yalarken dikiz aynasından bakıyorum, arkamda kimse yok. Ayağımı gazdan çekiyorum biraz daha; yavaş gidelim. O an sürsün istiyorum.
Bir kısacık an; ama öylesine gerçekti ki oradaydım bu sabah. Ne güzel hayal ettim. Ne canlıydı. Hafifletti beni.
Yaz geldi gelmesine ama beklenilen haberler, verilmesi gereken önemli kararlar derken ben tam anlamıyla havasına, ruhuna giremedim henüz. Sanki bir kaç vadesi daha var; biraz rötarlı, belki Temmuz ile açacak içimde bekleyen mevsimin tomurcukları. Dün akşam çok sevdiğim iki arkadaşımla çok derin, çok güzel söyleştik ve tam da vaktinde belki; olmasını istediğimiz şeyler için tereddütsüz davetiye çıkarmaktan, gerçekleşeceğine dair en ufacık kuşku duymadan hayalini kurmaktan bahsettik. Sabah kurduğum Bozcaada hayali de böyle bir yerden yakaladı beni. Öyle şüphesiz ve gerçek ki o gün ve o an yaşanacak; muhtemelen bir Eylül günü. Bir şey söylemeden birbirimize bakıp gülümseyeceğiz canım Seço’mla.
Sürüklenerek başladığım gün, daha çok hayal kurmak, daha fazlasını kafaya koyup gerçekleştirmek hevesiyle rengarenk oldu birden. Yok demeden, nasıl olacak demeden gönlümü gezdiriverdim ben de.
Uzun bir Avrupa seyahatine çıkıyorum. Bir hafta, on gün kadar Amsterdam. Görüşmeyeli çok oldu. Seço’mun yeni evinin terasında bir akşamüzeri, hafif çakırkeyif; onun hayatına girip kalbinde kendine yer etmiş, sevdiği biri ile sohbetteyim. Arada Seço ile göz göze geliyoruz, şükür içinde bir gülümseme var gözümüzün bebeğinde.  
Bir trene atlayıp Almanya’ya geçiyorum. Uçak değil, tren. Yol uzun olsun ama güzel olsun. Almanya’da durak çok. Her çiçekten bal alır gibi oradan oraya koşacağım hevesle. Berlin’de, Köln’de, Münih’te kalbimden parçalar var. Oğul ve Gizem’le sonu gelmeyen bir brunch’tayız. Yanımıza Berkay da geliyor. Sevdiğim insanların tanışıp bir arada olmasının lezzeti doyuruyor karnımı yediklerimden çok. Sonra çok gürültülü başka bir masadayım; Maya’nın yanında. Basti ve Tibor da orada. Su yerine bira içtiğimiz, ortalığı ayağa kaldırdığımız bir akşam. Bu aile iyi ki benim ailem, sonsuza kadar diye geçiriyorum içimden. İstanbul’a dönmeden kalbime son şifa durağı Didem’in şefkatli kolları. Biz anlatmanın, anlaşılmanın tadına doyulmaz hazzı ile mest olurken böylesine büyüdüğüne inanamadığım küçük Arya, ileride - belki biraz çekingen ama oyun oynamaya hevesli, kendine yeni arkadaşlar ediniyor. Kuş ve çocuk sesi var fonda yeşilin içinde. Bitmesin istediğim bir huzur kalbimin etrafını kaplamış.
Sonra dönüyorum evime ama her fırsatta bu hayatta bana en iyi gelen yerde; Bodrum’da alıyorum soluğu. Sabahları güneş bastırmadan babamla yürüyüşe çıkıyoruz; en sevdiğimiz kısım ise yürüyüşün bitiminde buz gibi denize dalmak herkesten önce. Balkonda şahane kitaplar okuyorum. Akşam anneme diyoruz ki pişmeyiversin yemek bugün. Karpuz peynir yensin, ferah ferah. Sofrayı kuruyoruz hep birlikte. 
Yazı bitirmeden Murat ile uçağa atlayıp soluğu Karadağ’da alıyoruz. Maya gelmiş bile. Biz valizlerimizle beklerken Alex’le ikisi çığlıklar içerisinde bizi almaya geliyorlar. Önümüzdeki bir kaç gün harika geçecek.
Mükemmel başlamamıştı bu sabah. Hayallerimle süsledim, mükemmel oldu. Bugün nasıl geçer demeye kalmadan, güzel yarınları yürekten çağırarak gelecek o tüm güzel yarınlar. Daha onlar gelmeden ben o güzel yarınların sarhoşuyum şimdi, gülümsüyorum.
0 notes
Text
Sıradaki Şarkı
Ne okuyorum, ne yazıyorum bir süredir. Sevdiğim ne varsa bir sebepten ara verdim ve öylece havada asılı kaldım. Tuhaf geldi, alışkın değilim ne de olsa boşlukta süzülmeye. Kendime ayna tuttuğumda gördüğüm resmin, içimdeki sese kulak verdiğimde duyduğum hikayenin netliğine fena alışmışım ben. Bugünlerdeyse kendi kendime kaldığımda kulaklarımı sağır eden sonsuz sinyal sesi duyuyorum. Sanki odanın ortasında kocaman bir vazo yere düştü, tuzla buz oldu ve her bir parçası odanın bir köşesine dağıldı. Ayağımı keser, canım yanar demem pek böyle durumlarda, girişirim etrafı toparlamaya ki resim netleşsin; duygumu, fikrimi yoğurup adını koyabileyim ama bu defa içimden bir ses dedi ki - bırak biraz. Bıraktım, öyle dağınık kaldı. 
Günler, haftalar geçti ve baktım da esasında hiç bir boşluk kendiliğinden dolmuyor. Uzun uykulardan uyandığında birileri etrafı süpürmüş olsun istiyorsun tatlı tatlı. Sürpriz! Öyle ya da böyle, dağıttığın ne varsa - kalbin, zihnin? - aynı odanın her köşesine saçılan kırık parçalar gibi uyandığında o bıraktığın hali ile seni bekliyor. Halim yok diyebilirsin ve erteleyebilirsin. Yine de vakti geldiğinde iş sana düşecek, bilesin.
İş bana düşüyor. Ben kabul ettim. Birinin gelip beni “kurtarmasını” beklemiyorum. Dürüst olmak gerekirse uzunca bir süre bekledim. Biri, bir şey. Hayattan bir torpil. Fazlasıyla romantize ederek. Beklemiyorum artık; çünkü çok sıkıldım kendimden ve bu pasif bekleyişten. Hayatın nimetlerinin başıma gelmesini beklemek kalbimi kıran, beni üzen şeylerin her nedense benim başıma gelmesine benziyor. Ben yalnızca duruyorum da bir şeyler başıma geliyor sanki. Canım kendim, yazık bana. Canımı acıtan, hoşuma gitmeyen şeyleri o kadar kurban bir yerden karşılıyorum ki bu bende iyi ve güzel şeyleri de yine bir yerlerden bekleme refleksini besliyor. Doğrusunu biliyorsun bal gibi ama basiretin mi bağlanıyor nedir, başına gelenler ve sen diye bir başlık açmış dövünürken buluyorsun yine de kendini. Yüksek sesle söylemek gerek belki, kulakların senden duymalı ki uyanasın - 
Ben, başıma gelenler değilim. 
Ürkek bir kuş gibi sana sunulmasını beklediğin ne varsa söküp almayı senin omuzlarına da zerafetle bırakıveriyor bu cümle. Ve düşünüyor insan; bu hayattan söküp almak istediğim sayısız mutluluk ve zafer varsa eğer; beklemeyi bırakıp hemen başlamalı ki çabuk çabuk gelsin güzel günler.
Yola çıkarken - bir de ayağına biraz çamur bulaştıysa - ilk adımı atmak zor olabilir. Kafamı yerden kaldırmak iyi geliyor bana o zamanlar; kaldırıp ilham alabileceğin bir yerlere bakmak . Bana iyi geleni hep paylaşmak isterim - bugün de bu motivasyon ile yeniden klavye başına oturup iki aydan sonra bir şeyler yazabilecek kadar iyi hissediyorum.
Hayatta iyi oyuncularla aynı takımda olmak bir ayrıcalık. İlhamı uzaklarda aramaya gerek kalmıyor. Mesela, Aslı var benim hayatımda. Uzun zaman sonra gördüm geçen gün. Bir kaç saat geçirdik ve ayrıldık; ama o günden beri görünmez bir iple yukarı çekiyor sanki beni. Hayata hevesi gözümü parlatıyor. İradesine hayran oluyorum. Başına gelenlerle değil de yaptığı seçimlerle yazdığı hikayesini merakla dinliyorum. Çıkmaz sokaklardan asaletle çıkışına bayılıyorum. Ve bana usanmadan halledersin, hallederiz demesine minnettarım.
Ben de inatla kendimi seçeceğim bu Haziran. Kalbime iyi gelecek ne varsa bana gelmesini beklemeden peşinden en çok ben koşacağım. Aslı’dan, ve hayatta bana ilham olan tüm diğer eşsiz takım arkadaşlarımdan parça parça topladığım niyet, cesaret ve güç ile. Kafamı yerden kaldırınca görebildiğim, ve hevesle topladığım.
Bir süredir fonda Mor ve Ötesi’nden Araf çalıyordu. Sıkıldım. Yeni şarkı Athena’dan geliyor - Her Şey Güzel Olacak. Ve her şeyi sen kendi ellerinle güzel edeceksin canım kızım. Hadi.
0 notes
Text
Köklenenler
Farz edelim beni tanıyan yüz kişiye sorduk. Sanıyorum ki zayıf bir kadın diyen olmaz, kuvvetle muhtemel güçlü bir kadın cevabını duymak da beni pek şaşırtmaz. Çevrem güçlü bulur beni. Belki bazen biraz sert, hatta göz korkutucu. İnsanlar böyle düşünüyor, biliyorum. Ben yine de çoğu kez kendimi zayıf, iradesiz ve dengesiz bulabiliyorum. 
Peki bana bakanın bende gördüğü, benim kendimde arayıp da bulamadığım güç - nedir, nasıl bir şeydir?
Birkaç yıldır ayrı ülkelerde sürdürdüğümüz ilişkimizde hayatıma tuttuğu ışığa, bilgeliğine ve şefkatine devamlı özlem duyduğum can dost Didem’im ile uzun bir aradan sonra bilgisayar karşısında bir kahve içme ve son dönemin kalp sıkışıklarını birbirimize açma şansımız oldu geçenlerde. İlk olarak o zaman dile getirdim sanıyorum bir süredir aklımda olsa da. Ona açılırken kendime de biraz daha açıldım. Devamlı geçmişi düşünürken buluyorum kendimi bu ara. Hatalarımı alenen ortaya döküp en acımasız yerden eleştirmek için kendimi şahane fırsat. Bir türlü bitmiyor bu hesaplaşmalar. Canımı bir kere yaksam tamam; ama konu kapanmıyor. Üstelik tek yaptığı bugünü çalmak da değil, yarına bile musallat. Bugünün çaresizliği ve sıkışmışlığı yarına içten içe diyor ki şöyle davrandın, şunu yaptın ve sen şansını kaybettin. Ah ama başka türlü yapabilseydin, başka türlü olabilseydin...
Bu kara bulutlar sarınca zihni ister istemez düşünüyorsun, yoğuruyorsun tekrar tekrar ve bazen ufak ama ışığın sızmasına yetecek bir kırılma oluyor o anlarda. Önce şunu fark ettim. Yaklaşık dokuz yıldır çalışıyorum ve halihazırda dördüncü şirketimdeyim. Bununla ilgili hiç bir sorunum yok. Çok arkadaş, çok öğretmen, çok ders demek benim için yalnızca. Yine de düşünüyorum da kendimi zayıflıkla en çok suçladığım zamanlar bu hikayelerden birinin bitip diğerinin başladığı zamanlara denk düşüyor. Tüm güzel ve başarılı anların yanında üç ayrılık sürecimde de kendimi tükenmiş hissediyordum. Bugün uzaktan bakarken bile derinden hissediyorum - gerçekten tükenmiştim ve deyim yerindeyse bir gün daha orada durabilecek kalbim kalmamıştı. İşte ben tüm önemli kararlarımı cebimde sabır kırıntısı kalmayan o tükenilmiş anlarda verdim. 
Verdiğim kararların hepsi süper kararlar değildi, kabul. Gerekli kararlardı. Bıçağın kemiğe dayandığını hissettiğim o anlarda kendimi korudum ve aslında bununla gurur duyuyorum. Kendimi suçladığım yer, bıçağı kemiğe yaklaştıran tüm o küçük anlarda kendime ihanet etmiş olmam sanıyorum. Tüm bunlar olurken neredeydin diye avazım çıktığı kadar bağırırken buluyorum bazen kendime; o zayıf olduğu için bağrıma basamadığım kadına. 
Bu düşüncelerin ortasında buldum beni iyileştirecek ışığı. Konuya yanlış yerden bakıyorum ne zamandır. Korkunç güçlüydüm aslında aklıma gelen tüm bu yaşanmışlıklarda. Uzun, çok uzun bir süre içinde kaldığım konforsuz alanda var olmaya, başarmaya ve ışıldamaya devam etmek adına müthiş bir efor sarf edebildim. Sahip olduğum tüm gücü köklenmek için harcadım. Akıntıya karşı kürek çekmek gibiydi ama ben küreklere var gücümle asıldım. Mesele şu ki belki toprak belki de iklim yeterince uygun değildi. Ben zayıf düştüğüm, yetemediğim için yaşanmadı beni çok üzen kopuşlar. Ne kadar sıkı tutunursam tutunayım, bugün değilse yarın olacaktı olanlar - işaretler oradaydı ama ben dikkatimi köklenmeye öylesine vermiştim ki yeşerebileceğim en güzel iklimleri, en verimli toprakları arayıp bulacak fırsatı kaçırdım bazen, savruldum.
Farkındalık ne güzel yol; adım adım, yürüdükçe büyüyor aydınlıklar. Baktım, kalbimle de verdiğim savaşlar hep aynı benim. Farklı adamları sevmiş ama çoğunlukla aynı yollardan geçmişim. Çok sevmek bende hep bir köklenme hevesi yaratmış. Halbuki insan güvenli olmayan limanlara da tutulabiliyor; hayırlı olmayana, mümkün olmayana da bağlanabiliyor. Ben her şeye rağmen içinde sevgi olan bu ilişkilerde hep kalmak istedim ama itiraf edeyim, hiç kalamadım. Kanımın son damlasına kadar tutunmaya çalıştıktan sonraki vazgeçişlerim yüzüme zayıflığımı - beceriksizliğimi, yetersizliğimi ve daha nicesi -  vuran karnem oldu sonraları. Benzer hikaye.
Köklenmek güzel aslında. Köklenmeyi istemekle ilgili bir sorun da yok. Yolda duraklar da olduğunu hatırlamak lazım sadece. Ve o duraklardan geçerken başımızı yerden kaldırıp yüzümüzü çiçek açacağımız yarınlara çevirmek lazım. O gücü ille de burası, ille de bu adam demeden; ille de - her nasıl olacaksa öyle - güzel yarınlara yürümek için kullanmak lazım.
Tutunacak kadar gücün varsa eğer, belki bırakacak kadar da vardır. Bir bıraksana, bakalım sana kalan o güçle başka neler yapacaksın?
Kulağıma küpe. 
0 notes
Text
Kendime Notlar
Geçtiğimiz hafta hevesle Brene Brown’ın ‘Unlocking Us’ isimli podcast serisine başladım. Netflix’teki konuşmasını izlemiş ve kendisine bayılmıştım zira. Dün akşam yemek yaparken arkadan dinlediğim bir bölümden şu cümle kulağımda asılı kaldı: ‘Judgement demands punishment.’ Yargılar, yargılarımız... 
Gerçekleri eğip büktüklerine belki defalarca şahit olmamıza rağmen ya da zihnimizde, kalbimizde yarattığı kirin bizi ve söz konusu diğerlerini paçalarımızdan tutup aşağı çektiğini fark etmemize rağmen vazgeçemiyoruz yargılamaktan. Çünkü iddia etmesek de içten içe en doğru, mantıklı, ahlaklı, vicdanlı (ve daha niceleri) olanı en iyi biz biliyoruz. Örneğin ben. Hayatta siyahlar ve beyazlardan nefret eden, radikal olandan uzaklaşan, fanatizmin her türlüsü karşısında tüyleri diken diken olan ben - güçlü bir yargı makinesiyim çoğu zaman. Oysa daha iyi bir insan olabilmek için tüm köşelerimi gayretle törpülemeye çalışırken daha fazla yer açılması gerekmez miydi ben olmayana, benim gibi olmayana?
Yargıların başı sonu yok. Her yerdeler. Çok tehlikeliler.
İki kardeşiz. Bora benden iki buçuk yaş büyük. Fırtınalı ergenlik günlerimizi atlattıktan sonra aynı anne babadan doğmuş olmanın ötesinde çok yakın bir ilişki kurduk. Üniversite yıllarımızda ikimizin de uzun süreler yurtdışında kaldığı yıllar ise ikimizin ilişkisinde bazı kırılmalar yaşandı. En sonda söyleyeceğimi en başta da söyleyeyim - biliyorsunuz, söz konusu insan kardeşinizse konu hiç bir zaman sevgi değil. Ama bir çok cümle şöyle başlayabiliyor; “ama yine de...” Bugün dönüp baktığımda, ne oldu diye sorduğumda tek bir cevabım var - büyüdük. Ve bazen, farklı büyürsün. Uzun yıllar içinden çıkamadığım bir öfke bıraktı benim göğsümün tam ortasına farklı büyümek. Devamlı kızgındım ona. Canını yakmak istedim arada hızımı alamayıp. Çünkü... Yeterince düşünceli değildi. Gerektiği kadar sevmiyordu beni. Sorumlu davranmıyordu. Kendisine yakışacak hayatı yaşamıyordu. 
Bunların hiç biri gerçek değil. Tüm bunlar nereden geliyor biliyor musunuz? Çünkü o yeterincelere, gerektiği kadarlara hepsine ben - kim bilir neye dayanarak - karar verdim. Benim kusurlu ve haddini aşan yargılarım bir küçük kutuydu sanki yıllarca Bora’yı içine sığdırmaya çalışmaya doyamadığım. İtip çektim. Çok. Bizi birbirimizden uzaklaştıran farklı büyümek miydi yoksa ben miydim üzerimize o sis perdesini çeken? Cevabı kendime itiraf edeli çok olmadı. (Seni çılgınca seviyorum Bo, biliyorsun.)
Bu kendini tekrar eden bir model. Çok tanıdık. Benzer izler buluyorum farklı kişilerde, durumlarda. 
‘Canım yanıyor. Senin de yanıyor olmalı. Sana bakıyorum ve canının yandığını göremiyorum. Canın yansa davranacağın gibi’davranmıyorsun. Nasıl canın yanmaz? Beni yakan, seni yakması gereken, seni nasıl yakmaz? Hiddetten köpürüyorum, kalbim patlayacak. Madem öyle, seni cezalandıracağım. Zehirli kelimelerimle belki, belki de seni paramparça edecek kadar susacağım. Seni tanıyorum. Canını ne yakar biliyorum. Canım o kadar yanıyor ki; senin canını da en acıyacak yerinden yakacağım.’
Size tanıdık gelen bir tarafı var mı bu iç sesin? Kötü bir insan sayılmam. Söz konusu insan düşmanım değil, hayatımda en sevdiğim insanlardan biri. Yine de bana böyle hissettirdi çoğu gün aramızdaki ilişki. Yargılar, yargılarımız. Birinin bizden farklı şekilde canının yanmasına bile alan açmayan bir illet. Kimin canının nasıl yanacağına bile biz karar vereceğiz yanılgısında boğuyor bizi. 
Dürüst olmak gerekirse yargılamadığımız bir hayat mümkün mü, bilemiyorum. Bu konuyu çözebilecek bilgeliğe henüz erişemedim. Peki sonunda böyle havada bırakacaksam niye tutup da bunu yazdım?
Son günlerde hayatın üzerime fazla geldiğini hissediyordum. Sonra bu podcast’i dinlerken kulağımda asılı kalan o cümle bana şunu hissettirdi: Anlaşılmadığımı, sevilmediğimi, başaramadığımı hissettiğim için içimi yakan ve beni koca dünyaya küstüren çoğu şey benimle ilgili. Kendimle ilgili yargılarım, başkalarıyla ilgili yargılarım. Benimkiler. Benim herkesi, her şeyi kendi doğrular - güzeller - önemliler kutucuğuma sığdırma çabamda çok şey saklı. Çoğu kez hem kendimi hem de etrafımda kim, ne varsa ateşe verdiriyor bana. Kim bilir, belki sadece bunun farkına varır da kendime daha sık hatırlatırsam biraz daha hafifler, genişlerim diyorum. Tam da böyle düşünerek aktı bugün kelimeler.
Düğümleri çözmek vakit alır, bolca deneme gerektirir. Henüz çözülmemiş bile olsa deniyor olmak o düğümleri gevşetmek demek; nefes aldıran bir tarafı var. Yargılamadığımız bir hayat? Nasılını tam bilemediğimiz nihai destinasyon. Yargılara, yargılamaya sıkı sıkıya tutunmadığımız bir Perşembe de bize şimdilik yeter.
0 notes