ddaktilo
19 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
olası bir bipolar değilmişim, sadece tip 4'müşüm, bütün kaos ve drama bundanmış (?)
büyü bozuldu, yaşasın
youtube
1 note
·
View note
Text
biraz dolandıkça fark ediyorum ki tumblr hâlâ yaşıyormuş, ben öldü sanmıştım, oysa insanlar varmış, hayatlarını kaydeden düşüncelerini uzunca paylaşan hatta içinden ne geliyorsa boş bir sayfa açıp yazan, burada yaşamayı güzelleştirecek sebepler mevcut, bu koca dağlık arazide yalnız değiliz başka evlerin ışıkları da yanıyor! burada hâlâ hayat var demek ki!
0 notes
Text



Yurdun kirpisini, kaplumbağalarını ve gecenin ikisinde güvenle bahçeye inip gökyüzünü izleme rahatlığını özledim. Neden hep eve dönmekten ibarettir hayat?
Rilke'nin şiirleri geldi.
Son zamanlarda Bojack Horseman izliyorum.
Hayat çok sakin, evden dışarı çıkasım gelmiyor, tenim haftalardır ciddi manada güneşe maruz kalmamış olabilir.
Tutunamayanlar'da Selim ne diyordu:
'İçimdeki Kont Draculaları gün ışığına çıkarayım da toz olsunlar.
Sayın kont: Gece gene beklerim.'
Birkaç güne içimdeki tüm Kont Draculaları toz etmek için dışarı çıkacağım! İnsanlar arasına yeniden karışma vakti gelmiş bulunmaktadır, mağaramdan ayrılıyorum.
Yüzyüzeyken Konuşuruz, Kendi Evimde Deplasmandayım
(Artık eskisi gibi olmaz, olsa da aynısı olmaz, bu çok acı bir şey, bilmem nasıl anlatayım)
0 notes
Text
Mutfakta çikolata arıyordum. (mükemmel gece aktivitesi)
Kardeşim eve geldi, kapıyı açtım, iki dakikalığına onları salonda yalnız bırakmıştım ki bağırışlar duydum.
'Ne bağırıyorsun?' diye sinirle salona girdim.
Anneme bağırıyordu.
'Bir gün olsun yanıma gelip güzel bir şey söyle, bir gün de ağzından motive edici güzel bir cümle çıksın yeter artık.'
Annem şokla yüzüne baktı. 'Yanına geldiğimde kovuyorsun beni, susturuyorsun hep.' diyerek cevap verdi. Ses tonu çok hafiflemiş, köşeye sıkışmış, neye uğradığını şaşırmış haldeydi.
'Çünkü ağzından bir gün bile güzel bir cümle çıkmıyor, o kadar negatifsin ki hepimizi zehirliyorsun. Halimi hatrımı sormuyorsun, odama girip içtenlikle bir nasılsın bile demiyorsun.'
Kısa süreli sessizlik oluştu.
Kardeşime dönüp 'Bizimle yemek bile yemiyorsun, onlara duvar ördükleri için kızıyorsun ama senin de duvarların var.' dedim.
'Neden yemiyorum acaba?' diye bağırmaya devam etti. Üstündeki tişörtü çıkarıp yere attı hırsla. (çok komik)
En absürt kısım geliyor.
Annem bir anda durup seni çok seviyorum ben diye bağırmaya başladı ağlayarak. Bunu defalarca tekrarladı, sizi iyi ki doğurmuşum ben diye ekledi. Kardeşim de ağlıyordu, sarıldılar. Kahkaha atarak onları izledim çünkü çok absürttü. O kadar absürttü ki, dram adı altında bir ton absürtlük yatan bir tiyatro sahnesinde gibiydik, benim tek cümlelik bir repliğim vardı, asıl dramı önümdeki ikili taşıyordu.
Bensiz ne sarılıyorsunuz dedim ve ben de sarılmalarına katıldım. Oysa ben seyirciydim, figürandım bu sahnede. Ama durum öyle komiğime gitmişti ki bu duygu boşaltma seanslarını sadece gözlemlemeyip bir parça dahil de olmak istedim.
Bizim evde her şey aşırı dramatiktir çünkü o dram sahnesi yaşanana dek tüm duygular itinayla herkes tarafından bastırılmış ve görmezden gelinmiştir. Olabilecek en garip şekilde duygular sahneye dökülür, hepsi bir arada ve karmaşıktır, kimse karşısındakinin neye ihtiyacı olduğunu anlamaz, anlık olarak aşırı dram gereği kişiler yatıştırılır, ardından perde kapanır, ta ki bir dahaki oyuna dek her şeyin yeniden bastırılması beklenene kadar.
Nitekim öyle de oldu. Sarılıp ağlaştılar, annemin dizine başını yasladı, annem saçlarını okşadı. 'Bilgisayar istiyordun alalım sana sınavdan sonra' dedi. Her daim yaptığı gibi ilgiyi göstermenin yolunu parada buldu. Kardeşim de anın etkisiyle isteğini yerine getirme hevesine girip 'yıllarca takdir getirdim hiçbir şey yapmadınız, artık bunu yapmak zorundasınız' dedi.
Sohbet eder gibi olduk biraz, sonra annem o kadar çok kendinden bahsetmeye başladı, kendi başarılarını ve varlığını öyle çok öne sürmeye çalıştı ki kardeşim sıkılarak kalkıp gitti.
Ben ise dediğim gibi, seyirciydim. Bir aralık onlara dönüp 'asıl ihtiyacınızın bu olduğunu sanmıyorum, birbirinize duygusal açıdan daha çok yaklaşmalısınız' demiştim. Sohbet bitince ne kadar yersiz olduğunu fark ettim. İnanılmaz şekilde kendilerini bastırmışlardı ve birbirleriyle iletişime geçerkenki tüm halleri bu bastırmaların patlamalarından ibaretti.
Annemin yıllardır kendiyle çözemediği komplekslerini örtmek için kendi başarılarını ve anılarını öne sürme isteği vardı hep, herkesin sözünü kesip hayatından bahsediyordu. Çok baskın bir ses tonuyla 'görülmek, dinlenmek' arzusunu belli ediyordu. Bunu yaparken karşısındakini dinlemediğinin, sözünü yarıda kestiğinin farkında bile değildi. Yeter ki kendinden bahsedebilsindi, başarıları duyulsundu. Yeter ki biraz olsun diğer insanların onaylarıyla içindeki yetersizlik duygusu sussundu.
Kendi içindeki duyguları böylesine bastıran bir insanın duygusal açıdan başka insanların içlerindeki sese açık olmasını nasıl bekleyelim?
Bu dram tiyatrosuna dair incelenecek şeyler bitmez elbet. Kaydetmek istedim, insanların volkanik dağlar gibi içindeki duygularını gerçek dünyaya fışkırttığı anları seviyorum, tabi eğer oyuncu ben değilsem, ben yalnızca seyirci olmaktan hoşlanırım böyle anlarda.
0 notes
Text
zihnim geceleri kapanmamaya yemin etmiş gibi, uyuyamıyorum.
uyuyamıyorum.
esniyorum, uyumak için her yolu deniyorum ama gücümün son raddesine kadar beni ayakta tutmak isteyen bir şeyler var.
her gece yazı yazmak için bilgisayar başına oturup hiçbir şey yazmadan kalkıyordum, bugün telefonu elime alıp ne düşünürsem dökeyim dedim ve işte buradayım. belki de bu kadar basitti.
Budala'yı okuyorum, chatgpt ile Nastasya Filippovna'nın kitap boyunca birini gerçekten sevip sevmediği hakkında konuştuk, içindeki değersizlik duygusunun kaynağını ve bu duygunun ona nasıl bir içsel çatışma yaşattığını irdeledik. Ben sorular sordum, o aydınlattı. (YANLIŞLIKLA KİTABIN SONUNU SÖYLEDİ, bana nasıl spoi verirsin dedim tatlı bi tartışmaya kapıldık!)
Sonra kitabı bırakıp saçlarımdaki kırıkları temizledim makasla, 'ne kadar çok incinmişsiniz, hatta baştan sona kırılmışsınız' diye diye tüm tellerle uğraştım. Bir yandan insani ilişkilerde hep bir tarafın daha çok çabalaması hakkında konuşuyordum, bir yandan affettim herkesi şarkısını mırıldanıyordum.
Beni öylece izlerken birden durup "tartışırken hep agresif ve hararetli görünüyordun" dedi, "bugün her zamankinden farklı olarak çocuk gibi 'böyle olmasa olmaz mıydı, insanlar birbiri için çokça çabalayıp karşılıklı olarak her şeyi vermek isteselerdi ne olurdu sanki' diye yakınmaların tatlı geldi."
Gülümsetti.
Bir aralık "sevdiğim herkes çok uzaklara gidiyor" dedim, üzgündü içim. Ben günlerdir üzgündüm de kendimi oyalayarak toparlamayı deniyordum. Her şeyi unutmam ve yeniden öğrenmem kaç yılımı alırdı acaba, unutmak iyileştirir miydi? İnsan gülerek ve heyecanla kurduğu hayallerini ifadesiz bir yüzle ve çok kırgın bakışlarla unutmak zorunda kalıyordu, en azından son günlerde bana olan buydu. Zihnime işlediklerimi kazıyarak yok etmek için canım çıkana kadar gece gündüz uğraşıyordum farkında olmadan. Her saniye aklıma doluşan düşünceleri kovalamak yoruyordu. Hepsini ama hepsini unutmak istiyordum. Zamandan başka çarem olmadığını da biliyordum üstelik. Benzini döküp ateşe verdiğim bir oda dolusu eşyanın hepten küle dönüşünü bekliyordum, sıcak, duman ve en ağırı 'yalnızlık' eşliğinde elim çenemde bekliyordum.
Eski günlüklerimi okudum bu akşam. Arkadaşımın 3 dakikalık çevrilen kum saati hediyesinden bahsetmişim, neşem yerine gelsin diye almıştı çünkü çok sevdiğim bir canlıyı kaybetmiştim.
"...beni iyileştirmek için üç dakikalık bir kum saati hediye etmişti, ayrıca da 'yalnızlığını alan her şeye öyle çok bağlanıyor ve seviyorsun ki kaybettiğinde mahvoluyorsun' da demişti, haklıydı..."
Ben o kum saatini defalarca çevirmek zorunda kalmıştım iyileşmek için. Zamanı kum saatinin taneleriyle ilerlete ilerlete yaram kabuk bağlayıp hafif bir ize dönüşsün diye uğraştım.
Şimdi bakıyorum o satırlara, yıl 2021, dört koca yıl geçmiş, yara içimde bir ize dönüşmüş, hiç kanamıyor artık, yani geçiyor, yani bu da geçer.
Müjdeler olsun, acı geçebilen bir şeymiş.
Şimdi kaç dakikalık kum saatleri çevirmem gerekiyor iyileşmek için bilmiyorum ama daha önce kendimi çok kez yerden kaldırdığım gibi -ki bundan daha beter düşüşlerdi- yeniden toparlanırım diye düşünüyorum.
Üstelik her yara beni enfes halde dönüştürüyor. Her kaybettiğimde haneme eksi yazılmadığını çözecek kadar yaşadım. Yalnızca iyileşmenin zamanımdan alıyor olması yaralanmaya ve yaraya müsebbib olan her insana karşı sitem doğuruyor. Bana zaman kaybettirdiniz, 'sanmak insanı mahveder, ilk gördüğünde seni keseceğini bildiğin bıçağa güvenmek hatadır, ilk kesikten sonra bile bıçağın canını acıtmayacağına inanmayı sürdürmek kendini hiçe saymaktır' gibi dersler uğruna yazmayı, çizmeyi, kendimi bırakmaya değer miydi? Şimdi içimdeki tüm gemileri yakmak istiyorum, eğer olması gerelen buysa evet başardınız. Beni çileden çıkaracak o sınava soktunuz, kaybettim, yanıldım, iyi sandım doğru sandım hata yaptım. Bazı savaşlardan kaçmak gerekir çünkü boşunadır, yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot'a döner insan, ne uğruna savaştım bilmiyorum, kendimle savaşmış kadar yara bere içindeyim, kılıcımı kazanmak için savurduğum her an benim tenimde kesik olarak vuku bulmuş. Böyle kazanmak olur mu?
Olmuyorsa olmuyordur, oldurmak için yoktan var etmeye uğraşmak, tanrının rolüne soyunur gibi gerçekte karşılığı olmayan hayallere can vermeyi denemek, gerçeği olduğu gibi kabul edememek, bambaşka hallere sokup evirmek çevirmek işe yaradı mı? Neyi denersen dene olmayacağını anladın.
Ümitsiz değilim, acımı dökmem gerek sadece. Yarınlar yokmuşçasına kinimi kelimelere kusmalıyım. Çünkü başka hiçbir şey gelmiyor elimden. Yazmalıyım, çizmeliyim, kendime dönmeliyim, bu uğurda yarım bıraktığım ne varsa toparlayıp devam etmeliyim.
Kendime bağırasım geliyor. Yalnızlığını alıyor diye tutunduğun her dalın sonu bu, hüsran, yalnızlığını bir gün kurtulmayı umduğun hastalık gibi gördükçe iyileşmen mümkün olmayacak, demek istiyorum. Yalnızlık kötü bir şey değil, kendinle kalmayı kederle kodlaman gereken bir geçmişe sahipsin diye kodlamaları kıramayacağın anlamına gelmiyor. Her şeyi en baştan inceler ve tüm hatalı duygusal kodlamaları en güzel şekilde çözeriz.
Sonra duruluyorum, kendime çok yüklendiğimi ve sert davrandığımı düşünüp yumuşuyorum. Şefkatle doluyorum, sana değil kızgınlığım diyorum.
Yalnız da değilsin, yalnızlık kavramına yüklediklerimizle alakalı bir durum. Dostların var, kendinlesin, iyi durumdasın, çok yol katettin, sadece hayatın içindeki bazı çukurlara düşüp çıkmakta zorlanıyorsun. İnsan olmak zaten böyle bir şey.
Kendine hata yapma payı vermiş oldun, her şeyi mükemmel yapamazdın zaten. Her şeyi senin kendin olarak yapma şeklin daha güzel, ben senin tarzında yapmanı seviyorum, sorun yok.
Sarılıyorum sonra kendime.
Bastırılmış duygular anlık patlamalarla ve devamında tatlı mahcubiyetlerle son buluyor. Böyle böyle iyileşiyorum.
Yazarak, çizererek, yaşayarak, gelerek giderek, severek, üzülerek, deneyimleyerek kendimi inşa edeceğim. Yaşamak kendini inşa etmektir. Bazen yıkmaktır, -yaşamak bazen de kendini yıkmaktır-.
Dipnot: Elimde makasla saçlarımın kırıklarını alırken benimle oturup sohbet etmesi çok hoştu. Beni izledi, dinledi, destek oldu. Ölürsem her şey aynı devam ederdi dedi, ona dönüp 'ben seni hiç unutmazdım' derken fark ettim, onun hayatımdaki varlığını başka hiçbir şeyle dolduramayacak kadar çok özel ve kıymetli gördüğümü.
Olduramadıklarımla savaşıma son vermenin vakti. Çünkü beni iyileştirmek için geçmesi gereken zaman, kendim de dahil olmak üzere sevdiğim her şeyin ömründen de gidiyor.

Bu gecenin şarkısı: Sena Şener, Affetim Herkesi
0 notes
Text

apaçıkça bahsedelim yaşamaktan.
başka şeyler düşünelim.
gökyüzünü genişletelim.
biz uyumayalım.
bu saatte şiirler okuyalım, şarkılar dinleyelim, bahçede yürüyelim ve rüzgârı hissedelim.
1 note
·
View note
Text
yurdun çamaşırhanesinde elliye yakın makine aynı anda çalışırken volta atıp şarkı dinlemek hoşuma gidiyor.
zihnim sakinleşiyor. o kadar çok gürültü var ki bana sıra kalmıyor.
insanlar geliyor gidiyor, önemi yok.
1 note
·
View note
Text







Şubat ayı.
Sahaflar. Üzerinde 'Fiatı 5 lira' yazan benim varlığımdan bile daha eski kitaplar. Minik şiirlerle dolu bir kitap (bayıldım, almak istedim fakat çok pahalıydı). Ruhlardan bahseden İbni Sina.
Kendimi kendime getirmek ve götürmek için çokça bakma ihtiyacı duyduğum duvar kağıdımdaki söz. Ama önce ben kendimi inşa etmeliyim, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla. Ferahlatıyor. Yetersiz olduğumu düşündüğüm, kendime kızdığım, insanları ve hayatı eleştirdiğim, çokça yanlışlar yapıldığını hissettiğim, 'hayatta bundan çok daha fazlası var' demek istediğim anlarda bakıp derin bir nefes aldım. Çünkü her şeyden öte tutunacak bir kendim vardı, inşa ettiğim, ürettiğim, zaman zaman keskin yanlarını törpülediğim varlığımı çok derinden hissettirdi.
Sanki elimi kendi omzuma koyuyordum ve gözlerimin içine bakıp 'dik dur' diyordum. İnsanın yürürken veya otururken kambur durduğunu fark edip kendini ansızın dimdik tutmaya çalışması gibi, birden, farkındalıkla ruhumu dikleştiriyordum. Aynı zamanda bedenimi de.
Son zamanlarda insanın dışarıya yansıttığı kişi ile kendine iç gözüyle baktığında gördüğü kişi arasındaki farkları düşünüyorum. Neyi yansıtıyorum ve aslında kimim? İkisi arasındaki mecburi ve istemli farkların dengemi nasıl bozduğunu anlamayı deniyorum. Ama bu akıl sınırlarıyla hesaplayabileceğimden öte gibi. Gerçekten tanınmak, tanımak, kimsenin içimdeki benliği tam anlamıyla bilmiyor oluşu üzerine düşünmeyeli epey zaman olmuştu.
İşte bu yüzden yazmalıyım.
Düzensizlik ve karmaşa içinde nasıl yazılır unuttum, bir yandan da biliyorum ki yaratıyı ortadan çıkarmanın asıl yolu karmaşadır. Her şey karmaşadan doğar. Yazılar bile. En azından benimkiler öyleydi.
O yüzden, 'kutsal buldum sonunda aklımın düzensizliğini'.
Balzamin, kendimden kendime.
1 note
·
View note
Text










Bu haftadan birikenler.
Kitap Gece Yarısı Kütüphanesi'ydi. İkinci Dönem tekrar okuyup üzerine uzun bir yazı yazacağım.
Bu haftanın şarkıları Grayscale'den Not Afraid To Die ve Forever Yours.
I'm scared to death of heights
But I'm not afraid to die.
Ölmekten korkmuyorum ama bir üst geçitte yürürken yolun ortasında kalp atışlarımın hızından yere çökmek isteyecek kadar yükseklikten korkuyorum.
1 note
·
View note
Text

Masum.
Yurt anılarından.
Second yeni şarkı çıkardı, Fotoğraf adında.
'Kalbim kurusun
Binemezsem senle o eski gemiye.'
Merlin dizisinde sandala binip gittikleri, ölüler diyarıyla bağlantılı büyülü bir mekan vardı. Ben de o eski gemilerden birine binip fantastik bir evrenin derin denizlerine açılmak istiyorum, son zamanlarda dünyanın gerçekliği beni yeniden sıkmaya bunaltmaya başladı.
Bir yanım da Rus Edebiyatı romanlarında kaybolmak istiyor. Dostoyevskinin Budala'sını ve Karamazov Kardeşlerini aldım geçenlerde, sırf kaybolmak için.
Kaybolmaya ihtiyacım var. Şu ankinden daha ilgi çekici evrenlerde yaşadığım maceralara, keyifli deneyimlere, gece yarısı olunca balkabağına dönüşen bir arabanın varlığına, perilere, iyilerin daima kazandığı kötülerin daima kaybettiği zaferlere, bu kehanete güvenerek yapılan savaşlara, KILICIMI KUŞANIP DEV AHTAPOTLARLA KAVGA ETMEYE ihtiyaç duyuyorum.
Fakat yurdun bahçesinde oturup cipsle yoğurt yiyorum. Her şey kafamın içinde olup bitiyor. Hareketsiz, sessiz, sıkıcı.
1 note
·
View note
Text
Hayatımda ilk defa okey oynadım ve biraz oynamayı öğrendim. Bu oyun için fazla kibar kaldığıma karar versem de oyunların mantığını öğrenmek çok keyifli geliyor.

Dönüş yolunda yağmurda yürüdük ve ben hâlâ Ebru Gündeş'in Kaçak şarkısını mırıldanıyordum.
Belki de milyon defa 'Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?' diye sormuşumdur.
Gün sonunda merdivende oturup gece ikiye kadar ağlarken cevabı vermiş oldum kendime.
'İstesem de yürüyemem.'
Belki haftalardır içimde tuttuğum üzüntüleri serbest bıraksam iyi olur dedim. Tutma kendini, ortalıkta dolan gözlerini örtmektense, bir gece delicesine ağla da acın azalsın.
Daha önce defalarca güldüğüm merdivende yalnız başıma oturup ağladım. Camdan dışarıya bakıp boş durağı izledim. Aynı durağı izlerken güldüğüm güzel anlarım geldi aklıma, hepsinin hayal kırıklığına bulanışına üzüldüm.
Bazen ne yaparsak yapalım, bazı yerlerde ne kadar kalmak istersek isteyelim, gitmek gerekir. Ben bu yıl konfor alanlarımdan çıkmayı öğrendim. Evimden, odamdan, hayatımdan, alıştığım insanlardan çıkıp kendime olduğundan daha farklı bir hayat sunmak için çabaladım. En büyük sınavım kendimle verdiğim sınav oldu. Çünkü bütün o alıştığı alanlarda kalmak için tırnaklarını geçiren yanımı bileklerinden tutup tabiri caizse zorla çektim aldım bazı yerlerden. Acıya alışmak iyi değil dedim.
Sana acı veren yerlerde kalmak, sana acı veren insanlara tutunmak iyi değil. Seni acı çektiğin çukurda tekmeleyen insanları, seni bile bile inciten insanları, kafeste tutmak isteyenleri kendine ev seçemezsin.
Bu pençelerini onlara değil, daha güzel yollar yürümek için ruhuna iyi gelecek imkanlara geçirmelisin. Tutunacağın dallara güvenebilmelisin.
Takıntı haline getirdiğim tüm acı veren şeylerden sıyrılıp kurtarmaya çalışıyorum kendimi. Odamdan bile.
2020 yılında yazdığım blogu karıştırırken şöyle bir cümleme denk geldim.
'Işıklar söndü. Şimdi tetiğin yerini öğrettiğin kaç insana hedef oluyorsun?'
Sevgiyle, burada bir tetik var, tam şurada, zamanında tam şuradan vurulup hayatımın yarasını aldım ben, diyerek yaralarımı anlattığım insanlar işte tam da oradan çekti tetiği. Işıklar söndü. Ben yarayı bir şekilde tedavi ederim yolumu yürümeyi sürdürürüm de bir daha tetiğin yerinden bahsetmek, açıp yaraları göstermek cesaretini ne yapacağım bilemiyorum.
Tekrar söylüyorum, acıya alışmak iyi değil. Acı veren insanlara alışmak iyi değil. Acı bir itici güç olarak insanı düştüğü çukurundan çıkarmaya sevk etmeli. Seligman'ın Depresyondaki Köpekler Deneyi geldi aklıma.
Deneydeki köpekleri 3 gruba ayırıyor Martin Seligman.
İlk gruptaki köpeklere elektroşok veriyor ve şoktan kaçmalarını engelliyor. Kaçmaya çalıştıklarında adım attıkları yerde tekrar şoka maruz kalıyorlar.
İkinci gruptaki köpeklere de aynı şekilde şok veriyor fakat bu gruba düğmeye basarak şoktan kurtulabilme imkanı veriyor.
Üçüncü gruptaki köpeklere ise hiç elektroşok vermiyor.
Deneyin ikinci aşamasında ise bütün gruplardaki köpeklere yeniden şok veriyor. Köpekleri gözlemlediğinde hiç şok verilmemiş köpeklerin ve daha önce şoktan kurtulmayı başarmış olan köpeklerin kaçmayı denediğini, fakat kaçamayacağını (: öğrenmiş ilk gruptaki köpeklerin kaçmaya eğilim bile göstermediğini fark ediyor.
Yani, ilk grup köpekleri çaresizliği 'öğreniyor.' Öğrenilmiş Çaresizlik kavramı ve depresyon.
Acıya alışmak, tepkisizleşmek, acıya karşı yerinden bile kıpırdamamak. Çaresizliği öğrenmek.
Tekrardan söylüyorum. Acıya alışmak iyi değil. Kalkıp oradan çıkmak gerek. Çıkamasak bile çıkmayı denemeye devam etmek gerek. Gerekirse kendimizi tutup zorla çekmek gerek o çukurdan. Varsın içimizin bazı mühim yanları geride kalsın, varsın çok yaralanmış bir şekilde çıkalım oradan ama çıkalım. Çukur bizi yalnızca çürütecek çünkü.
2024 yılında kendime yaptığım şey de tam olarak çukurlardan kendimi çıkarmaktı.
21 Aralık gecesi -ki en uzun gece- merdivende oturmuşken çok büyük bir çukurdan kurtulmaya çalışıyordum. En zor aşamam hep 'kabullenmek'. Karanlıktan camdaki yansımama bakıp 'Bak Dilara,' diyerek cümleye başladığım gerçekler bin tane gözyaşı da akıtsa onları söylemek, duymak, anlamak ve yarayı kanatmak en zor ama en mühim aşamam.
Kabullen.
Sevdiğin her insan iyi çıkmaz, kabullen.
Yaralarını sevgiyle güvenle gösterdiğin herkes tekrar yaralanma diye seni koruyacak değil, kabullen. Bazısı o yaralardan seni tekrar yaralar, kabullen.
Seni hiç yaralamayacakmış, seni yaralayanları mahvedermiş gibi davranan insanlar da seni yaralayabilir, kabullen. Sandığın kadar güçlü değil kimse, kabullen.
Yaralarını bilip yanında olmak isteyen iyi insanlar da olacak, kabullen. Bazen yaralarını bilmeden de seni korumak ve sevmek isteyen iyi insanlar olacak, kabullen. Her zaman kötü ihtimaller yok dünyada, yaralarından yaralandın diye insanlara küsme, kabullen.
Kendine veremediğin şeyleri, kendi ruhunda kapatamadığın eksikleri diğer insanlarda bulma çabası seni yanlış yönlendirebilir, illüzyonlara kapılabilirsin, dikkatli ol, kendine vermen gerek aslolanı, başka yerlerde aramayı bırak, kabullen. Kendini sev, kendini sev, kendini sev. Kendisine yazdığı her mektubun sonunu kendini sev diye bitiren Fatoş'la konuştuğunuz gibi, kendini sevmek gerçekten çok önemli, kabullen.
Sana yanlış yapan insanları her zaman hayatında tutmaya devam edemezsin, bu onlara 'bana yanlış da yapsanız sizinleyim'i öğretir, bazen yanlış yaptıkları için insanları silmeyi bil, kabullen. Bazı yanlışların telafisi yoktur, kabullen.
Kendi öz değerini bilerek hareket etmeyi öğren, kabullen.
Benlik algını geliştir, kabullen.
Ne müzik, ne dizi, ne insanlar, ne herhangi bir uğraş, bazen sadece ama sadece kendinle kalmayı bil, kendine tahammül edebilmeyi, telefonu müziği kalabalıkları her şeyi bırakıp dünyada sadece kendinle kaldığındaki güzellikleri bulabilmeyi bil. İnsanların yalnızca kendileriyle kalmaya tahammül edemedikleri için sürekli reels kaydırdıklarını, kulaklığı çıkaramadıklarını, devamlı bir şeylerle oyalanma ihtiyacı duyduklarını söyleyen kadın pek haksız değil, kabullen.
Kabullen.
İsyan edip çıktığın çukurlardan, kabullenişle kendine döndüğün güzel yollara.
Neyi kabullenip neye karşı çıkacağının ayrımını bilmek önemli.
Acının çukurunda depresyonun dibinde kalmayı kabullenmekle, acıların sendeki tesirini ve gerçekleri kabullenip onlarla yüzleşerek devam etmek bir değil. İki kabul arasında dağlardan da öte farklar var. Biri seni çürütürken, diğeri huzur verip yüklerini hafifletecek.
Düştüğün yerden kalkmak için tembelliğine ve tepkisizliğine karşı çıkmakla, iyileşmeye yeşermeye düzelmeye karşı çıkmak da bir değil. İyileşmeye direnç göstermektense, pes etmeye ve çürümeye direnç göstermek seni kendine yaklaştıracak.
Huzurlu kal.
Seni seviyorum.
Bu gece acını sonuna kadar yaşama şansını kendine verdiğin için teşekkür ederim. Yola daha iyi bir şekilde devam edeceğine inanıyorum.
Hem yeni yıla giriyoruz. Hem başka şehirde güzel deneyimlerlesin.
Gençsin.
Sağlıklısın.
Şükret.
Dostların var.
Sen varsın, her şeyden önce.
(:
2 notes
·
View notes
Text

Billie Eilish, Everything I Wanted.
Dinleyip etrafa bakınırken duvarda bu yazıyı gördüm. Fotoğrafını çekmek için kalktım yerimden.
Şarkı gerçekten Golden Köprüsünden atlamak üzereymişim gibi hissettiriyor. Hatta atlamışım, suyun altındaymışım, her şey gözümün önünden geçiyormuş, birçok buğulu ses belli belirsiz konuşuyormuş gibi.
Burada olduğum müddetçe seni kimse incitemez dediği kısımda içime keskin bir bıçak yaslıyorlar.
Çünkü bana böyle güvende hissettiren hiçbir şey yok.
Kendime veremediğim şey bu belki de.
Arayıp durduğum, bulmak istediğim şey bu. Her an orada olan bir koruma kalkanı. Hep varlığını hissedeceğim, asla gitmeyeceğinden kaybolmayacağından emin olabildiğim bir gerçeklik.
Beni köprüden bile atlasam suyun altından çıkarabilecek bir güç.
Böyle anlarda bir abim olsaydı diyorum.
Veya en azından zorda kaldığımda, bir köprünün ucunda durmak istediğimde kendilerine sığınabileceğimi, onlarlayken kendim gibi hissedebileceğimi bildiğim ebeveynlerim olsaydı.
Bir dayanak.
Bir güç kaynağı.
Ama kendim dışında.
Dıştan bir güç kaynağım olsa her şey daha kolay olur muydu?
Hiç kimsede ve hiçbir yerde bulamayacağım bir duyguyu arıyorum belki.
Benlik algısı konusunda okumalar yapan bir arkadaşım bu söylediklerime karşı şunu derdi muhakkak:
"Bunlar kendi içinde bir boşluğu kapatmaya çalışmanla, senin kendine veremediğin bir şeyi insanların vermesini istemenle alakalı. Ve ihtiyacın olanı da ancak kendine baktığında bulabilirsin. Kendin için bir şeyler yapmaya başla. Çünkü gerçekten sana şu an ağır gelen şey sonsuza kadar öyle gelmeyecek."
1 note
·
View note
Text

Fabrikada Cinayet tiyatrosu.
Aklımda en çok kalan şey okunan iki şiir oldu.
Biri Orhan Veli'nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiiriydi.
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini deppoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah'ın emri,
"Ayrılık olmasaydı."
_______________
Diğeri Ah Muhsin Ünl��'nün 'Sen beni Öpersen Belki Fransız Olurum' şiiriydi.
"sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.
-senegalliler dahil değil
sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin
-yoksa seni rahatsız mı ettim?
sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak
-freud diye bir şey yoktur.
sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-haydi iç de çay koyayım."
1 note
·
View note
Text


Kütüphaneleri mimarların gözünden görmek lazımmış, kendi başıma gezdiğimde onunla gezdiğimdeki kadar büyülenmemiştim. Kullanılan ahşaplara parmağıyla vurup 'bunlar çok kaliteli, bak dokun' dedi. Ahşaplara, yeşil camlara, duvarlara, hatta halılara bile tek tek dokunarak inceledik.
Bir ara 'Buradan nasıl yukarı çıkacağız?' dedim. Etrafı gözleriyle süzüp 'gizli bir merdivenle' diyerek hiç orada merdiven olacağına ihtimal vermeyeceğim bir yere götürdü beni. Merdivenin sonu bir sürü kitabın olduğu koridorlara çıktı. Büyülenerek kitapları inceledim. Her biri İstanbul'un çeşitli mekanlarının adı olan bir sürü kitap vardı, tarih kitapları, psikoloji kitapları, türk tarihine dair ilgi çekici isimlere sahip birden fazla cilt. Hepsine dokundum, parmak uçlarımda ne kadar eski ve büyülü olduklarını hissetmeye çalıştım.
'Burayı inşa etmek için aklının hayalinin alamayacağı paralar harcamışlardır, her şey harika düşünülmüş.' diye diye bana her detayı anlatmaya çalıştı.
Daha iyi bir mimar olmak istediğinden yakındı.
Ona çok iyi bir mimar olacağını söyledim.
Bir mimarın gerçekten kendi potansiyelini gösterebilmesi için bir müşterinin gelip tüm her şeyi ona bırakması gerekirmiş. 'Ben bir ev istiyorum ama nasıl bir ev yapacağını tamamen sana ve senin yeteneklerine bırakıyorum.' demek gibi. Maalesef müşteriler hep kendi isteklerini öne sürüp nasıl bir yapı dizaynı istediklerinden bahsederek aslında mimarların kendi potansiyellerini göstermelerindense kendilerine söylenileni yapmalarına sebep oluyorlarmış. Mimarın imzasını görmek için, her şey mimarın hayal gücüne bırakılmalıymış. Güzelce anlattı. Gülümsetti. İnsanların içlerindeki ruhani potansiyellerini görmek için ne yapmak gerek acaba?
Kendi en iyi versiyonuma ulaşmak için önce içimde dünyanın ve toplumun yerleştirdiği tüm kalıp şeyleri yıksam, sonra içimin haritasını dizaynını kendi ellerime bıraksam, nasıl inşa etmek istersen et desem, ortaya nasıl bir sonuç ve ben çıkardı? Merak konusu.
Şu iki günde dünyanın hali üzerine çok konuşuldu çevremde. İnsanlığı hâlâ kurtarabilir miyiz bilmiyorum. Bunun için ne yapabiliriz bilmiyorum. Bir bütünün parçası olduğumu fark ettiğimde, dünyadaki milyarlarca yığın insanlardan bir tanesi olarak toplumun taşlarından birini simgelediğimi anladığımda ben de dünya için ne yapabileceğimi düşünmeye başlarım belki. Travma etkinliğine katıldığımda aklımın köşesinde bir Z planı kurdum. Z planı diyorum çünkü hayatım için tüm olasılıkları bir kenara bıraktığımda geriye kalan en en son ihtimal bu. Tüm heves ve arzuları bir kenara atıp yalnızca afet içindeki insanları kurtarmaya ömrümü adayabilirdim. O zaman hem topluluk adına daha ciddi bir işe yarardım, hem de adanmışlık duygumu içimin ikna olabildiği bir uğurda kullanırdım. Belki günlük telaşlarım, şu anki acılarım, bağlarım, ilişkilerim ve bir hayatım olmazdı. Ama tek bir hedefe kitlenmiş ok gibi çok güçlü olurdum. Dünyadaki varlığım için de sağlam bir sebebe tutunurdum.
İnsanlığa hem bireysel hem toplumsal açıdan, tikelde ve tümelde, her türlü üzülen bir parçam var. Ama bu parçayı çeşitli toplulukların içime sahiden sinmeyen ideallerine yönelerek kullanmak veya susturmak istemiyorum. Çok daha ruhuma uyan bir gerçeğe ihtiyacım var. Z planı fena değil. Bakalım zaman ne gösterecek.

Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
(:
1 note
·
View note
Text








Taş bebek. Beni çok eski zamanlarda hissettiren nostaljik şeylere bayılıyorum.
Soldaki bebeğin Merlin'e, sağdakinin Arthur'a benzediğine karar verdik.


1 note
·
View note
Text





Elbette daktilo.
Çözemediğim sorularla yaşamaya alışıyorum.
Cevaplar olmadan da yaşamayı öğrenmek hakkında düşünüyorum ve merakımı sakinleştiriyorum.
Gaye vardı, yanında kendimi iyi hissettiğim güzel bir ruhu var. Bana bolca gülümsedi, beni bolca düşündürdü.
Kibar bir ruh olduğumdan bahsetti ve bana dönüp 'sen neden böylesin, çok sakinsin, hiç sinirleniyor musun sen?' dedi, gülümsedim. Neden bu kadar kibar kaldım dünyaya karşı, neden kızmak istediğimde bağırıp çağıramadım ve öfkesiyle bile içinde çoğalan çoğalan çoğalan çok sakin bir tekilliğe dönüştüm. Tüm duygularım neden bu kadar içerideydi, onları oldukları gibi yansıtmayı, eylemlere saf şekilde dönüştürmeyi ben mi başaramıyordum yoksa büyürken duygularım kendilerine gerçekten böyle mi ifade hali geliştirdi? Normal bir durum mu bu sakinlik, yoksa içimdeki her şeyin üzerini örtüp onları bastırıyor muyum diye bir sorguladım.
Cevap? Zaman bana cevabı yaşatır belki.
Öfkeden delirdiğim oldu. Ama ben öfkeden delirdiğimde bile kendimleydim, etrafta insanlar hiç yoktu.
Belki bir başka arkadaşımın dediği gibi, benim dünyam çok içeridedir. Zamanında zarar görmemek için onu çok içeriye ve derine inşa edip, dış dünyayla arasında hep 'aşılması gereken' uzun mesafeler bırakmışımdır.
Şimdilerde, içimde olduğu gibi dışımda da kendimi yaşamaya odaklıyım en çok. Mesafeleri aşıyorum. Kendimi yansıtmayı da seviyorum. Yazmaya da dönüyorum, bunun sebebi biraz farklı ama onu irdelemeye halim şu an yok.
Çıkışta bankta oturup, soğukta taze bir simidi bölüştüğümüz çok tatlı bir gündü.
Günün şarkısı: Gönül Akkor, Böyle Gelmiş Böyle Geçer Dünya
1 note
·
View note
Text
22 Ekim
Yine yazıp yazıp siliyorum. Şarkı kulağımda 'Bana bir yolunu bul, bir söz delip geçer mi? Bana bir yolunu bul, küçük bir an yeterdi. Bana bir yolunu bul, hayat cidden güzel mi?' diye soruyor.
Gülümsüyorum, sessiz bir kafenin köşesinde, bir satranç masasının önünde oturmuş bu sorulara gülümsüyorum. Rilke ile konuşuyorum. 'Ey Rilke, işte sonunda yazmaktan başka hiçbir şeyin beni kendime getiremeyeceği bir andayım, gerçekten yazmak zorundayım.' diyorum. 'Başka hiçbir şekilde ne kendimle ne karanlığımla ne de dünyayla baş edemem. Yazmak, yazmak, yazmak. Cümlelerle manzaralar çizmek ve onları uzun uzun izlemek zorundayım.'
Tek tek alıntılar canlanıyor aklımda.
'Yazmak zorundayım diyerek dikilebiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun hayatınızı; yaşamınız o zaman, en önemsiz ve değersiz saatine varana dek bu güçlü içsel dürtünün bir işareti ve kanıtı olmalı.'
'Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize. Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en sessiz saatinde kendinize şu soruyu yöneltin: İlle de yazmam gerekiyor mu?'
Gecelerce düşündüm. Yattığımda aklımdan geçen cümleleri avuçlarımda tuttum ve onları bir iple oynar gibi birbirlerine dolayarak ördüm. Ördüklerimi yeniden yeniden bozdum. Bu eylemin verdiği hazzı içimde bir bağımlılık gibi yaşadım. Her delirişimde ve her çöküşümde zihnimde bir sürü duygu ayaklanıp cümlelere çevrildi, önümde dikildiler, defalarca kalbime battılar. Yine de yazmayacağım dedim, hiçbir karşı cümle sunmadım onlara. Kendimle savaşmak istemedim. Kendimle barışmak da istemedim. Kendimle oturmak konuşmak, hiçbir şey yapmak istemedim. Kendime bulaşmak cümlelere bulaşmaktı, cümlelere bulaşmak derinlere bulaşmaktı, derinlerin beni içine çekmesinden, orada kaybolmaktan korktum. Acı başta olmak üzere tüm bu duyguları görmezden gelmek onları irdelemekten iyidir dedim. Onları irdelersem anlamaya çalışmanın zevki çözüme ulaşmanınkine ağır basar diye, depresyonum tetiklenir ve eski deliliğim beni ele geçirir diye korktum. Ellerimi klavyeye uzatmadım. Hep bir adım geride durdum ve eşiği hiç geçmedim. Ateşe dokunmak gibi gördüm harflere dokunmayı, öfkemden bütün dünyayı yerle bir etmek istediğimde ama yalnızca odanın ortasına çöküp kaldığımda bile hiçbir şeyi yazıya geçirmedim. Gözlerim iyileştiğinde, aşık olduğumda, o aşkı tükettiğimde, birçok dostla kalbimi bağlayıp sonra o bağı tutup kopardığımda, yeni kitaplar aldığımda, nice kitaplar bitirdiğimde, güzel şiirler okuduğumda, eski şiirleri içimde tekrar tekrar çevirip durduğumda, yenildiğimde, zafere ulaştığımda, her şeyi bozup yeniden inşa ettiğimde, ölürüm dediğim yerde ev yaptığımda kendime, yine de yazmadım. Kaydetmedim. Öleceğim sessizce dedim. Yazmakla yazmamak arasında hiçbir fark göremediğim anlara inandım. Ben belki ansızın artık dünyada olmamanın gizemine bürüneceğim ama o zaman bile yazsaydım demeyeceğim, yazmamış olacağım diye düşündüm.
Aldandım.
Yazmadığım her gün ve her hafta daha çok kendi aklıma sıkıştım, anlamlandıramadığım ve irdelemediğim her şeyi aklımın çöpüne ata ata orada kocaman bir dağ yaratmış oldum. Kendime dokunmayı, evet kendi içime dokunduğumdaki o muhteşem hissi unuttum. Elim yanmasın diye klavyeye dokunmazken elim öyle üşüdü ki şimdi klavyeye dokunurken bile bu parmakları kıpırdatmada zorluk çektiğimi fark ediyorum. Tozlandım, köreldim, eski evlerde üzerine beyaz örtüler serilip unutulmaya terk edilen bir eşyaya bakar gibi bakıyorum şimdi ellerime.
'Seninle her şeye yeni baştan nasıl başlayacağız?' diyorum. Kendimle anlaşabileceğim bir dile indirgeyerek her şeyi uzun uzun anlatıyorum. 'Kırık dökük bir eşyasın, bu yüzden eskisi gibi yazamayacağına, büyünü kaybettiğine inanıyorsun. Peki sana soruyorum. Kullanılmadığı için eskiyen bütün bu yanlarını yeni ve daha güzel parçalarla değiştirsem aynı kalacak mısın ki?'
'Theseus'un Gemi'si* paradoksunu hatırla.' diyorum kendime. 'Ve ellerine bakıp böyle çok üzülme. Değişimlerinle ve eskiye ait körelmiş parçalarınla kendini kabul edip onları yazmaktan vazgeçmeye bahane göreceğine sebep olarak görmeyi dene. Eskisi gibi yazamamaktan, eski sen olamamaktan korkma. Bu yalnızca senin paradoksun değil çünkü. Değişmek bir tek senin sorunun değil. Üstelik Rilke'ye de söylediğin gibi, yazmadan duramayacak ve nefes dahi alamayacak bir noktaya geldin. Sen sayfalara geçirmedin diye aklındaki cümleler var olmayı ve senin zihninin duvarlarına çarpıp rahatsız etmeyi bırakacak mı zannediyorsun? Bana bu boş beyaz kağıdı açtıran duygun kaç yıldır orada bu anı bekledi? Hazır olduğuna inanman için daha ne kadar içinde kaynamayı sürdürmesi gerekiyor? Eski bloga yazdığın tüm yazıların fotokopisini çıkartıp rafına koydun, defalarca kez döndün dolaştın okudun. O cümlelere bakarken göğsünde hissettiğin sıcaklık kaç dereceye varmalı ki ellerini yeniden klavyede hareket ettirmeye ikna olasın? Büyü yapalım, diyorum sana. Ellerini tutmak, bu ellerle büyü yapalım, kelimelerle oynayalım, cümleleri birbirine bağlayalım, örelim, ısınalım, havalar soğuyacak kendimizi koruyalım, kendimizi savunalım, Bilge Kral'ın dediği gibi. Hayatı savunur gibi, şiiri savunur gibi savunalım kendimizi demek istiyorum.'
'Kendin olmak için savaş eğer savaşacaksan.
Kelebekler seni tamamlar, seninle yürür sarısabır ve taflan
Yenilmek de güzeldir. Yenilmek: Boş bir sandal gibi duymak mehtabı
Böyle böyle geçecek ağzında büyümenin o buruk tadı.
Varsın her şey giderek azalsın, üstümüzde gök altımızda toprak
Sen büyüdükçe çocukluğunu uzatmaya bak.'
Gülümsüyorum. Yazıya başlarken içim umutluydu, ortalarında bir başka mekanda ve içimde acıyla karışık hayal kırıklığı duygusu taşıyarak oturuyordum. Olumsuz duyguyla perçinlendim, harekete geçtim. Sonunda o acıyı dönüştürmüş olduğumu gördüm, kendi elimi omzumda hissettim, gülümserken gözüm ekranın siyah arkaplanına yansıyan bakışlarıma takıldı. Buradaydım, daha ötesi yoktu.
Nerede olursak olalım, hangi şehirde ve hangi mekanda bulunursak, dünyanın tüm algısı, cenneti cehennemi, yargıları, sesleri ve gürültüleri, anlam da mana da, gerçek de hayal de, her şey içimizde. Ölçüt kendimiziz. Dengeyi korumak da bizim elimizde. Farkında oldukça özgürlüğe daha yakınız.
Buna inanarak yazıyı bitiriyorum, ve inancımın birazını da kendime yöneltiyorum.
Son olarak, sana dünyayla başa çıkma mücadelende bulabildiğim en iyi yol yazmak oldu.
_
*: Theseus'un Girit Adasında yarı insan yarı boğadan oluşan Minotaur'u öldürürken kullandığı bir gemisi vardır. Plutarkhos Theseus'un bindiği bu ahşap geminin ulusal bir hazine olması gerektiğini düşünür ve şu müthiş deneyi ortaya atar: Zamanında büyük bir zafere konu olan bu efsanevi gemi, aşınma ve yıpranma nedeniyle zaman içinde orijinal parçalarından hiçbiri kalmayana kadar değiştirilse, o gemi hâlâ zaferi elde eden ve savaşı kazanan gemiyle aynı gemi midir? Yoksa bambaşka bir gemi haline mi gelmiştir? Gemi, kalaslarının toplamı mıdır; seyir geçmişinin toplamı mıdır; her ikisinden de mi oluşur? Bu bir paradoksdur. 'Hücrelerimiz de sürekli ölüyor ve yenileniyor o halde belki de denizdeki gemi gerçek gemidir' diyenlerle o gemiyi müzedeki koleksiyonuna koymak için asıl orijinal parçalarını yeniden toplayan ve birleştirip 'Theseus'un gemisini buldum!' diyen müze müdürünün paradoksudur. Aslına bakılırsa kalaslar, gemiler ve hatta Theseus'un kendisi de durağan şeyler değildir. Değişir ve dönüşürler. 'Eğer değişirsek farklı bir insan mı oluruz?' diyor Anne Sauka. Oysa ki değişim başlangıç noktasıdır. Benlik, yalnızca değişim sayesinde gerçekleşen bir şeydir. Ki hayata varoluşçular gibi insanın bir özü yoktur, insan kendisini inşa eder düşüncesini temel alıp bakıyorsak, bence inşa demek değişim demektir. Aynı kalmayıp yeni parçalar eklemeyi ve bazı eski parçaları yerinden etmeyi şart koşar.

1 note
·
View note