''Bir gozum ben.Mekanik bir goz.Ben makina size ancak benim gorebileceğim bir dünyayı açıyorum.''
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
BIR KATLIAMIN ANATOMISI: THE LOOK OF SILENCE

1965-66 yılları arasında Endonezya'da teşebbüs ettikleri darbe başarısız olunca Amerika destekli antikomünist katliamı gerçekleşti. Komünistlerin yaptığı öne sürülerek kurgu olarak hazırlanan darbe senaryosu sonucu ülkenin komünist partisi olan PKI militanlarına ve sempatizanlarına yönelik CIA destekli ölüm tugayları korkunç bir sürek avı başlattılar ve 1 milyona yakın kişi katledildi. Yönetmen Joshua Oppenheimer bu katliamlara katillerin tarafından bir pencere açıyor ve bizi vicdansızlığın insanlığın üzerine yüklediği yükle birlikte bizi yüzleşmeye çağırıyor. Tek bir ölüm üzerinden izlek sağlasa da biz yaşanılanları ilk Endonezya'nın tarihi üzerine çıkarımlar yapmak üzerine kullanıyoruz sonra kendi tarihimizi sorguluyoruz.Günümüzde Kürdistan’ da yaşanılanlar ve 1915 katliamını daha geniş bir perspektiften görmemizi sağlıyor ve gerek dilin kullanımının gerek katliamların yöntemlerinin ortaklıkları kanımızı donduruyor.
Joshua Oppenheimer’ın ilk belgeseli olan The Act of Killing’te maddi ve bireysel kaygılardan çok toplumsal bir dürtüyle yönetmenlik yaptığını bize kanıtlamıştı.Çekimlerde dahi bir çok tehlikeyle yüz yüze gelmesinin sonrasında filmi yasaklanınca yaptığı ücretsiz dağıtımlar ve youtube gösterimiyle asıl amacının yüzleşmeyi sağlamak olduğunu yasal sınırları aşarak bize göstermişti. Benzer endişelerle çekilen The Look of Silence’ta da katiller ve akrabalarının tepkileri gerek Adi’nin gerekse ekibin ne kadar tehlikeye atıldığını göstermektedir. Onların bu reaksiyonları verme cesaretlerinin kendilerinde bulmalarının sebebi şüphesiz ki katliamı yapan hükumetin halen yönetimde olmasından kaynaklanmaktadır, bizim bu zamana kadar 82 anayasasını kullanmamıza paralel olarak. Belgesellerde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta katillerin ve itici güç devletin kullandığı legalleştirme politikaların evrenselliğidir.

“Mümkün olan dünyaların en iyisi buysa diğerlerini tahmin bile edemiyorum” demişti Voltaire Candide kitabında. Zalimlerin cirit attığı bu dünyada cezalandırılmayacaklarının bilinci ve kabullenmişliğiyle tek cevabı öbür dünyada ve Tanrı’ da arayabiliyoruz. Oysa ki o suça yardım ve yataklık etmekle kalmıyor legalleştirme ve vicdan rahatlatma operasyonlarının aktif üyesi olarak çalışmaktadır.Dünyada en vahşi katliamlar din yüzünden olmuştur ya da katillerin en güzel kılıfı din kitaplarından kesilip biçilerek dikilmiştir.Belgeselde müslüman katillere neden yaptıkları sorulduğunda zaten onların inançsız olduğu bahanelerden en kuvvetlisi olarak göze çarpmaktadır. Adi bunun yalan olduğunu söylediğinde ölüm evi komutanı namaza gideceğini söyleyerek yüzleşmeden kaçmaya çalışmıştır. Türkiye’de Ermeni’lerin ve Alevilerin kanının helal olduğu defalarca fetva verilmişti. Kürtlere de benzer bir politika izlenmektedir. Burhan Kuzu’nun "Gebertilen Teröristlerin muayenesi mutlaka yapılmalıdır.Görülecektir ki,önemli bir bölümü sünnetsiz" demesi en karanlık örneklerinden biridir. İslam, Hristiyanlığın orta çağda Avrupa’da yarattığı karanlık dönemlerin benzerini günümüzde yaşatmaktadır. İşid’in bugün bu topraklarda yaptığı vahşi katliamları legalleştirmek için tüm kutsal kitaplar yan yana gelse yine üstünü kapatamaz. Joshua bir röportajda amacının iyimser bir tablo çizmekten çok bir bataklığı göstermek olduğunu üstüne basarak dile getirmiştir. Birinci dünya ülkelerinin dünyadaki iktidarlıklarını sürdürmek ve maddi değerlerini korumak için yaptıkları bu bataklıkların sınırı üçüncü dünya ülkelerinde dinin oluşturabildiği baskı kadardır. Bir diğer popüler bahanesiyse ataerkil oluşlarından dolayı ürettikleri namus masallarıdır. Katiller belgeselde kendi üstün ahlaklarıyla karşı tarafın birbirlerinin eşleriyle birlikte olduğu yalanını öne sürmüştür. Alevilerin “mumsöndü” yaptıkları yine erkek üstün toplumun benzer şekilde ürettiği bir mittir. Kadınların vücutları ve hayatlarının erkeklerin mülkiyetinde olduğundan yola çıkarak oluşturulan bu söylemler katillerin benzer eylemlerde bulunmasına neden olmaktadır. Endonezya’ daki katilin kadının göğüslerini kestikten sonra onu öldürmesi en aşağılık örneklerinden biridir. Ne yazık ki aynısını bu yıl Varto’da göğüsleri kesiip işkence ettikten sonra kadın gerillanın cesedini çıplak şekilde sokağa atanlar kardeştir.
“Buradaki herkes birer katil gözümde. Her gün oğlumun katilleriyle yaşamak çok acı bir şey. İnsanların ölümüne yol açtılar, şimdiyse hiç bir şey yokmuş gibi davranıyorlar.” diyerek anlatıyor Adi’ nin annesi şu anki durumu. Katillerin aileleri çoğunlukla inkar etme yoluna giderken katiller olanları büyük bir hevesle ayrıntılarıyla anlatıyor ve olanlarla baş etmek için katillerin kanlarını içtiklerini söylüyorlar. Özrü kabahatinden büyük bu insanlıktan nasibini almamış mahluklar The Act of Killing’te de uyuşturucu kullanarak vicdanlarından kaçtıklarını dile getiriyorlardı.İktidarın hala aynı “hırsızlar oligarşisi”nin elinde olması ve katliamları görev bilinciyle halkları, dinleri için yaptıklarını düşünmeleri içlerini rahatlatma oldukça etkili olmaktadır.
Endonezya o tarihsel bağlamdan kendini koparamadığı için katliamla yüzleşmeyi sağlayamazken biz bu topraklara ve olanlara dışarıdan bakamadığımız için olanları irdeleyememekteyiz. Biz daha o gün olanlara tepkimizi koyamamışken yeni bir vahşet yaşanıyor ve bu bizim tepki oluşturmamızdan hızlı üretilen yasallaştırma politikaları olayları maksimum seviyede normalleştiriyor. Kürtlerin yaşadığı zulümler ve Ermenilerin katliamı günümüzde aşırı çalışılıp eskimiş bir konu olarak görülüyor sanat camiası tarafından. Ama en son insan gerçekleri kabul edene kadar, en masum gösterilen katil cezalandırılana kadar sürdürülmesi gereken bir üretim sürecidir bu. “Evlerin pencerelerini tamamıyla açabilen tek bir rüzgar biliyorum: Ortak keder.” demişti Horkheimer. Günümüzde üçüncü dünya ülkeleri için globalleşme ancak ortak yaşadıkları acılarda kendini göstermektedir. Bu zavallı halkların özgürleşmesinin tek yolu kurtularak tüm yasal engellere, resmi tarih yazımına rağmen katliamlarla yüzleşmedir. Yüzleşmenin üç ayağı katledenler, katledilenler ve göz yumanlardan oluşmaktadır. Göz yumanlarsa bu üçünü lineer bir çizgide hayal ettiğimizde mutlak ki katledenlere daha yakın duracaklardır. Yüzleşme aynasını tutacak olanlarsa kuşkusuz ki sanatçılardır.
0 notes
Text
JUD SÜSS FİLMİNE SOSYOLOJİK VE POLİTİK BİR BAKİS
JUD SÜSS FİLMİNE SOSYOLOJİK VE POLİTİK BİR BAKIŞ
En güçlü siyasi akımlar, şüphesiz ki, kaos ortamında kurtuluş umudu olarak doğar. Nasyonel sosyalizm de bu umutlardan biri. O sıralarda 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış 33 milyar dolar savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılan, parçalanmış, yorulmuş bir ülke olan Almanya’da doğuyor. Aşırı zenginlik içinde yaşayan Yahudiler ve fakir Almanları bir arada gören Hitler, hiçbir yardımseverin ya da yetkilinin bu duvarı aşamayacağını düşünerek bu ideolojiyi geliştiriyor. Adolf, 1922 de Marxistlere karşı şiddet gösterilerine girişti ve sonrasında , Mussolini’ nin Roma Harekatı’na dayanarak, başkente yürümeye çalışması sonucunda tutuklanarak hapse atıldı. Şiddetin devleti ele geçirmek için işe yaramayacağının böylece farkına varan lider yöntem değişikliğine gitti ve şiddeti bir süreliğine olsa da erteledi.’’Führer iktidara entelektüel ve moral yeteneklerinden dolayı sahipti.’’ (İşçi, M. 2004. s.334. ) Führer bu yeni teknolojiyi kitlesel bir beyin yıkama aracına dönüştürdü. Bu konuda Metin İşçi şunu söylüyor: ''Kitleleri yönlendirmenin ve Nasyonel sosyalist partinin ilkelerini halka kabul ettirmenin yolunu ise propaganda da görüyordu. Her yerde, her zaman bıkmadan usanmadan propaganda.'' (işçi,M. 2004. s.335) Sinemanın gücü ve kitleleri etkileme potansiyelinin farkında olan Hitler, sinemayı kendi emellerine alet etti. Jud Süss da İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş üç anti-semitik filmden biridir ve propaganda film dalında ilk örneklerinden biri olmuştur. 1934 yılında seyirciye açılan siyah/beyaz oldukça başarılı film olan Jud Süss'e büyük bir bütçe ayrılmıştır ve o zamanın en başarılı oyuncularından bazıları oynamıştır. Ayrıca bu film birçok yönetime, başta SSCB olmak üzere, esin kaynağı olmuştur. Lion Feuchtwanger'ın romanına dayandığı iddaa edilen film, kitabın gövdesini alarak bambaşka bir altyapıya oturtuyor. Zamanının sosyo-politik düşünce anlayışını tüm açıklığıyla yansıtan bu filmi derinlemesine anlayabilirsek ve yansıttığı simgeleri doğru bir şekilde yorumlayabilirsek, bazı tarihi olayların ve teorilerin nedenlerini yorumlayabiliriz. Film, 1773 Almanya’sını anlatıyor. Şehir devletlerinde yaşayan Almanlar, kendi üstünlüklerinin farkındalığıyla mutlu bir hayat sürüyorlar. Film, Yahudilerin girmesinin yasak olduğu Stuttgard şehrini mercek altına alıyor. Halk, tarafından yönetildiği Dük'e inanılmaz saygılı ve ona coşkulu bir sevgi duyuyor. O balkon konuşmalarını yaparken halk adeta onun üstünlüğünü kabul edercesine ona alttan bakıyor ve inanılmaz bir minnet duyuyor. Bu sahne doğal olarak bize Hitler'i ve onun meşhur balkon konuşmalarını hatırlatıyor. Siz de şu anın lideri Adolf'a tapın mesajı verilmeye çalışılıyor. Filmde Yahudileri temsil eden kişi zengin bir kuyumcu. Öyle zengin ki onun elindeki bir parçayı almaya Dük'ün bile parası yetmiyor. Saf kötülüğün simgesi adeta bu adam; hainlik, küstahlık, erdemsizlik doğasında varmış gibi gösteriliyor. Bu kişi Yahudilik’in uluslararası simgesine dönüşmüş favorilerini keserek Stuttgard'a giriyor. Oranın Dük'üne onun normalde karşılayamayacağı hediyeler vererek hem üstünlüğünü kanıtlıyor hem de Dük'ün borçlu hissetmesini sağlayarak gelecek emelleri için yatırım yapıyor. Buradaki fark bize Marcel Maus'un The Gift'ini hatırlatıyor; hediyeyi alan kişi de karşılığında bir şey vermezse, ruhu, muhatabı kişi karşısında ezilmiş sayılır ve bu da hediye vermeyen kişiye nüfuzundan ve saygınlığından kaybettirir. Böylesine planlar ile kısa sürede liderin finansal danışmanı olarak atanıyor. Hatta filmin bu dakikalarında Yahudi Dük'e '' Power is money.'' diyor. Yolların işletmesini alarak onları paralı yapıyor Yahudi ve ticaretle uğraşan kesim zorunda kalarak ürünlerin fiyatlarını artırıyor. Bu artış halkın alım gücünü azaltıyor ve giderek fakirleşmeye başlıyor halk. Bu kısım da 20-30'lu yıllarda yaşanan enflasyon ve işsizliklerin aslında Yahudi kaynaklı olduğunu işlemeye çalışıyor izleyicilere. Süss de Yahudi’nin diğer haince planının maşasıysa genç ve güzel kadınlar. Kadınlara düşkünlüğüyle tanınan liderin önüne sunduğu güzellerle onun kafasını meşgul ediyor. Burada da Yahudilerin siyasi nüfus elde edebilmek için genç kızları bile öne sürebilecek kadar ahlaksız insanlar oldukları gösterilmeye çalışılıyor. Bunun ardından kapıları tüm Yahudilere açmaya başlıyor. Öyle ki sarayın içine bir Yahudi din adamı yerleşiyor. O suç ortaklığı yaparak Dük’ü tiranlığa yönlendirmeye çalışıyor ki bu sayede onların siyasi gücü artsın. Oppenheimer, hoşlandığı kızın başkasıyla evlendiğini duyunca ilk babasını sonra eşini kaçırarak; kızı eşine işkence yapmakla tehdit ediyor zira yapıyor ve sonrasında masum Alman kızına tecavüz ediyor. Bu günahın yüküne katlanamayan kız intihar ediyor ve halk Yahudileri göndermek için saray kapılarına dayanıyor. Dük kalp krizi geçiriyor ve Süss herkese örnek olması için halkın sloganlarıyla idam ediliyor. Filmin sonunda konsey başkanı açık bir mesaj olarak gelecek nesillere umarım bizim torunlarımız da bizim yaptıklarımızın aynılarını yaparlar diyor. Bu filmle yaratılmak istenen halk itaatkar ve Yahudi düşmanı. Bir dini inanç çevresinde gelişen bir kişilik ideası yaratılıyor ve bu kılıf o dini grubun tüm üyelerine biçiliyor. Filmde Yahudi öldürüldüğü an ortalığı bir huzur kaplıyor, aynı tüm Yahudiler öldüğünde olacağı gibi, bunu oyuncuların yüz ifadelerinin yanında müzik boyu duyguları destekleyen ve bize ne düşünmemiz gerektiğini alttan alta söyleyen Wagner’in(1813-1883) müziklerden de anlayabiliyorsunuz. Richard Wagner, liberal demokrasiyi hor görenler arasındaydı ve Nasyonel sosyalizm akımının merkezinde bulunuyordu. Hitler, Wagner’e saplanıp kalmıştı ve ona hayrandı öyle ki Tristan’ ı otuz kere seyretmişti. Adolf, ölünceye kadar onunla dost kaldı. Müzisyen hakkında Parkinson şunları söylüyor: ‘’Strauss’un, Kutsal İttifak için fon müziği bestelediği söylenebilirse, Wagner’in de, diktatörlüğe dram müziği sağladığı şüphesizdir.’’(Parkinson, C.N. 1976. s.254.) Filmde olan olaylar adeta kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi. Filmin tarihsel gerçeklere dayandığı ileri sürülüyor ve halk sinemalara kimi zaman zorla götürülüyor. Aynı zamanda film bir microworld yaratarak bununla Almanya’nın tarihine referans veriyor. Bir Yahudi’nin gelmesinin bile neleri değiştirebileceğini gösteriyor. Yahudilerin öldürülmesinin sonucunda nasıl tüm halkın mutlu olacağını söylüyor bize. Önceki bir tarihten bahsedilerek atalarımızdan bize kalmış bir ülküdür demek istiyor film. Filmin ilk sahnelerinde Oppenheimer, benim evim bütün dünya diyerek vatansız ve ülkelere sadakatsiz bir insan profili çizerken aynı zamanda tüm dünya için tehdit oldukları sahnelenmeye çalışılıyor. Çoğunlukla zengin, şık Almanlar ve onların çocukça masumiyeti ve iyiliği gösteriliyor. Onlar genelde açık renklerde giyiniyor ve çok temizler. Burada temizlik kirli olmamak anlamından öte ahlaklı, iyi ve uygun olan, anlamı taşıyor.Göç eden Yahudiler ise pisler ve hepsi simsiyah kıyafetler içinde. Renklerin ve kıyafetlerin bize insanları gruplamakta etkisi inkar edilemez. Bazı düşünürler Venedik Tüccarı’nın anti-semitist bir çalışma olduğu fikrinde ve bu filmi onun modern versiyonu olarak görenler de var. Kadınlarsa politik bir obje ve araç olarak kullanılıyor filmde. Genelde siyasetten anlamamakla(!) birlikte, çekiciliklerini kullanarak otoriteyi yönlendirme yetenekleri gösteriliyor. Ama bu onları Yahudi’den ancak bir kademe üste çıkartmaya yetiyor. Ayrıca filmde keskin bir sınıf ayrımı gösteriliyor sıradan halk enflasyondan kırılırken sarayda lüks hayat aynı çizgisinde devam ediyor. Bu da otoriteyi elinde bulandıranın finansal gücü de elinde bulunduracağını göstermekle kalmıyor eşitsizliklere isyanı engelleyerek onu legalleştiriyor. Dahası, saraydaki siyah hizmetçi Türk diye çağırılıyor bu da o tarihlerdeki Türkiye’nin yurtdışı konumunu ve Almanların gözündeki yerini gösteriyor.
Sonuç olarak, Jud Süss yukarda bahsetmiş olduğum sembolik anlamlar nedeniyle başarılı bir sanatsal çalışma olmasının yanında tarihsel gerçekliği yansıtan bir belge niteliğindedir. Bu yüzdendir ki Almanya’da izlemek yasaktır ve sinema tarihinin utanç kaynağı filmlerinden biridir. Nazilerin nasıl olayları nasıl kendi lehlerine çarpıttıkları ve kitleleri nasıl yanlış yönlendirdikleri üzerine bir ders gibi bir film. Sinemada ve diğer gösteri sanatlarında önemli olan nitelikli bir izleyici olabilmektir. Bu da tarihi bilmek ve sosyolojik imgeleme sahip olmaktan geçmektedir. Akıl sentezinden geçen her eser içeriği ne olursa olsun bizi bir adım daha ileri taşır.
KAYNAKÇA
İşçi, M.(2004) Siyasal Düşünceler Tarihi. İstanbul: Der
Parkinson, C.N.(1976). Siyasal Düşüncenin Evrimi. Mehmet Harmancı(Çev.) İstanbul:Remzi
#führer#hitler#nasyonelsosyalizm#almanya#stuttgard#soykırım#sinema#politika#sosyoloji#film incelemesi
0 notes
Text
FAUST
ZAMANIN İÇİNDE BİR YOLCU: FAUST
Faust, Goethe’i Goethe yapan eserdir. Yalnızca yazara şu anki ününü vermekle kalmamış, günümüz modern dünyasının en başarılı yapıtları arasına girmiştir. Goethe on sekiz yaşında başladığı kitaba şu anki halini ancak seksen iki yaşında, ölümünden bir yıl önce, verebilmiş olması her kelimenin üzerinde nasıl ince eleyip sık dokuduğunun göstergesidir. Yazar aslında uzun yıllardır anlatılan bir anlatıyı konu olarak seçerek çok zor bir görev edinmiştir kendine ama bunu başarmakla kalmamış hikayeyi edebi ve aynı zamanda felsefi bir boyuta taşımıştır. Genel olarak kitabın konusu insanı temsil eden Faust’la şeytanın yani Mephistopheles’in bahse girişidir. Şeytan Faust’u baştan çıkarmak için her yolu dener. Romandaki ikilikler, iyi-kötü, melek-şeytan, erdem-suç, güzel-çirkin , kimi zaman sadece Faust’ta toplanırken kimi zaman da diğer karakterlerde gözlemlenebilmektedir. Bir romana derinlemesine bir bakış için her zaman kitabın tarihsel bağlamını ve yazarın tarihteki yerine anlamak gerekmektedir. Özellikle, bahsettiğimiz kitap altmış yıl gibi bir sürede yazılmışsa bu ön koşul haline gelmektedir. Burda değişim rüzgarıyla sallanan insanlardan, istikrarsız(unstable) bir tarihten söz ediyoruz. Kitap, sosyal hareketliliğin en hızlı ve keskin yaşandığı bir zaman aralığınında hayat bulmuştur. Ortaçağın dini katılığı, Aydınlanma çağının hümanizmi ve ilerlemeciliği , Sanayi Devrimi’nin modernizmi kitaba değişik biçimlerde yansımıştır. Bunun yanı sıra, roman zamanın ve mekanın sınırlarını aşarak adeta bizi tarihte bir yolculuğa çıkarıyor; insanlık ve tanrılar tarihine ayna tutuyor.Böylece bu eser zaman ötesi ve evrensel bir yer bulmuştur kendine. ’’Sadece kapsam ve ihtiras yönünden değil özgün tasavvur gücü bakımından da taşıdığı büyük yoğunluk Puşkin’in bu yapıtı’’modern hayatın İlyadası’’ diye nitelemesine yol açmıştır.’’(Berman,M. ;2001)
ROMANDA BAŞLICA BAZI KARAKTERLER
Faust: İlahiyatçı, bilim adamı, profesör ,filozof , hukukçu kişilikleriyle tamamen normal insanlardan bir kopuş yaşamaktadır.Karakterinin mesleki özellikleriyle adeta yazarını hatırlatmaktadır bize. Tragedyaların özelliği gereği sevdiği kadın Grethen de Faust da hallerinden mutlu normal insanlar değiller.Faust ününü kaybetmenin mutsuzluğu ve aç gözlülükle tüm dünyanın bilgisine erişmek istemektedir. Üstün insan profili çizmesi onu şeytanın gözünde diğer normal insanlardan özel ve çaba harcamaya değer hale getirmiştir. Ayrıca hayat deneyiminden ve aşktan yoksun olması ruhla takasını kolaylaştırmıştır.Orta yaşlarda olan karakterimiz sıradan hikaye geleneğini bozmaktadır .Faust kitapta tüm insanlığı simgelemektedir.İnsan ne iyi ne kötüdür insan bunların paradoxunda yaşayan bir canlıdır.Şeytansa onun sadece kötü yanının sesidir.İblis, kahramanımızı hiçbir şeye zorlamamıştır, ruhunu satma seçimi tamamen Faust’un isteği doğrultusunda gerçekleşmiştir.Asıl korkunç olan da budur. Mephistopheles: Hikayenin birinci kısmında öte mekan bir krallığa benzetilmiştir ve o krallığın soytarısı iblisten başkası değildir. Tahta yaklaşırken şunları söylemektedir: ‘’Hem nefret edilen ,hem daima iyi karşılanan nedir? Hem özlenen, hem de daima kovulan nedir? Daima himaye edilen nedir?...’’ (Goethe, J.W. ;1832) Onun dinsiz bir sihirbaz olmasına rağmen toplumun adeta ona ihtiyacı vardır.Yüzyıllardır insanın kötü hareketlerinin hepsi onun hanesine yazılmış böylece aklanmıştır insanlık.Anlamlı bir şekilde insan biçiminde çıkmaktadır karşımıza.
0 notes
Text
SOCIAL MELTING
Modernity has a history.It based on 16’s century but generally it started in 19’s.Not only modernization project but also big social evolution also began with it.Modernity is form of western society because nearly all revolutions occured in there.Modernizm,learned the way of thinking from Enlightenment’s thinkers; politically it is based on French Revolution; lastly economically it is connected with Industirial Revolution.Noneuropean society experienced the time lag and so, they created the hybrid forms for it.For example, while Turkey was building , modernizm was a controversial issue.Because they had traditional aspect so they interpreted it.There are not a single modernity, with the globalization they became plural.At the same time, modernity work with capitalism.Modenity lead to some transformation.
We can analyze the modernity and modernity’s thinkers in two part.First one, bith of modernity in 19’s. Second is after world wars so 20th century.In the first place ,people were more optimistic about future but later the disasters they become more pesimistic about world.Without doubt, Weber(1864-1920) belong to second one with his ideas about rationality, disenchantment world,iron cage and bureaucratization.Ritzer’s Mcdonaldization and Foucault’s power, Goffman's total instutions are also pesimistics.But, Karl Marx(1818-1883) lived in preindustrial world and he was real modernist.We should explain that, there are some differences between modernism and modernity.Modernity is just a ideoloji, modernism is cultural and.Marx used the modernism in his theory.Because, in his mind modernizm was revolutioner and progressive.’’The bourgeoisie, historically, has played a most revolutionary part.’’ Marx(1848) said in the second page of the Communist Manifesto.According to him, bourgeoisie,as an ideal type of modernity, activist, mobile and innovatory.But, then for the sake of stability they took off their revolutionart clothes.Although their the richest possilbilities, they chose this way.''Alas, to the bourgeois embarrassment, they cannot afford to look down the roads they have opened up=the great wide vistas may turn into abyssess.They can go on playing their revolutionary role only by denying its full extend and depth.''(Berman, 1982, pg.94) The things which was nonmarketable, dramatically got dysfunctional, unnecessary and dated.Actually, this modernity concept was not suitable for human nature.Because, they are human not machine, they have values, personal interests, special ideas and they need change.Prolonged solid stability ;fixed, fast-frozen relationships not belong to real person.Sometimes, they stay at a point for short time maybbe after a revolution, but then they move on their dialectic way.
Modernism is a machine, which develop the bourgeoisie and defeat it at the sametime.All the systems, ideas, relations and all the sacred things are, without settlement become old and melt.For example, in modern world buildings are commodity and they are built for rebuilt.What 's more even religion becomes nothing more than marketing tool.Also, our personaity is melting.Without doubt, mcdonaldization, globaliation and modernist theory are work together.All the moral behaivor has price label according to their functionand importance in market.We have sold our authentic culture to globalization.All painters', authors', philosophers' ideas and works are based on modernist theory.Our humanity is suffering acress because of this shame scene.The worst thing is capitalism is interpenetrate to our brain and it s getting worse each year.In this casei how can we see the irony of modernismç defy to this system?It is the melting process.Solidification is just possible with antithesis and it is communism.But, there is the problem:According to our discussion we can see that, melting is unseperable part of humanity.After short time later, communist sovereignty will use their power for stability and it will be the begining of the end.
''All that is solid melts into air, all that is holy is profaned and man is at last compelled to face with sober senses, his real conditions of life, and his relations with his kind.''(Marx, 1848, pg.3) The sentence has deep meaning and it is perfectly explain the issue.Marx is guide of us, but we could not to be contented with his ideas.We should develop his opinions.This melting created a human model which is different from in all history.Because, we forget to be a human as well as we turn into a machine.We should find the humankind's historical reality again and we should follow that in a dialectic way.
REFERENCES
1.Marx, K. and Engelse, F. (1848). Communist Manifesto 2.Berman,M. (1982). Newyork:Simon and Schuster
0 notes
Text
Kitap incelemesi:Thomas Veblen-Aylak Sınıfın Teorisi
AYLAK SINIF TEORİSİNİN TEORİSİ
İnsan zihninin doğası nedeniyle çevresini kategorize ederek anlamaya çalışmaktadır. Bu evrimsel çabanın kişisel ya da grupsal çıkarlara yönlendirilmesi sonucu insan kendisini sınıflara ayırma eğiliminde olmuştur. Kendini toplumun gözleyen gözü haline getiren, bilimsel birikimi çerçevesinde gözlemlerini akılcı verilere çevirebilen bir sosyal bilimci; yaşadığı dönemde sınıf kavramının ne şekilde şekillendiğini kolaylıkla anlayabilmektedir. Sınıf kavramının özünde ayrımcılık yatmaktadır. Ekonomik anlamıyla sınıf, ayrımcılığın en tepesinde yer almakta ve diğer bütün grupları; toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, etnik köken, din vs. kesmektedir. Ayrıca sınıf kültürler üstü bir kavram değildir. Etkileşimle yayılan sınıf düşüncesi, her yeni kültürle karşılaştığında onun bedenine uygun olarak yeniden kurulmaktadır. Günümüze kadar dünyaya milyonlarca peygamber geldi ama insanlık bazılarına deli olarak görürken bazılarının düşüncelerine sonuna kadar inanarak onları geliştirdi ve koşullara uygulayarak tekrar üretti. Her ne kadar teoloji ve bilim birbiriyle anlaşamayan iki zıt kutup olsalar da ben bu konuda bir paralellik yakaladıkları düşüncesindeyim. Birçok sosyoloğun kendi penceresinden oluşturduğu sınıf teorileri kimsenin uğramadığı kütüphanelerin tozlu raflarında unutulup giderken, Marx gibi düşünürlerin bu konudaki teorileri birçok alanı ve kişiyi etkilemekle kalmadı aynı zamanda sosyal bilimin tarihinde bir milat oldu. Bu başarı başta sosyolojik tasavvura sahip olmak, uygun metodu kullanmak, tarihsel gerçekliği iyi anlamak gibi pek çok önkoşulla bağlantılıdır. Torstein Veblen(1857-1929) de uzun yıllar boyunca toplumu gözlemleyerek oluşturduğu verileri kaynak olarak kullanmıştır. Ama sosyal bilimin tarihsel bilgi birikiminden ve liberal bazı modern düşünürlerden etkilenmiştir ; başta Adam Smith ve Alfred Marshall olmak üzere. Kendi içinde görece tutarlılığı olan bu teori, ekonomi üst başlığı içinde sınıfın özelliklerini, tarihsel arka planını ve sınıf ilişkilerini incelemektedir. Yüzyıla damga vuran Marx’ tan farkınınsa teoriyi oluştururken kullandığı metot ve hayata bakış açısı olduğunu söyleyebiliriz. İdeolojik bir amaç gütmediği yanılsaması oluşsa da ekonomik çizgisi bellidir ve gösterişçi tüketimi de bu çalışmasıyla adeta yeniden üretmiştir. Bu teorinin geçerliliği bizi kitabın başından itibaren düşündürmektedir. Çünkü kendisi de aylak sınıfa ait olan Veblen, yaptığı gözlemlerde örneklem grubunun küçük olması nedeniyle enternasyonal bir damga vurması teorisinin sadece Avrupa merkezli olması yüzünden mümkün değildir.
Aylak sınıf dünya sahnesine olanca dramatikliğiyle bir anda çıkan bir grup değildir. Sosyal darwinizm çerçevesinde düşündüğümüzde bu grubun tarihte farklılaşmış gruplarda karşımıza çıkması sosyal bir seçkide ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir. Bu o grubun verdiği bir direniş değildir. İktidar ve din çevresinde gelişen ve büyüyen bu üyelerin varoluşunda tüm toplumun dolaylı ya da dolaysız yardımı vardır. Çünkü hiçbir kültürde aylak grup, ezici bir çoğunluğa sahip değildir. Onlar varlıklarını sermayenin fakirden zengine aktarımına ve toplumsal iş bölümündeki ağırlıklarının çalışan sınıfa yüklenmesine borçlulardır. Ayrımcılığın mağduru ayrıca bu eşitsizliği meşrulaştırmada aktif bir rol üstlenir. Veblen’ e göre ayrımcılıklar başlangıç olarak para ve meslek etrafında toplanır. Kitabında bir çok defa üstüne basarak belirttiği üzere kadın da kültürün başlangıcından beri dezavantajlı taraftadır.’’ Alt sınıf; köleler, hizmet edenler ve tabi ki kadınlardan oluşur.’’ (Veblen. T, 2005, s.20) Ama sınıfsallık; etnik köken, din, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet gibi farklılıkların hepsini keser. ‘’Ekonomik olarak hiyerarşinin bulunmadığı toplumla, insan ırkının küçük ve göze çarpmayan bir parçasını oluşturur.’’ (Veblen. T, 2005, s.22) Aylak sınıfın ortaya çıkışı mülkiyetin ortaya çıkışıyla eş zamanlıdır. İlk mülk ise kadındır. Bunun sonrasında şu kelimeler etrafında sınıf şekillenir: ‘’maddi rekabet, gösterişçi tüketim, israf, dikkat çekici boş zaman… ‘’ (Veblen. T, 2005, s.33,68,74,35)
TÜKETİM İLİŞKİLERİ ÇERÇEVESİNDE AYLAK SINIF
Ekonomi aslında geniş bir toplumsal bütünlüğün bir parçasıdır. Ama günümüzde sanki bizim dışımızda ve sadece ekonomistlerin görevi olan bir alanmış gibi davranılıyor, izole bir bölge gibi gösteriliyor. Bir diğer sorunsalsa alışverişin rasyonel bir davranış olarak gösterilmesidir. ‘’ Akademik ekonomistlerce ve hatta dışardan kimselerce öyle kabul edilmese bile bu tür toplumlarda tanık olunan tüketimin arkasında yatan motif, doğal olmaktan çok uzaktır.’’ ( Ericsen.T, 2009, s.278) İnsana dair her şey irrasyonelken insanın ‘homo economicus’ gibi davranması beklenemez. Kapitalizm sadece ekonomiye bağlı bir sistem değildir. Gündelik ihtiyaçların dışında tüm tüketimlerimizin altında bir değerler sistemi vardır. Armağan ekonominin esasını oluşturur. Özellikle sosyal ilişkileri tekrar kurması açısından çok önemlidir toplum için. Verilen armağanlar kişilerin zenginliklerine ve mevkilerine göre değişir ve ayrıca veren kişinin mal varlığını simgeler. Armağanın yıkıcı şekli olan potlaçsa gösterişçi tüketimin bir parçasıdır. ‘’ Armağanın mübadele değeri, armağanı alanın, alçaltılmayı ortadan kaldırmak ve meydan okumayı belirtmek için armağanı kabul etme sırasında aktedilen, ileride daha önemli bir armağanla yanıt verme, yani fazlasıyla verme zorunluluğunu yerine getirme olgusundan doğar.’’ (Bataille, 1999, s. 34).
Aylak sınıf, kendini, mal varlığını ve dolayısıyla gücünü toplumda afişe etme isteği duymaktadır. Bu şekilde kendini yeniden üretir. Mesela verdikleri partiler israf gibi gözükse de harcanan zaman ve para onlara mevki artışı sağlayacak ve aylaklıkları konusunda yaptıkları rekabette onları bir adım öne geçirecektir. ‘’ Kişinin saygınlığını kazanıp koruması için yalnızca servet ya da güç sahibi olması yeterli değildir. Saygınlık ancak kanıta dayandığında bahşedildiğinden, servet ya da güç kanıtlanmalıdır.’’ (Veblen, T, 2005, s.40) Armağan tamamen materyalist bir şey değildir. Örneğin çalışmayan ve dikkat çekici boş zamana sahip olan aylak sınıf üyesi bu zamanını bir kafede ya da bir kursta geçirebilir ve bu da aylaklığın bir kanıtı olarak sayılabilir. Alkollü içecek ve uyuşturucu kullanımında bu maddeler be kadar pahalıysa kendilerini o kadar asil ve şerefli sayarlar. ’’Zenginlik elinde toplandıkça bu yöntemle servetini kanıt olarak ortaya koymaya kendi çabaları yeterli gelmeyecektir. Değerli hediyelere, ziyafetlere ve eğlencelere başvurarak dost ve rakiplerin yardımı sağlanır.’’( Veblen.T, 2005, s.61) Karşılığında verilen partilerde ev sahibi maddi anlamda bir önceki partiyi geçmek durumundadır. Bu durum bazense yıkıcı boyutlara ulaşabilmektedir. ‘’Boas eskiden şeflerin birbirine ne kadar zengin olduklarını göstermek için kölelerini denize atarak gösteriş yaptığını yazar.’’ ( Ericsen.T, 2009, s.287) En çok tahribata uğrasa da zarar görmeyen kişi hiyerarşide en üste çıkmaktadır.
Anton Çehov’ un Vişne Bahçesi (1904) eseri bir aylak sınıf örneği sunmaktadır bize.’’ Çehov’un oyuna Vişne Bahçesi adını vermesinin nedeni hiçbir gelir sağlamayan bu bahçenin yalnızca şımartılmış, estetik duyguları az gelişmiş soyluların göz zevklerini okşamak için yetiştirilmesidir.’’ (http://visnebahcesi.weebly.com/) Karakterler borç batağında yüzmelerine rağmen aylaklık ve gösterişçi tüketimden vazgeçmeyerek etrafa güç kaybettiklerini göstermemeye çalışmaktadırlar.
Kadın da gücün ve mevkinin simgesi olarak kullanılmaktadır. Evlilik sonucu bir mevki transferi olmaktadır bu da kan yoluyla olur. ‘’ Bu özellikteki kadın evlilikte tercih edilir çünkü güçlü akrabaları sayesinde ekonomik kuvvetlenme sağlayacaktır. Kocasının malı olmaya devam edecektir, satın alınmadan önce babasının malı olduğu gibi.’’ ( Veblen.T, 2005, s.49) Ayrıca eş ve hizmetçiler başkasının yerine yaptıkları aylaklıkla gücü yeniden üretirler. Veblen buna vicarous leisure adını vermiştir.( Veblen.T, 2005, s.59) ‘’Ev kadınının, evin ve reisinin itibarı için bazı şeyleri gösteriş amacıyla tüketmesi icap eder..hem gerçekte hem teoride erkeğin kölesi ve kişisel malı olmanın başlangıcında kadın erkeğin ürettiği şeylerin törensel tüketicisi oldu.’’ ( Veblen.T, 2005, s.66)
Sonuç olarak aylak sınıf tarih boyunca kendini yeniden üretmiş ve bu çabada da yalnız kalmamıştır. Öngörü olarak daha uzun bir süre belki değişik formlarda varlığını sürdürmesi beklenebilir. Bilimin dünyadan ayrı kendi gerçekliği vardır ve Veblen kendi yarattığı gerçeklikte bir değerlendirme yapmış ve bir teori oluşturmuştur. O, her ne kadar biraz alaya almış olsa da bu sınıfı tamamen karşısında olmadığı aşikârdır. Ama büyük çoğunlukla toplumdaki eşitsizliklerin nedeni farkındalıkları az gelişmiş olsa da onlardır. Bir tarafın gücünün simgesi diğer tarafın açlığının kanıtıdır. Ancak bu hiyerarşi kırılırsa, aylak sınıf gösterişçi tüketimin yaşattığı sahte zevklerden vazgeçerse eşitliğin verdiği huzurla ideal dünya düzenine ulaşılabilir.
KAYNAKÇA
Bataille, G. (1999). Lanetli pay, (M. Mukadder Yakupoğlu Çev.). Ankara: Mor Yayınları Erikson,T.(2009). Küçük Yerler Büyük Meselele, ( Erkan Koca Çev.). Ankara: Birleşik Veblen,T.(2005). Aylak Sınıfın Teorisi, (Zeynep Gültekin Çev.). İstanbul: Babil Vişne Bahçesi. (http://visnebahcesi.weebly.com/)
#thomasveblen sosyoloji kitapincelemesi aylaksınıf#hediye vişnebahçesi cehov gösteriscituketim#cinsiyetsosyolojisi#ekonomi artıdeger potlaç armağansosyolojisi#eşitsizlik
0 notes
Text
Mozaik Çatladı:6-7 Eylül Olayları

Mozaik, etnik çeşitliliğiyle bir sanat eserine benzeyen Türkiye’ye atıfta bulunmaktadır. Mozaiğin çatlaması ise 6-7 Eylül Olayları’ nda Rumlara ve gayrimüslimlere yapılan yağma ve tahrip hareketiyle anlam kazanan bir deyimdir. 1955’in Türkiye’sinde süre gelen olaylar gerek ulusal gerek uluslararası ölçekte büyük yankı uyandırmıştır. Kitleleri sokağa döken tüm toplumsal hareketlerde olduğu gibi bu meselenin de politik bir arka planı vardır. Kolektif bilince bir kara leke olarak yansıyan hadise, sadece yaşanılan dönemin değil insanlığın hanesine bir eksi olarak yazılmıştır.
Tarih yazımı oldukça güç bir iştir. Zira istenilen örneklemler alınarak yapay ve çarptırılmış bir kurguyla, tarihin çıkarlara hizmet etmesi her daim olasıdır. Ulus devletler bunu fark etmiş olacak ki hepsi, bir yönlendirici, birleştirici ve farklılaştırıcı olarak kendi gruplarını yücelten, sürdürülebilirliğini sağlayan ve onları öne çıkaran bir tarih yazımını benimseyerek ileriki nesillere aktarmışlardır. Bununla da yetinilmemiş değişen her ideolojiye paralel olarak bazı yerler öne çıkarılmış bazı taraflar yok sayılmıştır. Micro anlamdaysa tarih yazımı, bireylerin beslendikleri kaynaklara ve hayat duruşlarına bağlantılı olarak çeşitlenmiş; dolayısıyla aynı konunun sujelere farklı yansımasından mütevellit her defasında değişik ve bazen karşıt neticelere varılmıştır. Ben de bu ödevde çeşitli belgesellerden, kitaplardan ve kendi bilgi birikimimden faydalanarak 6-7 Eylül olaylarını objektif ve bilimsel bir şekilde incelemeye çalışacağım.
Osmanlı bir Balkan ülkesidir. Yatırımlar ve hedefler genellikle batı eksenini izler mesela mimari alanında Balkanlar, Anadolu’yla karşılaştırıldığında gerek nitelik gerek nicelik açısından bu rahatça gözlemlenebilir. Balkan devletlerinin özerkliklerini ilan etmeleri ve ardından gelen 1. Dünya Savaşı’nda kaybedilen topraklardan geriye kalan yerlere onlardan da olmamak için olanca inançla bağlanılmıştır. Sanayileşme ve gelişen ticaretle yabancı dil bilgisine sahip olan gayrimüslimlerin iş olanakları genişlemiş ve toplumda daha prestijli bir yerde konumlanmışlardır. Oysa ‘Türk’ köylüsü toprak ağalık sisteminin içinde bir ileri bir geri saymakta ve giderek fakirleşmektedir. Bunun yanı sıra Fransız İhtilali’yle Dünya’yı pençesine alan ama bahsettiği sınırlar bile hayali olan milliyetçilik akımından Türkiye halkı da etkilenmiştir. Zihinlerde bir Türklük algısı gelişmiş; politik, ekonomik ve sosyal olaylar bu algıya dayanarak yorumlanmaya başlanmıştır. Bu konuda yeni kurulan bir devletin milliyetçiliği birleştirici fonksiyonu dolayısıyla kullanması kaçınılmaz olmuştur. Toprak ağalarının tepkilerinden çekinilerek toprak reformunun yapılmaması zenginin daha da zenginleşmesine fakirin daha da fakirleşmesine neden olmuştur. Ayrıca, Anadolu insanının o yıllarda devlet tarafından kapısı ne zaman çalınsa ya oğlu savaşa götürülüyordu ya ürünü elinden alınıyordur. Karşılığında hiçbir şey alamayan ve komşuları olan gayri Müslimlerin giderek zenginleşmesini seyreden halkı giderek bir isyan ateşi sarmaktaydı. Anadolu’dan her zaman kopuk bir şehir olan İstanbul’daysa iktidar ilişkileri içinde daha karmaşık bir azınlık ilişkileri zinciri vardı. Olayların patlak vermesinden çok değil 3 yıl önce yanı 1952 yılında Celal Bayar’ın Yunanistan’ın başkenti Atina’ya ve Selanik’e yaptığı iade-i ziyaret sağlıklı bir dış siyasetin manzarası gibi gözüküyordu. 1953 yılından itibaren Kıbrıs meselesinin patlak vermesi ve Yunan Enosis örgütünün adadaki aktif eylemleri bu manzaraya gölge düşürdü. Ulus olma duygusuna tehdit olarak algılanan olaylar kısa sürede ülke içi sıkıntı olmaktan çıkarak komşu ilişkilerine ket vurmaya başladı. Hürriyet gazetesinin başlattığı ‘Kıbrıs Türk’tür’ kampanyasıyla kamuoyunun desteği alınmaya çalışıldı. 1954 yılında kurulan Hikmet Bil’ in önderliğindeki ‘Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ ile meşrulaşan akım kitleleri önüne kattı. Durumun İngiltere’ye ulaşmasının ardından onun isteği üzerine bu konu için Londra’da Yunanistan’la bir konferansta buluşma kararı alındı. Türkiye’yse içten içe karışmaya başlamıştı; yapılan basın toplantıları, halkı isyana ve galeyana teşvik edici haberler insanların tepkisini çoğaltmak için yapılıyordu zira başarılı da olundu. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti özellikle nüfusu 60.000 civarı olan Rum azınlıkların yaşadığı mahallelerde mesken ediniyordu ve bunun amacı tamamen kışkırtmaydı. Londra’daki bakanın zor duruma düşmesi ve Menderesten yardım istemesi akşamında destek başlığı altında planlar yapıldı. Bu planlar sonrasında Atatürk’ün Selanik’teki evi bir gün sonra bir Türk tarafından bombalandı ve bu haber ‘Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı’ baş manşetiyle basılan İstanbul Express gazetesine traj rekorları kırdırdı. Haber sonrasında olağan bir sonuç olarak beklenen olaylar için polis ve asker bilgilendirildi. 6 Eylül 1955 Salı günü akşamında çevre şehirlerden getirilen halkla birleşen eylemci kalabalığı tüm öfkesini eline aldığı sopalara aktarmış arkasını devletin desteğine yaslamıştı. Gayrimüslim azınlıkların çoğunlukta olduğu İstiklal ve Tarlabaşı başta olmak üzere, düşman gördüğü grubun önceden Kıbrıs Türk’tür Derneği tarafından belirlenmiş ev ve dükkanlarına saldırmaya başlamıştı. Çığ gibi büyüyen kalabalık atasının evinin bombalandığını düşünerek şuursuzca saldırıyordu. Eşyalar talan ediliyor, yırtılıyor, çalınıyordu. Bu şekilde başlayan olaylar giderek şiddetlenerek devam etti. Çünkü, polis hiçbir şekilde müdahale etmiyordu ve norm adına bir şey kalmadığını gören halk tertiplenen olaylarda beklenenin dışına çıkıyordu. Bilanço çok ağırdı: ‘İstanbul’daki 80 kilisenin 70’i tahrip edilmiş 29’u yakılmıştı; kiliselerdeki din adamları zorla sünnet edilmeye çalışıldı, bir papaz işkence görmüş, Balıklı Rum Kilisesi papazıysa öldürülmüştü, mezarlıklar kırılmış mezarlardan ölüler çıkarılmıştı.’ Kayıtlı 60 tecavüzün sayısının şu an 400’lerde olduğu düşünülüyor. En acısıysa 10-12 kişi olaylar sırasında öldürülmüştü. Olaylar sırasında ayrıca 5000 dükkan, 2600 ev, 60 okul tahrip edilmişti. Sonuç olarak bombalama suçluları Oktay Engin ve Hikmet Bil İstanbul’da tutuklandı.
‘’Olayla ilgili görülen 97 Kıbrıs Türk’tür Derneği yöneticisi-ki 80’i DP’liydi- ve tabi ‘’tahrikçi’’ 30 kadar tanınmış solcu yazar- aydın(Aziz Nesin, Asım Bezirci, Hasan İzzet Dinamo, Kemal Tahir vb.) gözaltına alınır. Gazeteler olayları Beyrut’ta bir örgütün (!) düzenlediğini ve buna alet olduğu için de Kıbrıs Türk’tür Derneği’nin kapatıldığını yazarlar. Halbuki Beyrut hükümetçe uçurulmuş bir balonun adıdır ve yazarımız Orhan Birgit’in başkan yardımcısı olduğu derneğin kapatılması için uydurulmuştur.’’(Ş. Çizmeli, 2007, sy.701) Gözaltına alınan solcuların sayısı kaynaktan kaynağa göre değişmekle birlikte değişmeyen şey solun ‘günah keçisi’ olma durumudur. Bu durumun yanı sıra olaylar sonrasında yağmalama sonucu uğratılan zararın karşılanacağı yönünde açıklama yapan Yardım Komitesi’nin beklenen yardımı hiç gelmemiştir. Öncelikli kız çocukları olan aileler olmak üzere gayrimüslimler ülkeyi son hızla terk etmeye başlamıştır.
BASININ ROLÜ
6-7 Eylül Olayları’ nın başlaması ve gelişmesinde medyanın işlevsel konumu inkar edilemez. Medyanın etkileme ve yönlendirme gücü evrenseldir ve bu gücü kullanmayı reddeden devlet yoktur. Gerçeğin çarptırılması ve provokatör haber yazılması her ne kadar haberciliğin meslek etiğinde kesinlikle karşı olunsa da bugünün şartlarında öngörülemez. Çünkü, iktidar ve güç o sahada kendini ortaya çıkarır ve yeniden üretir, kamuoyuna tek taraflı dokunuştur.

Ayrımcılığın temeli Hristiyanlıkla gelişen din temelli Yahudi düşmanlığına dayanır. Aydınlanma düşüncesi ve Fransız İhtilali’yle ulus devlet anlayışının yaygınlaşması sonucu ırkçılık tarih sahnesinde boy göstermeye başlamıştır. İsmi tarihçe ırkçılıkla bütünleşmiş en ünlü isim Adolf Hitler, ırkçılığı siyasal arenada güç sağlamak için kullanmış kitleleri inanılmaz bir katliama yönlendirmiştir. Hitler’in gücünü kanıtlayan ve olayları legalleştiren medya damarları iktidarı süresince Hitler’i ‘Kavga’sında hiç yalnız bırakmamıştır. Propagandayı ilk kez filmlere yerleştiren Adolf bunu ilk kez ‘Jud Süss’ filmiyle başlatmıştır. Bu akımı kısa zamanda SSCB de benimsemiş kısa süre sonra tüm dünyaya yayılmıştır.
Aslında Türkiye’de 1955 yılında yaşanan olaylar Hitler zamanı Almanya’sını anımsatıyor olsa da neyse ki küçük çaplı bir yansıması olmuştur sadece. Ama anti-semitist akımın etkisindeki Almanya ekonomik bize olayların ne boyutlara ulaşabileceğini açıkça gösteriyor. Kıbrıs sorununu ilk kez kamuoyunu yönlendirmek yolunda kullanan ve yaymaya çalıştığı düşünce yakın insanları bir başlıkta birleştirmeye çalışan Hürriyet gazetesi olmuştur. Sonrasında patrikhane ve Rumlar hakkında yapılan çoğu asılsız haber geleceğe yatırım gibi gözükmektedir. ‘’ Türk ve İstanbul’daki Rum basını arasında adeta bir polemik başlamış ve hatta Cumhuriyet gazetesinde düzenli bir köşe oluşmuştur. Rum basınına eleştiriler sadece Türk basını ile sınırlı kalmamış, Kıbrıs Türktür Derneği gibi dernekler de eleştirilere katılarak kamuoyuna etkileyen açıklamalar yapmışlardır.’’(G. Gürcan, acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/2526/3292.pdf,sy.56)
KONUYA SANATSAL BİR BAKIŞ: GÜZ SANCISI
Daha önce de bahsettiğimiz gibi sinema sanatı politika için bir cevherdir. Politikacılar onun sanatsal yönüyle azıcık bile ilgilenmezler çünkü sinema onlara göre kitleleri yönlendirmek için kullanışlı bir işaret parmağıdır. ‘’Mübadele’’, ‘’ Salkım Hanımın Taneleri’’ filmlerinin ve ‘’ Hatırla Sevgili’’ dizisinin yönetmeni olan Tomris Giritlioğlu, şüphesiz ki sinemasını sanat ve politikanın senteziyle oluşturuyor. Bu seriye en son eklenenlerden 2002 yılınca gösterime giren ‘’ Güz Sancısı’’ ise 6- 7 Eylül Olayları’ na bir pencere açıyor. Bu film, politik konuların bütün dallara yansımasında olduğu gibi, pek çok farklı kesim tarafından eleştirildi ve birçok tartışmanın çıkış noktası oldu. İlk olarak, politik gerçekliği ele alan filmlerin sanat olarak ele alınamayacağını düşünenlerin görüşleri var. ‘’Sanat, sanat içindir.’’ Akımından etkilenen kişiler bu filmde aradıklarını bulamadıklarını belirtirken ayrıca sinema sanatına gerçek tarihsel konuların katkı yapamayacağını ekliyorlar. Ama bir yandan da filmin barındırdığı edebi simgesel öğeler göze çarpıyor. Bunlardan başlıca olanları : ’’ oyuncak bebek, hamam böceği, şamdan vs.’’ Benim düşünceme göreyse hamam böceği filmin kurtarıcısı rolünü üstlenmiştir. Film, inkar edilemez bir şekilde yazarının ve yönetmeninin dünya görüşünü ve olaylara bakışını yansıtmaktadır. Bu bakışsa pek çok grup tarafından, benzer gruplara ait olanlar bile, farklı şekillerde eleştirildi. Zira hiçbir grup homojen değildir ve aitlik duygusu yarattığı için etnik ve ırksal kimlik hassas bir konudur. Rum karakterlerin filmde bozuk ve sahte bir aksanla Türkçe konuşması, Rum genç kızın (masum) hayat kadını olması filmin genel sol havasının aksi bir şekilde milliyetçilik koklatmaktadır bize. O kızın hayat kadını olarak karakterinin doldurulması milliyetçi bir fanteziden başka bir şey değildir. Başka bir açıdansa film bir çok Hollywood özelliği barındırıyor. En temel olarak kesin olarak karakterlerin iyi ve kötü olarak ayrılması gibi, kavuşamayan aşıklar vb. Bu film üzerinde çok çalışılması ve iyi oyuncuların oynamasına rağmen devrim niteliğinde etkileyici bir yapım olmamıştır. Tarihsel felaketleri sanata taşımanın riski budur işte. Ya çizginizin kesinliği ve görece yanlışlığı açısından sert bir şekilde eleştirilip bir çok grubun ,başta devlet olmak üzere, tepkisini çekersiniz. Ya da büyük bir kitleye hitap etmek amacıyla daha ılımlı olarak çektiğiniz film bir propaganda filmi olur ve kalitesiz bir duruşa sahip olursunuz. Güz Sancısı, ölçeklendirdiğimizde ortalara bir yere denk geliyor.
OLAYLARIN KOLEKTİF BİLİNCE YANSIMALARI
Kolektif bilincin birey üstüdür ve bireylerin ruhlarını etkiler. Psikoloji bilimine göre sürü psikolojisi; bir yığın kurallar ve koşullar dizisiyle temellenmiş belirli inançların, bir grup, topluluk, ülke vs.’nin insanları arasında yayılmasına verilen addır. (S. Taşkın. , http://www.buzzle.com/articles/psychology/) İşte linç ve talan kültürü de varlığını bu iki akıma borçludur. 6-7 Eylül Olayları da bireylerin tek tek şans eseri aynı gün tepki vermesi değil ,önceden hazırlıkları tamamlanmış toplumsal bir süreç sonucu vuku bulması sebebiyle bu akımların bilinçli ya da bilinçsiz etkisiyle oluşmuştur. Politikacı toplumun yalancı çobanıdır. Çok burjuva bir tabirle kütleyi güderek yönlendirmeyi kendine amaç edinmiştir. Ama bu yönlendirme sadece iktidar ve onun mensuplarının yararları gözetilerek yapılır. Medya ve onun tüm kollarıysa birer suç ortağıdır.Kelime oyunları, spekülatif ve provokatör haberler gazetecilik etiğinde olmayan çizgiyi geçen kişi tamamen iktanın kuklasına dönüşür. ’’ Kitlelerin örgütsüz-dağınık yığın halinden hareketle, onları kendi çıkarlarının farkında olmayan “amorf” yığınlar olarak gören ve yetenekli bir ajitatör, “karizmatik bir lider” tarafından din, milliyetçilik gibi duygu ve güdüler üzerinden hemen her zaman kolayca harekete geçirilebilir gösteren bu görüş(ler)in en önemli istismar konusu ise, kitlelerin kendileri aleyhine politikaların destekçisi ve kendilerine karşı eylemlerin faili olmaları; birbirlerine yönelik toplu öldürümlere girişebilmeleridir.’’(Y. Akdağ, http://www.ozgurlukdunyasi.org/)

1955 Eylül’ünü kanatan insanları komşularına düşman eden iktidarın işte böyle bir dayanağı vardır. Oysa kimse bireysel bir suçluluk hissetmemiştir olaylar sonucunda. Tek tek sorsanız olayların nasıl geliştiğini bile anlayamamışlardır çünkü kendi bilinçleri çalışmıyordur o sırada. Onlar toplumun gösterdiği çoğunlukçu yolu izlerler ama bu yol kendilerine hiçbir çıkar getirmeyecektir. Kiliseyi korumak için kendini siper eden bir Türk manav, komşularını kurtarmak için bin bir türlü teşebbüsü deneyen küçük bir azınlık ise gruba bağlılığı diğerlerinden az olan ve linç edilenlere onların gözünden bakabilmiş her grupta mutlaka olan küçük simgesel ölçekli birkaç kişidir. Onlar kendi erdemlerinin farkındadır, ve böyle bir şeyi yaptırmak bazen çok da kolay olmaz. Bunların yanı sıra o kitle son 35 yılda normalin çizgisini şaşırmış gerek macro gerek micro anlamda yaşadığı felaketler doğruyu iyiyi kaybetmesine neden olmuştur. Bu ve çeşitli ekonomik ve sosyal olayların paralel seyretmesiyle çeşitli rahatsızlıklar duyan toplum; din, milliyetçilik, kültür damarlarından tekrar tekrar dürtülmüş ve Selanik’teki bomba haberiyle o da büyük sosyal bir patlama yaşamıştır. Birey kendi psikolojik sağlığını korumak için bilinçsizce her şeyi yapabilmektedir. Bu durumda da normalde yapmayacakları linç ve talan girişiminin etik yükünden kurtulabilmek için her biri değişik stratejiler izlemiştir. Zaten hukuki boyutta büyük yansımaları olmamış çoğu hiçbir ceza almamıştır.
Sonuç
6- 7 Eylül olayları tarihe düşen bir kan damlasıdır ve bir insanlık ayıbıdır. Gerek tarih yazımıyla gerek süregelen tartışmalarda bu ayıp yinelenmekte olası bir güçlenme durumuna karşı bu hisler ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Türk ırkı ve diğer bütün ırklar kesinlikle arı değildir ve olmayacaktır. Buna yönelik tüm teşebbüslerin arkasında iktidar oyunları gizlidir ve zenginin zenginleşmesine güçlünün daha çok güç kazanmasına hizmet eder. Evet mozaik çatlamıştır; onu çatlatmışlardır. Ama o mozaiğin bazı parçaları hala birlikte yaşamak zorundadır utanç ve biraz pişmanlık ve yüz kızarıklığıyla. Linç ve talanı yapanların bir kaç ayakkabı, palto ve şapkadan fazla bir şey elde edememişlerdir. Bu olaydan çıkar sahipleri de istediklerinin tamamını elde edememişlerdir. Ekonomi büyük yara almış, boşalan evler ve arsalara el konulması milli burjuvaziye bir süreliğine mutlu etse de ticaret yavaşlamıştır.
KAYNAKÇA
G. Gürcan, (2006) 6-7 Eylül Olayları, acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/2526/3292.pdf , S. Taşkın, Sürü Psikolojisi(Bandwagon Effect) Nedir? http://www.buzzle.com/articles/psychology Ş. Çizmeli, (2007), Menderes Demokrasi Yıldızı?, ed. Melih Pekdemir, Ankara: Arkadaş Yayınevi Y. Akdağ, http://www.ozgurlukdunyasi.org/
1 note
·
View note