tigristhesapien-blog
tigristhesapien-blog
Düşün!
10 posts
twitter.com/DusunenHayvanat
Don't wanna be here? Send us removal request.
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Text
Dinler ve insan
  Bir insan, kendisinin dışında hiç kimsenin görmediği, hiç kimsenin duymadığı bir şeyin varlığından bahseder ve onunla iletişime geçtiğini iddia ederse diğer insanlar onun deli olduğunu düşünür. Eğer kendisiyle beraber bunu söyleyecek birden fazla kişi bulursa, bu onu deli değil dindar birisi yapar. Dünya tarihine baktığımızda insanlar sürekli bunun gibi hikayeleri gerçek kabul etmiş, bu hikayelerin altında birleşmiş ve birlik olmuşlardır.
  Dinler, insanın kendi içinde verdiği ruhsal bir savaşı anlatır. Tanrının mükemmelliği ve sonsuz gücü, insanların aslında kendilerinin sahip olmak istediği güçlerdir. Tanrının insanı değil, insanın tanrıyı yarattığının felsefi kanıtlarından birisi olarak; neredeyse her tanrının, bir insanın sahip olabileceği basit ve aşağılık bir ahlak yapısına sahip olması örnek olarak gösterilebilir. Bilindiği kadarıyla ortalama 4200 farklı din, 100.000'den fazla tanrı var. Neredeyse her tanrı aynı şeyi söyler; bana inan, bana tap, başkasıyla konuşma, başkasını düşünme, seks ve içkiyi ahlaksız bir davranış olarak kabul et; eğer bunları yaparsan sana cenneti veririm, cennette sonsuz içki ve sonsuz seks fırsatına sahip olursun; eğer bana inanmazsan ya da beni aldatırsan seni cehenneme hapsederim; sonsuza kadar yanarsın ve acı çekersin... Bana göre yüce bir yaratıcı olsaydı seks ve içkiden daha iyi ödüller sunabilirdi. Seks ve içki, insanın basit primat beyninin ödül olarak gördüğü ve peşinde koştuğu şeylerdir. Cehennem, yani sonsuza kadar yanmak ve acı çekmek yine insanın basit primat beyninin ceza olarak gördüğü şeyler.
  Dindar insanlar sürekli kendi dini kitaplarının ne kadar mükemmel olduğuyla, ne kadar harika yazıldıklarıyla ve ne kadar kusursuz olduklarıyla ilgili konuşurlar. Aslında çoğunun kitaplarında ne yazdığından haberleri bile yoktur. Sadece duydukları ve inanmak istedikleri kısımları baz alıp bazı ayrıntıları yok sayarak konuşurlar. (Bazı ayrıntılara örnek olarak; öldürmek, soykırım, kölelik, kadın ve erkeğin eşit olmaması, erkeğin topraktan yaratılması, kadının erkeğin kaburgasından yaratılması, dünyadan düz olarak bahsedilmesi, her şeyin insanlara özel olarak yaratılması, insan vücudunun kusursuz olması, güneşin dünya üstünde gezen bir cisim olarak anlatılması gibi konular örnek olarak gösterilebilir.)
  Düşünmekten ve felsefeden yoksun insanın kendisini tanrı ilan etmesi ya da en azından peygamber olarak tanıtması için önce her insanın sorduğu ortak sorulara, bilinmeyenlere ışık tutması gerekiyordu ve böylece bir şeyler uydurmayı seçti. Şu an 21. yüzyıldayız ama hala dinlere inanan insanlar var. Dünyada 1.3 milyar Müslüman, 2.14 milyar Hristiyan, 700 milyon Hindu, 14 milyon Yahudi ve diğer yüzlerce farklı dine inanan insanlar var. Bazı dinlere baktığımızda görüyoruz ki kendi içinde mezheplere ayrılmışlardır. Örneğin Müslümanlık, ilk çıktığı zamanlarda 3 ana mezhebe ayrılmıştı şu an ise 8 büyük mezhebe ayrılıyor. Müslüman olsanız bile eğer bulunduğunuz toplumun dahil olduğu mezhebe değil de farklı bir mezhebe aitseniz yine toplum tarafından dışlanma ihtimaliniz var. Dindar insanlara baktığımızda görürüz ki %99 oranında aileleriyle ve bulundukları toplumla aynı dine sahiptirler. Kısaca; aileniz veya toplum, size neye inanmanızı söylerse siz de ona inanırsınız. Ve diğer insanlara da sizin gibi olmaları, sizinle aynı şeye inanmaları için baskı uygularsanız. Bu sizin suçunuz değil, basit primat beyninizin size sunduğu bir hastalık, adı da zenofobi.
  Zenofobi, insanın yabancılardan ya da bir şekilde kendisinden farklı olanlardan korkması ya da nefret etmesi durumudur. Homofobi, yobazlık, milliyetçilik, ırkçılık vb. bir sürü konu buna örnek olarak gösterilebilir. Ama şimdilik konumuz dinler. Yobazı, bir düşünceye veya bir inanca körü körüne bağlı olan ve başkalarına baskı yapan kimse olarak açıklayabiliriz. Zenofobi, paleotik çağdan itibaren insanların kendilerinden farklı olan insanlardan uzak durmasına, onları dışlamasına ve onları öldürmesine sebep olmuştur. M.Ö. 2000 yılında güneş tutulması, tanrıların bir güç gösterisi olarak düşünüldüğü için tanrılara hayvan ya da insan kurban etmeleri gerektiğini düşünen insanlar vardı. Eğer şu anki bilginizle M.Ö. 2000 yılından yaşıyor olsaydınız dünyanın yuvarlak olduğunu yada güneşin ve ayın dünyayla nasıl hareket ettiğini insanlara söylediğiniz anda oradaki şamanlara hakaret etmiş sayılırdınız ve tanrılara kurban edilmesi gereken bir kişi olurdunuz. Çünkü yobaz bir toplumun felsefe ve mantık yeteneği yoktur. İnanmak, düşünmekten daha kolay olduğu için her toplumun çoğunluğunu inananlar oluşturur. Çoğunluk dediğimiz kavram, her insan toplumunda etkili olmuştur. Çoğunluk kime inanırsa o kral olur, demokrasilerde bile neyin nasıl yapılacağına çoğunluk karar verir.
  M.Ö. 2. yüzyılda Eratosthenes, dünyanın yuvarlak olduğunu öngörerek dünyanın çevresini şu an bildiğimiz uzunluğuna çok yakın bir şekilde hesaplamayı başarmıştır ve İskenderiye kütüphanesinin baş kütüphanecesi olarak görevlendirilmiştir. Ama bakıyoruz ki Endülüs ve İskenderiye kütüphaneleri yakılmış, karşı çıkan bütün insanlar öldürülmüştür. Yıllar boyunca insanların topladıkları, toplamak için hayatlarını harcadıkları bütün bilgiler saçma bir inanç uğruna kül olmuştur. Bu insanların tamamen cahillikleriyle kendilerine verdikleri bir zarardır.
  13. yüzyılda Biritanya İmparatorluğunda yaşayan bilim adamı Roger Bacon, deney yöntemini ilk savunan Orta Çağ aydınlarındandı. Büyüteci bulan ilk kişi olarak tarihe geçti. Fransiskanlar, dönemin Katolik Hristiyan tarikatıydı. Bacon, Fransisken öğretisini eleştirdiği için 14 yıl hapis yattı ve sonra öldürüldü. Soyu devam etmedi. ( Bu arada, Bacon'a göre Aristotales'ten sonraki en büyük filozof İbni-Sina idi. )
  16. yüzyılda yaşamış olan Giordano Bruno; İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biri. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi, Roma'da kazığa bağlanıp diri diri yakılarak idam edildi. Soyu devam etmedi.
  17. yüzyıl, Galileo Galilei; İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi. Rönesans'ın bilimsel devrimine büyük bir katkıda bulunan bilim insanı; “gözlemsel astronominin babası”, “modern fiziğin babası” ve “bilimin babası” gibi isimler takılmıştır. Dünyanın yuvarlak olduğunu söylediği için 1615 yılında Roma engizisyonu tarafından idam edilmekle tehdit edilmiş ve baskı yüzünden söylemlerini geri çekmiştir. İdamdan kurtulsa da hayatının geri kalanını ev hapsinde ve gözetim altında devam ettirmiştir.
  Düşünen, üreten, savaşmayan ve bilime bir şekilde ilgi duyan insanlar tarih boyunca her zaman yok edilen tarafta oldular. Son 40.000 senede inançları, ritüelleri, toplumun ahlak yapısını, devletlerin işleyiş biçimini eleştiren ortalama 143.000.000 insan öldürüldü, hiçbirisinin soyu devam etmedi. Eğer bütün bu insanların soyları devam etseydi bugün dünya nüfusunun ortalama %35'i üstün zekalı olabilirdi.
  Hazır lafı açılmışken biraz bahsetmek istediğim birileri var. İbn-i Sina; Tıp adamı, fizikçi, yazar, filozof ve bilim insanı. Tıp ve Felsefe alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kitap yazmıştır. Batılılarca, Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu, hekimlerin önderi olarak bilinir ve "Büyük Üstad" ismi ile tanınır. Tıp alanında yedi asır boyunca temel kaynak eser olarak süre gelen Tıbbın Kanunu adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap Avrupa üniversitelerinde 17. asrın ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulmuştur. Fars veya Türk bilim insanıdır. 10. yüzyılın sonlarında dünyaya gelmiş, 11. yüzyılın ortalarında ölmüştür. Olağanüstü hafızası ve zekası sayesinde henüz 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başladı. 16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedavi etmeye başladı. Hayatında bir sürü başarıya imza attı. Ölüm yatağında ise bütün mallarını yoksullara bağışladı ve bütün kölelerini azat etti. (Evet, bazı insanlar ne kadar kabul etmek istemese de İslam'da kölelik var ama bunun hakkında bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetmiyorum.)
  20. yüzyılın en büyük sorunlarından biri de çocuk felciydi. Bütün dinlerden insanlar, bütün dillerde, bütün kutsal ibadet yerlerinde bu hastalığın tedavisi için yıllarca dua ettiler. Tabi bir etkisi olmadı. Amerika'ya yerleşmiş Yahudi bir ailenin çocuğu olan Jonas Salk ise 1950 yıllarında formaldehitle öldürülmüş virüsten aşı elde etmeyi başardı. Eğer patent çıkarsaydı 7 milyar dolar kazanç sağlayabilirdi ama o insanları kurtarmayı seçti.
  Gördüğünüz gibi dünyanın farklı yerlerinden, farklı zamanlardan insanlığı bir adım ileri götürmeyi başarabilmiş insanlar. Tek ortak noktaları felsefe ve bilimle uğraşmış olmaları. İbn-i Sina, İslam'ın Altın Çağı olarak bilinen 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar süren dönemde yaşamıştı. İslamın Altın Çağı; ağırlıklı olarak Hintçe, Yunanca, Farsça gibi dillerden çevirilerin yapıldığı ve bilgiye aşırı önem verilen bir zamanı simgeler. Bu çağda İslam felsefeye pek sıcak bakmıyordu ancak 14. yüzyıldan sonra bilimi de günah olarak kabul etmiş ilerlemeyi durdurmuştu, bu yüzden 14. yüzyıldan sonra hiçbir İslam Devleti asla yükselişe geçemedi. 1450-1500 yılları arasında nüfusu 60.000.000 olan Avrupa’da tam 20.000.000 kitap basıldı. Bu her 3 kişiden birisinin kitabı olduğu anlamına geliyordu İslam devletlerinin aksine Avrupa gelişmeyi sürdürüyordu. Günümüzde gelişen ve gelişemeyen coğrafyalar 600 yıldır aynı şekilde kalmıştır. Çünkü, toplumu değiştirmek zordur ve öğrenmek yerine inanmayı seçen toplumlar asla gelişememiştir.
  Eski zamanlarda çoğunluğun yanında olmak, hayatta kalmak ya da iyi bir yaşam sürmek için işe yarar bir yöntemdi. Din adı altında birleşmek insanların birlik sayılarını arttırmalarına yardımcı olmuştur. Bir insan, normalde tanımadığı bir insana yardım etmezken aynı dini paylaştıkları için bir kilise, bir hastahane ya da bir ev yapımında başkasına yardım etmeyi tercih edebiliyordu. Taş çağına döndüğümüzde dinlerin gerçekten de insan hayatına bir katkısı olduğunu görebiliriz. Ama 21. yüzyıla baktığımızda dinlerin artık hiçbir etkisi yok. Çağımız teknoloji üstüne kurulu; hayatta kalmamız da daha iyi yaşam şartlarına sahip olmamız da tamamen teknolojimizin ne kadar geliştiğine bağlı. Hangi din, hangi mezhep olursa olsun, kaç kişi olursa olsun farketmez. Her şey artık teknolojik üstünlüğe bakıyor. Bunun bir an önce farkına varmamız gerekiyor aksi takdirde insanlığın basit, birbirini yiyen, az gelişmiş formlarıyla karşılaşmaya devam edip aralarında acı çekmeye mahkum kalacağız.
15.02.2017
1 note · View note
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Text
Türkler ve İslam
  Türkler İslamiyet'ten önce Göktanrı inancına sahiptiler. Yaklaşık 10. yy'a kadar Göktanrı dini Türkler arasında en yaygın din olmuştur. İslamiyet öncesi Türkler ile Müslüman Arapların ilk karşılaşması 7. yy'da Halife Ömer döneminde gerçekleşmiştir.
  Dört Halife‘den sonraki Emevi hanedanlığı döneminde İslamiyet daha çok Arap milliyetçiliği ekseninde gelişmekte olan bir dindi. İslam Devleti yeni fetihlerle oldukça genişlemiş, Maveraünnehir'e kadar ulaşmıştı.
  700'lü yılların başında cihat ilan ederek Türklerin yaşadığı şehirlere giren Arap-İslam devleti Emevilerin komutanlarından olan Kuteybe bin Müslim, saldırı düzenlediği yerlerde Müslüman olmayan Türklere karşı oldukça sert mücadelelere girişti. Çok sayıda insanı öldürerek, şehirleri yağmalayarak ve ganimetler elde ederek ilerleyen Kuteybe bin Müslim, her ne kadar ölümüne değin faaliyetlerini sürdürmüş ve İslam'ı tanıtmış olsa da onun yaptıkları Türklerin topluca İslam'a geçmeleriyle sonuçlanmadı.
  Müslümanlık,  kaybettiğiniz savaşların sonucunda başınıza aldığınız bir bela, tamamen “Siz de bizim gibi davranın, bizim dediklerimiz yapın yoksa ölürsünüz” ideolojisinin size sunduğu teklif. Türkler, Müslüman değildi. Zaten olamaz çünkü Müslümanlık, Arap milliyetçiliğinden başka bir şey değildir ve Türk kültürüyle uyuşmaz, uyuşamaz.
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Video
tumblr
Türkiye’nin gelişmesini batı istemiyor falan diyorsunuz ya, Türkiye’yi yönetenler (iktidar) istemiyor olmasın? Türkiye’nin umursamadığı kaçıncı genç dahimiz bu? Eğitim reformlarının eğitim sistemini geliştirmek üzerine değil, geriletmek üzerine yapıldığı bir ülkeyiz. Siz zannediyorsunuz ki savaşlar tankla tüfekle yapılacak. Yok öyle bir şey! Bütün Türkiye’yi çoğu gelişmiş ülkenin fazlasıyla sahip olduğu ileri teknoloji füzelerden sadece 4 tanesi haritadan silebilir! Türkiye de 25 milyon nüfusunun %12′si HIV+ olan bir ülkeyle anlaşma imzalasın, vizeleri kaldırsın, yönetenler size bakın ne kadar geliştik, batı bizi kıskanıyor desin ve siz de buna sevinin. Hiç sorgulamadan da onları desteklemeye devam edin. O kadar salaksınız ki size acıyorum.
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Text
Bir ateistin dinlerle macerası
 Yer İstanbul, sokağa çıktım tatlı bir rüzgar vardı ve güneş tüm güzelliğiyle bana bakıyordu. Yürümeye başladım. Amacım yeni insanlarla tanışmaktı, biraz yürüdükten sonra tam eve dönerken komşum olduğunu söyleyen birisiyle tanıştım. Bana ne iş yaptığımı, nereli olduğumu sordu ve verdiğim cevaplar hoşuna gitmiş gözüküyordu. Ardından hemen camiye gelip gelmeyeceğimi sordu, hayır dedim. Nedenini sordu, ateist olduğumu söyledim. Pozisyonunu aldı ve neden inanmadığımı sordu. Almıştım başıma belayı bir kere. Bana Kuran'ı okumam gerektiğini söyledi ve okumadan ateist olursam boş ateist olacağımı. Ona Ateist olmak için bir kutsal kitabı okumama gerek olmadığını söyledim. Artık hiç rüzgar esmiyordu ve sayın komşum Kuran'ın ne kadar mükemmel, ne kadar harika bir din olduğunu ve tek gerçek din olduğunu söylemeye devem ediyordu. Etrafımda gördüğüm her şeyin bir yaratıcının varlığına  kanıt olduğunu ve Allah'a inanmam gerektiğine.. Sanırım artık gözüm kararıyordu. Affedersiniz diyerek evime girdim, bavullarımı topladım İtalya'ya bir bilet aldım.
 Yer Roma, sokağa çıktım tatlı bir rüzgar vardı ve güneş tüm güzelliğiyle bana bakıyordu. Yürümeye başladım. Amacım yeni insanlarla tanışmaktı, biraz yürüdükten sonra eve dönerken komşum olduğunu söyleyen birisiyle tanıştım. Bana ne iş yaptığımı, nereli olduğumu sordu ve verdiğim cevaplar hoşuna gitmiş gözüküyordu. Ardından hemen kiliseye gelip gelmeyeceğimi sordu, hayır dedim. Nedenini sordu, ateist olduğumu söyledim. Pozisyonunu aldı ve neden inanmadığımı sordu. Almıştım başıma belayı yine. İncil'i okumam gerektiğini söyledi ve okumadan ateist olursam boş ateist olacağımı. Ona Ateist olmak için bir kutsal kitabı okumama gerek olmadığını söyledim. Artık hiç rüzgar esmiyordu ve sayın komşum İncil'in ne kadar mükemmel, ne kadar harika bir din olduğunu söylemeye devem ediyordu. Etrafımda gördüğüm her şeyin tanrının varlığına bir kanıt olduğuna ve Tanrıya inanmam gerektiğini, sanırım artık gözüm kararıyordu. Affedersiniz diyerek evime girdim, bavullarımı topladım bu sefer Hindistan'a bir bilet aldım.
 Yer Yeni Delhi, sokağa çıktım tatlı bir rüzgar vardı ve güneş tüm güzelliğiyle bana bakıyordu. Yürümeye başladım. Amacım yeni insanlarla tanışmaktı, biraz yürüdükten sonra eve dönerken komşum olduğunu söyleyen birisiyle tanıştım. Bana ne iş yaptığımı, nereli olduğumu sordu ve verdiğim cevaplar hoşuna gitmiş gözüküyordu. Ardından hemen onunla ibadet yapmaya gelip gelmeyeceğimi sordu, hayır dedim. Nedenini sordu, ateist olduğumu söyledim. Pozisyonunu aldı ve neden inanmadığımı sordu. Tam bu sırada tanrı gerçekten varsa benimle dalga geçiyor olmalı diye düşündüm. Bana kendi dinini anlatmak istediğini söyledi. Hayır dedim, tam eve girecekken önümü kesip bu topraklarda yaşıyorsam onun kutsal dinini en azından bilmem gerektiğini söyledi ve başladı anlatmaya. Bana; meyvelerin tadı güzelse ve onları yiyebiliyorsam, nefes alabiliyorsam ve gözümle etrafı görebiliyorsam bunun tanrıların işi olduğunu ve onların varlığına en büyük kanıtı olduğunu söyledi. İnekleri yememem gerekiyormuş çünkü kutsal varlıklarmış, söylediğine göre güneş doğudan doğup batıdan batıyorsa bunu ineklere borçluymuşuz. Kendi dininin en kutsal ve tek gerçek din olduğunu söyleyerek konuşmasını bitirdi ve artık inanıp inanmadığımı sordu. Hayır dedim. İnanmayarak ne kadar aptalca davrandığımdan bahsetti ve sonunda gitti. Eve girdim, bavullarımı topladım ve uçağa yetiştim.
 Yer İstanbul, eğer bir dinin esiri olacaksam bunu sevdiğim bir şehirde yapmak istediğime karar vermiştim. Yeni evime yerleştim ve yeni komşumla tanıştım. Tam onunla ibadet etmeye gelip gelmeyeceğimi sorduğunda Allah'ın izniyle geleceğimi söyledim ve buna çok sevindi. Namaz kılmayı öğrenmiş ve Kuran'ı okumaya başlamıştım. Bazı yerlerde kölelikten, erkeklerin kadınlardan daha değerli olduğundan (Nisa 34), hoşgörüsüzlükten (Enfal 13, Nisa 89) ve Allah'a inanmayanları öldürmekten (Tevbe 5, Bakara 193) bahsediyordu, bunları Müslümanlara sorduğumda ise ya bilmediklerini ya da çok düşünmemem gerektiğini söylemişleri. Bazıları dönemin şartları diyordu ama hala bu kitabın evrensel ve tüm zamanları kapsadığını söylemeye devam ediyorlardı. Fark ettim ki çoğu dindarın kendi kitabından haberi bile yoktu. Bazıları sorduğum sorular karşısında kendi açıklamalarını yaptılar. Onlara eğer bu kitabı Allah yollamışsa neden insanların hala açıklama yapmak zorunda kaldığını sorduğumda ise beni dinden çıkmış olmakla tehdit ediyorlardı ve sustum. Ama hala içimden bir ses "Tanrı bir kitap yollasaydı ne sen karşı çıkabilirdin, ne onlar açıklama yapmak zorunda kalırdı ne de başkası eleştirebilirdi" diyordu. Aradan haftalar geçti ve yeni komşumla yine bir Cuma namazından çıktıktan sonra bir kaç Müslüman arkadaşıyla oturmamı istedi ben de kabul ettim. Bana hangi mezhebe kendimi yakın hissettiğimi sordular anlamadım ve İslam dedim. Güldüler. Bana mezheplerden bahsettiler ve kendi mezheplerinin tek gerçek mezhep olduğunu ve gerçek bir Müslüman olmak istiyorsam onların dediklerini yapmak zorunda olduğumu söylediler. Şaşırmıştım Müslüman olmak bile yeterli değildi. Mutlaka onlar gibi olmalıydım, tamamen aynı şeyi yapmamı ve asla hiçbir şeye itiraz etmememi istiyorlardı. Aksi takdirde hep yanlış yoldaki kişi oluyordum. Yeterince zenofobi ve faşistlik tattıktan sonra bunu düşüneceğimi söyleyerek yanlarından ayrıldım ve eve geldim. Hep tarihi eserleri ve farklı kültürleri sevdiğim için kültürel değerler taşıyan yerleri seçmiştim. Fark ettim ki bir ülke ne kadar kültürüne önem veriyorsa dinine de önem gösterme ihtimali o kadar yüksekti. Din dediğimiz şey kültürdü ya da kültür dediğimiz şey dindi, emin değilim. Sade ve rahat bir yaşam süreceğim ve bana kimsenin karışmayacağı bir şehir buldum. Avrupanın hoş bir kesimindeydi. Bir yıl olmuştu taşınalı, belki işe giderken farkında olmadan yüzlerce, binlerce yıllık dev yapıların yanından geçmiyordum ama özgür bir hayat sürüyordum ve insanlar beni dışlamıyorlardı. Bugün aldığım haberler kötü, duyduğuma göre Türkiye'de ve diğer ülkelerde insanlar din adı altında katliamlar yapıyormuş. Ve şunu fark ettim ki din adını verdiğiniz şey zengin bir kültürün yanında tamamen insanları kontrol etme aracı. Buna alışmayın. İnsanlar bilinçlenmediği sürece bunlar kaçınılmaz olacaktır. Sadece bunları söylemek istedim ve evet yazı biraz uzun oldu. Ama söylemek başka şey anlatmak başka şey bildiğiniz gibi. Umarım hayatınıza farklı bir bakış açısı katabilmişimdir. 01.02.2017
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Video
tumblr
Genco Erkal - Köpek Balığı Hikayesi
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Quote
Tüm geniş çaplı insan işbirlikleri -modern bir devlet, orta çağda bir kilise, bir antik şehir veya arkaik bir kabile- insanların kolektif hayal gü­cünde yaşattıkları ortak mitler etrafında örgütlenmiştir. Kiliseler ortak dini mitler etrafında örgütlenir. Birbirini tanımayan iki Katolik, yine de birlikte bir haçlı seferine gidebilir veya bir hastane yapımına bağışta bu­lunabilir, çünkü ikisi de Tanrı’nın insan vücudunda canlandırıldığına ve günahlarımızı bağışlamak için kendisinin çarmıha gerilmesine izin ver­ildiğine inanırlar. Devletler ortak milli mitler etrafında örgütlenir. Birbi­rini hiç tanımayan iki Sırp birbirinin hayatını kurtarmak uğruna ölümü göze alabilir çünkü ikisi de Sırp milletinin varlığına, anavatanına ve Sırp bayrağına inanır. Hukuk sistemleri, ortak hukuki mitler etrafında örgüt­lenir. Hiç tanışmayan iki avukat, ikisine de tamamen yabancı birini sa­vunmak için bir araya gelerek güçlerini birleştirebilir, çünkü ikisi de yasaların, adaletin, insan haklarının ve elbette avukatlık ücretinin varlığı­na inanırlar.  Yine de bütün bunların hiçbiri, insanların kendilerinin yaratıp birbir­lerine anlattığı hikayelerin dışında gerçekleşmez. Evrende hiçbir tanrı, millet, para, insan hakkı, yasa ve adalet insanların ortak hayal gücü dı­şında var olmaz. İnsanlar  “ilkellerin”  toplumsal  düzenlerini  hayaletlere  ve  ruhlara inanarak oluşturduklarına ve her dolunayda bir araya gelerek kamp ate­şinin etrafında dans ettiklerine inanırlar. Genelde anlamakta zorlandı­ğımız şey ise modern kurumlanmızın da tamamen aynı prensip üzerine kurulu olduğudur. Örneğin özel şirketlerin dünyasını ele alalım. Modern çağın çalışan insanları ve avukatlar, aslında güçlü sihirbazlardır. Onlarla kabile şamanları arasındaki asıl fark modern avukatların çok daha tuhaf hikayeler anlatmalarıdır. Bu konuda Peugeot efsanesi iyi bir örnektir.  Bugün Stadel Aslanı'na benzeyen bir sembol,  Paris’ten Sydney’e tüm dünyada  arabaların,  kamyonların ve  motosikletlerin  üzerinde görüle­bilir. Bu, Avrupa’nın en eski ve en büyük otomobil üreticilerinden biri olan  Peugeot’nun  arabalarını  süsleyen  amblemidir.  Peugeot  hayatına Stadel mağarasına 300 kilometre mesafedeki Valentigney köyünde kü­çük bir aile şirketi olarak başladı. Şirket bugün dünya çapında 200 bin ki­şiyi istihdam etmektedir ve bunların çoğu birbirine tamamen yabancı­dır. Bu yabancılar o kadar etkin bir işbirliği yapmaktadır ki, 2008’de Pe­ugeot 1,5 milyondan fazla otomobil üretmiş ve yaklaşık 55 milyar Euro gelir elde etmiştir.  Peugeot SA’nın (şirketin resmi adı) var olduğunu hangi anlamda söy­leyebiliriz? Pek çok Peugeot markalı araç var, ama bunlar elbette şirketin kendisi değil. Dünyadaki tüm Peugeot araçlar aynı anda hurdaya ayrılıp metal hâline getirilse bile, Peugeot SA ortadan kalkmazdı, yeni arabalar üretip yıllık raporlar yayınlamaya devam ederdi. Şirket fabrikalara, ma­kine parklarına, galerilere sahip ve bünyesinde tamirciler, muhasebeci­ler ve sekreterler istihdam ediyor, fakat tüm bunlar da Peugeot’yu oluş­turmuyor. Bir felaket Peugeot’nun tüm çalışanlarını öldürebilir ve fabri­kanın idari ofislerini ve üretim bantlarını yok edebilir. Bu durumda bile şirket borç alabilir, yeni çalışanlar işe alabilir, yeni fabrikalar inşa edebi­lir ve yeni makineler satın alabilir. Peugeot’nun yöneticileri ve hissedar­ları da var, ancak bunlar da şirketi oluşturmazlar. Tüm yöneticiler işten çıkarılabilir ve tüm hisseler satılabilir, ama şirket bu durumda da var ol­maya devam edecektir.  Tüm bunlar Peugeot SA’nın yenilmez veya ölümsüz olduğu anlamı­na gelmiyor elbette. Bir yargıç şirketin kapanması yönünde karar verir­se, şirketin fabrikaları, işçileri, muhasebecileri, yöneticileri ve hissedar­ları yerlerinde kalırlar, ama Peugeot SA o anda ortadan kalkar. Kısacası, Peugeot SA’nm fiziksel dünyayla temel bir bağı yoktur. Peki şirket ger­çekten var mıdır?  Peugeot bizim kolektif hayal gücümüzün ürünüdür. Avukatlar buna “yasal kurgu” adını verirler. Elle gösterilemez, fiziksel bir nesne değildir. Ancak hukuki bir varlık olarak vardır. Tıpkı sizin veya benim gibi, faali­yet gösterdiği ülkenin yasalarına bağlıdır. Bankada hesap açabilir ve mal mülk edinebilir. Yergi öder, bünyesinde çalışanlar veya sahipleri tarafın­dan dava edilebilir.  Peugeot bir tür yasal kurgu olan “sınırlı sorumlu şirketler” kategorisindedir. Bu tür şirketlerin ardındaki fikir, insanlığın en dâhiyane buluşlarından biridir. Homo sapiens bin yıllarca bu şirketler olmadan yaşa­dı. Yazılı tarihin büyük bölümünde, mala mülke sadece etten kemikten yapılmış, iki ayağı üstünde duran, büyük beyinli insanlar tarafından sa­hip olunabilirdi. Eğer 13. yüzyıl Fransasında Jean diye biri yük arabası atölyesi kursaydı, bizzat kendisi iş yeri olurdu. Yaptığı bir yük arabası sa­tıştan bir hafta sonra bozulsa, satın alan kişi Jean’ı şahsen dava ederdi. Jean iş kurmak için bin altın borç alıp işi batırsaydı, aldığı borcu ödemek için kendi şahsi mallarını satması gerekirdi: evini, ineğini veya toprağını hatta çocuklarını köle olarak vermesi bile gerekebilirdi. Borcunu kapa- tamaması durumunda da devlet tarafından hapse atılabilir veya alacak­lıları tarafından köle yapılabilirdi. Jean atölyesinin ortaya çıkardığı tüm 1 durumlar için tamamen ve sınırsız olarak sorumluydu.  Eğer o dönemde yaşasaydınız, bir iş yeri açmadan önce muhtemelen bir daha düşünürdünüz. Elbette bu hukuki durum girişimciliği baltalı­yordu, insanlar ekonomik riskler alarak yeni iş yerleri açmaya çekiniyor­lardı. Yeni bir iş yeri kurmak, insanların ailelerini tamamen muhtaç du­rumda bırakma riskini almasına nadiren değiyordu.  Bu yüzden insanlar kolektif olarak sınırlı sorumlu şirketlerin varlığı­nı hayal etmeye başladılar. Bu tür şirketler yasal olarak kendilerini ku­ran, şirkete yatırım yapan veya yöneten insanlardan büyük ölçüde ba­ğımsız yapılardı. Geçtiğimiz birkaç yüzyılda bu tür şirketler ekonomik ortamın başlıca aktörleri hâline geldiler ve biz onlara o kadar alışmış du­rumdayız ki,  onların hayal gücümüzde yaşadığını unuttuk.  Sadece zi­hinlerimizde var olmalarına rağmen, hukuk sistemlerimiz onları yasal ve adeta etten kemikten yapılmış yaratıklar olarak tanır.  1896’daki Fransız hukuk sistemi de, testere, bisiklet ve yay imal eden bir metal işleme atölyesini ailesinden miras olarak devralan Armand Pe­ugeot otomobil işine girmek istediğinde bu şekildeydi.  O da bu amaç­la sınırlı sorumlu bir şirket kurdu. Kendi adını verdiği şirket, kendisin­den bağımsız bir varlıktı  artık.  Arabalardan biri bozulduğunda,  satın alan kişi Peugeot’yu dava edebilirdi, ama Armand Peugeot’yu değil. Şir­ket milyonlarca frank borç alıp iflas ederse Armand Peugeot yatırımcı­larına tek bir frank bile borçlu değildir. Zira borç, Homo sapiens Armand Peugeot’ya değil, şirket Peugeot’ya verilmiştir. Armand Peugeot 1915 ’te öldü. Şirket olan Peugeot ise hâlâ hayatta ve gayet iyi durumda.  İnsan olan Armand Peugeot, şirket olan Peugeot’yu nasıl kurdu? Bü­yücülerin ve sihirbazların tarih boyunca tanrıları ve şeytanları yarattı­ğı gibi ve yine binlerce Fransız Katolik papazın her pazar günü kilisede İsa’nın vücudunu yeniden yarattığı gibi. Tüm olay hikayeler anlatma­nın ve insanların bu hikayelere inanmasını sağlamanın etrafında gelişti. Fransız papazlar açısından önemli olan hikaye, Katolik Kilisesi’nin an­lattığı şekilde İsa’nın yaşamı ve ölümüydü. Bu hikayeye göre, kutsal kı­yafetlerini giymiş bir Katolik papaz doğru kelimeleri doğru anda ağırbaş­lı bir şekilde söylediğinde bildiğimiz ekmek ve şarap Tanrı’nın bedeni ve kanına dönüşür. Papaz heyecanla “Hoc est corpus meum!” (Latince “Bu benim bedenim”) der, ve hokus pokus, ekmek İsa’nın bedenine dönüşür. Papazın titizlikle ve gayretle tüm prosedürü izlediğini gören milyonlarca imanlı Fransız Katolik de, Tanrı’nın gerçekten kutsanmış ekmek ve şa­rapta yaşadığına inanır.  Peugeot SA ile ilgili asıl hikaye ise Fransa Parlamentosu tarafından yazılmış Fransız yasalarıydı. Fransız yasa yapıcılara göre, sertifikalı bir avukat tüm gerekli prosedürleri ve ritüelleri uyguladığında, gerekli tüm yeminleri ve sözleri güzelce süslenmiş bir kağıda yazdığında ve dokümanın altına kendi şatafatlı imzasını attığında, hokus pokus, yeni bir şir­ket kurulmuş olur. Armand Peugeot 1896’da şirketini kurmak istediğin­de bir avukata para ödeyerek, tüm bu kutsal aşamaları geçmesini sağla­dı. Avukat tüm gerekli prosedürleri ve ritüelleri uygulayınca, yeminleri ve sözleri alt alta yazınca, milyonlarca Fransız, Peugeot şirketi gerçekten varmış gibi davranmaya başladı.  Etkili hikayeler anlatmak kolay değildir; zorluk hikayeyi anlatmakta değil, herkesin hikayeye inanmasını sağlamaktadır. Tarihin büyük kıs­mı şu soru etrafında döner: Birileri, milyonlarca insanı tanrılara, millet­lere veya sınırlı sorumlu şirketlere inanmaya nasıl ikna eder? Bu başarıl­dığında Sapiens’e olağanüstü büyük bir güç verir, çünkü bu milyonlarca yabancının ortak bir hedef uğrunda işbirliği yapmasını ve birlikte çalış­masını sağlar. Kendi aramızda, sadece fiziksel olarak var olan şeylerden, örneğin nehirlerden, ağaçlardan ve aslanlardan bahsedebilseydik eğer, devletlerin,  kiliselerin ve hukuk sistemlerinin kurulmasının ne kadar zor olacağını bir düşünün.
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens -Yuval Noah Harari
1 note · View note
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Text
Evrim üzerine
  Evrime inanmamak aslında günümüzün tıp literatürüne de inanmamaktır. Günümüzde kullanılan ilaçların her sene değişmesinin en büyük sebebi virüslerin ve bakterilerin evrim geçirdiğinin farkında olmamız. Bunun farkında olmasaydık 100 sene önce kullandığımız ilaçları kullanmaya devam ederdik ve neden hiçbir işe yaramadıklarını açıklayacak bir teorimiz olmazdı. Evrim ve yerçekimi ikisi de teoridir, ikisi de sorgulanabilir, ikisi de test edilebilir. Ve bunları yaptığımızda görmüş oluruz ki ikisi de doğrudur. Çünkü ikisinin de temelinde  matematik yatar.
  Evrende her şey fizik ile başlayıp kimya ile devam etti. Sonra kimya, Dünya adını verdiğimiz gezegende kendisini biyolojiye teslim etti. Tüm bunları da matematik adı verilen evrensel bir dille açıklıyoruz. Kültürel, dini, öğrendiğiniz ne varsa; kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye, şehirden şehire değişiklik gösterebilir. Türkiye’nin ataerkil, Müslüman, Türk ve Arap kültürlerinden etkilenmiş toplumunda öğrendiğiniz şeyler dünyanın başka bir yerinde hiçbir anlam ifade etmez. Ama matematik evrenseldir, sorgulanabilir test edilebilir, tartışmaya açıktır. Evrenin neresine giderseniz gidin iki artı iki dörde eşittir. Işık hızı dünyada matematiksel olarak ne çıkıyorsa başka bir galakside de ölçüm yaptığınızda aynı sayıyı elde edersiniz.
  Bir tarafta evrenin hiçbir yerinde değişiklik göstermeyen tek dil matematik var, diğer tarafta ise belki bulunduğunuz coğrafyadan 100km sonra hiçbir anlam ifade etmeyen dogmalarınız. Bilime başvurulmadan tasarlanan her bina, her köprü, her yasa yıkılmaya mahkumdur, yıkılacaktır. Temelinde matematik, yani mantık yatmayan her şey insanların karanlık çağı adını verdiğimiz cahillikle damgalanmış zamanlarına aittir. Ve bu karanlık çağlarda yaşamayı kabul etmeyen insanlar matematiği, bilimi, mantıklı düşünmeyi kabul edeceklerdir, etmek zorundadırlar.
20.01.2017
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Quote
Dünya da değişti. Biz de değişiyoruz. antibiyotik devri bile bitti. Ama şunu söyleyeyim; insanlar aptallaştı. Birkaç değerli profesör dışında üniversite dediğin aptallar yığınıdır. Gerisi boktur. Birey olmayı bırak, adam olmayı bilmiyoruz. İnsanları sevmek istiyorum ama pezevenkler sevilecek mahluklar değiller. Çok boktan herifler var aramızda. Yalnız tahsil olarak değil. Ruh olarak fena adamlar var. Bir an evvel ölmeyi, rahat etmeyi tavsiye ederim.
Ara Güler
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Quote
If there was no money, and everything depended on your moral standards, the way that you treated people, how would you be doing in life?
Tupac Shakur
0 notes
tigristhesapien-blog · 8 years ago
Text
Bir Hayal
  Türkiye'de işler kızışmaya devam diyor. Şimdi yeni bir grup çıktı. Kendilerine ne diyorlar bilmiyorum, sürekli İslam'ın tek çare olduğunu savunuyorlar cihad adı verdikleri bir şeyi istiyorlar. Dinle yönetildikleri takdirde Türkiye'nin refaha kavuşacağını düşünüyorlar. Büyük oyun adını verdikleri bir şey var, kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği ama kime sorsan büyük oyunu bozmak en öenemli şey. Çözümü var mı bu işin? Gerçekten merak ediyorum.
  Hadi biraz hayal kuralım; al Türkiye haritasını doğu ve batı olarak tam ortadan böl ikiye, batı tarafı "Laik Türkiye Cumhuriyeti", doğu tarafı "Türkiye İslam Devleti". Cumhuriyet sınırları içeresinde; laik, demokratik bir yönetim biçimi olsun. Kadınlara tecavüz etmek yasak, çocuklara tecavüz yasak, hayvanlara tecavüz yasak, hayvanlara işkence yasak, insanların vergilerini alıp, insanların vergileriyle maaşları ödenen mühendislere yollar köprüler yaptırıp tekrar o yollardan geçiş ücreti alarak bu geliri usulsüz yollarla hak etmeyen insanların cebine koymak yasak. Dini, dili, ırkı ne olursa olsun herkes eşit bu ülkede. Tabi bakacaklar eğitim berbat, hemen eğitim reformları, gelişmiş bir sistem yapılacak. Hedefleri bu ülkede okuyan, eğitim gören öğrenclilerin uluslararası düzeyde çalışabilecek şekilde eğitilmeleri. Neden Alman mühendislerden övgüyle bahsediyoruz? Alman olmalarıyla bir alakaları yok, gördükleri eğitimle alakalı her şey, konunun milletle, ırkla değil kafa yapısıyla, eğiitm sistemiyle alakası var. Aradan geçecek 5 yıl bilemedin 10 yıl. Bütün sorunlar çözülmedi ama Türkiye kalkınmaya başladı ufaktan.
  Şimdi gelelim Türkiye İslam Devleti'ne. Burada düşünce özgürlüğü yok. İnsan hakları yok. Kadın hakları yok, kadınlar araba kullanamaz, tek başlarına dolaşamazlar, istedikleri gibi konuşamazlar, cetvelden uzun olmayan sopalarla dayak yemeleri serbest, yumruk yiyemezler ama tokat yiyebilirler çünkü İslam, kadına değer verir. Erkekler isterlerse kadınları evden kovabilirler, kadınların bir değeri yok ve çocukları varsa eğer onları göremezler çünkü çocuk babasıyla kalır, başkasıyla değil. Çocuğun yeri babasının yanıdır. Kadın tecavüze mi uğradı? Kadına kırbaç cezası, erkeğe para cezası. Bir erkek, bir çocuğa tecavüz mü etti? Erkeğe idam. Ama eğer o erkek önemli birisiyse, hoacaysa, imamsa, zenginse Allahın verdiği canı kimse alamaz, para cezası. Halk sefalet içinde şeyhler "Reisler" sefa sürüyor. Halktan bir kadının saçı gözükürse kırbaç cezası var, ama şeyhler bikinili karılarıya, kız arkadaşlarıyla gezebilirler. Çünkü şşş Allah'ın işine karışılmaz. Halka olabilen en az maaş en az imkanlar verilip en ağır vergiler alınıyordur. Ve bölyece aradan geçer 5 yıl bilemedin 10 yıl. Halk tam isyan ediyordur. Bombalamalar başlar. Devlete karşı olanlar devlete saldırıyorlardır. Bu saldırılara göğüs germek için seferberlik yapmak gerekir. Halkı, korku sarar ve diyecekleri bir şey varsa da unuturlar. Bu saldırılar da öyle devlet büyüklerine falan yapılmaz. Halktan insanların olduğu yerler de yapılır. Amaç halka korku salmak. En sonunda zaten korkan ve dinine aşırı bağlı halkı tarikatçılar ele geçirir. Türkyie İslam devleti kuzey ve güney olarak bölünür. Kuzeydeki kesimi başka tarikat güneydeki kesimi başka tarikat yönetiyordur. Aralarında anlaşmazlıklar çıkar ve kuzey halkı ile güney halkı birbirine girmeye başlar. Çatışmalar çıkar insanlar ölür. Bir süre sonra tarikatlar artmaya başlar üç olur beş olur. En sonunda insanlar tam ne oluyor demeye başlarken bütün tarikatlar hep bir ağızdan aynı şeyi söylerler, "Batımızdaki 'Laik Türkiye Cumhuriyeti' yüzünden oluyor her şey. Bizi kıskanıyorlar, onların oyunları bunlar. Onlara karşı göğüs germeliyiz derler. Bu sefer iş döner dolaşır yine cumhuriyete patlar, laikliğe patlar, insan haklarına patlar. Yok kardeşim, mantık ile değil de körü körüne bağlandıkları inançlarıyla hareket eden halka elbet brisi çıkar tasmayı takar. O halk da bir daha bokun içinden kurtulamaz. Ne kendilerine bir yardımları olur, ne insanlığa, ne dünyaya ne de doğaya. 17.01.2017
1 note · View note