YORUMCALAR... Yerli ve milli yeni bir sistemin inşasına katkı sağlayacak iktisat sistemleri, siyaset stratejileri, ekonomi ve faiz başta olmak üzere birçok konularda kaleme alınan yerli ve milli taraflı orjinal yazı ve yorumlar yayınlanır. Ayrıca toplumu ayrıştırma ve ötekileştirme eksenli görüşlere de eleştiri getiren blokweb sitesidir.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

POLİTİK DARBELER AĞI VE ÇEYREK BAŞKAN
Yeni Bilgiler Yeni Hükümler Doğurur!
Boğazda yüzyıllardır ikamet eden belli feodal aileler, Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyetinin ve halkının kaynakları ile millet olma ruhunu yok etmek için 350 yıla yakındır çalışıyorlar.
Kim bu Feodal aileler ?
Bunlar bağlı bulundukları yapıların/organizasyonların direktifleri ile Cumhurbaşkanlarından tutun Başbakanlara kadar, siyasilerin aldığı her kararda, yanlış yada doğru olup olmamasını ve millete zarar verip vermemesini önemsemezler. Hatta siyasinin zararına da olsa sonuna kadar destekçisi gibi görünürler. Onların ortak özelliği her devrin adamları olmalarıdır. Gizli Siyonist Masonik yapılarla ilişkili oldukları için tanınmaları ve tespit edilmeleri oldukça güçtür.
Feodal aileler geçmişte aktif haldeydiler.
Siyasetin tıkandığı dönemlerde ortaya çıkıp, sanki ülkeyi çok düşünüyorlarmış gibi; “… olmalı”, “… yapılmalı” gibi dikkat çeken ve gündem olan açıklamalar yaparlardı. Cumhurbaşkanı ve Başbakanların hep yanında olurlardı. Sonra Cumhurbaşkanı veya Başbakanı kullanılmış mendil gibi atarlardı. Bunu uzun bir süre kimse anlayamazdı. Anlaşıldığında ise iş işten çoktan geçmiş, ah vah edilmesi de para etmezdi.
Boğazdaki feodal aileler zamanında Süleyman Demirel’i, Kenan Evren’i, Turgut Özal’ı kullanılmış mendil gibi atmışlardı.
Boğaz’da ki feodal aileler yeniden aktif olarak devredeler.
– Bakalım bu sefer hangi güce hizmet edecekler?
– Yoksa Siyonizmin kripto kadrolarını değiştirme zamanı geldi de onlara mı hizmet edecekler?
– Şimdilerde kendi aralarında da güç mücadelesi içinde olan Siyonizmin hangi kanadıyla işbirliğine girip, hizmet ederek 350 yılı aşan çalışmalarına hız kesmeden devam edecekler?
Günümüz de ise feodaller ailesinden, üst bir aklın ürünü olduğu apaçık belli olan ve gündemimizi de uzun bir süre meşgul edecek gibi görünen, bazı sözler ve açıklamalar atıldı ortaya.
Bunlar; “CHP kapatılabilir” ve “CHP seçimlere sokulmamalı” temelli olan bir sürü sözler ve açıklamalardır.
Türk siyasi tarihinde yaşanan olaylara, sonuçlarına ve yaşanılan tecrübelere baktığımızda, günümüzde bunları diyenlerin, Siyonizmin kuzu postuna gizlenmiş iç güçlerle ilişkiler ağında; yeni nesil POLİTİK DARBELER AĞI gibi bir organizasyonun içinde olabileceği şüpheleri uyandırıyor sanki!
Peki şimdi sıra kimde?
Sıra bunlara engel olabilecek herkeste olabilir. Bu Cumhurbaşkanı da olabilir, Muhalefet liderlerinden biride olabilir.
Her ne kadar hatalı karar ve uygulamalarıyla icraatlerine itiraz etsekte, sayın Cumhurbaşkanına bunları söylemeyi hem vatandaşlık hemde bir müslümanın görevi olarak görmekteyim.
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aldığı her kararda, yanlış yada doğru olup olmaması, ona zarar verip vermemesi gibi olasılıkları da önemsemeden, sonuna kadar destekçisi gözüken bu feodal ailelerin, tekrar ortaya çıkması yada, o feodal ailelerden olmak için gayret sarf eden zibidileri, uyanık olup fark edip bertaraf edemezsek, bunlar her devirde olduğu gibi bugünde bizdenmiş gibi yalancı postuna bürünerek; “destekliyorum” hokkabazlığı ile; bir süre daha bizleri emerek, milletimizi zayıflatmaya devam edeceklerdir.
Şimdi gelelim onların arzularına bilmeden asker olmamak için neler yapılmasına;
Önce, vatandaşın da kafasını karıştıran; “CHP kapatılırsa ya da seçime sokulmazsa neler olabilir !?” sorusuna cevap arayarak başlayalım.
CHP kapanırsa halkın büyük ekseriyeti ya da en az yarısı seçimi boykot eder. Ortaya çıkan sonuçlarda halk tarafından kabul görmeyeceği için, lakap ve isim takmada mahir olan halkımız, en başta yeni seçilen Cumhurbaşkanına; “Çeyrek Başkan” diyebilir. Bu da Cumhurbaşkanlığı gibi bir makamın itibarını zedeleyecektir. Halkın çok sert muhalefetine maruz kalınabilir. Son sekiz senede Türk halkında gözle görülen protesto etme kabiliyetlerinin arttığını da dikkate alırsak, halk sokaklara inebilir. Sonrası, olası kaoslara kapı arayabilir.
Bu konuda çok senaryolar üretilebilir. Makalemin, komplo Teorilerine dönmemesi için kötü senaryolara devam etmek istemiyorum.
Ama şu bir gerçek ki; bir süre sonra erken seçime gidilmek zorunda kalınacaktır. Bu seferde erken seçime sokmak zorunda kalınacak CHP li bir seçim, 1950 seçimlerinin bir benzerinin bu sefer CHP’nin lehine, tarihin tekerrür etmesi ile sonuçlanabilir. Bu sürpriz gelişme CHP için, 1950’nin rövanşı gibi algılanırsa, İslami Camianın geçmişten gelen, her şart ve zorlukta mücadele etme şevkini ve azmini kırar. Sonrasında uzun bir uyku dönemine girilebilir.
Bu olası gelişmeler ve sonuçları, olası sorunlar kadar birçok soruları da akla getirecektir İslami Camiada;
– İslami Camia “CHP Gelirse…” diye hâlâ yaşadığı korkularını, kendi elleriyle yapacakları hata ile karşılarında bir anda bulabilirler mi?
– İnanç özgürlükleri kapsamında elde edilen kazanımlara bir şey olur mu?
– Kapatma yada seçime girmesi her hangi bir şekilde engellenmesine “şimdi hesap zamanı” diyerek hırslanıp; “devri sâbık yapıyoruz” diyerek, işi dindarlardan intikam almaya kadar götürür mü?
İşte, kimse buna tam da emin değil !!
Yakın tarihte canlı canlı yaşadığımız 28 Şubat dönemi hâlâ zihinlerimizdedir.
“Amma da salladın ha!” denmesine fırsat vermemek için üzerinde çokça polemikler yapılan ve yapılmaya da devam edilen, tek parti dönemine kadar inmeye gerek görmüyorum. 28 Şubat süreci yeterli olacaktır. 28 Şubat süreci devam ederken, inançlı kesimlere karşı, (evde oturanların dışında) neredeyse her alanda savaş açan eski CHP’nin geçmişiyle yüzleşip aynı hataları tekrarlamama, bunlardan kurtulmak ve; “inanç özgürlüğünde halkla aynı düşünüyoruz” diyerek, barışma gibi bir değişim eğilimi içinde olan günümüzün CHP’si, bu konuda tam manasıyla Türk halkına ve inançlı kesime yeteri kadar güven verebilmiş değildir.
Şimdi burada da siyasilere çok önemli görevler düşüyor!
Seçtiğimiz siyasilere düşen görev, bu endişelerin her iki kesimde de yaşanmasına meydan vermemek kadar gerçekleşmemesi için bunların ülkenin iç güvenlik meselesiymiş gibi çok daha fazla önemseyip, ona göre stratejiler belirleyip, tedbirler almasıdır. Çünkü devlet ve hükümetler bunun için vardır.
Nefislere hoş görünen ve siyasi rakibini, bertaraf edebilecek iyi bir fırsatmış gibi güzel sözlerle sunulan, ama kirli amaçlı böyle teklifleri milletçe elimizin tersiyle itmeliyiz. Teklifi sunanları da haddini bildirip, kovmalıyız.
Peki güncel tartışma konusu olan “parti kapatılsın” yada “seçime sokulmasın” senaryosu SİYONİZMİN bir oyunu olabilir mi?
– Küresel güçlerin ve onların işbirlikçilerinin uzun süredir Türkiyede, halkıyla beraber her kesimin tüm sinir uçlarını gerip, siyasi taraflarında birbiriyle uzlaşmaması için çok daha keskin uçurumlar oluşturma hedefleri olduğu bilinen gerçeklerdir. Bu hedefleri gerçekleşirse siyasilere yönelik yapılabilecek şantaj ve tehditlerle böyle bir siyasi kararlar aldırtarak kapatma yada seçime girmemesi için yasaklar getirilmesini başarmaları hâlinde, halkı sokaklara döküp, toplumsal kargaşayı fırsata çevirmek için yapacakları/yaptıracakları her hangi bir kanlı yada bir başka operasyonel saldırılar veya siyasi suikastlerle ülkemizi iç kargaşanın, kaosun ve iç savaşın eşiğine getirmek isteyeceklerdir. Zaten 98 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bunu çok kez denediler. Ama bugün içinde bulunduğumuz süreç, geçmiştekilerden çok daha hassas ve kritiktir.
Velhasılı Kelam;
Boğazdaki feodal ailelere karşı çok dikkat edilmeli ve her hareketleri söylem ve açıklamaları adım adım takip edilip, en iyi stratejistler, sosyologlar ve konunun uzmanları tarafından kusursuzca analiz edilip, onlara hissettirmeden siyasi, politik ve sosyolojik hatta mali, karşı hamleler yaparak pasif duruma getirilmelidir.
Yoksa, medya ve iletişim alanları başta olmak üzere, her alanda olan ve tıkır tıkır faaliyetlerini sürdüren bu feodal aileler, öyle hamleler yaparlar ki, size; “Ben küresel güçlere ve onun işbirlikçi taşeronları olan feodal ailelere hizmet etmedim, bundan sonra da hizmet etmem” dedirte dedirte, hizmet ettirir de haberimiz bile olmaz.
Bu konular da; “SİZİ UYANDIRIYORUZ” diyerek iyiye kötü, kötüye de iyi diyerek; yazıp, çizen, konuşan ve çay sohbetlerinde yüksek sesle bunları konuşmakla kalmayıp, sosyal ağlarda bunların yayınlarını yapanların UYUTAN olma ihtimaline karşı çok dikkatli olunmalı ve onların etkileri altında kalınmamalıdır.
Mevlam milletimize ve devletimize zeval vermesin; Hain planları olanlara da fırsat vermesin. AMİN…
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

ÖZÜR İKRAMİYESİNDEN VERGİ ALMAK CAİZ MİDİR?
24 yıldır Türkiye de üretim yapan Japon Honda Türkiye fabrikasını kapattı.
Fabrikayı kapatırken de 10 yıldan fazla çalışanlarına tazminata ek olarak +48 maaş ikramiye, 10 yıldan az çalışanlarına da +40 maaş ikramiye verdi. İş kanununa göre bir kişi, kaç yıl çalıştıysa o kadar yıl sayısına göre tazminat ödemesi alabiliyor.
10 yıl çalıştıysa 10 maaş, 24 yıl çalıştıysa 24 maaş tazminat ödenmesi gerekir. Ama Japon Honda otomobil firması, Gebze’deki fabrikasını kapatırken, işçisinin hizmet yılına bakmaksızın sanki bir fiil 40 ve 48 yıl çalışmışlar gibi tazminat ve ek ikramiye veriyor.
Bizim ülkemizde ise fabrikayı kapatırken tazminat vermemek için kırk takla atan patronlar varken ne büyük bir cömertlik.
Japon Honda bu cömertliği neden yapıyor?
Japonya’da iş garantisi vardır. İşçiyi işten atmazlar. Yazılı olmasa da işten atmamaya söz vermişlerdir. Geleneklerine bağlı olup, dünyanın neresinde olursa olsun bu “iş ahlakını” sürdürmek isteyen Japonların otomobil firması HONDA Türkiye’deki faaliyetlerinde bu iş ahlakı sözünü ve geleneğini yerine getiremediği için işçisine hem tazminat, hemde özür mahiyetinde yüklü “özür ikramiyesi” ve bazı hediyeler verdi. Yani adamlar giderken Türk patronlara, işverenlere ve Türk halkına önce adalet, iş ahlakı ve insanlık dersi verdi.
İçimizi ısıtan bu haberden sonra, sıcaklığı birden bire kaybeden buz bir haberle karşılaştık.
Maliye Bakanlığı’nın, Honda emekçilerinin tazminatlarının %40’a yakınına “gelir vergisi” adı altında kesinti yaptığı ortaya çıktı.
Adeta nefes almamızdan bile vergi istenme durumuna adım adım gelmekten endişe ettiğimiz şu zamanda; Maliye Bakanlığı sanki; ‘’bu kadar tazminat size fazla’’ diyormuş gibi yapıp işsiz kalanların ‘özür ikramiyesi’ne %40’a yakın vergi kesintisi yapıyor. Genel hesap yaptığınızda Honda’nın Türk işçilerine verdiği özür ikramiyesine adeta “devlet çökmüş” gibi bir tuhaf sonuç çıkıyor.
İşçilerde “bunda haksızlık var” deyip vergi dairesi aleyhine dava açıyorlar.
Gelin bu süreci en başından aktarayım sizlere…
Bu paranın mücadelesini 1,5 senedir sürdürüyorlar. Honda çalışanları hakları olan kanuni tazminatları peşin alıyorlar. Honda’nın gönlünden kopan “özür ikramiyesi” ni de parça parça alma teklifini kabul ederler. Bu paralarda taksit taksit bankaya yatmaya başlayınca maliyenin haberi olur ve bu paraları da gelir vergisine tabi tutarlar.
Şimdiye kadar banka hesaplarına yatan ‘özür ikramiyesi’nden kesilen miktarın 100 Milyon TL’den biraz fazla olabileceğini söylüyor işçiler.
İşçilerde itiraz ederler önce. Bu kesintileri adil olmadığını dilekçeler ile itiraz ederler önce vergi dairesine, maliye ve Maliye bakanlığına. Herhangi bir geri dönüş alamayınca da mahkemede haklarını aramaya karar verip, vergi dairesi yani Maliye aleyhine dava açmaya karar verirler. Ancak toplu şekilde dava açmanın riskli olabileceği düşünürler. İlk başta aralarında masraflar için para toplayarak 3 kişi için dava açtırırlar.
Dava sonucunda mahkeme işçileri haklı bulur ve Honda’nın ödediği ek tazminatlardan (özür ikramiyesinden) yapılan gelir vergisi kesintilerinin geri iadesine karar verir. Davayı kazanan 3 kişinin paraları iade edilir.
Bu kararın emsal olacağını düşünen işçiler bayağı ümitlenirler. Yaklaşık 600 kişi toplu şekilde mahkemede haklarını ararlar. Ancak işler ters gider. Açtıkları ilk 3 davada olumlu karar veren mahkeme, bu sefer farklı bir karar alarak red cevabı verir. İşçiler artık davayı kaybetmişlerdir. Aynı mahkemenin aynı içerikteki dava dosyalarında birbirinden farklı hatta çelişkili diyebileceğimiz kararları sonucunda ilk davayı açanlar kazanıp kesilen paralarını iadelerini alırken, sonra dava açanların, davayı kaybetmesi sonucu dosya ve mahkeme masrafı olan 2300 TL ödemek zorunda kalırlar.
İşçiler ise bu durumu Adalet Bakanlığına, Maliye Bakanlığına, Sosyal Güvenlik Bakanlığına ve CİMER’e defalarca yazmalarına rağmen herhangi olumlu yada olumsuz cevap alamadıkları gibi, banka hesaplarına parça parça banka yatan ‘özür ikramiyelerinden vergiler otomatik olarak tahsil edilmeye devam edilir. Honda Türk işçileri için elinden gelen her türlü fedakarlığı hem maddi hem manevi olarak yerine getiriyor. Çalışanlarda onlara teşekkür edip minnet duyduklarını söylüyorlar. Ama kendilerini yok sayan bakanlıklara ise çok öfkeliler.
Bizim ülkemizde ise, yerli motoruyla birlikte traktör üreten fabrikayı kapatıp, tazminat vermemek için de 15 yıldır takla atan yerli patronlar varken “dinsiz” Japon Honda’nın sergilediği iş ahlaki ve cömertliği takdire şayandır.
Bu çelişkili durumlara baktığımızda;
Honda’nın gönlünden kopan ve parçalar halinde hesaplara yatan hediye parayı gelir görüp vergi kesen sistem zulüm sistemi değil mi?
Yarın bir gün ailemizden olmayan birine ihtiyaçlarını karşılaması için her ay yardım parası gönderdiğimizde vergilendirme sisteminde, bunu “gelir” olarak görüp vergide keserler mi? diye sormadan edemiyoruz.
Bütün bu yazdıklarımı okuduktan sonra; “Bunda bir tuhaflık yok. Gelir vergisi kesmişler. Cebine para giren her çalışan öder bunu. Olağan dışı bir durummuş gibi anlatmanın anlamı yok!” diye bir itirazda bulunanlar elbette çıkacaktır.
Sistem için fark etmiyor. Sistem hediye yada özür ikramiyesi olduğuna bakmaz. Ama “vergiyi tahsil edebilecek miyim” diye bakar. Ama bakarken de işsiz kalıp kalmadığına bile bakmaz.
Ülkenin adalet ve yargı sistemindeki hakimler bile aynı içerikli dava dosyalarında birbirinden çelişkili bu kadar tutarsız kararlar verirken, ‘özür ikramiyesinden kesilen gelir vergileri çokta bir anlam ifade etmiyor aslında. Çünkü adaletsizliğin normalleşerek sürdürülebilir olduğu ülkelerde devleti idare eden hükümetler vatandaşının kazancına sanki doğal ortak gibidirler…
İlahiyatçılara, hoca efendilere ve Diyanet’e soralım şimdi; Özür İkramiyesinden vergi almak caiz midir !?
Devletin dini; önce ahlak ve adalettir !!
Devletler elbet vatandaşlarından ve kurumlardan aldığı vergilerle hizmet götürür. Ancak vergide adalet olmayınca vergilendirme zulme dönüşür. İş yerleri de ağır vergi yükünün altında daha fazla dayanamazlar ve iş yerlerini kapatır. Evine ekmek götürmek için alın teri döken insanımızda işsiz kalır.
Vergide adaletsizlik normalleşirse, o ülkenin başta ekonomisi olmak üzere çöküşünü kimse engelleyemez. Ekonimide çöküş olursa, diğer alanlarda çöküş yaşanması kaçınılmaz olur.
Mevlam içimizdeki adaletsizler ve akılsızlar yüzünden ülkemize zeval vermesin.
…
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

SOSYAL MEDYA KESİNTİLERİ VE KOMPLOCULAR
Birkaç gün önce Facebook, Instagram ve WhatsApp sosyal ağlarına erişimin 6 saat kesintiye uğraması esnasında gelişmeler yaşanmıştı.
Göze çarpan gelişmelerden biri de, tv şovmenine dönüşen akademisyenler ile komplo teorisi üzerine üfürmeler yapan stratejistcikler şunları diyorlardı;
“Küreselcilere karşı sivil insiyatifcilerin büyük başkaldırının başlangıcıdır…” diyenler kadar; “bu olanlar küreselcilerin kendi aralarındaki didişmedir” diyerek aksini söyleyenler bile çıktı.
Ama ne ilginç ki, bu birbirine zıt komplo teorilerini küresel çaptaki iki büyük platform olan Twitter ve Youtube’den yapıyorlardı. Diğer küçüklerde bu görüşleri yayanları saymıyorum bile!
Peki öyleyse;
Üç büyük platforma (güya) operasyonla “fişlerini çeken” sivil insiyatifçiler ve halklar diğer iki büyük platform olan; Facebook’a, Youtube’a ve diğer küçüklere niye bir şey yapmadılar?
Küreselciler birbirlerine zarar verecek olan böyle bir operasyonu neden yapsınlar?
Bırakın bu paranoya dolu uçuk komplo teorilerini Allah aşkına !
Çünkü Komplo teorisi; bir olayın veya durumun, diğer açıklamalar daha olanaklı iken genellikle değişkenlik gösterir. Bu değişkenlik bilinçli yada bilinçsiz farklı politik zihniyete sahip, kötücül ve güçlü grupların komplolarına başvurulan açıklanmalarına dönüşebilir. Buda onlara hizmet edebilme kabiliyetine dönüşebilir.
Komplo Teorileri aynı zamanda, ön yargıların ve yetersiz kanıtların üzerine bina edildiğine yönelik küçümseyici bir yan anlamı da bünyesinde barındırır.
Komplo teorileri öyle ilginç bir şeydir ki; itiraz edilecek her türlü argümana şiddetle direnmeye meyilli olduğu için hüsnü kuruntular ile pekişirler. Bunun yanında teoriyi hem yalanlayan hem de doğrulayan bulguların yokluğunda ise teorinin doğruluğuna dair gerçek kanıtmış gibi yorumlanır.
Bu tür komplo yorumlamalarında ısrarcılık olursa ne olur?
Tabiki en tehlikeli olan bir üst safhaya geçilir. O safhada ise, komploların doğrulanmasındaki gerçekci kanıt alanından, kendi değersayımları arasında sıkışıp kalır. Sonrasında ise kültürel temelli dini inanç alanında doğrulanması gibi hastalıklı olabilecek son seviye olan paronayaklığa geçmelerine yol açar.
Peki bu kültürel din nedir?
İsevi, musevi, acem kültürü ve kabalist düşünceler felsefesi ile coğrafyamızda hala etkisini sürdüren geçmişteki atalar dininden kalan geleneksel ezberci öğretilerin İslam dininin esasları ile birlikte harmanlandığı karma bir kültürü, gerçek İslam diniymiş gibi zannedilmesiyle ortaya çıkan uydurulmuş bir dindir.
Komplo teorilerinin zedelenmiş ve uydurulmuş inanç alanında doğrulanması gibi bir safhaya gelindiğinde, aleyhimize ne kadar tehlikeli olabileceği daha iyi anlaşılacaktır sanırım.
Komplo teoricilerinin kötücül olanları kadar iyilikçi olanları var mı?
Bu soruya Reason dergisi editörü Jesse Walker’ın yapmış olduğu beş çeşit komplo teorisi sınıflandırmasının cevap olabileceğini düşünüyorum.
“Dışarıdaki Düşman”: bir topluluğa karşı dışarıdan entrikalar düzenleyen figürlere dayanan komplo teorilerini ifade eder.
“İçerideki Düşman”: ülke içinde gizlenip sıradan vatandaşlardan ayırt edilemeyen entrikacıları baz alır.
“Yukarıdaki Düşman”: olayları kendi kazançları için manipüle eden güçlü insanları konu eder.
“Aşağıdaki Düşman”: toplumsal düzeni altüst etmeye çalışan alt sınıfları içerir.
“İyi huylu komplolar”: perde arkasından çalışıp dünyayı iyileştiren ve insanlara yardım eden insani ve ruhani kuvvetleri konu eder.
Komplo Teorileri zararlı mı?
Komplo teorilerinin bazen toplumu uyanık olmak ve olayları çözümlemekte faydalı yönleri de olabilir. Eğer varlığı kesin kanıtlanmış ya da kuvvetli varsayımları farklı bir şekilde harmanlayıp alternatif öneriler getiriyorsa, dikkate almakta fayda olabilir. Ancak esrarengiz güçlerden, ancak filmlerde görülebilecek kusursuzlukta komplolardan ya da hiç bir bilimsel kaynağa dayanmayan iddialardan bahsediyorsa büyük ihtimalle yanıltıcı bir komplo teorisi ile karşı karşıyayız demektir. İşte bu tür komplo teorileri zararlı olabilir.
Buna rağmen yanıltıcı olanlar sürdürülmek isteniyorsa; psikolojik düzlemde böyle komploların ısrarcılığının altında yatan sebebinin Makyavelizm ve paranoya arasında yüksek seviyeli bir ilişkisi olduğu bilimsel olarak saptanmıştır.
Makyevelizm; politik münafıklık ve üçkağıtçılık felsefesi olduğu kadar, soğuk ve psikolojik manipülatif (yani insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri hâlde etkileme veya yönlendirme) davranışları üzerine odaklanmış psikolojik düşünce ve davranışsal bir özelliktir.
Paranoya ise; aşırı endişe veya korkuya ve bunuda dışarı vurmaya dayalı sıkça mantıksız kuruntularla bilinen bir psikiyatrik rahatsızlıktır.
Velhası kelam; komplo teorileri bunların bütününden başka bir şey değildir.
Komple teorileri kavramı üzerine bu değerlendirmelerden sonra tekrar dönerim konumuza:
Hiç bir güç sosyal medyadan mahrum kalmak istemez!!
Günümüzde bizler, sosyal ağları ve sosyal medyayı iyilik için, küreselciler ise kötülük ve halkı manipüle etmek için kullanırlar. Sonuç olarak Sosyal Medya her iki kesime de hizmet eder…
21.YY’de Sosyal Medya Biterse/Çökerse kim kaybeder!?
Küreselciler geleneksel medyayı kullanarak yollarına devam edecekleri için en az zararla çıkarlar. İyiliği tavsiye edip kötülüklere karşı uyarıcı güç olan sivil insiyatifciler ve halklar ise kaybeder. Çünkü iyiliğin etkisinin gücü, kötülüğün etki gücünden kat be kat fazladır. Sosyal ağlar ve Sosyal Medya ise iyiliği yaymada günümüzün en etkili aracıdır.
Yazıma son verirken, Komplo Teoriciliğinden ekmek yiyerek geçim kaynağı haline getirenlere şunu hatırlatmak isterim;
Sosyal Medyayı çökertmek için operasyonlar çekmek kimsenin menfaatine değildir artık. Çöküş dönemi yaşayan küreselcileri gözümüzde devleştirmeyelim artık. Bu yanında da sivil insiyatifcileri de olmayan gerçekleşmeyen bir zaferin şarhoşluğuyla uyuşukluğa sevk etmemekte önemlidir.
Üç büyük platformdaki 6 saatlik kesintinin teknik bir arızadan meydana geldiği gerçeğini kabul edin artık. Üç beş daha fazla kitap satmak ve sosyal medyada fazla takipçi kazanmak için aklımıza dalga geçmeyi de bırakın.
“Çay” sohbetleri yapıyormuş gibi anlatım yapan “iyi huylu komplocular” rollerine girmekten de vazgeçin.
Vesselam…
Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

CEHALET GERÇEKLERİ YOK SAYMAKTIR
Cehalet; bilmemek değil, gerçekleri yok saymaktır...
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı katıldığı bir etkinlikte; “O çılgın kanal yapılmalıdır. İstanbul boğazı milletler arası bir trafiğe müsait değildir” diyerek Kanal İstanbul destekçisi çıkmış.
Tarihçiliği roman kıvamında olsa da, kendisini severim ve izlemekten de keyif alırım. Ama maşallah öyle bir havası ve edası var ki, sanki o her şeyin profesörü, o her şeyi biliyor, bilmediği hiçbir şey de yok.
Ama uzman olmadığı ve gerekli minimum bilgiye bile sahip olmadığı Kanal İstanbul konusunda konuşması yanlıştır. Katıldığı etkinlikte ise resmen saçmalamış.
Saçmaladığı Başlıklara Şu Yorumları Yapmayı Uygun Buldum;
Aklı başında jeolog dediği Celal Şengör, her ne kadar kendi bokunu yemiş olsa da zaman içinde gerçekleri gördükçe İstanbul Kanalına karşı mesafeli duruyor.
Kanal İstanbul ile ilgili olarak doğa, sosyal, güvenlik ve iktisat bilimleri vb. alanındaki sağlam bilimsel argümanlara bakmamış İlber hoca.
Gemi tonajları arttığı için yıllara göre boğazdan geçen gemi sayıları azalıyor. Tehlike arz ettiği söylenen petrol gemilerinin sayısı ise hızla azalıyor ve 2023’e kadar daha da çok azalacak. Sebebi yeni petrol boru hatlarından dolayıdır.
Kanal İstanbul toplam 7 yıl sürecek bir proje. Beklenen büyük İstanbul depremi gerçeği ile çevreye ve toprağa vereceği zararlar ve içme suyu kaynaklarının yok olması gerçeği varken “şimdi sırası mı?” diyebilirdi İlber hoca.
Beklenen İstanbul depremi gerçekleştiğinde iki boğazın ortasında kalan insanları acil tahliye edemeyeceğimizi aklına getirememiş İlber hoca.
Doğamızı, ormanlarımızı, içme su kaynaklarımızı ve toprağımızı Karadeniz’in tuzlu suyuyla heba edeceğiz.
Çılgın dediği Kanal İstanbul yapılınca, Montrö sözleşmesi gereğince İstanbul boğazından gemi geçişini kimse engelleyemez.
Çok gemi geçerse deniz kazaları olurmuş. O zaman Kanal İstanbul yüzünden nüfus artınca havalimanında kapasitesi artacak ve şehrin üzerinden geçen uçak sayısı da artacak. Bu durumda sık sık uçak düşebilir diyemeyiz.
Yabancı gemi trafiğinin derdi bizi çokta germemeli. Fırtınalı havada bile en fazla 2 gün bekleyen gemi 1 gün daha beklesin. Kendimizi germemize hiç gerek yoktur.
Madem, İstanbul Boğazı milletlerarası gemi trafiğine yetersizse Çanakkale boğazı da yetersiz olur bu durumda. Çanakkale’ye de Kanal İstanbul’un karşılığı yapılması gerekecek. Hem Çanakkale’ye kanal yapmak Kanal İstanbul’dan daha kolay.
Karadeniz ile Marmara Denizini birleştiren İstanbul Boğazının yaklaşık uzunluğu 30 km dir. Genişliği ise yer yer değişmekle birlikte en dar yeri, Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arasında olup yaklaşık 700 metredir. En geniş yeri 3 bin 500 metreyi bulmaktadır.
Kanal İstanbul’un uzunluğu 40–45 km; genişliği yüzeyde 145–150 m (250 m diyenlerde var) tabanda ise suyun derinliği 25 m olacak. Tabii birde su akışı İstanbul boğazına göre iki kat hızlı olacak. Üstelik akış muhtemelen Karadeniz’den Marmaraya tek yönlü olacak. Bu durumda İstanbul Boğazı daha güvenli.
İlber hoca vakıf olmadığı bazı konularda böyle cömert yorumlara girişmese ve bu işi denizcilere bıraksa daha iyi olacaktır.
İlber hocanın Kanal İstanbul destekçisi modasına uyması; önce ihtiyaç olduğunu söylemesi, boğaz trafiğini kendine dert edinip, sonrasında işi ekonomiyi canlandırmaya getirmesi akademisyenlik değil, sanki iflas etmeye (habitat eğmalehüm) çok hevesli olan tüccar kafasıdır.
Tarih bilimcisidir kendisi. Kanal İstanbul’u ilgilendiren coğrafya, fizik, ekonomi vb onun alanı değil. Hiç kimse her konuda uzman olamayacağına göre o da fikirlerini sadece tarih çerçevesinde söylemesi gerekir.
Tıpkı matematik ve mantık gibi beşeri ilimlerden bi haber Türk tipi İLAHİ-YAT’cıların her şeyi en iyisini bildiklerini sanması gibi bir şey İlber hocanın bu söyledikleri sanki…
Kendisini son İstanbul yerel seçimlerinden bir hafta öncesinde, akçeli işlerde şaibeli Binali Yıldırım ile seçim propagandası yapmak için gezdiği videoyu Youtube de izlemiş ve boy boy fotoğraflarıyla da politize olduğunu görmüştük.
Hulki Cevizoğlu örneğinde olduğu gibi, belli bir yaştan sonra mücadele edecek güçleri kalmadığı için muhalifliği bırakıp gücün yanına geçerek rahat etmeyi seçiyorlar nedense…
Yani “emeklilik” gibi birşey…
Topkapı Sarayı müdürlüğü görevini sürdürürken kendisini kovan dönemin başbakanı için bir süre sonra; “Tayyip Erdoğan başkan olmak istiyormuş, olsun. Ama Türkiye bunu kaldırmaz” demeci vermişti.
Onca üniversite, kütüphane hatta milli kütüphane varken kendisini kovanın, “Külliye” diye isimlendirdiği sarayına “servetim” dediği şahsi kütüphanesini “kimse ellemesin” diye bağışlarken bile ders veremeyip, son dersini boş geçiren İlber hocanın, ahir ömrünün bu safhasında yalpalaması ise bir çok kişiye ibretlik ders olacaktır.
İlber hoca son dersinde; “Çok cahilsin! Ama cehalet, bilmemek değil gerçekleri yok saymaktır…” diyebilseydi keşke…
Vesselam… Sadi Özgül
0 notes
Photo

AYRICALIKLI OLAN BU MİLLETİN GENÇLERİDİR... KATARLILAR DEĞİL‼
AKP tipi sözde Siyasal İslamcılar; "Siyasi rant elde etmek için sınav öncesi çarpıtma haberlerle gençlerimizin motivasyonunu bozmaya hakkınız yok." diyerek muhalefeti suçluyor olsalar da, asıl motivasyon bozuculuğunu kendileri yapmıştır.
AKP tipi sözde Siyasal İslamcıların birkaç gündür süregelen telaşelerine sebep olan yedikleri büyük haltı saklamak için yaptıkları savunma telaşesi içindeyken, açığa çıkardıkları acziyetlerini yine gülerek izlemeye devam ediyorum.
Sosyal Medya üzerinden yayınladıkları mesajlarında şu mesajı veriyorlar. "Medyada yer alan Katar-Türkiye ile ilgili eğitim protokolü sadece askeri eğitim anlaşmasından ibarettir. Gençlerimiz aylardır YKS sınavı için emek veriyor. Gündem oluşturmak, siyasi rant elde etmek için sınav öncesi çarpıtma haberlerle gençlerimizin motivasyonunu bozmaya hakkınız yok" diyerek muhalefeti ve diğerlerini suçluyorlar olsalar da, sınava giren gençlerimizdeki asıl motivasyon bozuculuğuna bizzat kendileri sebep olmuştur. Hatta kendileri yapmıştır bile diyebiliriz.
Peki bunu nasıl yapmış olabilirler !?
Sanki başka birgün yokmuş gibi, Katar-Türkiye arasında 2 ay önce imzaladıkları eğitim alanında işbirliği protokol/sözleşmesini, tam da YKS sınavı arefesinde Resmi Gazetede yayınlamak suretiyle ilan edip, resmen yürürlüğe sokulması neticesinde; ‘Erdoğan'ın, Katarlı bazı çok üst düzey azınlıkların Z kuşağı çocuklarının Türkiye'de “ayrıcalıklı” olarak TIP dallarında okumalarının yolunu açtığı ve önlerini kestiği endişesi’ ile sınava giren bizim gençlerimizin de moralini ve motivasyonu bozmuştur.
Şimdi de bunun siyaseten doğuracağı zararı ve olumsuzlukları asgariye indirmek için, bu gelişmeyi farklı bir sansosyenel manşetle haberleştiren haber kanallarının "katarlıları sınavsız üniversiteye alacaklar manipilasyonu yaptılar” diyerek kurtulmaya çalışıyorlar. Bu yönde (sınavsız) haber yapanlarda aşırıya kaçtıkları içinde “özür” mesajı yayınlıyorlar.
Madem öğrencilerin motivasyonlarını çok düşünüyorlardı, sınav arefesinde o protokolu/sözleşmeyi yürürlüğe niye soktular öyleyse !? Neden iki yada üç gün daha beklemediler!?
Hangi sebeple olsun, istedikleri kadar özür dilerse dilesinler, ne kadar yalanlamalar gelirse gelsin, ne kadar mazeretler üretirse üretsinler; ortadaki var olan büyük kusurun üstü örtülemez artık.
Boşuna çırpınıyorlar... Bu sorulara cevap veremedikleri müddetçe çırpınmaya devam ederler. Çırpındıkça da daha çook batarlar... Bu kadar basit bir dikkatsizliğin ve öngörüsüzlüğün doğuracağı sonuçları hesap edemeyip, böyle bir karmaşaya sebep olan iktidar, hükümet etme kabiliyetini yitirmiştir artık.
Bizim gençlerimizin ise, protesto ve itiraz kabiliyetleri biraz daha gelişmiş olsa idi, YKS sınavını tüm Türkiye çapında bugün protesto edip boykot etselerdi başta YÖK olmak üzere hükümete de; "aklınızı başınıza alın. Asıl ayrıcalıklı olanlar bu milletin gençleridir..." mesajlı büyük bir uyarıda bulunmuş olurlardı.
YÖK de sınava girmeyen öğrencilere sıfır puan verse de, hiç anlamı olmazdı. Katılım olmayacağı için sınavı yenilemek zorunda kalırdı.
Bu işi organize etmeyi akledemeyen başta muhalefet kanadını temsil eden Millet İttifakı partileri; CHP, İYİ PARTİ, SAADET PARTİSİ olmak üzere diğer tüm muhalefet partilerinden de bir cacık olmayacağını, hep beraber millet olarak izlemeye devam ediyoruz.
Cumhur ve Millet İttifaklarının dışında üçüncü bir ittifak kurmak zorunlu hale gelmiştir artık.
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

YOKLAMA; SEKİZ !!
Türk siyasi tarihinde liberal sağ iktidarlar mafyayla bir olup hukukun dışına çıkarak mafyalaşmıştı. Bugün ise, aynı mafyatik camianın üyesi olan Sedat Peker'in ifşaları, mafyatik yapıların siyasete etkilerinin daha da genişlemiş olduğu sonucunu çıkar mı?
“Yoklama zamanı geldi!” diyerek 20 yıldır dokunulmaz denen bazı tabuları ifşâ ederek yıkmaya devam ederken, nerede duracağı da pek belli olmayan Peker'in geçtiğimiz hafta sonunda yayınladığı sekizinci videosuyla, seviye geçişlerinde hızlanmaya başlamış gibi görünüyor.
Peker'e; “Sokak serserisi, üçüncü sınıf mafya, organize suç örgütü lideri...” gibi sözlerle kim ne derse desin, ifşalarıyla Türk siyasi tarihinde 19 yıllık bir iktidarın değişimine sebep olacağa benziyor.
Sedat Peker'in; “Benim adıma SADAT tarafından terör örgütü El Kaide'nin Suriye kolu olan El Nusrâ cihatcılarına tonlarca silah gönderildi” demesi, uluslararası suçlar işlendiğini ve bu bağlamda eğer Süleyman Soylu görevden alınmazsa bundan sonra olacaklardan siz sorumlu olursunuz uyarısıdır diyenler olsa da, bu yeterli bir sebep olmadığı apaçık ortadadır.
Ama aynı Sedat Peker, bugün Türkmenlere insani yardım adı altında, tırlarla Suriye’deki terör örgütü El Nusrâ'ya silah taşıdığını bizzat itirâf ederken, 2016’da MİT tırlarını haber yapan Aydınlık gazetesini değilde, tekrar haberleştiren Can Dündar'ı asmakla tehdit etmişti.
Aynı dönemde; TIR olayını ifşa eden CHP’li Enis Berberoglu’nun vekilliği düşürüldü. TIR ları yakalananlar değil de, yakalayan savcı ve polisler hapse girdiler ve 6 yıldır hapisteler. "Vallahi Türkmenlere gitmiyordu" diyen Tuğrul Türkeş bakan oldu. Yine bir başka vekil Eren Erdem hapse atıldı.
Tekrar dönelim Peker'in son ifşalarına... Bu ifşalarla yetinmeyen Peker; 15 Temmuz darbe kalkışmasını toplumun bir kesiminin nazarında şüpheli duruma düşürebilecek sözler söyleyip; “Bir sonraki video da, Tayyip abi ile karşılıklı sohbet edeceğiz” diyerek çıtayı bir kaç seviye yükseltiyor.
Peker'in iddialarının doğru olduğunu var saydığımızı düşünelim birazda;
Suriye üzerinden yasa dışı ticaret ağını anlatırken, verdiği isimleri ile geçmiş videoları birlikte değerlendirdiğimizde; Sözde Siyasal İslamcılar, ne olur ne olmaz ileride belki şantaj yapmak için lazım olur diye; kardeş kardeşi, oğul babayı, baba oğlunu, damat kayınpederini, kayın peder damadı fişlerken; en “Kahpe Bizans" entrikalarına nasıl taş çıkardıkları tek tek ortaya dökülüyor. Hatta dökülmeye de devam edecek gibi görünüyor diyebiliriz.
Velhasılı kelam; Türk siyasi tarihinde liberal sağ iktidarlar terör meselesini istismar ederek mafyayı kullanılır hale getirmek için önce meşrulaştırdılar. Ama sonrasında ise her ne hikmetse, hukukun dışına çıkan liberal sağ iktidarlar da mafyalaştı. Bunun en bariz örneği ise, Susurluk Kazasında ifşa olmuştu.
Bugün ise, Sedat Peker'in ifşalarıyla birlikte bu yapı sadece liberal sağ iktidarlarla değil, dindar görünümlü sözde Siyasal İslamcı iktidarlarda da tavan yaptığı ortaya çıkmaya devam ediyor.
Peker'in ifşalarıyla, devlet yönetiminin mafya-siyaset arasına sıkıştırıldığı gün yüzüne çıkmaya devam ederken, devlete ve hükümete yönelik güven bunalımı yaşayan Türk toplumana yenileri katılmaya devam edecektir haliyle.
Ancak benim bir başka arzum daha var!
Tahminin siyaset-mafya ilişkileri ifşa edilirken, siyaset-tarikat ilişkilerini de ifşa edileceği yönünde gelişmelere şahit olabiliriz.
İşte bunlar yapılırken, gizli istihbarat servisleriyle işbirliği içinde olan işbirlikçi tarikatlerde ifşa olsa ne iyi olurdu.
Vesselam... Sadi ÖZGÜL
1 note
·
View note
Photo

HENİYYE’NİN KILICI...
Hamas lideri İsmail Heniyye, yaklaşık iki hafta önce “Kudüs Kılıcı Operasyonu” ile ilgili açıklama yapmak üzere basının karşısına geçtiğinde, destek veren ülkelere teşekkür etmişti. Ama Türkiye’ye teşekkür edip selam yollamadı. Neden?
Hamas lideri İsmail Heniyye, Siyonist terör devleti İsrail’e yönelik başlatıkları “Kudüs Kılıcı Operasyonu”n sona ermesi sonrasında açıklama yapmak üzere basının karşısına geçmişti.
Heniyye: "Direnişin ve Kudüs’ün yanında duran herkese minnettarız. Parasını ve silahını bizden esirgemeyen İran İslam Cumhuriyeti’ne de çok teşekkür ediyorum" demesi hayli ilgimi çekti.
Peki Heniyye açıklamasında neden Türkiye'ye özel teşekkür ve selam yollamadı ki !?
Sokaklara çıkıp tıpkı Zeki Müren gibi "kahrol düşman" demiştik o kadar.
Bununla da yetinmedik Türkiye'de yaşayan asker kaçağı genç Suriyeli mültecileri meydanlara toplayıp; "Mehmetçik Kudüs'e" diye sloganlar da attırdık.
Damadın Selçuk paşamızın radara yakalanmayan TB2 İHA/SİHA' ları Gazze'ye yardıma gitsin dedik.
Yere göğe sığdıramadığımız yerli ve milli güdümlü füzelerimiz, Gazze'den İsraile korunma amaçlı atılsın bu zulüm dursun dedik o kadar.
Hükümetimizin "Filistin'e en büyük desteği verdik" demesine çok sevindik
Ehli dindar bir vatandaşımızın milyonluk lüks arabasının kaskosunu yakmak pahasına gözünü kırpmadan İsrail'in İstanbul konsolosluğu önünde arabasını cayır cayır yakma görüntülerini "Allahu Ekber" diye tekbir atarak izledik.
Mehmetciği Kudüs'e gönderemesekte, operasyonlar bitiğinde de, diğer konulardaki taleplerimize yerine getirildiğini ve Türkiye'nin yardımıyla Gazzelilerin galip gelindiğini düşünerek bizde bundan mutluluk duyduk.
Sevincimiz fazla sürmedi !!
Sevincimizi kursağımıza bırakan İsmail Heniyye'nin açıklamalarıyla anladık ki; Boşuna mutluluk duymuşuz. Bunların hiçbirini bizimkiler gerçekleştirememişler. İslam aleminin geçmişte olduğu, tıpkı bugünde kimsenin yardım etmeyeceğine emin olan istismara meyilli bazı siyasilerimiz gelişmeleri siyasi iç ranta çevirme amaçlı şovları sürdürmek isterlerken, sözde siyasal İslamcıların bir kesimine göre Cehennemlik Şia İran'ın her şeyi saman altından su yürütür gibi Gazze'lilerin kazanmasına yönelik muazzam destekleri sessizce yaptıklarını öğrenmiş olduk.
Bu İRAN da nereden çıktı şimdi?
Ne güzel seviniyor, "Ortadoğu da bizden habersiz yaprak kıpırdamaz... Ortadoğunun abisi biziz" havalarına ne güzel girmişken bu "cehennemlik" ŞİA İRAN siyasilerimizin iç siyasete yönelik planlarını alt üst etti.
Peki bu durumda bize ne kaldı ve neyle avuttuk kendimizi !?
Uydu yayını yaparak Kılıç operasyonu haberlerini dünyaya duyuran ve canlının en canlısını seyrettiren Gazze TV leri ve El-Cezirenin haberlerini Copy+Paste klavye mücahidliği yapmakla avuttuk kendimizi. Yani millet olarak avuntumuz züğürt tesellisi mücahidliği gibi bir şey oldu.
Kılıç operasyonu sonrasında sıcak çatışmalar durduktan sonra İRAN'ın İsrail ve Mısır istihbaratlarını atlatarak, silahları Gazze'ye nasıl ulaştırabildikleri konusunda komplo teorisyenleri çok şeyler yazıyorlar.
İsrail'in İRAN'dan ve o bölgeden gelebilecek füze saldırılarına karşı güvenliğini sağlayan hava radar savunma sistemlerinden en önemlisi olan Kürecik Hava Radar üstünün by-pas edilebileceğini gösterdi İsrail’in güvenliğini önemseyen devletlere.
Akla bir çok komplo teorileri gelebilir elbet.
Bu konuda bazılarına göre çok uçuk komplo teorileri gelebilir. Cevabı aranan ise; başta İsrail, Mısır, Ürdün ve diğer istihbarat servislerini nasıl atlatabilirler? sorusudur.
Belki bu sorunun cevabını dünyanın en büyük istihbarat servisleri arasında olan İsrail gizli servisi Mossad'ın yaşadığı fiyaskolar da belki bulabiliriz.
İşte o fiyaskolardan biri...
Mevzu Mossad'ın Arap-İsrail savaşı öncesinde vuku bulan ölü faaliyetlerinden biri ile ilgili. Ölü olduğu için yazıp çizmekte bir sorun olmaz. Bu hikayeyi okuyunca bayağı eğleneceğinize eminim. İlk öğrendiğimde bende canım sıkılmasın diye kendime hatırlatıp epeyce de eğlenmiştim.
1973 Arap-İsrail savaşı öncesinde Mısır Hava Kuvvetlerinde, o günün teknolojisine göre yüksek kapasiteli SSCB hibesi olan ciddi sayıda uçaklar vardı. İsrail tarafı ise bu uçaklardan çok tedirginler. Ancak uçakların teknik özellikleri bilgisine de sahip değillerdi. Teknik bilgilerine ulaşmak için kara kara düşünüyorlardı.
Bir gün cephe hattında, İsrail tarafına bir Mısırlı çoban gelir. Çoban kendisinin aracı olduğunu, bir Mısırlı subaydan kendisine gelen pusulayı getirdiğini söyler. Mısırlı subay, pusulasında Sovyet uçağı ile birlikte İsrail’e iltica etmek istediğini yazmaktadır ve karşılığında Avrupa’da bir yaşam ve para istemektedir.
Ancak İsrail tarafı ilk başlarda bu mektuba pekte inanmaz. Ama bu uçakla ilgili teknik bilgilere de büyük ihtiyaç duymaktadır. Bir Mossad katsası (case officer) şöyle bir öneri atar. Önerisinde;"Eğer bu mektup doğru ve Mısırlı pilot samimi ise, önümüzdeki pazartesi istediğimiz rotayı takip etsin. Biz de onun doğru söyleyip söylemediğini test edelim. Bunu yaparsa peşinatı ödeyelim" der.
Öneri kabul görür. Çobana bu isteklerini yazdıkları bir pusula verip, karşıya yollarlar. Mısırlı pilot gerçekten de pazartesi günü, kendisine verilen rotayı takip eder. İsrail tarafı büyük bir heyecanla bunu radardan izler. İsrail tarafında artık büyük coşku tavandır.
Bir süre sonra çoban, İsrail tarafına yine gelir. Çobana ön ödeme yapılır. Ertesi gün Mısırlı pilot uçağıyla gelecek diye, hazırlıklar tamamlanır. Ama ne gelen vardır ne giden. Bir daha da karşı taraftan asla haber alınamaz. Yani Mossad dolandırılmıştır ve paralar buhar olmuştur. Operasyon ölü faaliyet olmuştur.
Mossad atlatılamaz değildir!
İsrail servisi MOSSAD, etkili bir istihbarat yapısıdır. İnsan zekası (HUMİNT); sinyaller zekası, görüntü zekası ve ölçüm ve imza zekası gibi daha teknik zeka ile istihbarat toplama disiplinlerinde olduğu gibi kişiler arası temas yoluyla istihbarat toplama ve analiz zekası çok üstün olmasına rağmen TV dizilerinde, belgeseller ve filmlerde anlatıldığı gibi her şeye muktedir ve yöneten bir yapı asla değildir. Birçok fiyaskosu da vardır. Fiyaskolarına rağmen propaganda ve kamu diplomasisini iyi uygular.
İran'ın başta MOSSAD olmak üzere birçok gizli servisi atlatarak akla gelmeyecek operasyonlar strateji aklıyla Gazze'ye silah yardımı yapabilmesi takdire şayandır. Türk milleti olarak, Filistin'e destek vererek Kılıç Operasyonundan galip çıkmasında yardımlarını esirgemeyen İran İslam Cumhuriyeti devletini ve yöneticilerini tebrik ediyoruz.
BOP'un Türkiye ayağındakiler bu işe bozulmuşlar mıdır?
Bu olanlara tabi bozulmuşlardır. Bundan sonra ne yapacaklarını iyi takip etmek lazım. Ama bunun için önce onların kim/kimler olduğunu iyi bilip, iyi okuyup ve takibi de bırakmamak gerekir.
Peki kim bunlar !?
Dünyada Siyonist İsrail’i tanıyan ilk ülkenin Türkiye olduğunu herkes biliyor. Ama İsrail’in Türkiye’de kurulmuş olduğunu da bilmemiz gerekiyor.
Bunların güncel anlamı da şudur; Türkiye’de siyasette, ekonomide, iş dünyasında, bürokraside, diyanette, cemaat ve tarikatlarda, STK’larda, mason localarında, kısacası her alanda görünmeyen ikinci bir İsrail’in her zaman var olduğunu iyi anlamamız lazım.
İşte bu yapıya jenerik ismiyle BOP’cular diyoruz. Yani “Büyük Ortadoğu Projesi”nin Muhibbileri diyoruz.
İşte onların önceliği İSRAİL'in bölgedeki güvenliğini sağlamaktır.
Peki Heniyye’nin Kılıcına ne oldu ?
Heniyye’nin kılıcı şimdilik kınında... Bizimkilerin karton ve naylon kılıçlarını ise rüzgar ve yağmur aldı götürdü...
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

HELALİ KEYFİYET CUMHURİYETİ
Helalleşme fiili “devletin siyasi dini” geleneğine dönüşürse, o devlette ne hukuk kalır, ne sosyal adalet kalır. Yapanın yaptığı da yanına kar kalır. Helalleşmeyenler de “devletin siyasi dinidarları” tarafından vatan millet düşmanı, ahlaksızlar olarak görülür.
Uzunca bir zamandır devleti-milleti borca ve faize esir edip, işsiz, aşsız bırakmakla kalmayıp, sağlığımızı, toprağımızı, suyumuzu, oksijenimizi, ormanlarımızı, denizlerimizi, güvenliğimizi ve en önemlisi de toplum ahlakı başta olmak üzere; velhasılı huzur ve refah içerisinde yaşamamız için ne gerekiyorsa; hepsini kimin/kimlerin çaldığını ve çalmaya teşebbüs edenleri merak eden, soran, sorgulayan ve itiraz edenleri korkutmak, yıldırmak için; Anayasal ve medeni haklarını kullanmalarını yasaklayıp hem zihnen hem de fiziken hapsetmek istediler.
Bunları yaptıkları yada sebep oldukları ayan beyan ortada olmasına rağmen şimdide çıkmışlar; "Sıkıntıya düşen insanlarımızın, hepsinden helallik istiyoruz" demeye başlamışlar.
Bu sözleri ilk işittiğimde önce şaşırdım. Günümüzde "baş ustalık" dönemini yaşadığına inanılan bir siyasi hareketin; "Dicle'nin kenarında, bir kurt bir koyunu kapsa sorumlusu biziz" deme noktasından, bugün; "Sıkıntıya düşen insanlarımızdan helallik istiyoruz" deme noktasına gelmeleri 'devleti idare etmeyi beceremedik' itirafı gibi olmuştur.
Tabiki bu sözlerin halkın nazarında iki türlü karşılığı olacaktır.
"Halktan aldığı sınırsız yetkiye rağmen 20 yıldır vazifeleri hakkıyla yapamadıkları için helallik istiyor" diyenler olacağı gibi, bu tutumu "mütevazilik" kabul edip olumlu erdemli bir hareket olarak görenlerde olacaktır. Tabiki bu kişilerin değer sayımlarına göre değişkenlik gösterir.
Konumuza iki soru ile devam edelim;
1-) Helalleşme kimler arasında olur?
Sade vatandaşlar, bireysel olarak insani ilişkilerinden doğacak haklar konusunda birbirlerinden helallik isteyebilirler.
Ama devlet idaresindekiler, vatandaşlardan helallik isteyerek ülkeyi sürekli yönetemezler. Liyakat sahibi ise, zaten sorumluluğunun gereği neyse yapar. Beceremiyorsa daha iyi birisinin gelmesi için görevini bırakır. Ya da görevden alınır.
2-) Helalleşme isteyenlerin sorumlulukları ve liyakatları ne durumda?
20 yıl süren kesintisiz iktidarları boyunca 2 trilyon vergi toplayıp, 60 milyar $ özelleştirme yapılmış. Bu kadar gelire rağmen, her ne hikmetse gene de yaklaşık 450 milyar $ dış borç yapmışlar. Yani benim 4 yaşındaki torunumun doğmamış çocuklarını bile borçlandırmışlar. Buna yazımın ilk paragrafında bahsettiğim gayri hukuki yasaklamalar ve içinde bulunduğumuz ve iliklerimize kadar hissettiğimiz olumsuzlukları da eklediğimde;
Sonuç; Liyakatsız oldukları için sorumluluklarının gereğini yapmamışlar/yapamamışlar ve ülkeyi çökmenin eşiğine getirmişler.
Şimdi aklınıza; "hadi canım sende! Öyle şey mi olur? Koskoca Türkiye cumhuriyeti bu! Çökmesi ve yıkılması o kadar kolay mı?" diye bir soru gelebilir?
Bunların hepsi bir devletin zayıflayıp ve nihayetinde çöküp, yıkılmaya götürmek için yeterli sebeptir. Koskoca cihan imparatorluğu Osmanlı da işte bu yüzden çöktü ve yıkıldı.
Şimdi gelelim en can alıcı soruya;
Helalleşmeyenler “devletin siyasi dinidarları” tarafından vatan millet düşmanı, ahlaksızlar vb. olarak görülürseler böyle bir durumda ne yapılmalı?
Bundan sonra devletin çökmemesi ve yıkılmaması için; yukarıda yazdıklarımı yapanlara, yapmaya devam edecek olanlara ve yapmaya da yeniden teşebbüs edenlere, her yerde her ortamda yüksek sesle anayasal ve demokratik yollarla itiraz etmek ve halkı da buna teşvik etmek her Müslümana ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına farzdır.
Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti devleti; Osmanlı'daki gibi Osmanoğlu ailesinin mülkü ve toprakları olmadığına göre, günümüzde bir ailenin ve zümresinin Helali Ahmer Keyfiyet Cumhuriyeti de değildir. Türk milletinindir.
Türkiye Cumhuriyetinde siyasi helalleşmeler ise; iki safhada yapılır.
İlk safha sandıkta olur.
İkinci safha ise; ülke tam anlamıyla demokrasiye ve hukuka geçince yapılır. İşte bu safhada helalleşme keyfiyetinden kaynaklanan sorunların çözümü de çorap söküğü gibi gelir.
Vesselam Sadi Özgül
0 notes
Photo
“ABDÜLHAMİD SİZİ KANDIRIYORDU...”
Sultan II.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devletinde şiddetli bir kolera salgınının hüküm sürdüğü günlerde istiklal şairimiz Mehmed Akif’in başında bulunduğu Sırat-ı Müstakim mecmuasına devamlı mektuplar gelirdi...
Gelen mektupların birinde şöyle yazıyordu;
“Bir zamanlar memlekete kolera gibi veba gibi müstevlîbir hastalık gelince fedâkârlık yapılarak para ile hâfızlar tutulur ve memleketin etrafı devrettirilirdi, bugün İstanbul’da civar vilâyetlerde koleradan epeyce telefât olduğu rivâyet ediliyorken hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırâtı müstakīm hükûmete bu eski, fakat dindârâne usûlü ihyâ etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayır işlemiş olacak…”
Mehmet Akif bu mektuba Sırat-ı Müstakim dergisinde şu cevabı yazar.
“Evet, böyle bir eski usûl vardı, lâkin hiçbir vakit dindârâne değil idi! Hükûmeti sâbıka mevkiini tahkîm için millete savlet eden felâketlerden bile istifâde etmek isterdi, yoksa sârî hastalıklara karşı nizâmâtı sıhhiyyeyi tamamiyle tatbîkten başka bir tedbir olamayacağını pekalâ bilirdi.
Yıldız’da yüksek sesle tilâvet edilen Buhârîler hastalığı def’ etmek için değil, sâde dil halkın hissiyâtı dîniyyesini okşayarak hulūskâr bir padişaha ihlâs celbetmek için idi.Yoksa bir taraftan tâ Rusya hudûdundaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı tedâbîri tehaffuziyyeyi îfâettiren; diğer taraftan külhânlar dolusu kütübi dîniyyeyi cayır cayır yaktıran adamın Buhârîlere, salavât ve selâmlarazerre kadar ehemmiyet vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilir idi...”
“Salgın Hastalıklar Hafız Tutmakla Geçmez”
İyice bilmeliyiz ki gerek münferid, gerek sârî ne kadar hastalık varsa, izâlesi için tabâbetin tavsiye edeceği tehaffuzî, şifâî tedâbîrden başka yapılacak bir şey yoktur. Esâsen bir köylünün bile yakinen bilmesi icâb eden bu basit hakīkat, bizi öteden beri pek çok aldattıkları için, hâlâ olanca vüzûhuyla gözümüze çarpamıyor!” diyen Mehmet Akif şöyle devam eder; “Hazret-i Peygamber “Cenâbı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devâsını da vermiş olmasın. O halde o devâyı aramalısınız.” buyuruyor. Tabâbetten başka bir şey olmayan ilmi ebdânı ilmi edyân kadar takdîr buyuran Peygamber’den o devânın duâ kitaplarında aranması lâzım geleceği gibi bir işâret yahud bir tasrîh ise asla vâki’ olmamıştır.
Kurânı Kerîm hastalara, ölülere okumak için nâzil olmamıştır. Kurân’daki şifâ, cehelenin anladığı gibi değildir..!” diye yazar... Merhum Mehmet Akif’in yazdıklarını özetlersek;
Velhasılı kelam Mehmet Akif Padişah Abdülhamid için Saltanatını korumak için din istismarcılığı yapan biridir demek istemiş. Kuranın fiziki hastalıklara çare olmak için inmediğini, hastalıktan kurtulmanın yolunun ise temizlik hijyen başta olmak üzere doktorların tavsiyelerine mutlaka uymalarına, sultan II.Abdülhamid’in Kuran üzerinden din istismarcılığı yapmasına inanırsanız şifa yerine yerine ölürsünüz demek istemiş. 2020 başından beri içinde olduğumuz pandemi sürecinde yaşananlarla ne kadar da benzeşiyor.
Demem o ki; tarih ibret alınmazsa tekerrürden ibarettir. İbret alınmazsa Sultan II.Abdülhamid’in kolera pandemisi dönemindeki din istismarcılığını rol model alanların sonu hüsran olur.
Vesselam... Sadi ÖZGÜL
Kaynak; Sırat-ı Müstakim 5. cilt. Shf; 194-195 (Bağcılar Bld. yayınları)
0 notes
Photo

KULPSUZ FİNCANLAR
1463 Yılında, Fatih Sultan Mehmet’in Bosna’yı fethinden önce, Boşnaklar batıdan Katolik kilisesi, doğudan ise Ortodoks kiliseleri tarafından, Hristiyan olmaları için kendilerine yapılan baskılara uzun yıllar direnmişlerdir.
Önceleri Bogomil Mezhebi’ne sığınmış olan Bosnalılar, Bosna’nın fethinden sonra İslamiyeti topluca seçmişlerdir.
Ancak Hristiyan komşuları ile çekişmeler sosyal yaşam, giyim, davranış tarzında da günümüze dek devam ede gelmiştir.
Bosna ve sancaktaki kahve fincanları neden kulpsuzdur?
Bilindiği gibi Hristiyanlar istavroz çıkardıkları zaman, sağ elinin üç parmağını bir araya getirerek önce alınlarına, sonra sağ ve sol taraflarına, en son göğüslerine temas ederler. Baş, işaret ve orta parmağın bir araya getirilmesi bir Hristiyan simgesi ve adeti olarak görülmüştür.
Kahve içilirken kulplu fincanlarda, fincan kulpundan tuttuğunuzda, parmaklar istavroz çekilir gibi şekil aldığından, eskiden Müslüman Boşnaklar, bu konuda Hristiyanlar tarafından alaya alınınca, Boşnaklar, buna tepki göstererek kahve fincanlarını kulpsuz yapmışlar ve fincanı baş parmağı ile işaret parmakları arasında tutarak hilal şeklini oluşturmuşlar ve bu şekilde kahvelerini içmişlerdir.
Bu adet günümüze kadar gelmiş ve Bosna ile ( maalesef günümüzde bir parçası Sırbistan’da, diğer parçası Karadağ sınırlarında olan, İkiye bölünmüş ) Sancak Bölgesinde, kahve kulpsuz fincanlarda afiyetle içilmektedir.
Çetnik işareti yapmaları için parmakları kesildi.
Aşırı ırkçı Sırplar, toplu katliamlarda öldürdükleri bazı Boşnakları, ellerindeki serçe ve yüzük parmağını keserek gömdü.
Bunun nedeni, Müslüman olan Boşnakların ‘çetnik işareti’ yaparak ölmelerini istemeleriydi. İşte bu nedenle Boşnaklar, ‘çetnik işareti’nin yapıldığı baş, işaret ve orta parmak kahve kulpunu tutarken bir araya gelmesin diye, kahvelerini kulpsuz fincandan içer…
Çetnik selamı nedir?
Temeli eskiye dayanan ‘Baba, oğul ve kutsal ruhu’ temsil eden, baş, işaret ve orta parmağın açılıp, serçe ve yüzük parmağının kapatılmasıyla yapılır. ‘Sırp zafer işareti’ olarak da lanse edilir. Çetnik selamı, 1941’de II.Dünya Savaşı’nın işgalci Mihver Kuvvetleri, Hırvat işbirlikçilerine karşı direniş amacıyla kurulan, ama daha çok Tito’nun komünist gerillalarıyla çarpışan radikal milliyetçi, monarşist Sırp gerillalar ile özdeşleşen bir harekettir. Çetniklerin ideali, ‘Büyük Sırbistan’dır.
0 notes
Photo

PAPA, MECZUP KRALLAR ve KÖLELER
Batı Roman'ın Papası, İMF ve Dünya Bankası'nın ilkbahar yıllık toplantısına katılanlara bir mektup yazarak korona virüsün, ekonomik etkisinden muzdarip olan fakir ülkelerin borç yüklerinin azaltılması çağrısında bulunmuş.
__________
Batı Roman’ın Papası Francis; Uluslararası Para Fonu (İMF) ve Dünya Bankası’nın ilkbahar yıllık toplantısına katılanlara bir mektup yazarak korona virüsün, ekonomik etkisinden muzdarip olan, düşük gelirli fakir ülkelerin borç yüklerinin azaltılması ve küresel karar alma mekanizmalarında daha fazla söz hakkı verilmesi çağrısında bulunmuş.
Mektubunda, salgının dünyayı birbiriyle ilişkili sosyo-ekonomik, ekolojik ve siyasi krizlerle yüzleşmeye zorladığına dikkat çekerek; “Dünya nüfusunun küçük bir azınlığının servetin yarısına sahip olduğu, eşit olmayan, sürdürülemez bir ekonomik ve sosyal yaşam modeline geri dönülmemesi gerektiğini” belirten Papa, ifadelerini şu şekilde sürdürmüş; “Küresel dayanışma ruhu, en azından pandemiyle daha da kötüleşen yoksul ülkelerin borç yükünde önemli bir azalma gerektirir” demiş.
Papa’nın bu sözlerini okuduğumda ilk aklıma gelen Maradona’nın şu sözleri oldu: “Evet, ben Romanın Papası’na karşı çıktım… Neden böyle oldu? Çünkü ben, Vatikan’a gittiğimde oradaki çatıların saf altından olduğunu gördüm. Sonradan da Papa’nın vaazını dinledim. Ve o diyordu ki; Kilise yer yüzündeki tüm fakir çocuklardan dolayı üzüntü duyuyor. Külahıma anlat bunları! Üzüntü duyacağına satsana altın çatıları! Bir şeyler yapsana”
Ne güzel söylemiş Maradona!
Bütün bunları özetlersek; Papa, fakir ülkelerin borçlarını silin demiş. İktisat Hareketi olarak biz, uzun yıllardır hükümetimize ve tüm siyasi partilere;
Borçların hepsini silin diyoruz zaten.
Borca Dayalı düzen devam etmesin istiyoruz.
Sistem yeniden borçsuz olarak kurgulanabilir diyoruz zaten.
“Borç Bakanlığı” kurun, borçları tasfiye edin diyoruz zaten.
Papa “borçlar silinsin” deyince, tanrının merhametli bir dostudur deyip, uzun zamandır da; “borçlar silinebilir” diyen yerli ve milli bir akademisyen olan ve İKTİSAT HAREKETİ’nin kurucusu ve Başkanı Prof. Dr. Mete Gündoğan ve ekip arkadaşları söyleyince; “Dünyada bunun örneği var mı? Göstersenize !!” diyenlerin yürekleri ve cesaretleri varsa “faiz kaldırılmalı” diyebiliyorlar mı?
İKTİSAT HAREKETİ’nin bu teklifin doğru olduğunu kabul etmeleri için PAPA’nın çağrısını mı bekliyorlardı yoksa?
Papa bunları söylediyse; günümüzün Tapınakçıları olan Küresel Finans elitler borçları siler mi?
Papa’nın gizli amacı nedir ?
350 yıldır dini inançları gereği, Papa’lıkla birlikte ittifak kurarak tırnaklarıyla adım adım kurdukları finansal zulüm ve ifsad düzeni çökmesin ve yeniden güven tazelesin diye öyle bir silerler ki, herkes şaşar kalır. Böylelikle Küresel Finans elitlerin Ortodoks ekonomi öğretilerine aşık olmaktan aklını yitirme noktasına gelen meczup krallar ve ezberci öğreticileri ile, ezberletilmiş köleleri hep birlikte mutlu olurlar.
Avrupa’nın en büyük dini merkezi İtalya’dadır.
Ancak Papa Ortaçağ’daki gibi Hristiyanlar üzerinde etkili değildir artık. Papa günümüzde Vatikan’ın ve Opus Dei’nin büyük miktarda paralarını yönetiyor. Vatikan’ın sahip olduğu servet ve sermaye ise kilise vakıfları üzerine kayıtlı olduğu için de vergiden muaf tutuluyor.
Vatikanı, tapınakçıları ve küresel finans elitleri biliyoruz da, bu “Opus Dei” de nedir?
Opus Dei, İspanyolcada Tanrının Eseri anlamına gelir. 2 Ekim 1928’de Madrid de sıradan bir papaz olan Jose Maria Escriva De Balaguery Albas tarafından kurulan Katolik gizli bir örgüttür.
1950 yılında papalık tarafından resmen onaylanmıştır. Papalık, güçlü anti-komünist misyonu nedeniyle açık destek verdiği Opus Dei’nin statüsünü 1982’de yükselterek, örgüt önderine ve tarikat başkanlarına mahsus ‘piskopos’ unvanı verdi.
Katolikliğe sadık, laik iş, meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmak amacı ile kurulan, ama günümüzde Vatikan da en etkili olan laik kurumdur. Tüm üyeleri meslek sahibi Katoliklerden oluşmakta, her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır.
Onlara göre Papanın kimliği, Kilisenin de, Papalık Makamının da üstündedir. Papa, Tanrı Krallığının kutsal önderidir. Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette olağanüstü bir kişidir. Bu nedenle Opus Dei örgütü, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devletini yüceltir ve Kiliseyi ikinci planda görür. İşte Papa bu örgütün paralarını da yönetir.
Tabi bu bilgiden sonra, şu soruyu sormadan geçemeyeceğim; - Opus Dei’nin her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinali olduğuna Türkiye’de Kardinali var mı !?
Bu işin altında bir hinlik olduğunu şimdiden bilmekte fayda vardır.
Mevcut ekonomilerde uygulanan Borca Dayalı Para Sistemiyle birlikte, tüm Borca Dayalı sistemler çöktü.
Küreselciler ise, geçmiş eski Haçlı Seferleri gibi, yeni bir savaşı başlatıp, yakıp, yıkmanın ve kan dökmenin yüksek maliyetli olduğunun farkında oldukları için finansal oyunlarla bir taşla iki-üç kuş vuruyorlardı. Bundan sonra “merhamet eliyle” kısmi yada tam borç silmeler sonrasında, dijital borçlanma ile yeni nesil finansal oyunlarla tüm kuşları vuracaklar.
Eğer uyanık olup, daha fazla gecikmeden BORCA DAYALI OLMAYAN PARA SİSTEMLERİ yürürlüğe koyduğumuz takdire, Doğu Roma’nın, Tapınakçıların ve Opus Dei’lerin PAPA’sının da içinde olduğu Küreselcilerin bu oyununu kolaylıkla da bozabiliriz… …
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

ALDANAN HOCALAR !!
Ayasofia imamı Mehmet Boynukalın görevinden istifa etmiş. Aynı zamanda ilahiyat profesörü olan ve Sosyal medya üzerinden yaptığı her paylaşımıyla olay olan Boynukalın görevinden istifa edip üniversite de akademisyenliği geri dönmüş.
Kendisi belki bundan sonra çok iyi bir ilahiyat akademisyeni olabilir mi. İyi bir akademisyen olduğunu biliyorum. Ancak şunu özellikle ifade etmem gerekir ki, Boynukalın hoca bu zamana kadar da imamlığa devam etmemeliydi zaten.
Çünkü son dönemde son sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlarında iktidar yanlısı siyasete taraf olduğunu açıkça ilan etmişti. Ama bu seferde hem sözde Siyasal İslamcıların, hem AKP tipi muhafazakar dinidarların, hem namazında niyazında olan samimi dindarların, hemde halkın dindarlık gibi bir önceliği olmayan kesimini, kendisine tepkisel olarak muhalif ve düşman olmasına sebep vermişti.
Hani derler ya! “Ne camiye... ne kiliseye yarandı” Boynukalın hoca da; siyasi görüşünü ilan etmekle ne camiye, ne kiliseye ne havraya, ne de cemevine yaranamadı.
Tabi bu gelişme, adı İslami camiada öne çıkan “mağdur” diğer isimlerinde hatırlanmasına neden oldu.
O isimlerin hepsini burada yazmak istemiyorum. Haklı yada haksız olmaları ilgilenmediğim gibi doğruyu söyleyip söylemedikleriyle de ilgilenmiyorum. İlgilendiğim ise sözde İslami Camianın; o isimlerin de güya Ayasofia camii imamı Mehmet Boynukalın gibi CHP zihniyetinin, Feministlerin ve LGBTİ lobilerin baskısı ile görevlerinden istifa ettiklerini sanmakla yanılıyor olmalarıdır. Hatta böyle algı oluşturmalarının karşılık bulacağını da sanıyorlarsa, çok fena yanılıyorlar olmalarıdır.
Onlar gibi diğer bir çoklarının başlarına gelenler ise;
Sözde İslami camianın; sözde muhafazakarlığını ve sözde siyasal islamcılığının gerçekte ne olduğu yanlış anlayıp, onlarla yola çıkmalarından dolayı kendi elleriyle yaptıklarındandır.
Yani bu durumlarına aldandılar diyebiliriz... Ama uyanana kadarda aldattılar.
Bu durum bir çoklarına ibret olacak mı?
Göreceğiz.
Her ne kadar hepsine kızgın olsam da gene de geçmiş olsun derim Allah günahlarını affetsin diyorum...
...
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

TOTALİTER SİYASAL İSLAMCILIK
Necip Fazıl'a bir türlü kanım ısınmamıştı. Edebiyat derslerinde onun şiirleri ve makaleleri işlenirdi. Bu bana çok itici gelirdi. Sebebi de içinde kan geçen ifadeler olduğu içindi. Bırakın kan görmeyi, adını duyduğumda önce tansiyonum düşer, sonrasında başıma şiddetli ağrılar girerdi.
Hatta en iyi notları aldığım edebiyat sınavlarımda başım ağrıyıp tansiyonum düşmesin diye Necip Fazıl ile ilgili sorular olmaması için hep dua ederdim. Edebiyat hocasıda bunu bildiği için onunla ilgili sorular sormazdı sınavda.
Ama şimdi bunlar olmuyor artık. Yaşadığımız dünyanın her yeri kan gölüne döndüğü için toplum olarak kanıksadığımız için olabilir belkide...
Neyse, dönelim Necip Fazıl'ı neden konu ettiğime.. Konuya Necip Fazıl nasıl biri? sorusuyla başlamak istiyorum.
- Sorunun cevabını aramak için önce 1936 yılından başlayalım. Necip Fazıl o yıllarda iktidar yanlısıdır. Tek parti hükümeti CHP'nin yanındadır. Kubilay'ın ölüm yıldönümünde Hakimiye Milliye Gazetesinde şu satırları yazar.
"Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin. Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar.”
- Yıl 1951'in Şubat ayı... Demokrat Partinin iktidar olmasına bir kaç ay vardır. Necip Fazıl o yıllar da, koyu bir CHP düşmanıdır artık. Büyük Doğu Dergisinin 5. Cilt 49 Sayısında; "Şimdiden Taahhüt Ediyoruz!" başlıklı makalesinde şunları yazar.
"Allah ve Sevgilisinin düşmanlarını, bütün ölüleri ve dirileri, bütün soyları ve sopları, bütün cinsleri ve şubeleriyle en küçük af ve ihmale terk etmeyi, bizzat Allah ve Sevgilisine en büyük ihanet sayacağız! Bunları, çürümüş ataları ve henüz doğmamış torunlarına kadar kezzapta eritmeyi ve Allah ve Sevgilisi düşmanlığına karşı, yarın Allah imkan verecek olursa, vatan ormanlarının yetmeyeceği kadar idam sehpası kurmayı, bu sehpalarda asırlık ihanetlerin bütün cesetlerini, manalarını, eserlerini ve tesirlerini sallandırmayı ve karşılarında tarihin henüz bir eşini kaydetmediği şehrayinler tertiplemeyi, İslami merhametin hakikatı adına şimdiden taahhüt ediyoruz!!!"
İki farklı dönemdeki tüm işkenceleri, kendi bakışına göre "düşmanlar" diye sınıflandırdıklarının hepsine yapmayı taahhüt etmiş.
Demek ki; Necip Fazıl, Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutmaktan tutunda; doğmamış çocuklara kadar insanları kezzapta eritmeyi düşünen, ormanlar kadar darağaçları hayali kuran ve dolayısıyla toplu katliam ve kan dökme çağrısı yapan biridir.
Cinnet denecek türden bu yazdıkları öyle değil mi?
Dindar yada inançsız olmasını önemsemeden, kendisine "karşıt" gördüğü her kimliği aşağılayıp, hakaret etmesine rağmen Muhafazakar ve sözde İslami camiada hala büyük bir saygınlıkla yad edilir. Uğruna geceler düzenlenen ve kendisinden “üstad” diye bahsedilen Necip Fazıl'ın İslam ve Müslüman anlayışı "cinnet" denecek kadar dar olduğu için onun "İslam düşmanı" kategorisine epeyce bir Müslüman da giriyor haliyle.
Özetle kendi gibi düşünmeyen herkes sapık, hain... Hatta mezara konmadan yeryüzünden tamamen yok edilmesi gereken zararlı unsurlardır. Bu zihniyetin günümüz IŞİD zihniyetinden hiç bir farkı yok.
Necip Fazıl'ın “karşıtlık” ideolojisine günümüz terimleriyle Totaliter Siyasal İslamcılık diyebilir miyiz !? - Hayata geçirilmesini arzu edenlere Totaliter Siyasal İslamcı diyebiliriz.
Velhasılı Kelam;
Necip Fazıl’ın günümüzde binlerce (belkide onbinlerce) kişinin ve hatta bazı siyasilerin de "ideoloğu" olabileceği ihtimalini düşündüğümüzde, onun bu Ortaçağ Engizisyon zihniyetinin günümüzde de varlığını Siyasal İslam kavramının altına gizlenen istismarcıların kasıtlı olarak birçok alanda devam ettirmeye çalıştığını çok iyi bilmeliyiz.
İş; Necip Fazıl’ın “karşıtlığı” ile aynı zihniyete evrilirse, halis niyetlerle başlatılan Siyasal İslamın tamamen çöküşü kaçınılmazdır.
Vesselam Sadi ÖZGÜL
0 notes
Video
tumblr
SANCILI DOĞUM MU YAKLAŞIYOR?
Boğaziçi Üniversitesi eylemlerine katılan öğrencileri böyle gözaltına alınıyor olmaları, 5 yılda 94 cezaevi bitirmekle övünülen sözde Siyasal İslamcıların yönettiği bir ülkede, kimilerine göre sıradan bir icraat gibi görünse de, özgürleşme doğumunun sancılarıdır bu görüntüler.
İşte bunun için toplumda destek görüyorlar ve görüntülerde de vatandaşların itirazı ve balkon ve pencerelerden izleyenlerin polise tepkileri açıkça görülüyor.
Ülkede hiç bir gerçek suçlu bu şekilde tutuklanmıyor mu?
Böyle muamele gören çocuklar kalır mı burada !?
Sonra çıkıp; “neden beyin göçü var gitmeyin... size şu kadar maaş verelim” diyorlar bir de. Eğitim sistemi zaten berbat, belirli kalıplar var. Eğer bu kalıptan çıkmak istersen önce itiraz etmen gerekiyor. İtiraz edince de böyle muameleye maruz kalıyorsun. İşinden bir kararname ile atılma riski de olması cabası. Bu gibi nedenlerden dolayı beyin göçü oluyor maalesef.
Ülkeyi kıyamete kadar yönetmek isteyen ehil ve liyakat sahip olamayanlar; becerikli ve iyi eğitimli liyakat sahibi olanları ve olmak isteyenleri yok sayıyorlar. Merak eden, soran, sorgulayan ve statikoya itiraz edenlere düşmanlık ediyorlar.

Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisinde şöyle der; Özgürlük fethedilir, armağan olarak alınamaz.
Yine Paulo Freire'nin Ezilenlerin Pedagojisi'nden bir alıntı daha;
"Şiddet; ezen, sömüren, öteki kişi saymayanlarca başlatılır; yoksa ezilen, sömürülen, kişi sayılmayanlarca değil. Antipatiyi başlatanlar, sevilmeyenler değildir, sadece kendilerini sevdikleri için aslında sevmeyi beceremeyenlerdir. Terörü başlatan; çaresizler, teröre maruz kalanlar değil, iktidarları sayesinde "hayatın reddedilmişleri"ni ortaya çıkaran somut durumu yaratan tedhişçilerdir. Despotizmi başlatan, zulmedilenler değildir, zalimlerdir. Nefreti başlatan, horlananlar değil, horlayanlardır. İnsanı olumsuzlayan, kendilerine insan olma hakkı tanınmayanlar değil, onlardan insanlığı esirgeyenlerdir ( böylece kendi insanlıklarını da olumsuzlamış olurlar). Güçlünün egemenliği altında zayıf düşmüş olanlar değil, onları güçsüz kılmış güçlülerdir zor kullanan..." [ sayfa 33-34]
Tabi ki Türkiye'de her şeyin tedavisi, çözümü vardır.
Ama önce, merak eden, soran, sorgulayan, eleştiren, itiraz edenleri ve çözüm önerileri getirenlere düşmanlık yaparak ötekileştirmek yok saymak isteyenleri idareden uzaklaştırmadan da asla bir çözüm yoktur.
Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

ÜLKE GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE DÜŞÜRDÜLER
Meclis’te hiç bir şey olmasa bile çok acayip bir şeyler oldu. Daha önce AYM tarafından iki kez iptal edilen “güvenlikçi” bir kanun teklifinin tekrar yasalaşması için meclise getirilmesi ile çok acayip gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor.
Daha önce de Anayasaya aykırılığı sebebiyle AYM tarafından iki kez iptal edilen, "Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu" tekrar yasalaşması için meclise teklif getirilmesine; "Anayasaya açıkça aykırı maddeler içeriyor ve fişlemeyi yasal hale getiriyor" diye itiraz eden muhalefetin oylarıyla reddedilmiş.
Bu durum karşısında AK Parti ve MHP'nin grup başkan vekilleri ise tepki göstermekle kalmamış, (kimilerine göre; "Anayasaya aykırı olduğunu bile bile") Meclis başkanlığına içtüzüğe aykırılık ve usulsüzlük iddiasıyla itiraz etmişler. Bunların hepsi siyasi kısır tartışmalar ve polemiklerdir.
Burada asıl konu, iktidar partisinin Meclise getirdiği bir yasa teklifi ilk kez neden reddedildiğinin sebep ve sonuçlarını irdelemek gerekir. Bunun içinde önce bazı sorulara cevap bulmamız gerekliliğidir.
Önce sorulması gereken en önemli sorular şunlar?
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bu işi halledebilmeleri mümkün iken sonucun böyle çıkmasını planlayarak mı meclise getirdiler?
Bu kanun teklifinin görüşüleceğini bilmelerine rağmen, güvenlik soruşturması kanunun çıkmasını istemeyen, korkuları olan milletvekilleri mi var ki, oylamaya katılmadılar !?
Bu kanunun RET edilmesi için AK Partili ve MHP'li vekillerde dolaylı destek vermiş olabilirler mi?
İtiraz kabul edilmezse şunlar olacak; - TBMM İçtüzüğü’nün 76. maddesinde, TBMM'de kabul edilmeyen düzenlemeler için, “TBMM tarafından reddedilmiş olan kanun tasarı veya teklifleri, ret tarihinden itibaren bir tam yıl geçmedikçe TBMM'’nin aynı yasama dönemi içinde yeniden verilemez" hükmü gereğince üzerinden 1 yıl geçmeden yeniden Meclise getirilemez.
İzahı olmayan hatta karışık olan böyle işlerin mizahı da olacağına göre biraz mizah ve sonrasında gerçeğe dönerek konuyu sonlandırayım artık.
Cumhur ittifakının partileri "Güvenlik Soruşturması" kanun teklifine RET oyu veren muhalefete; "ülke güvenliğini tehlikeye düşürdüler" suçlamasıyla yaygara çıkarıp, sonrasında da RET'çi partilerinin kapatılması istemiyle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını göreve çağırmak isteyebilirler mi? - AYM istedikleri kararı vermediler diye tamamen kapatılmasını isteyen siyasiler varken neden olmasın...
Gerçeğe dönersek;
Güvenlik soruşturması terör örgütleri üyelerinin ve kriptoların devlete sızmasını önlemek için olmalı. Ancak bu soruşturma adil olarak yapılıp iktidardaki partilerin muhalifleri fişlemeye ve partizan kadrolaşması aracı haline dönüştürülmemelidir.
Velhasılı kelam; Ülke güvenliğini gerçekte kimin/kimlerin tehlikeye düşürmek istediğini izleyip göreceğiz...
Vesselam.
Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

SAADET PARTİLİLER İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TARAFTARI ÇIKTI
Metropoll Araştırmanın İstanbul Sözleşmesinin feshine yönelik açıkladığı anket sonuçlarına göre, Milli Görüş partilerinden, Saadet Partisi’nin seçmeni sözleşmeden ayrılmayı onaylamadı.
AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Milli Görüşçüleri memnun etmek ve oylarına talip olmak için İstanbul Sözleşmesi’nden ayrıldığı iddia ediliyordu.
Kamuoyuyla paylaşılan anketin sonuçlarına göre Saadet Partisi seçmenlerinin yüzde 81.3’ü sözleşmeden ayrılma kararını onaylamadı.
AKP’lilerin ise yalnızca yüzde 47.4’ü onaylarken; İYİ Parti, CHP ve HDP seçmeni de sözleşmenin feshini çok büyük oranda onaylamadı.
Türkiye genelinde ise; İstanbul sözleşmesinden ayrılmayı onaylayanların oranı %26,7 e kaldı.
Erdoğan’ın Saadet Partisinin memnun etmek için İstanbul Sözleşmesinde ayrıldığı iddiasını doğru kabul edersek, Metropoll Araştırma’nın açıkladığı anket sonuçlarına göre Erdoğan büyük bir şok şok yaşadı diyebiliriz.
İşte Metropoll’un yayınladı verilerin tablosu;

Metropoll’ün açıkladığı verileri şöyle de yorumlanabilir:
Bu anket sonuçlarına göre Saadet Partisi Türkiye’yi anlayabilmek için, toplumun hangi beklentilerini karşıladığını ve hangilerinin de karşılanması gerektiğinden çok uzak kalmış. Hatta Saadet Partisi, Milli Görüşçü kendi seçmeninin yaşadığo hızlı değişimini okumakta geri kalmış.
Sadi ÖZGÜL
0 notes
Photo

ÇİN ZİRAAT BANKASINA ÇÖKECEK !!
Ziraat Bankası, Çin Exim Bank'tan 400 milyon dolarlık kredi temin ettiğini duyurdu. Ziraat Bankası'ndan yapılan açıklamada, ÇİN Exim Bank ile imzaladığı anlaşmayla 400 Milyon dolar tutarında uygun maliyetli kredi alındığı belirtildi.
Açıklamaya göre; Çin Exim Bank'tan 320 Milyon ABD Doları ve 500 Milyon Çin Yuanı olmak üzere iki ayrı dilimde sağlanan söz konusu kredi ile yerel paralarla ticaretin artırılması ve geliştirilmesine katkı sağlanacakmış.
ÇİN devletinin Uygurlara yaptığı zulmü tel’in ederken kartondan Çin Seddini yıkan AKP tipi muhafazakar hacı abiler bu haberi ilk okuduklarında “şaka mı bu?” diyeceğinize eminim. Ama bu bir şaka değildir.
Öyleyse soralım; ÇİN geri ödenemeyeceğini bildiği halde ZİRAAT BANKASI’na kredi vererek ne yapmak, nereye varmak istemektedir?
AKP tipi Siyasal İslamcıların yönettiği Ziraat Bankası, Çin'den 400 milyon dolarlık kredi aldı almasına da ortada bir gerçek vardır. O da ÇİN'in tüm dünyada "zor durumda ve riski yüksek işletmelere kredi verir. Krediyi ödeyemeyince şirkete büyük ortak ol/satın al" metodunu uygular.

ÇİN Türkiye'nin İMF hariç uçan kuşa borcu olduğunu bildiği halde kredi açıyor. Borç ödemesi gerçekleşmeyince de ZİRAAT BANKASI'na çökecek.
Sonra banka tarafından haczedilen tarım arazilerine de bir güzel çöküp, Türk çiftçisini ırgat olarak çalıştıracak.
Bu olacakları bir tek ben biliyor olamam değil mi?
Sadi ÖZGÜL
0 notes