Tumgik
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Peygamberlerin Doğa Üstü Yeteneklerinin Sırları
Keramet nedir?
Sözlükte değer, kıymet gibi anlamlara gelen kerâmet, dini bir kavram olarak Peygamberlik iddiasıyla bir ilgisi olmaksızın bir mü’minde harikulâde (olağan üstü) bir halin meydana gelmesi demektir. Şayet bu hâl kendisinde meydana gelen kimse amelleri sâlih olan biri değilse o hârikulâde hale istidrâc adı verilir. Keramet, Allah’ın veli kuluna bir ikramıdır. Asıl kerâmet, kişinin istikâmet üzere bulunması, hal ve hareketlerinin Kur’an ve Sünnet’e uygun olmasıdır.
Vahiy nedir, çeşitleri nelerdir?
Sözlükte gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, îma ve işâret etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve göndermek anlamlarına gelen vahiy, dini bir terim olarak, Allah’ın Peygamberlerine iletmek istediği mesajlarını, doğrudan doğruya veya Cebrail vasıtasıyla bildirmesine denir.
Kur’ân ve diğer kutsal kitaplar, vahiy ürünüdür. Vahiy, ilâhi ve gayr-i ilâhi olmak üzere iki kısma ayrılır. İlâhi vahiy, Allah’ın vahyi demek olup 5 çeşittir:
1- Cebrail’e (Necm, 53/10) ve diğer meleklere vahyi (Enfâl, 8/12).
2- Cansız varlıklardan yeryüzüne (Zilzâl, 99/4-5) ve gökyüzüne (Fussilet, 41/12) vahyi. Bu vahiy, “emretmek” anlamındadır.
3- Canlılardan bal arısına vahyi (Nahl, 16/68-69). Bu vahiy, ilham, içgüdü anlamındadır.
4- İnsanlardan Hz. Musa (a.s)’ın annesine (Kasas, 28/7) ve Hz. İsâ (a.s)’ın havarilerine (Mâide, 5/111) vahyi. Bu vahiy, fıtrî ilham, îma, emir anlamındadır.
5- Peygamberlere vahiy (Nisâ, 4/162. A’râf, 7/117, 160) Bu vahiy, ıstılâhî anlamdaki gerçek vahiydir. Vahiy denince ilk akla gelen bu vahiydir. Bu vahiy, sözlü, sözsüz ve Cebrail vasıtasıyla olur. Sözlü vahiy, Allah’ın perde arkasından Peygamberine hitap etmesidir. Sözsüz vahiy; rüyada veya uyanık iken vahyin Peygamberin kalbine ilkası şeklinde olur. Cebrail vasıtasıyla vahiy;
a) Peygamber uyanık veya uykuda iken vahyi Peygamberin kalbine ilkası ile,
b) Cebrail’in melek veya insan suretinde vahiy getirmesi ile,
c) Cebrail görünmeden vahyin çıngırak sesi şeklinde gelmesi ile olur.
Vahyin geliş şekillerinden bir kısmı, Şûrâ suresinin 51. âyetinde bildirilmiştir. Vahiy, Allah ile Peygamber arasında bir sırdır. Mahiyetini insanların tam anlaması imkansızdır. Vahiy geldiği anda Peygamber titrer, rengi değişir, alnı terler ve nefesi sıkışırdı. Hz. Muhammed (a.s.) gelen vahyi aynen hafızasına alır (Kıyamet, 75/16-19), sonra vahiy katiplerine yazdırırdı. Her sene Ramazan ayında inen âyetleri ve sûreleri Cebrail’e okuyup arz ederdi.
Gayr-i ilâhi vahy yani ilâhi olmayan vahy ise, cin ve insanlar arasında cereyan eden vahye denir. Zekeriya (a.s)’ın kavmine vahyi gibi (Meryem, 19/11), bu vahiy, imâ ve işâret etmek anlamındadır. Şeytanın şeytana vahyi gibi (En’âm, 6/121); bu vahiy, fısıldamak ve gizli konuşmak anlamındadır.
İlham nedir?
İlhâm, Allah’ın doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması, feyz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi, kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu demektir. İlhamın kaynağı Allah veya melektir. Veliler, ilhamı Peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. İlham, bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zihninde (kalbinde) âniden ortaya çıkar. Bir âyette, Allah’ın insan benliğine hem takvâyı hem de fücuru (kötülük duygusunu) ilham ettiği belirtilmektedir (Şems, 91/8). Hz. Musa’nın annesine yapılan vahyin doğrudan Allah tarafından kalbine ulaştırılan ilham anlamına geldiği genellikle müfessirlerce kabul görmüştür. Hz. Peygamber, Allah’ın  kendisine ilham ettiği övgülerle O’na hamdettiğini açıklamış (Buhârî, Tevnîd, 36), bir sahabiye “Allah’ım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et” şeklinde dua etmesini öğretmiş (Tirmizî, Daavât, 69), “Sizden önceki ümmetler içinde ilham olunan kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böyle birisi varsa o Ömer’dır” buyurmuştur (Buhârî, Enbiyâ, 54). İnsan kalbine  bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmez ve dîni konularda delil olarak kullanılamaz. Zira ilhama dayalı bilgiler kontrolü mümkün olmayan sübjektif bir nitelik taşır.
0 notes
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Kutsal Kitapların İslamiyet’teki Yeri ve Önemi
Günümüzde gerçek dini bilgilerden ziyade daha çok belli bir ideolojinin kurbanı olmuş düşüncelerin maşası olan kara bilgilerin döndüğü aşıkardır. Böylesine önemli ve titiz olunması gereken bilgilerin hunharca katledilmesi ve insanların kendi çıkarları için bunları kullanmasında hepimizin suçu olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğru düzgün bir araştırma yapmıyor, okumuyoruz… Önümüze ne konulursa onu alıyoruz ve ya tüketiyoruz. Hal böyle olunca insanların böylesine bir fırsatı kendi nefsi duyguları için kullanmamalarını bekleyemeyiz. Bunun için ki daha çok okumalıyız ve araştırmalıyız. Bende sizlerin için böylesine basiretsizlikten kurtulmak için yazmış olduğum kutsal kitapların dinimizdeki yeri ve duyulması gereken saygı ve önemi anlatmaya çalışacağım…
Allâh, insanlara doğru yolu göstermek, onları dünya ve ahirette mutlu kılacak ilkeleri bildirmek, akıllarıyla cevaplarını bulmaları imkansız bazı konularda onları aydınlatmak üzere Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bazılarına insanlara tebliğ edilmek üzere yol gösterici kitaplar indirilmiştir. Allâh Teâlânın Kitap göndermesi, sahifeler halinde başlamıştır. İlk sahifeler, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’e gönderilmiştir. Sayıları henüz son derece sınırlı olan, hayatları ve ilişkileri henüz kompleks hale gelmemiş o zamanın toplumlarının ihtiyacının görülmesinde bu sahifeler yeterli olmaktaydı.
Peygamberlerin getirdiği esaslarla ve bu esasların ışığında insan aklının faaliyetleriyle uygarlık ilerledikçe, insanların hayat ve ilişkileri daha kompleks hale geldikçe Allâh Teâlâ da daha kapsamlı sahifeler ve kitaplar göndermiştir. İlahi kitaplar son kitap Kur’an-ı Kerim’le zirveye ulaşmış ve Kur’an-ı Kerim ilahi korumaya alınmıştır. Artık bundan sonra ilahi kitap gelmeyecek ve Kur’an-ı Kerim Kıyamete kadar insanlığın rehberi olacaktır. Tevrat Hz. Musa’ya, Zebur Hz. Davut’a, İncil ise Hz. İsa’ya indirilen büyük kitaplardır.
Müslüman, Allâh tarafından Peygamberlere indirilen kitapların hepsine inanır. Ancak bu kitaplardan, Allâh’ın indirdiği gibi hiç bir harfi bile değişmeden günümüze kadar ulaşan yegane ilahi kitap, sadece Kur’an-ı Kerim’dir. Diğerleri ise ya tamamen kaybolmuş veya insanlar tarafından değiştirilmiş; böylece asli şekillerini kaybetmişlerdir. Bu yüzden bugün Kur’an-ı Kerim’in dışında elde mevcut bulunan diğer ilahi kitaplarda yer alan sözlerden hangilerinin Allâh’a ait olduğu, hangilerinin ise insanlar tarafından bu kitaplara sokulduğunu ayırt etmek mümkün değildir.
Esasen Kur’an-ı Kerim indirildikten sonra diğer ilahi kitaplara ihtiyaç kalmamıştır. Zira Kur’an-ı Kerim, diğer kitapların da ihtiva ettiği Allâh’ın birliğine Peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi hak dinin temel esaslarını yeniden ve en mükemmel bir şekilde ortaya koymuş, daha önceki kitaplarda da yer alan gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususların doğrusunu açıklamıştır.
Kur’anda kaç ayet vardır?
Kur’ân-ı Kerim’in mânâ, işaret veya hüküm ifade eden, kısa veya uzun cümlelerinden her birine “âyet” denir. Âyetlerin sayısında aşağıda açıklanan bazı sebepler dolayısıyla  İslâm bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır:
a) İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre surelerin başında yer alan Besmele, Kur’an-ı Kerim’den bir âyettir. Ancak, bunlardan her birinin, başında bulunduğu sûreden bir parça ve sûrenin ilk âyeti olup olmadığı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Şafiî âlimler, söz konusu “Besmele”leri, başında bulundukları sûrenin bir parçası saydıkları halde Hanefî bilginler, bu Besmelelerin, başında bulundukları sûrenin bir parçası olmayıp, her birinin o sûreden ayrı müstakil bir âyet olduğunu, sûrelerin arasını ayırmak ve teberrûk olunmak (bereket ve feyzinden yararlanılmak) için indirildiğini söylemişlerdir.
b) Bazı sûrelerin başında, “Yâ-sîn, Hâ-Mîm, Elif-Lâm-Mîm-Râ, Tâ-Hâ…” gibi “huruf-u mukattaa” denilen harfler, bir kısım bilginlerce, müstakil birer âyet kabul edilmiş, diğer bir kısım bilginler ise bu gibi harfleri, başında bulunduğu sûrenin ilk âyetinin bir parçası saymışlardır.
c) Bazı uzunca cümleler, bir kısım bilginlerce iki veya üç âyet sayılmışken, diğer bazı bilginlerce tek âyet itibar edilmiştir.
Netice olarak ayet sayısının, kıraat imamlarından Nâfî 6217; Şeybe 6214; Mısırlı bilginler 6226; bir rivayete göre İbn-i Abbas 6616 olduğunu söylemişlerse de, Kufelilerin görüşü olan 6236 sayısı kabul görmüş ve yeryüzünde basılı bütün Mushaflarda ayetler bu sayıya göre numaralandırılmıştır. Halk arasında bilinen 6666 sayısının herhangi bir dayanağı olmayıp, muhtemelen çocuklara kolay öğretmek amacıyla yuvarlak olarak söylenmiş bir rakamdır. Bu ihtilaflar ayetlerin numaralandırılmasıyla ilgili olup, Kur’an’ın metni ve muhtevası ile ilgisi yoktur.
0 notes
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Musa Aleyhisselam
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberler içinde üstünlükleri olan ve kendilerine “ulü’l-azm” denilen altı peygamberin üçüncüsüdür. Allahü teâlâ ile konuştuğu için, “Kelîmullah” denilmiştir. Benî İsrail’e gelmiştir. Yakub aleyhisselamın soyundandır. Harun aleyhisselamın kardeşidir. Babasının ismi İmrân’dır. Annesinin ismi Nüceyb veya Nâciye veya Yuhâbil’dir.
Hazret-i Yusuf’tan sonra, Mısır’da, İsrailoğulları iyice artıp çoğaldı. Bunlar hazret-i Yakub ve hazret-i Yusuf’un bildirdikleri dîne inanıyorlar ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Mısır’ın eski yerlisi Kıbtî kavmiyse yıldızlara ve putlara taparlardı ve İsrailoğullarına hakâret gözüyle bakar, başlarında bulunan firavunlar onları esir gibi ağır işlerde kullanırlardı. Onların çoğalmasından endişe ederlerdi. Benî İsrail, Kıbtî kavminin kötü muâmelelerinden ve firavunların ağır tekliflerinden bezmiş, usanmışlardı. Bu bakımdan dedelerinin eski yurtları olan Ken’ân diyârına gitmek isterlerdi. Fakat firavunlar onların Mısır’dan çıkmasına izin vermeyip, eziyetlerini artırırlardı.
Mısır’ın idâresini elinde bulunduran ve firavun denilen krallar, kendilerine mezar olarak dağ gibi piramitler yaptırıyorlar ve bu piramitlerin yapımında binlerce insanı zorla çalıştırıyorlardı. Allahü teâlâyı inkâr edip, ilâhlık dâvâsında bulunuyorlardı. Bu zamanda falcılık, sihirbâzlık meslek hâline getirilmiş ve ülkenin her tarafında kâhinler, sihirbâzlar türemişti. Bu sırada Mısır halkının başında bulunan Firavun bir gece rüyâsında Kudüs tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ın yerli halkı Kıbtîleri yaktığını, İsrailoğullarına ise hiç zarar vermediğini gördü. Bu rüyâyı yorumlayan kâhinler, İsrailoğullarından bir erkek çocuk dünyâya gelecek, senin saltanatını yıkacak ve sen helâk olacaksın, dediler. Bunun üzerine Firavun on iki kabîle hâlinde olan ve her bir kabîlenin başında bir idârecisi bulunan İsrailoğullarının birleşmesinden de iyice endişelendi. İsrailoğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmeleri için kânun çıkardı.
Bu hâdise karşısında İsrailoğullarının sıkıntıları iyice arttı. Firavun’un emrine karşı gelenler topluca öldürülmeye başlandı. Bu sırada doğan Musa aleyhisselamın annesi onun da öldürülmesinden korkmuş ve çok endişelenmişti. Kur’an-ı kerîm’de onun kalbine meâlen şöyle ilhâm edildiği bildirilmektedir:
“Musa’nın annesine şöyle ilhâm ettik: Bu çocuğu (Musa’yı) emzir; sonra öldürülmesinden korktuğun zaman onu suya (Nil Nehrine) bırakıver, boğulmasından korkma, ayrılmasından kederlenme. Çünkü biz, muhakkak onu sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden yapacağız.” (Kasas sûresi: 7)
Musa aleyhisselamın annesi onu bir sandığın içine koyup Nil Nehrine bıraktı. Nehir üzerinde akıp giderken akıntı onu Firavun’un sarayına doğru sürükledi. Firavun’un hanımı Âsiye, sandığı görerek yakalayıp saraya götürdü. Sandığı açıp içinde nûr topu gibi bir çocuk görünce onu cân u gönülden sevip; “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar, yâhut onu oğul ediniriz…” dedi. Onu emzirmek için pekçok süt analar getirtti. Musa aleyhisselam hiç birinin memesini almadı.
Annesi, çocuğunun Firavun’un sarayına alındığını ve süt annesi arandığını öğrendi. Süt annesi olabileceğini söylemesi için kızını yâni hazret-i Musa’nın kardeşini gönderdi. Kardeşi saraya gidip; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim mi?” dedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselamın annesini getirttiler. Musa aleyhisselam onun memesini aldı ve bunun üzerine Firavun’un hanımı Âsiye onu süt anneliğine kabûl etti. Böylece kimsenin haberi olmaksızın kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü…
Musa aleyhisselam Firavun’un sarayında büyüdükten sonra sarayı terkedip akrabâsının ve büyük kardeşi Harun’un yanına gitti. Bir gün gördü ki; İsrailoğullarından biriyle bir Kıbtî kavga ediyor. Hazret-Musa aralarına girip ayırmak için Kıbtîyi itip hafifçe göğsüne vurdu. Kıbtî yere düşüp öldü. Hazret-i Musa elinden böyle bir kazâ çıkmasına üzüldü. Firavun’un şerrinden çekinip, Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Orada peygamber olan Şuayb aleyhisselamla buluşup, on sene Medyen’de kaldı ve Şuayb aleyhisselamın kızıyla evlendi. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere Medyen’den ayrıldı.
Tur Dağına geldiği sırada mekânsız olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Kendisine ve kardeşi Harun aleyhisselama peygamberlik verildi. Elindeki asânın yılan olması mucizesi ve elini koynuna sokup çıkarınca bembeyaz olup, ışık yayması mucizeleri verildi. Sonra da Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle vahyedildiği bildirilmektedir:
“Bu iki mucize Firavun ve adamlarına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir. Firavun’a git, doğrusu o azmıştır.” (Kasas sûresi: 32-33)
Hazret-i Musa Mısır’a varıp, kardeşi Harun aleyhisselam ile görüşüp, durumu anlattı. Firavun’a gidip onu dîne dâvet ettiler. İsrailoğullarını serbest bırakmasını istediler. Firavun ilâhlık dâvâsında bulunarak kabûl etmedi. Bunun üzerine Musa aleyhisselam elindeki asâsını yere bıraktı. Kocaman bir ejderhâ olup, hareket etmeye başladı. Elini koynuna sokup çıkardı, eli bembeyaz göründü. Bu mucize karşısında şaşırıp kalan Firavun, durumu vezirlerine anlatınca, o sihirbâzdır dediler. Hazret-i Musa; “Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz. Bu, sihir değildir. Bu, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın verdiği bir mucizesidir.” diyerek onları îmâna çağırdı. Firavun ve adamları hazret-i Musa’nın sözlerini dinlemediler. Gösterdiği mucizelere inanmayıp, sihirdir diye ısrâr ettiler. Firavun; “Ey Musa! Sihirbâzlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin? Biz de sana sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer tâyin et.” diyerek ülkesindeki bütün sihirbâzları topladı.
Musa aleyhisselam Allahü teâlâya dua ederek, sihirbazlarla karşılaşmayı kabûl etti. Mısır halkı önünde sihirbazlarla karşı karşıya geldiler. Sihirbazlar ellerindeki ip ve sopaları yere attılar, göz bağcılık ile bir takım yılanlar geziyor gibi gösterdiler. Bu sırada Musa aleyhisselam elindeki asâsını yere bırakıverdi. Mucize olarak dehşetli ve çevik bir ejderhâ olup, sihirbazların yere attıkları ve yılan gibi gösterdikleri şeyleri yuttu. Bunu gören sihirbazlar; “Bu mutlaka insan gücünün dışında bir mucizedir.” dediler ve hazret-i Musa’ya îmân ettiler. Bu hâdise karşısında Firavun iyice azgınlaşıp, baskı ve zulmünü arttırdı. Musa aleyhisselama inananları şehit ettirdi. Hazret-i Musa’ya îmân etmiş olan kendi hanımı Âsiye’yi de şehit etti.
Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince, Allahü teâlâ onlara çeşitli belâlar verdi. Önce şiddetli bir kuraklık oldu ve çetin bir kıtlığa tutuldular. Sonra su baskını, çekirge, haşarât ve kurbağa istilâsına uğradılar. Başlarına belâ geldikçe hazret-i Musa’ya gidip belânın kaldırılmasını ve îmân edeceklerini söylediler. Fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devâm ederek îmân etmediler. Tekrar belâlar başlarına geldi. Buna rağmen îmân etmediler. Firavun ve kavmine gönderilen bu belâlar Kur’ân-ı kerîm’in A’raf sûresinde bildirilmektedir.
Firavun ve kavmi, Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında İsrailoğullarının Mısır’dan gitmelerine izin verdi. Musa aleyhisselam bir vakit tâyin ederek bir gece vakti bütün İsrailoğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişmân oldu. Derhâl askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. Önlerinde denizi arkalarında düşmanı gören İsrailoğulları endişeye kapıldılar. Bu sırada Allahü teâlâ Musa aleyhisselama meâlen;
“Asân ile denize vur.” (Şuarâ sûresi: 63) diye vahyetti. Hazret-i Musa bu emir üzerine asâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı her bir tarafı yüksek bir dağ gibiydi. Önlerine çok geniş ve kupkuru on iki tâne yol açıldı. On iki sülâle olan İsrailoğulları bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun, askerleriyle birlikte boğuldu.
Firavun boğulmak üzere iken “inandım” demişse de onun ye’se kapılarak söylediği bu sözü kabul olunmadı. Bu hususta Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Firavun boğulacağı anda, “İsrailoğullarının îmân ettiğinden (Allah’tan) başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım.” dedi.” (Yunus sûresi: 90) Ancak Allahü teâlâ Firavun’un îmânını kabul etmedi ve ona Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla şöyle hitap buyurdu:
“Şimdi mi inandın daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” (Yunus sûresi: 91) “Biz de bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki, arkadan geleceklere bir ibret olasın. Bununla berâber doğrusu insanlardan birçok kimseler âyetlerimizden (ibret verici mucizelerimizden) gâfildirler.” (Yunus sûresi: 92) Tefsîr âlimlerinden Zemahşerî bu âyeti şöyle tefsir etmiştir:
“… Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız… Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış hâlde çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”
Firavun’un cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında kumlar arasında bulunarak İngiltere’ye götürülmüştür. Hâdisenin olduğu zamandan bugüne kadar üç bin yıl geçmiş olmasına rağmen, Firavun’un vücudu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamış hâliyle secde eder vaziyette Londra’daki meşhur British Museum’da sergilenmektedir.
Musa aleyhisselam Kızıldeniz’i geçtikten sonra, İsrailoğullarını Ken’an diyârına doğru götürdü. Yolda putperest bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavim öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyorlardı. Onların bu hâlini gören İsrailoğulları onlara meyl ettiler. Hazret-i Musa’ya; “Yâ Musa! Onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap.” dediler. Hazret-i Musa onlara; “Siz câhil bir kavimsiniz. Allahü teâlâ size nîmet ve kurtuluş verdi. Allahü teâlâya îmân ediniz, şirkten ve putlardan kaçınınız…” diye nasîhat etti.
Allahü teâlâ Musa aleyhisselama bir kitap indireceğini vâdetmişti. Tûr Dağına çıkması bildirildi. Musa aleyhisselam, kardeşi Harun’u (aleyhisselam) yerine vekil bırakıp, kendisi Tûr Dağına gitti. Kırk gün Tûr Dağında kalıp, ibâdet etti. Vâsıtasız olarak Allahü teâlânın kelâmını işitti. Bu sırada Tevrat kitâbı nâzil oldu.
Musa aleyhisselam Tûr’da iken, Sâmirî adında bir münâfık İsrailoğullarının ellerindeki altınları topladı. Eriterek bir buzağı heykeli yapıp işte sizin ilâhınız budur diyerek İsrailoğullarını aldatınca, buzağıya tapmaya başladılar. Harun aleyhisselam her ne kadar nasîhat ettiyse de dinlemeyip, ona karşı çıktılar.
Musa aleyhisselam Tûr’dan dönünce, bu hâle çok gadaplanıp Sâmirî’yi reddetti ve yaptığı buzağı heykelini yakıp denize attı. Sâmirî de insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde, başkaları ona yaklaşamadığı gibi, o da başkalarına yaklaşamaz hâlde yaşadı. Bu hâlde bulunan Sâmirî sahrâda perişan bir hâlde helâk oldu. Harun aleyhisselama bu durumu sorunca; “Nasîhat ettim dinlemediler. Az kaldı beni öldüreceklerdi.” dedi. Böylece hazret-i Musa’nın gadabı geçti. Onlara, kendisine Tevrat’ın indirildiğini bildirdi. İsrailoğulları da Tevrat’ta bildirilen hükümlerle amel etmeye başladılar. Putlara tapmaktan vazgeçtiler. Şirkten kurtulup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ettiler.
İsrailoğulları Tih Sahrasında kaldıkları sırada Musa aleyhisselamın bildirdiklerine uymayıp yine taşkınlık gösterdiler. Musa aleyhisselamdan çeşitli isteklerde bulundular. Allahü teâlâ Musa aleyhisselamın duası üzerine, Tîh Sahrasında susuz kalan İsrailoğullarına su ihsân etti. Allahü teâlânın emriyle Musa aleyhisselam asâsını yere vurup, on iki tâne pınar fışkırıp İsrailoğulları içtiler. Allahü teâlâ onlara “selva” denilen bıldırcın eti ve “men” denilen kudret helvası ihsân etti. Nihâyet; “Biz bunları yemekten usandık, bakla, soğan gibi hubûbat ve sebze isteriz” dediler.
Bu nîmetlere karşı nankörlük yapan İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın Ken’an diyârında bulunan Cebbâr (zâlim) kavimlerle harp etmeleri isteğini de kabul etmediler. Musa aleyhisselama; “Sen ve Rabbin cebbârlara karşı gidip savaş edin.” dediler. Musa aleyhisselamın akrabâlarından olan Karun, Musa aleyhisselama karşı iftirâda bulunduğu için malları ve servetiyle yerin dibine battı. İsrailoğulları böyle taşkınlıklar gösterdikleri için Allahü teâlâ onları kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında kalmakla cezâlandırdı. Kırk sene müddetle Tîh Sahrâsında şaşkın ve perişan bir hâlde dolaşan İsrailoğulları, perişan hâlde telef oldular.
Nihâyet aradan epey bir zaman geçip İsrailoğullarının çocukları itâatkâr ve savaşacak bir tarzda yetiştiler. Bu sırada Harun aleyhisselam da vefat etti.
Musa aleyhisselam, İsrailoğullarını alıp, Lut Gölünün güney tarafına getirdi. Buradan da hareket ederek Üç bin Unk adında zâlim bir kralın ordusu ile savaş yapıp gâlip geldiler. Böylece Şeria Nehrinin doğusuna sâhip oldular. Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyârı gözüküyordu. Bu sırada yüz yirmi yaşında bulunan Musa aleyhisselam vefat etti.
Musa aleyhisselamın nerede vefat ettiği ve kabrinin nerede olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Kudüs civârında veya Nebû Dağında olduğu bu rivâyetlerdendir. Hazret-i Musa’nın şerîati (bildirdiği dîni) hazret-i İsa’nın gönderilmesine kadar devâm etti. İkisi arasında gelen peygamberler hep Musa aleyhisselamın şerîatı ile amel etmekle mükellef oldular. İsrailoğulları daha sonra Tevrat’ı değiştirip hak dinden uzaklaşıp yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Bunlara Yahudiler denilmiştir.
0 notes
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Hz. MUSA (A.S)’nın Hayatından Bir Parça Alıntı
Allahuteâlâ’nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat’ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip, hakim kılması için gönderdiği Ulu’l-Azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim (a.s)’in soyundan olup, İsrailoğullarının akidelerini islah etmek ve onları Allahuteâlâ’nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Küfürle mücadelesi Kur’ân-ı Kerim’de uzun uzun anlatılmaktadır.
Hz. Adem (a.s)’den, Rasulullah (s.a.s)’e kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allahuteâlâ’ya iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hor görülmüşler ve hatta öldürülmüşlerdir.
Mûsa (a.s) da, Allahuteâlâ tarafından İsrailoğullarına gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah’a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun’a karşı tevhid yolunda mücahede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek gayesiyle kovalandı. Allahuteâla Kur’ân-ı Kerim’de bir ayette Hz. Mûsa (a.s)’dan şöyle bahsediyor:
“Kur’ân’da Musa’yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrailoğulları’na gönderilmiş bir peygamber idi.”(Meryem, 19/51).
Hz. Musa (a.s)’nın Firavun ile olan kıssası, Kur’an’ın bazı sûrelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de boğulmaları olayından sonra, İsrailoğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir.
Musa (a.s)’nın Firavun ile olan mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret değildir. Bilâkis bu hak ile bâtılın çatışması, Rahman’ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yarat��lışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir. Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve onun ordusu tarafından temsil edilmiş; imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca Hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima Hak olmuştur. Allahuteâlâ şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında hem de meleklerin şahid olacağı günde muzaffer kılacağız.” (Mü’min, 40/51).
Hz. Musa (a.s)’da gönderildiği kavmi cehalet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları Hakka davet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allahuteâlâ’nın izniyle kazandı.
Hz. Musa (a.s)’nın Nesebi, Doğumu ve Hayatı
Musa (a.s)’nın babası, İmran’dır; Onun babası Yahser, onun da babası Kahes’dir. Nesebi Yakub (a.s)’a ulaşır; ki, onun babası Hz. İshak (a.s), onun da babası Hz. İbrahim (a.s)’dır. Musa (a.s)’nın yanında gördüğümüz Harun (a.s) onun kardeşidir. Allahuteâla, Musa (a.s)’yı Firavun’a, imana davet için gönderdiğinde, Hz. Harun (a.s)’ı da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Musa (a.s) Allahuteâla’ya şöyle dua ederek, kardeşi Harun (a.s)’u kendisine yardımcı yapmasını istemişti:
“Bir de bana ehlimden bir vezir, (yardımcı) ver. Kardeşim Harun’u (ver).” (Tâhâ, 20/29 ve 30).
Hz. Musa (a.s), Mısır’ın çok zor günler yaşadığı bir dönemde doğdu. Bu sırada, ilâhlık iddialarında bulunarak haddi aşan Firavun, İsrailoğulları halkına dayanılamayacak eziyetlerde bulunuyor, bu insanları zulümle kasıp kavuruyordu. İsrailoğulları, Kıpt kavminin muamelelerinden ve krallarının ağır baskılarından bıkmışlardı. Mısır’da yaşamanın bir tadı kalmadığını biliyor ve dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardı. Ama onlardan her işinde istifade eden Firavun, yakalarını bir türlü bırakmak istemiyordu. Onlara zulmün en akla gelmeyecek olanını yaptı. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;
“Biz sana Musa ve Firavun’un mühim haberlerinden, iman edecek bir kavim için, gerçek olarak okuyacağız. Çünkü Firavun o yerde (Mısır’da) başkaldırmış ve ahalisini parçalara bölüp, kendisine bağlamıştı.” (Kasas, 28/3 ve 4) buyuruluyor.
Firavun, saltanatı sırasında İsrailoğulları’na çok kötü eziyetlerde bulundu; onları köle yaptı, en çirkin ve adî işlerde çalıştırdı. Allahuteâlâ, İsrailoğulları’nı bu sıkıntıdan, azgın Firavun’un şerrinden, zulüm ve taşkınlıklarından kurtarmak için Hz. Musa (a.s)’yı gönderdi.
0 notes
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Yedi Yaşına Girer Girmez Namaz Kıldırmak
Çocuklar yedi yaşına ayak baktıkları zaman bir babanın ilk görevi onlara namaz kılmalarını emretmektir. Haydi oğlum namaz kıl, haydi oğlum abdest al… Haydi oğlum hazırlan, camiye beraber gideceğiz… Haydi oğlum, ezan okundu; kalk abdest al, namazı beraber cemaatle kılalım.
Yavrum, namaz kıldın mı? Ne zaman kıldın? Camide mi kıldın evde mi? Şayet evde kıldın ise hangi odada kıldın? Hani annen görmemiş. İşte çocuklar, yedi yaşına girdiklerinde, Müslüman evinde en çok konuşulacak, en fazla söylenecek sözler bunlar olmalıdır.
Anne ve babanın yavrularına karşı devamlı surette yapacakları telkinler işte bunlar olmalıdır. Nitekim Lukman aleyhisselam oğluna aynı tavsiyede bulunmuştur. Lokman süresinde bu, ne güzel anlatılmaktadır; “Oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten vaz geçirmeye çalış. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden her şeye katlan. Çünkü bunlar kafi sureti farz edilen umurdandır.
Demek ki, yavrulara ilk yapılacak tavsiye ve emirler bunlardır. Onun için Onlara sık sık namaz kılmaları için emredilmelidir. Oğlum, sokağa çıkma, falan çocukla oynama, falan kesle yaramazlık etme. Yaramazlık yaparsan kafam kırarım. Seni döverim. Üstünü başını çamurlarsan kirletirsen yersin sopayı, çekerim kulaklarını! Otur, çekmecemi karıştırma. Bırak şu aynayı, kıracaksın onu!
Badanayı yeni yaptırdık, duvarları kirletme. Ayaklarını yere basma, henüz silip süpürdük oraları. Kapıdan elini çek, cilası gidecek, kirlenecek… Gibi sözler, ne yazık ki şimdiki Müslümanların evinde en çok konuşulan sözlerdir.
Çocuklar, en çok bu gibi sözlere ve ihtarlara muhatap olmaktadırlar. Kulaklarının duyduğu, minicik beyinlerinin muhatap olduğu, tertemiz ruhlarının ma’kesi bulunduğu sözler, Çağırmalar ve ikazlar işte bunlardan ibarettir.
Bahsedilmez olmuş peygamberden. Anlatılmaz olmuş Kur’an. Öğretilmez olmuş imanın şartları. Belletilmez olmuş İslam’ın esasları. Anlatılmaz olmuş abdestin ve guslün farzları. Konuşulmaz olmuş namazın şartları, sünnetleri ve müstahakları. Hep konuşulanlar laf-ü güzaftan ibaret. Evde çocukların duydukları hep edep dışı sözler…
Gözleri ile gördükleri hareketler, hep gayr-i ahlaki, gayri İslami davranışlardır. Oysa Müslüman evinde; dinden, imandan, Kitab (kur’an)’dan, hadisten söz edilmeli. Müslüman evinde, evet, şahadet kelimesinden, namazdan, oruçtan söz edilmelidir. Müslüman evinde sık sık İslâmî hikâyeler, tasavvuf! Kıssalar anlatılmalıdır ki çocuk bu ortamda kendini kurtarabilsin. Bunlar anlatılsın ki, yedi yaşına girer giremez, hiç baskıya, zorlamaya maruz kalmadan namazını kılsın.
Babasının ardından camiye gitsin. “Çocuklarınıza yedi yaşındayken namazı emrediniz! On yaşına ayak bastıkları zaman namaz hususunda onları dövünüz! Yatak odalarını ayırınız. (Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.) İmamı Tirmizî de aynı konuda şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
“Çocuğa yedi yaşındayken namazı öğretin.” Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir:
Çocuğa namaz nasıl öğretilir?  Cevap şu: Namazı bir fiil kıldırmak suretiyle öğretilir. Meselâ, oğlum, sabah namazı dört rekâttır: İkisi sünnet, ikisi farzdır.
Önce sünnet kılınır, ondan sonra da farz kılınır. Öğlen namazı oh rekâttır: Dördü sünnet, dördü farz, ikisi de son sünnettir. Önce sünnet, sonra farz, daha sonra da iki rekât olan son sünnet kılınır.
Böylece diğer namazlarda tarif edilir. İkindi namazının kaç rekât olduğunu, akşam namazının kaç rekât olduğunu, yatsı namazının da kaç rekât olduğunu öğretir. Namazın birinci ve ikinci rekatlerinde hangi süreler okunacağını, üçüncü ve dördüncü rekatlarda ne okunacağım da öğretir.
Bunları öğretirken aynı zamanda da tatbik ettirir. Tatbik ettirmek için yine de ön bilgiler gerekmektedir.
Çocuğun yedi yaşına girmeden namazı öğrenmiş bulunması lâzımdır. Çünkü öğrenmemiş olursa ona tatbik ettirmek mümkün olmaz. Hiç olmazsa namaz sahih olacak kadar kısa süreleri bilmesi gerekiyor.
Çok ince düşünecek olursak her iki hadisin arasında tezat olmadığını anlarız. Namazın önemini anlatmak, terk edilmesinin doğru olmadığını, mutlaka benimsenmesi gerektiğini, günde beş vakit eda edilmesi icab ettiğini çocuğa, daha çocuk denecek yaşta telkin ve talim etmek, zihnine sokmak lazımdır.
Bu büyük ibadetin mana ve ehemmiyetini yavrunun taptaze dimağına, körpe beynine belletmek gerekir. Evet onu bu ulvi ibadete alıştırmaktır.
Alıştırmakla birlikte aynı zamanda ısındırmaktadır. Hasûlüllah’ın göz bebeği ve müminin miracı ol~ bu çok mukaddes ibadete karşı ilgisini çekmektir. Dikkatini ona teksif etmektir. Şimdi anne ve babalar, görevlerinden bir tanesini daha öğrenmiş bulunuyorlar: Çocuk yedi yaşına girer girmez ona, namazı emretmek. Allah teâla ve Takeddes hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
Ehline (ve ümmetine) namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz.  Seni biz rızıklandırırız.
(Güzel) akibet takva (erbabınındır.” Ayetteki (ehline) kavli Celili (çoluk çocuğuna) demektir. Erkeklerin eşleri de bu kavli Çelilin şumülüne girer.
Bir baba çocukların namaz kılmasını emrederken, şayet hanımı namaz kılmıyorsa, ona da emretmesi lazımdır. Çünkü çocuklarından olduğu gibi, hanımından da sorumludur. Kız, baba evinden koca evine gitti mi, artık her şeyisi kocasına aittir.
0 notes
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Komşuluk Üzerine
Bir Hadis-i Şerifte, dört taraftan yüz haneye kadar bulanan evlerin komşu sayılacağı anlatılmıştır. Pekala iyilik babından bunlardan hangisi daha ileridir? Daha muhtaç olanı mı, Yoksa daha yakın olanı mı göz önünde tutulacaktır? Yoksa hepsi de aynı düzeyde mi tutulacaktır? Her şeyi aydınlatan Cihan Peygamberi bu hususa da ışık tutmuştur. Akla gelen bu soruyu cevaplandırmıştır: “Hazreti Aişe (r.a.)’dan Allah’ın Rasülüne dedim ki:
—“Ey Allah’ın Rasülü  iki komşum var; hediyemi bunlardan hangisine vereyim? Şöyle buyurdular:
—Hangisinin kapısı sana daha yakın ise ona ver.”
Demek ki, önce yakın komşuya ikram etmek gerekiyor sonra uzak komşuya. Zaten konu ile ilgili ayet-i kerime de bunu emrediyor. Çünkü ayette önce yakın komşu sonra uzak komşu anlatılmıştır. Dost ve arkadaşlar da böyledir. İnsanoğlunun yakın arkadaşları olduğu gibi, uzak arkadaşları da vardır. Çocukluk arkadaşları, sınıf arkadaşları, asker arkadaşları, yolculukta tanıştığı arkadaşları…
Meslektaşları da olabilir. Meslektaşları içinde yakın arkadaşı olduğu gibi uzak arkadaşı da olabilir. İşte arkadaşları da bu usul uygulanır. Önce yakın arkadaşlara sonra uzak arkadaşlara ikram edilir. Kişi önce yakın arkadaşının yardımına koşar. Sonra da uzak arkadaşının yardımına koşar.
Arkadaşlık, dar ve karanlık günlerde belli olur. Dara düştüğün zaman senden kaçan, yanma uğramayan arkadaşın arkadaşlığı, bil ki sahtedir. Bu gibi arkadaşlar sana emin ol ki, madde ve mide ile bağlıdır. Maddenin koptuğu yerde hemen kopuverir. Menfaatin kesildiği yerde hemen senden uzaklaşır. Çünkü o, seni Allah için sevmemiş, sana Allah için arkadaş olmamıştır. Eğer Allah için arkadaş olsaydı başın derde girdiği zaman imdadına koşardı. Elinden tutup seni sıkıntıdan kurtarırdı. Hasta olduğun zaman ziyaretine gelip hal-hatır sorardı.
Maddi imkânsızlıklar içinde kıvrandığın zaman sana yardım elini uzatırdı. Böyle yapmayan kişiler bil ki, gerçek arkadaş değildirler. Seni Allah için değil, paran için sevmiştirler. Sana manevî rabıta ile değil midesi ile bağlanmıştırlar. Bu tür arkadaşlara aldırma. Zira onlar Allah elçisinin tarif ettiği arkadaşlar değildir.
Bu tür komşularda Resulü Zişan efendimizin tanımladığı komşulardan değildir. Şurası da bir gerçektir ki, Allah katında en iyi dost arkadaşına karşı hayırlı olan dosttur Komşular içinde de en iyi komşu, komşusuna hayn dokunandır.
İmami Tirmizi Abdullah ibni Ömer (r.a.)’dan rivâyet ediyor;
— Allah’ın Resulü (sallellahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah katında arkadaşların en iyisi, arkadaşına karşı en iyi davranandır. Allah katında komşuların en hayırlısı, komşusuna karşı hayırlı olandır.”
Bu şu demektir: Komşusunu memnun eden Allah’ı memnun etmiş olur, Arkadaşının sevgisini kazanan, Allah’ın sevgisine mazhar olur. Komşusunu kızdıran Allah’ı kızdırmış, arkadaşı m kızdıran Allah’ı kızdırmış olur. Onun için buna da dikkat etmek lâzımdır. Arkadaşlığın ve komşuluğun ne demek olduğu nu iyi bilmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Kul, Allah hakkı ile huzuruna gittiği zaman belki Allah’ın affına mazhar olur. Fakat kul hakkı ile hele komşu ve arkadaş hakkı ile gittiği zaman katiyen bağışlanmaz! O arkadaş veya o komşusu ile helalleşmedikçe ilahi mağfirete mazhar olamaz. Ve vaat edilen cennete de giremez.
Nitekim yukarıda söz edilen hadis-i şeriflerin birinde bu keyfiyet apaçık anlatılmıştır. Onun için Alemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruma komşu hakkı ile gitmemek gerekir. Komşu’yu hoşnut etmek, inanmış bir kimsenin vaz geçilmez görevi olmalıdır. İlk Müslümanları bir düşünelim. Onlar, kem dinlerinden olmayan komşularını bile memnun etmeye çalışırlardı. Kaynattıkları çorbadan pişirdikleri yemekten. Onlara da bol bol ikram ederlerdi.
1 note · View note
cumavepazar-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Olması Gereken Baba-Oğul İlişkisi
Kendisine ait olmayan herhangi bir kadınlarla cinsi münasebet kurmanın zina olduğunu, zinanın ise Kur’an da kesinlikle yasak kılındığını ve zinanın pek çirkin bir şey olduğunu, birçok yuva ve ailelerin yıkılmasına, bir o, kadar da ocakların sönmesine vasiyle teşkil ettiğini hülâsa zinanın bütün zararlarını henüz yeni akılbalığ olan oğluna anlatması lâzımdır.
Bugün bu görevi yapan babalara pek ender rastlanmaktadır.  Halbuki babanın başlıca görevlerinden bir tanesi de budur. Birçok gencin zinaya itilmesinin, umumhanelere koşmasının, yabancı kadınlarla ilişki kurmasının sebebi budur.
Zavallılar bilmiyorlar. Hatta yabancı kadın veya kızla ilişki kurmanın dinde yasak olduğunu bilmeyen nice delikanlılara şahit olmuşuzdur. Öyleyse delikanlı camiye gitmezse, okulda ve evde de babasından bu gibi şeylerin İslam’da yasak olduğunu öğrenmezse, nereden öğrenecek?
Çocuklarımızı maalesef kendi ellerimizle bozuyoruz. Ahlaklarının bozulmasına biz sebep oluyoruz. Hep onların maddî hayat ve istikballeri ile ilgileniyoruz. Manevi hayatları ile ilgilenmek bizim için adeta büyük bir külfet haline gelmiştir.
Böyle yapmakla acaba sorumluluktan kurtulacağımızı mı sanıyoruz. Nerde? Allah teâla ve tekkaddes hazretleri bütün bunları bizden soracaktır. O büyük günün büyük hesabını göz önünde tutarak her baba oğluna bu hususta gerekli bilgileri vermelidir. Onu her bakımdan aydınlatmalıdır.
Tabii yukarıda da arz ettiğimiz gibi bu hususları erkek çocuğa anne söyleyemez. Fakat baba söyleyebilir. İzah edip öğretebilir. Bir baba evladına vakti gelince bunları öğretmezse, görevini ihmal etmiş olur. Allah katında sorumlu duruma düşer. Allah katında bunun hesabını verir
Ey babalar şimdi görev sırası sizde işte! Oğullarınızla sıcak ve samimi ilişkiler kurun. Onlara dinini öğretin, Dinde cahil olmasınlar. Din cahilliği başka cahilliğe katiyen benzemez. Dikkat edin. Yavrularınızın ahiret istikbalini kendi ellerinizle yıkmayın! Mesül olursunuz.
Şunu da tekrar edelim ki, bugün milletimiz ne çekiyorsa bu yüzden çekiyor. Çocuklarımız bunalımlara, babalarını o kritik devrelerde yanlarında bulamadıkları, ellerinden tutup kurtarmadıkları için sürükleniyorlar.
Onun için bunalım çağlarında, yavrularımızın ellerinden tutalım; kötü yollara sapmalarını önleyelim. Onları kötü arkadaşlarına karşı uyaralım. Kötü kadınların şerrinden koruyalım. Şeytan ve nefsin tuzağına düşmemesi için azam!  Gayret gösterelim.
Doğru olanı öğretelim ki, eğriden kaçsınlar. Yanlış yolu gösterelim ki, doğru yolu bulsunlar. Haramları da bildirelim ki, Helâlleri sevsinler. Kumarın, zinanın, içkinin ve benzeri menhiyatın kötülüklerini, zararlarını sık sık tekrarlayalım ki, onlardan nefret duysunlar. Aldanıp da o menhiyatı irtikâp etmesinler.
Evet eğer baba-oğul ilişkilerinin düzelmesini, kuvvetlenmesini, sarsılmaz ve kopmaz bağlarla takviye edilmesini istiyorsak ki elbette istiyoruz- çocuklarımızı, ihmal etmeyelim. Onları Allah’a, Rasülüllah’a, Kur’ana bağlamak ve bütün mukaddesata gönül verdirmek, bizim en büyük görevimiz olmalıdır.
Şunu da hatırdan çıkarmayalım ki: ne ekersek onu biçeriz. Allah yardımcımız olsun.  Amin.
0 notes
cumavepazar-blog · 8 years
Text
İslamiyet’te Anne Kız İlişkisi
Toplumun gerçek anlamda oluşması ve milletin arzu edildiği şekilde gelişmesinde annelerin rolleri pek büyüktür. Görevini ve sorumluluğunu bilen akıllı annelerle oluşan toplum, huzurlu bir toplum olur. Çünkü iyi ve akıllı anneler iyi çocuklar yetiştirirler. İyi çocuklardan oluşan toplum ise huzurlu ve müreffeh bir toplum olur. Müreffeh bir toplumdan oluşan millet ise kolay kolay parçalanmaz, yenilmez ve sırtı yere gelmez .
Sağlam bir yapıya sahib olan milletlerin tarihi boyunca yıkılmadığı, kolay kolay yenilmediği meydandadır. Ecdadımızın asırlar boyunca dünya hükümdarlığını yapmaları, dört kıt’ada at oynatmalarının başlıca sebebi, iyi annelerdir. O iyi anneler; alimler, şeyhul-islamlar, vezirler, akıllı hariciyeciler yetiştirmişlerdir.
imanlı ve ahlaklı çocuklar yetiştirmişlerdir. Topluma gereken çeki – düzeni böylelikle onlar vermişlerdir. Bundan da anlıyoruz ki, bir toplumun hatta milletin temel taşı olan annelerin mevkisi ve önemi çok büyüktür.
Görevleri de, işgal ettikleri mevkilerle orantılıdır. Yani “görevleri de o nisbet de ağır ve büyüktür. Bilhassa kız evlatlarına karşı. Kız evlatlarına karşı yüklendikleri görevi hakkıyla ifa etmelidirler..
Yılın annesini seçiyorlar. Gazetelerde okuyorsunuz ve görüyorsunuz. Asıl yılın annesi olmağa hak kazanacak olan anneler, kızlarını iyi yetiştiren anneler olmalıdır. Toplum ve millete, iffetli, ismetli, namuslu, terbiyeli, fazilet li, ve vefakâr kızlar, kocasına sadık kadınlar yetiştiren anneler olmalıdır. öyle üç nutuk atmak, yahut bir kaç dergi ve gazetede makaleler yazmak ile kadın yılın annesi olamaz! Olmamalıdır da..
Yılın annesi olarak, çocuklarım bilhassa kızlarını iyi yetiştiren onları topluma gerçek manada kazandırabilen anneler seçilmelidir ve bunlar herkese, bilhassa hemcinsleri ne örnek gösterilmelidir ki, toplumda iffetli ve ismetli, ahlâklı ve faziletli kızlar yetişsin. Ve bu suretle geleceğin anneleri böyle mükemmel hanım kızlardan oluşsun.
Bu da az önce arz ettiğimiz gibi Annekız münasebetlerinin iyi ve mükemmel olmasına bağlıdır.O ilişkilerin neler olduğunu da anlatmış bulunuyoruz. Allah bu hususta her annenin yardımcısı olsun. Amin.
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Anne Ve Baba’nın Evlatları Üzerindeki Etkilerini Artırmanın Çareleri
Cemiyetin yüzde seksen etkisi altında kıvranan yavrulan bu yıkıcı, maddi ve manevî buhranlara itici olan unsurlardan kurtarmak için bir çok çareler vardır. Şimdi biz burada bu çarelerin bazılarından söz edeceğiz. Esas konuyu -evlatlarına ana va baba üzerindeki haklan- bahsinde ele alıp geniş şekilde izah edeceğiz.
Bu Çarelerden Bazıları
1)        Çocukların kötü arkadaş edinmelerini -önlemek,
2)        Yıkıcı neşriyata (yayınlara) karşı çocukları korumak,
3)        Çocuklan, dini, millî, manevî ve ahlakî bilgiler veren neşriyatı okumaya teşvik etmek,
4)        Çocuklan, İslam’ın ulvî ve göz kamaştırıcı sistem ve prensipleri doğrultusunda terbiye edip, yetiştirmek,
5)        Çocuklara daha küçük yaşta, anne ve babaya,
akraba ve komşulara, büyüklere, küçüklere nasıl, davranacaklarını öğretmek,
6)        Kız ve erkek çocukların yatak odalarını belirli bir yaştan sonra ayırmak,
7)        Sık sık çocuklara dinî ve tasavvufi hikâyeler anlatmak,
8)        Çocukları camilere götürüp daha küçük yaşta iken onları cemaatle namaz kılmaya alıştırmak..
Biz bu maddeleri daha dav çoğaltabiliriz. Fakat mevzuu fazla uzatıp okuyucuları bıktırmak istemiyoruz. Şimdi bu maddelerin bir bir izahına geçelim: Bu konuda gerekli bilgileri vermeye çalışalım. İnşallah okuyup, anlayıp gereği ile amel ederiz.
Çocukların Kötü Arkadaş Edinmelerini Önlemek
Bilindiği gibi çocuklar bir fotoğraf makinesi gibidir Gördüklerini hemen alırlar. Duyduklarını derhal kaparlar ve kafalarına sokarlar. Sonra, gördüklerini, öğrendiklerini -iyi – kötü- demeden derhal uygulamaya yeltenirler.
Çocuklar bu yetenekte oldukları için, edindikleri kötü arkadaşların kötü huylan hemen kendilerine sirayet eder. Aradan çok geçmeden o kötü arkadaşların o çirkin işlerini aynen tatbik etmeye başlarlar. Bütün hareket ve davranışları, kötü arkadaşların hareket ve davranışlarından farklı olmaz.
Şayet o kötü arkadaşları içki içiyorlarsa o da içmeye, kumar oynuyorlarsa o da kumar oynamaya; masum ve iffetli kızlara laf atıp sataşıyorlarsa o da sataşmaya; Ana-babaya:             “Moruk! Lan!” diye hitap ediyorlarsa o da aynı hitabı kendi anasına ve babasına tevcih etmeye; büyüklere karşı saygısızlık gösteriyorlarsa o da saygısız olmaya; küçükleri sevip acımıyorlarsa, o da küçükleri sevmemeğe ve acımamaya;  yalan söylüyorlarsa yalan söylemiye; gıybet ediyorlarsa gıybete; dedi-kodu yapıyorlarsa oda dedi-kodu yapmaya; söz taşıyan birer nemmâm iseler o da söz taşıyan bir kimse olmaya; başarılı insanları kıskanıyorlarsa o da iyi ve başarılı kişileri kıskanmaya; kendilerini büyük görme, herkese üstten bakma huylan varsa o da kendisini büyük görüp, herkese üstten bakarak böbürlenmeye; akşamlara kadar kahve köşelerinde tavla, kâğıt ve benzeri oyunlar oynuyorlarsa oda oynamaya, beynamazlığı, serkeşliği ve başı-boşluğu kendilerine şiar edinmişlerse o da serkeş ve başı-boş olmağa;   devlete, millete, Vatana baş kaldırmayı bir marifet sayıyorlarsa; yol kesmek, insan soymak, adam öldürmek gibi pek çirkin ve tehlikeli fiiller irtikâp ediyorlarsa, o da onlar gibi aynı şeyleri yapmaya; hırsızlık ediyorlarsa, mağaza ve banka soyuyorlarsa o da onlar gibi mağaza ve banka soymağa; Oruç tutmuyorlarsa oruç tutmamaya; namaz kılmıyorlarsa namaz kılmamaya; camiye gitmiyorlarsa camiye gitmemeye alışır. Tıpkı onlar gibi serkeş, laf dinlemez bir insan oluverir… Onların dümen suyundan gider.
Onlar gibi davranmaya başlar.
O kötü arkadaşlar, ister istemez kendisini kötü harekete ve kötü işlere sürükleyeceklerdir. Arzu etmese de fuhşiyat ve menhiyata götürüp alıştıracak-lardır. Kandırılıp içki içirecekler, kumar oynamaya alıştıracaklar, şayet esrar ve eroin gibi zehirleri kullanıyorlarsa o kötü şeylere de onu alıştıracaklardır.
Biz nice namuslu terbiyeli kuzu gibi delikanlıları biliriz ki, kötü arkadaşları yüzün den kötü olmuşlardır. Yoldan çıkmışlardır. Hidayeti bırakıp dalâlete sapmışlardır, Ana-baba, din ve devleti takmaz olmuşlardır.  Birer esrarkeş ve anarşist kesilmişlerdir.
Nice huylu ve soylu, içleri pırıl pırıl olan, beş vakit namazından nuranî çehreli çocukları tanırız ki, cemiyetteki kötü arkadaşlar onları soysuz ve huysuz hale düşürmüşlerdir!. Nice münis ve muti yavrular tanırız ki, kötü arkadaşlarının yıkıcı tesirleri ile vahşi ve isyankâr olmuşlardır.
Nice müşfik ve merhametli delikanlıları biliriz ki, kötü arkadaşları yüzünden şefkati elden bırakmışlardır Merhameti yitirip acımasız birer gaddar olmuşlardır..
Nice adil ve munsif insanları tanırız ki, kötü arkadaşları yüzünden adaleti bırakıp zulma sapmışlar dır.  Bu yüzden onlar, insanlar tarafından sevilirken sevilmez, sayılırken sayılmaz, itibar görürken itibar görmez hale gelmişlerdir. Nice zengin ve çalışkan çocukları biliriz ki, kötü arkadaşları yüzünden zekâlarını yitirmişler, çalışkanlıklarını kaybetmişler, güzel istidat ve yeteneklerden bir lahzada mahrum olmuşlardır.
Bütün bunlar neden?
Edinlikleri kötü arkadaşları yüzünden.  Evet kötü arkadaşları onları saptırmışlardır, doğruyu güzeli bıraktırmışlardır. Çirkin olanı aldırmışlardır.. Ana ve babayı döv- ı dürmüşlerdir.. Devlete, millete ve vatana sövdürmüşlerdir. Ahlaksızlığı, serkeşliği sevdirmişlerdir.  Büyüklere itaat ve saygıyı, küçüklere merhamet ve sevgiyi  yerdirmişlerdir.
Mukaddesattan mahrum edip mülevvesata -bilerek veya bilmeyerek- itmişlerdir.
Ondan sonra da kurtulmak için güç ve takatları   kalmamış, her şeyden elleri ve ayakları kesilip bitmişlerdi. İşte kötü arkadaş edinmenin korkunç sonucunu anladınız.  Bu sebeble biz diyoruz ki, ana ve babanın başta gelen vazifesi, evladlarını kötü arkadaşlardan korumaktır. Daha böyle kötü arkadaşlar edinmeden onlara, gerekli ikazı yapmaktır. Şayet kötü arkadaşlar edinmişlerse, bütün güç ve imkânlarını seferber ederek, masum yavrularını zamanı geçmeden, henüz tam anlamıyla aşılanmadan onlardan koparıp kendilerine bağlamaktır. Aksi halde dövünmek faide vermez!
Ağlamak ve sızlamak ta hiç bir yarar sağlamaz!. Ne demişler. Kızını dövmiyen dizini döver.
Şurası da bir gerçektir ki, kişi edindiği arkadaşının tesiri altında olur. İyi arkadaş edinmiş ise iyi, kötü arkadaş edinmiş ise kötü olur. Nitekim her konuda olduğu gibi, bu konuda da Allah’ın Rasülü iki cihan serveri hazreti Muhammed Mustafa sellellahu aleyhi ve sellem efendimiz bizleri uyarmıştır.
İyi arkadaş edinmemize teşvik buyurmuşlardır. Ebu Davud ve Tirmizi’nin Sahih bir isnat ile“Ebu Hureyre (r.a.l’dan nakl ettikleri bir hadiste Allah’ın Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
“Kişi dostunun (yolu ve ahlâkı) üzeredir. Bu sebeple biriniz, dost edindiği kimseye (şöyle dikkatle bir) baksın.” Peygamber efendimizin bu hadisi bizlere ne kadar güzel bir ders vermektedir. İnsanların içini ne güzel de okumaktadır! Mademki insan, edindiği arkadaşını huyu ve ahlakı üzeredir, öyle ise kimi dost ye ahbab edinmesi gerektiğini iyi düşünmesi lazımdır, ölçüp tarttıktan, tecrübe edip büyük bir denemeden geçirdikten sonra dost edinmelidir. İnsanlar, bir iki sohbetle anlaşılmazlar!..
Onlarla uzun süre sohbet etmek ve arkadaşlık yapmak gerekir. Ancak ondan sonra ne oldukları anlaşılır, ne gibi bir karaktere sahib oldukları su yüzüne çıkar. Kişi, dünyada da ahirette sevip arkadaş edindiği kimse ile birlikte olacaktır. Dünyada kimi sever, kiminle arkadaşlık yaparsa, ahirette de onunla olacaktır. İyi arkadaş sevmiş ise iyi ile; kötü arkadaş edinmiş ise kötü ile birlikte olacaktır. Demek ki kişi sevdiği kimse iledir.
Rasûl-i Ekrem efendimiz bize bunu da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur.
“Kişi sevdiği kimse ile beraberdir.” Bu hadis, sıhhatında ittifak edilen bir hadistir. Eshab’dan Ebu-Musa el-eş’an (r.a.)’dan nakl edilmiştir. Mademki insanlar sevdikleri ile birlikte olacaklardır. öyleyse iyi insanlar, kâmil müslümanları sevmelidirler.
Bilhassa gençler kendilerine iyi arkadaş edinmelidirler. Ana ve baba kendilerine bu babta yardımcı olmalıdır. Evladlarının edinecekleri kötü arkadaşların çamurlu yollarına batmadan, iyi ve güzelden sapmadan,  onları  kurtarmalıdırlar. İyi arkadaş edinmelerine yardımcı olmak, ana-babanın başlıca görevlerinden olmalıdır.
Şurası bir hakikattir ki, kötü arkadaşların kötülükleri ne kadar çok ise, iyi arkadaşların da iyilikleri o kadar çoktur ve yararlıdır. Kötü arkadaşlar, insanları nasıl yoldan çıkarırlarsa, iyi arkadaşlar da, güzel davranışları ve tatlı sözleri ile kişiyi şayet kötü yolda ise o yoldan kurtarıp iyi yola sevk ederler.
İşte bu hakikati göz önünde bulundurarak anne ve baba yavrularının iyi ve yararlı arkadaş edinmeleri için azami gayreti sarf etmelidirler. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bütün güçlerini ve imkânlarını seferber etmelidirler. Bu babta hiç bir fedakârlıktan bir santim bile geri durmamalıdırlar.
Neden mi?
Çünkü ciğerparelerinin istikbal ve istiklalleri bahis konusudur! Erkek-kız bütün çocuklarının, milletlerine, devletlerine ve vatanlarına hayırlı bir unsur olmaları söz konusudur! İlerde millete ve vatana yapacakları olumlu hizmetleri söz konusudur!
Ruhen ve bedenen mükemmel olan, imanlı,  ahlaklı ve insaflı bir kimsenin Vatan ve Millete, dine ve devlete yapacak olduğu hizmetlerle, ahlaken çökmüş, manevi değerlerini yitirmiş bir kimsenin hizmeti arasında dağlar kadar farklar vardır. Bugün milletimiz ne çekiyorsa bundan çekmiyor mu?
Maddi ve manevi alanlarda gerilerde hem de çok gerilerde oluşumuzun sebebi bu değil midir? İmanlı, iz’anlı ve ahlâklı gençler yetiştirmememizin cezasını çekmiyor muyuz? Körü körüne batı taklitçiliği değil mi bizi bu çöküntüye sürükleyen? Demek oluyor ki, imanlı ile imansız, ahlaklı ile ahlaksız, karakterli ile karaktersiz arasında her bakımdan farklar vardır.. Hem de gözle görülüp elle tutulacak kadar açık ve seçik farklar!
O halde çocuklarımıza; kötü değil iyi, zararlı değil yararlı, yıkıcı değil yapıcı, imha edici değil ihya edici, öldürücü değil yaşatıcı, karıştırıcı değil barıştırıcı, ayırıcı ve bölücü değil birleştirici arkadaşlar, dost ve ahbablar seçelim. Onları buna teşvik edelim.  Evet  bir annenin en ulvi görevi bu olmalıdır! Bir babanın da vazgeçilmez vazifesi bu olmalıdır!
Yoksa çocuk doğurup sokağa salıvermek iş değildir.. Bunu herkes yapar. Şunu da bilhassa belirtelim ki, şimdiki sokaklar eski sokaklar değildir! Şimdiki caddeler eski caddeler değildir!. Şimdiki mesireler eski mesireler değildir. Sokaklarda   anarşi  kol gezmekte. Mesirelerde fuhuş alabildiğine bol! Caddelerin her köşesinde meyhaneler ve fuhuş-haneler vardır. Her taraf günah kokuyor, sokaklarda masiyetten geçilmez olmuş.
Onun için doğan yavru bu denli sokağa salınmaz. Salınırsa önü alınmaz. Sulha, selamete, barışa, huzura sukûne ve esenliğe katiyen bu kafa ile varılmaz. Evet çocuk doğurmak kolay, fakat yetiştirmek zor. Hele  bu zamanda.  Evladlan  ile belirli bir çağa , kadar ilgilenmeleri ana ve baba için yukarda da arz ettiğimiz gibi vaz geçilmez bir görevdir.
Bu görevi mutlaka yapmalıdırlar. Yavrularının saadet ve selameti, refah ve esenliği için hiç bir fedakarlıktan geri durmamalıdırlar. Onlara daha küçük yaşta iyi ve bilgili kimselerle arkadaşlık yapmalarını öğütlemelidirler. Kötü kimselerle, günah kokan caddelerde dolaşmalarına engel olmalıdırlar.
Belirli bir çağa kadar bütün hareketlerini kontrol ve yaptıkları işleri de disipline etmelidirler. Ancak böyle yaparlarsa evlatlarını, anarşiden, fitneden, fucur ve masiyetten kurtarmış olurlar. Bana ne? Neme lazım? Daha gençtir… Onun da eğlenmek, gezip tozmak hakkıdır, deyip de yavrularını başı-boş bırakırlarsa pişman olurlar. Ama pişmanlıkları o zaman hiç bir işe yaramaz.
Dövünmeleri, ağlayıp sızlamaları da hiç bir meseleyi hal etmez.
Fırsatlar zamanında değerlendirilir. İmkanlar zamanında seferber edilir. Paralar da zamanında ve yerinde harcanır. Yoksa zamanı geçti mi, her şeyi bitti mi, namus, şeref; itibar ve haysiyet gibi güzel kavramlar elden gitti mi, artık telâfisi zor müşküllerle baş başa kalınır. Onun için fırsatları değerlendirelim, çoluk çocuğumuza sahip çıkalım. Böylece va’ad edilen selamet kıyılarına çıkıp mad-daten ve ma’nen kurtulalım! Allah yardımcımız olsun. Ana ve babalara gerçekleri bütün yönleri ile idrak etmelerini nasip ve müyesser kılsın.
Amin.
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
İslam’da Baba’ya Karşı Çocukların Olması Gereken Tutumu
Babalarımıza diş işlerde, akşama kadar oturmadan dinlenmeden çalışmış ve bizim maişetimizi temin etmişlerdir. Yememişler, yedirmişlerdir. İçmemişlerdir, içirmişlerdir. Giymemişlerdir, giydirmişlerdir. Daha neler? Neler! Bir ömür boyu bize hizmet etmişlerdir. Müreffeh bir hayat yaşamamız, kimseye muhtaç olmamamız, fakr-ü zaruret içinde kıvranmamamız ve sefil kalmamamız için çalışmalardır. Didinmişlerdir… Bizim için mal ve servet edinmişlerdir…
Nice zorluklara, meşakkatlere göğüs germişlerdir. Zahmetlere katlanmışlardır.
Bütün bunları bizim için evet, bizim için yapmışlardır. Şimdi onlar yaşlandılar. Elden ayaktan kesildi-leb. Öyle ise şimdi hizmet sırası bizde… Çalışma, didinme sırası bizde. Sabır,  metanet, azim ve feragat sırası bizde. tahammül göstermek, söylenen sözlere katlanmak nöbeti bizde,.
Çünkü onlar çalışamaz hale geldiler. Kımıldayamaz çağa erdiler. Artık biz onlardan değil, onlar bizden hizmet ve himmet beklemektedirler.Elimize, avucumuza bakmaktadırlar..
Onlara tam anlamıyla hizmet etmeliyiz!  Üzerimizdeki haklan harfiyen hatta fazlasıyla ödemeliyiz.
Evladlık görevlerini de ifâ etmeliyiz. Şurası da bir gerçektir ki,  onlar  haklarını ödemek pek kolay değildir. Şimdi konumuzu aydınlatacak diğer bir hadisi serd ediyoruz.
Bir Adam Allah’ın Resulüne gelerek dedi ki :
—        Allah Teala’dan ecir dilemek maksadiyle, hem hicret hem de cihat etmek üzere sana biat ediyorum. Rasulüllah  sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular : “Ana-babandan biri sağ mıdır?”
—        Evet, her ikisi de hayattadır.
“Allah’tan güven mi istiyorsun?”
—        Evet!
“Haydi anne-babana dön ve onların hizmetini iyi yap!”
Görüyorsunuz ya, Allah Elçisi, ana-babaya hizmeti, hicret ve cihad kadar önemli saymıştır.. Hatta hicret ve cihaddan daha ileri tutmuştur. Harbe iştirak etmek isteyen kişiye (onların hizmetini iyi yap) diyerek ana-bebaya hizmet etmesini, onlara saygı gösterip gönüllerini hoş tutmasını tavsiye etmiştir.
Demek ki ana-babayı mutlu etmek için onların gönüllerini hoş tutmak, onlara karşı güzel ve tatlı sözler söylemek suretiyle gönüllerini almak, kalblerini kazanmak cihad kadar hatta ondan daha fazla makbul ve mahbubtur.
Sevap ve derece bakımından ne hicretten ve ne de cihaddan aşağı kalmamaktadır, hatta onlardan üstündür de! Harbe iştirakle Allah yolunda savaşmaktan daha fazla sevap almak istiyorsak, ana babaya hizmete koşmalıyız.
Neden mi?
Çünkü bizleri büyütüp yetiştirdiler.. Okutup her birsilerimizi birer meslek ve sanat sahibi ettiler.
Mademki onlar bizi büyütüp yetiştirdiler, terbiye edip ahlaken gelişmemizi, ruhan tekamülümüzü sağladılar, öyle ise biz de onlara hizmet etmeliyiz, onların sağlıklı ve uzun ömürlü olmaları için Cenab-ı Hakka dua ve tazarruda bulunmalıyız.
Nitekim Allah mezkûr ayette bizlere böyle davranmamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur :”Ve  “Yarab, Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerini (öylece) esirge!” de..”
Demek ki bizden beklenen yalnız hizmet ve itaat değil, aynı zamanda onların sağlıkları, saadet ve selamette olmaları, uzun ömürle hayat geçirmeleri için de dua etmemizdir.  Evet onlar sağ oldukları müddetçe sıhhat ve selametleri için dua etmeliyiz. Öldükten sonra da afv ve mağfuriyetleri için Cenab-ı Hakka yalvarmalıyız.
Zaten müslümanlar Allah’a dua ederlerken yalnız kendi nefisleri için değil, anaları ve babalan, hatta diğer mümin kardeşleri için de dua ederler:  ^
Şu ayeti kerime bu konuda bizleri ne kadar güzel aydınlatmaktadır :” Ey Rabbimiz, (Kıyamette) hesab ayağa kalktığı gün, beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri yarlığa” Sağlıklarında kendilerine hizmet ve dua etmekle mükellef olduğumuz gibi, öldükleri zamanda da kabirde faydalanmaları için, orada ruhlarının şad ve mesrur olması için hem dua yaparız, hem hayr ve hesenatta bulunuruz.
Müminler için bu vazgeçilmez pek önemli bir vazifedir. Bu vazife, nasıl önemli olmasın ki, Allah onlara minnettar kalmağı kendisine şükretmeğe Makrun kılmıştır. Kendisine şükür vazifesini icra ettikten sonra, ana-babaya da müteşekkir ve minnettar kalınmasını emretmiştir.
İşte bu hususu aydınlatan ayeti kerime:
“Bana ve ana-babana şükret. Dönüşün ancak banadır”
Görülüyor ki, Cenab-ı Hak kendi zati ilahiyesine şükrü emreder etmez derhal ana-babaya müteşekkir ve minnettar kalınmasını da ferman buyuruyor. Demek ki Anne-babaya müteşekkir ve minnettar kalmadıkça kişi Allah’a şükretmiş sayılamaz.
Anne babasını razı etmedikçe Allahın hoşnutluğunu da kazanamaz. Zira Allah’ın rızası Anne-babanın rızasındadır. Onun gazabı da anne-babanın gazabındadır.
Bu sebepledir ki Cenab-i Risâlet-meâb efendimiz şöyle buyurmuştur .
“Allahın rızası, anne-babanın rızasında; Gazabı ise Anne-babanın gazabındadır.
Bundan anlaşılıyor ki, Anne-babanın rızasını kazanmak, onların gönlünü almak, Allah’ın rızasına nail olmak demektir. Allah’ın rızasına nail olmak ise en büyük saadettir. Ondan büyük bir saadet olamaz. Onun için iyiliğini gördüğün kimseye bin defa teşekkür ederim, diyeceğine bir kere Allah senden razı olsun! de, daha iyi olur.Yukardadaki hadisin ikinci kısmından da şu anlaşılıyor :
. Anne-babayı kızdırmak Allah’ın gazabım mucip oluyor: Allah’ın gazabını mucip olanak bir harekette bulunmak ise bir kişi için bedbahtlığın ta kendisidir. Öyle bir insanın hem dünyası ve hem de ahireti harap olmuş olur. Onun için buna çok dikkat etmek, anneyi ve babayı katiyen kızdırmamak gerekir.
îbni Abbas (r.a.) anlatıyor :
“Üç ayet vardır ki üç şey ile mekrun olarak nazil olmuştur. Ö üç şeyin hiç biri, beraberinde zikredilen ibadet kabul edilmedikçe, kabul edilmez” :
1)        Allah buyurmuştur:
“Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin!” kim Allah’a itaat edip de peygambere itaat etmezse, Allah onun kendisine karşı yapmış olduğu itaati da kabul etmez.
2)        Allah buyurmuştur :
“Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı da verin!” Buna göre, kim namaz kılıp da üzerine zekât farz olduğu halde, zekâtını vermezse Allah onun namazını da kabul etmez.
3) Allah buyurmuştur .
“Bana ve annene ve babana şükret (dedik),” Binaenaleyh kim Allah’a şükredip de Ana-babasına minnettar ve müteşekkir kalmazsa Allah kendine yapılan şükrünü de kabul etmez.”
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Text
İslam’da Baba Hakki
Âyeti  kerîmelerin  bir çoğunda bu mevzu (Ana-baba) olarak geçmektedir.
«Ana-baba» yığ  birlikte mutaalaa  ederek, yukarki  sahifelerimizde her ikisinden de uzun uzun bahs  ettik. Sonra anne hakkını müstakil olarak ele aldık ve işledik. Şimdi ise baba bahsini de müstakil olarak ele alıp işlemek istiyoruz..
İslamiyet baba’ya, dâ  çok önem vermiştir. Şurası bir gerçektir ki  baba    aile reisidir. Evdeki lerin  tümünden O mes’uldu  . Mes’ul (sorumlu) olan şahsın gayet tabiidir ki din nazarında çok büyük değeri olmalıdır. İslamiyet ona ağır yükler yüklerken, bir yandan da onun pek değerli olduğunu, hanım  ve cocuklari tarafından saygı görmesi gerektiğini, eli öpülüp, sözünün dinlenmesi  icab ettiğini beyan etmiştir.
Neden mi?  İzah edelim:
Çünkü çoluk çocuğun nafakasını temin etmek için gecesini gündüzüne katan, akşama kadar, tarlada, yahut fabrikada, ya da başka bir şirkette, yahüt  devlet diresinde  çalışan, binbir maşakkatle didinen ve evine yorgun argın dönen babadır. Eşinin, kızının, oğlunun maddî ve ma’nevî  bütün sorumluluklarını üstüne alan yine odur. O’dur aile şerefi, haysiyeti ve namusunu koruyan! O’dur hanımına, kızına ve oğluna toz kondurmayan!..
O’dur hainlerin hiyanetin den,  canilerin cinayetinden, kötü bakışli insanların kem gözlerinden, serkeş ve hayasızların terbiyesiz sözlerinden koruyan! ‘ O’dur hanımının ismetinden, kızının iffetinden mes’ul olan! O’dur oğlunun ahlâkın dan, kızının karakterinden mes’ul olan! Onların her türlü ihtiyaçlarından, belirli bir zamana kadar sorumlu olan!
O’dur : “Onların (annelerin) maruf vechiyle yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olan (babaya) aittir”   Ayetine muhatab olan . Mademki onun böyle büyük bir sorumluluğu vardır.  Mademki ailenin bütün yükü onun sırtındadır.  öyleyse gerek aile nazarında, gerek toplumda ve gerekse milletin her ferdi nazarında onun büyük bir değeri olması gerekir.
Şurası da muhakkaktır ki, büyük sorumluluklar taşıyanlar, büyük değerlere sahip olurlar. Sorumlu bulunduğu şahıslar üzerindeki Hakkı da tabii o nisbetle büyük olur. İşte bu itibarla babaların hakkı hem büyüktür hem ele ödenemiyecek kadar ağırdır.
Bu hak tam manasıyla ödenmez amma, gayret etmek hiç olmazsa manevi mesuliyetten kurtulmak için bir evladın yapacağı hususlar şunlardır; Ona itaat etmek.  Sözünü dinlemek. Dünya malı ve maddi çıkarları için baba hakkını çiğnememek.  Baba’ya baş kaldırmamak.  Hele eşi için onu katiyen incitmemek.
Ashab-ı güzinden Ebuderda (r.a.),ya bir adam gelip şöyle der :
— Ben evlenmek istemiyordum.. Babam ısrar etti ve beni evlendirdi.  Şimdi de eşimi boşamamı istiyor, ne dersiniz?  Büyük Sahabi’nin cevabı :
Ne baban’a asi olmanı, ne de eşini boşamanı tavsiye etmem. Ama dilersen Peygamber aleyhisse-lam’dan işittiğimi sana nakl edeyim.
Onun şöyle buyurduğunu duydum |
“Baba, cennet kapılarının orta (kapısı) dır. Sen ister bu kapıyı muhafaza et, istersen bırak!”
Cennetin orta kapısı bırakılır mı hiç?  “Babalarınıza iyilik yapın ki evlatlarınız da size iyilik yapsınlar.”
Bu hadiste görüldüğü gibi, babalara, evlatları tarafından azami derece saygı gösterilmesi ve onlara ne pahasına olursa olsun (Küfrü, şirki ve masiyeti em- retmedikleri müddetçe) iyilik edilmesi emredilmişti. Bu bir peygamber emridir ki mutlaka yerine getirilmesi gerekir. Şimdi burada önemli bir noktaya belirtmek ve üzerinde durmak yerinde olur.
Bir baba nâhak yere oğluna:”Haydi evladım, eşini boşa!” derse, baba dinlenmez; Kan boşanmaz, Böyle bir teklif karşısında evlad ne yapmalıdır. Onu da izah edelim : Böyle bir teklif karşısında, hem babayı hem de bir çok şekilde rivayetleri vardır. Bütün bu rivayetleri kısa yazılmasına dikkat ettiğimiz bu kitab da serd etmemiz mümkün değildir.
Bütün bu hadisler bize baba hakkının büyüklüğünü ifade ederler.   Evet, babalar, mal-mülk, para-mevki için katiyen feda edilmezler!
Konunun başında da arz ettiğimiz gibi, baba kıymeti bilmiyen, baba hakknın büyüklüğünü idraktan. Aciz olan çok kimseler vardır ki, basit ve geçici dünya menfaati için babalarını kırarlar, gücendirirler. Babalarına kafa tutarlar;  baş kaldırırlar. Çalışmazlar, babalarının ellerine bakarlar. Erginlik çağına geldikleri halde serserice dolaşırlar, gezerler; eğlenirler, Hep babalarının kesesinden.. Evet, hep babalarının cebinden.. Utanma, ar, hicab, haya denilen bir şey kalmamış artık..
İşte bu tip kimseler babalarının duasını değil; bedduasını, alırlar. Şu noktayı bilhassa belirtmek isterim insan baba beddüası almamalı. – Bu konuda ileride geniş bilgiler verilecektir Çünkü babanın bedduası tutar. Ben şahsen  bunu bir çok vesilelerle müşahede ettim.
Baba bedduası neden tuttuğunu, inşallah ilerideki konuların birinde izah edeceğiz. Gerekli Tafsilat orada verilecektir
1 note · View note
cumavepazar-blog · 9 years
Text
Ana Ve Baba’ya İtaat Etmenin Fazileti
Buraya kadar, ana ve babaya isyan etmenin, başkaldırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu, ne gibi huzursuzluklara sebebiyet vereceğini izah ettik. Şirk’ten sonra en büyük günahın ana-babaya asi gelmek olduğunu da anlattık ve bunu sahih hadisleri serd ederek isbat ettik. Şimdi ise, onlara itaat etmenin, gönüllerini hoşnut etmenin, kalplerini kazanmanı faziletinden söz edeceğiz.
Şurası bir gerçektir ki: yapılan hiç bir iyilik karşılıksız kalmaz. Hele bu iyilik, ihsan ve ikram, itaat ve ihtiram ana-baba gibi çok değerli kişilere karşı yapılmış ise, karşılığında alınacak sevab ve mükâfatın haddi ve hesabı olmaz. Yani sonsuz sevab  ve mükâfatlar elde edilir.
Onlara karşı yapılacak iyiliğin karşılığının ne olduğunu isterseniz gelin hep birlikte Allah’ın Resûlü  Hazreti Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellemin dilinden dinleyelim. imam Buharı ve Müslim İni Mes’ud (r.a.) dan: “Rasulüllah  sallellahu   aleyhi ve selleme şöyle sordum”
Allahın en çok sevdiği amel hangisidir?
Şu cevabı verdiler
—        Vaktında  kılınan namaz!
—        Sonra hangisidir?
—        Ana ve bahaya yapılan iyilik..
—        Sonra hangisidir?
—        Allah yolunda savaşmak.
Bu hadisi şerifi, dikkatle incelediğimizde görürüz ki, ana ve babaya yapılan iyilik ve hizmet cihaddan  da üstündür. Çünkü fazilet ve derece sıralamasında namazdan sonra gelmiştir. Yani namazdan sonra ikinci sırayı işgal etmiştir. Binaenaleyh ikinci sırayı işgal eden bu pek önemli görev evlatlar tarafından katiyen ihmal edilmemelidir..
îmanı  Müslim’den :  “Bir adam Allah’ın Rasûlü sallellahu aleyhi ve selleme gelip şöyle dedi.”
—        Allah’tan bir ecir dilemek üzere, hicret ve cihat babında sana biat ediyorum.
Peygamber aleyhisselam  şöyle buyurdu :
—        Ana ve babandan sağ olan biri var mıdır?
Evet her ikisi de hayattadır.
—        Allah’tan bir ecir istiyor musun?
—        Evet!
Ana ve babana dön ve onların  gönlünü yapmağı başar (onların hizmetinde bulun.) Çünkü cennet onların ayaklan altındadır. Görüldüğü gibi bu bahis, ana ve babaya yapılan iyiliğin, itaat ve ikramın derecesini anlatıyor. Yukarda da arz ettığimiz gibi, ana ve babaya yapılan hizmet, cihattan üstün sayılıyor. Bu hizmeti hakkıyla ifa eden bir kimse, Allah yolunda savaşan kimse gibi ecir almaya hak kazanıyor.
İmam Ahmed  nakl etmiştir
“Kim ömrünün uzamasından ve rızkının çoğalmasından hoşlanırsa, ana ve babasına iyilik yapsın. Akrabasını ziyaret edip (onunla  alakayı kesmesin.” Demek ki ana ve babaya itaat etmek, ömrün uzamasına ve rızkın da genişleyip çoğalmasına sebep olmaktadır.
Bu doğrudur: Çünkü anne  babasına itaat edip onların rızasını kazanan inşanın içi huzur içinde olur. Üzüntü duymaz. Sinir, sistemleri bozulmaz. Sinirleri sakin olduğu için fevkalade mutlu olur. Bu mutluluk ta tabii ki beden ve ruh sağlığını temin eder. Bedenen ve ruhen rahat ve salğam olan kişinin ömrü, eceli gelip çatıncaya kadar rahat ve huzurlu geçer. Hiç şüphe yok ki bu, bir nevi ömür uzaması demektir.
Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz buna işaret buyurmak istemişlerdir.
O, Aynı zamanda Ruhların ve kalblerin  tabibidir de: İnsan ruhunun neden hoşlanacağını, kalbinin neden zevk duyacağını  pek iyi bilmiştir ve ümmetine ona göre tavsiyelerde bulunmuştur. 14 asır önce buyurduğu bu sözü büyüklüğü karşısında inşan adeta eriyor.
Ne muazzam bir keşif bu?
Ne yerinde bir teşhis bu!
Sonsuz salat ve selam onun ruh-i pakına olsun!.
Rızkının genişleyip çoğalmasına gelince:
Bu da gerçektir. Nasıl  ya’ni?
İzah edelim:
Çünkü ana ve babaya hakkıyla hizmet eden kişi, evinde ve ailesi yanında, çoluk çocuğun içinde huzurlu olur. Yalnız anne ve babasının değil, komşuların ve diğer müslüman  kardeşlerinin de teveccühünü kazanır. Bu durum onu sonderece  mutlu kılar. Mutlu olan insan hiç şüphe yok ki sağlam bir bünye ve sağlam bir kafaya sahip olur. Sağlam bir kafa ve güçlü bir bedene sahip olan insan ise çalışmaktan bıkmaz. Çalıştıkça çalışmak ister. Yorulmak nedir bilmez.. Yorulmadan çalışan, didinen insan tabii ki çok kazanır, çok kazananın da, Rasûlüllahın  buyurduğu gibi, rızkı bol olur. O kadar bol bir rızka, sahip olur ki O rızık kendisine de, yakınlarına da, komşularına da yeter.
İşte ana ve babanın kalbini kazanmanın fazileti, meziyeti budur.
Böyle bir fazileti elde etmek, böyle bir dereceyi kazanmak, böyle bir mertebeye’ ermek isteyen kişi, ana-babasından  ayrılmasın, onlara hizmet etsin, hatta kardeşleri ile onlara hizmet hususunda âdeta yarış yapsın. Ve onların kalblerini  kazansın.
Dualarını alsın. Himmetlerine mazhar olsun. Manevi feyizlerini hak etsin. Çünkü o hizmet ettikçe onların duasını alacak. Onların duası ise müstecebtir.
Müsteceb  olan (yani makbul olan) duayı, kim almak istemez.
Anne ve babanın duası hakkında ileride geniş bilgi yereceğimiz için bu konuyu burada bitirelim, şöyle dua ederek:  Allah bize, ebeveynimizi sevdirsin! Muradımıza erdirsin…
Onları saydırsın. Onlara gereği gibi hizmet etmeğe  gönüllerini almağa bizleri muvaffak kılsın.. Onları gücendirmekten, öfkelendirmekten bizi korusun. Kalblerimizi  onlara hizmet aşkı ile doldursun.. Evladlanrımızı da salih  kılsın. Evladlan  olmayanlara salih  birer evlâd  ihsan etsin. Amin!
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet’te Annelik Hakkı
Ana-baba hakkını bir arada anlattıktan sonra, konunun ehemmiyetine binaen şimdi yalnız müstakil olarak ana hakkından bahs  edeceğiz. Çünkü îslâmda   ana hakkının başka bir yeri vardır. Allah kelamı olan Kur’an-ı  Kerimde ana baba bir arada zikredilmiştir. Ancak bazı ayetlerde ana baba bir arada zikredildikten sonra, ana hakkında biraz daha fazla bilgi verilmiştir.
Mesela annelerin  çektiği zahmet ve meşakkatleri dile getirilmiştir. Çocukları doğurmak, emzirmek, büyütmek “ve yetiştirmek gibi en önemli görevler tabii ki anneye düşmektedir.
Anne, pek mühim ve hayatî görevleri ifa ederken, tabii ki bu uğurda çektiği zahmet, meşakkatleri çoktur. Hem de sayılamayacak kadar çok İşte mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz İslâm dini, annenin bu uğurda çektiği zahmet ve zorluklara değer vermiş ve yaptığı bu fedakârlıklardan da  sitayışla bahsetmiştir.
Şimdi bu hüsusta varit olan ayetleri serd edip. konuyu, o ayetlerin ışığı altında daha güzel bir tarzda aydınlatmaya çalışalım.
Allah şöyle buyurmuştur:
«Biz insana ana ve babasını tavsiye ettik. Onun anası, kendisini za’f üstüne za’f ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür,)
«Baba ve anana ve babana şükret. Dönüşün ancak banadır (dedik”
Allah yine diğer bir ayette şöyle buyurmuştur: «Biz insana, ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle (kanunda) taşıdı. Onu zahmetle de doğurdu. Onun bu taşımasıyla sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır. Nihayet O, yiğitlik çağına erdiği, (halde) Kırk (inci) yılı’na  ulaşıp da (tam kemaline vardığı zaman   şöyle demiştir:
«Ey Rabbim, gerek bana, gerek ana ye babama ihsan ettiğin nimetine şükretmemi, senin razı olacağın iyi amel (ve hareket) de bulunmamı bana ilham et. Zürriyetim hakkında da benim için salah nasip et Şüphesiz ben sana döndüm. Şüphesiz ben (sana) teslim olanlardanım”.
Görüldüğü gibi, bu iki ayet bize ana-babanın  önemini ve onlara iyilik etmemizi anlatırken bilhassa annenin çektiği zahmetleri, zorlukları dile getirmiştir. Birinci ayetteki:  “Zaaf   üstüne zâ’f   ile taşımıştır” kavli Celil bu durumu ne güzel anlatmıştır.
Tam dokuz ay çocuğu karninda taşımak ne demek? Kolay şey değil bu!
Hamile kadının eşerme  hallerinde karşılaştığı takatten kesilmesi, baş dönmesi, mide bulantısı çekilir şeyler değildir.
Aynı ayette.” Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür)”buyrulmaktadır. Burada, annenin tam iki yıl fasılasız çocuğunu emzirmesi işaret edilmiştir. Gecesini gündüzüne katarak, yavrusunu ağlatıp sızlatmadan tam iki yıl bu zahmete katlanmak, ancak anne gibi pek müşfik bir insanın kârıdır. Gece-gündüz tam iki yıl! Dile kolay bu! Amma yapması pek kolay olmasa gerek.
Gecenin yansında süt isteyen, meme emmek isteyen yavrusu için tatlı uykusunu terk etmek, mahmurlu gözler ile uyuklayarak onu emzirmek, doyurmak büyük bir fedakârlıktır.
Evet iki yıl sütü ile yavrusunu beslemek, kucağında taşımak sırtında gezdirmek, çok gayret ve çok dikkat isteyen bir iştir. İşte onun için Cenab-ı   Hak bu durumu beyan etmiş, bilhassa dikkatimizi buna çekmiştir.  Böylece hem kendisine, hemde  bizi doğurup büyüten, sütü ile besleyip süsleyen annemize, maişetimizi temin husüsunda  çok zahmetler çeken babamıza şükranda bulunmamızı ferman buyurmuşlardır.
Ahkaf  sûresinde  geçen ve ikinci olarak serd ettiğimiz ayette ise, konuya biraz daha tafsilat verilmiş-tir. Binbir  güçlükle kamında taşıdığı gibi, binbir  güçlükle de onu doğurduğundan bahs  edilmiştir. Demek kİ çocuğun kamında taşıması da zor, doğurması da..
Sütten ayrilıncaya  kadar itina ile bakılması, üzerinde titizlikle durulması da kolay değil. Sütten ayrıldıktan sonra da görev bitmiyor: Çocuk ondan sonra da, yedirmek, içirmek, giydirmek, yıkamak, temizlemek, altını  değiştirmek, çamaşırlarım yıkamak gibi nice hizmetler bekliyor annesinden. Zavallı anne, bu hizmetleri de görecek o vazifelen de harfiyen ifa edecek.. Çocuğu  ağlatmıyacak.. Sızlatmayacak.. Gece-gündüz çalışıp onun istirahatını temin edecek.
Pekala, annenin bütün bu yaptıklarına karşılık, evlada bir görev düşmüyor mu? Elbette düşüyor… Yukarıdaki ayeti kerimede o görev bizlere öğretiliyor: «Ey Rabbim, gerek bana ve gerekse ana ve babama ihsan ettiğin nimetine şükretmemi, senin razı olacağın  iyi amel ve (hareketler) de bulunmamı bana ilham et!” İşte mezkûr ayetin bu kısmı, bize, anne ve babamıza hizmet ettikten sonra bu hizmetle yetinmeyip onların sağlığı hakkında dua etmemizi, bilhassa kendilerine Allah tarafından verilen nimete şükretmemizi talim ediyor.
Ana-babaya verilen nimetler maddi olur, manevi olur  Maddi nimetler Maolum. Manevi nimetlere gelince, bunların başında, iman ve İslam nimetleri gelir. Bu nimetlere şükredildiği zaman, tıpkı kendisine verilen nimetlere şükretilmiş  oluyor.  Sonra anne-babaya verilen nimetler, dolaylı yoldan evlatlara da verilmiş oluyor. Onun için bunun da şükrü gerekiyor.
Şükretmek gücünü veren kimdir?
Şüphesiz ki Allah’tır.
Bu ilhamı veren kim?
Bunu da veren Allah’tır!
öyleyse bu ilhamı ve bu gücü yine ondan istemeliyiz. Tıpkı mezkür ayetin son kısmının beyan ettiği gibi. Şimdi yine konuya dönelim.
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, annenin zahmeti çoktur.
Annenin merhameti de çoktur. Evladını kurtarmak için kendini feda etmekten çekinmeyecek insan varsa, şüphesiz ki o insan: Mutlaka annedir. Bu faciada yavrusunu kurtarmak için, kendisini arabaların ağır tekerleklerinin altına  atan ve bu yüz den hayatı boyunca sakat yaşmağa mecbur kalan nice şefkatli, ve fedekâr  anneler vardır! Yangınlarda, sellerde ve benzeri felâketlerde ilk önce yavrusunu kurtarmaya çalışan nice anneler görmüşüzdür ve halende görmekteyiz. Deprem  felâketlerinde yavrusunu kurtarmak için, duvar altında kalan annelerin sayısı da az değil!..
Bunlar bize neyi hatırlatır? Anne şefkatinin büyüklüğünü!..Anne hizmetinin cesametini!.Anne yüreği,
acıma hissiyle dolup taşmıştır. O-nun  için en çok ikrama, en çok hizmete O layıktır!.
Bunun içindir ki Rasûlüllah  efendimiz, iyiliğe, hürmete layık olan kişileri  sıralarken üç kere “Anne” adını zikretmiştir. Dördüncü de «baba» adını söylemiştir. Şimdi bu hususu aydınlatan hadisi beraberce şöyle bir gözden geçirelim.
Buhar  Ve Müslim Nakl etmiştir: Bir adam Rasûlüllah  sallellahu aleyhi vesellem’e   gelip, şöyle sormuştur:  ” Ey Allah’ın Rasülü,  Kendisine güzel hizmet edip iyilik yapmam hususunda, insanlar içinde en hak sahibi olan kimdir? Peygamber şu mükabede  bulundu:
—Annen!
— ‘Sonra kim?
—Annen!
—Sonra kim?
—Annen!’
—Sonra kim?
—Baban!…»
Görüldüğü gibi Resülüllah  efendimiz üç kere «Annen» dedikten sonra dördüncüsünde «Baban» buyurmuştur. Demek ki, Anne babadan ileri gelmektedir. Yani hizmet edilmeye, saygı ve sevgi gösterilmeye, ikram ve ihsan edilmeye, babadan daha Önce gelir. Nitekim ayetlerde de annenin çektiği zahmetler ve karşılaştığı zorluklar anlatılarak buna işaret edilmiştir.
“îbni  Ömer (R.A.), Annesini sırtına almış kâbeyi  ziyaret ettiren bir adamı görür. Adam ona:
—Nasıl, acaba Onun hakini ödeyebildim mi? diye diye  sorar. îbni  Ömer CR.A.) şöyle der:
—Tam manasıyla değil, şu anda ancak ona bir
iyilik yapmış oluyorsun. Allah, az amele çok mükâfat ihsan eder”
Bir adam Ubedderdâ  (R.A.) a gelerek der ki:
—Bir eşim var, annem onu boşamamı söylüyor ne dersin?
—Resûlüllah  Sellellahu  aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu duydum:
«Anne, cennet kapılarının orta kapısıdır. Dilersen bu kapıyı zayi et veyahut onu koru.»
İbni  Mace, Nesaî Ve el-Hakim rivayet etmişlerdir:
Bir adam, Allah’ın Rasûlüne  gelerek dedi ki:
—Ey Allah’ın Resûlü,  harbe katılmak istiyorum, sizinle istişare etmeye geldim, ne dersiniz?
—Annen var mıdır?
—Evet!
—  Yanından ayrılma (hizmetinde bulun!) çünkü cennet onun ayaklan altındadır Şeyheyn  (Buhari  ve Müslim) Ebu Bekir (R.A.)’m kızı Esma (R. Anha)’dan rivayet  etmişlerdir:
“Kureyş  zamanında, annem bana gelmişti. O zaman henüz  müslüman  olmamıştı müşrike idi.
Peygamber aleyhisselama  danıştım:
—Annem İslam’dan hoşlanmıyor, ziyaretime gelmiş/Annemi o haliyle ziyaret edebilir miyim? ne dersiniz? Şöyle buyurdular :
—Evet! Haydi anneni ziyaret et!
Bu hadiste de müslüman  olmasa dahi annenin önemli olduğu, dünya işlerinde yardım edilmesi gerektiği anlatıyor.
Anne-baba’ya, bizleri küfre ve şirke teşvik etmedikçe, kendileri müslüman  olmasalar dahi dünyada, iyilikle muamele edilir. Lokman sûresindeki  bir ayette bu açık olarak ifade edilmiştir.
İmam Tabarani’dan :
—Ona itaat et ve Allah’tan dile! Eğer sen bunu yaparsan Hac ve umre yapan (kimsenin) aldığı sevabı alırsın!» Burada da anneye yapılan iyiliğin ona gösterilen hürmet ve hizmetin derecesi anlatılıyor. Bu hizmeti hakkıyle ifa eden kimsenin hac ve umre yapmışcasına sevap ve mükâfata nail olacağı belirtiliyor. ’
Yine îmam Tabarani’den:
“Bir adam dedi ki:
—Ey Allah’ın Resulü, Allah yolunda savaşmak istiyorum. Peygamber Aleyhisseİâm  sordu:
—Annen hayatta mıdır?
—Evet!
— O’nun ayaklarının (dibinden) ayrılma! İşte Cennet oradadır”
Bu hadislerden anlıyoruz ki, islamda  annenin değeri pek büyüktür. Müslümanlık O’na çok kıymet vermiştir. Ne yazık ki, bir çok kimseler ana kıymeti bilmezler, öldükten sonra ah vah ederler ama o zaman artık iş işten geçmiştir. Binaenaleyh ana kıymeti daha ölmeden aramızda iken bilinmelidir. Hürmet edilmelidir. Tarafımızdan her zaman içten gelen bir saygıyla eli öpülmelidir. Yanımızda değilse oturduğu yere sık sık gitmeli ve onu ziyaret etmeliyiz. Her ziyarete gidişimizde hediyeler götürüp kendisine ayrıca harçlıklar vermeliyiz. Böylece gönlünü alıp, duasını kazanmalıyız.
Şayet yaşamıyorlarsa sık sık kabirlerini ziyaret etmeliyiz. Ruhlarını şad etmek için bol bol Kur’an  okumalıyız. Hayırlar yapmalıyız. Hayırlı dualarda bulunmalıyız.
Sonra anne yerinde olan teyzelerimizi ziyaret edip, ana hasretini onlarda gidermeliyiz. Zira teyzeler annelerinin yerine kaim olurlar. Nitekim Tirmizi  şöyle rivayet etmiştir:
“Peygamber Sellellahu  aleyhi ve Sellem’e  bir adam geldi. Dedi ki.
—’ Büyük bir günah işledim. Acaba tövbesi var mıdır? Peygamber sordu:
—Annen var mi?
—Yok!
—Teyzen var mı?
—Evet!
—Haydi git! O’na ihsan ve ikramda bulun! Buyurdu.
Anelerin  yokluğunda, teyzelerin sık sık  ziyaret edilmesi, onlara iyilik ve ihsanda bulunulması hususunda bu hadis bizlere çok şeyler anlatmaktadır.
Teyzeler, halalar, amcalar, dayılar; kız ve erkek kardeşlerden sonra gelen yakın akrabalardır. Onlarla bağlan koparmamak gerekir. Anne ve babalardan, dede ve ninelerden sonra onlarla ilgilenmek, onlara ikram ve l’zazda bulunmak bir müslümanın  başlıca ve vazgeçilmez görevi olmalıdır.        .r-
Sıla-i Rahimln  Islâm’daki  yeri herkesçe bilinmektedir. işte bu anlattıklarımız sıla-i rahim’in icaplarıdır. Sıla-i rahim’in ne demek olduğunu her müslümanın bilmesi lâzımdır. Çünkü bilmezse akrabalık bağlarını koparır. Böylece en yakın akrabalarından olur. Halbuki dinimiz bizden bunun aksini beklemektedir. Akrabalarla alâkayı kesmek değil; onları sık sık ziyaret edip, akrabalık bağını her gün biraz daha takviye etmeyi  istemektedir. Biz müslüman olarak dinimizin emirlerini tutmak ve yasaklarından şiddetle kaçınmakla yükümlüyüz.
Allah yardımcımız olsun, Amin.
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Fuzuli ve Dede Korkut Hakkında Bir Derleme
Francesco Petrarca
İtalyan şairi ve bilgini, 1304’de Arezzo’da (İtalya) doğdu, 1374’te Padova (İtalya) yakınlarında öldü.
Rönesans’ın büyük şairi, Petrarca her alanda erişilmez bir insandı. Vücutça da çok kuvvetli olan bu büyük şair bir manzarayı doya doya seyretmek veya sakin kafayla düşünebilmek İçin yüksek dağlara tırmanmaktan çekinmezdi. Hocalarını ve kitaplarını çok sıkıcı bulan Petrarca kendi kendini yetiştirmeye karar verdi ve yolculuğa çıkarak Yunanistan’ı^ İtalya’yı Fransa’yı gezdi, özellikle Fsansa’nın Provence bölgesine de sık sık gidip orada kaldı. Açık fikirli bir kimseydi. Tanrı üstüne derin düşüncelere dalmak yerine İnsan üzerine eğilmek ve onunla ilgilenmek gerektiğine inanırdı. Petrarca, hümanizm denilen ve temeli İnsanlığı ve onun edebiyat, sanat, tarih veya bilim alanında yarattığı harikaları tanımaya dayanan yeni bir felsefenin önderidir. Yazar, hem şiir yönünden, hem de felsefe açısından değerli eserleriyle ölümsüzlüğe kavuşmuştur.
Dede Korkut
VII. ve VIII. yüzyıllar arasında yaşadığı söylenir. Ancak, ne zaman ve nerede yaşamış olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Efsanevî Oğuz ozanı, Oğuz Türklerinin destansı hikâyelerinin ilk anlatıcısı ve bu hikâyelerin kahramanı.
Oğuzname’ye alt metinlere göre Dede Korkut, 295 yıl yaşamış, Oğuzlar arasında İslâmlığı yaymış bir Oğuz Türküdür. Dede Korkut adı XIV. ve XVI. yüzyıllar arasında kitap halini almış on İki destansı hikâyede geçmektedir. Kitab-ı Dede Korkut adı altında toplanmış bu hikâyelerden anlaşıldığına göre Dede Korkut, kopuz çalıp bilgece sözler söyleyen, Oğuzların akıl danıştıkları kültürlü bir insandır. Kitab-ı Dede Korkut’da yer alan on İki hikâyenin bu Türk ozanına ait olduğu sanılmaktadır. Bu yazılar, en eski Türk hikâyelerinin en güzel parçalarıdır. Dede Korkut, hikâyelerinde İnsanlara iyi yürekliliği, kahramanlığı, erdemi ve ahlâki öğütler. Yine bu hikâyeler Oğuz Türklerinin yaşayışlarını, inanışlarını, savaşlardaki kahramanlıklarını ve cesaretlerini yansıttıkları İçin tarihi belge olarak da büyük değer taşımaktadır.
Fuzulî
Mehmet bin Süleyman; Fuzuli. Doftu’nun yetiştirdiği en büyük lirik şair. 1494’de Kerbelf’da doğduğu sanılıyor; 1556’da aynı yerde öldü Leylâ ile Mecnûn adlı eseri, klâsik Türk edebiyatının mesnevi dalındaki en güzel ürünüdür.
“Aslımda Türk, ene dilim Türkçedir” diyen bu şairi Araplar ve İranlılar hep kendilerine mal etmek istemişlerdir. Fuzuli, İyi bir öğrenim görmüş, küçük yaşta Arap ve fars dillerini, zamanının en ünlü hocalarından ders alarak devrinin bütün bilgilerini öğrenmiştir. Hayatı hep Irak topraklarında, Özellikle Kerbelâ ve Bağdat’ta geçen şair, bir veba salgınında ölmüştür. Çok alçakgönüllü bir kişi olan şair, şiirlerinde lüzumsuz anlamına gelen «Fuzuli» takma adını kullanırdı. Para sıkıntısı çeken Fuzulî’ye Osmanlılar tarafından evkaftan günde dokuz akçe maaş bağlanmış ama Fuzulî bu parayı hiçbir zaman almamıştı. Şair, ünlü Şikâyetname adlı eserini bunun üzerine yazmıştır. Bu eserdeki: «Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar» sözü devrinin zihniyetini yansıtır. Fuzuli, Türk şiirini yüzyıllarca etkilemiştir.
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Text
Süleyman Dede, Diderot ve Mühendis Taylor’un Hayatları
Süleyman Çelebi
Süleyman Dede diye de anılır. Hz. Peygamber’in hayatını anlatan Mevlid’in yazarıdır. 1360’a doğru Bursa’da doğdu, 1421’de aynı yerde öldü.
Süleyman Çelebi’nln Mevlid’i, yüzyıllardan beri Türk-Îslâm âleminde okunmaktadır. Süleyman Çelebi Murad Hüdaverdigâr’ın vezirlerinden Ahmet Paşa’hin oğlu olup Yıldırım Bayezid devrinin tanınmış bilgin ve şairlerindendir. Bursa’da, Ulucami’de imamlık yaptığı bilinmektedir. Bu ünlü eseri olan Mevlld’l Bursa’da 1409 yılında tamamlamıştır. Süleyman Çelebi bu eserinde Hz. Peygamber’in doğumunu, peygamberliğini Tanrı katına yükselişini ve ölümünü coşkun bir dille anlatır. 800 beyte yakın bu dini destan «Münacat», «Velâdet», «Risalet», «Miraç», «Rıhlet» ve «Dua» olmak üzere altı bölümdür. Mevlld, Türk-islâm dünyasının dini toplantılarında en çok okunan eserdir. Mevlid kandili. Regaip kandili, Miraç kandili, Berat kandili gibi kutsal günlerde ve ayrıca doğum, düğün, ölüleri anmak, adak adama gibi vesilelerle Mevlid okunması Türk-lslâm geleneklerine göre Idet olmuştur.
Diderot
Denis Diderot, Fransız yazan ve filozofu, 1713’te Langres’de (Fransa) doğdu, 1784’te Paris’te öldü.
İlk Fransız ansiklopedisini çıkardı ve yönetti, bu arada birçok edebî eser yazdı. Ingiliz gazetecisi Chambers’in yazdığı ansiklopediden ilham alan fransız yazarı Denis Dideroî, dostu d’Alembert’in de yardımıyla güçlü belgelere dayanan ve ilginç renkli sayfaların yer aldığı 35 ciltlik bir ansiklopedi yayımlayarak dev bir eser meydana getirdi. Bu oldukça zor bir işti ve büyük sabır istiyordu. Ama Diderot yılmadı. XVIII. yüzyılın bütün bilimsel ve felsefî bilgilerinin yansıması olarak kabul edilen bu eser yani Encyclopédie ya da Açıklamalı Bilimler. Sanatlar ve Meslekler Sözlüğü 1751 ile 1772 yılları arasında yayımlandı. İşte bu tarihten kısa bir süre sonra da Ingillzler, yüz altmış cildi aşan bir ansiklopedi yayımladılar. Denis Diderot’nun bu dev eserinden sonra fransız Pierre Larousse gibi birçok yazar ve bilim adamı ansiklopedi çalışmalarına yöneldi.
Taylor
Frederick Winslow Taylor, Amerikalı mühendis ve düşünür, 1856’da Germantown’da (A.B.D.) doğdu, 1915’te Phlladelphia’da (A.B.D.) öldü.
Çalışma organizasyonunun ve zincirleme çalışmanın öncüsü. Çalışmayı bilimsel açıdan düzenleyip örgütlemenin yâni işbölümünün amacı, daha fazla verim elde etmek ve işi işçi için daha az eziyetli bir hale getirmek üzere, işin yapılış biçimini basitleştirmektir. Taylor, toplu iğne yapan bir İşçiyi gözledi. Onun ma deni kestiğini, bükülmüş sapı açtığını, başını meydana getirdiğini, ucunu sivrilttiğini toplu iğneye beyaz rengini vermek için çalıştığını vs. gördü. Eğer birçok işçi aralı rında iş bölümü yaparak herbirl İşin belirli bir dalında ustalaşırsa üretimin artacı ğını ve kalitenin çok daha iyi olacağını düşündü. Çağımızda birçok sanayi kolu, çalı malarını bilimsel bir biçimde örgütlendirmiştir ve otomobiller (Ford gibi) olsun, ı biseler olsun, ya da radyo ve televizyon alıcıları gibi daha karmaşık cihazlar olst zincirleme üretimle yapılmaktadır.
1 note · View note
cumavepazar-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Laleli Bölgesindeki Dini Mabetler
Valide Sultan Camii
Trafiği yoğun Ordu Caddesi ve Atatürk Bulvarının çevrelediği Valide Sultan Camii, II. Mahmud’un eşi ve Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan için ı87i’de yapılmış. Planının Sarkis ve Agop Balyan tarafından çizildiği, mimarının ise İtalyan Montani olduğu sanılıyor. Eklektik tarzda yapılan ve ön yüzündeki süslemelerle dikkati çeken bu muhteşem yapı, klasik cami üslubundan oldukça farklı yapılmış. Küçük olmakla beraber yüksek kubbesi, tekşere-feli iki geniş minaresi, geniş iç mekanı dikkat çeken özelliklerinden bazıları. Bunların yanı sıra, altın yaldız ve mavi renklerin kullanıldığı iç dekorasyonu takdiri fazlasıyla hak ediyor. Aksaray tarafındaki kapısı ise Osmanlı taş oymacılık sanatının nadide örneklerinden biri.
Çeşme, kütüphane ve Valide Sultan için yapılan türbe külliyenin diğer yapıları. 2009 yılında restorasyondan geçen cami, yoğun trafikten çok etkileniyor. Bu muhteşem eseri gördüğünüzde “başka bir ülkede olsa nasıl korunurdu, etrafına böyle yollar yapılır mıydı?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Valide Sultan’ın adını taşıyan Atatürk Bulvarı’ndaki Pertevniyal Lisesi 1872’de inşa edilmiş bir binada eğitim veriyor ve külliyenin bir parçası.
Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi
III. Mustafa’nın bilge veziri Koca Ragıp Paşa için 1762 yılında yapılan bu komplekse Mehmed Tahir Ağa’nın eli değmiş. Aynı zamanda bir şair olan Ragıp Paşa şehrin çeşmelerini süsleyen pek çok beyit yazmış. En büyük sadrazamlardan biri olarak kabul edilen Paşa, kütüphanenin avlusunda yatıyor. 1999 depreminde zarar gördüğü için türbesi ziyarete kapalı.
Murad Paşa Camii
Cami sıklıkla gözardı edilir, önünden günün hızlı temposu içinde geçenler fark etmezler bile. Adnan Menderes tarafından tarihi şehrin ortasına yapılan, Vatan ve Millet isimleri verilen geniş caddelerin arasına sıkışmış. Cami 1473 yılında, fetihten tam 20 yıl sonra inşa edilmiş. Girişinin üstündeki harika yazıtların, Topkapı Sarayı giriş kapısının hatlarını da yapan usta hattat Ali Sofi’ye ait olduğu sanılıyor. İçerisi dışarıdan görüldüğünden daha da geniştir.
Fenari İsa Camii (Konstantin Lips Manastırı Kiliseleri)
Alışılmamış bir isimle karşı karşıyayız! Konstantin Lips isimli kişi gerçekten yaşamış ve İmparator Bilge Leo (886-912) ve Konstantin Porphyrogenitos (913-959) zamanında sarayda çalışmış. Beş yarım kubbeli kilise Vatan Caddesi üzerinde yer alıyor. Theotokos Panachrantos’a, (Tanrı’nın Kusursuz Annesi) adanmış ve 907 yılında yapılmış. Kiliseyi diğerlerinden ayıran en büyük özellik dört şapele sahip olması. VIII. Michael Palaeologos’un (1259-1282) eşi İmparatoriçe Theodora hemen yanda, kiliseye bitişik bir kilise daha inşa ettirmiş. Vaftizci Yahya Kilisesi’nin üç yarım kubbesinden biri Konstantin Lips Kilisesinden alınmış.
Hepsi bir araya geldiğinde iki kilise ve yedi yarım kubbeden günümüze kalan altı yarım kubbe olağan dışı bir görüntü sergiliyor. Kilise XV. yüzyılda Fenari Ali Efendi tarafından derviş tekkesine dönüştürülmüş ve daha sonra da zamanın tanınmış ve saygın hocalarından Şeyh İsa tarafından kullanılmış. “Fenari İsa” adı bu iki din bilginine ithafen verilmiş.
0 notes
cumavepazar-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
İsa Peygamberin Efsaneleri
İsa Göldeki Fırtınayı Dindiriyor
İsa ayrılınca öğrencilerine, “Gölün karşısına geçelim’ dedi. Bir tekneye binip suya açıldılar. Akşamın karanlığında ilerlemeye başladılar. Hafif bir esinti vardı. Isa teknenin ucunda başının altına bir yasak koyup uzanmışta. Günün tüm yorgunluğuyla uykuya daldı. Tekneyi öğrenciler kullanıyordu. Isa’nın on iki öğrencisinden yedisi balıkçıydı Uzun bir zaman balıkçılık yaptıkları için oldukça deneyimliydiler.
Bir süre sonra ansan bir Artma çıktı Yol aldıkları Celile gölünde bazen böyle Artmalar çıkardı. Gölün çevresi yüksek dağlarla kaplıydı. Dağlardan men rüzgar göle doğru eserdi Büyük dalgalar oluşturup gölün sularını kabartırdı. Bu fırtınalara yakalanmak, çok tehlikeliydi
Öğrenciler neye uğradıklarını şaşırdılar. Var güçleriyle uğraşmaya başladılar. Azgın dalgalar tekneyi suyla dolduruyordu. Öğrenciler kovalarla sulan boşaltmaya çalışıyorlardı Bu sırada rüzgar deli gibi esiyor ve dalgalan daha da kabartıyordu. Öğrenciler iyiden iyiye korkmaya başladılar. Çünkü yapacaldan pek bir şey kalmamıştı.
İsa’yı uyandırıp, ‘Efendimiz hiç aldırmıyor musunuz? Batıyoruz, bizi kurtar dediler. Isa, ayağa kalktı ve azgın fırtınaya karşı ellerini kaldırdı. «Sus, sakin ol diye rüzgârı ve gölü azarladı. Fırtına birden dindi. Ortalık sütliman oldu. Isa, bundan sonra öğrencilerine dönerek, ‘Neden bu kadar korktunuz? İmanınıza ne oldu?” dedi.
Öğrenciler şaşkınlık ve korkuyla sustular. Birbirlerine, ‘Bu nasıl bir adam ki rüzgâr da, dalgalar da Onun sözünü dinliyor? dediler.
İsa’nın Su Üstünde Yürümesi
Isa fırtınayı dindirdikten sonra öğrencilerine Celile gölünün karşı yakasına geçmelerini söyledi Bu arada halkı salıverecekti
Öğrenciler bir tekne bulup yola koyuldular. Isa halkı uğurlayıp bir tepeye çıktı. Orada dua etmeye başladı. Zaman epeyce ilerlemiş, gece olmuştu Isa dua etmeyi sürdürüyordu. Sabahın ilk ışıkları gölü aydınlatmaya başladığı sırada güçlü bir fırtına çıktı. Öğrenciler azgın dalgalarla boğuşmaya başladılar. Kayıktan gölün odasındaydı. Rüzgâr karşı yönden estiği için kürek çekmekte zorlanıyorlardı.
Isa onları dua ettiği tepeden görebiliyordu. Sabaha karşı gölün üzerinde yürüyerek onlara yaklaştı Öğrenciler Isa’yı görünce Onu hayalet sanarak bağrışmaya başladılar.
Isa, “Korkmayn, benim’ dedi.
Petrus buna karşılık, “Rab eğer sen isen buyruk ver de su üstünde yürüyerek sana geleyim’ dedi Isa, gel deyince tekneden indi Yürümeye başladı, kaya baktıkça sert bir yere basar gibi su üstünde yürüyordu. Bu olağanüstü bir şeydi. Ama Petrus fırtınanın ne kadar güçlü estiğini görüp, rüzgarın uğultulu sesine kulak verince korktu. Yavaş yavaş batmaya başladı.
İsa’ya seslenip “Rab, beni kurtar diye bağırdı. ba hemen Petrusün elini yakaladı. Petrus şimdi güvenlikteydi. İsa ona, ‘İmanına ne oldu? Neden kuşku duydun? dedi. Birlikte tekneye çıktılar. Öğrenciler balın gücüne hayran kaldılar. “Sen Tanrı Oğlu Mesih’sin’ diyerek Oha tapındılar. Böylece karaya yaklaştılar.
1 note · View note