yuruyus-blog
yuruyus-blog
Trekking Turu
33 posts
Doğa yaşantısı ve huzur.
Don't wanna be here? Send us removal request.
yuruyus-blog · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Ali Süha Delibaşı
Abdürrezzak, 1S05 1896 yıllan içinde saraya alındı. Saray tiyatrosunun ‘’alaturka kısmi’ mızıkai hümayun kadrosuna dahüdi. kendisine mülâzımı sân İlık rütbesi verildi; mı zıkai hümayun üniforması giymek mecburiyeti, san atkârı yıllarca azap içinde kıvrandı ran bir şey olmuştu. Ali Süha Delibaşı, Ulus gazetesinde tiyatro tarihimiz üzerine yazdığı makalelerinden birinde saraya almma vaka sım «öyle tesbit etmişti: “Meşhur Coquelin‘ Icrdcn birisi büyüğü mü, küçüğü mü orası elli değil bir turne sırasında îsrtanbula ge hynr. halktan çok rağbet görüyor. Zamanın Fransız sefirinin delâletiyle sarayda da oyun veriyor. Fransız sefirine, türklerin de Abdi a dm da bir CoqueUn1eri bulunduğu söyleniyor; Ramazan ayı imiş, sefir merak ediyor, bir gec.= yanma zevcesini, tercümanını alıp Şah zadebaşındaki tiyatrosunda Ahdiyi seyrediyor. O gıceki oyun “Bir anda üç meserret” imiş. Sefir Abdiiy çok beğenmiş, bir yolunu bulup padişaha ondan bahsetmiş, Abdi de der hal saraya alınmış’.
Abdürrezzak sahneden çekilince kumpanyasını dağıtmadı, sadece reklâm ve ilânların üzerindeki adı kalktı, Handehânei Os maninin başına arkadaşı Küçük Ismaili geçir di. On iki yıl, o sahnesine, İstanbul halkıda büyük komiğine hasret çekti, ikinci AbdüLhami dinsan’atkâra karşı cömert efendi olduğu söylenir; şöyle bir fırka da vardır:
Padişah bir gece Ahdinin oyunundan pek hoşlanmış, “İhsam şahane” olarak bir tabağa gümüş mecidiye doldurarak göndermiş, Abdi:Ben zerdesiz pilâvı sevmemi.
Demiş, padişaha nakletmişler, kendisine bir tabak da attın gönderilmiş..
Garip tesadiftir, AbdiiHıamidin Abdiye kızması da yine para üzerine savrulmuş bir nüktedir:
Bir oyunda uşak olan Abdi, efendisinin çizmesini çekiyormuş, çizme de bir türlü çık mıyormuş, dudağına gelen niikte. sın ati İra padişah huzurunda oynadığını unutturmuş:
Bu nasıl çizme.. Memur maaşları gibi bir türlü çıkmıyor ki.
Deyivermiş!,.
Rivayet edilir ki. Abdülhamıt Maliye Na arına derhal emir vererek ertesi gün memurlara birer maaş dağıttırmış, fakat Abdilrrez zakı da bir daha saray sahnesine çıkartmamıştır. Uç yıl ömrünün en sıkıntılı devrini va şamış olan Abdi Meşrutiyetin ilâm üzerine en geniş mânada hürriyetine kavuşan bir vatandaş oımuştu; abani sarığı ile şal kuşağım sarmış, tiyatrosunun kapısı önündeki rengârenk ilânlara adı yaaılmış. halk sahnesine çıkmıştı.
Devrin en çok satılan mizah gazetesi “ Karagöz” onun bu dönüşünü İstanbul halkına, çok şirin bir resmini koyarak 17 Mayıs 1909 (Rumi 4 Mayıs 1325) tarih ve 31 numaralı nüshasında haber vermiştir:
“Bir zaman zor ile ortadan çekilen Ahdimiz kendini meydana atmak üzere olmakla çoklaırberi gözlerde tüten bu uhdûke ahlâk, yakında bâ kemali kelle ve kulak orta oyıınu icrasına bağlıyacakmış..
0 notes
yuruyus-blog · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Ali Süha Delibaşı
Abdürrezzak, 1S05 1896 yıllan içinde saraya alındı. Saray tiyatrosunun ‘’alaturka kısmi’ mızıkai hümayun kadrosuna dahüdi. kendisine mülâzımı sân İlık rütbesi verildi; mı zıkai hümayun üniforması giymek mecburiyeti, san atkârı yıllarca azap içinde kıvrandı ran bir şey olmuştu. Ali Süha Delibaşı, Ulus gazetesinde tiyatro tarihimiz üzerine yazdığı makalelerinden birinde saraya almma vaka sım «öyle tesbit etmişti: “Meşhur Coquelin‘ Icrdcn birisi büyüğü mü, küçüğü mü orası elli değil bir turne sırasında îsrtanbula ge hynr. halktan çok rağbet görüyor. Zamanın Fransız sefirinin delâletiyle sarayda da oyun veriyor. Fransız sefirine, türklerin de Abdi a dm da bir CoqueUn1eri bulunduğu söyleniyor; Ramazan ayı imiş, sefir merak ediyor, bir gec.= yanma zevcesini, tercümanını alıp Şah zadebaşındaki tiyatrosunda Ahdiyi seyrediyor. O gıceki oyun “Bir anda üç meserret” imiş. Sefir Abdiiy çok beğenmiş, bir yolunu bulup padişaha ondan bahsetmiş, Abdi de der hal saraya alınmış’.
Abdürrezzak sahneden çekilince kumpanyasını dağıtmadı, sadece reklâm ve ilânların üzerindeki adı kalktı, Handehânei Os maninin başına arkadaşı Küçük Ismaili geçir di. On iki yıl, o sahnesine, İstanbul halkıda büyük komiğine hasret çekti, ikinci AbdüLhami dinsan’atkâra karşı cömert efendi olduğu söylenir; şöyle bir fırka da vardır:
Padişah bir gece Ahdinin oyunundan pek hoşlanmış, “İhsam şahane” olarak bir tabağa gümüş mecidiye doldurarak göndermiş, Abdi:Ben zerdesiz pilâvı sevmemi.
Demiş, padişaha nakletmişler, kendisine bir tabak da attın gönderilmiş..
Garip tesadiftir, AbdiiHıamidin Abdiye kızması da yine para üzerine savrulmuş bir nüktedir:
Bir oyunda uşak olan Abdi, efendisinin çizmesini çekiyormuş, çizme de bir türlü çık mıyormuş, dudağına gelen niikte. sın ati İra padişah huzurunda oynadığını unutturmuş:
Bu nasıl çizme.. Memur maaşları gibi bir türlü çıkmıyor ki.
Deyivermiş!,.
Rivayet edilir ki. Abdülhamıt Maliye Na arına derhal emir vererek ertesi gün memurlara birer maaş dağıttırmış, fakat Abdilrrez zakı da bir daha saray sahnesine çıkartmamıştır. Uç yıl ömrünün en sıkıntılı devrini va şamış olan Abdi Meşrutiyetin ilâm üzerine en geniş mânada hürriyetine kavuşan bir vatandaş oımuştu; abani sarığı ile şal kuşağım sarmış, tiyatrosunun kapısı önündeki rengârenk ilânlara adı yaaılmış. halk sahnesine çıkmıştı.
Devrin en çok satılan mizah gazetesi “ Karagöz” onun bu dönüşünü İstanbul halkına, çok şirin bir resmini koyarak 17 Mayıs 1909 (Rumi 4 Mayıs 1325) tarih ve 31 numaralı nüshasında haber vermiştir:
“Bir zaman zor ile ortadan çekilen Ahdimiz kendini meydana atmak üzere olmakla çoklaırberi gözlerde tüten bu uhdûke ahlâk, yakında bâ kemali kelle ve kulak orta oyıınu icrasına bağlıyacakmış..
0 notes
yuruyus-blog · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Ali Süha Delibaşı
Abdürrezzak, 1S05 1896 yıllan içinde saraya alındı. Saray tiyatrosunun ‘’alaturka kısmi’ mızıkai hümayun kadrosuna dahüdi. kendisine mülâzımı sân İlık rütbesi verildi; mı zıkai hümayun üniforması giymek mecburiyeti, san atkârı yıllarca azap içinde kıvrandı ran bir şey olmuştu. Ali Süha Delibaşı, Ulus gazetesinde tiyatro tarihimiz üzerine yazdığı makalelerinden birinde saraya almma vaka sım «öyle tesbit etmişti: “Meşhur Coquelin‘ Icrdcn birisi büyüğü mü, küçüğü mü orası elli değil bir turne sırasında îsrtanbula ge hynr. halktan çok rağbet görüyor. Zamanın Fransız sefirinin delâletiyle sarayda da oyun veriyor. Fransız sefirine, türklerin de Abdi a dm da bir CoqueUn1eri bulunduğu söyleniyor; Ramazan ayı imiş, sefir merak ediyor, bir gec.= yanma zevcesini, tercümanını alıp Şah zadebaşındaki tiyatrosunda Ahdiyi seyrediyor. O gıceki oyun “Bir anda üç meserret” imiş. Sefir Abdiiy çok beğenmiş, bir yolunu bulup padişaha ondan bahsetmiş, Abdi de der hal saraya alınmış’.
Abdürrezzak sahneden çekilince kumpanyasını dağıtmadı, sadece reklâm ve ilânların üzerindeki adı kalktı, Handehânei Os maninin başına arkadaşı Küçük Ismaili geçir di. On iki yıl, o sahnesine, İstanbul halkıda büyük komiğine hasret çekti, ikinci AbdüLhami dinsan’atkâra karşı cömert efendi olduğu söylenir; şöyle bir fırka da vardır:
Padişah bir gece Ahdinin oyunundan pek hoşlanmış, “İhsam şahane” olarak bir tabağa gümüş mecidiye doldurarak göndermiş, Abdi:Ben zerdesiz pilâvı sevmemi.
Demiş, padişaha nakletmişler, kendisine bir tabak da attın gönderilmiş..
Garip tesadiftir, AbdiiHıamidin Abdiye kızması da yine para üzerine savrulmuş bir nüktedir:
Bir oyunda uşak olan Abdi, efendisinin çizmesini çekiyormuş, çizme de bir türlü çık mıyormuş, dudağına gelen niikte. sın ati İra padişah huzurunda oynadığını unutturmuş:
Bu nasıl çizme.. Memur maaşları gibi bir türlü çıkmıyor ki.
Deyivermiş!,.
Rivayet edilir ki. Abdülhamıt Maliye Na arına derhal emir vererek ertesi gün memurlara birer maaş dağıttırmış, fakat Abdilrrez zakı da bir daha saray sahnesine çıkartmamıştır. Uç yıl ömrünün en sıkıntılı devrini va şamış olan Abdi Meşrutiyetin ilâm üzerine en geniş mânada hürriyetine kavuşan bir vatandaş oımuştu; abani sarığı ile şal kuşağım sarmış, tiyatrosunun kapısı önündeki rengârenk ilânlara adı yaaılmış. halk sahnesine çıkmıştı.
Devrin en çok satılan mizah gazetesi “ Karagöz” onun bu dönüşünü İstanbul halkına, çok şirin bir resmini koyarak 17 Mayıs 1909 (Rumi 4 Mayıs 1325) tarih ve 31 numaralı nüshasında haber vermiştir:
“Bir zaman zor ile ortadan çekilen Ahdimiz kendini meydana atmak üzere olmakla çoklaırberi gözlerde tüten bu uhdûke ahlâk, yakında bâ kemali kelle ve kulak orta oyıınu icrasına bağlıyacakmış..
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Fırtına Tanrısı’ndan yerfıstığı başkentliğine: Osmaniye...
KaratapeAslantaş Açık Hava Müzesi ile turizmini geliştirmeye çalışan; kültür, tarih, doğa, deniz kumgüneş, sağlık ve tarım turizmine imkanlar sunan Osmaniye, Doğu Akdeniz pazarına renk katmaya hazırlanıyor. Eksiği ise tanıtım ve yatırım.
aratepeAslantaş; Osmaniye ili, Kadirli ilçesi sınırlarında M.Ö. 8. yüzyılda, yani Genç Hitit Çağı’nda, kendisini Adana Ovası Hükümdarı olarak ilan eden Asativatas tarafından, kuzeydeki vahşi kavimlere karşı bir sınır kalesi olarak kurulmuş… Geçmişte Adanava olarak bilenen Adana’nın hükümdarı Asativatas’ın kurduğu KaratepeAslantaş Kalesi de Asativadaya diye adlandırılmış…
Firtina Tanrisi Ve Asativatas
Fırtına Tanrısı’nı takdis eden, Osmaniye’yi de içine alan Adanava’nın Hükümdarı Asativa tas’ın 3 bin yıl evvelki dünyaya seslenişi şöyley di: “Ben gerçekten Asativatas’ım. Güneşimin adamı, Fırtına Tanrısı’nın kulu, Avarikus’un büyük kıldığı, Adanava hükümdarı… Beni Fırtına Tanrısı Adanava kentine ana ve baba yaptı ve Adanava kentini ben geliştirdim. Ve Adanava ülkesini genişlettim, hem gün batısına, hem de gün doğusuna doğru. Ve benim günümde Adanava kentine refah, tokluk, rahatlık tattırdım. Ata at kattım, kalkana kalkan, orduya ordu kattım, herşey Fırtına Tanrısı ve Tanrılar için… Çalımlıların çalımını kırdım. Ülkede kötü olanları ülke dışına attım. Bütün krallarla barış kurdum. Krallar da beni ata bildiler, adaletim, bilgeliğim ve iyi yüreğim için. Öyle ki, önceleri korkulan yerlerde, erkeklerin yola gitmekten korktukları ıssız yollarda, günümde kadınlar kirmen eğirerek dolaşmaktadır. Ve ben bu kaleyi kurdum, ona Asativadaya adını vurdum. Oraya Fırtına Tanrısı’nı yerleştirdim ve ona kurbanlar adadım. Ve bu ülkeye yerleşen halk öküz, sürü, bolluk ve içkiye sahip oldu, dölleri bol oldu, Fırtına Tanrısı ve tanrılar sayesinde. Yalnızca Asati vatas’ın adı ölümsüzdür, sonsuza dek, Güneş’in ve Ay’ın adı gibi…”
“Arkeolojinin Tanriçasi” : Halet Çambel
Hükümdar Asativatas’ın bir zamanlar sağladığı barışla bölgenin bereketi Fırtına Tanrısı’nın da yardımıyla adaletle paylaşılmış… Toroslar’dan sesini ve güçünü alan Fırtına Tanrısı artık bir kültür ve turizm ürünü olarak ziyaretine gelenlere 3 metre yukarıdan bakıyor. Fırtına Tanrı sı’nın bulunduğu “Asativadaya” kalesi, zamanımızda, KaratepeAslantaş Açık hava Müze si’ne dönüşmüş. Genç Hitit kalesi olan bu yerin ortaya çıkarılmasını sağlayan da Anadolu ‘nun hayat verdiği arkeoloji tanrıçasıdır. Adı Halet Çambel… Türkiye’nin ilk kadın Olimpiyat sporcusu olan Çambel, ömrünün 50 yıldan fazlasını harcayarak Asativadaya’yı ortaya çıkarmış. Prof. Dr. Halet Çambel dünyada kendi alanında ilk örnek olan açık hava müzesini yaratmış bin bir güçlükle… Aslantaş Barajı’na bakan KaratepeAslantaş Açık Hava Müzesi’nin çevresi de Milli Park’a dönüştürülmüş. 1956 yılında bir çobanın “orada bir aslantaş var” sözünün peşine düşen Halet Çambel, yüksek ateşli hasta olarak gelip gördüğü bu yerde bir ömür geçirmiş. Osmaniye onun sayesinde dünya çapında bir turizm ürününe sahip olmuş.
Onun sayesinde Asativatas’ın dünyaya seslenişi ortaya çıkmış…
Halet Çambel, geçen j sene Osmaniye Valisi İsa Küçük tarafından, yaptığı hizmetler nedeniyle ödüllendirildi. Ödül töreninde “İlk kez bir vali tarafından ödüllendiriliyorum” diyen Halet Çambel, bir ömre bedel eseriyle, yalnız turizme değil prehistoriaya da büyük katkılar sağlamış.
Fırtına Tanrısı ve Hükümdar Asativatas, Çambel sayesinde nasıl karanlıktan günyüzüne çıkmışsa, Halet Çambel de Asativatas sayesin de adını unutulmazlar listesine yazdırmış; “arkeolojinin Anadolu tanrıçası” olarak… O, bir şehrin taşa kazınmış eski zaman seslenişini, yeni zamanlara aktardığı için Osmaniye’nin gerçek hemşehrisidir…
Türkiye’nin Yerfistiği Başkenti
Ceyhan Irmağı’nın toprakla, güneşle, Akdeniz’in iklimiyle buluşarak ortaya çıkan bereket, Osmaniye’yi yerfıstığının başkenti yapmış. Eski adıyla Cebeli Bereket olan bu topraklat Türkiye’nin yerfıstığı ambarıdır. Şehir doğal, tarihsel güzelliklerinin yanında yerfıstığı ile ekonomik gücünü sağlar olmuş. Osmaniye’nin tanıtımında Karate peAslantaş ile birarada anılır olmuş yerfıstığı… Osmaniye bir zamanlar Fırtına Tanrısı ile korun duysa, şimdilerde de yerfıstığıyla geçinir olmuş.
Zengin Mutfağında Her Şey Var
İlginç mutfağı, doğal boyalarla boyanan kilimlerinin yanında, tarım turizmine imkanlar sunacak gözalabildiğince uzanan bereketli ovası; kışın kar altında, baharda yeşilin baskınındaki Toroslar ve Amanoslar, bu dağları yara yara ovaya akan nehirler; nehirler üzerindeki barajlarda şimdiden başlayan su sporları, yaylalar ve bakir plajları ile Osmaniye Doğu Akdeniz turizminin geleceğidir.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Efes tarihinin oluşmasında Ana Tanrıça’nın da etkisi var!
Küçük Menderes (Kaystros) ırmağının Ege Denizi’ne dökülen körfezinde, Panayır Dağı eteğinde kurulan Efes, Küçük Menderes’in getirdiği alüvyonlar limanı doldurunca dağın güneybatı yönüne, Bülbül Dağı yamaçlarına taşınır. Yazarlar Strabon ve Pausanias, tarihçi Herodot, Efesli şair Callinos gibi antik kaynaklar, Efes’in Amazonlar tarafından kurulduğuna ve yerli halkın Karyalılar ve Leleglerden oluştuğuna işaret ederler.
Efes ören yerinde, Hadrianus Tapmağı girişindeki frizde ise 3000 yıllık kuruluş kehanetinden şu şekilde söz edilir: “Atina Kralı Kodros’un cesur oğlu Androklos, Ege’nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağının kâhinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kurulacağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege’nin mavi sularına yelken açar. Küçük Menderes ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verir. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirken, çalıların arasından çıkan domuz, balığı kaparak kaçar. Böylece kehanet gerçekleşir ve buraya kent kurulmasına karar verilir.”
Kentin kuruluş tarihi yazılı diğer belgelerden incelendiğinde MÖ 6000’li yıllara, neolitik dönem olarak adlandırılan cilalı taş devrine kadar inilmesi gerekir. Arkeologlar bu bölgede yaptığı araştırmalar sonucunda, Ayasurluk Tepesinde Hititle re ait yerleşim birimleri olduğunu saptamışlardır. Hititlere ait yazılı metinler kentin adının “Apasas” olarak anıldığını gösterir. MÖ 1050’lerde Yunanistan’dan gelen göçmenlerin yaşamaya başladığı liman kenti Efes, MÖ 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınır. Bugün gezilen Efes ise, Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300 yıllarında kurulur.
Helenistik ve Roma döneminde en görkemli günlerini yaşayan ve Asya eyaletinin başkenti ilan edilen Efes, en büyük liman kenti olarak 200 bin kişilik nüfusa sahiptir; Bizans döneminde ise tekrar yer değiştirerek ilk kez kurulduğu Selçuk’taki Ayasuluk Tepesi’ne gelir. 1330 yılında Türkler tarafından alman ve Aydmoğullan’mn merkezi olan Ayasuluk, 16’ncı yüzyıldan itibaren giderek küçülmeye başlar. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da Selçuk adını alır. Efes, antikçağdaki önemini yalnızca büyük bir ticaret merkezi olarak gelişmesine ve başkent oluşuna borçlu değil elbette. Anadolu’da Ana Tanrıça olarak kabul edilen Kibe le’nin geleneğine dayalı Artemis kültünün en büyük tapınağı da Efes’te bulunur.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türkiye’in En Kuzeyine Yolculuk
Sinop’un en heyecanlı keşif noktalarından biri de, Türkiye’nin en kuzeyinde bulunan deniz feneri. Şehir merkezinden 22 kilometrelik yolculukla ulaşılan fenere, ‘Türkiye’nin en kuzey ucunu görünüz’ levhalarını izleyerek varmak mümkün. Yolun son beş kilometresinde yerleşim iyice seyrekleşip, yerini pastoral manzaralara bırakıyor. Tahta çitlerle çevrili yeşil tepeler, keçi sürüleri ve alabildiğine yalnızlık duygusu eşliğinde denize doğru kıvrılıp giden yolun ucunda müthiş bir fotoğraf saklı: Hırçın dalgaların dövdüğü bazalt kayalıkların hemen üzerinde bembeyaz zarif gövdesiyle yükselen İnceburun Deniz Feneri. Asırlardır ekmeğini denizden çıkaran yöre insanının koruyucu meleği. Denize uzak olmasına rağmen, rüzgârın savurduğu tuzlu damlacıkların ruhunuzu yenileyeceği anlarla yetinmek istemezseniz, çevre turuna çıkmanız gerek. Taş kiremitli köy evleri, iskelesi, mağarası, el dokumaları ve doğa hâzinesi Akgöl’ü ile anılan Ayancık; Beyaz Balina Aydın’ın meşhur ettiği Gerze; 19901ı yıllarda turizme açılan Tatlıca Şelaleleriyle ünlü Erfelek ve kalesiyle öne çıkan Boyabat gibi ilçeler de, seyahatinizin durakları olmaya aday yerler arasında.
Su Perisine Veda
Kentin girişinde karşılaştığımız, dönemin en kudretli imparatoru Büyük İskender’e söylediği “Gölge etme başka ihsan istemem” sözüyle ünlü filozof Diyojen’in altı metrelik mermer heykeli, Sinop’un tarihini hatırlatıyor bizlere. Adım mitolojideki su perisi Sinope’den aldığı rivayet edilen kentteki yaşam izleri, 5 bin yıl öncesine kadar iniyor. Geçmişi Amazon Kraliçesi Sinova’dan Denizci Arganotlara kadar uzanan Sinop, Karadeniz’in çalkantılı sularından kaçan gemiler için güvenli bir sığınak olmuş yüzyıllarca. İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenler için şaşırtıcı ölçüde mütevazı görünen Sinop’un şehir merkezi de keyifli bir gezi seçeneği. Tarihi Sinop Cezaevinden yarımadanın ucuna doğru devam eden ana yolun bağlandığı Sakarya Caddesi, kentin ticari merkezi. Caddenin ortalarındaki 1214 tarihli Alaaddin Camii, kentin en eski İslam eseri. Adliye ve Valilik binalarının bulunduğu meydandaki Sinop Müzesi, ülkemizdeki en eski müzecilik girişimlerinden biri. Sinop’un simge isimlerinden biri olan Rıza Nur’un adını taşıyan kütüphane için, İç Liman tarafındaki Aşıklar Yolu’nu Karakum yönünde takip etmeniz yeterli. Kurtuluş Savaşı’nda doktor olarak görev yapan, ilk meclisin de kurucu mebuslarından biri ve ilk eğitim bakanı olan Nur’un çalışma odası görülmeye değer. Yarımadanın Karadeniz’e bakan Kuzey Kale Surları’nı gördüyseniz, Sinop’la vedalaşmak için mendirek çevresindeki sahil kahveleri sizi bekliyor olacak.
Püfür püfür Karadeniz rüzgârları yüzünüzü okşarken, Sinop’un ‘adalı ruhu’ dediğimiz huzur dolu kollarının sizi de sarmaladığını hissedeceksiniz.
‘İnceburun, İskoçya Kirsali Gibi’
“Dizi çekimleri için yaklaşık 6 aydır Sinop’tayım. Sinop, bir şeylerden uzaklaşmak, sadece kendini dinlemek isteyenler için özel bir sığınak gibi. Havası, doğası ve insanıyla Türkiye’deki en güzel, en sürprizli yerlerden biri. Uçsuz bucaksız sahilleri ve sakinliğiyle Sinop, gelecekte yaşamayı hayal ettiğim yere benziyor. Hiç bir yerde rastlamadığım rüzgâr etkileri var burada. Üç tarafı deniz olduğu için bir ada duygusu veriyor insana. Balığının bolluğu yanında, sahil lokantaları da çok keyifli Sinop’ta. En kuzeydeki İnceburun ise doğası ve melankolisiyle Iskoçya kırsalı gibi. Sinop’u neden bu kadar geç tanıdım diye hayıflanadığım zamanlar oldu. Hani çocuğumu özlemesem, İstanbul’a bile dönmez, burada daha uzun süreler kalmayı denerdim.”
1 note · View note
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Cenang Beach, Langkawi Adaları ve Malezya Turu
Yılın 365 günü güneşin kendisini terk etmediği, tropikal iklimin sıcak rüzgârlarının kumsallarını okşadığı, içine pek çok görkemli efsaneler sığdırdığı, bağrında 10 milyon yaşındaki yağmur ormanları barındıran Langkawi Adası, 99 takım adanın en gözdesi olarak karşımıza çıkıyor.
Andaman Denizi’nde yer alan Malezya’nın Langkawi Adası, ziyaretçilerini ormanlarla kaplı tepeleri, beyaz kumlu romantik kumsalları ve kristal berraklığındaki sularıyla karşılıyor. Sakin ve huzur veren plajları, su sporları, doğal güzellikleri, tekne turları ile, her türlü turistik etkinliğe ev sahipliği yapan Langkawi Adası, nasıl bir tatil yapmak isleniyorsa hepsini birden sunabilen nadir tropikal adalardan birisi.
Langkawi Uluslararası Havaalanına 3 km mesafede bulunan, 2 km uzunluğundaki Cenang Beach (Pantai Cenang), adanın en popüler tatil bölgesi. Bu plaj boyunca birçok otel, hemen paralel caddede de dükkanlar, restoranlar ve barlar sıralanıyor. Çok sayıda lüks veya düşük bütçeli otelleri ve restoranlarıyla her bütçeye uygun tatil fırsatı bulunabiliyor.
Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkaw.
Cenang Plajında, sükûnet içerisinde etrafı kızıla boyayan günbatımını izlemek ise benzersiz bir keyif.
Pregnant Lady Lake (Hamile Kız Gölü), Langkawi
Langkawi Adası’na dair çok efsaneler bulunuyor. Malezya‘nın bu ünlü tatil adası ile ilgili efsanelerin birine göre ada, yaratılan ilk kara parçası olarak kabul ediliyor, yaşamın ilk başladığı yer. Adada yer alan dünya tarihinin en eski ormanları da sanki efsaneyi destekliyormuş gibi görünüyor. Zira bu yaşlı yağmur ormanları 10 milyon yaşında.
Pregnant Lady Lake, Tasik Dayang Bunting olarak bilinir ve Kuah şehrinin güney tarafında yer alıyor. Tepeler arasında yer alan bu muhteşem derin göl Pulau Dayang Bunting tepeleri arasında yer alıyor.
Yerel efsaneye göre, gölün şifalı olduğuna inanılıyor. Bu nedenle Kısır Kadınlar Hamamı anlamına gelen Dayang Sari olarak da adlandırılıyor. Efsaneye göre bir prenses, doğumdan sonra ölen ilk bebeğini bu göle bırakmış ve Tanrı gölü şifalı olarak kutsamış. Ayrıca gölü çevreleyen teperler, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, uzanmış hamile bir kadın olarak göründüğünden efsanenin arkasında bunun olduğu da düşünülüyor.
Langkawi Adaları‘nın, yemyeşil orman ve kayalıklarla çevrili bu en büyük gölüne sabahları kalkan tekne turları düzenleniyor. Gölde yüzmek ise keyifli bir aktivite.
Pantai Cenang bölgesinde lüks konaklama düşünenler Casa Del Mar, Meritus Pelangi Beach Resort & Spa otellerini tercih edebilirler. Pantai Kok bölgesinde ise Sheraton Langkawi Beach Resort, Tanjung Sanctuary Langkawi veya Berjaya Langkawi Resort tavsiye edilir.
Bir yanardağın ağzında oluşmuş bir göl ile deniz arasında kayalıklar bulunuyor. Deniz seviyesi yükseldiğinde göl ve deniz birleşiyor. Bu tropika cennette, çanta kapmak için etrafta gezen maymunlara dikkat etmek şart.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Niko Guido’nun Gözünden Taylan Turu
Chiang Khong, Tayland-Laos sınırında Mekong Nehri kenarında bulunan bir sınır kasabası. Tayland’ın kuzeyinden Laos’a geçmek isteyenlerin kullandığı bu kasabadan Laos’a geçeceğiz. Mekong Nehri’nin karşı kıyısında bulunan Laos’a bağlı Houe Say kasabasında nehir teknesine binip Pakbeng’e doğru yola çıkacağız.
Pakbeng’de 1 gece konakladıktan sonra, yine Mekong Nehri’nde uzun bir yolculuk ile Laos’un eski başkenti, UNESCO Dünya Mirası Listesindeki Luang Prabang şehrine varacağız.
Bu nehir yolculuğunu ilk olarak Güney Amerika ve Güney Hindistan seyahatlerini beraber gerçekleştirdiğimiz sevgili arkadaşım İsmail Ragıp Geçmen’den duymuştum. O günden beri bu yolculuk hep kafamda vardı. Gerçekleştirmek bugüne nasipmiş. Bu sabah 5:30’da kalktık ve kahvaltıdan sonra Chiang kok’a doğru yola koyulduk. Sıkı rejimde olan Talat bu sabah isyan etti ve sabah sabah bir tabak yağlı makarnayı götürdü.
Chiang Rai’dan Laos sınırına yol 2 saat sürüyor. Biz yolda istediğimiz gibi fotoğraf molaları verebilmek için bir önceki gün de bizi gezdiren Dio ile anlaştık. Yolda insanların yiyecek sunumunda bulunduğu rahiplerle karşılaştık. Tabi ki hem olaya tanık olmak hem de fotoğraf çekebilmek için durduk. Sabahın erken saatinde insanlar yol üstünde sıralanıp diz çökerek ellerindeki yiyeceklerle Budist monkları bekliyor. Tapınaktan çıkan rahipler tek sıra halinde oturmuş bekleyen bu insanlardan, çoğunlukla haşlanmış pirinçten oluşan yiyecekleri alıyor, onları kutsadıktan sonra başka bir tapınağa gitmek üzere yola çıkıyorlar. Bu dini ritüel her sabah tekrarlanıyor.
Biz de film ve fotoğraf çekerken sabah erkenden kalkmış ve kızlarını okula gönderen bir aileyle tanıştık. Bahçede okula gitmeyi bekleyen üç kız çocuğu vardı. May, Mo ve Me. Dünya tatlısı bu küçük kızlarla tek kelime paylaşamasak bile fotoğrafın sihirli gücüyle iletişim kurduk. Fotoğraflarını çektik, gösterdik. Onlar güldüler, biz güldük.
Chiang Khong’a vardığımızda bizi uzun bir kuyruk bekliyordu. Ve bizim tekne biletimiz yoktu. Tekneyi kaçırma endişesiyle kuyruğa girdik. Tayland’dan çıkış damgasını bastırdıktan sonra küçük bir tekne ile meşhur Mekong Nehri’nin karşı tarafına geçiyorsunuz. Birçok ülke vatandaşı Laos vizesini sınırda alabiliyor, ama ne yazık ki bizlerin vizeyi önceden alması gerekiyor ve Laos vizesi almak her geçen yıl zorlaşıyor.
Laos’a giriş yaptıktan sonra Mekong Nehri’nde yapacağımız yolculuk için bilet satan bir kadından biletlerimizi aldıktan sonra, tuktukla bizi teknelerin kalkacağı yere götürdüler. Burada çok farklı tekneler vardı ve görünen oydu ki en kötüsü de bizimkiymiş gibi görünüyor, ancak halimizden şikayetçi değildik, binebildiğimiz için mutluyduk.
Mekong Nehrinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya her şeyi taşıyan bu tekneler 20-25 metre boyunda, 3-4 metre genişliğindeler. Konforlu oldukları söylenemez ama bu mükemmel yolculukta bu çok da önemli değil açıkçası. Bizim teknede 70 kişi civarında vardı.
Hayat Kaynağı Mekong Nehri
4350 km uzunluğuyla Mekong Nehri, tam anlamıyla Güneydoğu Asya’nın hayat kaynağı. Doğu Himalaya dağlarından doğan nehir, Çin, Myanmar, Laos, Tayland, Kamboçya ve Vietnam’ı aşarak Güney Çin denizine dökülüyor.
Teknemiz ancak öğlen 12 gibi hareket etti. Yaklaşık bir buçuk saat teknenin kalkmasını beklememize rağmen bu bekleyiş bizde herhangi bir sıkıntı yaratmadı. Asya’da yolda olmak böyle bir şey. İnsanlar rahat ve burada zaman farklı işliyor sanki. Bizi oyalayacak internetimiz de yoktu, ancak insan manzaralarını izlemeyi, hiçbir şey yapmadan zaman geçirmeyi, kendimizle baş başa kalmayı o kadar çok özlemişiz ki!
Mekong Nehri’nde yol alan teknemiz, güzergâh boyunca dolmuş gibi bazı köylerde durup yolcu indirip yeni yolcular alıyorlar. Nehir boyunca balıkçı tekneleriyle, oyun oynayan çocuklara, çamaşır yıkayan kadınlarla karşılaşıyorsunuz. Her yer yemyeşil uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı. Bu güzergâh için bir ipucu; teknenin sol tarafındaki oturun, zira sağ yandan vuran güneş yakıcı olabiliyor.
Keyifli 6 saatli bir yolculuğun ardından konaklayacağımız Pakbeng köyüne vardık. Burası küçük bir köy olduğu için yer bulma sıkıntısı yaşamamak için ben önden indim ve elinde hostel fotoğrafları ile beni karşılayan biriyle hemen anlaştım.
Pek de iyi olduğu söylenemeyecek hostele yerleştikten sonra, çıkıp Mekong Nehri’ne karşı yemeğimizi yedik ve erkenden uyuduk.
  Pakbeng, mekong, mekong turu, mekong nehri, taylan turu, taylan gezisi, laos turu, laos gezisi,
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihe İsimlerini Kazımış Paşa ve Padişahlar Serisi
İkinci Mahmut
I. Mahmut, Otuzuncu Osmanlı Padişahı, 1784’te İstanbul’da doğdu, 1839’da aynı yerde öldü. III. Selim’in kaldıramadığı Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak yerine düzenli bir ordu kurdu. Batılılaşma hareketine öncülük etti.
I. Mahmut. Alemdar Mustafa Paşa’nın desteğiyle 1808’de tahta çıktığı zaman, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış durumu çok kötüydü. III. Selim’in öldürülmesine kadar varan karışıklıklardan yararlanan Anadolu ve Rumeli’ndeki devlet ileri gelenleri ve çeşitli yerlerdeki zorbalar, başına buyruk birer derebeyi kesilmişlerdi. Yeniçeriler gemi azıya almışlardı. Ruslarla Fransızlar arasında Osmanlı ülkesini bölüşme tasarıları konuşuluyordu. Balkanlarda isyanlar birbirini kovalıyordu. II. Mahmut ıslahata ordudan başladı, ilk iş olarak, Sekban-ı Cedid ocağını kurdu 1826’da, artık bir zorbalık müessesesi olan Yeniçeri Ocağını kaldırdı. Tarihte Vak’a-i Hayriye diye anılan bu olaydan sonra Asakir-i Mansüre adlı bir ordu kurdu Dışta ve içte barışı sağlamaya çalıştı. II. Mahmut’la birlikte Türkiye’de modern bir çağ başladı.
Büyük Reşit Paşa
Mustafa Reşit Paşa veya Büyük Reşit Paşa, Abdülmecit devrinin ünlü devlet adamıdır. 1799’da İstanbul’da doğdu, 1857’de aynı yerde öldü.
Tanzimat devrini açarak memleketi Batılılaştırmaya çalıştı ve Osmanlı devletini parçalanmaktan korudu. Mustafa Reşit Paşa birçok önemli görevi başarıyla yaptıktan, Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduktan sonra 1836’da Dışişleri Bakanı oldu. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti parçalanmak üzereydi. Mustafa Reşit Paşa, memleketin bu zor durumdan üç yolla kurtulacağına İnanıyordu: Batılılaşmak, insan haklarına dayanan, demokratik bir düzeni benimsemek; büyük devletlerle dostluk kurmak… Mustafa Reşit Paşa, bu reformları yapmak için bir yandan büyük devletlerin yardımlarını isterken diğer yandan reforma karşı kimselerle uğraşıyordu. İngilizlerin yardımını kazanarak ülkenin durumunu biraz düzeltti. Abdülmecit tahta çıkınca (1839) Tanzimat Fermanını Padişaha kabul ettirerek bunu Gülhane Parkında kendisi okudu. Bu padişahla uyrukları arasındaki ilişkileri gösteren ilk yazılı belgeydi.
Simon Bolivar
Güney Amerikalı general ve devlet adamı, 1783’te Caracas’ta (Venezuela) doğdu, 1830’da Santa Marta’da (Kolombiya) öldü. Güney Amerika’da İspanyol egemenliğine son verdi.
Simon Bolivar, Rousseau’nun fikirleriyle etkilenmişti. Bolivar, öğrenimini Madrid’de yaptıktan sonra memleketi Venezuela’ya döndü ve orada 1810’dan itibaren İspanyol’lara karşı yapılan ayaklanmalara katıldı, hattâ çabucak âsilerin başına geçti. Sömürgeciliğe karşı giriştiği bu ölüm – kalım savaşı zaferle sonuçlandı. 1813’te İspanyolları Venezuela’dan kovan Bolivar, «el Libertador» (kurtarıcı) unvanını kazandı ve diktatörlük yönetimini kurarak kendisi de cumhurbaşkanı seçildi. Bundan sonra kurduğu yeni bir orduyla And sıradağlarını aşan Bolivar, Kolombiya’daki İspanyol ordularını ezdi. Bu arada Arjantinli yurtsever San Martin, Şili ve Peru’yu kurtarıyor; Venezuelalı Sucre ise Ekvator’u hürriyetine kavuşturuyor ve Bolivya Cumhuriyetini kuruyordu. Simon Bolivar’a duyulan hayranlık, Boli var denilen şapka modasını yaratmıştır.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un Eski Tarihinde Yer Alan Tokatlıyan Oteli ve Çevresinin Tarihi Turu
Tam karşımızdaki Tokatlıyan İş Hanı’nın yerinde bir zamanlar Beyoğlu’nun en gözde mekânlarından olan Tokatlıyan Oteli bulunuyordu. Ermeni mimar Hovsep Aznavuryan tarafından yapılan binanın sahibi bir başka Ermeni, Mıgirdiç Tokatlıyan’dı. Tokatlıyan, babası ve kardeşi Bedros’la beraber Sandal Bedesteni yakınlarında envai çeşit Ermenikari yemeklerin bulunduğu bir lokanta işleterek isim yaptıktan sonra 1897’de burada görkemli anlamına gelen Splendid Restoran’ı (Restaurant Splendide) açmıştı. Tokatlıyan, Pera Palas ve Park Otel ile birlikte İstanbul’un en lüks üç otelinden birisiydi.
Üstü yelpaze biçimli cam almlıklı kapısı ve geniş vitrinli pencereleri vardı. Pastanenin cam kenarındaki masalarda oturan müşterilerin tam görünmemeleri için vitrinler yanm boy, büzgülü tülle kaplıydı. Servis takımları ise gümüş ve markalıydı. Avrupa başkentlerinin lüks otel ve lokantalarıyla yarışacak kadar kaliteli hizmet veren Tokatlıyan’ın alt katı lokanta, pastane ve kafe, üst katlarıysa otel olarak işletiliyordu. Girişi mermer ve bronz heykellerle süslü olan lokantasında 1940’lı ve 50’li yıllarda zamanın ünlü müzisyenleri sahne alırdı.
Bunlardan birisi de ince bıyıklı, koca burunlu şovmen Kirkor Kirkoryan’dı (Gregor Gregorian). Gençliğinde İstanbul’dan Paris’e giden Kirkoryan, burada dönemin ünlü Fransız caz sanatçısı Ray Ventura’nm orkestrasında bir başka İstanbullu olan arkadaşı baterist Kirkor Aslan (Coco) ile birlikte bir süre çalışmıştı. Kirkor Aslan İstanbul’a dönmüş, Kirkor Kirkoryan ise müzikten sinemaya geçerek, kel kafası, patlak gözleri ve upuzun yüzü ile birçok filmde karakter oyuncusu olarak ün yapmıştı.
Kirkor Kirkoryan’ın Fransa’ya yerleşmesinden sonra Tokatlıyan’da gece on birden sabah beşe kadar çalmasıyla ün yapan piyanist Perez çıkmaya başladı. Piyanist Perez’in, takip eden yıllarda İlham Gencer’in yetişmesinde büyük emeği geçti. Müdavimleri arasında Ahmet Rasim, Yahya Kemal (Beyatiı), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Halit Fahri, Ercüment Ekrem (Talu), Abdül-hak Hamit (Tarhan), Fazıl Ahmet (Aykaç), Refik Halit (Karay), Aka Gündüz ve Sait Faik (Abasıyanık) gibi isimlerin yer aldığı Tokatlı-yan, 1950’lere kadar ününü ve süksesini yitirmedi. Gün geldi, Mıgir-diç Efendi’nin öz kızı, Yugoslav asıllı eşi Medoviç ile birlikte otelin yönetimini devraldı. Kız ve damat bir olup mu gönderdiler, yoksa kendi isteğiyle mi gitti bilinmez, Mıgirdiç Efendi ömrünün son yıllarında Nice’e yerleşti ve burada öldü. Tokatlıyan Oteli’nin kaderi de sahi-bininki gibi hüzünlü oldu. Önce, Karadenizli bir vatandaş oteli satın alarak Konak Oteli’ne çevirdi. Mahkemedir, tahliyedir derken otel boşaltıldı, her taraf sökülüp atıldı, tarih eşyalar da kaybolup gitti. O gün bugündür otel artık sevimsiz bir işhanı görünümünde.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Text
Galatasaray Postanesi Degüstasyon Zografyan Lisesi
Galatasaray Postanesi Degüstasyon Zografyan Lisesi
Artık İstiklal Caddesi’ne çıktık. Böylece Tünel- Galatasaray arasındaki bölümü de bitirmiş olduk. Bundan sonra, sağlı sollu sokaklara ve pasajlara da uğrayarak Taksim’e doğru yürüyelim. Çiçek Pasajı’ndan çılanca hemen sağ tarafta, son zamanlarda kötü bir şekilde restore edilen üç kadı bir bina bulunuyor. Birkaç yıl öncesine kadar Galatasaray Postanesi olarak hizmet veren bina PTT müzesi haline getirilecekti. Ancak restorasyonda bir takım yolsuzluk olayları ortaya atılınca bina birkaç yıl boş kaldı. Son olarak da Galatasaray Spor Kulübü’ne devredildi ve bina Galatasaray Kültür Merkezi’ne dönüştürüldü. Beyoğlu Postanesini Ermeni tüccar Theodor Sivadyan konut olarak 1875 yılında yaptırmıştı. Posta-Telgraf Nazın Hüseyin Hasip Paşa, binayı 1907 yılında satın alarak Fosta-Telgraf Merkezi haline dönüştürdü. Yapının ikinti katinda İngiliz, üçüncü katindaysa Alman Radyo Kumpanyası vardı.
Çiçek Pasajinın tam karşısında, bugün Örs İş Merkezi edan bina, yaptırdıktan okulu ilerleyen bölümde göreceğimiz ünlü Esayan Ailesi’nin konutuydu. Neo-klasik cephesiyle hemen dikkati çeken binanın alt katindaysa dönemin ünlü giyim mağazası Baker ile Kanzuk (Canzouch) Eczanesi bulunuyordu. İngiliz Kanzuk Ailesi, yüz yıl boyunca eczacılık yaptıktan sonra son eczanelerini 1931 yılında eczacı Muhiddin Hüsnü’ye satmışlardı. Muhiddin Bey de eczacı aüeye saygısından soyadını Kansuk olarak değiştirmişti. Muhiddin Kansuk’un eczanesi 1965’te kapandı. Aileyle aynı adı taşıyan pastilleriyse günümüze kadar geldi. Bir ara İngiliz Kültür Ofisi’nin (British Councü) yer tuttuğu Örs İş Merkezi’nde bugün çeşitli mağazalar ve kafeler bulunuyor.
Çiçek Pasajı’nın Taksim’e bakan yanındaysa (bugün Türk yemekleri yapan oryantal bir lokantanın olduğu yerde) önce Fransız modaevi Parret, ardından da Japon Nakamura’nın açtığı Japon Pazarı vardı. Boydan boya oyuncaklarla dolu bu dükkan, o dönemin tüm çocuklan-nm içine girmeye can attığı bir rüya alemiydi. Askerler, arabalar, gemiler, kovboy şapkaları, tabancalar, tüfekler, miğferler…
Japon Pazarı’nın yerini 1920’lerde ünlü İtalyan lokantası Degüstasyon aldı. 1919’da bir Yunanlı burada Restoran Riç (Ritch) adlı bir lokanta açmıştı. Daha sonra lokanta Kamelya Kumaş Mağazası oldu. Kumaş mağazası da kapanınca, mekan 1921’de bakkaliye olarak açıldı. Ancak sonradan Maurandi adlı bir İtalyan subayı, bir Amerikan bar ve masalarla bakkaliyesini genişleterek lokanta haline getirmiş, adım da Restoran Milano koymuştu. Maurandi, burayı 1928 yılma kadar işlettikten sonra İtalyan Morrici Kardeşlere sattı. Morricüer sayesinde Degüstasyon, 1930 ve 1940’h yıllarda İstanbul’un en iyi lokantası oldu. Özellikle spagetti ve ravyoli konusunda rakipsizdi. Garsonlar her daim Kumlardı. Altta katta üç, balkonda da bir garson çalışır, hepsi de siyah kostüm, beyaz gömlek giyer ve kravat takardı. Degüstasyon’un edebiyat tarihimizde de özel bir yeri vardı. Sait Faik, Faruk Nafiz, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Fikret Adil, Elif Naci, Yahya Kemal gibi isimler Degüstasyon’un müdavimlerindendi. Orhan Veli, meşhur “Canan ki Degüstasyon’a gelmez, fakirhaneye hiç gelmez” mısrasını oturduğu masada yazıvermiştir. 6-7 Eylül 1955’te en büyük zarar gören yerlerden birisi Degüstasyon oldu. Çığırından çıkan çapulcular buzdolaplarının balyozlarla incecik levhalar haline getirdiler. Tarihi masaları, porselen yemek takımlarım parçaladılar.
Galatasaray Lisesi’nin duvarına bitişik, sola dirsek yapan dar sokaktan (Kartal Sokak) sapıp tekrar sağa döndüğümüzde Tumacıbaşı (eski adı Su Terazisi) Sokak’a çıkıyoruz. Sokakta az ileride Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi’ne ulaşıyoruz. Bu lise, az önce bahsettiğimiz ünlü banker Hristaki Zoğrafos’un 1892’de İstanbul Rum cemaatine bağışıdır. Binada, mimar Periklis Fotiadis’in yoğun Neo-klasisizmi gözleniyor. Sokağın bitiminde, meşhur Galatasaray Hamamı’nı görüyoruz. III. Ahmed  döneminde yapılan Galatasaray Hamamı özellikle turistlerin yoğun ilgisini çekiyor. Reşad Ekrem Koçu, Galatasaray Hamamı’nın sabahçı bir hamam olduğunu, içki aleminden dönen hali vakti yerinde kişilerin burayı tercih ettiklerini yazıyor. Az ilerideki Ağa Hamamı ise Mimar Sinan’ın eseri. Hamam 1561’de Kapıağası Yakup Ağa tarafından Fenerbahçe burnundaki fenere gelir sağlamak amacıyla yaptırılmıştı. Buradan kıvrılan sokak da zaten hamamın adını alıyor.
Sokağın devamında, Yunanistan Konsolosluğunun vize bölümü (Yunan Konağı – Palais d’Ionie) ve eskiden İtalyan Kız Ortaokulu olan, Özel Galüeo Galilei İtalyan Lisesi bulunuyor. Yunanistan Konsolosluğu, Kudüs Piskoposu Kyrillos’un konağıydı. İtalyan Lisesi, İtalya’nın ulusal birliğinin sağlanmasından sonra Avusturya vatandaşlığından çıkıp İtalyan vatandaşı olmuş ünlü banker Abraham Salomon Kamondo’nun desteğiyle 1875’te yapıldı. 1974’te ilkokullarda yabana dil eğitiminin yasaklanmasının ardından sanat galerisine dönüştürüldü.
Geldiğimiz yoldan geri dönelim. Tumacıbaşı Sokak’tan ilerleyerek ve Zoğrafyon Sahaflar Pasajı’nı geçerek tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkalım.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul Cadde ve Sokak Turları
Sıraserviler Caddesi’ne çıktık. Servi ağacı Osmanlı dünyasında ölülerle özdeşleşmişti ve mezarlıkları kaplıyordu. Sıraserviler de adını önceden burada bulunan ve Cihangir’e, hatta Dolmabahçe’ye dek uzanan Müslüman mezarlıklarından alıyor. Tabii günümüzde bu mezarlıklardan eser yok. Sıraserviler Caddesi aşağıya, Cihangir semtine doğru devam ediyor. Ancak biz o tarafa değil de Taksim Meydanı’na yöneleceğiz. Ama yine de kısa bir yürüyüşle Sıraserviler’in aşağı kısmına bakabiliriz. Bu kısımda, genellikle Rum mimarların elinden çıkma Art Nouveau apartmanlar, Taksim İlkyardım ve Alman Hastaneleri, Merkez Rum İlkokulu ve St. Pulcherie Lisesi bulunuyor.
St. Pulcherie Lisesi (Lycee Sainte Pulcherie), dünya çapında bir dini birlik olan Aziz Paul’un Hayırsever Kızları’nm (Des Filles de la Charite de Saint Vincent de Paul) İstanbul’daki binalarından birisi. Dünyada olduğu gibi İstanbul’da da birçok binası bulunan birliğin Avusturya kolu Karaköy’deki Avusturya Lisesi (St. Georg’s Kolleg) ve Sen Jorj (St. George) Hastanesi’ni, İtalyan kolu ise Yunan Konsolosluğu yakınındaki İtalyan Kız Ortaokulu ve Cihangir’deki İtalyan Hastanesi’ni yönetiyor.
Fransızlar da İstanbul’un çeşitli yerlerinde binalara sahip. Bunlardan bazıları Kurtuluş’taki yetim yurdu, Şişli’deki Lape (La Paix – barış) Hastanesi ve Bebek’teki Kutsal Kalp (Sacre Coeur) Fransız Şapeli. 1865’te Şişli’de eğitime başlayan St. Pulcherie Lisesi, 1890’da Cizvit Koleji olarak bugünkü binasına taşındı.
Dini bir birliğe bağlı olmasına rağmen tamamen laik eğitim veriyor. Düz ancak anıtsal cephesini gösterişli bir saat süslüyor.Saatin altındaysa binanın yapıldığı tarih yazılı. Okulun içinde bir de küçük şapel bulunuyor. St. Pulcherie Lisesi’ne yakın bir yerde üzerinde bulunduğu sokağa da adını veren ve 18. yüzyıldan kalma Çukur Çeşme’yi görüyoruz.
St. Pulcherie’nin yakınlarındaki Atatürk Lisesi’nin yerinde 19. yüzyılda Fransız St. Jean Baptiste Okulu bulunuyordu. Okul daha sonraları St. Jeanne d’Arc olarak kullanıldı. 1970 yılında Fransızlar okul binasını satınca adı da Atatürk Lisesi oldu. Yakın bir bölgedeki Maç Sokak’ta da Merkez Rum İlkokulu (Kentrikon Parthenoghoyon) bulunuyor. 1875’te yapılan okul bir asırdan fazla eğitim verdikten sonra, geçtiğimiz yıllarda öğrenci azlığından dolayı kapandı ve çürüyüp gitmeye yüz tuttu.
Merkez Rum Lisesi’nin yanındaki sokaktan Sıraserviler Caddesi’ne çıkabiliriz. Bu sokak üzerinde, çoğu kötü durumda olan eski Rum ve Levanten evlerini görüyoruz. Sıraserviler Caddesi’ne çıktıktan sonra geriye, meydana doğru dönebiliriz. Kazancı Yokuşu’na doğru inen yokuşta birbirine benzer iki bina bulunuyordu.
Bunlardan ilki, II. Abdülhamid’in yardımcılarından, Lübnan asıllı Selim Paşa’ya aitti. Selim Paşa Tarım, Orman ve Madencilik Bakanlığı yapmış, ancak bakanlığından çok ihalelerde aldığı avantalarla adından söz ettirmişti. Cumhuriyet döneminde bina önce halkevi, ardından sular idaresinin ofisi olarak kullanıldı. Diğer binaysa Selim Paşa’nın kardeşi Necip Paşa’ya aitti. Çalışma Bakanlığı Müsteşarı olan Necip Paşa da avantacılık konusunda ağabeyini aratmıyordu. Necip Paşa’nın eviyse cumhuriyet yıllarında Nemlizade Ailesi tarafından kullanıldı. Bu iki binayı bugün artık göremiyoruz. Bu binaların yerinde Dilson ve Keban isimli iki otel yükseliyor.
Cadde üzerinde yine Kampanaki’nin eseri olan Belçika Konsolosluğu (Belçika Sarayı – Palais de Belgique) 1930’lara kadar elçilik olarak hizmet vermişti. Neo-klasik tarzdaki bu yeni binadan önce Belçikalıların ilk elçiliği Postacılar Sokaktaydı. Romanya Konsolosluğu olarak kullanılan bina ise Muzurus Paşa’nm konağıydı. Rum asıllı Muzurus Paşa, dragomanlıkla başladığı hariciye kariyerini Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra sefiri olarak noktalamıştı. Paşa, 1880 yılında iki katlı olarak yatırdığı binaya sonradan bir kat daha ekletmişti.
Konsoloslukların yanında bir zamanların Majik (Cine Magic) ve Venüs sinemaları olan, bugün ise Devlet Tiyatrolan’mn Beyoğlu sahnesi olarak kullanılan binayı görüyoruz. Majik Sineması 1914’te (kimi kaynaklara göreyse 1920’de) İstanbul’ dia sinema salonu olarak yapılan ilk binaydı. Daha önceki sinemalar mevcut binaların işlev değiştirmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen yanında da tarihe direnen Maksim Gazinosu yer alıyor. Ancak bazı binalar Maksim Gazinosu kadar şanslı olamadı. Meydana doğru sırasıyla Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nuri Beyün konağı, Doktor Numan Bey ve hariciye mensubu Gabriel Noradunkyan Efendi’nin evleriyle ünlü Kalmis Apartmanı vardı. Bunlar da zaman içinde yıkılarak yerlerine birtakım beton binalar dikildi. Bugün restoran olarak kullanılan bina da Rum Apostolidi’nin eviydi.
Karşı köşede dizi dizi büfelerin ve dönercilerin yerinde de bir zamanlar Eptalofos bulunuyordu. Burası, camekanlı bir çatı altında türlü bitkilerle süslü, devamlı Rum ve yabancı müzisyenlerin çaldığı bir kafe-şantandı. Müdavimleri arasında Asaf Halet Çelebi, İlhan Berk, Abidin Dino vardı. Ama belki de asıl Sait Faik’in mekanıydı.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstanbul’un Zengin Etniklerinden Bir Derleme ve Balık Pazarı’nda Tarihi Tur
Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik g��steren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumları Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’m Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. AvrupalIlar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.
İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Kel-dani cemaatine devredildi.
Balık Pazarı
Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor. Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. OsmanlIda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…
Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da -her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da- birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.'”
MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzanti-on’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenannda kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.
domuz eti satıldığı için gayrimüslimler ve yabancılar tarafından rağbet görür. İstanbul’un zengin semtlerindeki aynı adı taşıyan şarküterilerle ilgisi olmayan bu mekanı uzun yıllar Bulgar bir aile işletmiş.
Balık pazarının her daim hareketli ortamı arasından yürüyerek tezgahların arasına gizlenmişçesine duran büyük kapıdan Beyoğlu Surp Yerrortutyun (Üç Horan) Kilisesi’ne girelim.
Üç Horan Gregoryen Ermeni Kilisesi, herhangi bir mimari özelliği bulunmasa da merkezi konumu dolayısıyla Gregoryen Ermeni-lerin başlıca ibadet yerlerinden biri. İstanbul’da 16. yüzyıl başlarından itibaren Galata ve Pera civarında Ermenilerin bulunduğu biliniyor. Zaman içinde İstanbul Ermenileri kalabalık bir cemaat oluşturarak çeşitli işkollarında -özellikle de el sanatlarında- başarılı oldular. 1807 tarihinde yaptırılan ahşap kilise üç yıl sonra yanınca 1838 yılında Garabet Balyan tarafından bugünkü bina yapıldı. Bahçesinde 17. yüzyılda yaşayan (ölümü 1680) patrik Surp Agop’un (asü adıyla Agop Katogikos) mezarı bulunuyor.
Yüzyıllar boyunca Pangaltı’daki Ermeni Mezarlığı’nda yatan Agop’un cenazesi 1939’daki istimlakler sırasında kilisenin bahçesine alındı. Üç Horan Küisesi’nde düzenlenen düğün ve cenaze törenleri oldukça gösterişli oluyor. Bir de Noel ayinleri… Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlar 24 Aralık’ı İsarnm doğum, 6 Ocak’ı ise vaftiz günü olarak kutlarlar. Gregoryen Ermeniler ise 6 Ocak’ı hem doğum hem de vaftiz günü olarak kutlamakta. Noel ve buna benzer özel günlerde kiliselerde çok sesli müzik çalınır. Kilisenin karma korosu da 1926’da Nerses Hüdaverdiyan tarafından kurulmuştur. Kimilerine göre Ermenilerin müziğe yatkın olmasının altında küçüklükten itibaren kilise müzikleri dinlemelerinin, korolarda okumalarının etkisi büyüktür.
İstanbul Şehir Operası, 1960’ta Aydın Gün tarafından kurulduğunda koronun, hatta orkestranın yüzde 70-80’ini Ermeni sanatçılar oluşturuyordu. Ermeni asıllı müzisyenler Türkiye’de her zaman başarılı olmuştur. Asırlık Zildjian Ailesi, el yapımı zilleriyle bir dünya markası olmuşlardır. Onno ve Arto Tunç (Tünçboyacıyan) kardeşler, Norayr Demirci ve Garo Mafyan ise günümüze en yakın birkaç örnek…
2 notes · View notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İstiklal Caddesi’nde Tarihi Bir Tur ve Galatasaray Lisesi
Son allarda kabuk değiştirmeye başlayan Beyoğlu’nda eskiden kalma apartmanları restore edip ya konut ya da işyeri, sanat galerisi, lokanta, kafe, vs. olarak kullanmak moda oldu. Restorasyon binanın orijinalliğini koruduğu ve Fransız Sokağı’nda olduğu gibi çevresinden kopartıp almadığı sürece, bu tarz çalışmalar bu tarihi binalara yeniden hayat veriyor. Suriye Pasajı, Şark Oryantal Pasajı, Melek Sineması derken sıra Mısır Apartmanı’na geldi.
Mısır Apartmanı, bir zamanların Concordia Tiyatrosu olan San Antuan Kilisesi’ni geçer geçmez karşımıza çıkıyor. Kimilerine göre Art Nouveau, kimilerine göreyse Avrupa modemizmi ve arabeskle karışık bu binayı Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa, kışlan kalmak için 1870 yılında inşa ettirmişti. Mısır Apartmanı, aynı yıl çıkan Büyük Beyoğlu Yangını’nın hemen ertesinde yapıldığı için Beyoğlu’ndaki ilk beton binalardan birisi olma özelliğinde.
Bilindiği üzere Mısır’da Hıdivlik babadan oğla geçiyordu. Abbas Halim Paşa da, Hıdiv Abdülhalim Paşa’nın oğluydu. Hıdiv sülalesinden binanın son sahibi Abbas Halim Paşa’nın yeğeni, Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Paşa’ydı. Daha sonra bina Halim Paşa’nın varisleri arasında paylaştırılıp apartmana dönüştürüldü. Apartmanın daireleri de ev ve işyeri olarak kullanıldı. Alt katında uzun yıllar ünlü Lazzaro Franco mefruşat mağazası bulunuyordu.
Mısır Apartmanı’mn sakinleri arasında Dekorasyon mağazasının sahibi antika uzmanı Selahattin Sırmalı ve ünlü diş hekimi Barry de vardı. Apartmanda yaşayan en önemli kişi Mehmed Akif Ersoydu. Milli şair Mehmed Akif Ersoy, 1925 yılının Ekim ayında Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak birlikte Mısır’a gitmişti. Şair, on yıl kaldığı Mısır’da Kuran-ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesi üzerinde çalışmış ve Kahire Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı hocalığı yapmıştı. 1936 yılında siroza yakalanan Ersoy, isteği üzerine İstanbul’a getirilip Mısır Apartmanı’nda bir daireye yerleştirildi. Tedavisi sonuç vermeyince de yeni yıla kısa bir süre kala öldü. Şairin son günlerini yaşadığı ve dünyaya gözlerini kapattığı apartmanın giriş kapısında ünlü şairin anısına bir plaket bulunuyor.
Daha sonraki dönemde apartmana iki yeni diş hekimi ve bir terzi daha taşındı. En üst katta Onnik Kumruyan’m, altındaysa Galatasaray Spor Kulübü’nün eski başkanlarından Faruk Süren’in babası Arşak Sürenyan’ın muayenehaneleri bulunuyordu. Terzi Selçuk Kaksan ise hem kumaş satıyor hem de terzilik yapıyordu. Aynı zamanda da İstanbul Radyosu’na skeçler yazıyordu. Mısır Apartmanı, Haliç kenarındaki Sveti Stefan Bulgar Kilisesi, Tokatlıyan Oteli ve Cibali Tütün Fabrikası’m da inşa eden Ermeni Mimar Hovsep Aznavuryan’ın eseri.
Galatasaray Lisesi
Mısır Apartmanı’m da geride bırakarak Galatasaray Meydanı’na kadar gidelim. Meydanda durduğumuzda doğal olarak dikkatimizi en çok çeken yapı dökme demirden devasa kapısı ve geniş arazisiyle Galatasaray Lisesi oluyor. Galatasaray Lisesi, Mekteb-i Sultani olarak 1868’de açıldı. Yıllar boyunca da Enderun’a (saray mektebi) iyi eğitim almış eğitmenler yetişirdi. Ancak burada bir eğitim kompleksinin bulunmasının öyküsü çok daha gerilere uzanıyor.
Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre, Sultan II. Bayezid fırtınalı bir kış günü çıktığı tepede fırtınaya yakalanarak büyük bir bahçe içerisinde küçük ve bakımsız bir kulübeye sığınır. Kulübedeki yaşlı adam ağırladığı kişinin sultan olduğunu bilmeksizin bir kap sıcak yemek verir ve yolunu kaybetmiş avcıyı fırtınadan kurtarır. Sultan Bayezid, yaşh adama “Sen benim hayatımı kurtardın, benden ne düersin” diye sorar.
Yaşlı adamsa kendisi için bir dileğinin olmadığım söyler. Bayezid, bunun üzerine sultan olduğunu itiraf eder ve adam ne dilerse yerine getireceği konusunda ısrar eder. Yaşlı adam da sultandan “bu geniş bahçeye bir okul yapmasını, devlete okumuş evlatlar yetiştirmesini” diler. Sultan II. Bayezid de, küçük kulübesinin önünde san ve kırmızı güller yetiştiren bu ermişin dileğini yerine getirir ve bahçeye bir mektep üe bir darüşşifa (hastane) yaptırır. Bu hikâye yıllarca düden dile dolaşır ama ermişin adının ne olduğu bilinmez. Herkes onu Gül Baba diye bilir. İşte az önce türbesini gör düğümüz Gül Baba’nın ve Galatasaray’ın öyküsü böyle.
Osmanlı’da Enderun’a gelen talebelerin ilköğrenimlerinin verileceği bir mektebe uzun zamandır ihtiyaç vardı. İşte bu ihtiyacın sonucunda Galatasaray Lisesi ilk olarak Galatasaray Ocağı adıyla açıldı. Yaklaşık üç yüzyıl boyunca da saraya içoğlanı yetiştirdi. 1820 yılına gelindiğinde de Mekteb-i Tıbbiye olarak hizmet vermeye başladı. Galatasaray Lisesi’ndeki Fransızca geleneğinin ortaya çıkmasıysa sonralara rastlar. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca Avrupa’da en yaygın dil Fransızca’ydı. Özellikle de diplomasi dili Fransızca’ydı. Osmanlı’da da Fransızca konuşan bir grup vardı. Bunlar “dragoman” derilen yabancılar, çoğunlukla da Ermeniler ve Rumlar’dı. Dragomanlar Fransızca’nın yanı sıra, Latince, Rumca, İngilizce ve hatta bazı Balkan dillerini bildikleri için Osmanlı hâriciyesinin temel direğiydi. Uzun yıllar imparatorluğa hizmet verdiler. Ancak, ne zaman ki 1789’da Fransız Devrimi patlak verdi ve devrimin etkileri kısa sürede Osmanlı’ya ulaştı, o zaman işler değişti. Fransız Devrimi tüm Avrupa’daki ulusların milliyetçilik duygularım ateşledi. Bundan en çok etkilenenler de şüphesiz Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi çokuluslu imparatorluklardı.
İlk olarak Sırplar, hemen ardından da Yunanlılar 1820’lerde ayaklandılar ve bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yunanistan’ın sekiz yıl süren bağımsızlık mücadelesinde dragomanların bilgi sızdırdıkları ya da yanlış istihbaratta bulundukları ve Osmanlı’yı arkadan vurdukları iddia edildi. Böylece, Osmanlı hâriciyesinde dragoman devri kapandı. Artık hâriciyenin özünü Türkler oluşturacaktı. Tüm bu gelişmeler 1830’lu yıllara, yani Tanzimat dönemi ve OsmanlI’nın Batıklaşma sürecine denk geliyor. İlk iş olarak bir grup öğrenci ve aydm Fransa’ya gönderildi. Ancak bu aşı tutmayınca Osmanlı topraklan içinde Fransızca eğitim veren bir kurumun açılmasına karar verildi.
Mekteb-i Sultani 1 Eylül 1868 günü Sultan Abdülaziz’in de katıldığı bir törenle açıldı. Başlarda sadece lise eğitimi veren okul 1908 yılından itibaren, dönemin okul müdürü Tevfik Fikret Bey’in çabalan sonucu ilk, orta ve lise eğitimi vermeye başladı. Cumhuriyet kurulup tüm Osmanlı kurumlan tasfiye edilince de Mekteb-i Sultani Galatasaray Lisesi’ne dönüştü.
Galatasaray Lisesi, yüz yılı geçen tarihi boyunca toplumun her kesiminden çok önemli isimlerin yetiştiği bir okuldur. Öte yandan, dünyada laik eğitim sisteminin adı bile yokken, kurulduğu yıldan itibaren Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan öğrencilerin bir arada eğitim gördüğü yer olmuştur.
Galatasaray’ı önemli kılan ve Türkiye’de ve Avrupa’da bir marka haline getiren bir özelliği daha var; 1905 yılında okulun öğrencilerinin kurduğu ve ilk başkanlığım Ali Sami Yen’in yaptığı spor kulübü. Galatasaray Spor Kulübü, Türkiye’nin “Üç Büyüğü”nden birisi olarak yüz yılı aşkın süredir Türk sporuna hizmet veriyor.
Galatasaray Meydanı’nda 1973’te Türkiye Cumhuriyeti’nin 50. yılı anısına heykeltıraş Şadi Çalık’ın çelik borulardan yaptığı ve cumhuriyetin dinamizmini temsil eden heykeli görüyoruz. Bugün Yapı Kredi Kültür Merkezi’nin ve heykelin bulunduğu yerde bir zamanlar on altı dükkan ve on altı daireden oluşan Galatasaray Pasajı bulunuyordu. Lüks gıda maddeleriyle ün yapmış Teofanidis Şarküterisi, berber ve lostra salonu Hristo, ünlü kundura mağazası Matras ve konfeksiyon mağazası Spiegel burada yer alıyordu.
Galatasaray Meydanı’nın diğer köşesinde, liseye bitişik olarak (bugün büfe ve telefon kulübeleri olan yerde) ise Beyoğlu Polis Merkezi vardı. 1849’da askeri bir karakol olarak yaptırılan bina, uzun yıllar Beyoğlu Mutasarrıflığını barındırdı. Cumhuriyetten sonra da Beyoğlu Polis Merkezi’ne dönüştü. Arkasında büyükçe bir hapishanesi de olan binanın tümü 1940’ta yıkıldı.
1 note · View note
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Nuruziya Sokağı’nın Keşif Turu
Şimdi, eski adı Polonya Sokağı olan Nuruziya Sokağı’na girerek ilerleyelim. Bu mekanda daha önce 19. yüzyıl başında Polonya (Lehistan) Sefarethanesi olduğu söyleniyor. Doğruluk derecesini bilemiyoruz zira İstanbul’daki Lehler hakkında farklı görüşler var. Polonya’nın bölünmesi sonucu Osmanlı Devleti bir kısım Polonya muhacirini İstanbul’a kabul ediyor. Köylü olanlar Polonezköy’ü kurup, oraya yerleşiyor. Şehirli olanlar da Beyoğlu’na, kendi elçiliklerine yakın bir sokağa geliyor. Bir diğer görüşe göre, Polonya’nın tarihi boyunca yaşadığı işgal ve bölünmelerin birisi sırasında ülkelerinden kaçan Lehlerin gelip Fransız Elçüiği’ne sığınmalarından dolayı sokak Polonya adıyla anılıyordu. Polonya Sokağı’nın bugünkü admı almasıysa 1930’lara denk geliyor. Devrin belediye meclisi masonlukta iki önemli kavram olan “nur” ve “ziya”yı bir araya getirmiş ve sokağın adı “Nur-u Ziya” olmuş.
Nuruziya Sokak geçirdiği yangınlar ve yıkımlarla eski özelliğini yitirdi. Ancak sokak bir zamanlar Beyoğlu sanat dünyasının ve bürokrasisinin önemli isimlerini ağırlıyordu. Günümüzde bu apartmanlardan eser yok. Bir zamanlar bu sokakta oturanlardan birisi de Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim hocalığı yapan İsmail Hakkı Beydi. İsmail Hakkı Bey, yemeğini Degüstasyon veya Hristaki’de yedikten sonra Rum ve İtalyan müziği yapan sanatçüarı sokaktaki evine götürürmüş. Bu müzisyenler müziklerini İsmail Hakkı Beyin yatak odasında yaparak kendisini uyuturlarmış.
Elçiliğin bir üstündeki apartmanda da Yunanistan’da bir dönem çok ünlenmiş Manişka isimli bir şarkıcı oturuyordu. Söylenene göre Maruşka buraya bir Musevi gence aşık olup yerleşmiş.
Park Oteli’nin piyanisti ve Ses Tiyatrosu’nun orkestra şefi İtalyan kökenli Mösyö Maggi de Nuruziya’nm eski sakinlerinden. Mösyö Maggi, 1940’lı ve 1950’li yıllann yerli caz şarkıcılannm repertuarını yapar, notalarını yazardı.
Nuruziya Sokağı geçmişine sahip bir başka ünlü de yazar Refik Erduran. Erduranlar, ailenin adını taşıyan apartmanlarım 1960’larda satıncaya kadar sokakta oturdular.
Sokaktaki ünlü apartmanlardan birisi Belvü Apartmanı. 1941’de yığma tuğladan yapılan Belvü Apartmam’mn yerinde Pastaneci Mösyö Mulatier’nin iki ila dört katlı olduğu söylenen evi bulunuyordu. Evde bir zamanlar iki İtalyan mimar yaşıyordu. Birisi İtalyan De Na-ri, diğeri ise Guilio Mongeri. Özellikle Mongeri’yi iz bırakan bir mimar olarak hatırlayabiliriz.
Mongeri, OsmanlI’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul, Ankara ve Bursa’da önemli eserlere imza attı. San Antuan Kilisesi, Karaköy Palas, Maçka Palas, Maçka’daki eski İtalyan Sefareti, Taksim Anıtı Kaidesi ve Bursa Çelik Palas Oteli bu eserlerden bazıları. Mulatier’den sonra evin mülkiyeti saat tüccarı Gramatopoulos’a geçti. Gramatopoulos, 1941’de Mulatier’nin evini yıktırıp yerine Belvü Apartmam’m yaptırdı. Söylenene göre Gramatopoulos, evi yaptırmak için gerekli parayı İsviçre’de aldığı saatlere Sin-ger damgası bastırıp burada Singer saati olarak satarak toparlamış. Gramatopoulos da zaman içinde İstanbul’u terk ederek İsviçre’ye yerleşmiş. Mulatier evinden arda kalan tek bir şey var; bodrumdaki kalorifer dairesi. Burası yıkılmamış ve apartman bu temel üzerine inşa edilmiş.
Elçiliğin tam karşısında 19. yüzyıldan kalma 43 numaralı apartmanda Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi üyesi, Osmanlı sarayının ve Sultan II. Mahmud’un doktoru Mösyö MacCarthy oturuyordu. Kendisine yaptığı hizmetlerden dolayı padişahtan onur nişanı aldı. Doktor MacCarthy, meslektaşı olan saray doktoru Konstantin Karateodori ile birlikte Sultan II. Mahmut’un Hastalığı ve Ölümünün Gerçek hikayesi adlı bir kitap yazıp Abdülhamid’e ithaf etti. Aynı apartmanda 1940’lı yıllarda Türkiye’nin ilk matbaacılarından Osvaldo Maina oturuyordu.
Nuruziya Sokağı’nın üst tarafında İstiklal Caddesi’nin kesiştiği yerde (bugün Ziraat Bankası var) az önce evini gördüğümüz Mösyö Mulatier’in pastanesi vardı. Mulatier’in çikolatalı pastaları Lebon ve Markizle yarışacak derecede lezzetliymiş. Mulatier’in pastanesi zaman içinde yerini Dekoration isimli bir antikacıya bıraktı. O günlerde Dekoration’da çalışan yakışıklı mimarların, karşı köşedeki lisenin kız öğrencilerinin kalplerini çalmaları epey konuşulmuştu. Mağazanın hemen altında, sokağın içindeyse sinema biletleri ve programlan basan Palamari Matbaası vardı.
Bugün Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın bulunduğu binada ise, 19. yüzyılda Kraliyet İtalyan Mektebi, daha sonra da İtalyan Konsolosluğu yer alıyordu. 1928 yılında masonlar tarafından satın alman bina 1935 yılında mason faaliyetlerinin Atatürk tarafından durdurulmasıyla halk evlerine tahsis edildi, 1948 yılındaysa yeniden masonlara verildi.
Masonlar Locası’nın karşısındaki otoparkta bir zamanlar 19. yüzyılda Dalmaçya kıyılarındaki Ragusa (Dubrovnik) Kent Cumhuriyeti temsilcisine ait bir bina bulunuyordu. Kent devleti zaman içinde ortadan kalkınca bina yerine Profesör Copello’nun dans okulu açıldı. Copello’nun yerine daha sonra Beyoğlu’nun en ünlü mobilya*mağazasının sahibi Mösyö Psalty, arkasından da cumhuriyet döneminin ünlü dans hocası, genç cumhuriyete tangoyu öğreten adam olarak bilinen Mösyö Panosyan geldi.
Masonlar Locası’nın bitişiğinde küçük ama oldukça önemli bir bina bulunuyor. Binanın girişindeki plaketten de anlaşılacağı gibi burası ünlü Macar bestecisi Ferenc (Franz) Liszt’in İstanbul’a geldiğinde kaldığı ev. Daha doğrusu Liszt, bir zamanlar bu binanın yerinde olan ve yanan ahşap evde kalmış. Evin asıl sahibiyse Avusturya-Macaristan vatandaşı piyano satıcısı Alexander Commendinger. Commendinger Ailesi piyano yapımı ve satımında İstanbul’da bir numaraydı. İstiklal Caddesi üzerinde iki dükkanları vardı. Birisinin adı “Toumisseur de sa Majestd Impdriale” yani “sultanın sarayında müzik alet ve notaları satan bir firma”ydı. Emest Commendinger, “pianola” adı verilen, delikli müzik rulolarıyla çalışan mekanik müzik aletlerini bu dükkanda sergiliyordu.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yaşanılası Yerler Florya ve Yeşilköy Gezisi
Atatürk Havaalanı’nın biraz ötesindeki Florya, İstanbul’un en sakin semtlerindendir. Çok sayıda müstakil ahşap evin olduğu Yeşilköy de Florya gibi huzuru tercih edenlerin mekânı. Eski ismi Ayastefanos olan semt, o dönem burada yaşayan ve yeşiline hayran kalan Halid Ziya Uşaklıgil’in önerisiyle bugünkü adına kavuşmuş.
Florya
Bazılarına göre Florya adını, burada bir av köşkü yaptıran Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarı İskender Çelebi’nin doğduğu yer olan Arnavutluktaki Florina’dan almış. Bazı kaynaklar ise Yunanca “Florion”dan geldiğini söylüyor. Florya Marmara Denizi kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip. Deniz kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip, deniz kıyısında birinci sınıf bir kahvaltı ya da güzel bir akşam yemeği yemek isteyenlerin popüler mekânı.
Yemyeşil doğası ve pastel rengi ahşap evleri ile Yeşilköy ise lüks kavramının gösterişten uzak ve zarif olabileceğinin de kanıtı. Gürültülü havaalanına yakınlığına rağmen İstanbul’da yaşanacak en güzel yerlerden biri olarak kabul ediliyor.
Deniz Köşkü
Florya, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk’ün ilgisini çekmiş. Belediye, Atatürk’e armağan edilmek üzere bir köşk yaptırmaya, bunun için de bir proje yarışması açmaya karar vermiş. Yarışmayı kazanan mimar Seyfi Arkan’ın Avrupa Bauhaus etkisiyle yaptığı ve 1935 senesinde açılan köşkte, farklı zamanlarda toplam 42 gün kalmış Atatürk. Aralarında İngiltere Kralı VIII. Edward ve eşi Mrs. Simpson’ın da olduğu bazı üst düzey konukları burada ağırlayan Atatürk’ün ölümünden sonra cumhurbaşkanları İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürkve Kenan Evren tarafından kullanılmış köşk. Atatürk’ün kaldığı zamanki eşyaları ile bir Atatürk Müzesi’ne (Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri açık) dönüştürülen köşkte daimi bir “Atatürk İstanbul’da” sergisi yer alıyor.
Florya Sosyal Tesisleri
Bu sıradan isme bakıp aldanmayın, gerisinde kafieler, restoranlar, çocuk oyun alanları ve çiçek bahçelerinin yer aldığı harika bir park var. Daha da ötesi, burası misafirlerin ayakkabılarını çıkartarak dolaştığı yarı değerli taşlarla döşenmiş Türkiye’nin ilk Refleksoloji Parkı. Sizi taşıyan ayaklarınıza dinlenme ve masaj şansı verin, taşların üzerinde yürüyün.
Ayastefanos’tan Yeşilköy’e…
Bugünkü Yeşilköy, Bizans döneminde Aya Stefanos olarak adlandırılmış. İlk Hıristiyan şehidi Aziz Stefan’ın kemiklerini taşıyan gemi Roma’ya giderken fırtına nedeniyle burada durmak zorunda kalmış ve küçük balıkçı köyünün adının da belirlenmesine neden olmuş. Haçlıların Latin Ordusu İstanbul’a saldırıyı başlatmak için 1203 senesinde burada karaya çıkmış. Şehrin işgali de bir sene sonra 1204’te gerçekleşmiş.
XIX. yüzyılda tüm köy padişahın hediyesi olarak bir Ermeni aileye, Dadyanlara verilmiş. Kırım Savaşı sırasında burada kalan Fransız askerleri, şehirdeki üç deniz fenerinden birini buraya inşa etmişler. Birçok önemli, tarihi olaya tanıklık etmiş Yeşilköy. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlığını ilan eden Bulgarlara yardım için 1876 senesinde Rus ordusu ilçeye girmiş. Sultan II. Abdülhamid barış istemek zorunda kalmış.
Simonoğlu ailesine ait muhteşem bir ahşap konakta imzalanan ve Osmanlı için çok ağır koşullar içeren 1878 Ayastefanos Antlaşması ile yeni Bulgaristan’ın sınırları Tuna Nehri’nden Ege Denizi’ne kadar çizilmiş. Sultan II. Abdülhamid’in Selanik’e sürgüne gönderilme kararı İttihat ve Terakki Cemiyeti Gön Türkler) tarafından 1909 senesinde yine burada alınmış.
93 Harbi (Rumi Takvim’e göre 1293 yılında yapıldığından) olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında batıda Yeşilköy’e kadar ilerleyen Rus ordusu, ölen askerlerinin anısına 1895 senesinde Rus mimarisinin tüm özelliklerini yansıtan, Rus kilisesine ait motiflerle süslü bir anıt yaptırmış.
Yapılma aşamasında Rus ve Osmanlılar arasında büyük çekişmelere neden olan anıt, OsmanlIlar tarafından bir yenilgi simgesi olarak görüldüğü için 14 Kasım 1914’te törenle yıkılmış. Fuat Uzkınay bunu filme çekmiş ve “Ayastefanos‘taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” Türk Sineması’nın ilk filmi olarak tarihteki yerini almış.
Şimdiki Yeşilköy
XIX. yüzyıla ait bir çok güzel, ahşap ev tamir edilip boyanmış, günümüzde çok sayıda dükkana ve akşamları hoşça vakit geçirmenizi sağlayacak bar ite restorana ev sahipliği yapıyor. Cümbüş Sokağı’ndaki St Stephen Katolik Kilisesi’ne uğradığınızda altarının üstünde yer alan Aziz Stefan’ın 34 veya 35 yılında taşlanarak öldürülmesini anlatan tabloyu görmeden ayrılmayın. Köşeyi döndüğünüzde karşınıza çıkacak küçük liman, harika bir Prens Adaları manzarası armağan ediyor misafirlerine. İnci Çiçeği Sokağı’nda Surp istepanos Ermeni Kilisesi, Mirasyedi Sokak’ta da Ayios Stefanos Rum Ortodoks Kilisesi var. Dolayısıyla tüm kiliseler farktı mezheplere alt olmalarına rağmen Aziz Stefan’a ithaf edilmiş.
Yeşilköy Tren İstasyonu ve Semprini Evleri
1871 tarihli istasyonun ziyaretçilerinden biri de 1909 Hareket Ordusu’yla semte gelen Atatürk’tü… İstasyonun en eski yapısı ise dışardan kolayca seçilen su deposu.
İtalyan asıllı Levanten mimar Semprini’nin yaptığı yan yana duran üçevi9oo’lü yılların başında inşa edilmiş. İstanbul’da birçok esere imza atmış olan Semprini’en önemli eserlerinden biri Taksim Tepebaşı’nda bulunan Büyük Londra Oteli’dir.
0 notes
yuruyus-blog · 9 years ago
Text
İstanbul Turunda “Silivrikapı ve Balıklı Rum Kilisesi”
İstanbul Turunda “Silivrikapı ve Balıklı Rum Kilisesi”
Silivrikapı
Bir zamanlar yakınlardaki bir kaynak nedeniyle Mukaddes Kaynak Kapısı olarak da adlandırılmış, daha sonra Silivri’ye giden yola atfen şimdiki ismini almış. Bizans Hanedanı’nın bir kolu 1204’teki IV. Haçlı İstilası’ndan sonra Nicaea’e (İznik) yerleşmiş. 1261’de Latin’lerin istilasını sona erdirmek üzere bu kapıdan şehre girmişler.
Bu noktadan surların içine geçtiğinizde Silivrikapı Caddesi’nde Mimar Sinan tarafından 1551 yılında, Sadrazam İbrahim Paşa için yapılmış kare planlı, tek kubbeli Hadım İbrahim Paşa Camii’ni görebilirsiniz. Dönemin özelliklerini taşıyan çini panolar ve fildişi kakmaları ile dikkat çeken cami bir külliyenin günümüze gelebilen üyesi. Sadrazam, külliyenin bir diğer parçası olan ve avluda yer alan üstü açık mermer türbede yatıyor.
Diğer köşede, Tekke Maslağı Sokak’taki Bala Külliyesi, İstanbul’un Kuşatması sırasında görev yapan Topçubaşı Bala Süleyman Ağa tarafından yaptırılmış. 1863’te II. Mahmud’un saraylılarından Sazkar Kalfa burada bir Nakşibendi Tekkesi inşa ettirmiş. Piristü Valide Sultan da buna bir okulla çeşme ekletmiş. Çeşme gerçekten çok güzel ve arkasındaki evde insanlar yaşıyor. Abdülmecid’in eşi ve II. Abdülhamid’in manevi annesi olan Piristü Valide Sultan’ın adı Farsça’da “kırlangıç” demek. II. Abçlülhamid’ten sonraki padişahlar tahta geçtiklerinde anneleri ölmüş olduğu için Piristü Kadın Efendi Osmanlı tarihine son Valide Sultan olarak geçmiş. 1894 depremi bu külliyede hasara yol açınca tamirini Adile Sultan üstlenmiş.
Balıklı Rum Kilisesi
Kilise ana yolun karşısındaki büyük mezarlığın arkasındaki bir ayazmanın yanına inşa edilmiş. Böbrek probleminden şikâyetçi olan İmparator Jüstinyen’in burada sıj içtikten sonra iyileştiği ve buraya Ayasofya’nın inşaatından getirttiği taşlarla bir kilise yaptırdığı yazıyor kaynaklarda. Kiliseyle ilgili bir başka efsane daha var: İstanbul 1453 yılında kuşatıldığında, bir rahip havuzun yanında balık kızartıyor, bir yandan da “Türkler ancak bu balıklar canlandığı zaman şehri alırlar” diye homurdanıyormuş. Tam bu anda canlanıp tavadan havuza geri atlayan balıkları görünce keşiş ne hale gelmiş bilinmez ama şehir kısa bir süre sonra Osmanlıların eline geçmiş. Bugün, hikâyede sözü geçen havuz çok hoş bir şapelin altında yer alıyor, balıklarsa mutlu mutlu yüzüyorlar içinde…
Bugün gördüğünüz kilise aslında yeni, tarihi sadece 1833’e dayanıyor. Sultan II. Mahmud’un fermanıyla yenilenmiş. Balıkların avlusu bir zamanlar buradaki mezarlıktan kalan eski m eza flaşlarıyla döşeli. Bazıları Karamanlı dilinde (Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe) yazılara rastlayacağınız mezar taşları, ait olduğu kişinin mesleğini ifade eden amblemler de taşıyor. 1955 olayları sırasında hem kilise hem de avludaki patriklere ait mezarlardan bazıları büyük hasar 1 görmüş. Biz bu kilisede kendimizi İstanbul’da J değil de başka bir yerdeymişiz gibi hissettim, Balıkların hemen arkasında Hrant Dink’in anıt mezarının olduğu Ermeni Mezarlığı var.
0 notes