bartolog-blog
bartolog-blog
bartolog
4 posts
Anything for Everything
Don't wanna be here? Send us removal request.
bartolog-blog · 10 years ago
Text
Tünel
Diyarbakır/Amed Mitingine bırakılan bombaların patlatılması ve yüzlerce insanın canına kıyma, seçim uğruna... Sandık size, ölüm bize. Devlet derim ona, herkesin ağı (zehir) içtiği yere, iyilerin ve kötülerin Devlet, herkesin kendini yitirdiği yerdir
Nietzsche
Canımız yanıyor. Söyleyecek sözlerimiz azalıyor, tükeniyor. Ufaktan bir ışık görüyoruz tünelin karanlığının bittiği yerde, işte şimdi, bir kere daha ona doğru koşuyoruz. Derken, birileri üzerimize tren savuruyor. Altında kalıyoruz o trenlerin ve elimizi uzattığımızda, el veren kimselerin tanıdık, esmer, yanık yüzleri ile karşılaşıyoruz. Hevesimiz,  kursağımızda kalıyor. Bir yol bulmak  için mücadele ediyoruz, tek yol tüneli top yekün havaya uçurmak olmamalı. Ancak, tünelin sahipleri olduğunu iddia eden birkaç densiz, ışığa aldanmayın, tüneli de uçurtmayız, sizi de buradan çıkartmayız diyor. Karanlığa hapsoluyoruz.  Dışarıda insanlar var biliyoruz. Ancak bulduğumuz boşluklardan ne zaman elimizi uzatsak, rüzgardan başka değen de olmuyor. Zaman zaman, bu karanlık tünele yolu düşen turistler, adres tarifi istiyor, yolu gösteriyor, tünelin sonuna kadar yardımcı oluyoruz. Ancak aynı aydınlığa çıkmak için hamle yaptığımızda, kadın satan bar fedaileri gibi karşımıza geçip, gü��lü kasları ile gerinerek -Çıkamazsınız ! diyor.  Müzakere istiyoruz. Bu tüneli buraya koyan, bu tünelin sahibi olduğunu iddia eden tünel severlerden. Onu da kabul etmiyorlar. Tek yol sunuyorlar bize. Bu tünelden ölü çıkabilirsiniz ancak. Kabul etmiyoruz. Bu insanlık onuruna aykırı diye haykırıyoruz, sesimiz duyulmuyor. Duyulmadığı gibi, tünele ihanet ile suçlanıyoruz. Bizleri bu karanlık tünelde ölüme terk etmek istiyorlar. Kabul etmiyoruz. Neden isyan ediyorsunuz diye soruyorlar. Anlamakta güçlük çekiyoruz. Kim isyan etmezdi ? diye soruyoruz. Tıpkı onlara benzeyen, siyah takım elbiseli ancak esmer tenli adamı gösteriyorlar.  Bu da sizin tünelden geldi ancak gördüğünüz üzere bize isyan etmedi. İşaret edilen adamın gözlerine bakmak istiyoruz, gözlerini kaçırıyor, tıpkı tünel severlerin söylediklerini tekrarlıyor. Onlardan çok farklı görünüyor, görüyoruz ! Ancak onlar gibi davranıyor. Karanlıkla uslandırılmış gibi. Sanki aydınlığın ve güneşin tadını almış da, karanlıkla tehdit yemiş gibi kıvranıyor karşımızda. Tek yol sunuyorlar bize. Ya öleceksiniz bu karanlık tünelde, ya da öleceksiniz, tünelden her çıkmaya yeltendiğiniz de.
           Kürt’ler niye dağda ? Klişesini anlamak için kendisine Neden dağdalar ? diye sormayı dahi akıl edemeyen insanlar, 150 yıllık devlet geleneklerine bağlılık andı içer gibi, Kürt’lerin sözlerini kesiyorlar. Konuş diyorlar, ağzına siyah bant çekip, haydi sevin diyorlar, dişlerini ellerine verip, ne istedin de olmadı diye soruyorlar, ters kelepçe ile  yatırdıkları işkence tezgahında, sırtına hortumla vururken. Sahi neden çıkmıştı Kürt’ler dağa ? Bakın bugün ne kadar özgürler oysa, mitingler yapıyorlar.  Başbakan da oldu ya onlardan, siyah takım elbiseli ve bize benziyordu lisanı ama olsun, Kürt’ değil miydi neticede ? Özgürlük diyorsanız özgürlük ! Bizim istediğimiz her şeyi söyleyebilirsiniz bundan daha büyük özgürlük olur mu ? Hak arama diyorsunuz da kardeşim, kafalarınızı nezarethane demirlerine çarptıktan sonra hakkınız olan sağlık bakımcıları ayağınıza kadar getirmiyor mu bu devlet ? Daha dün, mitinginiz de “faili meçhul” 2 bomba patladı ve bütün hastahaneler sizin ölülerinize kucak açmadı mı ?  Bunları zaten başından konuşmuştuk. Tünelin dışına ancak cenazeleriniz çıkabilir. Ölülerinize gereken ehemmiyeti vereceğiz, daha ne istiyorsunuz ? Öldürüp de yerde mi bıraktık bu güne kadar sizi a gözleri doymazlar.
           Canımız yanıyor. Devletin yaptığı hiçbir katliam bizi şaşırtamıyor, şok olmuyoruz. Şaşırdığımız tek şey, milyonlarca insan, gözleri ile gördüğü bu kadar şeye rağmen, 40 yıl önce neyin farklı olduğunu düşünüyor da hala sorabiliyor, Kürt’ler niye dağda o zaman ? Cevabını almadınız mı 1 aydır ?
Vatan dediğiniz karanlık tünelin içinde, insanlar var. Tünelin dışında, onlara benzemeyi kabul edenler. Tünelin tek bir parça halinde kalmasından yana iseniz,  müsaade edin de, çıkıp bir aydınlık görelim, nefes alalım, konuşalım, tartışalım. Yok hala tek yol olarak ölümü servis ediyor aksi halde tünelin karanlığı ile korkutmaya çalışıyorsanız, yanlış yoldasınız. Karanlıktakilerin ışıkları söndüğünde,  yaşamak için tünellerinizi başlarınıza yıkmak zorunda kalacaklardır. Bırakın, insanlar güneşe dönsün. Devletinizi çok iyi tanıyoruz. Bizi kıran şey, siz tünelseverlerin çokluğudur.
Söyleyecek sözler kalmış olmalı, savaşmaktan önce. Sözü tüketirseniz, nefes almak için, yükseklere, daha yükseklere çıkmak zorunda kalacaklar insanlar. Sonra neden çıktın diye sormaya hakkınız olamaz.
Karanlık tünelde trenlerin altında kalan insanlara el mi uzatacaksınız ? Yoksa tünelin sonunda ki ışıkçı mı ? Buna bugün siz karar vermeyecekseniz, yarın sizin adınıza karar verecek olan irade gaspçıları her daim olacaktır. Mürşit Barto www.bartolog.com
0 notes
bartolog-blog · 10 years ago
Text
Diyanetin lüks araç kullanması cumhurbaşkanı için neden bu kadar önemli ?
Tumblr media
Ezilenler arasında din adamı yoktur.
Din adamları, ezen sınıf asalağıdırlar..
(Jean Paul Sartre)
               Marx’ın popülaritesi sayesinde fikir babası gibi kabul edilen “Din, halkların afyonudur” sözü esasında, 1841 yılında, Komünist, Alman Teolog, fizikçi ve tarihçi,  Bruno Bauer tarafından kaleme alınan (Der christlische staat und unsere zeit) kitapta geçmektedir. Kitapta sözün geçtiği bölüm okunduğunda, bahsedilen şey; kimi ruhsal hastalıklarda, hastayı rahatlatmak için verilen bir takım uyuşturucuları, dine benzetmiş olması ilginçtir. Zira Marx’ın da ikinci defa kullandığı üzere, bu sözün altında, öyle koca koca entelektüel aforizmalar vesaire aramaya gerek yoktur. Çünkü, cümlede geçen ve Bruno Bauer’in de bahsetmiş olduğu tam olarak gerçek afyondur ve benzetme tamamı ile toplumsal hastalıkların, faşizm, diktatörlük, ezilmişlik gibi tüm olumsuzlukları unutup, sizleri feraha kavuşturan ve hiçbir sorun yokmuş gibi, elleri kolları bağlı oturup, bunun sonunda da cennet gibi bir mükafat vadeden, asli bir uyuşturucudan söz ediliyor.
               Tarihe bakıldığında, şirketleşme öncesi devletler ile şirketleşme sonrası devletler gibi iki ayrı model olarak incelemek mümkün. Şirketleşme öncesi devletlerde yapılan savaşların hiç birisinde dini bir gerekçe sunulmamış, tamamı ganimet, şöhret, büyüklük için yapılmıştır.
Bugün Müslümanlar televizyon kanalları satın alıyor, televizyon programlarına çıkıyor ve herhangi bir gayrimüslimin yaptığı her şeyi en kaliteli derecede ve gayet aleni icra ediyor. Oysa 90 lı yıllarda içinde bulunduğum dindar/dinci kesim, televizyonların aslında haram olduğunu, kadınların ve erkeklerin kendilerini orada ifşa etmelerini büyük günah olarak sayıyorlardı. Şuan çevrenize bakın. Televizyonun haram olduğunu söyleyebilecek kaç tane insan tanıyorsunuz ? Peki ne oldu da, dün haram olan bugün tabii oldu ? 90’lardan sonra yeni bir ayet mi indi ? Peki yeni bir peygamber ? Hayır.  Tıpkı Marx’ın o meşhur sözü kurduğu cümlenin başında söylediği gibi “din insanları yaratmadı, insanlar dini yarattı.” Bundan dolayı,  25 yıl önce dinde televizyonun haram olduğu tespitini yapan kişiler, günümüzde “O değişmez” denilen dini revize ettiler. Bir bakıma kendi dinlerinin, hem ilahı oldular, hem de kulu.
Şirketleşme sonrası dediğim devletler ise, artık güçlü ordulara ve çok iyi savaş taktiklerine sahip olmanın bir önem arz etmediği, tamamı ile gücün ekonomik üstünlükten geçtiği yeni çağdır. Türkiye, kaba güç ile Belçika gibi bir ülkeyi  aynı gün içerisinde işgal edebilecek insan gücüne ve taktiksel donanıma sahip olabilir ancak Belçika ekonomik işbirliği içerisinde bulunduğu devletler sayesinde Türkiye’den daha güçlü bir durumdadır ve Türkiye’ye yaptırım gücü dahi vardır. Ekonomik güç, devletler arasında artan trend oldukça, devletler artık bir fetih ordusu gibi değil, bir şirket gibi yönetilmeye başlandı. Artık süslü püslü kral elbiselerinin yerini, siyah takım elbise giyen adamlar aldı, at sırtında zengin olmak için aylarca yol giden ve hastalıklarla boğuşan bir lider yerini, masa başında hiç vakit kaybı yaşamadan, geçmişten kat ve kat fazla zenginlik elde edebilen yeni liderlere bıraktı. Zaman ilerledikçe, sistemler, yönetim araçları da tıpkı yukarıda verdiğim din örneği gibi revize edilmek zorunda kalındı. Zira şirketleşen devletlerde, takım elbiseli kralların zenginlikleri katlansa da, bu zenginliği baki tutmanın yolu, şirketin batmamasından geçiyor. Yani devletinde süre giden ticaretin devamı, devlette ki istikrara bağlı, kralın zenginliği, süre giden istikrara bağlı. Bu da şu anlama geliyordu ki, geçmişte süslü uzun elbiseler giyen adam, artık aleni bir şekilde her istediğinin boynunu vurduramaz. Zenginliğinin, şirketteki istikrara bağlı olduğunu çok iyi biliyor.  Gel gelelim, şirketleşen bir devletin hiyerarşisine. Akıp giden zaman ile birlikte, kral önünde dizleri üstüne çöken insan sayısında azalma olmuş ve demokrasiler ülkelerde gelişme göstermiş, isyanın tatlı yüzü halkların belleğinde yer etmeye başlamıştır. Dolayısı ile devlet şirketinde, öyle bir hiyerarşi kurulmalıdır ki, siyah takım elbise giyen adamlar hem geçmiş krallıklarının imtiyazına sahip olsun, hem de öyle bir kurgulansın ki bu istisnalar zinciri, halk siyah takımlı beyefendiye, ulaşabilecek kadar eşit olduğunu düşünsün.  M.ö 552 yılında Sasani devletinde sınıflar tam olarak belirlenmişti ve bunların arasında,  bu sınıfların, halkın gözünde meşrulaştırılması ve razı gelinmesine en büyük hizmeti veren Ruhban Sınıfı ( din adamları ) ilk tabakadan sonra ki yerlerini sınıfsal olarak, halka karşı ilk ganimetleri olarak, hanelerine yazdılar.  Sasaniler de sınıflar, 1. Aristokratlar 2. Moğan ( ruhban sınıfı ) 3. Çiftçiler  4. Tüccar  5. Esnaf olarak dizilmiştir.
Heredot  Sasaniler ile ilgili bu dönemde  “Sasaniler sokakta karşılaştıklarında öpüşmeyi adet haline getirmişlerdir. Eğer karşılaşan kişiler birbirinden farklı sınıflara bağlı iseler aşağı sınıftan olan kimse yukarı sınıfa dahil kişinin ayağını öper” demiştir.
Şirketleşmiş devletler, din ile ticaretin iç içe geçtiğinde ne denli büyük bir pazarlama fikriyatı olduğunu keşfetmekte gecikmemişlerdir. Bu dönem geçişi itibari ile tüm devletler, az dinci veya radikal dinci olsa dahi, yaptıkları savaşlarda dahil, tüm işlerinin referansları olarak Tanrıyı göstermişlerdir. Tanrı kim ? Elbette ki yer yüzünde ki havarileri, din adamları ! Artık ne yaparlarsa yapsınlardı, yaptıklarına meşruiyet kazandırmak için ne mahkemelere nede vicdan gerektiren bir muhakemeye gerek duymuyorlardı. Yapılan tüm zulümleri ve sömürüleri legalize edebilecek yegâne kurum artık işleyişini sürdürüyordu, ruhban sınıfı. Tarih boyunca, devletlerin en sadık korumaları, sınıf dostları ve Tanrıdan uzak, Krala yakın inançlılar.
Devletler ile senkronize bir biçimde hareket eden bir Tanrı ofisine neden ihtiyaç vardır sorusuna cevap niteliğindeydi yukarıda yazdıklarım.  Yazıyı yazma sebebime gelelim artık.  
“Demokrasi” ile yönetilen ülkemizde, milyonlarca insanın gözleri içine bakarak, namus ve şeref gibi kavramları üzerine, tarafsız olacağına ve laiklik ilkesine bağlı kalacağına yemin ederek görevi başlamış olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ,  bir elinde Kuran, diğer elinin işaret parmağı ile “ötekileri” işaret ediyor. –Bunlar Zerdüşt! – Bunlar Ateist! – Bunlar Müslüman değil ya!  (Kalabalıkta alkış, kıyamet)  Ve kalabalık, üzerine tütsü serpiliyormuşçasına, sanki karşısında ki elinde kutsalı sayılan kitabı sallayan kişi, birkaç ay önce, din ile yönetim işlerini karıştırmayacağına şerefi üzerine yemin etmemiş gibi, tarafsız kalacağına namusu üzerine yemin etmemiş gibi. Tütsü öyle bir coşkunluk yaratıyor ki, afyonu patlamış hovarda Osmanlı zibidileri gibi ebleh ebleh bakıyor, yaşıyorlar.
Sıcak gündem o ki ;  diyanet işleri başkanlığına 1 milyon lira yani eski para ile 1 trilyon değerinde özel donanımlı, zırhlı makam aracı alımı. Haberler ilk medyaya düştüğünde, diyanet  işleri başkanı Mehmet Görmez, büyük bir pişkinlik ile bir açıklama yapıp, 1 milyon değil, yalan söylüyorlar, 300 bin liraya aldık. Aradan hafta geçmeden Devlet Malzeme Ofisinden özellikleri belirtilen ve fiyat olarak, gerçekten de haberlerde geçtiği gibi 1 milyon küsur değerinde bir araç talep edildigine dair belgeler yayınlanıyor.  Tanrının Türkiye Şube başkanı, Mehmet Görmez, çıkıp belge ile ilgili ne af diliyor, ne yalanlayabiliyor ne de utanıp, arlanıp istifa ediyor. Hasılı , kendisi ile ilgili epey hiciv konusu türeten Selahattin Demirtaş’ın baskılarına dayanamayıp, “ibreti alem için” diye bir de efelenerek aracı iade ettiğini açıklıyor. Buraya kadar günlük siyasi çekişmeler olarak görünebilir, doğal karşılanabilir.  Ancak bizim asıl ilgileneceğimiz nokta bundan sonra başlıyor.  Devletin ve günümüz itibari ile şatafatın, zenginliğin ve gücün simgesi haline gelen Recep Tayyip, bu duruma çok bozuluyor.   Tanrı Şb. Başkanı Mehmet Görmez’e inceden bir sitem gönderiyor “ haberim olsaydı geri iade etmemesini sağlardım, bu araç bu makama normal diyor”. Ve birkaç gün sonra , kendi seçmen kitlesinin de aslında böyle bir lükse gerçekten gerek yok dediğini bildiği halde, tüm ısrarı ile  Sn. Mehmet Görmeze bir sürprizimiz var inşallah , açıklayacağız diyor.  Muhteşem bir ironi olarak tarihe geçebilecek bir hamle ile bizim Cumhurbaşkanlığı bütçesinden kendisine yeni bir zırhlı araç tahsis edilmiştir diye sürprizini açıklıyor.
    ***Devlet denen şirket, kendi başına bir ahlaksızlık ve haksızlık üzerine inşa edilmiştir. Diyanet işleri başkanlığının önceki aracını tahsis eden kurum  yani Devlet Malzeme Ofisi, Maliye bakanlığına bağlıdır. Maliye bakanlığı da, Başbakanlığa. Şimdi kendisine Cumhurun reisi diyen Recep Tayyip bey,  araç “Cumhurbaşkanlığı bütçesinden tahsis edilmiştir” diyor. Dikkatinizi çekerim, ben bankada ki şahsi hesabımdan çektim demiyor. Cumhurbaşkanlığı bütçesinden.  Aklımız ile alay eden bu insanlar, bizlerin cebindeki paralardan çaldıkları vergiler ile devlete bir para havuzu oluşturuyor, bu havuzdan kendi aralarında kullanım payı tahsis ediliyor ve bize meydanlarda caka satan, siyah gözlük camlarından kibirli bakan korumalar arasından halka el öptüren,  Halktan kimselerin -Yahu ne karizmatik!  Diye iç geçirerek özel uçağın merdivenlerinden mafyavari bir şekilde inen bu insanlar, tamamı ile bizim paramızı kullanıyorlar  ey ahali. Babasının tapulu arazisini satıp, diyanet işleri başkanına jest yapmış gibi, bizim bütçeden verdim diye böbürleniyor muhterem. Normal hayatta, sizden borç alıp, altına sıfır araba çeken ve yanınızdan geçerken yine size poz kesen bir arkadaşa  kurabileceğiniz ilk cümle – Ya sen kimin parası ile kime artislik yapıyorsun ? Peki yahu bu adamlar kimin parası ile kime artislik yapıyorlar ? Kaldıramıyorum.
Peki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip,  neden bu konuya bu kadar bozuldu ve yeniden diyanete lüks araç tahsis etmek zorunda hissetti kendini?  Yazının buraya kadar ki kısmını okuduysanız, ana hatları ile Recep Tayyip’in neden bu kadar diyanete lüks araç kullandırtmakta ısrar ettiğini anlamışsınızdır. Ben yazıma devam edeyim. Yukarıda, Sasanilerden örneklendirdiğim toplumsal sınıflar listesinde, ruhban sınıfı, Aristokrat yani şirket devletini yönetenlerin hemen altında yer alır. Hiyerarşide 2. sırada bulunmasının  tek sebebi, filtre görevi neticesindedir. 1. Sırada bulunan yönetici sınıfın pisliklerini filtreleyip, kendinden sonra gelen sınıflara ak, pak haliyle sunum yapma görevidir ruhban sınıfının görevi.  Bir nevi “meşruiyet” kuruludur ve toplumun en üst tabakasında bulunan yöneticilerin, hırsızlık, zalimlik, yolsuzluk ve bin bir türlü alicengiz oyunlarını Tanrısal normlar ile süsleyip, dine eklemeler yapmaktır görevleri.  Din afyonu ile uyuşturulan halk, Tanrı böyle buyurdu! Sihirli cümlesinden sonra, uyuşmanın verdiği huzur hissi ile olaysız bir şekilde dağılmaktadır zira uyuşturulmuş zihinler, tanrı sorgulamasına giremeyecek kadar hallerinden memnun, bir ruhani mükafatın peşinde, sefil, yoksul ve bitap bir biçimde, onlara reva görülen hayatın içine akmaktadırlar.
Recep Tayyip’in milyar dolarlık servetine meşruiyet kazandırmak için elbette diyanet işleri başkanının da lük araç ile gezmesi gerekiyordu. Zira meydanlarda,  salonlarda ve şatafatlı sunumlarda elinde Kuran, dilinde Allah ile gezinen Recep Tayyip, tüm bu zenginliğin içinde “din pazarlaması” yaparken, devletin resmi din kurumu yöneticileri, ellerinde salladıkları  ayetlerde beyan edilen yoksulluğu yaşıyor olsaydı,  cumhurbaşkanının zenginliği ve güç gösterisi meşruiyetini yitirmiş olurdu.
Konuyu sonlandırırken, hala ve hala ellerini havaya kaldırıp, ya hu benim lüks araçla işim yok, tamam sıradan müspet hayatıma devam edeceğim çünkü ben “yemeğini başkaları ile paylaşıp, aç görünmemek için karnına taş bağlayan  peygamberi anlatıyorum insanlara”  demiyor. İşte burada,  Sartre’nin dile getirdiği o acımasız söz akla geliyor. “Din adamları,  ezen sınıfın asalağıdırlar.”  Mehmet Görmez buna itiraz etmiyor ve lüks araca hiç itiraz gelmeseydi, zerre-i miskal,  haya edip, bu kadar yoksulluk içerisinde benim bunu yapmam yakışık almaz demeyecekti. Çatır çatır sürecekti o arabanın sefasını. Çünkü bunun için varlar. Devleti yönetenlerin çaldıklarından aşağı tabakaya düşen kırıntıları yemek, üreten, çalışan, emek veren insanların sırtlarından kazanılan paraları, uyduruk hikayeler anlatarak, emek vermeden, üretmeden, yetiştirmeden yemek gibi bir mesleği icra ediyorlar. Asalak yakıştırmasını da, ziyadesi ile hak ediyorlar, hakkını da veriyorlar hani.
Tarihte, insan haklarına önem veren, din savaşlarının olduğu bir dönemde yaşayıp, başka inanışlara sahip olan insanlara duyduğu saygı ve mütevaziliği ile nam salmış, batılı kaynaklara göre, Selahattin’in ordusu Kudüs’e doğru ilerlerken, bütün Avrupa, korkudan diken üstünde olacak kadar güce sahip Eyyubi’nin cenazesinde, en önde bir kılıç ve bir at vardır.  Cenaze defninden önce, bir kişi elinde kılıç ve atın yuları ile insanlara dönerek,  -“Herkes bilsin ki;  Selahaddin Eyyubi, gerisinde miras olarak yalnızca bu atı ve kılıcı bırakmıştır.”
*** James Reston’ın  “allah ve Tanrı için savaşanlar” isimli kitabında Selahattin Eyyubi için ; “ İslam aleminin akıllı, merhametli, gururlu sultanı, Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan’ın Kürt hükümdarı,aslan yürekli Richard’ı.” diye bahseder.
Eyyubi örneğini vermemde ki sebep, bu kadar güce ve saygınlığa sahip bir kimsenin, tüm farklı ve düşman sayılabilecek tarafta yer alan kaynaklarda dahi, saygınlığı  ile bahsedilmesine karşın, aynı dini anlattıklarını iddia eden, ruhban sınıfı icracılarının, lüks, şatafat ve haksızlıklar karşısında bu kadar memnun olmaları. Revize edilmiş bir din ve buna itikat sorunu olmadan bağlı afyona bulanmış insanlar kalabalığı.
Bütün bu ihtişama,lükse, zengin sofralarına, otel lobilerine, o süslü püslü rengarenk diyanet başkanı kıyafetinin görkemine rağmen, diyanet işleri başkanı Mehmet Görmez, İslam dininde Ruhban sınıfının bulunmadığını, imtiyazların asla olmadığını ve herkesin eşit olduğunu söyledi . ( 20 ocak 2014 İl Müftüleri İstişare toplantısı-Ankara )
Varın siz karar verin, diyanetin devlette tam olarak ne tür bir görev icra ettiğine.
*** George Orwell – Hayvan Çiftliği kitabında çiftliği ele geçiren domuzların zamanla başka bir diktatör halini alması ve bunu yaptıkları yasalar ile dayatmaları sırasında yönetimde olan domuzların imtiyazlarını belirtmek için diğer hayvanlara yönelik kullandıkları o cümle. “ Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir.” Mürşit Barto www.bartolog.com
0 notes
bartolog-blog · 10 years ago
Text
Ölümcül Devlet Propagandası Uğruna Katledilen Çocuklar
Tumblr media
” Bir devlet cinayet işlemeye karar verdiğinde, kendine her zaman “vatan” adını takar.” friedrich durrenmatt
Kasım 2009 Türkiye
Tarih sahnesinde bir kez daha, Kürtler siyasal zeminden silinip, dağlara çıkmaya zorunda bırakılmak istenmiştir. “Söylemleri” nedeni ile DTP partisine Anayasa mahkemesi tarafından kapatma cezası verilmiş ve bir çok değerli siyasetçiye siyasi yasaklar getirilmiş, Ahmet Türk, Aysel Tuğluk gibi önemli isimlerin milletvekillikleri düşürülmüştür. Ve parti tabanından buna tepki gecikmemiş sokak tepki vermeye başlamıştır.
Ülkenin hemen her yerinde eylemler, yürüyüşler organize olmuş ve buna karşılık demokratik tepki ve taleplerini duyurmaya çalışan insanlara polis saldırmış, göz altılar, tutuklamalar ve işkenceler peşi sıra izlemiştir. Bir devlet politikası olarak girişilen bu yolda, usulen tek çaba Kürt’leri siyaset sahnesinin dışına itip, halkın gözünde marjinal ilan etmek ve oluşturulacak panik ortamından siyasi hedefler gözetmekti. Buna asker ölümleri de dahil olmak üzere, iktidar partisi AKP tarafından akla hayale gelmeyecek “oy potansiyeli yüksek” ölümler yaratmak da cabası. Halkın oy verdiği insanların siyasi arenadan siliniyor olmasına tepkisi elbette yüksekti ve polis “aldığı gizemli talimat” ile hiç olmadığı kadar şiddetli saldırıyor ve her eylem bir işkence alanına dönüyordu. Tam bu sırada, İstanbul’da polisle girilen bir çatışma esnasında, otobüs durağına birileri tarafından Molotof kokteyli atıldı… Bir halkın siyasi iradesinin devlet kalemi ile silinmesi kadar utanç verici bu durum ört pas edilmek üzereydi zira, Molotof atılan durakta, eylemler ile ilgili hiçbir iradesi bulunmayan, 17 yaşında ki Serap Eser isimli dershane öğrencisi yanarak ağır yaralandı. Birkaç gün içinde ise hayata gözlerini yumdu. Serap’ın katledilişi, büyük infial uyandırdı ve sadece polisi değil, bir fırsatını bulsak da Kürt avına çıksak diyen kim varsa sokaklara döküldü. Siyasi taleplerini dile getirmek isteyen halka pompalı tüfeklerle kim olduğu belli olmayan siviller tarafından ateş açılmaya başlandı İstanbul’da. Ve bir kez daha bir ölüm, devlet mekanizmasının ve siyasi iktidarın öylesine işine yaramıştı ki, bunu her konuşmalarında, her toplantılarında ve her saldırılarında kullanmaktan hiç ama hiç imtina etmediler.
Kürt’ler tuzaklara ve devletin yalanlarına daha henüz çocukluklarından aşina ve hazır olduklarından, ben dahil hemen herkes, bunun bir devlet propagandası olduğu konusunda iddialıydık. Elimiz de belge olmasına gerek yoktu bunu kendi vicdanımıza anlatmak için zira her birimiz, toplumsal şiddetin bireylere değil, devlete ve siyasi otoriteye yöneltilmesi konusunda uzun bir gelişim evresi geçirdik, on yıllardır. Çoğunluk nüfusu Kürt olan mahallelerde, hiçbir Türk komşunun Kürt’ler tarafından linç edilme ihtimali yoktur ki tarihte böyle bir olay yaşanmamıştır ancak henüz şuan yazıyı yazarken batıda çoğunluk nüfusun Türk olduğu mahallelerde, çocukların kavgasından veya bir bireysel suçtan ötürü, Kürt komşularının evlerini yakacak aileyi linç edecek safhaya gelen çok fazla örnek canlandı kafamda. Balıkesir, İzmir, Trabzon, Rize de yaşanan, Bursa’da yine yakın zamanda bireysel bir kavgadan ötürü tüm Roman komşularının evlerini talan etmek için sokaklara dökülen vatanseverleri ve daha nicesinin örneğini verebilirim.
Yani anlatmak istediğim, Serap Eser’in katlediliş biçimini ve zamanlamasını hemen hemen çevremde ki tüm Kürt arkadaşlar devlet provokasyonu olduğu konusunda hem fikirdi. Hasılı, aradan zaman geçti. Dava açıldı, kamera görüntülerinden Molotof atan şahıslar yakalandı ve ceza süreci işlemeye başladı. 2012 yılında Selahattin Demirtaş’ın Serap Eser’in katledilmesi ile ilgili bazı beyanları oldu. Serap’ın Mit organizasyonu ile yakıldığını ve buna işaret eden bazı bilgilerinin olduğunu söylediler. Ancak “devlet” denen mendebur, öyle kötü kalpli bir “adamdır” ki, yaptığı en iyi ikinci şey kara propagandadır. İlki ise insan öldürmek. Demirtaş’ın açıklamaları da fayda etmedi zira bu kara propagandadan beslenen öyle yoğun bir kitle vardı ki, böyle bir malzemeyi yakaladıktan sonra kolay kolay vazgeçmek istemezler.
Zaman akıp geçiyordu ki tam bu sırada, Serap Eser davasında bir gelişme yaşandı. Tutuklu olanlardan birisi , mahkeme sırasında kendisinin Mit elemanı olduğunu beyan etti. Mahkeme bu şahsı ve devlet kurumları ile ilgili bağlantısını resmi yazı ile milli istihbarattan talep etti ve cevabın beklenmesi nedeni ile bir sonraki duruşma tarihi verilerek ertelendi. Bir sonra ki duruşmada, mahkemenin talebi ile gelen resmi evrakın duruşmada okunma zorunluluğu nedeni ile MİT den gelen yazı herkesin içinde okundu. Sanırım, Serap Eser’in ailesinin de psikolojik olarak yıkıldığı ikinci olaydır bu an. Zira gelen MİT cevabında, ismi geçen şahsın kendi muhbirleri olduğu açık bir şekilde beyan ediliyordu. Mahkeme alelacele davada gizlilik kararı aldırdı ve herkes şok halinde beklemeye konuldu. Ailesi şaşkın. Bu güne kadar tıpkı diğer devlet mağdurları gibi çocuklarının katilleri için kafalarında oluşturulan düşman prototipi bambaşkaydı. Çok güvendikleri ve çok sevdikleri, olay günü dayısının, ülkü ocaklarından bir grubun önünde yaptığı canlı bağlantıda ki konuşmasında söyledikleri gibi “ Bizim kızımız terör şehidi olmuştur. Bu vatanı bölmek isteyenlere asla müsaade etmeyeceğiz ve bir kızımız daha şehit olsa da tek devlet , tek vatan arzusundayız. Ölene kadar iki elim katillerin yakasında olacak”. Dayısının acısını anlayabiliyorum ancak şuan kendisi ile konuşmayı o kadar çok isterdim ki. Kafasında ki “kutsal devlet” anlayışında ki kırılmayı, değişikliği, başkalarının acıları ile empati kurup gerçekleri araştırmada ki arzusunu” hepsini çok merak ediyorum. Uzun zaman geçti. Davada ki gizlilik kararı ile ne yapıldı, neler yapıldı sorusuna hiç cevap bulamadım. Ta ki yeniden gündeme gelene kadar.
Serap Eser katledildiğinde iç işleri bakanı olan İdris Naim Şahin isimli yarı diktatör özentisi şahsiyet, partisinden yavaş yavaş el çektirildi ve dışlandı. Memleketi Ordu’da yaptığı bir konuşma esnasında kendisini “müthiş bir vatansever” olarak adlandıran İdris Naim Şahin, ancak ve ancak bakanlık koltuğu elinden gittiği ve para kaynakları, gücü elinden alındığı vakit, müthiş vatanseverliğini bir kez daha kanıtlayarak “aslında Serap Eser’i devlet öldürdü “ !!! dedi.
Akli melekelerini yitirmemiş ve bir miktar vicdan sahibi her kimse, bu açıklamadan sonra Serap Eser’i kimin ve ne amaçla katlettiğinin artık farkında olur diye düşünüyordum ki, milliyetçilerin ve birazcık politik bilgisi olmayan kara cahillerin bu olayı hala kullandıklarına şahit oldum.
Dün gece, Kadıköy sokaklarında, AKP’nin küçük Mit’leri tarafından yapıldığını düşündüğüm bir rezalet yaşandı. Barajı aşabilecek bir HDP karşısında çaresiz olduğu ve bunun artık çok mümkün olduğunu anlayan siyasi irade ve onun minik oyuncak kuklası devlet çocukları, Kadıköy sokaklarında duvarlara ırkçı, faşist yazılama yapıp, üzerinde Serap Eser’in yanmış halde resimleri bulunan ve üzerinde Serap’ın ağzından “katilim PKK’yi sevindirmek için HDP ye Oy Verin” yazan bir bildiri bırakılmış bir çok noktaya.
Tumblr media
** Yıllar önce TSK televizyon kanallarında bir bildiri gönderiyor ve terörle mücadelede katkıda bulunmalarını istiyor. Bu sebeple bildiride, kimin ve neyin yerine ne söylenmesi gerektiği açıkça ifade ediliyor. PKK yerine, “bölücü terör örgütü”, Öcalan yerine “bölücü başı” “bebek katili” , Kürt eylemciler yerine “bölücüler” gibi ifadelerin kullanılması “rica” ediliyor. Tabii ki bu bildiriyi eline alan kişi bunun bir rica değil, tehdit içeren bir mektup olduğunu biliyor. Yıllarca, televizyon haber kanallarında, örgüt ve şahıs isimleri yerine farklı farklı lakaplar okuna, söylene , artık bu terimler günlük hayata sirayet etmiş durumda. Zira 14 yaşında ve hayatında hiçbir siyasi birikimi olmayan bir çocuk bile sosyal medya hesabında Öcalan ile ilgili bir paylaşımda, O’na Öcalan yerine “ bebek katili“ sıfatı takmayı bir siyasi başarı olarak hissediyor. Peki hangi bebek bu ? Neden böyle bir şey söyleniyor ?
** Pınarcık Katliamı : 20 Haziran 1987 yılında, Mardin’in Ömerli ilçesine bağlı Pınarcık Köyüne “Pkk üniforması” giymiş kişiler tarafından baskın yapıldı ve 16 çocuk, 6 kadın ile toplam 30 kişi kurşunlandı ve koruculara ait 8 ev ateşe verilerek, köye ait 65 besi hayvanı yakılarak telef edildi. Ve ayrıca bir evde kundakta ki bir bebek tek kurşunla öldürülmüş ve fotoğrafı çekilmişti. Bütün Türk medyası bu bebek fotoğrafını servis ederek aynı anda ve günlerce “BEBEK KATILLERI” diye başlıklar atmış, gece gündüz PKK’nin katliam yaptığını yazmışlardı. PKK hiçbir zaman bu katliamı üstlenmemesine rağmen, medya hiç durmadı ve aynı bebek fotoğrafı üzerinden 30 yıldır propaganda yapmaya devam ediyor. Bütün bu yalan ve vicdansızlıklar arasında, katliama katılan tek bir insan çıkıp, “ HAYIR “ “SIZE YALAN SÖYLÜYORLAR” “ DEVLETİNİZ SİZİ KANDIRIYOR !” deme erdemini gösteremedi. Ta ki Ayhan Çarkın ortaya çıkana kadar. Ayhan Çarkın, eski özel harekatçı ve Jitem üyesi. Katliamın olduğu dönemde, Kürt bölgelerine gönderilen 380 kişilik özel ekipten yalnızca bir tanesi. Geceleri uyuyamadığını ve ailesine karşı utanç içinde olduğunu itiraf ederek bütün her şeyi anlatmayı ve gerekirse “idam edilmek “ istendiğini açıkça beyan etti. Bununla da yetinmeyip, bir çılgınlık yaparak, 2011 yılında eşi ve kızları ile birlikte Newroz alanına girdi ve etrafında ki insanlara kim olduğundan bahsetti, halay çekti, ateş üzerinden atladı ve “ artık bu utançla yaşamak istemiyorum” dedi. (Ayhan Çarkın 2 saat kaldığı ve etrafında olan insanlara çekinmeden kim olduğunu anlattığı halde, sağ salim hiçbir linç girişimi yaşamdan o alandan ailesi ile çıktı. ) Arena programında da ve sonrasında bir çok programda konuşan Ayhan Çarkın, yaklaşık 1000 kişiyi öldürdüm ben şahsi olarak dedi. Pınarcık Köyü katliamını, devletin yaptığını ve kendisinin de orada olduğunu, evde ki bebeği arkadaşının öldürdüğünü, kendilerine yemek getiren yaşlı bir kadını dahi öldürdüklerini ve buna benzer yüzlerce katliamı nasıl yaptıklarını, bir bir anlattı. Ayhan Çarkın şuan cezaevinde ve zaman zaman gönderdiği bilgilere bakılırsa, hiçbir şekilde salınmayı ve affedilmeyi talep etmiyor, cezasını çekmeyi arzuluyor, bunlar bir yana ifade vermek ve bu katliamların aydınlanması için yalvarıyor ama devlet tüm taleplerini göz ardı ediyor. Tahminimce, cezaevinden sağ salim çıkıp, sağda solda “anılarım” kitabı yazmasına müsaade edilmeyecek ve Ayhan Çarkın bir şekilde öldürülecek.
Devlet nedir ? Devlet, O günün siyasi iktidarının eline aldığı bir sopadır. Ve bu sopa halk için yaratılmıştır. Bu sopanın hiçbir zaman iktidar ve kudret sahibi insanlarda kullanıldığını gören olmamıştır. Kendini çoban, halkı koyun olarak gören bir zihniyet, bu sopayı halkı “istediği çitler” in içinde tutmak için sürekli kullanmaktan çekinmemiştir. Biz halkın içinde ise 3 tür insan mevcuttur.
- Sopaya karşı isyan edip özgürlüğünü talep edenler – Sopayı yediği halde, sessiz kalmak ile daha az ıstırap çekeceğini düşünenler – Sopaya kutsallık atfedip, bu dayaktan ve işkenceden zevk alanlar. Almayanlara düşman olanlar.
Bütün bu bilgiler doğrultusunda siz hangisisiniz ? Türkiye’de ki devlet yanlısı politikalardan ve politikacılardan hala ümitli olanlar var mı aranızda ? Mürşit Barto www.bartolog.com
0 notes
bartolog-blog · 10 years ago
Text
KORKU
Tumblr media
“Peki 10.000 yıldır hiçbir somut getiri  sağlamadan, yalnızca vaat ederek nasıl ayakta kalabildiler ?  İşte konumuz aslında burada başlıyor. Güncel ve taze korkular ile! “**
“Din . . . temel olarak korkuya dayanır … bilinmeye karşı duyulan korku, yenilgi korkusu, ölüm korkusu. Korku her acımasızlığın anasıdır ve o yüzden acımasızlık ve dinin el ele gitmesine şaşılmamalı. Benim din hakkındaki görüşüm Lucretius’la aynı. Onu korkudan doğan bir hastalık ve insan ırkına büyük bir mutsuzluk kaynağı olarak görüyorum.”
Bertrand Russell
**               Bilimsel olarak yaşadığımız evrende, ilk modern insan diye tabir edilen yani , günümüz insan özelliklerini ve davranışlarını sergileyen Homo cinsinin takriben 50.000 yıl önce ortaya çıktığı bulgusunda hem fikirdir bilim insanları.  Avcı toplayıcı bu insanlar, günlük yaşam ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir yandan karınlarını doyuracak şekilde, bitki ve canlı avlarken, diğer yandan, yaşam alanlarını anlamlandırma eğilimlerini gösteriyorlardı. Henüz bilişsel devrim ve tarım devrimi gerçekleşmemiş, bu avcı toplayıcı insanların küçük gruplar halinde avlandığı ve yaşamını sürdürdüğü görülür.  Yaşadıkları doğa hakkında günden güne bilgi kodlarken, günlük yaşamları karşısında karşılaşabilecekleri en lüks tehlike, ne bir trafik kazası, ne de bir serseri mayındır. Yaşamlarını idame ettirmeye çabalarken, içinde bulundukları tek endişeleri, kendilerine zarar verebilecek daha güçlü canlılardan kaçınmak ve onlara yemek olmamaktır. Aslan, kaplan, ayı ve yırtıcılar gibi. Kendilerine tehdit oluşturan bu güçlü canlıları saymaz isek gündelik yaşamlarında stresten uzak, herhangi bir duygusallığa ve manevi kanaatlere ihtiyaç duymadan, yaşamlarını tekdüze bir gelişim ile sürdürüyorlardı. Bundan yaklaşık 10.000 ila 7.000 yıl öncesinde Tarım devrimi ( Neolitik dönem )  gerçekleşti ve dünyanın yaklaşık 6 bölgesinde birbirinden bağımsız insanlar, yerleşik düzen ve hayata adımlarını atmış bulundular. Tarım devrimi öncesinde sürekli hareket halinde, yerleşik olmadan, yeni yiyecekler, yeni türler ve tatlar keşfetmekte mahir olan insanlık,  en sarih tabiri ile ekip biçtikleri tarlanın, bahçenin başında beklemek zorunda oldukları için, kalıcılaşmaya, ürün yetiştirmeye başlamıştır. Bu ana kadar arkeolojik kalıntılarda,” kesin yargıya varılabilecek” hiçbir kutsal kültür izi bulunamamak ile birlikte, tarım öncesi devirde sürekli hareket halinde olan insanların yaptıkları düşünülen en bariz davranış, kendileri ile birlikte hareket edemeyen ve işlerini zorlaştıran yaşlı ve sorunlu çocukları öldürmeleri veya terk etmeleridir. Bu davranışı çok az sayıda ki yorumcu, doğaya kurban verme gibi tanımlamalarda bulunsalar da, buna karşılık gelebilecek bir anlatım ortaya koyamamışlardır.  Buraya kadarıyla gördüğümüz gibi insan,  ailesinden birisini terk etmek veya öldürmek davranışını dahi bir soyut kavram üzerinde temellendirmiyor, mantıklı bir sebep-sonuç ilişkisi üzerine oturtuyordu. Yine buna anti-tez  olarak ta bazı arkeolojik kazılarda binlerce yıl öncesine ait işlenmiş mamut dişleri ile süslenmiş mezarlar bulunsa da, bilim insanları bu mezarları yorumlamakta farklı farklı sonuçlara varıyorlar.Netice itibari ile bu ana kadar insanlar yaşamlarını idame ettirebilme ve gelişim kabiliyeti gösteriyor. Evrende  bütün türlerin kendi türleri ile bir “lisan” “diyalog” “iletişim”  ilişkisi içerisinde olduğu biliniyor ancak buna ek olarak insan türünün hikaye üretme becerisi, diğer canlılardan farklı olarak gelişiyor.**
“Bilim adamları şempanzeler arasında yaptıkları araştırmalarda, kendi aralarında uyarı olarak kullandıkları iki cümleyi keşfetmeyi başarıyorlar. “Aslan geliyor”, “kartal geliyor”.  Bu iki sesi analiz edip, kaydettikten sonra, ağaçlı bir alan içerisinde ki şempanzelere ilk olarak  daha önce kaydetmiş oldukları “Aslan geliyor” şempanze uyarı çığlıklarını dinletiyorlar. Bu sesleri duyar duymaz bütün şempanzeler ağaçlara tırmanıyor. İkinci olarak “kartal geliyor” sesini dinletiyorlar ve  bütün şempanzeler kafasını yukarı kaldırıp tedbirli davranmaya başlıyorlar.”
**                Insan türünün hikayeleştirme özelliği burada devreye giriyor. İnsan, gelen aslanın ne kadar hızlı geldiğini, ne taraftan geldiğini,  nasıl bir türe sahip olduğu gibi konularda fikir yürütebiliyor ve uyarılarını genişletiyor. Bu hiza ile “ kutsal ruh bizi korusun” cümlesini kurmaya kadar gidiyor. Burada gelinmek istenen nokta, tıpkı doğada ki diğer canlılar gibi yaşamsal ihtiyaçlarını gideren insanlık ne zaman bir inanca ihtiyaç duydu ? Hangi amaç, yemyeşil tarlalarda ekin ekip, çalışan ve ihtiyaçlarının tamamını karşılayan bu insanlarda, inanma ihtiyacına sebep oldu ?  Korku !**
**               Avcı toplayıcılar,  kendilerinden iri ve kendilerinden vahşi olan canlılardan korkuyorlardı ve bunun örneği aslandı. Ancak bu korku ile yemek aramaya çıkmazlık etmiyorlardı veya bu korku onlara günlük yaşamlarını  her zamankinden daha farklı yaşamaya itmiyordu. Bu korku ile yine somut mücadele örnekleri ile başa çıkıyorlardı. Aslan dışkısından olabileceği muhtemel yerlerden uzak durmak gibi, veya zamanla yaptıkları av aletleri ile aslanlar ile savaşmak gibi zoraki yolları deniyorlardı. Ancak ortada duran gerçek, korkuları onlara var oldukları yaşamdan taviz vermelerini salık vermiyordu bizler gibi.**
**                        Netice olarak insanlar arasında inanç, kutsallık ve soyut değerler baş gösterdi. Bu bilinç dışı yönelimler ile birlikte, tarım toplumlarında, günümüze kadar önü alınamayacak bir ruhban sınıfı oluştu. Tarlasından kendisine yetecek miktarda veya takas (barter ) edecek miktarda yiyecek kaldırması yeterli olan bir işçi, kutsal reis için bir miktar, kutsal ruha kurban edilecek ürün için bir miktar daha çalışmak zorunda kalmaya başladı. Peşi sıra toplumlar arasında “mit” ler türemeye başladı.  Eskiden hasta olan bir kimse düzelmez ise en fazla öldürülür, terkedilirdi. Ancak artık bir başkasının ölümünden ruhani olarak,  “kutsal yol gösterici reisin belirleyebileceği bir nedenden ötürü” olduğu düşüncesi hakim olmaya başladı.  Ve inançların tarihi boyunca, kendilerini besleyen, ruhban sınıfını zengin kılan ve bu inançlara tabi olan insanları köleleştiren bir mekanizmaya, mekanizmalara  ve  robota dönüştü.**
**                     Bugün bir inanca göre bir hayvanı yemek haram iken diğer bir inanca göre bunda bir kusur yok. Oysa insanlık, 10 bin yıl önce bu ayrımı şu şekilde yapardı. Kendisinden önce bu hayvanı yiyen bir kimse olumsuz bir durum ile karşılaşmış mı ? Hayır. O halde yenebilir. Aynı şey bitkiler için geçerli. Aynı şey su kaynakları için geçerliydi.  Yaşam alanlarında bir Tanrı’ları olmayan insanlık, hayatlarını daha kusursuz, daha stressiz ve huzurlu yaşayabiliyorlardı.**
**                        Binlerce yıldır birbirinin kopyası olan, birbirinden çalıntı olan inanç sistemlerinin insanlığa kazandırabildiği hiçbir şey yoktu. Bundan bin yıl önce de insanlar yaşam alanlarını korumak yada gıda için değil, çoğunluk ile inançlarından dolayı birbirlerini öldürüyorlardı. Bundan 5.000 yıl önce de bu böyleydi. Sözün özü, içinde bulunduğumuz yıl 2015 ve ilk inanç sistemlerinin kurulmasından bu yana yaklaşık 10.000 yıl geçtiğini varsayar isek, 10.000 yıldır  inançlar toplumlara kölelik, sefalet ve savaştan başka hiçbir getiri sağlamamışlardır. Peki sorumuz şu o zaman.  10.000 yıldır hiçbir somut getiri  sağlamadan, yalnızca vaat ederek nasıl ayakta kalabildiler ?  İşte konumuz aslında burada başlıyor. Güncel ve taze korkular ile!**
**          Güncel ve taze çünkü, korkularını yenmeye başlayan insanların inançları zayıflıyor ve inançsızlar çağlar tarihi boyunca sermaye & din sınıfı  egemen kardeşliğine köleliği reddediyor, tahtlarını sallıyorlardı. O nedenledir ki, gözle görülemeyecek zaman dilimlerinde inançların dayatılmasında ki korku etkenleri de değişiklik göstermiştir. Örneğin bundan 5.000 yıl önce bir insanın size inanmasını sağlamak için, O’na daha somut bir sebep sunmak zorundaydınız. Hasta olan bir oğlunu, ekin vermeyen tarlasını veya ölen eşinin müsebbibi olarak,  O’na  belirlediğiniz başka bir davranışı gösterip, “ bak bunları yapmadığın için kutsal ruh kızdı ve bunlar başına geldi”  gibi , sebep sonuç ilişkisi içeren açıklama yapmak zorundaydınız.  Eğer o dönemin şartlarında, o insana bir cennet/cehennem varlığından söz etseydiniz, sizi meczup kabul edip, ciddiye almayacaktı.  Günümüzde ise sermaye & din kardeşliği o denli kök saldı ki, artık insanlara mantıklı sebepler sunmanıza dahi gerek kalmadı sizlere inanmaları için.  Öyle ki sorgulamaya, soru sormaya başladıkları anda dahi onlara “ bunları sorman seni dinden çıkarır.” Diyebiliyorsunuz ve o insanlar size inanmaya ve sizin yönlendirdiğiniz biçimde yaşamaya devam ediyorlar.  Ve bu inanç sistemi, geliştikçe soyutlaştı, soyutlaştıkça güçlendi, güçlendikçe korkuttu, korkuttukça bağlılıklar daha radikal hale gelmekte hiçbir zorluk çekmedi. An itibari ile yer yüzünde herhangi bir dine inandığını söyleyip, ona canı ile bağlılık duyan insanların, 100.000 de 1 i dahi inandıkları şeyin tam olarak ne olduğu konusunda fikir sahibi değiller ve bunu öğrenme gereği duymadan, kendilerine dayatılan kitapları okumak anlamak gereği duymadan inanmak onları mutlu ediyor ve gerçekten de vaat edildiği gibi, yaşamın bir sonra ki evresinde cezalandırılacaklarını veya ödüllendirileceklerini düşünüyorlar. Bu durumun normal bir insan mantığına aykırı kısmı ise, yukarıda verdiğim gerçeğe yakın tahmini, rakamsal olarak bildikleri halde, insanlara bu inançları dayatanlar, Onların bu durumunun devamından rahatsızlık duymuyor, düzenin aynen bu şekilde yürümesinden hoşnut görünüyorlar.**
“Ücretli ders veren bir öğretmen size bir kitap temin ediyor. Bu kitabı okuduğunuz, söylediklerini harfiyen yerine getirdiğiniz takdirde başarıya ulaşacaksınız buyuruyor. Ancak öğrenci, kitabı okumuyor ve buna rağmen öğretmene hizmeti karşılığında verdiği ücreti kesmiyor. Bu durumda öğretmenin vaat ettiği, koşullar karşılığı başarı fikri doğru yolda ilerlemiyor, ancak öğretmen, bu durumda dahi parasını aldığı için buna bir dur deme gereği duymuyor. Burada bir çıkar ittifakı kurulmuş durumda. Zira öğrenci,  kendisine temin edilen kitap ve öğütler karşılığında başarıya ulaşabileceğini biliyor, ancak buna rağmen bunu yerine getirmiyor, buna rağmen öğretmene olan borcunu ödeyerek ödevinin bir kısmını tamamladığı duygusunu kendinde hakim kılıyor. Ve bu onu rahatlatıyor. Bu durumda öğretmen ise tıpkı öğrencisi gibi bir çıkar ilişkisi içerisinde bulunmuş oluyor çünkü anlattığı gibi bir çaba gösterilmediğinde, vaat ettiği başarıya ulaşamayacağını bildiği halde, çıkarı için onun bu sahte mutluluğuna göz yumuyor.”
Bu çıkar ilişkisinin ortasında ki öğrenciye parayı temin eden kişi sermaye,  öğretmen ise din telkini yapan kimse oluyor. Gerçekleşen fiil sonrasında zararlı çıkan tek kişi Öğrenci oluyor.
- Sermaye, parayı istediği alanda dolaşıma soktu, güç ve itibar kazandı – Din telkini yapan kimse, yaşamını idealize etmeden, emek sarf etmeden para ve itibar kazandı – Öğrenci, hem vaktinden, hem kendisine ailesi tarafından emek gücü karşılığında temin edilen paradan olduğu halde, ne sermaye kadar yaşam kalitesi arttı, ne de din telkin eden kimse kadar itibarı. Dolayısı ile ailenin yaşam standartlarında, vahşi  sermaye ve din ağı içerisinde zayıf bir halka yarattı.
**               Bundan 10.000 yıl önce insan yaşamı, belki bu güne oranla, daha kısaydı. Ancak bilinenin aksine, yaşam standartları, sağlık kaliteleri ve sosyal durumları, zaman bakımından ele alındığında, günümüz modern insanından daha mutluydu. Bir avcı toplayıcı veyahut bir tarım işçisi günde 4 saat ortalama çalışarak tüm aile bireylerinin karnını doyurabilir, geri kalan vaktini onlarla dinlenerek, iletişim halinde olarak ve yeni şeyler keşfederek geçirebilirdi. Yaşam süresi ortalama 50 yıl ise, aksi bir durum olmadıkça ( vahşi doğa ) ömrünü çok huzurlu ve mutlu bir şekilde geçirebiliyordu.**
***** Salgın hastalıklar kabilelerde çok etkili olmuyordu çünkü birbirlerinden ayrı olarak maksimum ortalama 50 bireylik topluluklar halinde yaşıyorlardı. Bir küçük topluluğu salgın vurduğunda, onlardan ayrı yaşayan topluluklar bundan etkilenmiyorlardı.**
**             Günümüz insanlarında ise, sağlıkla ilgili kaygılar bir yana,  şu an dünya üzerinde ortalama yaşam süresinin 70 yıl olduğunu varsayar, yine bir mutluluk ortalaması almak istersek, Finlandiya, Norveç ve birkaç yaşam standardı yüksek, kalabalık olmayan ülkeler içine dahil olsa bile yaşadığımız 7,5 milyarlık insan popülasyonunda, mutluluk oranı ortalaması  %2-3 civarındadır. Tarih boyunca gelişim gösteren insanoğlu,  sermaye ve din ilişkisi içerisinde yönetilerek, savaşlara, kıtlıklara, ayrışmalara ve dünya sonrası yaşam vaadine ehemmiyet verilmesi neticesinde yaşadığımız dünyada, besin zincirini parçalayacak kadar vahşi bir tarumara sebep olmuştur.  Günümüzde, insanların yaşamını devam ettirebilmesi için  oksijen ihtiyacı olduğunu bildiği halde 100 M2 çevresinde tek bir bitki bulunmayan insanoğlu, ölümden sonraki hayat inancı ile bir başka noktada oksijen deposu ağaçların, ormanların katledilmesinden doğacak alana , camii, kilise, havra yapılmasına destek vermek bir yana, buna karşı olduğunu söyleyenleri katletmek arzusundadır.**
Yeryüzünde yaşam formunun talanına sebep olan ve buna bütün canlılar dahil çoğunluğun sefalet ve mutsuzluk içerisinde yaşamasına neden olan buna karşın azınlık bir sermayenin tarihleri boyunca huzur ve zenginlikler içerisinde yaşamasına olanak sağlayan inançların, bu mantıksızlık içerisinde ayakta kalabilmelerini sağlayan yegane fikir, var olduğu günden bu güne “korku” olmuştur. 10.000 yıl önce kutsal ruhun sizi hasta ettiği ve iyileşmek istiyorsanız bir geyikte bizim için avlamalısınız diye uydurulan korku, bugün dediklerimizi yapmaz iseniz ( ki istediklerini verdikten sonra dediklerini tam manası ile yapmanıza asla gerek yok )  sizi ölümden sonra cehennem beklemekte, yaparsanız hayal edemeyeceğiniz güzellikler beklemektedir. Belki bundan 5.000 yıl sonra ( hala insan türü var ise ) cennet cehennem korkusu da insanlarda etki etmeyecek ve farklı bir korku üretilmek zorunda kalınacaktır. Asıl olan günün şartlarına göre revize edilmiş, taze bir korkudur.
**               Belgesellerde izleriz, bir aslan sürüsü, koca bir Bufalo sürüsüne dadanır ve içlerinden en zayıf olanı almak ister. Sürüdekiler tedirgindir, geri adım atarlar. Aslanlar hamlelerine başlar ve içlerinden birkaç tanesi biraz korka korka aslanı ürkütmeye yeltenir. Bir hamle yapar, iki hamle yapar ve en sonunda korkularından arınıp, aslanların üzerine koşmaya başlar. Aslanlar neye uğradığını şaşırır zira onları, kendilerinden iri cüsseli ve güçlü bu hayvanlara karşı tek güçlü kılan şey, bıraktıkları korkudur. Ancak bu korku duvarı aşıldığında hem bunu yenen bufalo, korkunun yapaylığını fark eder, hem de aslan sürüsü korku duvarı kalkınca ne kadar çaresiz olduğunu fark eder. Bufalo bundan sonra ki hamlelerini hiç çekinmeden atar, aslanların sürüye yaklaşmasına izin vermez, sürünün koruyucusu olur ve hatta aslanlardan bir hamle gelmediği halde onları yorulana kadar mutluluk içinde kovalamaya başlar.**
**                 İnsan türü, yaşanmaz bir harabeye çevirdiği, yüzbinlerce yaşayan canlı türünü yok ettiği, yaşam kaynaklarını ihtiyaç değil, güç konusu yaptığı, milyonlarca insanın yaşadığı dünyada yalnızca birkaç yüz bin insanın refah içerisinde yaşadığı, kalan türlerin, hayvanlar da dahil olmak üzere perişan ve çaresizce yaşamlarının belki yok sayılacak kadarını huzurlu geçirebildiği,  sermaye ve din eksenli kurulan korkunç sistemin kölesi haline getirilmiş biz insanların, yaşamları boyunca çürüyene kadar çalıştığı ve buna rağmen mutsuz ve yetersiz olduğu şu dünyada, milyonlarca insan evladı,  bu hale getirdiği dünyadan sonra cennet gibi bir yerde mutluluk ve huzur içerisinde yaşayacağına inanıyor ve daha korkuncu, insanlık, yaptığı bunca şeyden sonra bir cennette ödüllendirilmeyi bekliyor….**
Mürşit Barto www.bartolog.com
0 notes