Tumgik
umarsizondine · 2 years
Text
Öfkenizi Kuşanın
Deprem bölgesine ait görüntüleri izlememeye özen gösteriyorum. Hayır, derdim kendimi korumak falan değil. Acıyı normalleştirmek istemiyorum. Bazı şeyleri göre göre insan bir yerden sonra tepkisizleşiyor çünkü. O hale gelmek istemiyorum. Fon müzikli videoları direk es geçiyorum. Hayır, kaldıramam diye değil. Acının romantize edilmesine tahammülüm yok. Ahlayıp vahlayıp geçecek duruma gelmek istemiyorum. Öfkemi hiçbir suçsuza yönlendirmiyorum. Hayır, hiçbir yaftadan kendimi korumaya çalışmıyorum. Öfkemin sahibinin kim olduğunu çok iyi biliyorum ve öfkeme her zamankinden daha çok sahip çıkmam gerektiğini biliyorum. Ayrıca öfkem biraz olsun hesap sorulması gereken insanlardan kayarsa sallantıdaki insanları nasıl galeyana getirir tarihten çok iyi biliyorum.
İnsanların soğukta aç, barınaksız, hijyensiz koşullarda nasıl biçare bırakıldığını biliyorum. İnsanların göçük altında acaba kurtarılacak mıyım umudu ve ölecek miyim korkusu ile nasıl yalnız ve çaresiz bırakıldığını, ölüme terk edildiğini biliyorum. Bildiklerim bazen çok ağır geliyor. O kadar ağır geliyor ki bedenim tepki veriyor ya da bugün olduğu gibi dışarda yemek yerken bir anda ağlamaya başlıyorum. Ve ağlarken kafamdan geçen tek cümle “İnsanları ölüme terk ettiler” oluyor. Bunu haykırmak istiyorum. Sağıma, soluma bakıp ağlarken “İnsanları ölüme terk ettiler” hayat bu şekilde devam etmemeli diye haykırmak istiyorum. Sonra sadece yeniden ağlamaya devam ediyorum. Ve kendimi sakinleştiriyorum. Çünkü o anda boşaltacağım öfkeme çok ihtiyacım var. 
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede diyanet çıkıp evlat edinenle evlatlık arasında evlenme engeli yoktur diye fetva verdi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede depremzede çocukların tarikat yurtlarına, cemaatlere verildiği söyleniyor.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede “küçüğün rızası var” dendi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede Ensar Vakfı adlı kurumda 45 erkek öğrenciye tecavüz edildi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu 6 yaşındaki kızını dini nikahla evlendirip cinsel istismara maruz bıraktı.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede 301 madenci Soma’da katledildi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede atanamayan onlarca öğretmen hayatına son vermek durumunda kaldı.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede bir bakan ilaçlarının teminini isteyen genç kadına sadaka vermeye kalktı.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede Dilek Doğan evinde katledildi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede insanlar annelerinin cansız bedenini sokaktan günlerce alamadı.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede 12 yaşındaki Uğur Kaymaz 13 kurşunla katledildi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede sırf rant elde etmek için binlerce canlı ile beraber yaşam alanları yakılarak yok edildi, talan edildi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede çocuklar açlıktan öldü.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede kadın katilleri ödüllendirildi.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede LGBTİ+ bireylere karşı düşmanlık körüklenerek insanlar öldürüldü.
Öfkeme ihtiyacım var çünkü bu ülkede cumhuriyetin ilerici değerleri, laiklik, liyakat, bilim, sanat, eşitlik, adalet, hukuk, hak, anayasa katledildi.
Öfkenizi kuşanın bu ülkeyi yeniden kuracağız!
17 Şubat 2022
0 notes
umarsizondine · 2 years
Text
Tumblr media
Kadın, her zamanki gibi çıktı evden. Kapıyı kapattı. Kapıyı kilitlemek için çantasına elini soktu. astım ilacı, antibiyotikler, cüzdan, pedler, kulaklık, peçete, çürümüş bir elma... anahtarı evde unuttuğunu fark etti. Kedileri düşündü. Bir sorun olmayacağına kendini ikna ettikten sonra merdivenlerden inmeye başladı. Akşam eve nasıl girecekti? Kapıyı açmak zorunda mıydı? Kapılar kapanmak ve açılmak zorunda mıydı? Kapısız bir hayat mümkün olamaz mıydı?
Elbisesinden gelen koku onu rahatsız etti. Ütü kokuyordu. Ütünün nemli kokusu sinmişti. Düzenli bir işin, patronlu bir hayatın, otomatik ödemedeki faturaların simgesiydi ütü. Gene o karman çorman his. Mide bulantısı. Kargaşa. Hiçbir zaman özgür olamayacağı gerçeğinin verdiği hüzün. Hüzün? Öfke? nefret?
Yoksul insanlar genelde küf kokar. Mekânların yoksul insanlara yapıştırdığı etikettir bu koku. Beyaz yakalılar da ütü kokarlar işte. Çiğ parfüm kokarlar. Duş kokarlar. Ama nemli ütü kokusu vardı işte üstünde.
Anahtarı unutmuştu. Bugün de başka bir eve giriverirdi. Anahtarsız bir eve. Kim bilir belki kapısız eve. Kokusuz bir eve...
31/05/2022
10.47
0 notes
umarsizondine · 4 years
Photo
Tumblr media
hiçbir dilde
hiçbir dinde
hiçbir zamanda
hiçbir ülkede
kutlu olmasın kurban edişler...
0 notes
umarsizondine · 4 years
Text
gökyüzü ne zaman kararır? ölümde, ayrılıkta, bitişte, hayal kırıklığında? ne zaman? benim gökyüzüm bugün karardı. bi anda. gırgır şamatanın ortasında. annemin haykırışı ile. karardı. gökyüzüm. annem haykırdı. karardı. 
bugününü bile çoğu zaman bilmediğimiz annelerimiz. geçmişlerini hiç bilmediğimiz. yaralarını, acılarını, umutlarını... az çok bilirim sanıyordum. anlatır çünkü öyle ara ara. putları yıkmıştık çünkü biz.
bazı yaralar çok acı olduğu için anlatılmazmış. bi anda haykırış olurmuş. bugün öğrendim. gökyüzüm kararınca. öğrendim. annemin haykırışına ben incindim. ben küstüm. o haykırış, o itiraf, o anı ile anneme küstüm. incindi diye, çok yaralı diye, acı içinde diye. 
öyle karardı gökyüzüm. bi anda. bir eğlencenin ortasında. annem haykırdı. öyle değil, diye. annem haykırdı. annem...
4 notes · View notes
umarsizondine · 6 years
Text
yazı yazmayalı çok uzun zaman olduğunu fark etti, Handan. isminin Handan olmasını istiyor muydu, bilmiyordu. neyse zaten mevzu bahis bu değildi. Handan terapiden çıktı. Çünkü bu zamanlarda terapist olmadan kimse nefes alamıyordu. en azından terapistinin ücretini karşılayacak arkadaşları vardı. öff, bu ne zenginlik Handan Hanım?!
Handan, mutsuz. senin gibi. benim gibi. onun gibi. terapisti soruyor; bu kapıdan çıktığınızda nasıl çıkmış olmak isterdiniz? Handan yanıtlıyor: Zihnimin berrak olmasını isterdim. Soruyor terapist: O ne demek? Handan gülümsüyor, yani net olmak isterdim, kendimi tanımak isterdim, neyi neden yaptığımı bilerek ona göre davranabilmek isterdim.
kar yağıyor ve okullar tatil olmuyor. Handan artık kar tatili beklemek istemiyor. istediği meslek bu değil. yapmak istedikleri arasında kar tatili yok. zaten tansiyonu düşük.
Handan. travmatik handan. merhaba handan. hoşça kal handan.
handan hiçbirini istemedi. çünkü handan her birini dibine kadar istedi. ne kadar travmatik olay varsa hepsini yaşamak istedi. sonunu bile bile. çünkü sandı ki ne kadar sabrederse mutluluk o kadar büyük olacaktı. kandırıldı. mahallelerce kandırıldı. akrabalarca kandırıldı. toplumlarca kandırıldı. annelerce kandırıldı. bütün anneler mutsuz. bütün mahalleler, toplumlar, okullar, sınıflar, barlar, alkoller mutsuz.
alkol, Handan hanım, bilinç altımızın dışa vurumudur. çok içiyor musunuz?
çok. çok fazla.
her gün mü?
her gün. ama artık öyle içmiyorum. içince saçma bir öz güven patlaması yaşıyorum.
bunlara da bakacağız. neden içince içinizden öz güven patlaması yaşayan bir kadın çıkıyor.
çünkü doktor. diyemedi. çünkü ben çok........ doktor. ben bu toplumda var olamıyorum. ben böyle yaşamak istemiyorum. benim yaşamak istediğim gibi bir toplum inşa edemez miyiz? edemezlerdi. edemediler. 
doktor, handan’dan vazgeçti. handan her şeyden. yolun sonu değildi. çıkmaz sokaktı. aynı yolu gerisin geri yürümenin hiçbir anlamı yoktu.
o da emekledi. vazgeçmek handan’a göre değildi. Handan’ın karnı açtı oysa. hepsi buydu.
0 notes
umarsizondine · 6 years
Text
Bir Garip Salkım
Salkım, nereye gideceğini bilmeden evden çıktı. Aslına bakarsanız Salkım ne zaman evden çıksa nereye gideceğini bilmeden çıkardı. Markete, işe, dolaşmaya, alışverişe, vb. gidiyorum diye çıksa bile bambaşka yerlere giderdi, öyle dönerdi. Döndüğüne de inanmamak lazım, esasen döndüğü de yoktu. Salkım ne gideceği yere giderdi, ne de döneceği yere dönerdi…
Soğuktan içinin titrediği zamanlarda gittiği yere gitti o gün de. Hava soğuk değildi oysaki. Gerçi Salkım’ın içinin üşümesi için havanın soğuk olmasına lüzum yoktu. Ara ara içini üşütürdü işte. Ateşi çıkardı. Havale geçirdiği bile olurdu. Herkes cehennemin dibine gitsin, benim yerim belli denizin dibi, der ve giderdi gene gideceği yere.
Oraya gittiğinde güzel bir şey olacakmış gibi hissederdi. Sonra içindeki soğuk koca bir hiçliğe dönüşür ve başlardı sırt üstü yüzme turlarına. Güneşin doğmaktan yorulduğu zamanlarda Salkım da dönmekten yorulurdu. Oturup çekirdek çitlerdi. Buralarda bir yerlerdeydi, her yerde olmaya çalışırken aslında hiçbir yerdeydi.
Kalktı bi’ çay demledi. Belki biri gelir çay içeriz, diye düşündü. Geliyor mu gelmiyor mu, bilmiyordu. Anlattığı şeyleri duyduğundan bile emin değildi. Nasıl da heyecanlı anlatıyordu. Kadın adamı aldatmış, hem de adamın ortağıyla. Suratındaki şaşkınlık ve durumdan duyduğu memnuniyet ortadaydı. Salkım kalbinin patlayacağını hissediyordu. İçi haykırıyordu; çocuklar ölüyor, çocuklar ölüyor, çocukları öldürüyorlar…
Su yüzüne çıkıp gökyüzünü ciğerlerine doldururdu. Anahtarları nereye koymuştu?
Salkım’ın karşısında sigarasını yaktı. Salkım, onun gözlerine bakarken, kim olduğunu hatırlamaya çalıştı. Ağlıyordu karşısındaki. Pişmanlığını anlatıyordu, artık her şeyin daha güzel olacağından bahsediyordu. Salkım’ın beyni zonkluyordu; anneleri ağlatıyorlar, ciğerleri yanıyor, anneler çok acıyor…
Baktı. Karşısında ağlayan gözlerin sancısını gördü. Sahi, gördü mü? Otobüsün camından dışarı baktı. Bozkırın kahverengisi bozulmuş topraklarına tutunmaya çalışan ağaçlarına baktı. Her şeye rağmen toprağa tutkundular.
Tuvalette kadın çocuğuna bağırıyordu, kaç kere söylemişti ellerini hiçbir yere değmesin diye. Mikrop kapıp hastalanacaktı sonra. Aynadan gelen sesi gördü; çocuklar büyümedi, çocukların büyümesine izin vermediler, çocuklar çocuk bile kalamadı…
Çorba içiyordu Salkım. Ne çorbası olduğunu bilemiyordu. Mercimek mi demişti, çorbayı dolduran adam? Rüyasında denizde bebek sesi duydu; ağlayan bir bebek sesi. Yüzdü yüzdü; fakat olduğu yerden ileriye gidemedi. Çocuklara nefes aldırmadılar, annelerin nefeslerini kestiler, nefes almak hiç bu kadar acı olmamıştı…
Ateşi var mıydı? Çantasından bir sigara çıkardı. Anahtarlar neredeydi? Karşısındaki neden hala ağlamaya devam ediyordu? Çayı bitmiş, doldurmasını ister miydi? Çekirdek de bitti. Güzel bir şey olacak gibiydi; ama toprak hiç durmadan acı büyütüyordu…
11/02/2015
0 notes
umarsizondine · 6 years
Text
Efsunlu Aysel
Aysel önündeki tarhana çorbasında boğuldu. Zaten tarhanadan oldum olası nefret ederdi. Masadakiler daha ne olduğunu anlayamamışlardı ki yere yığılan Aysel’i gördüler. Bayıldığında beyaz ışık falan görmedi. Üzüldü belki buna. Gözlerini açtığında kolunda serum, beyaz bir hastane odasında da değildi. Zaten bayılmamıştı, Aysel’in oyunlarından biriydi bu da. Çorba sıcak olduğu için yüzündeki ufak yanıklarla atlatmıştı bunu.
Aysel ne zaman bu hâle gelmişti, kimse hatırlamıyor. Kimileri ilkokulda sık sık Aysel’in altına işediğini ve arkadaşlarının onunla dalga geçtiğini, bu yüzden böyle olduğunu söyler. Kimileri ise annesinin yan komşu İbrahim Usta ile onları terk etmesinden sonra böyle olduğunu söyler. Kimileri televizyon izlemekten kafayı sıyırdığını düşünür. Rivayet odur ki Aysel’in efsunlu doğduğu bile söylenir mahallenin yaşlıları tarafından. Aysel’i doğurtan ebe, Aysel’i doğurttuktan sonra Aysel’in gözlerine baktığında kör olmuş. Mahallenin yaşlıları da bu konuda hem fikir değildir. Kimisi konunun ebe ile hiç ilgisi olmadığını söyler. Aysel’in annesi onu doğuracağı zaman kasabada doktor olmadığı için şehre gitmek zorunda kalmış. Kar, kış, kıyamet, tipi, yollar kapalı falan değilmiş neyse ki. Sade bir bahar günüymüş. Acele ile binmişler at arabasına, koyulmuşlar yola. Aysel’in annesinin çığlıkları baykuşların çığlıklarını susturmuş. Akıttığı terler yağacak yağmurları gökyüzünden kovmuş. Hatta Aysel’in doğumundan sonra on yıl yağmur yağmadığı da söylenir. Köpeklerin havlaması yeri göğü inletmiş. Aylardır aç kalan kurtlar yollarını kesmiş. Aysel’in zavallı babacığını parçalamışlar.  Ne söylentiler biter, ne de rivayetler.
Oysaki gerçeği bilen tek kişi Aysel’di. Yaratandı o. Gökyüzünü yaratmıştı. Okyanusları, ormanları, dağları, ejderhaları, tek dişi kalmış canavarları, kunduzları, ateşi, Hades’i, Ondine’yi... Artık yaratmaktan sıkılmıştı, yok ediyordu. Tek tek siliyordu yarattıklarını yeryüzünden. Aslında topluca yarattığı yeryüzünü yok etse daha kolay olurdu; lâkin Aysel bunu yapamayacak kadar yorgundu.
Aysel’i bir süre sonra eve gönderdiler.  İyice ayıldıktan sonra kendini kalabalığın arasına attı. Kalabalıklar arasındaki yalnızlığında kaybolmuyordu tabii ki! Kalabalıklar içinde görünmez oluyordu. Böylece yarattığı ve yok ettiği şeyleri düşünmüyordu. Gelip geçenleri izliyordu, hiçbir şey düşünmeden.  Bir cümle arasında adını duyar gibi oldu, irkildi: “Aysel git başımdan seni seviyorum…” Sağına soluna baktı, göremedi. Gelmiş miydi acaba? Gözlerini getirmeye çalıştı gözlerine, “bir yaralı haykırış…”
Aysel bu işte… Hâlâ geleceğini zanneder. Aysel’in nişanlısı çalışmak için şehre gitmiş, bir daha da dönmemiş birisi değildi. Çünkü Aysel’in nişanlısı yoktu. Yaratmaya çalıştı; ama bir türlü başaramadı. Her seferinde bir şeyi ya eksik ya da fazla oluyordu. Mayadan mıydı, undan, şekerden mi, bilemedi. Nişanlı dediğine bakmayın, nefesinin nefesine değeceği birini bile yaratamadı Aysel. Belki kendisi bozuktu. En gerçekçi durum buydu sanki.
Yoktu işte başka cehennem, kendi yarattığında yaşıyordu Aysel de. Efsunlu Aysel, bozuk Aysel, cânım Aysel…
 Ağustos, 2015
0 notes
umarsizondine · 10 years
Text
3 Mart 2014
 Çocuk salıncakta sallanıyordu. Annesi bankta oturmuş çocuğuna boş gözlerle bakıyordu. Teyzenin biri örgüsünü örüyordu, öbür ay doğacak torunu için yetiştirmeye çalışıyordu. Amcanın biri, fötr şapkalı olanı, okuduğu gazetedeki ekonomi haberlerine sinirleniyordu; memura gene zam yoktu. Köpeğini dolaştırmaya çıkan delikanlı, hoşlandığı kızı görebilmek umuduyla parkı yedinci kez turluyordu. Parkın on iki yıllık bekçisi elindeki jopu sallayarak düdüğüünü öttürüyordu. Yani kısacası Ankara'da sıradan bir gündü. Sıradan bir gün olmasının verdiği rahatlıkla yürümeye devam etti. Kendini güvende hissetmediği zamanlar gerginleşiyordu, çok susamış gibi. Susadığı zamanlarda, çok susadığı zamanlarda beyni patlayacakmış gib hissediyordu ve müthiş agrasif oluyordu. Neyse ki bugün her şey olması gerektiği gibiydi.
İşe gitmek için dolmuşa bindi. Dolmuşçunun yanındaki boş koltuğa oturdu. Dolmuşta yolcu sirkülasyonu devam ediyordu. Yeni binen yolcular ücretlerini gönderiyor ve haliyle para üstlerini bekliyorlardı. Şoför bir yandan dolmuşu kullanıyor, diğer yandan ücretleri takip etmeye çalışıyordu, her dolmuşçu gibi. Kadın, şoförü izlerken bir anda kendini tutamayıp “Ben yapayım mı? Para üstü vermeyi yani, yardım edeyim.” dedi. Kadın bunu yapmayı gerçekten istiyordu. Şoför paraları alıp, para üstü verdikçe bu işi yapmak için içinde karşı koyulmaz bir istek duymuştu. Şoför otuzlarını geçkin bir adamdı. Sıradan bir hayatı vardı, belli. Sakalları yaklaşık bir haftalıktı. Neden kessindi ki zaten sakallarını? Tüm gün direksiyon sallayan, telefonla konuşan, diğer sürücülere sinirlenen, dolmuşçuların yaptığı 'enseye tokat, göte şaplak' şakalarından hiç haz etmeyen biriydi. Adam kendi halinde işine odaklanmışken kadının sesi ile irkildi. İlk anda algılayamadı, duyduğu şeyden emin olamadı belki de. Şaşırmıştı adam; ama şaşkınlığını çok da belli etmeyen bir yüz ifadesi ile kadına “yok” dedi, sadece “yok”. Bu kadar kısa ve netti adamın yanıtı. Verdiği yanıtı açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. Kadının tüm hevesi kırılmıştı. İçinden tekrar ediyordu aldığı cevabı “yok, yok, yok, yok, yok, yok, ...” Üzülmüştü kadın, fakat küsmemişti adama. Neden küssün ki zaten? Camdan dışarı bakmaya başladı. Dolmuştan inerken “Hadi, kolay gelsin abi.” dedi. Adam yine şaşırmıştı. Bu sefer şaşırdığını belli de etmişti. Cevap vermeden önce afallamış bir surat ifadesi ile kadının yüzüne bakmış ve duyulur duyulmaz bir sesle “sağ ol” demişti. Kadın için sıradan bir gündü ve tüm bu olanalr sıradandı. Zaten sabah dışarı çıktığında gördüğü manzara da bunu kanıtlamıştı ona. Acaba artık, adam için de öyle miydi? Ne de olsa her biri sıradnalıkların içinde depar atan insanlardı.
İş yerine doğru yürürken parktaki teyze geldi aklına. Torunu için nasıl da harıl harıl örgü örüyordu. İlk torundu gelen ne de olsa, heyecanlıydı ve tabii mutlu. Çocuk doğum esnasında sakat kalırsa, down sendromlu bir çocuk dünyaya gelirse ya da hastalıklı bir çocuk olursa, ... Üzülürdü teyze. Sus pus olurdu. Belki içine kapanırdı. Konuşamazdı o zaman bu kadar. Bu olay geri kalan tüm yaşamını ve benliğini etkilerdi. Sonra sıradanlaşırdı. Peki, çocuk ölü doğarsa? O zaman susmazdı işte daha çok konuşurdu. Nefes almadan konuşurdu, şimdikinden daha çok konuşurdu. Ki zaten bu sıradandı. Gazeteyi okuyan amca, hani şu fötr şapkalı olanı. Torununu bekliyordu muhtemelen parkta ya da kahve alışkanlığı olmadığı için zamanını parkta geçirmeyi tercih ediyordu. Yani torunu olmasa da parka gelmeye devam edecekti, o gazeteyi okumaya da. Okudukça da sinirlenecekti her zamanki gibi. Günün birinde parkta gazetesinden haberleri okurken ya tansiyonu yükselecek ya da kalbi tutacaktı. O haberlere o kadar sinirlenecek ne vardı halbuki? Ama amca yaşlılıktan da ölebilirdi. Herkes bilir, bunlar sıradandır. Yedinci turunu atan delikanlı, köpeği yorulmuştu da o yorulmamıştı dolanmaktan. Ne de olsa işin ucunda hoşlandığı kızı görebilme ihtimali vardı. Görüp arkadaş olabilmişlerdir belki. Konuşurlar, etkilenirler birbirlerinden, sevişirler ve sevgili olurlardı. Devamında çocuk o kadar heyecanla peşinde dolaştığı bu kızı öldürürdü. Bağırsaklarını deşerdi, onlarca kez bıçaklardı kızın bedenini onlarca kez, durmadan. Sonra kızın gözlerinden öperdi oğlan ve giderdi. Ya da evlenip çoluk çocuğa karışırlardı veya eski bir anı olarak kalırlardı birbirlerinin hafızalarında. Tabii tanışmadılarsa bunların hiçbiri gerçekleşemezdi. Kendi yollarında yürür giderlerdi. Çünkü bunlar sıradandı. Ona buna düdük çalan bekçi amca, kendi çapında mutlu bir adamdı. Bazı bakımlardan 'Bekçi Murtaza'dan farksızdı. Parkı tüm yüreğiyle koruyordu, dünyadaki kötülüklerden. Hatta kendinden bile. Ama bizim Bekçi Murtaza kılıklı bekçi amca insanların kötülüğü bir şekilde oraya getirdiklerini fark edemiyordu. Bazı geceler ayyaşlarla takılıp muhabbet ederdi. Umulmadık gecede aralarında bir tartışma çıkar. Bekçinin kafası aldığı şarap şişesi darbesi ile yarılıp ölümden dönerdi. Yaşadığı bu olaydan sonra da köyüne dönerdi. Sıradan olan buydu. Salıncakta sallanan çocuk ve ona boş gözlerle bakan annesi. Çocuk sahiden de salıncakta sallanıyor muydu? Annesinin boş gözleri... Anne yaşadığı tüm taciz ve tecavüzlere daha fazla dayanamayıp elindeki ütüyü çocuğun babasının yüzüne indirmişti. Adam ölmüştü ya da can çekişiyordu, kadın bilmiyordu. Çünkü çocuğunu aldığı gibi parka gelip oturmuştu. Adamın cep telefonuna gelen bir aramaya cevap vermişti ve aldatılıdığını öğrenmişti, belki. Belki çocuk adamdan değildi ve çocuğun gerçek babası ansızın ortaya çıkmıştı. Ya da hiçbiri. Olabilirdi tabii bunlar, çünkü sıradan şeylerdi. Her şey sıradandı. O kadar sıradandı ki kendini daha bir güvende hissetti.
Kadın, iş yerinin kapısındaydı. Kapıdaki güvenliğe gülümseyerek “günaydın” dedi. Güzel olan buydu, sıradandı. Sonra kapıdan geri döndü. İş yerine girmedi. Güvenlik bir sorun olup olmadığını sordu kadına. Hayır, diye yanıtladı kadın güvenlik görevlisini, sigaran bitmiş, bir paket alıp geleceğim. Kadın sokakta yürümeye devam etti. Her zaman sigara aldığı büfenin önünden geçti. Sağ taraftaki marketi de es geçti. Yol üzerindeki sigara satan bütün marketleri kendinden emin bir şekilde es geçti kadın. Hiçbirine girmedi, hiçbirinden alış veirş yapmadı. Bir dolmuşa bindi. Parasını uzattı. Şoför ile hiç konuşmadı. Otogara geldi. Bir bilet aldı ve otobüse binip gitti. Çünkü bunlar sıradandı. Ve sıradan şeyler olması gereken şeylerdi. Devam etmesi gereken. Bugün de sıradan bir gündü. 3 Mart 2014 tam da 3 Mart 2014 gibiydi, olması gerektiği gibi, sıradan.
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
Hayal Kuramayan Kızın Hikayesi
Gölgesi olmayan insanlar vardır, geçmişi olmayan, bugünü olmayan ya da ne bileyim bir kalbi, ruhu olmayan insanlar vardır. Ama onda olmayan şey bunlardan hiçbiri değildi. Hayalleri olmayan biriydi o. Hayalleri yoktu, hiç de olmamıştı çünkü hayal kurmayı bilmiyordu. Gölgesi olmasa, arkadaşı, işi olmasa ve hatta ruhu olmasa gene iyiydi; ama… Ha, gerçek hayali olan biri olmak nasıldır onu da bilmiyordu ya.
Her şeyin bir kursu var, bunun neden yok?, diye hayıflanırdı zaman zaman. Düşünmemeye çalışıyordu bu durumu, ama merak etmeden de duramıyordu. Bir gün dayanamayıp samimi bir arkadaşı ile paylaşmaya karar verdi bu durumunu. Utana sıkala, kahvesinden bi’ yudum aldıktan sonra:
“Biliyor musun, ben hiç hayal kurmadım. Daha doğrusu hayal kurmayı bilmiyorum.” dedi. Arkadaşı kahve fincanını masaya bırakarak inanmayan gözlerle ona baktı.
“Sen ciddi misin, benle mi eğleniyorsun?” diye sordu.
“Hayır, neden eğleneyim, çok ciddiyim. Sen kuruyor musun? Hayal yani. Nasıl bir şey?” dedi. Arkadaşı gülerek “Çok alemsin. Kurarım tabii hayal. En çok da yattığım zaman, uykuya dalmaya çalışırken. Bak, mesela seninle bi’ hayal kuralım. Zaten benim hayallerimden biri. İkimizin de erkek arkadaşı var, yani sen Cemil ile berabersin ben de Erman ile. Ailemizden ayrı bir evde yaşıyoruz. Akşam yemeği için biz senle mutfakta bir şeyler hazırlıyoruz?”
“Neden biz hazırlıyoruz ki, neden onlar hazırlamıyor? Mutfak olunca neden orada biz oluyoruz?” diye kesti arkadaşının sözünü.
“Ay, bi’ dur, hemen anarşiklik yapma, hayal bu. Sonra, onlar mutfağa yardım etmeye geliyorlar, masayı hazırl…” diye anlatmaya devam ederken arkadaşı,bir anda sözünü kesti ve
“Aman tamam, sevmedim ben bunu. Bu ne böyle pembe dizi gibi saçma sapan. Yok yemek yapıyormuşuz da yok masaymış da! Ciddi ciddi bunları mı düşünüyorsun sen ya?! Sevmiyorum ben böyle şeyleri, filmlerin, dizilerin bilinçaltımıza yaptığı göndermeler işte” diye susturdu arkadaşını. Bir yandan da kültablasında sigarasını söndürüyordu. Aslında savaş veriyordu.
Eve gittiğinde arkadaşının “yattığım zaman, uykuya dalmaya çalışırken” cümlesi kafasında dolanıp duruyordu. Bir heves bunu denemeye karar verdi. Dişler fırçalı, eller yıkanmış, çiş yapılmış, pembe pijamalar giyilmiş bir halde yatağının başucunda duruyordu. Yapıp yapamayacağını tartışıyordu kendisiyle. Aman ne var herkes yapıyor, pek ala ben de yapabilirim, diye kendini cesaretlendirerek bir hışım girdi yatağa. Başladı düşünmeye; neyin hayalini kursam acaba? Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı. Zıpladı oturdu yatağa, koydu elini yanağına düşündü düşündü, dakikalarca düşündü, velhasıl gene olmadı. Saatler sonra, zaten benim hayali arkadaşım da olmamış hiç, diyerek uyumaya karar verdi. Uykusunda hiç bilmediği garip bir yerdeydi. Boncuktan yapılma, beşgen bir kapının önünde duruyordu. Kapının üzerindeki yazı renkli ayakkabı bağcıkları ile yazılmıştı. Gözlükleri olmadığı için okumakta zorlanıyordu. Kapıya biraz daha yaklaştı, tedirgin. Gözlerini kısarak okumaya çalıştı; “Ha-y… Hayal… Dünya… Hayaller Dünyası!” Mutlulukla bakınmaya başladı etrafına. İçeriye nasıl giriliyor acaba?, diye düşünmeye başladı. Kapıdan girerken sağ tarafta biletçi olmalıydı muhakkak. İlerledi; ama biletçi göremedi. Etrafını incelerken arkasındaki kapı kayboluvermişti. İçerideydi işte! Peki, o ileride piknik sepetinden böğürtlenli kek çıkaran Alice değil miydi? Peki, onun hemen arkasında genç delikanlı ile konuşan ak sakallı dede miydi, yoksa ona mı öyle geliyordu? Tanrım, genç delikanlı dediği Einstein’ın ta kendisiydi! Kafası karışmıştı. Sol tarafında beliren patikaya çarptı gözü. Yürümeye başladı. Ne kadar çok hayvan vardı. Üstelik ondan korkup kaçmıyorlardı da. Etrafı şaşkın ve meraklı gözlerle incelerken hafiften acıktığını ve yorulmaya başladığını hissetti. Ah, o da ne! Mercimekten yapılmış bir ev! Anında belirmişti. Az önce olmadığına adı kadar emindi. Ama bunun çikolata ve şekerden yapılmış olması gerekiyordu, diye hayıflanırken eve bir anda yıldırım düştü ve ev tuzla buz oldu. Üzüntü ile bir ağacın dibine gidip oturdu. Mutsuz bi halde eline aldığı ufak bir ağaç dalı ile toprağı eşelemeye başladı. Eşelerken elindeki dalın bir şeye takıldığını hissetti. Biraz daha eşeledi toprağı; taş değildi, kutu muydu acaba, kutuysa ne vardı ki içinde, ayyy neyki bu, diye merakla eşelemeyi hızlandırmıştı ki bir çift gözün onu izlediğini hissetti. Kafasını kaldırıp etrafına göz gezdirirken patikanın ortasında kırmızı pelerinli, elinde bir sepet havuç ile duran kurtla göz göze geldi. Kurt yüzünde memnuniyetini belirten gülümsemeyle onu izliyordu, gözlerini hiç kaçırmadan direk olarak ona bakıyordu. Gerilmişti, topraklı elini üstüne sürdü, bir şeyler söylemek, sormak istiyordu, ancak ne diyeceğini bilemiyordu, gözlerinin dolduğunu hissetti. Bir şeyler demek için ağzını açmıştı ki kurt gülümsemesini yüzüne yayarak; hoş geldin, biz de uzun zamandır seni bekliyorduk, dedi. Onu mu bekliyorlardı, doğru mu duymuştu, kimlerdi onlar, niçin bekliyorlardı, bura tam olarak neresiydi, … Kafasında onlarca soru beliriyordu. Kurda hangisini soracağına karar vermeye çalışırken kurt koşmaya başladı bir anda. Ayağa fırladı, ne yapacağını bilemez haldeydi. Peşinden mi gitsin kurdun, geri mi dönsün, oturup beklesin mi, bilemedi. Gözünden akan yaşı biri görecek çekincesiyle kafasını eğerek silerken kazdığı çukuru gördü. Kazmaya devam etti. Bu sefer nedense içinde öfke de vardı. Hızlı hızlı kazıyordu. Üstü başı toz toprak olmuştu. Sonunda kazmayı bitirdi, cisim ortaya çıktı. Bir kitaptı bu. Deriyle kaplı bir kitap. Üstünde hiçbir şey yazmıyordu. İçini açıp baktı, bütün sayfalar boştu, bomboş. Hayal kırıklığı ile fırlattı kitabı. Kitap yere düştüğünde kapağında kırmızı ve büyük harflerle kelimeler belirmeye başladı. Kitaba atıldı, üzerinde “Hayal Kurmanın Püf Noktaları” yazıyordu. Yüzünde gülümseme, gözlerinde umut, büyük bir heyecanla kitabı tekrar açarken saatin alarmı ile uyandı. Rüyasını düşünerek yataktan kalktı, giyindi, hazırlandı ve kahvaltı masasına oturdu. Rüyanın etkisinde olduğundan çok sessizdi.
“Hayırdır, pek dalgınsın bu sabah?” diyen annesinin sesi ile irkildi.
“Yok be anneciğim, yarınki iş görüşmesini düşünüyordum, onun gerginliği sanırım” diye yanıtladı annesini. Ertesi günkü iş görüşmesinden ülke gündemine dönmüştü masadaki sohbet.
İş görüşmesinde sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. İçeride gene gudubet suratlı insanlarla karşılaşacağını düşünerek iyice geriliyordu. Sıra gelmişti sonunda. Kendinden emin, az biraz umursamaz içeriye girdi. Beş tane kendini beğenmiş, her şeyi çok iyi bilen, mor dağları yaratmış insanın karşısındaydı işte. Onlar rutin sorularını soruyor, o da rutin yanıtlarını veriyordu. Her iş görüşmesinde olması gerekenler. İçi daralıyordu. Neden bu zorunluluklar, diye içinde tartışma yaşıyordu. Karşısındakilerin suratlarını tek tek inceledi:
“Mutsuz bir evlilik, karısını aldatan bir adam; ilişki yaşayamayan ego ile kendini tatmin eden 40’lı yaşlarında bir kadın; 30’larında başarısından memnun, kafası dik, alnı açık mağrur ifadeli bir salak; bir an önce iş görüşmesini bitirip buradan gitmek isteyen; yüksek ihtimalle akşama yapacağı yemeği düşünen bir teyze; kendinden 25 yaş küçük biri ile beraber olan zengin ve prostatlı bir amca.” İnsanlara bakarak hayatlarını tahmin etmeye bayılırdı, çoğunlukla da doğru çıkardı tahminleri. Derken, vala! İşte o müthiş soru gelmişti:
“Peki, beş yıl sonra kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz, yani nerede olmayı hayal ediyorsunuz?”
Nasıl bir cevap vermeliydi ki? Ne demeliydi? Karın yakında seni diğer kadınlayken yakalayacak, dese; ablacım pişiriver makarna ne kasıyorsun kendini bu kadar, dese. Olmazdı tabii. Her yerde olabilirim, senin oturduğun koltukta, sizleri işten atar konumda, açlıktan nefesimde kokuyor olabilir, her yerde olabilirim. Hem ben hayal kurmayı bilmiyorum ki! Ne bileyim ben nerede olurum?! Sen nerede olacaksınız acaba, bana üstenci bir şekilde, yadırgayan tavırla sormayı biliyorsunuz da! dese. Yok, bu da olmazdı. Aslında olurdu. Hepsini birarada söyleyiverse; ne de güzel olurdu. Gülümseyiverdi yüzlerinin alacağı şekilleri düşününce. Acaba onlar hayal kurabiliyorlar mıydı? Bunu sorayım; Sahi, siz hayal kurabiliyor musunuz?, diyeyim. Esasen dememesi için hiçbir sebep yoktu. Tam ağzını öfkeyle açmıştı ki;
“Mercimekten yapılmış bir evde kitap yazıyor olacağım” cümlesi çıkıverdi ağzından.
04.01.2014
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
2014
2013 yılına girerken insanlar neden giden yıla hüzünlenmezler de yeni gelene sevinirler minvalinde söylenmiştim. Anladım! Acı acı anladım! bir an önce bitsin şu yıl gitsin, cümlesinin anlamını anladım. İnsanların neden sevindiğini, aslında umutlandığını. Anladım; lakin ben gene sevinemiyorum, umutlanamıyorum. Bu sefer hiçbir şey hissetmiyorum (neredeyse her yıl olduğu gibi). Ama işte insanların sevinmesini de yadırgamıyorum. 
Umut, garip geliyor hala. Hayaller uzaktır her zaman bana. Hayal olmayınca umut da olmuyor işte. Umut nedense ikiyüzlü geliyor, kandırmaca, yalan geliyor. Samimi gelmiyor. 
Ben hala çok mutsuzum. Beynimi kaybedeceğimi hissetmeye başladım sıklıkla. Olduğum insandan ne kadar uzaklaştığımı fark ettim. Halbuki ne özlemişim kendimi. Ne oldu ki bana? Geri bulabilsem... Mutsuzluk ve sinir öyle fazla ki öldürsen kendini bitiverse. Kendimde bi yanlış var, hem de çok büyük bir yanlış hissetmek falan değil bu adın gibi bilmek. Farklı mekanlar, insanlar, aşklar, anti-depresanlar hiçbirinin düzeltemediği bir yanlış bu.
Velhasıl 2013 bitti, 2014. Bende ise sadece kronik hüzün ve mutsuzluk...
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
Çünkü mutsuzum
Mutsuzluk diye illet bir his var. Yapıştı mı bırakmıyormuş! Yüreğini tüm gücüyle sıkıp, nefesini zehirliyormuş.
Mutsuzluktan ölebilirim, cümlesini iliklerine kadar hissederek söylemenin bi ağırlığı varmış. Hani o boğazın düğüm düğüm oluşu var ya hiçbir şeymiş, sadece taş gibi oturuyormuş işte. Yutkunmana izin vermiyormuş bu mutsuzluk Ne yapsam da gitse şu mutsuzluk dedikçe o daha bi çörekleniyormuş hayatına. İstediğin kadar oku, anlat, tartış, gez dizinin dibinden ayrılmıyormuş. Sen sadece ağlayabiliyormuşsun. Soranlara sadece "mutsuzum" diyebiliyormuşsun, çok mutsuzum...
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
Olmaz
Bir bok olmaz bizim gibi insanlardan. Öyle yok olur gideriz sadece. Ne istediğimiz hayale ulaşabiliriz ne de o hayal için harbiden uğraşırız. Tembelizdir. Her şeye bahanemiz vardır. Her şeyi çok biliriz. Hep sistemden zaten hep! Umutsuzuzdur ve hep mutsuz. Sinir de vardır, ha. İşimize gelmeyen bir şey olsun bıdır bıdır konuşur da dururuz. Sonra anlamsız bi şekilde susarız çat diye. N'oldu lan niye susuyorsun? Ona da cevap yok. Öyle susarız bir süre. Bir şarkı ararız, yok bulamayız. Sevilmek isteriz, seviliriz, sevilme şeklini beğenmeyiz, biz çok iyi biliyoruz ya sevmeyi! Bi bok olmaz lan bizden!
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
Fal
Fal baktırdım sevgilim. Ama çıkmadın falımda. Şarkılar çıktı. Bir de bir türlü çıkmayı beceremediğim yollar...
Fal baktırdım sevgilim. Falımda çıkmanı beklerdim, çıkmadın. Mahalledeki köpekler çıktı. Bir de terk ettiğim tavşanım...
Fal baktırdım sevgilim. Çıkmadın falımda. Şiirler çıktı. Bir de yazmayı istediğim; ama asla yazamayacağım o kitap...
Fal baktırdım sevgilim. Sensiz çıktı falım. Bir oyun çıktı falımda. Bir de asla çıkamayacağım o sahne...
Fal baktırdım sevgilim. Falcı bahsetmedi senden. Annemden bahsetti. Bir de özlemlerimden...
En iyisi ben bir daha fal baktırmayayım sevgilim. 
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
sana dair, bana dair ve aslında bize dair
Bunları yazıyorum; ama sana gönderir miyim göndermez miyim, hiç bilmiyorum. 
Yaptığın şeylerden ziyade sonrasında dediklerin daha çok kırıyor sanırım beni. 
Sürekli birileri ile kıyaslıyorsun, sürekli başkalarına benzetiyorsun beni. Önce Duru, şimdi de akrabaların. Ben ne senin çevrendeki arkadaşlarının sevgilileri gibiyim ne de akrabaların gibi. Ben Jiyan'ım ve tepkilerim, yaptıklarım sadece Jiyan olduğum için. Bunu göremiyorsun bir türlü. Ve ben her seferinde sana kendimi anlatmak durumunda kalıyorum. Sana neden kırıldığımı, ne hissettiğimi her seferinde uzun uzun, ince ince anlatmak... Bu sefer halim yok Cemil. 
Ben salt seni sevdiğimden hiddetlenmiyorum ki bana hissettirdiklerinden dolayı hiddetleniyorum. 
Şu küfür konusunda haklısın. Arkadaşlarına küfür etmemem gerek. Bugün ise küfür ettiğimin farkında bile değilim. Nasıl içselleştirmişsem. Bunu herkese yapar oldum, herkes için kullanır oldum. Kalkıp da bana ailesine karşı "arkadaşlarıma küfür edemezsin, kimseye küfür edemezsin" ergen tribi yapma. Bundan rahatsız olduğunu öncesinde söylemiştin; ama açıklama yapmadın belki de bu yüzden anlayamadım ya da dikkate almadım. Ama şunu biliyorum, bundan sonra küfür etmemeye özen göstereceğim, ben rahatsız oluyorum çünkü bundan.
Bugünkü olay kıskançlık falan değil. Orada adı geçenlerin Aysel ya da Cansu olmasının da önemi yok. Başkaları da olabilirdi. Ayşe ya da Fatma gibi. Ben orada hissettiğim şeyle ilgileniyorum, senin durumunun yanı sıra. Şunu da kabul etmek gerekir ki içinde bulunduğun koşullar seni her durumda haklı kılmaz. Sırf koşulların böyle diye seni her seferinde anlamamı ve sana hoşgörü ile yaklaşmamı bekleyemezsin. Ki bunu yapmadığım için de beni sürekli anlayışsızlıkla suçlayamazsın. Ha sana göre ben sürekli bunu yapıyorum ya neyse.
"Ben kavga edersem ayrılıktır Jiyan bunu anla" cümlesi ise............................. Ne diyim Cemil. Benle kavga ettiğinde bunu mu anlayayım. İlişki kavgadır ya. Kavgasız ilişki türü olur mu? Sorunların üstü örtülürse büyür büyür büyür ve patlar. Kotarılacak birçok şey kotarılamaz ve yazık olur. İnsan ailesiyle de arkadaşlarıyla da sevgilisiyle de kavga eder. "Ben sevmiyorum" diye kavga etmemeyi bekleyemezsin.
Yani şu olayda beni az da olsa anlamaya çalışsaydın "ya evet kötü hissetmeni anlıyorum da böyle böyle seni kırmak istemem" vs gibisinden bir cümle kursa idin bu duruma gelmezdik.
Tüm ilişkimiz boyunca yapmadıklarımla suçladın beni.
Bana yazdığın o uzun paragrafta beni parçalayan(!) çok şey var. Sevgi bu değil, böyle bi ilişki hayal etmiyorum, sevgin sorunlu bir sevgi bunu bil. Cemil ayrılmak istiyor, ben senin gibi sevmiyorum, benim sevgim normal vs vs...
Ben de böyle bi ilişki hayal etmiyorum Cemil. Sevgilimden bu kadar uzak! Bu kadar ayrı. Ama hayat bu işte...İstediği gibi yaşayamıyor insan ilişkisini. Ben aylardır seni bekliyorum, seninle beraber bizi yaşayabilmek için. Sevgim sorunlu bir sevgi değil Cemil, yaptığın şeylerde Cemil ayrılmak istiyor'u net bir şekilde düşünmedim hele ki bu olayda. Eğer benden ayrılmak için bu tarz şeyler yaptığına inansaydım çoktan giderdim, senin gelip söylemeni beklemem, merak etme. Kalmasını bildiğim gibi gitmesini de bilirim. Sevgim agresif ve sorunlu değil bunu asla kabul etmem. Yapı olarak öfkeliyim, bunu biliyorum.
Eğer bir ilişki yaşayacaksan çevrendeki bütün kadınlardan ve ilişkilerden soyutlanarak yaşaman gerekir (onları yok say demiyorum sadece benim onlar olmadığımın ayırdına var). Benim de çevremde nefret ettiğim tarzda ilişki yaşayan çok adam var, sevgilisine davranma biçimi olsun, ilişkiye bakış açısı olsun, vs ama ben senin onlar gibi olacağını düşünerek yaşamadım senle. Sürekli olarak bende onlara (çevrendeki kadınlara) ait bir şeyler bulmandan yoruldum, ki o buldukların aslında bende olmayan şeyler. Benim neden böyle davrandığımı anlamak yerine gardını alarak yaklaşıyorsun bana. Bana, hislerime dokunabilmeyi aklından geçirmiyorsun bile.
Dediğim gibi Cemil orada yazdığın şeyler sözde kıskançlık olayından kat be kat kırıcıydı. Hani bardağı atarsın da parçalanır ya öyle işte... Neresine dokunsam kanatıyor cümlelerin.
Sanırım sana olan sevgim ile suçlamamıştın beni o da oldu. 
Halim yok, dedim ama yazdım da yazdım. Lakin yazarken zorlanıyorum, bunu bil. Gene anlat Jiyan da kime neyi anlatıyorsun diyorum (=
Hava aydınlanıyor, işe gideceksin. İşe gitmeden bunu okumanı istemem. Moralin bozuk başlamayasın güne.
Cemil, bu sefer gerçekten çok incindim cümlelerine.
Hiddetliysem de ehlileştirmek sana düşerdi. Sen bunu da yapmadın. Kendi kendime sakin biri olmamı bekliyorsun benden. Oysa sevgi anlatmaktı, oysa sevgi yol göstermekti, sevgi derleyip toplamaktı. Ben sana bazı şeyleri nasıl anlattıysam sen de anlatsaydın Cemil. Benimle geçirdiğin zaman içinde bunu yapabilirdin. Bana sevgi ile yaklaşıp bunu yapsaydın keşke, bir kere yapsaydın da sonucunu görseydik Cemil. Sonra bir daha deneseydin, bir daha... Ne kaybederdik Cemil? Ben bunca zamandır deniyorum, bunca yıldır anlatıyorum, göstermeye çalışıyorum, beraber ortak bir yolumuz olsun diye uğraşıyorum. Ne kaybettim Cemil? Bazen çok yordun beni söylediklerinle, gardınla vs.. Bazen de çok güzel anlar yaşattın. Beni, bizi mutlu kıldığın zamanlar da oldu. LAkin hep çekildin. Bense denedim! Velev ki yitip giderse bu ilişki içim çok rahat olacak "ya şunu da yapmadım, bunu da denemedim, şunu anlatmadım" demeyeceğim. 
Bana dokunmaya çalışmadın hiç Cemil. O kadar boğuluyorsun ki mutsuzluğunda, gerginliğinde, stresinde,... Jiyan kimdi, biz kimdik bunu unuttun gitti. Belki de işin kötüsü kendinde bunu hak görmen.
Sen beni ben olduğum için sevmiyorsun. Eğer öyle olsa idi sevgimin değil karakterimin agresif olduğunu görürdün. Ben de daha sakin biri olmak istiyorum, daha yapıcı, hemen öfkelenmeyen hemen dünyayı yakmayan. Bu senle olan ilişkim için değil. Bunu bile görmüyorsun. Ben bu ilişkinin içinde böyle değilim ki sadece, ben böyleyim. Ama bunu görüp de............................ Diyorum ya keşke deneseydin be sevgilim.
Neyse yazdıkça yazarım. Bir yerde bitirmek lazım değil mi?
Ne kadar zorlanıyoruz... Diğer yandan da ne kadar seviyoruz...
Ama bazen..........................................................................
Yazdıklarını okudukça sahiden kanıyorum. Çok ağır konuşuyorsun Cemil. Çok kırıcı oluyorsun. 
Sen hep dersin ya "Ben böyleyim Jiyan................" Ben de böyleyim Cemil o zaman. Kaçmak ise ben de böyleyim der dönerim sırtımı dediğin bütün şeylere bu kadar basit.
Bu kadar tok konuşup, suçlamak yerine bir günden bir güne daha yumuşak yaklaşmadın. Bunu denemedin.
Evet, basit şeyler büyüyor aramızda, gerginlik oluyor. 
İnsanlar bu kadar sahte şeyler yaşarken, bu kadar ucuz, bayağı yaşarken biz bu aramızdakini ne hale getiriyoruz. İlişkiyi ya da sevgiyi kutsallaştırmıyorum, sakın böyle algılama.
Neyse ya. Dediğim gibi gönderir miyim bilmiyorum. Elbet göndereceğim; ama zamanını bilmiyorum. Sanırım senden gelecek tepkilere göre göndereceğim.
Bana yanıt olarak lütfen "Jiyanım seni çok seviyorum bunu bil sadece ve böyle yapma" minvalinde yanıt atma. Ben ruhuma dokunan bir adam istiyorum!  beni sakinleştirmeye çalışmadan öfkemle ve sevgimle beni suçlayan, onla bunla kıyaslayan, beni kötü gören bir adamı değil!
0 notes
umarsizondine · 11 years
Text
Kahve koydum, gel!
Zaman garip bir kavram. Ne kısa ne uzun! Acının tarifi yok! Seni beynimden ve yüreğimden geçirmediğim tek bir gün bile yok! Bütün ölümler bana utanç yaşatıyor! Ağır geliyor. Taşıması zor.
Hadi fal bakalım önce. Sonra yaşadıklarımızı anlatalım birbirimize. Ben aldım kahveyi. Yapmak için seni bekliyorum. İstersen dışarıda içeriz her zamanki gibi. Sen nasıl istersen, nasıl seversen... Bir kere daha "Öyküm" diyip baksan ya gözümün içine. Ben de tekrar sevsem yaşamı, içim ısınsa, umut olsa ya bakışın!
0 notes
umarsizondine · 11 years
Quote
"Onu iki yıl sonra ilk görüşüm bu. Karaköy’de, Nişantaşı dolmuş kuyruğunun sonlarındayım. O da hemen karşıdaki Şişli kuyruğunun önlerinde. Bilmiyorum, fark etti mi beni. Yine güzel. Saç biçimi ve rengi aynı. Biraz zayıflamış. Az sonra dolmuşa bindi gitti. Öyle anlar vardır ki bir merhaba, ufak bir selam her şeyi yeniden başlatabilir ya da durumu daha sıradan bir düzeye indirebilir. O beni gördü mü, gördüyse ne düşündü bilmem. Ben ikisinden de korktum. Sonra benim uçağım kalktı… Atmosferin ortasında düşündüm: Her şey nasıl bitiyor? Nasıl yabancılaşıyor insanlar? Hiçbir şey olmamış gibi. Birlikte yemek yer miydik? Nerelere giderdik? Şakalarımız nasıl şakalardı? Kavgalarımız? Sesi, nasıldı sesi? Unutmak değil, başka bir şey bu. Şu anda her şey iyi. Yine de Dolmabahçe’deki büyük tıkanıklıkta dolmuşun camından öbür arabalara bakıyorum. Işık mı yandı, trafik polisi mi işaret verdi, binlerce otomobil harekete geçiyor: Olasılığın kanalcıklarında düzenli biçimde akan renkli bilyeler gibi."
Cemal Süreya, Günler
1 note · View note
umarsizondine · 11 years
Text
yapmasınlar, demesinler
Bir tek buraya rahatça yazabiliyorum. Kimse yok ya ondan sanırım. Senin yokluğunu gözümüze sokuyorlar ya çıldırıyorum o anlarda! Bi' sussunlar istiyorum. Herkesin canı yanıyor, herkes acıyor biliyorum; ama yapmasınlar Enes. Yapmasınlar! Zorlaştırmasınlar. Gelmeyeceğini kabullenmeye, yokluğuna alışmaya çalışırken! İnsanlar "Neyin var?" diye sorduklarında verebildiğim tek yanıt "Çok acıyor..." olurken gözümden düşen yaşla, yapmasınlar! Biz çıldırmamaya çalışırken, yapmasınlar! 
0 notes