yerliendiku
yerliendiku
om mani padme hum
15 posts
1- Rahman (olan Allah) 2- Kur’an’ı öğretti. 3- İnsanı yarattı. 4- Ona beyanı öğretti.
Don't wanna be here? Send us removal request.
yerliendiku · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Gökyüzü kızıl bir alevin yansıması 
 Dalgalar bir yangına vurmakta azgın 
 Dağlar dürüldü, yeryüzü bürüldü.. 
Her ne varsa elde sere serpe serildi… 
 çığlıklar içinde savrulurken tutku tokalı ayaklar, 
 ayrıldı çamur topuklarından
 Bir yalnız bakışın yanlış anlamaları, bir karaşın salınış oldu
Yangına müdahale edemedi tulumbacılar
 karışlandı tüm bit pazarları 
 Bir tatlı anı konuşuldu 
 Çaylar içildi , herkes dağıldı.
0 notes
yerliendiku · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Sadaka taşından yapılamamış şehirlerde dost ile kavuşamamak… Pragtaki dilencilerin genel hali, bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı bir suç nedeniyle dava edilmiş bulan Josef K. adlı kahramanın absürt durumunun anlatıldığı bir Franz Kafka romanıdır . Astronomik saatin bulunduğu meydana doğru çıkan sokakların her birinde üç beş dilenci bulunmaktadır. Meydanda ise bir tane bile göremezsiniz.  Dizleri üzerine çökmüş , gövdesini uzatıp , başını yere koyan insanların yüzleri yoktur. Elleri ,avuç içleri açık uzatılmış bir şekilde  düşecek sadakayı beklemektedir.  “Sadaka ihsan olmasını bekleyen Praglı dilenciler.” Kurulabilecek en absürd cümlelerden biri olarak karşıma çıkıyor.  Sadaka sıdk kökünden gelen arapça kökenli bir kelime, hakkı gözetmek, doğruluk anlamında kullanılıyor. Batı dillerinde karşılığı ise charity (ing) carita , caritat gibi latince kökenli bir kelime.  Carita  iyi tutum, başkalarına karşı anlayış anlamına gelmekle birlikte aynı zamanda  pahalılık anlamına gelmekte. Prag ta astronomik saat kulesinin bulunduğu meydana doğru çıkan sokaklarda  zamandan değil ama kronolojik saatlerden mukayyet yüzleri olmayan dilenciler bulunmakta. Benden korkmana gerek yok , davam görüldü  ve bu çok pahalı olan varlığımı gizleyerek senden, dünyanın en pahalı işini pek de ucuz bir bedele senin ayağına getirdim . Meydandaki saat on ikiyi vurmadan buradan gitmem gerekiyor diye bir dilenci bana yüzünü gösterdiğinde , milenaya yazılan tüm mektupları yaktım. Ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmesin diye parasız ve pasaportsuz saat kulesine doğru yürüdüm.         Paul Connerton , Toplumlar Nasıl Anımsar kitabında toplumsal hafızada şehirlerin öneminden bahseder.  Zihinlerimiz bir şehir inşa ediyor, sonra şehirler zihinlerimizi inşa ediyor diye parodoksal bir durumdan bahseder. Toplumsal hafızanın bir başlangıcı olması gerekmektedir ,inşa edeceğimiz şehirlerimizin zihinlerimizi inşa etmesi için. Connerton şöyle ifade ediyor “Tarihte bir başlangıcın neye benzeyeceğini kafamızda canlandırmaya kalktığımızda çağdaş imgelem, dönüp dolaşıp Fransız Devrimi olaylarına gelmektedir. Bu tarihsel kopuş, bizim için öteki herhangi bir kopuştan çok daha fazla çağdaş bir mitos görünümü aldı. Üstelik çok kısa sürede ulaştı bu konuma. Kıta Avrupa’sının on dokuzuncu yüzyıl boyunca yaşadıklarının tarihi üzerine ne zaman düşünsek, onun gerisindeki devrim*sözcüğünün, döngüsel bir devinim anlamından, yeni olanın gelişi anlamına dönüştüğü bu devrim anına bakılır” * İngilizce “revolution” devrim anlamının yanı sıra, bir cismin bir eksen çevresinde dönmesi anlamına da gelmektedir. Tarihsel kopuş sonrası yeni bir mit ile karşı karşıyayız.     Modernleşme ile birlikte bizim şehirlerimizde de şehrin merkezi noktalarında saat kuleleri yükselmektedir. Artık sevgilinin yanında olmak ile bir hastanın yatağında sabahı beklemesi aynılaşmıştır  . Zaman kronoloji çerçevesinde  mesai ücretlerinin hesaplandığı bir parametre haline gelmiştir. Şehrin merkezlerinde saat kuleleri vardır. Hz. Adem’in Havva Anamızla beraber inşa ettiği  Beytullah, yani kadim şehirlerin mabetleri yüksek gökdelenler tarafından gizlenmiştir. İlk başta  elektronik saatlerin kollarımıza bağlanması ve cebimize düşen telefonlar sayesinde ise zaman saat kulelerine bakmadan sabitlenebilir hale gelmiştir. Postmodernite dünyasının merkezinde ise AVM li gökdelenler mevcuttur. Dünyanın en kalabalık şehirlerinin 15. si olan Shenzen  1979 yılında inşa edilmeye başlamıştır. Şu an nüfüsu 12 milyon civarındadır.  Şehirde, en yüksekleri Kingkey Finance Tower (439 m), Seg Plaza (356 m) ve Hua Qiang Bei(292 m) olmak üzere toplamda 200 metrenin üzerinde 23 kadar gökdelen vardır.  Dünyanın en yüksek binası Burç Halife tam 4.1 milyar dolara mal oluyor. Fiyat- değer ikileminde bize bir hayli maliyet sunarken, gökleri göremeyen insanoğlu,” Bohemyanın” başkentinde yerlere kapaklanıp göklerden gelecek ihsanı beklemekte.  “Caritat”  başkalarına karşı iyi bir tutum içinde olma hali bir hayli pahalı olmak durumunda. Tüm bu maliyet ikliminde şehirlerimizin bu kadar  pahalı olmasının sebebi  yüksek bütçeli binaların inşasından ziyade, toplumsal belleğimize kazınmış olan bir duvarın yıkılıp, yerine dikilen yapıların unutturduklarıdır.  Bugün Shenzen kenti  smilasyon  bir dünyanın inşasının en güzel örneğidir. Los Angeles (Melekler şehri ) fenomeni ile Shenzen veya Dubai  üçlemesini karşılaştırdığımız da şaşıracağımız şey şudur. O şehirlere ait  olmaması gereken ne varsa o şehirde mevcuttur. Los Angelos ‘ta bir köşede Taç Mahali, Shenzen hayvanat bahçesinde bir afrika gorili, Dubai’e ise kayak keyfini görebilirsiniz. Her şey elinizin altındadır , fakat oraya ait hiçbir şey yoktur. Kıblesini kaybetmiş bir insan Age Of Empires oynamaktadır yeni şehirlerin sokaklarında.           Konya sokaklarında yavaşça yürüyen bir adam Merec-el Bahreyn noktasına gelip durduğu zaman. Bir dilenci gelip yanına   İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir . Allah kavuştursun dedi . Bir tebessüm inşa oldu  elden çıkmış  iki kuruşluk sadakanın münacatında . Rahmetli annem,  İlk kez Kabe’yi gördüğümde, bütün  tavaf eden insanların yüzleri gönülden bana bakıyordu. Öylece kalakaldım demişti.  Her şehrin bir kıblesi vardır. Bizim kıblemiz neresi ?      Ben bir şehre geldiğim zaman o başka bir şehre gitmesin diyordu Atila İlhan,      Merec-el Bahreyn de şehrin sokaklarında Hz. Mevlana şöyle sesleniyor "Güneşim, ayım geldi. Gözüm, kulağım geldi. O altın madenim geldi. Başımın sarhoşluğu geldi Gözümün nuru geldi. Bir dileğim olmuşsa, işte o dilediğim geldi. Dün gece mumla aradığım dost, bu gün bir gül demeti gibi yoluma çıkageldi."
0 notes
yerliendiku · 6 years ago
Text
“Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak” İfsad ve İfrazad Teoremciliği; Biraz Nietzsche, biraz Kierkegaard , biraz Rilke, çokça Kafka ve üstüne de eğer inanmış olsam Şeriat’inin rabbine iman ederdim diyen Sartre’nin vurdumduymaz otoriter benliği ile biçimselleştirilmiş batı düşüncesi ışığında bize dair laf söyleme  kalabalığı ve kabalığı. Üstteki isimler değişebilir. Değişmeyen şey ise bilgiyi ve hakikati nasıla dair sorularla elde etme çabası. Tasvir etmek zanaatında kim ne kadar usta. Kışın soğuğunda ayakları ince, üzerinde eski bir kıyafet , siyaha dönen dişleri ile acziyeti söyleyen bir kadına, hikmetten yoksun bir bakış açısı ile sual eden bir zihniyet ” tanrı eğer adil olsa bu kadını yaratır mıydı?” Bu sual ile eyerlenmiş düşünceler fesada doğru yolculuğa dört nala koşuyor. İman bir zihin konforu değildir. İman her seferinde kendine delil arayan bir araştırıcı hevesi de değildir. Çok fazla bir şeyi bilmeyi de gerektirmez. Üç kulhu bir elham kafi . Yatağın altında hazırlanmış kefen bezi ile bir doğuma hazırlanış. Ciddi bir iş. Ne yazık ki ciddiyet en uzak olduğumuz hal. Gülmek bile ciddi bir iştir. İnsanı hayvandan ayıran, yüzümüzü kırıştıran  bir faaliyet. Modern dünya ise her şeyi laubalileştirerek , düşüncesiz ve kelimesiz, ifsad ve ifrazat saçmaya devam ediyor. Sosyoloji, Psikoloji ve Bilim adına insanı ıska geçen boş boğazlıklar. Bilim, afilli süslemeler,sözler  ile  aslında hiçbir şey bilmiyoruz demekten başka bir şey değil. ibrahim  lat,uzza, menat ve hubel devrilmedi , köşelerinde duruyorlar. İbrahim, devir onları kendine yürü, bil,bul ol.  İbrahim biz ölmek istemeyiz, biz olmak isteriz… “İbrahim gönlümü put sanıp kıran kim ?”
0 notes
yerliendiku · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Ahenk On dört ay döndü, Yüzünü bir gün olsun göndürmedi Eğilmiş makamlar . Kızın ayaklarına dolandı döngüleri Ayaza tutulmuş düşünceler Kadim çayırlarda süzülür Güneşi saçlarında parıldatırdı En şanlı parıltıcı Doğan ayın ondördü ağlardı Dönüp bakmadan düşecek damlaya Toprağa ulaşan yokluğa Ne aya, ne güneşe Arza baktı sadece gözü Unuttuğu yerde doğdu Kuş gibi Dönüp dolaştığı yerin ortasında bir nokta Bulunduğu dala ürkekçe dokunan Artık tutunduğu dalı acıtıyordu Yutkunduğu rengi Boza boyansa da tüylerinin ucu Rengârenk toza bulanmıştı avucu Mırıldandığı duaları başı eğik Terlemiş elleri yumuk Gözler yerde, gururu dik Sakince bir gülümseme ile nasılda kıvırıverdi Hatıralara dair ne varsa dudağının kenarının kıvrımında Acıya dair ne varsa yüreğinin enkazında Aramalar, bulmalar, olmalar Hayaller ve hisler ne varsa elde Kıvrılıverdi dudağının bir kenarında Yahyayı öldüren Salomenin dansında Ondört ay döndü Yüzünü bir gün olsun göndürmedi Resmi saatlerin tik takı Takvimlerin yaprakları Spotların arkasındaki karanlık Çağırmadı ölüleri diri edecek İsa’yı Radyolar ve haber ajanslarında geçmekte Ölü veya diri ele geçirilecek tüm kanun kaçakları Hesabı olmayan takvim arsızları Bir köşeye not düşmüş gönül hırsızları Bir hamamın üryan yakışıkları “Diriltse ne yazar İsa, tekrar ölüm varsa Kamer ve Şems emrimizde , Duyulmaz burada eski diller, eskiler, eskimişler ve ekşimişler Eskiyen gömlekler ve cübbeler” Eskiyen Yusuflar ve Aliler Kendi cübbesi altında yok olan Veliler Ölü veya diri ele geçirilecek Yakana yapışan iyilik Ya şu suyu soruyorsa Hani Ab-ı Hayat dedikleri Hiç doğmamış olan ölebilir mi Hiç ölmemiş olan doğabilir mi…
0 notes
yerliendiku · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Bir insanın ilk işi nedir diye sormuşlar ? Kendisi olmaktır cevabı gelmiş. “Yaşamı anlamaya başladığın andır, durabilmek ayak üstünde...Sorun bu zaten; başkasıyla olmak, başkasının olmak değil…Kendi başına başkasıyla, başkasıyla kendin olmak..”
0 notes
yerliendiku · 6 years ago
Text
iyi bir adam Seni bu kadar sevmeseydi mesela Âh-lar Akşam üzerlerine tutunmasa Perdeler çekildiğinde seslenmese Derin bir iyilik , çıkarmasa sabaha karşı Dağlar ile taşlar  cıvıldamasa plastik çiçekler de güzel koksa mesela istediğimi yapabilirim İstediğimi isteyemediğim, bir antik kentin Taşlarından bimar bir kuyunun suyunda Ulu meşe altında Kazındığım ağaç kabuklarında Sır-a-danlaşsaydım, plastik çiçekler ile kanan estetik lastiklere dursaydım. Köşeleri belli olsaydı harflerin durdukları kenarlar bir şapka ile yumuşasaydı ağaçlara asılmış kelimeler  çeteleli bir mizan defterinde bir iyilik on kötülüğü götürse bilimin güzel insanları çentikli notlu kağıtlarını alıp papazlar ve ulu hocalar ile kol kola girip uzak şehirde ki tanrı hakkında bir basın açıklaması yapsaydı tanrının şehrimize dönmesi için şartların olgunlaşmasını bekleyen beyanatlar şen  kahkahalar ile gülebilen kadınların dişlerinin arkasına saklanabilseydim  mesela ölüme durmuş bir hastaya mutluluk yalanları söyleyebilen lunapark aynalarına unuttuğum şeyleri unuttuğumu unutsaydım dağılmazdı evren her gece vakit lacivert geçtiğinde sabah kuşları uyandırıyor Kuşları kim uyandırıyor Kuşlar kimi uyandırıyor en son hatıralar yükleniyor kursaklara akşam üstleri akşam sefalarına eşlik edecek cefalı hatıralar toprağın kokusunu fısıldayan vefalı hatıralar her sabah damlanın yere düşünde  cıvıltılı bir sessizlik ıssız  panayır unutuyorsun toprağın nerede bittiğini, kökün nerede başladığını derin bir iyilik yapışıyor içi yanmış gömlek yakalarına not düşüyorum fotoğraf arkasına biraz iyi oluyorum seni hala sevdiğimi ...  
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Maddeci–Mekanisist–Akılcı–Deneyci–Laik–İnsancı–Hür Sermâyeci (yahut Toplumcu)–Çağdaşcı insanın vehmi: Bu insan, içsizdir, bencildir, bencidir, benmerkezcidir, çıkarcıdır, ukalâdır, bilgiçtir, zekîdir, arsız hayâsızdır; çıkarına dokunulmadıkca, rahat bırakıldıkca başkasına karışmaz ―’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Text
Tarafsızlık, ahlâksızlıktır. Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür.
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Elinde ki anahtarları sıra ile kapıda deniyordu. Arkasında ki arkadaşı Kirke , titrek sesi ile çırpınıyordu,” hadi lütfen Pythia ,biz kadınların oraya girmesi yasak” Kirke’nin bütün bu çırpınışlarına rağmen anahtarı  oturtup  , çılınk diye bir ses ile kapıyı açmıştı. Büyük kapının ardında bir dehliz belirdi. Apollon tapınağının gizli dehlizlerini ilk  keşfeden kadın oydu.  Önce beş basamaklı bir merdivenden yukarı doğru çıktı. Karşısında bir düzlük ile karşılaştı. Beş adım kadar sonra aşağı doğru tatlı bir meyil belirdi. Aşağıdan gelen tatlı esintiye kapılıp koşarcasına inmeye başladı. Daha karanlık olması gerekirken dehliz, gittikçe aydınlanıyordu. İlerde bir ışık parlamaya başladı. Işığa doğru yaklaşınca, aniden iki amazon kollarını tutup  onu kenara çekti. Korku ile onlara baktı. Elbisesini çıkartıp, beyaz ipekten değerli taşlar ile süslenmiş bir elbise giydirdiler. Başına daha öce hiç görmediği çiçeklerden yapılmış bir taç giydirdiler. Burası beyaz marmara mermerinden yapılmış,tapınak ile hamam arası aydınlık bir yerdi. Birbirine yakın  kurnalı  havuzların etrafında şen şakrak kahkahaları ile kadınlar şarap içip eğleniyordu. Bütün tedirginliği geçti içine bir rahatlık geldi. Etrafta yaldızlı elbiseleri ile köle kadınlar  sarap testileri ile dolaşıyor. Ortada bir üç kurnalı bir çeşmenin olduğu büyükçe bir havuz vardı.  Çeşmenin üstünde  bir taht a kurulmuş  orta yaşlı oldukça güzel bir kadının   madalyonu  iri memelerinin arasında parlıyordu. Açık , pürüzsüz sırtında ki dövmeyi fark etti, bir öküzün boynuzuna sarılmış bir yılanın ağzında bir demet buğday. Memeleri iri ve süt veren bir kadın dolgunluğundaydı. Yanına oturur oturmaz onun Tanrıça Gaia olduğunu anladı. . Üç tane köle kadın , çeşmenin kurnalarına yaklaşıp, ellerindeki bardakları doldurmaya başladı. İlk köle kadın iyice dolu bardağı getirip  önce başından aşağı döktü, buz gibi su alnından, şakaklarına oradan göğüslerine doğru süzülmeye başladı. Su süzüldükçe  gözlerini kapadı ve göğüslerinin dolgunlaştığını hissetti. Kuru toprak su ile buluşmuştu. Geri kalan yarım bardak suyu içti, daha ilk yudumda , güneş altında buz gibi pınardan su içen bir çiftçinin şükrüne ortak oldu. Yarım bardak su bütün susuzluğunu kesmiş, bütün bedenine hayat vermişti. İkinci köle kadın doldurduğu bardağı getirip ikram etti. İçine kar konmuş bir ballı süt. Daha önce hiç içmediği güzellikte bir tadı vardı ballı sütün. Tadı dilinden gitmek bilmiyordu.  Karnı doydu ve üçüncü kölenin elindeki bardaktan içmeye başladı. Tanrıların içtiği şarap bu olsa gerekti. Aniden müziği duyuldu, etrafta  al topuklu  beyaz kızlar belirdi. Tenleri pürüzsüz bir güzellikteydi, dans etmeye başladılar. Her şey , her yer ahenk içinde hareket etmekteydi. Tüm bu ahengi bozan bir ses duyuldu, kulakları sağır edercesine bir uğultu, bütün o raks içinde ki dansçılar, köleler, şarap içen şen kahkahalı kadınlar, Tanrıça Gaia herkes donup kalmıştı. Bir tek o sese doğru yöneldi. Gaia nın yanından kalktığı anda , Yukardan bir mızrak geldi , Gaia’nın göğsüne girip yere saplandı. Gaia ayaklarının dibine düşmüştü ve düşer düşmez ayaklarının etrafını Gaiadan sızan kan bir göle çevirip kaplamıştı. Biraz önceki ahenkten eser kalmamıştı, Uğultuyla gelen sese , bütün herkesin  etrafta koşuştururken attığı çığlıklar karışmıştı. Bu gürültü içinde ne yapacağını bilemiyor, Yıkılmaya başlayan mermer sütunların arasında koşuşturmaya başlamıştı. İlerde bir kapı görünüyor  herkes kapıya doğru yığılmış, insanlar birbirinin üstüne basarak kaçmaya çalışıyor, lakin nafile, izdihamdan  başka bir şey olmuyordu. Birdenbire ayakları tutuldu, adım atmak istiyor atamıyordu. Yanında beyaz bir ata binmiş , yüzü peçeli biri belirdi, kolundan tuttuğu gibi onu atın terkisine attı, kuş gibi uçmaya başladılar. Tapınaktan çıkmış bir kumsalda dörtnala koşturuyordu at. Dalgalar  atın ayak bileklerine geliyor, doru at kumları ve suyu yara yara koşturuyordu. Kimdi bu o kıyametten çekip çıkaran onu? Omuzlarına dokundu, omuzlarını tutmak istedi. O anda savaşçı atı durdurdu. Hemen aşağı atladı. Güzel Pythia atın üstünden ona bakıyordu. Kumsala ayaklarını basar basmaz, başını Agustusun önünde daha fazla eğilir bir şekilde yere koydu. Başı ellerinin arasında kalıyordu. Sağ eli suyun kuma değdiği yerde kalmıştı  ki ayağa kalkıp ortadan  kaybolurken , tılsımlı bir söz duydu, savaşçının dilinde, ne derse desin savaşçı, beni bul diye anladı O sesi. O’ndan kalan tek şey, ıslak kumda ,beş parmağın, bir göz gibi bakan  avuç içinin olduğu izdi .
   Bu izin tam ortasında bilmediği bir dilde bir kelime  yazıyordu. Gözü el izinde kaldı. Şafak sökmek üzereydi, aniden uyandığında. Hep aynı rüyayı görüyordu, Kafası yerinde değil, başı ağrıyordu. Uçsuz bucaksız bir kumsalda uzaklaşan  atlının , gözlerinin arkasından bakakalıp uyanıyordu. Ölçülemez, tarif edilemez bir hüzün kaplıyordu içini.
        Nikea’dan yola sabah yola çıkmışlar , Kios’a  gece girmek yerine, oraya bir saatlik uzaklıkta ki gölün sularının denize doğru aktığı , Kios suyunun kenarında durmuşlardı. Yazın en güzel zamanlarıydı, incirler olgunlaşmış, zeytinlerin vakti  daha vardı.  Augustun ayındaydılar. Nikea da kaldıkları gece August için , hasatların bittiği bu mevsimde ,verdikleri bereket için tanrılara şükran şenliğine katılmışlardı .Önce su içti, yüzünü yıkadı, sabah  serinliği yüzüne vuruyordu. Bunu hissetmemek için üzerine, Angry sofundan yapılmış   üzerinde uyuduğu dış giysisini aldı. İlerde ki incir ağacına doğru ilerledi. Olgunlaşmış ballı yemişlerden bir tanesini eline aldı, baktı baktı sonra iki seferde yedi. İlerde Palatinae Adrian yatmaktaydı. Akşam şarabı fazla kaçırmıştı gene. İyi bir adamdı lakin tam olarak anlayamıyordu onu, hareketleri, tavrı, konuşması , eski savaş anıları, neşesi , yol ile ilgili tecrübeleri ile tam bir yere koyamıyordu onu zihninde . İki aydır beraber yolculuk ediyorlardı. İyi dinleyen bir adamdı , güven veren bir haliyle birlikte, lakin eğer dik bir laf söylersen aniden parlayabilen bir dengesizliği de vardı. Nikea daki şenlik esnasında ortadan kaybolmuş, bütün bir eğlence bittikten sonra ortaya çıkmıştı, bu şarabı seven eski savaşçı. Kios’a gece girmeyelim diye inat etmiş, yolda bir yerde zorla bütün kafileyi konaklatmıştı. Sonra çekilip köşesine  gökyüzüne bakıp , şarap içmişti. En sonunda böyle sızıp kalacağı belliydi zaten. Her şeyi bilir gibi bakan ,  eski savaş artığı ukala.  Bir türlü savaşmaktan vazgeçememişti ona kalırsa, her ne kadar kutsal romanın bir memuru olsa da, gittiği şehirlerde bütün kapılar O’na açılsa da ,  herhangi bir savaşta ölmediğine yanıyordu. Yola çıktıkları ilk gün bir yay tutturmuş eline, bunu öğreneceksin diye emir verir gibi konuşmuştu. Pythia , merak etmesine rağmen, yayla ok atmayı, o tavrı karşısında inat etmişti  önceleri. Öğrenmeyecekti, lakin Palatinae Adrian daha inat çıkmış, allem edip kallem edip rüzgarlı bir akşam üstü yayı eline tutturmuştu. Dediği tek şey , ok atılmaz, ok olup anca uçar insan uğultuyla, rüzgarla beraber…
      İncir ağacının yanından kafilenin yanına doğru yaklaştı, az ilerde suyun kenarında ki söğüt ağaçlarına bağlanmış iyice karınlarını doyurup dinlenmiş atları gördü. Bindiği ata yaklaştı, Adrian’ın binmiş olduğu uzun yeleli kır at ayağı kalktı, O’na bakmaya başladı. Atın boynuna sarılıp, sessizce ağlamaya başladı. Asil at her şeyi anlamış gibi hareketsiz duruyor, Güzel Pythia’nın göz yaşları  Şerbaz’ın yelelerinden süzülüyordu. Aniden at huysuzlandı, kafasını sağa sola çevirip Pythia’yı itti. Şaşırdı, ne oldu şimdi bu Şerbaz’a diye söylenirken, arkasını döndüğünde  , kafilenin yakınlarında bir karartı fark etti. Adrian’a doğru bir adamın yaklaşmakta olduğunu gördü. Bir refleks ile, içten gelen bir dürtü ile yere bırakılmış koşumların arasında ki yayı eline aldı, bir oku yaya yerleştirip, korku ile karartının ne olduğunu anlamaya çalıştı, o sırada karartının elinde bir parıltı Adrian’ın üzerine inmek üzereydi. Gözünün yaşı daha kurumamıştı, hemen Adrian’ın üstüne atlayıp , O’nu kurtarmak istedi. Derin bir nefes aldı , elinde ki ok ile uçup ,Adrian’ın hemen üstünde ki karartının göğsüne girdi. O sırada bütün gücüyle çığlık çığlığa bağırıyordu”palatinnnnn,palatinnnn adrian”. Adrian , üzerine bir karabasan gibi çöken karartının göğsüne saplanan oku görür görmez kılıcını eline alıp ayağa fırladı. Biraz önce onu öldürmek için saniyeleri kalan adamın göğsünden kan fışkırıyordu. Sağına soluna baktığında. Poyraz ve keşişleme yönünden elinde imparatorluk kılıçları olan iki adam  ona hızla yaklaşıyordu. Fışkıran  kan birazdan toprağı ağırlaştırıp çamurlaştıracaktı. Başını köklerinden  birine yasladığı zeytin ağacının gövdesine basıp ,poyrazdan yaklaşmakta olan hasmının üstüne doğru zıpladı. Daha yere düşmeden, hasmının elindeki kılıcı yere düşürüp, kılıcı ile boğazına dayanmıştı. Yere indiği ve ayakları sağlam yere bastığı an hasmının başsız gövdesi Prusa hamamlarının kaynak suları gibi fışkırırak koşturmaya devam ediyordu. Adrian’ın yüzü kan içinde kalmıştı, keşişleme yönünden gelen diğer adama doğru döndü, O ise dona kalmış bir halde bir müddet durakaldı, sonrasında gerisin geriye koşuşturmaya başladı. Adrian hasmının arkasından hareketlenmedi. Birilerinin bu suikastın arkasındakilere haber götürmesi gerekiyordu. Palatin Adrian’ın çıplak ayakları ,Pythia’nın biraz önce öldürdüğü adamın kanına bulanmıştı .Sol elinde ki kılıcından kan damlarken Pythia’ya bakıyordu, daha önce Pythia’nın hiç onda görmediği bir şekilde. Sıcak, samimi, bütün kalbinin içindekileri okurcasına bakıyordu. Korku ve hayret içinde ki Pythia elinde tutmakta olduğu yayı yere düşürdü, bakışları kalbinin tüm barındırdıkları ile birlikte Adrianın bakışlarında birleşmişti. Ta ki kafilenin diğer kısmı uyanıp , neler oluyor diye söylenmeye başladığı an dünyaya geri geldiler…
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Aynaların karşısında saçlarımı yeni moda biryantinlerle düzeltmeye uğraşırken, şakaklarımda belirmiş olan aklar , siyah beyaz bir masalın kahramanı olmaktan çıktığımı,  ancak iyi bir dinleyici  olabileceğimi haber vermekteydi.  Saçlarımı hangi yöne taradığımın pek öneminin olmadığı  mesai odama geldiğimde, Erasmus öğrenci değişim programında altı ay Polonya’da kalmış , bir öğrenci arkadaş ile karşılaştık. Tebessüm bulaşıcıdır. Mukabele ettik, birbirimize  baktık. Yabancı bir memlekette bir süre bulunmanın insanın gelişimine yaptığı katkıları konuştuk. Laf dönüp dolaşıp kadınlara geldi haliyle, koyu kızıl saçlı, yeşil gözlü, hafif çilli, tebessümü ile insanın idrakini devreden çıkartan, narin ve uzun Polonyalı bir kızın güzelliğinin tahayyülünde hem fikir olduk. Hatta sonrasında giydiği kıyafeti tahayyül ettik. Siyah kısa bir elbise… Dans eder gibi yürüyecek, şarkı söyler gibi konuşacak. Bütün bu halleri kokusunda gizli olacak. Bergomat ve gülün harmonisi ile karşılayacak  ilk olarak, ardından vanilya, siyah çay,paçuli, vişne ve badem ile yaz akşamlarının , kıyıya vuran dalgaların eşliğinde ki yakamozlarını hatırlatacak.
Erasmus Değişim Programı, üniversite öğrencilerinin ilk senelerinde hepsinin istediği lakin, bir kısmının yapabildiği bir program. Bu değişim programını, farklı bir ülke görmek isteyen ve kristalize ettiği aşkı bulabileceğine inanan gençlerin yürüdüğü bir yol olarak algılıyorum. Bilginin evrenselleşmesi konusunda ciddiyetle çalışan adamlar için bu algılayışım deli saçması gelebilir. Bunu ifade eden  kişilere; Desiderius Erasmus’un  başyapıtının “Deliliğe Övgü “ olduğunu hatırlatmak isterim.Erasmus’un, Horatius’un “Hakikati Gülerek Söylemek” ilkesi çerçevesinde Thomas More ‘a adadığı bu eserde, iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise, kendini bilge sanmak gerçek deliliktir. Delilik, kitapta kendisine övgüler düzer ve hayatın her alnında deliliğin hâkim olduğunu gösterir. Çağın kilisesine acımasız eleştiriler getirir. Bu açıdan bağnazlığa karşı mücadelede hala önemini kaybetmemiş bir eserdir.  Bağnazlık ifadesi üzerinden dini olana karşı istihza ile bakış bizim yeni yetme aydıncıklarımızda bir hayli mevcut. Evrensellik adı altında tek tipleştirilmiş bu bilme ve bilge olma halide bir delilik demek değil midir? Güzel kadın dediğimiz zaman, Marilyn Monroe prototipi , imgelemi 1950 lerin dünyasında ortalığı kasıp kavurmuştu. Beyaz elbisesinin havalanan etekli fotoğrafı, güzel kadın imajı olarak hepimizin aklına gelmekte. Bakmayın siz her şeyin görecelilik üzerinden değerlendirildiği ifade edilen postmodern kitshclerdeki zevkler ve renkler tartışılamaz hoyratlığına. Marlyn Monroe, artık erkekleri kendime bağlayamıyorum diye hayıflanıyor. Bu hayıflanmalarından bir süre sonra 36 yaşında intihar ediyordu. Erasmustan sonra aydınlanan Avrupa, epistemik cemaatin elinde evreni büyük  bir makine olarak algılamaya başlamıştı. Her ne kadar ütopik bir dünyadan günümüzde bahsedemesekte, Thomas More tarafından yaratılan ütopya yeni bir zihin kalıbının başlangıcını oluşturmuştur.  Doğa düşüncesinde ise doğa ile beraber denge içinde yaşamanın yerini doğaya hakim olmak almıştır. Her şeyi düzenli bir makine tasavvurunda tahayyül eden aydınlanmış insanoğlu bugün olmasa dahi yarın muhakkak eşyanın bilgisine ulaşacağına iman etmiştir. İnsan, Âlem , Tanrı birlikteliğinde , tanrı dışlanmış ve Âlem insanın insafına bırakılmıştır .Bu imanın küfrü ,Aşk’tan başka bir şey değildir oysa...
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Photo
Tumblr media
“saat üçe doğru isa yüksek sesle, “eli, eli, lema sabaktani?”, yani, “tanrım, tanrım, beni niçin terkettin?”
matta 27: 46.*1
Hz. İsa’nın Hristiyanlık inancına göre çarmıha gerildiği zaman söylediği rivayet edilen sözdür. Bu söze bir atıf Oğuz Atay’ın Tehlikeli oyunlarında görülür. “Bilge, bilge beni neden terk ettin.” Bu terkediliş en acıklı öykü. Bir bakıma modern zamanlarda bütün öykülerimiz , filmlerimiz bu terk ediliş acısına tutulmuş notlar ibarettir.
Bu terk ediliş sancısı, bizi terk edilmeden önce ki günlere dair bir hayale götürüyor. Düşler görüyoruz. Bu gördüğümüz düşleri kimseye anlatamıyoruz. Tanrının kovulduğu, bizi terk ettiği dünyada bir intikam hırsı ile onun geride bıraktığı gizemi çözmeye çalışıyoruz. Bizi bırakıp giderken bırakmış olduğu matematik ile ne dediğini öğrenebiliriz. Bilimsel düşünce bu matematiği bilme eylemi bu konuda. Hep bir meydan okumadan geçiyor. Sen beni terk ettin diye üzülmüyorum. Sana ihtiyacım yok benim, ben ve aklım, matematiğin kuralları ile elbet sen olmadan da bu dünyayı idare edebiliriz. İnsan yaklaşık üç yüz yıldır içinde olduğu modern düşünce sistematiği ile ne öğrenmişse yalnızca onları hesabına katarak düş kurmaya çalışıyor.
Bilim ve sinema , sinema tanımını bir rüya perdesi olarak algıladığımızda , bilimin elbet bir yansıması ortaya çıkıyor sinema perdesinde. Bilim kurgu türünden bahsediyorum. Nedir Bilim Kurgu ? TDK sözlükte şu şekilde geçiyor bilim kurgu tanımı, “ "sıfat; Çağdaş bilim verileriyle düş gücünden oluşan (film, roman vb.)” bu tanım meramımızı anlatmaya kısmen yetiyor. Bilim kurgu çok çeşitli alt türleri ve temaları içerdiğinden tanımını yapmak zordur. Bilim kurgu yazarı Robert A. Heinlein'e göre bilim kurgunun kısa ve kullanışlı bir tanımı: " gelecekteki olası olaylar hakkında, tamamen, gerçek dünya, geçmiş ve gelecek ile ilgili yeterli bilgiye, doğa ve bilimsel yöntemin tam olarak anlaşılmasına dayalı gerçekçi kurgular
Bilim- Kurgu nasıl bir dünya kurguluyor? Biz insanlar bu yeni düşlere ne kadar açığız. Bugün bilim kurgu kendi alt dalları ile yeni bir edebiyat türü. Geçmişin masalları ile bilim kurgu arasında ne fark vardır? Jules Verne romanları ve bunların sinema uyarlamaları ile geçmişin masallarına neden yabancı kaldık. Hayata dair her söz temelde bir mit e dayanır. Eski Yunan Felsefesini anlamak için ilk olarak İlyada ve Odessa ya bakmamız gerekir. Modern Bilim geçmişin mitlerini yıkmak için yola çıkılmış tanrıyı yeryüzünden kovan bir serüven. İnsanı  merkeze alarak onu yeryüzünde özgür ve aydın bırakmak üzere bir iddiaya sahip . Bir iddiası var ve bu iddiasını salt ölçülebilir ve gözlenebilir bir akıl üzerine kuruyor. En nihayetinde kendi mitlerini oluşturuyor. Modern düşüncenin başlangıcını Descartes’ten başlatırsak. Descartes’in her şeyden şüphe etme yöntemiyle temellerini oluşturduğu dünyada Tanrı, farklı bir şekilde kurgulanarak etkin olmayan bir konuma yerleştirilmiştir. Tanrı kavramı akılda açık ve seçik olarak görülmesine rağmen, dünyada açık ve seçik olarak görülmesi söz konusu olmaktan çıkmıştır. Bu anlamda, Tanrı dünyayı yaratsa da, dünyada olmasına gerek olmaması ironiktir. Nietzsche’nin Tanrı’nın öldüğünü söylemesi Tanrı’nın artık insan için bir anlamı kalmadığı yani pasifleştiği anlamına gelmektedir. Bu nedenle, modern bilimin, teolojiden sadece Tanrı’yı değil, Tanrı’nın yetkisini de aldığını ve bu yetkiyi akla yüklediğini söyleyebiliriz. Hulasa tanrısal yetkileri eline almış olan insanoğlu , kendi tanrılığından emin olmak için, aklının önderliğinde kendisine mucize göstermek zorundadır. Kendi görüngüleri üzerinde kurduğu iddiasını devam ettirebilmesi için bilimin bir mit e ihtiyacı vardır. Tüm olağandışı, akla hayret veren serüvenler olağan hale getirilmelidir. Bu sebeple yeni üretilmiş mitler bilimsel bir dille inşa edilmelidir. Hz. İsa,  Magdalalı Meryem’in erkek kardeşi öldükten dört gün sonra , mezarına gelip seslenmiştir , “Lazar dışarı çık “ İncilin sayfalarında mucizeler ile büyüyen batı medeniyeti tavan arasına attığı incilin mucizelerini tekrar anlatmak zorundadır. İnsan mucizeler aramaktadır, faniliğinin farkında olmaklığında sebeple.
    Bütün bilim kurgu filmlerini, bir mucizenin, bir düşün, bir mitin tekrar üretilmesi olarak düşünebiliriz. Peki biz bu üretilmiş düşlerin peşinden ne kadar koşuyoruz sorusu sorulduğunda, bugünlerde gösterime girmiş Star Wars serisinin şu ana kadar en çok hasılat yapan film olması düşündürücüdür. İskandinavya’da bugün star wars kurgusunu bir din olarak yaşayan pek çok insan mevcut.  Eskinin masallarını parçalayan, kiliseyi devreden çıkaran modern düşünce , evrilmiş olduğu postmodern süreçte eski mekanik halinden sıyrılıp plastik bir hale gelmiş durumda, dini ve ilahi olanı ihtiyacı olduğunda paketlenmiş bir halde istediği kadar kullanmak üzere buzdolabına saklamakta. Hesap vermek zorunda olmadıkları bir tanrı ve din inşa etmekte bir beis görmüyorlar. İlerde terk etme ihtimali olan bir tanrı tasavvuruna inanmak acı verici bugünün insanı için. Aklının yetiremediği ölçülerde bir inat ile tanrı ile yüzleşmekte , gururunu ayaklara altına almadan , sen tanrı isen bende benim diyerek tanrının karşısına çıkmaktadır. Bu sebeple tanrı kovulmaktan beter olmuştur bugün, ihtiyaç halinde kullanılacak bir ara ürün hükmündedir. Bu yoğun sancı kendine dair çıkış yolları aramaktadır. Kıyamet senaryolu bilimkurgu  filmlerinde makine ile arasına bir mesafe koymak istemektedir. Terminatör serisi makine ve kıyamet  diketomisinin  bir iz düşümüdür.  Terminatör serisinin ilk robotu bilgisayar ve mekaniğin birleşmiş bir modelidir. İkinci ve üçüncü Terminatör filmlerinde ise yok edici artık mekanik olmaktan sıyrılmış akışkan bir hale gelmiştir. Her an dönüşebilmektedir. Mekanik olan modern düşüncenin , plastikleşmiş  post modern düşünce sisteminde hala tek kurtuluş yolu olduğunun bir göstergesidir . Terminatör filminin ikinci serisinde insana dost bir robot vardır ve bu robot eskiye aittir.  Postmodern olarak ifade edilen dünyanın belirsizliğinden çıkış yolu tekrar modern olmaktan geçer. Derin dondurucularda bekleyen tanrı, insanı ürkütmektedir. her an çözülüp benim gücümü elimden alıp , beni yapayalnız bırakabilir endişesi içinde tüm geçmişlerin masallarını bilimsel bir dille tekrar okumak ve anlatmak inadındadır.  Kasım 2014 yılında gösterime giren ve ülkemizde de bir hayli ilgi uyandıran interstaller filmi ise izleyenleri , gökllerin yedi katına çıkan ve oradan vahiy gönderen bir insanın hikayesini, hiçte mucizeye inanmadan salt bilimsel gerçekler ile inandırmıştır. Bükülen uzay üzerinde dünyayı kaybetse dahi yaşamı kaybetmeyeceğini ve sonsuza kadar hayatın içinde olacağını  tanrıyı hiç yeryüzüne çağırmadan iddia etmiştir. Filmin baş yapımcılarından olan Kip Thorne, kütleçekim fiziği ve astrofizik konularında araştırmalar yürüten, Stephen Hawking ve Carl Sagan gibi büyük bilim insanlarıyla uzun zaman arkadaşlıkları ve ortaklıkları bulunan , Dünya'nın en önde gelen üniversitelerinden Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nde (Caltech) 2009 yılına kadar Feynman Teorik Fizik Profesörlüğü unvanını taşımış, Einstein'ın Genel Görelilik Teorisi'nin astrofiziksel çıkarımları konusunda Dünya'nın en önde gelen araştırmacılarından biri olan kişidir. Katı bilimsel kurgu olarak adlandırılan yapımlar gerçek bilim adamlarının başında olduğu yapımlardır. Katı bilimsel gerçekler üzerine yazılan bu senaryo, övmüş olduğu bilimsel düşünce metodolojisine uymayan bir bilimsellik sunmaktadır. İçinde bulunan pek çok sahne kendi içinde , köşede mikrofon gözükme absürtlüğüne eşdeğerdir. Kişi eğer bilimsel bir metot ile filmi inceleyecek olsa içinde kendine dahi yalan söyleyen bir bilim güzellemesi görecektir. Lazarus’un uyandırılma sahnesi isevi bir mucize ile kahramanımızı taçlandırmıştır. Kendi kendisine uyanma imkanı olmayan Lazarus   kahramanlarımız tarafından uyandırılmıştır. Lazorov uyandıktan sonra Coper ile çatışmaya girmektedir. Lazarus kaybetmeyi kabul etmiştir, yeni bir dünya kuramayacaklarının , Gargantuadan kaçamayacaklarından  emindir. Lazorusun gezegeninde kavga ise nefes almaya elverişsiz bir ortamda bilimsel gerçeklikten uzak ve absürd bir durumdur. Esasında o kavga sonrası Cooper tanrısal bir kuvvetle ayakta kalmış, Dr. Brown ile yasak meyveyi yemeye hak kazanmıştır.   Filmin kahramanları en aciz kaldıkları halde dahi hemen her an beraber oldukları tanrının adına ağza almama yeminindedir. İnsan kendi tanrılığını ilan etmiştir. Her şeyi yutup bir bilinmez yokluğa atan karadelikten ( Gargantua )dahi sekmeyi başarabilmiştir. ( ileri okumalar için Gargantua ve Pantahruel  , Francaois Rabelias ın ortaçağdan çıkış romanı ) . Gargantua en nihayetinde skolastik düşüncenin  sunmuş olduğu bir  kavramdır. Kaptan Cooper,  Gargantuanın içine girip bir  yaşaması ve beşinci boyuta ulaşmasını, bir mucize olarak görmemektedir . Düz bir okuma ile baktığı ayetlerdeki terk edilmiş bir peygamber algısı ile daha sonra yeryüzünden kovacağı  tanrıyı hiçbir şekilde geri çağırmama inadındadır. Bu inadının masalını anlatmaktadır, düşler perdesinde ,kırdığı zamanın hikayesinde ki bu şekilde gerçeği gerçekten daha iyi gösterebilsin. Modern insan, gerçeğin yerini smilasyon bir gerçek ile doldurmuştur. Sinema perdeleri bu sebeple gerçek düşler izleyebileceğimiz bir yer değil artık kendi  masallarına inanmanızı isteyen inatçıların düşleridir. Tanrının parçacığına uzanıp hiçbir metafizik gayret içinde gözünü göklere çevirmeden göklerin sırrını çözmüştür bu yolda kendini galip gösteren . Plastikleşmiş ve kokuşmuş bir dünya da bütün acziyetine ve çırpınmalarına rağmen boyun eğmek yok insanın lügatinde. Tehlikeli Oyunlarda Oğuz  Atay haykırıyor, bilge bilge nereye gittin diye. İnsan hangi tarafına baksa ilahi olanın konuşulmasının yasak olduğu bir dünya da  yaşıyor. Bilgiyi elde etmenin yegane yolunun tek bir şey olduğuna inanılıyor. Hakikate dair bir şey söylememe, göstermeme, bulandırma, smule etme çabası içinde olası,   her şeyin o kadar aşikar olmasından kaynaklanıyor.
Bu hakikate dair birkaç bilge hala bir şeyler söylüyor,  hemde düşler perdesinde.Hakikate dair sancının yönetmeni Tarkovski. bir bilim kurgu filmi Stalker’da  
Profosör, yazar ve İzsürücü konuşuyor .
Yazar soruyor . “ Odaya kimler girebilir? İyiler mi kötüler mi ?
İzsürücü cevap veriyor. “İkisi de değil . Katılaşmamış olanlar,  Sadece Acizler…”
 Hayırlı seyirler...
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Photo
Tumblr media
’Yavuz Sultan Selim bir sefer sonrası kışı geçirmek için otağına dönerken bir handa konaklıyordu. Misafir olduğu bu handa özel hizmetlerine genç ve güzel bir kız bakıyordu. Bu kız bir sabah temizlik için padişahın odasına geldiğinde Sultan Selim’i gördü ve güzel kızın gönlü bir anda Cihangir Padişah’a kondu. Genç kız padişaha can-u gönülden âşık oldu. Aradan birkaç gün geçti. Bir şeyler söylemeliydi padişaha, ancak buna cesaret bulamadı. Bir sabah yine odada iş yaparken gözü Yavuz’un yatağının kurulduğu duvara ilişti. Oraya:
 ‘’Âşık olan n’eylesin?’’
 diye sonradan bir şiir kıtasının ilk mısrası olacak cümleyi yazdı. Çehre ve beden güzelliği kadar, şiir zevki de olan genç kızın bu gönülden seslenişi, şâir hükümdarı duygulandırmıştı. Tebessüm etti ve kızın mısrasının altına:
 ‘’Derdi ne ise söylesin!’’
 cevabını yazdı. Kız, padişahın yatağını toplarken okuduğu bu cevapla bahtiyar oldu ve duygusunu açıkladı:
 ‘’Ya korkarsa n’eylesin?’’
 O çölleri aşan ve koca dünyaya sığmayan Koca Cihangir, bu gönül selinin önünde, heybetinin kapısını araladı, bu tertemiz duyguya değer verdi:
 ‘’Hiç korkmasın söylesin.’’
 Genç kız heyecandan ne yapacağını bilemiyordu. Koskoca bir cihan sultanına ilan-ı aşkta bulunmak kolay şey olmasa gerek. İçinde bastıramadığı bir korku olsa da genç kız, padişahın duygusuna cevap vereceğinin vaadinin sevinci içinde en güzel elbiselerini giydi. Gözlerinde dünya mutluluğu, heybetli Hakan’ın odasına girdi. Ancak her tarafı titriyordu.
 Bütün gücünü topladı, başını kaldırdı, Yavuz’un yüzüne baktı. O anda olan olmuştu. Bu gözlerdeki muhabbet ve şefkat bile, erişilmez heybet ve merhametin yıldırım tesirini giderememişti. Güzel kız ayakta birkaç defa sallandı, sonra yere yıkıldı. O masum, tertemiz duygularla atan kalbi bir an durmuştu.
 Koca hünkârı bu ölüm çok sarstı. Bu yüzden Mısır Seferi’ni bir süre erteledi. Güzel kız için somaki mermerden mezar yaptırdı. İsmini bile bilmedi bu genç âşık kızcağız için yazdığı şiirin bir dörtlüğünü de mezar taşına yazdırdı:
   ‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’
0 notes
yerliendiku · 8 years ago
Text
https://www.youtube.com/watch?v=CUk1bmn7YK0
ay doğdu batmadı mı
 humâr göz yatmadı mı
 seni yaratan allah beni yaratmadı mı 
 çay taşı çakmak taşı
 yarimin çatık kaşı 
 çirkin ile bal yenmez güzel ile taş taşı
 elmasta koku olmaz 
sevende uyku olmaz 
seveceksen sev beni
 bu kadar korku olmaz
0 notes
yerliendiku · 10 years ago
Photo
Tumblr media
0 notes
yerliendiku · 10 years ago
Text
Nostalghia
Tanınmış bir Rus şair olan Andrei, 18. yüzyılda yaşamış ve Bolonya’da eğitim görmüş memleketlisi müzisyen Sosnovsky’nin hayatını araştırmak için İtalya’ya gelir. Güzel İtalyan tercümanı eşliğinde Toskana’dayken mutsuz evliliğinin, karısının ve çocuklarının Rusya’daki hatırası onu avlar. Seyahati giderek içsel bir serüvene dönüşürken mistik bir aydınlanma.
Bir filmi anlatmak istediğinizde kısaca böyle bir spoyler verebiliriz. Tarkovsky sisler içinde bir film ile karşılıyor bizi . Işığı çok sık göremiyoruz,güneşi veya parlayan bir lambayı film boyunca bir yerden çıkacak diye ağır sahnelerin ve çevrilemeyen şiirsel diyalogların arasında arayıp duruyoruz. Deli mi ? Belki iman etmiş birisidir. İçimize bir yumruk oturmuş. Ağır siklet bir boksörü anında nakavt edecek bir yumruk. Aslında her şey bir delinin haykırışında gizli
https://www.youtube.com/watch?v=6unYmcTPjTA
Bugünlük bu kadar susalım vesselam...
0 notes