Tumgik
denememelernet-blog · 11 years
Text
HANGİ TAHTIN HANGİ OYUNLARI? Game of Thrones vs. Muhteşem Yüzyıl
Tumblr media
Fantastik iki dizinin fantastik kıyaslarından ibaret güzide yazıma hoş geldiniz. Peşin peşin uyarıyorum ki bana itiraz etmek için öncelikle iki diziyi de bölüm atlamadan izlemiş olun ya da sonuna dek çenenizi kapalı tutun.
Game of Thrones’un uyarlandığı kitap serilerini okumadım. Diziye başlamak için de her ne kadar korkunç bir çaba göstersem de 3. sezon başlamadan evvel ilk iki sezonu çaktırmadan bitirdim. Nedendir bu çaba, açıklayayım. Dizinin ilk bölümü yayınlandığı anda olay oldu. Herkes ondan bahsetmeye, birbirine tavsiye etmeye başladı. Evet, ben de “herkesin izlediği şeyi, herkes izliyor diye izleyemeyenler”denim. Fakat dizi/film zevkine güvendiğim iki ayrı insanın ısrarıyla izlemeye karar verdiğimde, birbirini tanımadığından emin olduğum bu iki insan da karakterleri ve krallıkları anlatmaya başlayınca, duyduğumu aklımda tutarak izlemeyi denediğim dört seferde de uyudum. Latife etmiyorum, gerçekten uyudum. 2. sezon bittikten sonra verilen arada kimseler diziden bahsetmezken, sessiz sedasız izlemeye başladığımda hakkında duyduğum her şeyin üzerini kapattım ve tamamen objektif bir biçimde niyet ettiğimden olsa gerek, izleyecek dizi bulamamanın da katkısı barizse de, izleyip kenara kaldırdım.
Fakat o sakin kafayla seyir halindeyken, sırf senaryosu hatırına izlemeye başladığım Muhteşem Yüzyıl’la aralarındaki bazı benzerlikleri görünce de gayet şaşırdım. Birinin diğerinden araklandığını kastetmiyorum elbette ki iki dizinin yayın hayatına başlama tarihleri arasında sadece üç ay var.
Gelelim kıyasımıza. Şimdiden uyarayım buradan sonrası spoiler cenneti, buradan çıkış yok!
Tumblr media
Game of Thrones’un, neden olduğunu bilmediğim bir şekilde herkesin hastası olduğu Daenerys Targaryen, bir süre sonra Khal Drogo’yla yaptığı evlilikten sonra Khaleesi ünvanını alan karakterinden başlayalım. Khaleesi, hiç istemediği halde bir adamla evlendirilir, o adamın dünyasına yabancıdır ama bir süre sonra kendisinden hoşlanmaya başlar. İstediği tahta ulaşmak için başta araç olan Khal Drogo’ya âşık olur ve onu memnun etmek için elinden geleni yapar, hatta bunun için bir fahişeden de özel ders alır. Bir süre sonra birbirlerine “ayım, güneşim” demeye başlarlar ve Khaleesi, Khal Drogo’yu değiştirir, nihayetinde ölümüne sebep olur, küllerinden doğarak peşinden gelen bir avuç insanla birlikte tahta doğru yürür.
Tumblr media
Muhteşem Yüzyıl’ın mümkün olduğunca yazılı tarihe bağlı kalarak oluşturulan senaryosundaki Hürrem Sultan’a gelelim. Alexandra, Rutenya’dan ailesi öldürüldükten sonra İstanbul’a getirilir. İstemediği halde bir padişahın haremine girer. Ve kendisine bunları yapan “barbar Türkler”den intikam almasının yolunun, haremi ve de dünyayı yönetmesiyle olabileceği dank edince kendini padişaha beğendirir. Haremine girer. Gel gör ki Sultan Süleyman’a âşık olur. Onu memnun etmek için elinden geleni yapar (ki din bile değiştirir) ve padişah da bu cariyenin aşkına karşılık verir. Birbirlerine “ayım, güneşim” diye hitap da ederler ve Hürrem Sultan Süleyman’ın aldığı pek çok önemli kararda etkili olmaya, kendisini değiştirmeye başlar.  Hürrem de küllerinden doğdu ve resmen bir hükümdarlığı yönetti diyebiliriz.
Game of Thrones’ta Khal Drago, Khaleesi’ye bir at hediye eder.
Muhteşem Yüzyıl’da da Sultan Süleyman, Hürrem’e bir at hediye eder.
Game of Thrones’ta ejderhalar vardır:
Muhteşem Yüzyıl’da da bir ejderha vardır. Önce hanedana fal bakan falcı görür bunu kumlarda:
Burada kastettiği ejderha kızıl saçlarıyla Hürrem’dir elbette. Fakat bir sonraki bölümde ejderha rüyasına girer Hürrem Sultan’ın. Bir yerli dizide nihayet ejderha görürüz ki hiç fena değil şaka maka efektler de.
Game of Thrones’un ilk bölümünün kuzey krallığında geçen sahnelerinin birinde kaçak bir “karga” infaz edilecektir. Eddard Stark, infazı kendi gerçekleştirecektir ve çocuklarının en küçüğü olan Bran’in de gelmesini ister. Bran gelir, infazı izlemeye başlarlar ve ailenin “piçi” olan Jon Snow Bran’e yanaşır ve gözlerini infazdan ayırmamasını, babalarının anlayacağını söyler. Bran de söyleneni yapar. Savaşçı olarak yetiştirilen asil bir aileden gelen çocuğun o yaşlarda dahi “korkak” olmaması mühimdir. Keza infazdan sonra Eddark Stark oğluna dönüp bakar ve başını çevirmediği için gurur duyar.
MuhteşemYüzyıl’da tarihte Sarı Selim diye bildiğimiz Hürrem’den doğma şehzade, tam olarak Bran Stark’la aynı yaşlardayken babası Sultan Süleyman tarafından sefere götürülür. Asker olarak yetiştiriliyordur ve hanedana mensuptur. Doğal olarak “korkak” olmaması mühimdir. Selim’e bir infaz izletilir. Şaşkınlıktan dona kalan şehzade, infazdan sonra tüm yeniçeri ocağının karşısında kusar ve rezil olur. Bakınız Jon Snow olmasa Bran Stark tam ne hale gelecekti? 
Sonra bir başka infazda Selim’in ablası Mihrimah Sultan’la evlenecek olan Rüstem Paşa, Jon Snow rolü üstlenir ve Selim’i gözlerini ayırmaması konusunda uyarır. Ve Selim uyarıyı dikkate alır, gözlerini ayırmaz. Babası Sultan Süleyman’ın takdirine mazhar olur. 
Game of Thrones’ta bir nevi “sarı çiyan” diyebileceğimiz Cersei Lannister karakterine gelelim. Oğlunu tahta çıkarmak için bin türlü hile yapar. Terbiyesizin tekidir. Sonraları oğlunun tam bir şerefsiz olması sebebiyle de epey sorun yaşar. Kocasına ihanet eder, kardeşine âşıktır. Hatta çocukları da kardeşindendir. 
Muhteşem Yüzyıl’da da adeta bir “kara çiyan” diyebileceğimiz Şah Sultan karakteri var. Kocasını veziriazam yapmak için türlü dalavereler çevirilir. Bu uğurda Ayaz Paşa’nın koynuna vebalı bir cariye bile sokar. Nihayetinde emeline ulaşır. Ama aslında Şah Sultan da kardeşi Hatice Sultan’ın padişah Sultan Süleyman’ın emriyle öldürülen kocası Pargalı İbrahim’e âşıktır. 
Game of Thrones’ta dünyadan bihaber, evlenme ve asalet meraklısı “leydi” Sansa Stark karakterine karşı Muhteşem Yüzyıl’da da çocukluğundan itibaren Malkoçoğlu Bali Bey’le evlenmeyi kafaya koymuş olan Mihrimah Sultan’ı gösteriyorum. Sansa da geldiğimiz bölüme kadar bakınca, istemediği biriyle evlenmek zorunda kalacak gibi görünüyor. Mihrimah Sultan’ın hiç hoşlanmadığı Rüstem Paşa’yla olan düğününü de kısmetse haftaya yapıyoruz haremde.
Game of Thrones’ta tırmandığı duvardan düşerek uzun süre yatakta kalan ve ayaklarını kaybeden Bran Stark evin en küçüğüdür. Ve üçüncü sezonda öğrendik ki başka yetenekleri var Bran’in. İlerleyen zamanlarda daha da göreceğiz bunu muhtemelen. 
Muhteşem Yüzyıl’da doğuştan omurga kemiklerinde problem olan hanedanın en küçük şehzadesi Cihangir ise kamburdur. Ve dizide işlenmedi fakat Cihangir, kardeşleri arasında aslında en zekisi ve idari işlere en meraklısıdır. Sonraları Sultan Süleyman’a fikir verme babında çok faydası olacaktır.
Game of Thrones’ta sürekli ölü doğum yapan Stannis Baratheon’un karısı Selyse Florent epeyce “kaçık” bir kadındır ki bir kaleye hapsedilmiştir. Kocası kendisini Kızıl Kadın Melisandre’nin kollarına bırakır, karısını aldatır ki kadın için bu sorun da olmaz. Malum, yemiş kafayı.
Muhteşem Yüzyıl’da da Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hatice Sultan kendi çocuğunu emzirirken uyuyakalır ve onun ölümüne sebep olur. Bir de düşük yapar hatta. Nihayetinde bir ikiz doğurur ama tüm bunlar, kocasının Nigar Kalfa’yla olan münasebeti ve en nihayetinde de öldürülmesiyle kafayı epeyce yer.
Nihayetinde daha pek çok ince detay var her iki dizide de birbirine benzeyen ve açıkçası beni eğlendiriyor bu durum. Aman efendim Game of Thrones çok edebiymiş, çok efsaneymiş falan diyenlere Sultan Süleyman da şiir yazıyor, diyebilirsiniz.
Bir başka fantastik tespit yazısında görüşmek dileğiyle, esen kalın.
Not: Yazı Paslanmaz Kalem'de 13 Mayıs 2013'te yayınlanmıştır. 
2 notes · View notes
denememelernet-blog · 11 years
Text
Tarihte, sinemada, TV’de, emmesiyle gömmesiyle SPARTACUS
Tumblr media
Dünya genelinde “absürd”lüğü elbette tartışırız, fakat Türkiye sinemasında bu işin kralı Natuk Baytan’dır. Kemal Sunal’ın başrollerinde oynadığı nice filmi yönetmesi bir yana, kendisi aslında Cüneyt Arkın’ın tarihi film serileri olan Battal Gazi, Malkoçoğlu ve Kara Murat’ın yaratıcılarındandır. Bu filmleri hep başrol oyuncularıyla bildik ama özellikle Natuk Baytan’dan bahsetme sebebim, kendisinin idolünün bariz bir şekilde Stanley Kubrick olmasından kaynaklı.
Müzik ve de sinema konusunda hep duyduğumuz bir laf var, “imkânlar yetersiz” diye. Bu yetersiz imkânların içinde ellerinden geleni yapanları görünce elbette seviniyoruz. Ve sinema konusunda bu insanlardan biri de bana göre Natuk Baytan. Siyasi duruşu bir yana, asıl tiyatro sahnesindeki duruşuyla pek beğendiğim Ferhan Şensoy da kendisinden etkilenen isimlerdendir ki asıl Kemal Sunal’ın filmografisine baktığımızda Baytan etkisini çok net görebiliriz. 82 filme yönetmenlik yapan, 31 filmin de senaryosunu yazmış olan bir adamdan söz ediyorum.
Kubrick etkisine gelecek olursak, Baytan’ın özellikle tarihi serilerde denemeye çalıştığı kamera atraksiyonlarında bunu görüyoruz. Kubrick tüm dünyanın bildiği bir yönetmenken, Baytan açlıktan kıvranan bir sinema sektöründe var olmaya çalıştı. Nitekim bu serilerin bugün bile geyik malzemesi olan olaylarından, figüranın kolunda saat olması, bir sahnede anlık bir şekilde araba görülmesi gibi mevzular Kubrick’in Spartacus’ünde “film hatası” olarak geçse de, içimden bir ses Baytan’ın en azından figüranın saati olayını kasten yapmış olabileceğini de söylüyor. Keza Spartacus’ü bir Kubrick filmi yapan etkenlerden pek çoğunu aşırı amatör, haddinden fazla basit olan versiyonlarıyla Baytan filmlerinde gördük.
Ve elbette ki Spartacus romanı, daha sonra filmi ve de geçtiğimiz günlerde final yapan diziyle birlikte klişemiz “I am Spartacus!” mevzusunun bir de Kara Murat versiyonu vardır. Tüm bunlar ışığında Natuk Baytan için saygı duruşumu tamamlayıp asıl mevzumuza, Spartacus’e dönelim.
1959 yılında Judah Ben-Hur rolünü dönemin yakışıklı jönlerinden Charlton Heston kapmıştır ve aslında bu rol için konuşulan ilk dedikodular Kirk Douglas hakkındadır. Ben-Hur filmi, şike var mıdır yok mudur bilinmez fakat bolca Oscar da alınca Kirk Douglas epeyce hırs yapar. Öyle ya, Hristiyanlık’ın hikâyesi olan Ben-Hur’dan daha fazla etki bırakacak bir karakter varsa o da olsa olsa Spartacus’tür.
Saygı duruşumuz bitti ama burada da yine Natuk Baytan’dan bahsetmek durumundayım, çünkü Baytan’ın çektiği tarihi filmlerin soundtrack’leri komple Ben-Hur filminden araktır. Olağanüstü bir soundtracktir, sinema tarihi açısından da oldukça önemlidir. Ben-Hur hakkında daha çok şey söylemek isterdi gönül, savaş sahnelerinden, arena sahnelerinden ve çekim sırasında hayatını kaybeden dublörden, hiç efekt kullanmadan o şahane doğallıkla yapılan şaheserden uzun uzun bahsedebilirdim fakat ne dedik, konumuz Spartacus.
1951 yılında Howard Fast, biraz da Musa’nın (daha ziyade Yahudiler’in Mısır’dan ayrılışı)  hikâyesine benzediğinden Antik Roma’nın en büyük kahramanı Spartacus’un hayatını bir romana uyarlar. Kirk Douglas’ın kıskançlığıyla 1960 yılında bu roman bir filme uyarlanır. Ve aynı roman, TV dünyasının en eğlenceli yapımlarından biri olan Spartacus: Blood and  Sand (2010), Vengeance (2012) ve War of the Damned (2013) serisine sebep olur. Bir de mini serimiz var elbette, Spartacus: Gods of Arena (2011) adında ki bu da artık okumaktan bıktınızsa da bir de benden duyun; Spartacus’un Batiatus hanesine gladyatör olarak alınmasından önce hanede ve olayların başladığı Capua’da olanları anlatır.
Kirk Douglas’ın kaprisleri film çekilmeye başladığında da bitmez elbette. Önce filmin yönetmeninin Antony Mann olması kararlaştırılır. Söylentilere göre filmin üçte birini de kendisi çeker zaten. Daha sonra Kirk Douglas’ın ısrarlarıyla koltuk Stanley Kubrick’e devredilir. Geçmişte de birlikte çalıştıklarından ve Kubrick’in dehasından mütevellit ortaya oldukça iyi bir film çıkar. Tabi ki dönemine göre. Ha Spartacus ile Ben-Hur’u kıyaslamaya kalkarsak, sembolü oldukları şeyler minvalinde elbette gönlümüz özgürlük mücadelesi veren Spartacus’ten yana, fakat filmlerin başarısından söz edeceksek üzgünüm ama Ben-Hur, Spartacus’u tokat manyağına çevirir.
Tumblr media
Gelelim filmin senaryosuna. Ortada bir roman var fakat bu romanı Douglas’ın istediği formatta bir senaryoya dönüştürebilecek kabiliyette senarist var mı? Spartacus, özgürlüğü temsil eden, tarihin ilk köle isyanını ve iki sene süren bir savaşı başlatmış.
Sakın ola bir yere ayrılmayın, burada flashback yapıyoruz!
Tarih aralığı: 1937-1960 Yer: Amerika. UCA (Unamerican Activities Comittee) kurulmuş ve FBI yaptığı araştırmalar sonucunda Komünist olmasından şüphelendikleri ünlü insanların bir listesini yapmıştır. Komite de harekete geçmiştir ki amaçları Amerikan halkını Komünizm’den arındırmaktır. Görüşmelere çağrılan ünlülerden bunu reddeden üç yüz küsür kişi Komünist ilan edilmiştir ve içlerinde Charlie Chaplin de vardır. Senator McCarty’nin adıyla anılan bu uygulamalar sonunda listede adı geçen yönetmenlerin filmleri gösterilemez, yazarların kitapları satılamaz bir hal alır. Ve bu listede elbette halkın çok sevdiği insanlar da vardır. Bir süre sonra (1947) liste daraltılır ve nihayetinde baskılara dayanamayan biri, sona kalan insanlardan on bir kişilik Hollywood listesinden biri olduğunu fakat dört sene içlerinde bulunduktan sonra partiden ayrıldığını, diğer on kişinin de Komünist olduğunu iddia eder. O zamana dek bu listedeki insanların hiçbiri hakkında tek bir delil dahi bulunamamıştır ve bu tek kanıtla birlikte Hollywood için varlığı çok mühim olan on kişi hapse mahkûm edilir, işlerinden olur ve nice zorluk yaşarlar. Bu listedekilerden bir kısmı başka ülkelere gidip oralarda filmler çekerler fakat bunun yaşadıklarını telafi edebilecek bir getirisi olamaz.
Bunun Spartacus’le ne alakası mı var? Spartacus romanını Kubrick filmine dönüştüren senaryoyu yazan kişi Dalton Trumbo’dur ki kendisi de o on kişilik listede yer almıştır. Ve Spartacus de bu Komünizm düşmanı fırtınadan sonra gerçek adıyla yer aldığı ilk proje olur. Bunun Kirk Douglas’la ne alakası mı var? Gerçek adının yazılmasında ısrar eden kişi Kirk Douglas’ın ta kendisidir.
Antik Roma uygarlığının tarihini değiştiren bir kölenin hikâyesidir Spartacus’ünkü. Sadece başlattığı isyanla, kölelere verdiği umut ve amaçla değil; bu isyanı bastıran General Crassus’un (Marcus Licinius Crassus) daha sonra Roma’ya dönüp, Pompey (Gnaeus Pompeius Magnus) ve Jul Sezar (Gaius Julius Caesar) ile yaptığı gizli anlaşmaya bağlı olarak anayasayı değiştirmeleri ve Triumvirlik müessesesinin açılmasına sebep olduğu için. Bu neye mi yaradı? Roma’nın uygarlıktan imparatorluğa doğru yol almasına. Doğrudan tek sebep değil elbette, çünkü Roma hiyerarşiyle yönetilen bir uygarlık ve asilliğin çeşitli dereceleri var. Doğal olarak bazen para konuşuyor, bazen aile adı ve dengeler sürekli değişebiliyor. Nitekim bu da Roma’nın tarihinde önemli bir olay haline geldi. Crassus’un parasına para katmasına, Jul Sezar’ın Crassus’un desteğini almasına ve olaya sonradan dâhil olan Pompey’in senatoyu kasıp kavurmasına sebep olan şeylerden biri de Spartacus’tür diyebiliriz.
Hey sen! Sadece dizi için yazıya başlayan mutsuz arkadaşım! Sıra sende.
Tumblr media
Spartacus’u neden izlemelisiniz?
1. Yönetmen ve prodüktör referansları için. Bir dönem hepimizi ekranlara kilitleyen Zeyna (Xena) ve Herkül (Hercule) dizilerinin ekibini aynen alıp, üzerinde çeşitli güzellikler de koyup neredeyse Woltran oldukları için. Sam Raimi mi desem, Lord of the Kings görselliğinden sorumlu arkadaşlar mı desem…
2. Senaryo ekibi için. Ki ortaya karışık referans verecek olursak: Carnivale, Battlestar Galactica, Smallville, Angel, Buffy the Vampire Slayer, Lost, Futurama, Friday Night Lights, Mortal Kombat: Legacy, Sanctuary, Dollhouse, Alias, Xena, Hercule diye uzayıp gider liste.
3. Soundtrackin güzelliği için. Bkz.
4. Antik Roma’nın kendisi için. Arenada gladyatörler dövüşürken memelerini gösteren kızlar, alenen görebildiğimiz estetik anlamda (lütfen kimse yanlış anlamasın) ziyafet sunan sevişme sahneleri (sapık değilim ben!), homofobinin olmaması (her şey serbest!)…
5. Kan efektleri, kostümler, makyajlar mükemmel olduğu için.
6. Güzel kızlar, güzel erkekler için.
7. İnsanlık için!
Spartacus oyuncularının değiştiğini, hatta başroldeki Andy Whitfield’ın ilk sezonu tamamlar tamamlamaz baş gösteren hastalığı ve sonrasındaki ölümüyle birlikte yerine Liam McIntrye’ın geçtiğini uzun uzun anlatmak istemiyorum. Ya da Ashur karakterine duyduğum nefretten, son sezonda başımızın belası olan Crassus’un veledi Tiberius’un yaptığı şerefsizliklerden de ayrıntılarla bahsetmeye hiç lüzum yok. Bunun yerine filmde olup, dizide olmayan ya da tam tersi durumlardan bahsetmek niyetindeyim.
  Yani –Spoiler-
Filmde “I am Spartacus!” efsanesi, içlerinde Spartacus’un de bulunduğu kölelerin, binlerce insanın çarmıha gerildiğini öğrenip ele geçirilmelerinden sonra oluyordu. Kalabalığa “Hanginiz Spartacus?” diye sorulduğunda köleler tek tek ayağa kalkıp Spartacus olduklarını iddia ediyorlardı. Fakat dizide bu efsaneye farklı şekilde yer verildi. Spartacus’un ve beraberindeki kölelerin yağmaladıkları Roma şehirlerinde, komuta eden kişilerin kendisini Spartacus ilan etmesi şeklindeydi. İşte bu aceleye geldi ve hiç olmadı. Beğenmedik!
Filmde Spartacus’un yenilmesine, bizzat kendisinin teslim olmasına sebep olarak karısı gösterilir. Crassus, Spartacus’un karısını bulmuş ve diğer kölelerle birlikte çarmıha germiştir. Spartacus de aşkından dağları delmek suretiyle koşar gelir ve teslim olur. Fakat dizide Spartacus’un karısını ilk sezonda öldüren senaristlerin, finalde ne halt yiyeceklerini bekleyerek üç sene geçirdim ben. Spartacus’un karşısına çıkardıkları her kadın için, acaba bunun için mi teslim olacak diye diye kendimi yedim bitirdim. Ve ne oldu? Spartacus teslim olmadı. Aksine Crassus’u asıl hikâyedekinden bile daha fazla şekilde zorladı. Ve ağır yaralanıp, kendi insanları tarafından bir mezara konuldu. Ha böylesi daha iyi oldu tabi. Salak âşık modunda bir Spartacus izlemek hiç de eğlenceli olmayacaktı. Zira o moddan bir lider moduna doğru adım adım ilerleyişini hepimiz görmüştük. Bunu beğendik mi beğenmedik mi, kafamız biraz karışık.
Film yaklaşık üç buçuk saat sürerken, (mini diziyi saymazsak) dizi 3 sezon’un toplamında 33 bölümden oluşuyor. İlk sezonda Spartacus’ün adım adım gladyatör olmasını izliyoruz. İkinci sezonda firar eden kölelerin bir orduya dönüşmesini, üçüncü sezonda ise gerçek zaman diliminde 2 sene sürmüş olan Crassus’la aralarında geçen savaşı izliyoruz. Filmin ise kısa bir kısmı kölelerin isyan etmesine dek geçiyor. Çok daha uzun bir kısmı Crassus’un ordusuyla aralarındaki savaşı anlatıyor.
Spartacus’un bir de çocuğu var filme göre, final sahnesinde karısı çocuğu Spartacus’e gösterip, “oğlun artık özgür, hoşça kal aşkım” diyor hatta. Fakat dizide Spartacus’un karısı ilk sezonda öldüğünden doğal olarak hikâye bambaşka şekilde ilerledi.
-Spoiler bitti!-
  Spartacus’ün adalet anlayışı orijinal hikâyeye göre kadınlardan gelmektedir. Neredeyse bugün bile bazı topraklarda hayal olan bir “eşitlik” amacıyla isyan etmişlerdir. Ki bu anlayışa göre sadece kölelerin Romalı soylularla olan denkliği değil, aynı zamanda kadın ve erkek arkasındaki denklik de söz konusudur. İşte bunun temel dayanağı da karısından ayrı olduğu senelerde kölesi olduğu Batiatus hanesinin kendisine gönderdiği hiçbir kadına Spartacus’un el sürmemesi olarak görmek mümkün. Hatta içlerinde mücadelenin öne çıkan neferlerinden biri olan Varinia da vardır ki kendi rızasıyla Spartacus’un yatağına girmeden aralarında hiçbir şey geçmemiştir. Elbette dizide de filmde de bu tip ayrıntıları yakalamak epey güç.
Tumblr media
Spartacus’ten sonra Romalıların gladyatör eğitimleri de oldukça değişmiştir. Sıkı denetimler bir yana, uzunca bir süre sonra askeri eğitim almış olan “soylu” Romalılardan da gladyatör olarak eğitilenler çıkmıştır ve bu insanlar arenalarda ölümüne dövüştürülmüştür.
Elbette tarih spesifik bir alan, Howard Fast Yahudi olmasaydı ve Spartacus’ün hikayesine el atmamış olsaydı ne roman olacaktı, ne film, ne de dizi. En çok bilinenin Kubrick’in Spartacus’u olması nedeniyle sanılmasın ki tarihteki tek Spartacus filmi bizim izlediğimiz. Dedim ya spesifik bir şey bu ve yazı öncesinde göz attığım iki belgeselde de, vasatlıkta yerlerde sürünen birkaç filmde de Spartacus konu edilmiş. Hali hazırda Roma üzerine de çok fazla yapım var zaten. Bunlardan en fazla hâsılat yapanı da lüzumsuz yere Oscar’a boğulan, Russel Crowe’un başrolünde olduğu Gladiator (Gladyatör) filmi.
Dönemin tarihini daha ziyade karakterlerin mitleştirilmelerinden biliyoruz. Spartacus de kendisini kanlı canlı görmeyen insanlara göre tanrı ya da peygamber gibi algılanmış insanlar arasında. Tabiattaki her şey için tanrısı olan bir uygarlığın o dönem insanları tanrısallaştırmasına da, çok sonraları Hristiyanlık’ın ana merkezi haline gelmesine de şaşırmamak gerek bu sebepten. Ama dizideki din anlayışına gelecek olursak senaristlerin hepsinin “allahsız” olduğu gibi bir gerçek var.
  -Spoiler-
Misal, Lucretia karakterinin (Lucy Lawless) kocasına bir evlat vermek için tanrılara sığınması, daha sonra da hayatta kalmak için kendisinin tanrılar tarafından kutsandığı söylentisine malzeme olmayı kabul etmesi var. Tüm bunlar bir yana ölümden sonra da yaşayacağına kadın kendini öylesine inandırmış ki Ilithyia’nın (Viva Bianca) çocuğunu, kadının karnını kesmek suretiyle alıp, kucağına bebekle kendini uçurumdan atar.
-Spoiler bitti-
  Karakterlerin tanrılara inandığını gördüğünüz bir andan sonra o inanç sebebiyle başlarına her haltın gelmesinin “allahsızlık”tan daha iyi bir tanımı olamaz.
Eksisiyle, artısıyla, tarihe dokunuşları ya da onu aktarışlarındaki tutarsızlığı ya da tutarsızlığıyla muhteşem bir yapımı daha geride bırakmış olduk. Ben kendi adıma Spartacus serisini çok beğendim. Yeri geldi (haşa) tahrik olduk, yeri geldi dövüş ve savaş sahnelerinde gaza geldik, yeri geldi sadece eğlencesine izledik. Ben kendi adıma pişman değilim, aksine inanılmaz keyifli bir yapımdı. Umuyoruz ki bu ekip onca talihsizlikten sonra dağılmasın ve bize yine tarihi bir dizi izletsin.
Not: Yazı Paslanmaz Kalem'de 3 Mayıs 2013'te yayınlandı.
4 notes · View notes
denememelernet-blog · 11 years
Text
Zombi istilası olmayacak gibi. YA GANGSTER OLALIM, YA SERİ KATİL!
Tumblr media
Dizi izlemek, muhtemelen hepimize annelerimizden geçen bir alışkanlık. Ve dizilerin de iki evresi var: İlki gündüz dizileri, ikincisi akşam dizileri. Aileyle birlikte izlenen akşam dizileri konusunda, eğer şanslıysanız, dönemin polisiye, suç ve gizem dizileriyle de erken tanışmışsınızdır. Ya da benim gibi şanssızsanız çok geç olmuştur tanışıklık.
Geç olsun, güç olmasın fakat polisiye ve suç dizilerine birazcık sıcak bakmaya başladıktan sonra önünü alamıyor insan bu alışkanlığın. Bunun derininde belki hepimizi bir yerlerde durdurup düşündüren “adalet” anlayışı var, belki de sadece aksiyon seviyoruz. Ya da tüm bunlarla birlikte, sıcacık evlerimizde, koltuklarımızda apışaramızı kaşıyacak rahatlıkta yayılırken, bizden milyonlarca ışık yılı uzakta görünen suçlu insanların hayatlarına kurguyla da olsa gözlemci olmak kendimizi daha fazla güvende hissettiriyor.
Hemen her polisiye filmde ve dizide denk gelebileceğiniz bir mevzu vardır: Suçluların hayatları her daim ilgi çeker. Altta da övgü yağdırdığıma şahit olacağınız Breaking Bad dizisinde de benzer bir şekilde Al Capone’la ilgili bir sahne vardı. İzleyenler hatırlayacaktır, Al Capone pek çok film karakterine ilham olmuş bir gangsterdi ve dizide medyanın etkisiyle nasıl da ününe ün kattığı ve onu yakalayan polislerden hiç bahsedilmediğine dokundurulur. Burada kolluk güçleriyle ilgili fikirlerimi beyan etmeyi hiç istemiyorum, zira şu satıra dek gelen sevgili editörümüzün “hımmmmm” deyişini duyar gibiyim. (Tamam, kestik tamam!)
Belki de polisiye/suç dizilerini bu denli sevmemizin altındaki neden tam da efsaneler efsanesi Natural Born Killers filminden ötesi değildir. Yani elinize bir silah verilse aslında hepiniz katil olabilirsiniz. Burada “katil” kelimesini de birazcık deşmek gerekebilir. Bu konuda da Türkiye’nin medar-ı iftiharı Behzat Ç’ye gözlerimizi çevirelim. Diziyi sevmiyor olabilirsiniz, önyargılarınıza boğulmuş da olabilirsiniz ama benim gibi bir kadını kırmamanızı ve hayatınızdan 4 dakika 48 saniyeyi rica ediyorum. Yazıya ara verip (cep dizilere sarmanız ihtimalinden) geri dönmemenizi de göze alıyorum ve ilgili olan 12.bölüme bi tıklamanızı rica ediyorum.
facebook video
Behzat Ç. Cep Dizi 12.bölüm
Doksanlı yıllarla birlikte bu türden diziler çok izlenir oldu, buna bağlı olarak dizi sayısı da epeyce arttı. Günümüze gelene dek çok azı devam etti, evet ama bunda yapısal olarak (parçalanmadan) derinlikli dizilerin sayısının el kadar olması nedendir.
Peki derinliği olan polisiye/suç dizisi nedir? Örneklerle gidelim:
The Wire
Tumblr media
2002’den 2008’e dek devam eden, yüzde yüz Amerikan malı dizi. Baltimore şehrindeki uyuşturucu çetelerini ve onlarla mücadele eden polisleri konu alıyor. The Wire’ın en iyilerden olmasının nedenlerinden biri elbette karakterlerin mükemmelliği. Senaryo ekibi her nasılsa her sezonda bir öncekinin üzerine bambaşka güzellikler koydu, en ummadığımız karakterleri gebertti, onlarca hatta belki yüzlerce aforizmayla bizi baş başa bıraktı, nihayetinde dizi 5 harika sezonu tamamladı.
Çetelerden bağımsız, tek tabanca dolaşan bir eşcinsel Omar var mesela. Ki onca karakterin içinde en sevdiğim de Omar’dır benim. “Önemli olan ne çaldığın değil, kimden çaldığın,” diyen bir adamı sevmemek de mümkün değil zaten.
Wire’ın gerçekçiliği üzerine de pek çok şey var söylenecek. Liman işçilerinin yaşadıklarından, eğitim sistemindeki problemlere ve Amerika’da siyahi olmanın ne demek olduğuna dek irdeleyip, sistemleri, adaleti, siyaseti, aileyi ve hatta toplumu öyle evirip çevirip önünüze koyuyor ki temelde Türkiye’de yaşayan bir insanı ilgilendirmediğini zannettiğiniz her şey bizim toplumumuzda da yerini buluveriyor.
Kurgu dizileri ve filmleri muhtemelen daha fazla izlenir yapan şey de iyi ve kötü arasındaki keskin çizgi. Fakat süper kahramanların dahi “iyi” olmayabileceği bir kurgu dünyasında bu sınır aslında o kadar da net olmuyor. Hatta “gerçek kötüler” de çocukları eğlendiren bir şey olup çıkıyor. Gerçek hayatta kim tamamen kötü, kim tamamen iyi ayırt edemediğinde, iyilik yapan ve kötülük yapan diye ayırma algısına sahip olduğunda, işin seyri çok değişiyor. İşte tam orada sicili tertemiz bir siyasetçi çıkarları uğruna insanların hayatlarıyla nasıl oynayabiliyor ya da hayatını uyuşturucu ticareti yaparak kazanan bir insanın özünde nasıl iyi olduğu sizi de şaşırtmıyor. Tam burada dizinin en iyi karakterlerinden biri olan Frank Sobotka’yı anmamak olmaz zaten. Dizi için kaybı, resmen bizim kaybımız oldu. Mükemmel bir “sebepleri olduğu için kötülük yapan iyi”ydi kendisi.
Oz
1997’den 2003’e dek altı sezon yayınlanan ve her sezonun kapanışı bir diğerinden iyi olan şahane bir diziydi. Tam adı “Oswald State Correctional Facility” olan, mahkûmların “Oz” dediği cezaevinde, daha ziyade bu cezaevinin Emerald City denen bölümünde yaşananlar konu ediliyor. Emerald City, genel hapishane uygulamalarından farklı olarak, hücre kapıları demir parmaklık değil tamamen cam olan, gardiyanların ortada durduğu ve sürekli mahkûmlarla birlikte (hücrelere girmeleri gereken saatler dışında) bulunduğu, mahkûmların deyişiyle “M City”dir.
Dikkat eden var mıdır bilmiyorum ama Emerald City’nin adı aslında dünyaca ünlü çocuk masalı (The Wonderful Wizard of Oz) ve ondan uyarlama film ve müzikal (The Wizard of Oz) olan Oz Büyücüsü’nde de geçer. Orada Emerald City, kahramanların Oz Büyücüsü’nü bulmak için gittikleri şehrin adıdır.
Oz neden iyi bir diziydi? Tıpkı The Wire’daki gibi olağanüstü karakterleri vardı. Anlatımı da ayrıca şahaneydi. Burada da en sevdiğim karakter Kareem Said oldu. Kundaklama suçuyla hapse düşen ama Amerika’da yaşayan Müslümanların ne dediğine dikkat ettiği, var olduğu her yer için tehlike arz eden bir liderdi ve nitekim alınan önlemler de işe yaramadı, Oz’da bir ayaklanma başlattı. Bununla birlikte valinin verdiği affı da reddedip hapishanede kalmayı, medya mensupları önünde valiyi ve de sistemi alaşağı eden bir konuşma yaparak tercih etti.
Cezaevleri, suç işleyen insanları toplumdan soyutlama ve kapalı tutma amacıyla inşa edilmiş yerlerdir. Adalet nedir, buna karar verenler kimlerdir, etkenler nelerdir, bunlar tartışa tartışa bitiremediğiniz mevzular. Derler ki; bir toplumun refah seviyesine bakmak için önce cezaevlerine bakmak gereklidir. Katliamlar yapan ya da bunlara start veren insanların otel müşterisi gibi ağırlandığı fakat ıslık çaldı diye bilmem kaç yıla mahkum edilen insanların olduğu cezaevleri nasıl bir toplumu yansıtıyor, durup düşünmek gerekli.
Breaking Bad
Tumblr media
2008’de yayın hayatına başlayan, 4. sezonu tamamlamış ve 5. sezonun ortasında ara vermiş, önümüzdeki yaz aylarında devam edecek olan bir suç dizisi. Buradaki suç da kariyerini mahveden eski sevgilisi ve onunla evlenen eski arkadaşını hayatından çıkardıktan sonra evlenip çoluk çocuğa karışan, olağanüstü yetenekleri olmasına rağmen bir lisede Kimya öğretmenliği yapan Walter White’ın, kendisine kanser teşhisi konduktan sonra, ailesine ölümünden sonra yetecek kadar para kazanmak için bir çeşit uyuşturucu olan kristal meth yapmaya başlamasıdır. Uyuşturucu yapılır fakat satışı vardır bir de. Olaylar başlar ve “ezik” lise öğretmeninden bir uyuşturucu kralına dek giden yola çıkılmış olunur.
Breaking Bad’de de genel olarak “zorunda” kalındığında herkesin her şeyi yapabileceği üzerinde duruyoruz. Fakat bu dizinin de karakterleri ve olay örgüsü olağanüstü. Daha ilk bölümün, ilk dakikalarında kitliyor ekrana insanı. Şanslıyım ki bu diziyi tam zamanlı izleyenlerdenim. Elbette verilen aralar can sıkıyor, meraktan kudurtan sezon finalleri nedeniyle de yepyeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla bir diziye bağlanmak da çok keyifli.
Twin Peaks, Forbrydelsen ve The Killing
Tumblr media
David Lynch ailedeki kişiliksiz velet gibi bir yönetmen. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Ha Eraserhead, The Straight Story ve tabi ki Blue Velvet şahane filmler ama onun dışında gıdım hazzetmiyorum adamdan. Ha bir de Twin Peaks hadisesi var işte. Kendisinin yönettiği ve yazdığı ilk kurgu diziydi ve önünü alamasak da buna devam etmesinin, sonrakiler bildiğin tırt çıktı. Belki TV dizisi yapma konusunda kendince Lars von Trier’le bi yarış içinde de boşuna enerji sarfediyor. (Bu satırlar için gelecek küfürleri, hakaretleri şahsıma iletiniz, blog bundan sorumlu değil.)
Twin Peaks, 1990 ve 1991 yıllarında yayındaydı, çekilmiş olan iki farklı sona rağmen, reytingler yerlerde sürününce (don lastiği gibi uzatırsan mevzuyu, olacağı bu) yayından kaldırıldı. Lynch de durur mu, dizide sürekli katil arayıp durmamızı fırsat bilip malum şahsın nasıl katil olduğunu işleyen, tüm bilinmeyenlere yanıt veren bir de film yaptı.
Dizi, başlarda normal gelen ama sonrasında herkesin birbirinden sayko olduğunu gördüğünüz, e bu yüzden de kimin katil olduğunu bulmanın imkânsız hale geldiği bir yerde geçiyor. Ve kesinlikle gelmiş geçmiş en iyi dizilerden biri.
Tumblr media
Buraya kadar her şey normalken, az ileride övgüye boğacağım sevgili Danimarka’dan bir atak geldi. “Twin Peaks göndermeleri yapıyoruz!” havasında başlayan bana göre komple apart, size göre neyse ne bir dizi yaptılar: Forbrydelsen, yani The Killing. 2007’den 2012’ye dek devam edip 3 sezonda olayları tamamladı. Azimlerini gerçekten takdir ediyorum Danimarka insanlarının, fena da değil aslında dizi, bakmayın bana Twin Peaks sevdasından çemkiriyorum da böyle, ne gerek vardı buna? Tamamen orijinal bir şey yapsaydınız. (Ha yaptılar sonra, ilerleyen satırlarda göreceksiniz.)
Tumblr media
“Yetmez ama evet” nidaları da Amerika’dan geldi tabi ki. Burada bir dip not düşelim, bugüne dek Amerika’nın bir yerlerden uyarladığı ve içine etmediği iki dizi var: Shameless ve Queer As Folk. Diğer tüm uyarlamalar rezalet, The Killing de dahil.
Ne konusuna değineceğim, ne “gülmedim!” diye surat asarken bıyık altından güldüğüm fakat aslında bayağı geren kısımlarından bahsedeceğim. Laflar hazırlamak için izledim, laflarımı ettim, kapıyı çarparak çıkıyorum buradan.
Rejseholdet
Tumblr media
Bir diğer adıyla Unit One, 2000’de başlayıp, 2004’te biten, Amerika’nın FBI dizileri var (onlara da değineceğim, az sabır) bizim niye yok, diyerek Danimarka’da çekilmiş bir polisiye dizi. Başroldeki kadın kahramanımızın kariyer ve de ailevi sorunlarıyla birlikte yürütülen davalar vs. konu ediliyor. Gerçek bir polisiye tutkunuysanız dizi izleniyor, değilseniz hiç ilişmeyin bu diziye. Zira ta başında turnusol kağıdı koymuşlar, renginize göre devam edip etmeyeceğiniz netleşiyor.
Yine de bahsetmeyecektim bundan ama hem bu yazının bu kadar uzamasına sebep olduğundan, hem de yukarıda Twin Peaks ve apartları dizilere de değinip lafı Danimarka’ya getirmiş ve alttaki şaheser diziye de bağlamak istemişken bir nevi araç oldu bana.
Bron/Broen (Bridge)
Tumblr media
2011’de tek sezon ve sadece on bölüm olarak yayınlanan bir nevi mini dizi. Gerçi 2013-2014’te 2. bir sezon olabilir lafları dolaşıyor internette ama henüz bununla ilgili bilgi gelmedi bana. (!)
Danimarka ile İsveç’i birbirine bağlayan köprünün ortasında, tam olarak sınırda, bir yarısı İsveç’te, diğeri Danimarka’da olacak şekilde bir ceset bulunursa ne olur? İki ülkenin de bu konuyla ilgilenmesi için görevlendirdiği polis ve ajan olan kimseler birlikte çalışmak zorunda kalır. Fakat aslında bu cinayetin ucu bambaşka yerlere giderse, soruşturmayı yürüten iki insan da birbirinden zıt karakterlerde olurlarsa ne olur? Yok efendim, öyle abuk subuk laf sokmalar olmuyor. İyi bir senaryo ekibi girişmişse bu işe muhteşem bir polisiye/suç dizisi çıkıyor.
Muhtemelen yakın bir gelecekte parası bol Amerikalılar el atarlar buna da ve uyarlamasını çakarlar. Siz onlara uymayın, orijinalini izleyin.
Sons of Anarchy
Tumblr media
2008’de başlayan ve 6.sezonunu 2012’yle birlikte bitirdiğimiz, 7. sezonu bilinmeyen bir tarihte yayınlanacak olan Türkiye distribütörü olmaktan onur duyduğum muhteşem bir dizi. Çeşitli kaynaklarda dizinin esinlenildiği kimsenin Shakespeare, eserin de Hamlet olduğu yazıldı edildi. Hiç de saçma bir düşünce değil aslında bu.
Jenerik müziği Velvet Revolver gitaristi Dave Kushner imzası taşıyor ve iddia ediyorum ki bu dizinin soundtrack’leri tüm zamanların en iyisi. Azıcık da olsa distortion’a aşinaysanız sadece müzikleri için dahi sevmeye başlarsınız ki 2.sezondan itibaren olay örgüsüne de bağlanıyorsunuz. İlk sezonda daha ziyade karakterleri tanımaya başlıyorsunuz. Dizinin baş karakteri Jax tam bir denyo cıvır. Senelerdir diyorum, yine diyeceğim, “beybi feys” motorcu olmaz, olamaz! Ha bir de platonik aşkım Opie var elbette, dizinin benim için en iyi karakteri.
Konuya da değinelim, bir kasaba düşünün ki polisinden çok motorsiklet çetesinin adalet anlayışına güveniyor. O kadar ki valisinden emniyet müdürüne, işi düşen çeteye koşuyor. Fakat bu çetenin icra ettiği şey adaletten fazlasıdır çünkü kurucu lider öldükten sonra başa geçen Clay silah ticaretine ve tabi ki para kazanmaya da kendini adamıştır. “Bizim kasabamıza asla uyuşturucu giremez!” gibi iddialı söylemlerini de tükürdüğünü yalar poziyonunda mideye indirir nihayetinde. Silahlar İRA’den gelir, Amerika’daki diğer çetelere satılır.
Kurucu lider olan Jax’in babası oğluna bir de basılmamış bir kitap bırakmıştır. Jax ilk bölümde bulur bunu ve okumaya başlar. Anarşizmin aslında ne olduğunu ve çetenin var olma amacı için düşündüklerini yazmıştır adam. İşte tam oradan bir alıntı yapmak istiyorum:
“Emma Goldman’ı ilk okuyuşum kitaptan değildi. 16 yaşındaydım, Nevada sınırına yakın bir yerde yürüyüş yapıyordum. Paragraf, bir duvara kırmızı boyayla yazılmıştı. O kelimeleri ilk gördüğümde sanki onları birisi kafamın içinden alıp oraya yazmış gibiydi: ‘Anarşizm: İnsan iradesinin özgürlüğü ve inancın hâkimiyeti, insan vücudunun somut şeylerden ayrılıp özgürlüğüne kavuşması, zincirlere ve hükümetin baskılarına karşı özgürlük, bireylerin özgürce bir araya gelmesinden oluşan toplumsal düzen.’ Ana fikir açık, basit ve doğruydu. Bana ilham verdi. İsyankâr bir ateş yaktı içimde. Ama en sonunda Goldman, Proudhon ve diğerlerinin öğrendiği şeyi öğrendim: Gerçek özgürlük, fedakârlığı ve acı çekmeyi gerektirir. Çoğu insan özgürlüğü sadece istediğini zanneder. Aslında, toplumsal düzenin esaretini, katı kuralları ve materyalizmi arzularlar. İnsanların gerçekten istediği tek özgürlük kendi rahatları için olan özgürlüktür.”
Weeds
Tumblr media
2005’te başlayan ve 8 sezonu devirmiş olan bir Jenji Kohan şaheseri. Mary-Louise Parker (Nancy Botwin) inanılmaz güzel bir kadın. Kocası öldükten sonra çocuklarına bakabilmek için torbacılığa başlar ama bir anda her şey yoldan çıkar. Önce mahallesinde, sonra şehirde, nihayetinde ülkesinde ortalık birbirine girer. Soluğu bir başka ülkede alır. Bu dizinin de asıl adamı bana göre mali müşavir ama ot tiryakisi Doug. Gerçekçi olsun diye bir intihar mektubu yazıp, kendini asarak mastürbasyonunu maksimum zevkli hale getirmesiyle gönlümüzde yer edindi.
Bir diğer şahane karakter de sonradan diziye dâhil olan Esteban. Nancy’nin gizli kalan fantezilerini de hayata geçirmesiyle birlikte bugüne dek gördüğüm en yakışıklı aktörlerden biri kendisi.
Weeds’in gittikçe vasatlaşan bir temposu yok değil elbette ama en kötü sezonunda dahi pek çok diziye fark attığı gerçeği de malum.
The Sopranos
Tumblr media
1999’dan 2007’ye dek 6 sezon boyunca devam edip nihayete eren başyapıt denebilecek bir dizi. Dizinin fanları olarak ağız birliği ettiğimiz şey “her bölümünden ayrı bir film çıkar”dır.
Dizide bir mafya babası ve ailesinin hayatını izleriz. Dizinin başında Tony Soprano’nun havuzunun yanında, havuzdaki kazları izlediğini görürüz. Kazlar göç ettiğinde panik atak geçiren ve psikiyatriste gitmek zorunda kalan Soprano’nun kariyerinin bitişi gibi zannedilen hadise bir anda her şeyi tersine çevirir.
Life on Mars & Ashes to Ashes
Tumblr media
David Bowie’nin tanrı olduğu düsturu ile bu paragrafa başlayalım ve devam edelim. Life on Mars 2006 ve 2007’de yayınlanan iki sezonluk bir dizi. Bir ajan olan Sam Tyler bir cinayeti araştırırken, ortağı hislerine güvenir ve bir ipucunun peşinden gitmeye karar verir. Sam ortağının yakalandığını düşünüp aynı izin peşinden gider ve yolda bir kaza geçirir. Kendine gelir ama o sırada arabanın radyosunda Life on Mars şarkısı duyuluyordur ve gözünü 70’li yıllarda açmıştır. Komada, doğal olarak da rüyanın içinde midir, yoksa bir zaman yolculuğu olmuştur da gerçekten 70’lere mi gitmiştir, iki sezon boyunca bu sorulara yanıt bulamazsınız. Ofisinin olduğu yere gider Sam ve orada bir emniyet müdürlüğü bulur. Her şey kitabına uygundur, şefin yardımcısıdır. Olaylar gelişir.
Tumblr media
Ve ikinci sezonun finalinde şaibelere karışan Sam Tyler’ın hikayesi burada bitmez. Ashes to Ashes dizisinde Sam’in raporunu okuyan bir başka ajan Alex Drake vardır. O da kendini bir anda 80’li yıllarda bulmuştur. Sam’in raporunda bahsettiği ekip başka binaya geçmiştir ama her şey rapordaki gibidir. Alex de bunun koma mı yoksa zaman yolculuğu mu olduğunu anlayamaz ama bir yandan da yine polisiye olaylar devam eder gider. 2008’de başlayan bu dizi de 2010 yılında 3.sezonun sonunda öyle bir final yapar ki hem Alex için, hem de Sam için tüm gizem çözülür.
Kurgu bazında benzerinin olmadığı polisiyeler Life on Mars ve Ashes to Ashes. İlhamı David Bowie olan dizilerin kötü olabileceğini de zannetmiyorum gerçi. Birisi tamamen 70’lerde diğeri 80’lerde geçen bu seriyi izlememek herkesin kaybı bana göre. Bizlere polisiyeleri sevdiren Agatha Christie ve Sir Arthur Conan Doyle hikayelerinin basit görünen ama akıcı metinlerini bu seride bulacağınızın garantisini bizzat ben veriyorum.
Sherlock
Tumblr media
Nice Sherlock Holmes uyarlaması gördük. Bazen, bizzat karakterden ilham alınıp bambaşka karakterler çıktı karşımıza, bazen de hikâyeler günümüze taşındı, hatta bazen birebir uyarlandı. Ve gelmiş geçmiş en başarılı dedektif karakterin Sherlock Holmes olduğundan ne kadar eminsem, İngiliz yapım olan BBC’nin Sherlock’unun da son dönem pırtlayanlar içinde en iyisi olduğundan da bir o kadar eminim. (Elementary ne ya, Robert Downey Jr’dan Sherlock mu olur ya?)
Orijinal Sherlock 21.yüzyılın Londra’sındadır, Watson bildiğimiz Watson’dır, ilk bölümden itibaren her şey bildiğimiz biçimde fakat günümüzde geçmektedir. 2010’da başlayan dizinin 3. sezonu bu sene gösterime girecekti fakat uzadıkça uzadı süresi. Yaz aylarında izleyebileceğiz diye umuyorum.
Karakterlerin ve olayların güzelliğinden başka bir şahane unsur da mini dizi formatında, her sezonun sadece 3 bölüm olup, her bölümün gayet uzun olması. En iyi Sherlock bizim Sherlock.
Criminal Minds
Tumblr media
FBI dizilerinin ardı ardına patladığı dönemde, 2005’te başlayan CM’ın 8.sezonu şu anda devam ediyor. FBI’ın Davranış Analiz Birimi ekiplerinden biri olan ve Reid dışında tüm karakterleri tipik ajanlardan ibaret, esasında tepeden bakınca vasat görünen bir dizi.
Fakat bu diziyi güzel yapan şey bir dahi olan Doktor Spencer Reid’le birlikte işledikleri konular. Bugüne kadarki tüm polisiye/suç dizileri içinde konuları bu kadar iyi seçilen bir dizi daha yok. Konu derken kastım hem ekibin ilgilendiği seri cinayetler, kundaklamalar, çocuk kaçırma vakaları vs., hem de her sezon finalinin ekipte birinin geçmişte yaptığı, çözdükleri vakalarda kendilerine kafayı takan psikopatların yaptıkları ve de bugün başlarına geliveren bir olayla ilgili olması.
Tumblr media
Sıkılmadan üçüncü sefer baştan sona izleyebildiğim CM’ın diğer güzelliği Reid’den de bahsetmem şart. Hem fotografik hafızası olan, hem sayfaları neredeyse çevirme hızında kitap okuyabilen, zekanın ölçülemeyeceğine inanan ama dahi olduğunu da kabul eden, hayatında piyano tuşlarına basmamış olmasına rağmen, önüne piyano geldiğinde bunun matematiksel olduğunu bildiğinden gayet iyi çalabilen, aşık gibi aşık olsa da sosyal medyadan ve dahi teknolojiden zerre hazzetmeyen, güncel olayları takip etmeyen muhteşem bir adam kendisi. Size kendini vampir zanneden seri katillerin tarihini anlatır en ince detayıyla birlikte ama Twilight denen saçmalıktan zerre hazzetmez. Seri katillerin heavy metal, hard rock ya da rock’n’roll ile olan alakasını görüp Beethoven dinlediği için gurur duyar ama onun da A Clockwork Orange ile özdeşleştiğinden bihaberdir. Daha da yazarım ve zerre sıkılmam, çünkü Doktor Spencer Reid benim izlediğim en iyi dizi karakterlerinden biri.
Criminal Minds’ın bir de sabit bir izleyici kitlesi var. Çoğu diziden hayranlıkla bahsetmez fakat zevkle de izleyip bunu dile getirebilir. O sabit kitleye güvenen yapımcılar, bir bölüm konuk ettikleri bir başka Davranış Bilimi Birimi’nden de bir dizi yaptılar. Criminal Minds: Suspect Behavior adındaki bu dizi 2011’de başladı fakat ikinci sezonun ilk bölümü yayınlanır yayınlanmaz kaldırıldı. Kesinlikle sıkıcı, orijinal diziyle hiç alakası olmayan bir ekipten bahsediyor bu da. Vaktinize yazık, hiç ilişmeyin.
CSI Las Vegas & NewYork & Miami
Tumblr media
Bakmayın üçünü birden değerlendirdiğime sadece Las Vegas’ın tema müziğini koydum ki içlerinden sadece onu severek izledim. Diğerlerini tamamlamadım bile. Las Vegas ekibinin lideri ve başroldeki Gil Grissom ayrıldıktan sonra bunun pek tadı kalmadı gerçi de, diğerlerine nazaran yine de polisiye/suç dizilerini sevenleri oyalayabilecek düzeyde.
2000’de yayın hayatına başlayan dizi 13. sezonla birlikte yoluna devam ediyor ki sanırım uzun vadede en çok izlenen polisiye dizi bir diğer yandan. E demek ki kitlesi var, izletiyor kendini.
Dizinin karakterlerinden uzun uzun bahsetmek istemiyorum, bir bölüm için gelen ama beğenilince daha sonra da konuk edilen bir genelev patroniçesi olan Lady Heather’dan bahsetmeden geçmek de istemiyorum. Tamamen S&M fanteziler ve çoğuna göre anomali ya da ekstrem diye düşünülen fanteziler için bir genelev çalıştıran bu kadın aslında Grissom’u resmen etkisine alabilecek kadar zeki de bir kadın. Sadece onun olduğu bölümleri izlemek dahi keyifli.
Dexter
Tumblr media
Bir seri katilin başrolde olduğu tek dizi olan Dexter 2006’da yayınlanmaya başladı ve 8.sezonu da önümüzdeki yaz aylarında devam ediyor olacak. Bu sezon  (uzatmalara gitmezse) son sezonu olacak dizinin ve artarak ilerleyen bir kitlesi var. 2006’da “cool” bir durumdu Dexter izlemek ama şu anda şiddet karşıtı ne kadar tanıdığım varsa fanı dizinin. Bunca senedir seri katil psikolojisine meraklı olduğumdan, kitap, film vs. ne bulduysam elden geçirdiğimden bana tu kaka diyenlere insan gerçekten hayret ediyor.
Bilmeyene anlatır gibi konusundan da bahsedeyim, Dexter bir depoda annesi katledildiğinde günlerce onun akan kanlarının ortasında kalmış bir bebektir. Annesinin kanını içerek (hoş bunun da kesinliği yok) hayatta kaldığından mıdır, yoksa doğuştan psikopat olduğundan mıdır bilinmez, öldürmek onun için bir güdü, hatta bir ihtiyaç. Ve kendisini evlatlık alan polis de eğilimlerini fark ettiğinde ve yok edilmeyeceğini anladığında nasıl yakalanmayacağını Dexter’a öğretir ve hedef olarak gerçek adaleti sağlayamayan mahkemelerin salıverdiği suçluları gösterir. Dexter bir adli tıp uzmanı olur ve olaylar gelişir.
Fakat, hiçbir Dexter yazısında değinilmeyen ama karizmasıyla Dexter’ın ezikliklerinin yanında adeta muhteşem olan, kendisiyle aynı depoda bulunan ama yaş olarak Dexter’dan daha büyük olan kardeşi Rudy Cooper’dan yani nam-ı diğer “ice truck killer”dan bahsetmek şarttır. Hem Dexter gibi tipsiz de değil kendisi. Gayet yakışıklı, gayet edebiyle seri cinayet işleyen bir adam, üstelik zeki de. İnsani bir şey hissetmiyorum, aşk nasıl oluyor, amanın da çocuğum oldu babayım ya da tanrı var mı sorgulamalarıyla karizmasını çöpe de atmıyor. Olması gerektiği gibi bir seri katil yani.
Dexter da genel olarak çok başarılı bir dizi diğer yandan. Bitecek olması da ekranlardaki kan miktarının azalacak olmasından mütevellit birazcık üzüyor beni. Hem diğer yandan Criminal Mind ile öğrendiğimiz cinsel sadist tanımını birebir uygulamada gösteriyordu da bize. O bıçak var ya o bıçak, aslında o penis gibi oluyor. Yani kurbanlarıyla cinsel bir şey yaşamıyorsa da, bıçaklayarak tatmin sağlamasının manası buluyor. Siz Criminal Minds’a çemkiren zavallılara elbette bu ders.
Konuyu toparlamak ve de değinmediğim birkaç diziye de çemkirebilmek için ek başlık:
Bu sene yayın hayatına başlayan nur topu gibi bir dizimiz daha oldu: The Following. Kevin Bacon, Nicolas Cage kadar olmasa da oldukça fazla nefret ettiğim bir aktör. Doğduğundan itibaren suratına botoks basmışlar gibi mimik olmayan bir sıfatla ve o rezalet oyunculuğuyla nasıl böyle bir kariyer yaptı, bu kadar tanındı, hatta aranan oyuncu oldu, hiçbir fikrim yok. Adam kabus gibi arkadaşlar! Fakat Following’i izlenir yapan asıl şey Edgar Allan Poe aşığı bir seri katil olan Joe Carrol rolündeki James Purefoy. Hem karakter çok başarılı, hem de oyunculuk oldukça iyi. Bu dizinin konusu da seri cinayetler işleyen bir edebiyat öğretmeninin 7 sene sonunda hapishaneden kaçmasıyla başlıyor. İçeride olduğu mühlette müritlerinden bir “kült” hatta tarikat yaratan Carrol, bitmemiş işini bitirip yine yakalanıyor. Fakat FBI’yla dalga geçer gibi (gel de sevme) yine kaçıyor. Bu tarikattakilerin hemen hepsi seri katiller, psikopatlar, eski askerlerden oluşuyor. Olaylar geliştikçe gelişiyor, ilk sezon devam ederken 2. sezon onayı da tabii ki alınıyor!
The Closer, 80’lerde yayınlanan bir dizinin 2005’teki uyarlamasıydı ve 7.sezonu da tamamladıktan sonra geçtiğimiz sene yayın hayatına son verdi. CIA’de sorgu konusunda uzmanlaşmış olan bir kadını, tamamı erkeklerden oluşan bir ekibin başına getiriyorsunuz ve kadının gariplikleriyle de birlikte olayla gelişiyor. Eğlenceli diziydi aslında, vasatı biraz zorlasa da fena değildi.
Leverage, 2008’de başlayan ve geçtiğimiz sene 5.sezonunu yayınlanmış olan bir dizi. Karakterleri birbirinden hıyar hırsızlardan oluşan ve bir araya geldikten sonra kendilerince haklının yanında olup dümen çeviren bir ekip. Fakat itiraf edeyim bu diziyi izleme sebebim hayatımın dizilerinden biri olan Coupling’ten bildiğimiz Gina Bellman oldu. Yayından kaldırıldı deniyordu ama anlaşması yenilendi haberleri geldi. Sanıyorum ki devam edecek önümüzdeki dönemlerde.
Cold Case, hikâyeleri de karakterleri de birbirinden denyo olan, bomboş bir diziydi. 2003’te başladı, biraz geç fark ettiler ama 2010’da 7.sezonla birlikte hayatına son verdiler.
Prison Break, söylentilere göre Lost’un yayın hayatına başlayıp de giderek efsaneleşen izleyici kitlesi sebebiyle başlamış bir diziymiş. Tutunca devamını getirmişler ki ilk sezonda bitirmek niyetiyle yola çıkılmış. Ha kötü de olmadı tabi, zira bu dizide gerçekten iyi olan tek karakter T-Bag idi ve 3.sezonda düştükleri ikinci hapishane tam anlamıyla muhteşem bir mekandı. Gardiyan yok, polis yok, sadece suçlular var. İçeride biri öldürülse cesedi alıp çıkıyor görevliler. Bir de üstüne içeride tam leş bir lider var ve olaylar geliştikçe gelişti. 2005’te başlayan dizi 2009’da 4.sezonu tamamladı, baş karakter öldü. Nihayete erdik cümleten.
Bu dizinin ekibi baktılar ki ekmek var bu işte, Breakout Kings adında bir dizi daha yaptılar. Dizi 2011’de başladı fakat ikinci sezonun ilk bölümüyle birlikte yayından kaldırıldı. Çünkü gerçekten rezaletti. Ha PB gözdem T-Bag konuk oyuncu olarak yer aldı bu dizide ve önceki karakteri T-Bag olarak yakalanıyordu rol gereği. O açıdan izledik bitti gitti.
24, fikir olarak şahaneydi, karakterler de oldukça başarılıydı fakat sonlara doğru biraz baymıştı açıkçası. 2001’de başlamıştı dizi ve 2010’da 8.sezonu yapıp intihar etti. Ha TV dizileri içinde oldukça iyi de bir yeri var bana göre, heyecan hiç durmamıştı çünkü.
Simon Baker’dan zerre hazzetmiyorum ve The Guardian olsun, The Mentalist olsun, pek de sevmediğim diziler oldu benim. 3 sezon The Guardian için çoktu bile fakat Mentalist, 2008’de başladığı yayın hayatına 5.sezonuyla birlikte devam ediyor. Yine diğerinden hallice bir dizi ve bunu da bana izletir yapan şey yine bir cani, bir katil Red John karakteri oldu. Bu karakter de dizi tarihinin en başarılılarından kesinlikle.
Ve gelelim gururumuz Behzat Ç’ye. Birkaç ay öncesine dek inatla “arak” diyen arkadaşlara diş bilerken adli tıp uzmanı seri katillerin (bkz. Dexter) olaya dâhil olmasıyla birlikte artık çemkiremiyorum. Açıkçası ayrıntılı bir Behzat Ç yazısı da yazmak istiyorum fakat dizinin akıbeti belli olmadığından bundan da emin olamıyorum. Bu sezon bitecek deniyor fakat internet üzerinden de devam edebilir diye not düşülüyor. Bir grup insan bitmeyecek de diyor. Kafalarımız karışık. Ben de kitapları dizinin ilk sezonu bittikten sonra okuyanlardanım ve Türkiye’de yapılmış en iyi dizilerden biri olduğundan da eminim. Ayrıca Erdal Beşikçioğlu’nun olağanüstü oyunculuğu da var elbette. Yine de not düşeyim: Behzat Ç’yi seviniz.
Not: Yazı Paslanmaz Kalem'de 29 Mart 2013'te yayınlandı.
2 notes · View notes
denememelernet-blog · 11 years
Text
2012′NİN EN BOKTAN DİZİLERİ Top 10
Tumblr media
Dizi sever bir insansanız mutlaka favorileriniz vardır fakat yine de her sene yayın hayatına yeni başlayan dizilere göz atarsınız. Hatta öncelikle o diziler yayına girmeden fragman izler, hakkında bilgi edinir, yayına girdikten sonra da o dizilere şans verirsiniz. Şanslıysanız her sene yeni diziler eklenir listenize. Ve yine şanslıysanız bu diziler uzun soluklu olur.
Carnivale, Lucky Louie, Rome, Heroes, Terra Nova, Alcatraz,  Lie to Me, Flashforward, V ve daha nice dizi bir anda durduruldu geçtiğimiz senelerde. Bir diğer yandan gerçekten kötü olan pek çok dizi de sırf popülerliği nedeniyle, boyu kadar çocuk yapacak seneler boyunca devam etti/ediyor. (Neyleyim bin sezon uçamayan Superman’i?)
Ve takvimler 2012’yi gösterirken yepyeni diziler düştü önümüze. Öyle çakal ki bu sektörün insanları dikkatleri çekmek için eski dizilerden aşina olduğumuz yüzlerle çeldiler aklımızı. Ve bunca zamandır ilk defa bu sene yeni bir diziyi listeme almadım. Bunun sebebi belki eski gözdelerimin devam eden istikrarıydı, belki beklentimizi yüksekte yakalayan TV kanallarıydı, belki de biz yaşlandık ve artık hiçbir haltı beğenmiyoruz. Sezon finalini yapacak olanSupernatural ve Fringe hüznüyle dolu, bekle bekle ağaç olduğumuz Sherlock ve Doctor Who gibi şahaneliklerle birlikte bir şekilde bu sene de bitti.
Madem 2012’de adam akıllı yeni bir dizi izleyemedik, o zaman en boktan diziler hangileriydi, akıbetleri ne oldu/olacak şöyle bir göz atalım. Buyrunuz.
10. Revolution
Tumblr media
Dünya üzerinde şu anda 7 milyara yakın insan yaşıyor. Bunların 1 milyarı izlemedi desek, kalan 6 milyarının hem fikir olacağı konu Lost’un gerçekten çok bozduğudur. Dizi izlemeyene dizi izleten bir şey yapacaksın, kurgun da karakterlerin de çok güzel olacak sonra öyle bir yere bağlayacaksın ki herkes senden ve diziden nefret edecek. İşte J. J. Abrams denen adi/terbiyesiz/sinir bozucu adamın iki atımlık kurşunu vardı. Namluda kalanı ve on ikiden vurduğu Fringe oldu, karavana salladığı da Lost. Geriye kalan dizilerin hepsinde sıçtı batırdı.
“Devrim”i tamamen yanlış anlayan güruh bir araya gelmiş ve ortaya çıkan dizi de yapmacık, heyecansız, laçka, klişe, basit, sıkıcı olmaktan öteye gidememiş. Tüm dünyada bir anda elektrikler gitse ne olurdu? (Ben geçen eczaneye gittim, tüm gün yokmuş elektrik, beleşe ilaç aldım geldim. Durun bunun dizisini yapayım!) Ortada on iki tane düğme dolaşırdı, bu düğmeler elektriğin gitmesine de, geri gelmesine de sebep olurdu. Ortaya bir genç kız koyalım, yahşi delikanlılar da boy göstersin. Ay azıcık da komiklikler yapalım madem Google’ın beyni adamı da sefil edelim. Birazcık aile dramı, geçmişte yaşanmış külleri bir türlü soğumamış aşkı da eklelim. Ellere de kılıçlar verdik mi tamamdır. Aaa Amerikan milliyetçiliği, vatansever olmanın önemi ve tabi ki yüce, kutsal, bir tanecik, hanimiş de hanimiş tanrı sevgisi de oldu mu, al sana Revolution.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
9. 666 Park Avenue
Tumblr media
Çeşitli dizilerdeki oyuncuları ve üzerlerine yapışmış olan rolleri alalım, bunları Stephen King romanlarından, hatta uyarlama filmlerinden arak bir senaryoya koyalım, al sana gizemli dizi. Uydu mu? Uymadı çünkü dizi ikinci sezon onayını alamadı. Çünkü gerçekten çok boktan.
Rose Red konağını otele çevirsek, hatta durun Shining’i içinde müşteriler olan bi otele çevirsek, hayaletiyle gizemiyle şehrin göbeğine koysak nasıl durur? Yok, eksik bir şey var. Ya bu Lost dizisinde Black Smoke diye bir şey vardı, çok tutulmuştu, onu koyalım madem bir de. Oldu mu? Olmadı mı? O zaman başrollerden birinin çocukluğuna inelim, burada geçmişi olsun ailesinin. Haaah şimdi oldu.
Olmadı işte, hiç olmadı.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
8. Elementary
Tumblr media
Onlarca yılda, onlarca  Sherlock Holmes uyarlaması yapıldı. Kimi orijinaline bağlı kaldı, kimi bir şeyler ekledi, kimi çıkarttı.  Polisiye film/dizi/kitap konusunda zerre fikri olmayan bir grup insanı toplasan bundan daha iyi bir yapım ortaya çıkardı.
2010 İngiliz yapımı Sherlock ile kıyaslandığında bunun gerçek bir bok, Sherlock’unsa bir cevher olduğunu net şekilde görebiliyoruz. Burada hikâyeye bağlı kalmaktan da bahsetmiyorum. Bambaşka bir Sherlock yaratmak istemiş olabilirler fakat değiştiremeyeceğin bazı şeyler vardır ve sen dahi bir adamın yerine, belki biraz zeki olabilen, geçmişi yaptıklarından daha ön planda olan bir karakter koyuyorsun. Yetmiyor bu rezalet sana ve Sherlock hikâyelerindeki şahane Watson için popüler bir isim seçiyorsun, bu da Lucy Liu oluyor.
Biz Sherlock Holmes denen adamı dehasıyla sevmişken, keçinin bol olduğu yerde koyunu getirip keçi diye yutturmaya çalışırsan ortaya işte bu rezalet çıkar.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
7. Nashville
Tumblr media
Ergen bunalımlarıyla, Sylar fanları olarak bizlere dört sezon işkence eden, Heroes’a kadar pek de göz önünde olmayan Hayden Panettiere ve American Horror Story’nin ilk sezonu dâhil nice dizide de gördüğümüz üzere, oyunculuğu ondan yüz kat daha kötü, yapmacığının önde gideni, bayrak sallayanı Connie Britton baş rol için yan yana yazılmışlar. Birisi orta yaşlı country şarkıcısı, diğeri ergen müziği yapan pop şarkıcısı. Birinin zamanı dolmuş ve taze kan lazım sahnesine, diğeri ukala ve burnu havada bir genç kadın.
Bu kadar. Evet, dizi bu kadar. İkinci sezon onayı da aldı ve neden aldığıyla ilgili tek mantıklı açıklama, müzikal formatında bir dizi olması diye düşünüyorum. Fakat gerçekten müzikal bir dizi arayan insan gider Theme izler. Neden böyle bir işkenceye katlansın, bilmiyorum.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
6. Alcatraz
Tumblr media
Türkiye’nin rezil bir dizi tarihi var. Aradan sıyrılan güzel yapımlar oldu elbette. Mutlaka eksikleri, hataları da oldu. Benim en sevdiğim dizilerden biri de Sıcak Saatler’di. Orada bir Alcatraz Kuşçusu’ndan ilk defa bahsedildiğinde merak edip bulmuş izlemiştim. Seneler sonra “J. J. Abrams yeni bir diziye başlıyor” dediklerinde adının Alcatraz olduğunu duymamla, kendisinin de sabıkasını bilmemle birlikte kâh çok umutlandım, kâh kendimi dizginledim. En kötüsüne hazırlandığımı sandım. Fakat bu kadarını tahmin edemedim.
Alcatraz, kaçmanın neredeyse imkânsız olduğu 1934’te hapishaneye dönüştürülen bir  ada. Ülkenin en baş belası suçlularının, canilerinin kaldığı bir yer. Ve hapishanenin kendi tarihi hikâyesi bir senaryoya uyarlansa, iyi de bir ekibin elinden geçse ortaya çok kaliteli bir yapım çıkabilecekken bunu Abrams’ın fantezi süzgecinden geçirdiğinizde geriye sadece bok kalıyor.
Girişte bahsettiğimiz yüzlerine aşina olduğumuz isimleri kullanma durumu burada da var. Lost’tan bildiğimiz Hurley (Jorge Garcia) karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki diziyi kurtaramıyor. Ve kısa ama öz olmayan yayın hayatı neyse ki bitiveriyor.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
5. Chicago Fire
Tumblr media
TV ekranlarına cerrahların, estetik cerrahların, torbacıların, çetelerin, hapishane “sakin”lerinin, cenaze evi sahiplerinin, motosiklet kulüplerinin, müzisyenlerin ve daha nicesinin kendince rutin, bize göre “ilginç” (olabilecek) olan öyküleri geldi. Bir de itfaiyecileri koyalım demişler. “Hey bu zaten yapılmıştı!” dediğinizi duyar gibiyim, evet haklısınız, Rescue Me’de biz bunları zaten izlemiştik.
Tamam, onlarca yıldır var olan bir “seksi itfaiyeci” durumu var da herkesin kahraman olmaya çalıştığı bir diziye ne gerek var? Ve yine aşinalığı kullanıyorlar ki başrollerde House’da Chase olarak karşımıza çıkan Jesse Spencer,Oz’un yıldızı Eamonn Walker (Kareem Said) ve Lie to Me’den bildiğimiz Monica Raymund (Ria Torres) var. Arka Sokaklar’ın polisleri değil itfaiyecileri işleyen Amerikalı versiyonundan öte değil.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
4. Animal Practice
Tumblr media
House veteriner olsa, tür de komedi olsa, başrolde de Weeds dizisinden Justin Kirk (Andy Botwin) oynasa nasıl mı olur? Böyle.
House bulmaca meraklısı dahi bir adamdı, Coleman hayvan sever. House insanlardan nefret ederdi, Coleman da nefret eder. House zekiydi, Coleman zeki geçiniyor.
Ve bu dizi de sezonu dahi bitiremiyor.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
3. The Neighbors
Tumblr media
Bilimkurgu şakaya gelmez demek istemiyorum ama bu kadar da şey oğluna çevrilmemeli. Hadi diyelim böyle bir komedide ısrarcısınız, o zaman içine azıcık yaratıcılık koyun, iyi espriler sıkıştırın, daha önce yapılmış olanı da yapacaksanız yine de birazcık zorlayın.
Şehir dışında bir kasabaya taşınan tipik Amerikan aile, komşularının “normal” olmasını umuyorlarken tahminlerinden daha “garip” olduklarını görüyorlar. Sonra anlaşılıyor ki tüm kasaba uzaylıymış. Cinsel sorunları, ailevi sorunları, ilişki sorunları olan yaratıklarmış bunlar. Gelsin ilkokul terk espriler, gitsin laçka muhabbetler.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
2. The Mob Doctor
Tumblr media
The Godfather serisini ve dahi The Sopranos dizisini seven bir insansanız, hatta mafyanın dizi/film dünyasındaki yeri hakkında azıcık da olsa fikriniz varsa bu diziden nefret edersiniz.
İdealist doktor, aile dostu mafyaya mensup insanlara borçlanan serseri kardeşinin borcunu ödemek için Hipokrat yeminini zorlayarak, hastanede kendinden hiç hoşlanmayanların ekmeğine yağ sürerek mafya için kaçak doktorluk yapar. Sonra ortaya çıkar ki babası da mafyaya bağlıymış. Fakat itin uğursuzun tekiymiş. Zaten mafya babasını öldürmüş. Dizi bu kadar. Uzatmadan yayından kaldırılması çok yerinde karar.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
1. Emily Owens, M.D
Tumblr media
Merly Streep’i zaten sevmezdim, kızını hiç sevmedim. Diziyle ilgili her tanıtımda Mamie Gummer’ın annesinin adının geçmesi en başta çok kötü. Bu tanıtımları basına ilk verenler yapımcılar ve TV kanalları olduğuna göre, kendi yapımlarına güvenmediklerini önce buradan anlıyoruz.
Hastane dizisi deyince aklına House, Grey’s Anatomy, Nip/Tuck (ki bu hastane de sayılmaz) gelen insanlar adına konuşuyorum ki herhangi birinde ekranda iki saniye görünecek figüranın o dizilere kattığı şey, Emily Owens’ın TV dünyasına kattığı şeyden çok daha fazladır.
Yeni mezun bir doktor, üniversite hayatının sancılarıyla bir hastanede göreve başlar. Başlar. Başlar. Bu kadar. Dahası yok.
At çöpe, geri dönüşümsüz.
Not: Yazı Paslanmaz Kalem'de 5 Aralık 2012'de yayınlanmıştır.
0 notes
denememelernet-blog · 12 years
Text
Rock'n'Roll Tarihçesi Vol.1 (1950-1960)
Tumblr media
Rock’la ilgili bilmeniz gereken bir şey varsa, o da onun kölelikle başladığıdır. Tarih kitapları size ayrıntıları verebilir; önemli olan rock’ın tamamen anormal bir olayla, on binlerce Afrikalı’nın yurtları ve kültürlerinden uzaklaşmaya zorlanması ve siyah beyazdan ne kadar farklıysa, bildiklerinden o kadar farklı olan yeni bir dünyaya aktarılmaları ile doğrudan ilişkisidir. Ailelerin parçalandığını da hesaba katın, farklı kabilelerden köleler aynı çiftliklerde bir araya konuldu ve tabi ki bu gönülsüz ziyaretçiler zincirlendi, kırbaçlandı, hapse atıldı ve yalnızca karın tokluğuna çok ağır işlerde çalışmak zorunda bırakıldı. Bu koşulların bu kıtada bir yüzyıldan çok daha uzun bir süre, en fazla 150 yıl öncesine kadar sürdüğünü aklınızda bulundurun.
Rock hiçbir zaman sadece bir müzik olmadı. Heavy metal ve blues, hard rock, new wawe ve diğerleri öncelikli olarak biçim ve türler olabilir, ancak rock’ın kategorileri olarak bütünlüğüne bir ekleme değildirler. Rock bir harekettir, bir yaşam biçimidir, bir kültürdür ve belki de bir ideolojidir. Bu bir gelenek, bazı yönlerden bir folklor, çoğu yönden bir inanç sistemidir. Ve rock bugünkü bütün varlığını tarihten küçük bir pencereye borçludur: iki yıl, üçten fazla değil, Amerikan popüler kültürünün iskeleti çöküp yeniden örüldüğünde yeni bir çağ başladı. 
David N. Townsend’den, Changing the World: Rock'n'Roll Culture and Ideology (Dünyayı Değiştirmek: Rock’n’Roll Kültür ve İdeolojisi)   
  Metinde sözü edilen kölelik dönemi sırasında Siyahlar, Beyazlar’dan aldıkları bazı ruhsal temaların üzerine, kendi coşkularını eklemişlerdir. Dinsel törenleri esnasındaki dans ve ritimleri başlangıçta sadece Amerika’da yayılmışken, daha sonraları sınırları da aşmıştır. Amerika’da oluşan folk müziğine çeşitli enstrümanların da katılmasıyla pop müziğinin temelleri atılmıştır. İlk pop yıldız olarak tanımlanan Jimmie Rodgers’ın, blues’dan çaldıklarıyla country dediğimiz müzik tarzı da oluşumunu başlatmıştır.
   Blues için Bakunin’in tanımladığı şekliyle, “ebedi ve ezeli başkaldıran, ilk özgür düşünen Şeytan’ın müziği” diyorlar. 
  Blues’un babası olarak bilinen Blind Lemon Jefferson’ın ilk plâğı basılmış, hemen hemen tüm blues ve rock müzisyenleri Jefferson’dan etkilenmişlerdir. 
Blind Lemon Jefferson
Tumblr media
  1897 doğumlu Jefferson’ın 80 adet plağı bulunduğu söylenir. Lakabından da anlaşılacağı üzere doğuştan görme özürlüdür. Kariyerine genelevlerde gitar çalarak başlar ve daha sonra bir ozan misali şehir şehir dolaşır.  Jefferson Airplane’in isim babası olan ve tarzını da oldukça etkileyen Lemon Jefferson, pek çok grup ve müzisyene ilham olmuştur. Öncü olduğundan mıdır, ilk olduğundan mıdır, yeteneğinden midir, bilinmez sadece kendi bestelerini çalmıştır. 10 senelik genelev ve sokak müzisyenliğinden sonra 1920’de bir yetenek avcısı tarafından keşfedilmiştir ve profesyonel müzik kariyeri sadece 9 sene sürmüştür.
youtube
Not düşmekte fayda var ki, Nick Cave’in 1985 yılında yayınlanan ikinci albümü “The Firstborn Is Dead”de de “Blind Lemon Jefferson” adında bir şarkı vardır.
youtube
Roberth Johnson 
Tumblr media
Rock’n’Roll için bir teknik tanım yapacak olursak, ragtime, blues, boogie, country, gospel ve özellikle rhythm and blues harmanı diyebiliriz. Elektrikli gitar işin içine girmezse tarihteki ilk rocker müzisyen olarak da Robert Johnson’ı gösterebiliriz.
youtube
 Johnson, blues’un yedi kralından biri olarak gösterilir. Efsane bir gitaristtir. Bir süre İstanbul’da da yaşamıştır ve bilinen bir efsane olan dört yolun göbeğinde ruhunu şeytana satıp olağanüstü bir gitarist olma hikâyesi aslında Johnson’ın hikâyesidir.
 Coen Kardeşler’in “O Brother, Where Art Thou” adındaki Odysseia’dan esinlenerek senaryosunu yazıp yönettikleri filmde rastlarız Johnson’a. Oradaki adı Tommy Johnson’dır. Kahramanlarımız ıssızlığın ortasında bir dört yolda arabalarına bir Siyahi alırlar ve onunla sohbete başlarlar. İşte burada Tommy’nin anlattığı hikâye Johnson’ın Crossroads şarkısında anlattığıdır. Crossroads sayısız isim tarafından cover’lanır, pek çok filmde de karşımıza çıkar. Aynı hikâyeyi Supernatural dizisinde Dean ve Sam kardeşlerin annelerinin katili olan sarıgözlü şeytanı ararken anlaşma yapmak üzere gittikleri dört yolda görürüz. İlk olarak seneler öncesine döneriz ve Johnson’ın hikâyesini izleriz, sonra da günümüze geliriz çünkü şeytan yüzlerce yıl boyunca o yolda durmuş ve insanlarla anlaşmalar yapmıştır.
youtube
  T. Bone Walker
Tumblr media
  Robert Johnson’ı elbette aslında blues sahiplenir ama elektrogitarla rock’n’roll’un başladığını varsayacaksak karşımıza T. Bone Walker çıkar. 
Rolling Stone’un 2003’te yaptığı tüm zamanların en iyi 100 gitaristi listesinde de 47. sırada yer alır. 2011’de yeniden düzenlenen bu listede 67. sıraya gerilemiştir. Elbette tüm zamanların en önemli gitaristlerinden biridir. Walker, kendinden sonraki gitaristleri fazlasıyla etkilemiştir, hatta blues ve rock’n’roll arası bir köprü görevi görmüştür diyebiliriz.
T. Bone Walker müziğe blues’un babası Blind Lemon Jefferson sebebiyle başlamıştır. Kendisi daha çok küçük yaşlardeyken bir aile dostu olan Jefferson Amca bazı akşamlar evlerine yemeğe gelmektedir ve Walker onun müziğinden etkilenerek 10 yaşına geldiğinde okulu bırakıp, Jefferson amcası gibi sokak sokak dolaşarak müzik yapmaya başlamıştır. 
Jimi Hendrix’in dişleriyle gitar çalması da T. Bone Walker taklididir. Elbette Hendrix ile bilindi ve meşhur oldu bu hareket. 
İçlerinde Chuck Berry ve B.B.King’in de bulunduğu pek çok müzisyenin eline gitar alma sebebidir Walker. Özellikle Call It Storm Monday şarkısı bilinir üstadın.
youtube
 Rock’n’Roll’un müzikal kökeni
   1943-51 yılları arasında blues’a eklenen nefesli çalgılar ve piyano ile R&B yani Rhythm And Blues denen ve o dönem siyahların egemen olduğu müzik tarzı oluşmuştur. 1951’e gelene dek siyahların o coşkulu danslarına verdikleri isim olan rock’n’roll bu yıllardan sonra beyazlar tarafından müziğe konan ad olur.
   Rock ve roll kelimeleri “sallamak” ve “kıvırmak” anlamlarına gelirler ki, bu aslında dans sırasındaki cinsel hazzı tercüme eder.
 Bir müzik terimi ularak rock’n’roll’u kullanan da Alan Freed olur.
 Alan Freed
Tumblr media
  Pek çok müzisyenin pazarlanması görevini üstlenen Alan Freed “Rock and Roll Party” adını verdiği radyo programında siyahlara ait olan Rhythm and Blues tarzındaki parçalara, bu ismi kullanmadan yer verir. Hem siyahilerin hem beyazların şarkılarının bir arada çalındığı ilk programdır bu. Yani rock’n’roll’un siyahlarla beyazları bir araya getirdiğini söylediğimizde bu mevzunun kökeni buraya kadar geliyor diyebiliriz. Radyo programından sonra konserler gelir. 
1958 yılında Boston Arena’da bir sahne şovu sergiler Alan Freed ve bu etkinlikte izdiham yaşanır. İnsanları dizginlemeye çalışan polis epeyce sert davranır ve Alan Freed de bunu sahneden eleştirince “halkı polise karşı kışkırtmak” adı altında hakkında davalar açılır. Freed’in peşine önce savcılar takılır, bir sonuç elde edilemeyince bu kez vazife FBI’a verilir. 
Bir etkinlikte yaşanan bu olay Freed’in gençlerin ve toplumun ahlakını bozduğu gerekçesine dek gelir. Elbette sonuç alınamaz ve sahte bir rüşvet skandalı patlar. Suçlamaya göre Freed rüşvet alarak radyo programında insanların plaklarını çalıyordur. İşte bu skandalla birlikte hem radyodan hem televizyon kanalından kovulur. 1962’de yapılan bu suçlamadan üç sene sonra evinde ölü bulunur. Ölüm sebebi aşırı alkoldür ve ciğerleri iflas etmiştir. Kalbi de buna dayanamayıp durmuştur. O yüzdendir ki Alan Freed için “kırık kalple öldü” denir. 
Döneminde ırkçı grupların tehditlerine de, yaptırımlarına da boyun eğmemiş önemli bir isimdir Alan Freed. Hayatını anlatan bir de film vardır. 1999 yılında çekilen bu filmin adı “Mr. Rock n' Roll: The Alan Freed Story”dir.
Fats Domino
Tumblr media
  Alan Freed’in radyo programının gözdesi de siyahi şarkıcı da Fats Domino’dur. Domino, beyazların listesinde yer alan ilk siyahidir. Esasında ne rock’n’roll müzisyenidir ne blues. Her iki türle de akraba denebilecek boogie woogie temsilcisidir kendisi. Biraz açarsak neşeli melodileriyle bilinen düzenli bass gitarlarla bezeli piyano olmazsa olmaz bir türdür boogie woogie. 
Elbette bu Fats Domino’nun geniş yelpazesinden kaynaklanan bir durum ve kendisine blues, rock’n’roll hatta caz müzisyeni desek de yanlış sayılmaz. Domino’yla ilgili bilinen en ünlü olaylardan biri 2005 yılında olan Katrina Kasırgası’nda öldüğünün sanılması ve daha sonra kurtarıldığının anlaşılmasıdır. Kasırga olduğu sırada 77 yaşında olan Domino pek çok tanıdığının aksine bir yerlere gitmeyip, yataktan kalkamayacak durumda olan karısının yanında kalmayı tercih etmiştir. Hâlâ hayattadır ve müzik kariyerinin yanına bir de oyunculuğu eklemiştir.  Üçüncü sezonunu oynamış olan, şahane dizi The Wire’ın ekibinin elinden çıkma bir diğer şahane dizi Treme’de bizzat kendisini oynamaktadır.
youtube
Rock’n’roll’a dönecek olursak, her ne kadar buna direnen güzel insanlar olsa da 50’li yılların başında ırksal tabular sebebiyle resmen ikiye bölünmüştür diyebiliriz. Bir yanda Elvis Presley, Buddy Holly, Eddie Cochran, Ricky Nelson, Gene Vincent, Carl Perkins ve Jerry Lee Lewis gibi müzisyenlerin dahil edilebileceği rockabilly; diğer yanda ise doğrudan blues kaynaklı, kompleks yapılı, ritimli ve rockabilliy’e nazaran fazlasıyla sert siyahi rock’n’roll’u vardı.
  Müzikal yapıdaki bu bölünmeyi bir yana koyalım. 1954 yılına dek olan tür içindeki değişimleri, türe ad konmasını, ilk kimin neye Rock’n’Roll dediğini de, hepsini bir tarafta bırakalım. Pek çok insanın başlangıç dediğini biz de kabul edelim.
 Elvis Presley
Tumblr media
   Temmuz 1954’te Elvis Presley annesinin doğum günü için yumuşak bir albüm kaydetmek üzere stüdyo kapısını çalar. Yapımcı Sam Philipps de “Bana Siyahlar gibi şarkı söyleyen bir Beyaz verin, bir milyon dolar kazanayım.” diyordur.
 Serseri tavırlarıyla, Siyahlar’ın müziğine olan ilgisiyle ve onların aksanlarını, gırtlaktan söyleyişlerini taklitle başladı Elvis. Dinine bağlı bir Hıristiyan olması yanında her an her çılgınlığı yapmaya hazır bir rocker’dı. Ve siyahla beyaz arasındaki ırksal tabu bir bakıma yıkılır. Amerikan tarihinde ilk kez güneye ait olan bir müzik, ten rengi gözetmeden ülkenin kuzeyindeki gençler tarafından kabul görüyordu. Medyanın yansıttığı imaj; şiddet, kışkırtıcı tavırlar ve her türlü aşırılıktır. Elvis ve de devamındaki rockabilly müzisyenleri siyah deriler içinde, sahnede potansiyel birer tehlike yaratan asi imajı veriyorlardı. 
youtube
Çocukluğunda kilise korolarında şarkı söyleyen Elvis blues ve caz ile haşır neşir olur olmaz sesini dinletmek için prodüktörlerin kapılarını aşındırmıştır. I Forgot to Remember to Forget şarkısıyla listelere bir numaradan giren rock’n’roll’un kralı otuz bir tane de filmde oynamıştır. 16 Ağustos 1977’de kalp yetmezliğinden kaybettiğimiz Elvis’in de ölümü hakkında pek çok öykü yazılmıştır. 
Elvis’in ilk lakabı da “Elvis the Pelvis”tir. Bunun nedeni de o şahane kalça kıvırma hareketiyle bilinen dansı olduğu kadar “genç kızların gözdesi” olması da diyebiliriz. Elvis hem bu dansı hem de bir seks sembolü olması nedeniyle sayısız kez sansüre uğrar ki bunların en komiği de bu hareketi yayınlamak istemeyen ama Elvis’ten de vazgeçemeyen TV kanallarının, kendisinin sadece belden yukarısını göstermeleridir.
 Ve Elvis, 1977 yılında obezite sorunu sebebiyle ölmüştür. Bilinen bir şeydir ki kendisi sabahları sosisli ve bol tereyağlı ve içinde daha nice şey barındıran yarım metrelik sandviçler yemektedir. Bu rahatsızlığa sebep olan şeyin eşinden boşanmasıyla birlikte girdiği depresyon olduğu söylenir. Bilinmez elbette aslı nedir. Fakat Elvis efsaneleri ne bitti ne de bitecek gibi görünüyor. O ilk gerçek rockstardır.
youtube
   Ve Rock’n’roll R&B’den tamamen kopup kendi pazar alanını yaratır ki bunda da en büyük pay şüphesiz Elvis Presley ve Chuck Berry’ye aittir. 
Chuck Berry
Tumblr media
  1940’lı yılların sonu geldiğinde Gibson gitarlar artık elektriklenmiştir ve bununla birlikte müzikte solo görevi gören saksafon ve piyanonun yükü hafifler. Artık soloların atıldığı enstrüman elektro gitar olur. İşte ilk gerçek elektrogitar solosunu atan insan Chuck Berry’dir.
 Chuck Berry 1955 yılında liste başındaydı. Blues’un yapısını değiştirmiş günümüzde bile sözü edilen sahne hâkimiyeti ve ördek yürüyüşü ile bambaşka bir yere getirmiştir rock’n’roll’u. Ondan etkilenen isimler büyük starlar olmuşlardır. Bu ördek yürüyüşünü birebir alan bir insan da efsane grup AC/DC’den Angus Young olur.  
1950 yılında bir bar grubuyla kariyeri başlar Berry’nin ve bir barda sahne almaktadır. 1955’te listelere girmesini sağlayan Maybeline isimli şarkıdan sonra 1956’da Roll Over Beethoven ile çıkışını sürdürmüş, ardından da You Can’t Catch Me, School Day, Oh Baby Doll isimli şarkılarla ABD sınırları aşıp öncelikle İngiltere, akabinde de tüm dünyada tanınmıştır.
youtube
 1957’de Rock’n Roll Music single’ı, sonrasında Sweet Little Sixteen, Johnny B. Goode, Back’ın The USA gibi şarkılarla ününe ün katmıştır. 
Jerry Lee Lewis
Tumblr media
  Rock’n’roll’un ve devamında dallanıp budaklanmasıyla oluşan her türün piyanodan vazgeçemeyişin sebebidir diyebileceğimiz isim Elvis ile aynı plâk şirketinde bulunan Jerry Lee Lewis’tir. Bir kamyonun arkasına koyduğu piyanosuyla sokak sokak dolaşıyor; alkol, kumar ve kadınlar konusunda had safhaya ulaşan çılgınlıklarıyla o dönemlerde fazlaca göze batıyordu. Piyano ile rock’n’roll yapan bu adamı, Great Balls of Fire filminde Dennis Quaid canlandırmıştır. 
Kariyerinin başında rock’n’roll yapmış olsa da daha sonraları country’ye kaymıştır ve bu güzelim kariyeri bir skandalla sarsılır. Daha önce de ufak çapta taşkınlıkları olmuş olan Lewis on üç yaşındaki kuzeniyle evlenmiştir ve medya tarafından topa tutulmuştur. Bunun ardından bir de “Kraliçe benim kıçımı öpsün” hadisesi patlar. Toparla toparlayabilirsen karizmayı o andan sonra. Kraliçe olayı için de şöyle bir rivayet vardır: Jerry Lee Lewis konser sebebiyle Londra’ya gider ama orada da basın yakasını bırakmaz ve sübyancı olduğuna dair yazılar yazılır. O kadar tesirli olur ki bu propaganda hava alanında kimse karşılamaz dahi Lewis’i. Keza konser salonu neredeyse bomboştur, gelen izleyici de oldukça donuktur. Bu üzmekten ziyade sinirlendirir Lewis’i ve Amerika’ya dönmek üzere gittiği hava alanında bir gazeteci kendisini tanır, mikrofonu uzatıp “Kraliçe sizin için sapık diyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz” minvalinde bir soruya “Kraliçe benim kıçımı öpsün” diye yanıt verir.
youtube
   Rock’n’roll aile düzenine başkaldırı biçiminde belirmişti ve bu çıkış noktası ile kitlesel bir isyana yol açıyordu. Daha 60’lara varmadan rock’n’roll konserleri yasaklarla tanıştı. Çığ gibi büyüyen bu akım, aileleri ve devlet adamlarını endişelendiriyordu. Müzik endüstrisi ise bu kaynaktan nasıl besleneceğini iyi biliyordu. 
  1958-59 yıllarında rock’n’roll’un yükselişi sırasında ilk kayıplar da verildi. Müzik kariyeri neredeyse biten Jerry Lee Lewis bir yana Chuck Berry de bu dönemde ufak yaşta bir kızla yaptığı eyaletler arası bir yolculukta yakalandı ve federal bir yasayı çiğnediği gerekçesiyle iki yıl hapse mahkûm edildi.     
Tumblr media
  Rockabilly’nin önemli isimlerinden Eddie Cochran ve Gene Vincent’ın içinde bulunduğu taksi bir kamyona çarpınca Cochran olay yerinde öldü ama Vincent sakat kaldı. Bunlar olurken pek çok öncü rock müzisyeni de ya uslandı ya da ortadan yok oldu. Meydanı boş bulan gelenekçi ve de rock’n’roll taraftarı olmayan insanlar arka sokaklarda plâkları yakmaya, müzik istasyonlarını ve usta müzisyenleri boykot etmeye başladılar. Bu dönemde yapımcılar daha evvel ortalığı sallamış olan müzisyenlerin kopyalarını piyasaya sürdüler.
Brenda Lee 
Tumblr media
  Kopya müzisyenlerin arasından bir kadın sıyrılabildi öncelikle. 1958’de Dynamite ve 1960’da I’m Sorry albümleriyle adından söz ettiren Brenda Lee, rock tarihinin ilk kadın müzisyenidir diyebiliriz. Serseri tavırlar takınmak, cinselliği ve uyuşturucuyu açık seçik dile getirmek erkeklerin işiydi.  Brenda Lee ise bu erkek egemen dünyada biraz sinirli de olsa bakire kolejli imajına sarılmıştır. Rock ve pop müzik alanından daha da fazlaca country tarzındaki şarkıları sevilen şarkıcının hıçkıran bir sesi vardır.
youtube
  Onun yolunda ilerlemeye cesaret eden, tamamı kadınlardan oluşan grup Shangri Las, gospel tarzına yakın olsa da yine kiliseninkileri andıran efektlerle farklı bir şeyler yakaladı. İmaj konusunda da Brenda’nın tam zıttıydılar ve şarkı sözlerinde motosikletli asilerle yaşadıkları aşkları anlattılar.
Rocker kavramı, her ne kadar rock’n’roll Amerika’da da doğsa, İngiltere’ye aittir. Fats Domino başta olmak üzere Little Richard, Eddie Cochran ve Gene Vincent’ın düzenledikleri turnelerle tüm Avrupa rock’n’roll’u tanımış oldu. Ve gidilen her ülkede bu müzisyenlerin taklitçileri baş gösterdi. Avrupa ülkeleri içerisinde rock’n’roll’u kabullenen ve ona bambaşka bir boyut kazandıran İngiltere olmuştur.
İlk müzisyenler az evvel de belirttiğim gibi başlıca ustaların taklitleri gibiydiler. Bunlar arasından sıyrılabilen, pembe rengindeki bol briyantinli saçlarıyla Willie Harris oldu. Ki kendisi Wee Will Harris diye bilinir. Onun dışında pek çıkış yakalayamayan İngiltere Beatles ortaya çıkıncaya dek sessiz kaldı. İngiltere ve Amerika’yı epeyce geriden takip eden Fransa’da Johnny Hallyday, Eddy Mitchell ve Dick Rivers gibi şarkıcılar ünlü Amerikan şarkılarını yorumlamakla yetindiler. Bunlardan Johnn Hallyday biraz daha farklıydı ki kendisine Fransa’nın Elvis’i denmiştir. Uzun yıllar albümler yaptı. 
4 notes · View notes
denememelernet-blog · 12 years
Text
Emişme Kültürü: TRUE BLOOD
Tumblr media
Sıcak bir yaz akşamı, can sıkıntısından geberen Ayşe Nur, dizi sitelerini dolaşırken yukarıda görmüş olduğunuz görsele rastlar. Aklına seneler önce gördüğü Antisilence’ın Suffer Hits kapağı gelir. Niye gelmesin ki zaten? O da dudak yalama, bu da dudak yalama.
Dizinin adına da dikkat etmemiştir hanım kızımız, vampir dişlerine de. Çalışma odasında harıl harıl çizim yapmakta olan ev arkadaşına seslenir, “yeni bi dizi buldum, izleyek mi?”.
Ne dizinin yaratıcısının, “izlediğim en iyi dizi” diye yere göğe sığdıramadığı Six Feet Under’ın da yaratıcısı olan Alan Ball olduğunun farkındadır, ne senelerdir bilfiil takip ettiği Supernatural ayarında doğaüstü olayları işlediğinin, ne de Anita Blake, karakteri ondan arakladığı ve diziyle adını duyurduğu söylenen Charlaine Harris’ten haberdardır.
Dizinin ilk dakikalarını ana karakterlerle ilgili sanıp, biraz siniri bozulur. Arabada can sıkıntısından (ortak payda) oynaşan iki sevgili, bir panodaki “True Blood” yazısını görür ve erkek olanı bir anda benzin istasyonundaki markete dalıverir kızı da beraberinde sürükleyerek. O sırada tv ekranında sarışın bir kadın (Nan Flanagan) tartışma programında bir takım haklardan, özgürlüklerden bahsetmektedir. Aklınız arabadayken oynaşan çiftte olduğundan buna o anda dikkat etmezsiniz.
Aslında Nan Flanagan’ın dışında bu giriş kısmındaki karakterlerin hiçbirinin diziyle ilgisi yoktur. Konu başlangıçta, Amerika’nın güneyinde,  Louisiana eyaletindeki Bon Temps kasabasında bir grup yerli ve tabutlarından çıkıp insanlarla birlikte yaşamaya çalışan vampirlerdir. Sonra işin içine olmazsa olmaz şekil değiştirenler, cadılar, periler, kurt adamlar, hatta ve hatta Lost’tan hasret kaldığımız Black Smoke dahi girer.
Oturduğu yerden “spoiler vermesene bacım” diyen arkadaşlar varsa özür diliyorum, bu dizi spoiler vermeden anlatılmaz, bu yazı da yazılamaz.
İlk bölümün ilk dakikalarında ciyaklayan sesine mazhar olduğumuz Nan Flanagan’a döner oradan yürümeye devam edersek; bu dizideki vampirleri, doğaüstü olayları alın, yerine geçmişte siyahilerin uğradığı haksızlıkları, var olma ve haklarını elde etme mücadelesini koyun, zerre sırıtmayacaktır. N’alakası mı var? Açıklıyorum: Daha ilk sezonun ilk bölümünde kıl olmaya başladığımız Tara karakterinin elinde bir kitap görürüz, Naomi Klein’ın The Shock Doctrine’i. Dizinin genel seyri için çok önemli bir ayrıntıdır bu kitap, çünkü baştan sona Amerikan toplumunu, bugün verdiğiniz vergilerle ve ödediğiniz eşek yükü öğrenim harçlarıyla dahi açıklanabilecek neo liberalizmi eleştiren bir kitaptır bu. Tv programında bas bas bağıran Nan Flanagan, Japon icadı sentetik kan ile vampirlerin artık insanları besin kaynağı olarak görmediğini, ihtiyaçlarının bununla karşılandığını ve bu yüzden insanlarla bir arada yaşamak istediklerini dile getiriyordur.
Bugün bir paralel evrenden evrimleşmiş hayvanlar (Maymunlar Cehennemi), akın akın bizim evrenimize gelseler, dünyayı ele geçirseler (uu beybi) ve azınlık konumunda kalan homo sapiens torunları olarak, onları normalde yiyen insanlar olarak, “hepimiz vejetaryen olduk, sizi yemeyeceğiz, yeter ki eşit haklarımız olsun” dersek işte tam olarak True Blood olur bu durum. Ha, bizim gezegenimize geliyorlar, nasıl oluyor da öyle oluyor? Açıklıyorum: Dizinin beşinci sezonundaki durumla birlikte gelinen nokta şudur ki, insanlardan önce vampirler vardı, tanrı da bir vampirdi. Yani ortada insandan evrimleşen bir vampir de yok esasında. İnsanlar ve besin zincirinde ondan daha üstte yer alan vampirler var.
Tumblr media
Kurduğumu zannettiğim empatiyle birlikte, düşünün ki sentetik kanla beslenip, insan öldürmeyi reddeden vampirlerin yanında, öyleymiş gibi davrananlar, kendi arasında örgütlenip buna karşı çıkarak “insanlar bizim ekmeğimiz, nimetle şaka olmaz, nasıl olur da yediğin şeyle eşit haklar istersin” diyenler de elbette ki oluyor. Diğer yandan besin zincirinin bir alt halkasına inip insanoğluna bakarsak; vampirlerin haklarını elde etmeleri gerektiğini savunanlar, kesinlikle hepsini kazıktan geçirmekten yana olanlar, bir anda sempatik görünmeye çalışıp “benim de vampir arkadaşlarım var” diyenler, sempatizanlığı da aşıp kendini emdirmek isteyenler, biraz daha abartıp emişmek isteyenler ya da sadece vampirleri emmek isteyenler de mevcut. Emişmeye de biraz açıklık getirecek olursam, dizide vampir kanı en etkili uyuşturucudur. Hatta anında pazarını kuruverirler. Satıcılar minik şişelerde satarlar, kimisi kutsal ekmek misali bir şeylere damlatıp ağzında eritir, kimisi direkt kafaya diker, kimisi de kaynağına ağzını dayayıp kafa on yüz bin milyon dolaşır.
Vampirlerin ölümsüz olduğu, diğer yandan da ölü olduğu mitlerden, filmlerden, dizilerden, kitaplardan bildiğimiz bir şey. Ama ölümsüz olan bir şeyin doku yenilemesi konusunda hızlı olacağı da malum. Yani ölmek üzereyken emdiğiniz vampir kanı sizi iyileştirirken, hali hazırda sağlıklı olduğunuzda aldığınız düşünün ki neler yapar?
Elbette ki edebiyatta ve sinemada resmen evrim geçiren vampir mitinin geldiği son bir nokta da var artık. Vampirler hep güneşten kaçtı, geceleri dolaşıp durdular. Çok hızlı ve çok güçlüler. Gayet güzeller. Gayet seksiler. Seksi demişken dizinin bahsetmeden yazıyı bitirirsem garanti küfür yiyeceğim bir noktası da sevişme sahnelerinin bolluğu ve oldukça “cüretkâr” olduğudur. E bu neye yarıyor? Dizinin çok izlenmesine elbette. Öyle bir dizi düşünün ki, gayet “taş” karakterler, gayet sevişgenler, her an bir emişme hali, her an bir aksiyon, her an herkesin gidivereceği mevzu. Atıyorum, cesur görünen sinir bozucu bir karakter mi var? Bir bakmışsınız bir saniyede (ah ulan) Eric adamın yüreğini avucunun içine alıvermiş.
Tumblr media
Eric demişken, o ne güzel vücuttur, o ne karizmatik duruştur, o ne şahane memlekettir (kendisi Viking ve on asırdır vampir).
Konuyu toparlarsak eğer, True Blood şiddetten ve (neredeyse) pornografik sahnelerden fazlasıdır. Zerre hazzetmiyorum karakterden ama yine adını vereceğim, Tara’nın barda işe başladığı bölümde barın sahibi Sam ile arasında geçen bir konuşmaya döndürüyorum sizi. Tara, asıl kız Sookie’ye ilgisi olan Sam’i iki taraftan ona göz kulak olabilecekleri vaadiyle kandırır ve işe alınır. Sam, Tara’ya kıyafet zorunluluğu olduğunu söyler. Tara kabul etmez. Barda çalışan erkeklerin serbest kıyafetle geldiğini, kadınların sadece garson olup, mini şort ve dar tişörtlerle dolaşmasını kabul etmediğini söyler.
Diyelim ki siz bir dizi senaryosunu yazıyorsunuz, çok izlensin istiyorsunuz, böyle bir diyalogu neden yerleştirirsiniz? Ha işte ben de bundan bahsediyorum: True Blood sadece kanın gövdeyi götürdüğü, bir yandan da pornografik malzeme verme amacı güden, çok satsın diye vampirlerle doldurulmuş bir dizi değildir, kesinlikle bundan fazlasıdır.
Ve evet, inanılmaz güzel bir jeneriği var dizinin.
Not: Yazı 12 Temmuz 2012'de Paslanmaz Kalem'de yayınlanmıştır. 
0 notes
denememelernet-blog · 12 years
Text
Bugün 2 Temmuz, Bugün Benim Doğum Günüm
Tumblr media
Bugün benim doğum günüm.
Doğum günlerini yalnız geçirmek üzüntü verir sanıyorsanız bir de doğum günleri katliamların yıl dönümlerine denk gelenleri düşünün. O kadar çok ki bu ülkede yapılmış katliam, o kadar çok canı yanmış insan var ki, denk gelmemesi için şanslı olmanız da lazım aslında.
Ahmet Kaya’nın “pencerenize boncuktan kuş yapıp kondurması” hayaliyle doğum günü kutlamalarına kibarca teşekkür ettiğiniz ama bir yanınızın hep kırık kaldığı gün o gün.
Ölünüzün de dirinizin de zerre kıymetinin olmadığı, her an bir eylemde tekmelenebileceğiniz, bir kurşuna kurban gideceğiniz, okuduğunuz için, ıslık çaldığınız için, puşi taktığınız için, meramınızı anlatan bir imza kampanyasına destek verdiğiniz için, annenizden öğrendiğiniz dili konuştuğunuz için ölebileceğiniz ülke burası. Tek geçim kaynağınız sınır ticareti iken katır sırtında bir yerden diğerine giderken savaş uçaklarının bombardımanıyla ölebileceğiniz, çeviri yaptığınız bir kitap için linç edilebileceğiniz, bir şenlikte bir araya geldiğiniz insanlarla yakılabileceğiniz bir ülke burası. Canlı canlı yakılabileceğiniz, atış poligonunda dahi daha insaflı olunacakken çoluk çocuk, yazar, öğrenci, gazeteci, şair, bestekâr demeden herkesin her an öldürülebileceği bir ülke burası. Koyu dinci, Sünni Müslüman, milliyetçi Türk olmadan yaşayamayacağınız ülke burası. Onlardan değilseniz yabancılaştırıldığınız, ötekileştirildiğiniz ülke burası. Böyleyken de yaşamaya hakkınızın olmadığı ülke burası.
Dünyanın başka herhangi bir yerinde gerçekleşmiş olsa hakkında binlerce senaryonun yazılacağı, farklı farklı bakış açılarıyla filmlerinin çekileceğini katliamları bu ülkede bir grup insanın hatırladığı, büyük kısmının ise içinin dahi sızlamadığı bir noktada, insan gerçek adaleti sorguluyor. Yok çünkü bu ülkede o gerçek adalet.
Bugün Sivas Katliamı’nın yıl dönümü. “Yıl dönümü” kelimesi de hep iyi şeyleri çağrıştırır ya böyle berbat günler için ne kullanmak gerek, ben bilmiyorum. 190 kişinin gözaltına alınmasıyla başlayan, ilk seferde 124’üne dava açılmışken, bunların 37’si beraat etmiş geri kalanlara 15 ile 2 yıl arasında ceza verilmişken, 1997’de 33 sanığa idam cezası çıkmışken, aynı sene 8 kişi firar etmişken, 2002’de idam cezası kaldırılmış, mahkûmiyetler müebbet hapse çevrilmişken,  13 Mart 2012’de dava zaman aşımına uğradı. Ve 35 aydının öldürüldüğü bu katliamın failleri resmen ödüllendirildi.
Gerçek adalet dedik ya, yok işte o gerçek adalet. Ben bir yaş daha yaşlanmışım, bir sene daha geçmiş üzerinden önemi yok.
Evet, bugün benim doğum günüm. 
4 notes · View notes
denememelernet-blog · 12 years
Text
80'lerde Lubunya Olmak
Tumblr media
“Bir benim zannediyordum.”
Kitabın başlangıcında birkaç sayfa Siyah Pembe Üçgen Derneği’nin neden böyle bir kitabı yayınladığını ve sonrasında seksenli yılların LGBTT bireyler için nasıl geçtiğiyle ilgili genel bir yazıyı buluyorsunuz. Sonrasında da bu yıllarda lubunya olan, seks işçiliği yapan ya da yapmayan dokuz bireyin yaşadıklarını okuyorsunuz.
Siyasi düşüncesi ne olursa olsun 1980 askeri darbesi Türkiye’de yaşayan her bireyi olumsuz etkiledi, bu hepimizin bildiği bir şey. Bir de geçmişe, hali hazırda dışlanan, risk grubu atfedilen, “iğrenç” bulunan insanların gözüyle bakıyoruz.
Çoğu ilkokul çağlarında farklı olduğunu kabul ediyor, bunu kendi keşfetmese de komşusunun, okuldaki öğretmenlerinin, mahalledeki arkadaşlarının gözlerinde, kendisine şiddet uygulan ebeveynlerinin ve kardeşlerinin hakaretlerinde ve küfürlerinde anlıyor. Hepsi de çevresinde benzer birini göremediği için koca evrende yalnız olduğunu düşünüyor ve hepsinin hikâyesinde de “bir benim zannediyordum” cümlesi geçiyor. Başkaları da olduğunu barların, kulüplerin, genel evlerin varlığına şahit olduklarında anlıyorlar. Erkek bedenine sıkışmış kadınlar, kadın bedenine sıkışmış erkekler, içinden geldiği gibi giyinemeyenler, konuşması ya da güzelliğiyle dikkatleri çekenler o aileden birileriyle tanıştığı andan itibaren hayatları değişiyor. Evet, kocaman bir ailedir LGBTT. Kimi zaman kendi içinde tartışır, birbirlerine kırılırlar, kimi zaman küser bir müddet konuşmazlar ama içlerinden biri öldüğünde yine kendileri kalanın cenazesini kaldırır. Birisi öldürüldüğünde hesap soran yine o aile olur. Birisi kendini keşfettiğinde, zor gününde, yine onlar yanında olur.
Bugün bir anne baba, çocuğu açıldığı ve LGBTT bir birey olduğunu söylediği anda dünyanın eziyetini eder, tepki verir, kabul etmez, kendince tedavi ettirmeye kalkar –sanki bu sonradan edinilen bir şey ya da hastalıkmış gibi- ama ben biliyorum ki en sert tepkileri verenler yine geçmişte lubunyalarla tanışanlar. O zamanlar güvenli gördüğü emniyet müdürlüklerinde işkenceye maruz kalanları, tecavüze uğrayanları istismar eden bireylerin, sokakta kaldıklarında tepelerine dikilen bekçilerin, parkta yanlarına yanaşanların, hastanede rüşvet alanların, birilerine peşkeş çekenlerin hepsinin birden buhar olduğunu zannetmiyorum.
Öyle bir toplum ki bizimki, herkes ahlaklıdır. Önemli olan insanın içinde, en derininde nasıl hissettiği değildir, çevrenin gözünde nasıl olduğundur. Toplumun çoğunluğu heteroseksüelse, işin içine bir de din giriyorsa, öyleyse geriye kalan her bir azınlık “iğrenç”tir, “yanlış”tır. Sonra ya yanlışı düzeltmeye ya da iğrençlikten kurtulmaya çalışırlar. 30 senedir vazgeçilmeyen bir uygulamadır, seks işçilerini toplayıp, ıssız bir yerde, genelde beş parasız ve de çıplak şekilde bırakma. Böylelikle kendi kapılarının önünü temizlemiş olurlar. Bazen de sizi bezdirmeye çalışırlar. Çuvallara koyarlar, çuvalın içine bir kedi bırakır ve kediye vururlar. Kızışan kedi sizi parçalar. Sizi falakaya yatırırlar, sopalarlar. Sizi cezalandırmak için becerirler. Çünkü bu toplumda becerilmek çok ağır bir cezadır. Erkeğin, kolluk güçlerinin, yönetimdekilerin, idarecilerin en büyük kozudur sizi kirletmek. Kirlenebilen bir şeydir yani insan. Bembeyaz bir tişörte sıçrayan çamur gibidir onlar. Kulüpleri kapatırlar, cinsiyet değiştirme ameliyatlarınızı yasaklarlar, sizi size ait olmayan bir renkteki kimliğe mecbur bırakıp, sonra o kimliği gerektiğinde kullandığınız için cezalandırırlar. İşte bu kitapta onlar var.
Bu kitapta otuz yıldır toplumun görmezden geldiği, en ağzına gelen küfürde canını yaktığı, gördüğünde suratını buruşturduğu, başka hiçbir seçenek bırakmadığı için seks işçiliği yapmak zorunda kalan ve bu zorunluluk yüzünden de yine yargıladığı, dövdüğü, dışladığı, sindirmeye çalıştığı, yok saydığı, tahammül edemediği lubunyalar var. Sizi empatiye davet etmiyorlar, mümkün değil biliyorlar, “sadece okuyun” diyorlar, “siz sağcılar solcular, siz seksenlerde neler yaşadık diyenler, bir de bize bakın, biz neler yaşadık,” diyorlar.
Kitabın devamının geleceğini de belirtiyor dernek. Bu kitabı da kitabevlerinde bulamayacaksınız. Aşağıdaki yerlerden birine mail atar, telefon açar adresinizi bırakır ya da herhangi birine uğrarsanız ücretsiz olarak edinebilirsiniz.
İletişim için:
İstanbul:  Lambdaistanbul ve İstanbul LGBTT
Ankara:  Kaos GL ve Pembe Hayat LGBTT
İzmir: Siyah Pembe Üçgen Derneği
Telefon: 02324644459
0 notes
denememelernet-blog · 13 years
Text
Eda
Tumblr media Tumblr media
                                            Güzellik sübjektiftir, deriz. Ama yine de bazı güzellikler için hepimiz aynı fikirdeyizdir. Bazen, çoğunluk öyle dediği için de güzellik genel geçer olabilirse de, güzel, güzeldir işte. Ufak yerleşim yerlerinde güzel olan kadınlar daha kolay fark edilir. Haklarında daha fazla konuşulur. Bazen de bir asılsız dedikodu gerçekten kötü şeylere sebep olur.
Anadolu’da çoğu insan yaz aylarını geçirmek üzere daha serin olan yerlere, yaylalara gider. Eda da sağır ve dilsiz, yani ahraz kocasıyla birlikte beş altı ailenin kaldığı bir yaylada, ufak bir çadırda yaşamaktadır.
Ahraz minibüs şoförüdür ve haftada bir kez yayladan ilçeye, ilçeden de yaylaya insanları taşır. Haftanın geri kalan günlerinde başka yollardadır. Karısı Eda’yla birlikte geçirdikleri tek bir geceleri vardır. Ahraz ilçedeyken Eda da sekiz dokuz yaşlarında, kıvırcık sarı saçları, küçük kahverengi gözleriyle her şeyi merak eden bir kız çocuğuyla vakit geçirir. Kocasının geleceği günler huzursuzdur, mutsuzdur, sıkıntılıdır Eda. Küçük kız da dertleştikleri bir gün öğrenmiştir ki, kendi rızasıyla evlenmemiştir o adamla. Eda, ilçe ile yayla arasında, kendilerininki dışında başka hiçbir evin olmadığı tahtadan ve taştan yapılmış derme çatma bir evin tek kızıdır. Kendini bildi bileli annesinden ve babasından dayak yemiş, bundan kurtulmak için de bir sene önce, daha on beş yaşındayken bu ahraz şoförle evlenmiştir.
Evlendiği günden önce de, sonra da, şimdilerde de gittiği her yerde, herkesin gözleri onun üzerindedir. Beyaz, süt gibi teni güneş altında göz kamaştırır. İri ve siyah gözleri kimseyle kesişmese de herkesle fingirdeşmiştir, sutyenlerinde zapt edemediği kocaman memeleri herkesin rüyalarını süsler, kemikli bedeni ne giyerse giysin dikkat çeker. Bir de iki aylık bebeği vardır Eda’nın. Çocuk ruhunun sokuşturuldu kemik ve et yığınında sürekli bebeğiyle gezer. Oyuncak bebekleri olmamıştır hiç, onun acısını çıkarır oğluyla. Dikiş dikmeyi yemek yapmadan önce öğrenir ki bebeğine yeni kıyafetler dikebilsin, onu süsleyip giydirebilsin. Yemeği de sağdan soldan, çok da arkadaşı olan küçük kızdan öğrenir. Kız annesine sorar, gelir Eda’ya anlatır.
Kız kitaplar okur, gelir Eda’ya anlatır. Okuma yazma da bilmez Eda.
Yine bir gün sigara böreği yapacaklardır. Kızı annesi bırakmaz. Geç gider Eda’nın yanına. Bakar ki Eda her şeyi hazırlamış, onu beklemektedir. Otururlar yufkaları keserler, içlerine maydanozlu, kırmızıbiberli, rendelenmiş peynirleri koyarlar, sararlar ve kızgın yağın içine bırakırlar. Eda’nın ağzından bir anlık sesli düşünür: “Yaşamak istemiyorum,” der. Tam küçük kız bir sigara böreğini daha yağın içine bırakırken söylemiştir bunu. Kız o şaşkınlıkla elini de daldırmıştır yağın içine. Sol elinin üzeri tamamen yanar. Eda koşturur, buzdolabı olan bir komşudan buz parçası alır gelir, bir bez parçasına sararlar ve kızın elinin üzerinde tutarlar.
Birkaç gün sonra da ilk defa sarma yapmaya çalışırlar. Üzüm yaprakları yani tevekler haşlanır, hazırlanır. Sarmanın içine konacak pirinç hazırlanır tam sarmaya oturacakken beklenmedik bir şekilde Ahraz geliverir. Küçük kız çadırın dışına çıkar ve ileride bir taşın üzerine oturup bekler. İçeriden sesler gelir ama belli ki Ahraz Eda’yı hırpalıyordur. Bir şey yapamaz küçük kız. Kendi çadırlarına döner.
Ertesi sabah erken saatlerde çığlıklarla, ağıtlarla uyanır. Ne olduğunu çok sonra anlayacaktır. Ahraz akşamki kavgadan sonra çekip gitmiştir ve Eda kendini zehirleyip, ölmüştür. Tartışmalarının sebebi de birkaç gün önce, Ahraz ilçedeyken Eda’yı görmeye gelen iki akrabasıdır. Eda onları çadıra almıştır, birkaç saat içeride kalmışlardır, sonra da uğurlamıştır. Ama çevredeki insanlar bunu bilmezler ve kendi aralarında Eda’nın çadıra iki adam aldığı konuşulup durur, bu da bir şekilde Ahraz’ın kulağına gitmiştir. Boşamak istemiştir Eda’yı, o da annesinin evine dönemeyeceğinden, çıkmaza girdiğinden, oğlunu da geride bırakıp kendini öldürmüştür. Not bırakmamıştır geride, okuma yazma bilmediğinden. Ufak bir mendil bulurlar başucunda, tek mal varlığı bir çift altın küpe ve küçük kızın çadırda unuttuğu kırmızı bir lastik toka vardır içinde. Mendilin üzerine kömürle yazılmış bir “A” harfi vardır. Küçük kızın adının baş harfi.
Annesi kızın almasına izin vermez bu mendili ve Ahraz’a teslim eder küpeleri. Hemen cenaze töreni yapılır Eda’nın. Bir evin önünde tahta bir masa atılır, üzerine yatırılır cansız bedeni. Etrafındaki kadınlar elleriyle su dökerler Eda’nın vücuduna, her yerine dokunurlar. Bacaklarının arasından kırmızı akıyordur su. Kanıyordur bacaklarının arası. Küçük kız evin damından izliyordur her şeyi. Yanında kız kardeşi vardır ve gizlendikleri yerde kimsenin onları fark etmemesi gerekirken duydukları sesle birlikte çığlık çığlığa bağırırlar. Tavuk sesidir bu, kimseyi inandıramasalar da “Edaaaaa” diye bağırıyordur tavuklar.
Annesi koşarak yanlarına gelir, iki tokat patlatır minik yüzlerine kızlarının, “ne işiniz var burada?” diye sorar. “Eda kanıyor, ölmemiş, kanıyor” diye bağırır küçük kız. Kardeşi sadece ağlıyordur yediği tokadın etkisiyle.
Aradan bir sene geçmeden başkasıyla evlenir Ahraz, çocuğuna bakacak bir kadın lazımdır elbette ki. Kimse Eda’dan bahsetmez olur. Sol elindeki yanık iziyle yirmili yaşlarının sonuna gelen o küçük kız hariç kimse hatırlamıyor gibidir Eda’yı. İşte o kız da oturur bu satırları yazar, sizler de bilin Eda’yı diye.
Görsel: Lauren Albert
0 notes
denememelernet-blog · 13 years
Text
Satanizm
Satanizm nedir? İç İşleri Bakanlığı’nın baştan savma biçimde hazırladığı dosyadaki gündem çarpıtılmak istendiği anda bir numaralı malzeme olarak kullanılan konudur.
En son 2004 yılında müthiş yalancılığıyla, karalama kampanyalarıyla, habercilik dışındaki her türlü vasfıyla nam salmış Star Haber Dergisi’nin kapak yaptığı konunun üzerine bugünlerde pek gidilmiyor. Klasik olarak, ulusal basının önemli bir gündem konusunu, örneğin on binlerce insanın katıldığı sansür protestosu yürüyüşünü, Hopa’da gerçekten olan olayları haber yapmak yerine elinden geldiğince başka konularla gündemi meşgul etmesi olağandır. Tecrübelerimden yola çıkarak biliyorum ki, yakın bir zamanda birileri daha çıkıp “Epeydir Satanizm hakkında haber yapmadık, hadi yapalım” diyecektir. Bu sefer önlemimizi alalım, aslında Satanizm neymiş ve ne değilmiş, enine boyuna irdeleyelim istedim.
Satanizm, Satan kelimesinden türemiştir. “Satan’a, şeytana inanma, tapınma” gibi bir anlamda kullanılsa da özünde İskandinav ülkelerinde baş göstermiş, Hıristiyanlık karşıtı bir inanıştan fazlası değildir.
“Satan” eski dini metinlere göre İbranice “aşatan” (hasım, düşman) kelimesidir. Pek çok dini kaynağa göre tanrıya ilk baş kaldırandır. Topraktan yaratılan insana, nurdan yaratılan meleklerin secde etmesi istenir. Oysa kendisi de bir melek olan Lucifer (şeytan) bunu reddeder ve cennetten kovulur. Lucifer ve Satan dışındaki diğer isimlerinden birkaçı da Diabolos (kara çalan), İblislerin Efendisi, Baal Zebub, Mefistofeles, Azazel’dir.
  Satanizm’in gerçekten var olduğu, büyüyle ve doğaüstü güçlerle desteklendiği, asıl kökeninin Antik Satanizm olduğu İskandinav topraklarında Satanizm bir inanç değil, felsefi düşüncedir.
Satanizm kelimesini ilk olarak kullanan Katalik Kilisesi olmuştur. Hıristiyanlık’ın yayılmaya başlamasından çok daha önceleri (M.Ö. 800-1100) bugünkü Avrupa’nın kuzeyi, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Faerö Adaları ve Svalbard Adaları’nın olduğu yerler tüm Avrupa’nın uygarlık merkeziydi. Hıristiyanlık’ın yayılmaya başladığı anda bu topraklarda her şey değişti. Gezici vaizler ve bunların arkalarında bıraktığı yerleşik sempatizan gruplarla insanların hayatlarını değiştiren bir yayılma politikası söz konusu oldu.
Belirli bölgelerde inançlı insanlar, maddi durumu iyi olan insanların evlerinde toplanıyorlar ve kiliseleri kuruyorlardı. Bu cemaatler genellikle Pagan kökenli Hıristiyanlar ve Musevi kökenli Hıristiyanlar tarafından oluşturuluyordu. Bir süre sonra gerçek Hıristiyanlar olduklarını iddia eden Musevi kökenli dindarlar Pagan soylularla aynı ilkeleri paylaşmamaya başladılar. Onların tanrının seçtiği soydan gelmediğini, sünnet görevini yerine getirmedikleri için onun işaretini taşımadıklarını, kutsal ekmek ve şarabın kendilerine ait olduğunu iddia ettiler.
Paganlar, Hıristiyanlık’tan önce özellikle kırsal kesimlerde yaşayanların bağlı kaldığı çok tanrılı bir inanca sahiplerdi. Paganizm diye bilinen bu inanca Hıristiyanlık putperestlik olarak bakmıştır. Hıristiyanlaşan Paganlara karşı kiliselere savaş açan Pagan şövalyeleri ortaya çıkmıştır. Katolik Kilisesi bu şövalyelerin ölümlerini meşrulaştırmak için onların şeytana taptıklarını iddia etmiştir. Atalarının dinlerine, tabiat kaynaklı inançlarına sahip çıkan insanlar başlangıçta dağınık küçük gruplarken daha sonra Anti Hıristiyan bir şekilde bir araya gelip güçlenmişlerdir. Aradan yüzyıllar geçtikçe bu tepki yön değiştirmişse de kaybolmamıştır. Bugün hâlâ var olan bu tepki çetelere, daha sonra da mafya örgütlerine evirilmiştir. Bu örgütler  kiliseleri yakmaya dek varan eylemler gerçekleştirmektedirler.
Şeytan denen şeyin elbette bir şekli şemalı vardır. Günümüzde pek çok insanın basında gördüğü için bildiği bu görüntü Hıristiyanlık öncesi Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun dışında kalan topraklardaki yerlilerin çok tanrılı dinlerindeki Pan’a aittir. Pan, zevk ve bereket tanrı, iri yarı, belden aşağısı keçiye benzer, sakallı ve boynuzlu bir yaratıktır. Eski çizimlerde göründüğü kadarıyla çiftçiler Pan’ı bir çemberin ortasına alır etrafında dans ederler ve Pan da bu inanca karşılık topraklarına bereket getirir.
Aradan yüzlerce yıl geçer ve eski dinler unutulmaya başlanır. 14-15. yy.’da savaşlar, salgın hastalıklar ve kıtlıklar baş gösterdiğinde kilise bunların kaynağının şeytan ve ona inançları olan cadılar olduğunu iddia eder ve bunu sembolleştirmek için de insanların bereket için taptığı Pan’ın heykelleri ve resimleri kullanılır. Elinde flütüyle zevk ve bereketten başka bir şeyin sembolü olmayan Pan bir anda şeytan ilan edilir.
Aztek Uygarlığı’nda, Eski Yunan Uygarlıkları’nda ve Doğu dinlerinde dahi ölüm getiren ve yok eden tanrılardan saygıyla bahsedilir. Hıristiyanlık inanışında da Lucifer sadece kovulmuş bir melektir. Oysa kilise istediği şekilde yönlendirme yapmış ve insanları korkuyla yönetmiş, bunun kaynağını da şeytan figüründen almıştır. Kilise güçlendikçe ona olan tepki de büyümüş Pagan şövalyeleri bir anda şeytana tapan insanlar olarak kalmıştır.
Felsefi açıdan şeytan ve ona tapınma:
Günümüz İskandinav ülkelerinde şeytan tamamen simgesel bir unsurdur. Şeytan tanrıya karşı gelmiştir ve amacı insanları tanrıdan uzaklaştırmak, böylece kendini tanrıya ispatlamaktır. Satanizm’in temelinde de dinlere, tanrıya ve onun buyruklarına baş kaldırma, inkâr etme olduğu için şeytanla sonradan adı Satanizm olacak inanç arasında sıkı bir felsefi bağ oluşur. Tanrının buyrukları bütünüyle saçmadır ve insanları gelişimden, özgür iradeden alıkoymaktadır. Şeytan ile akıl ve özgür irade arasında doğal olarak bir bağlantı kurulur. Akılsal ve gerçekçi olan pek çok şey Tanrı tarafından yasaklanmıştır. Oysa Satanizm’de sorgulama vardır, gerçeklere sorgulamalarla ulaşılır.
Tanrı salt ve sorgusuz inancı simgelerken Şeytan sorgu ve aklı simgeler. Satanizm içinde şeytan tapılan bir varlık değil, akli bir gerçekliğin simgesidir. Yani Satanizm şeytana tapınmak değil, tüm doğaüstü güçleri reddetmektir ve gerçekçi bir yaşam felsefesidir.
Türkiye’de Satanizm:
Türkiye’de Satanizm’le ilgili olaylar 1999 yılında patlak vermiştir. Gündemi az çok takip eden herkes hatırlayacaktır ki bu tarihte Ortaköy’de, Şehriban Coşkunfırat isimli, evinin 6. çocuğu olan genç kız, sahilde içmekte olan bir grup genç tarafından, depremin şeytanın uyarısı olması ve ona kurban vermeleri gerektiği gibi saçma bir düşünceyle öldürülmüştü. İçlerinden biriyle arasında birliktelik olan Şehriban bıçaklanarak öldürülmüş sonra da cesedine tecavüz edilmeye çalışılmış ve bunu başaramadıklarından cesedi yumruklanmıştı. Bu gençler “kasten adam öldürmek ve hırsızlık” suçlarından yirmi beşer yıl hapis cezasına çarptırıldılar ve ifadelerini polis sorgusundaki işkence sebebiyle böyle verdiklerini daha sonra dile getirdiyseler de bu durum açıklığa kavuşmadı. İki sene kadar süren duruşmalarla failler“satanist” imajıyla basında oldukça fazla yer aldılar.
Bu gençler uzun saçlı oldukları, rock ve heavy metal dinledikleri iddiasıyla o dönem bu müziği dinleyen herkesin kâbusu oldular. Dönemin dergilerinden bugün dahi saygıyla andığımız Non Serviam’ın yazarlarından Kerim T. köşesinde konuyla ilgili şöyle demiştir: “İki kendini bilmezin işlediği cinayetin arkasında polis organize suç olduğunu tahmin ederek sokaklardaki 400 kadar suçsuz uzun saçlı metalciyi gözaltına aldı. Bu mantığa göre acaba polis arkasında irticai hareketin yattığı kesin olan Kışlalı cinayetinin ardından niye irticai harekete mensup yüzlerce kişiyi sokaklarda gözaltına almadı?”
Bu olayın bu boyuta gelmesinin sebebi, dönemin DGM savcısının olayı cinayet boyutundan çıkarıp terör gibi lanse etmesidir. Halk arasında da olay cinayetten ziyade dini istismar olarak kabul görmüştür. Oysaki Anayasa’nın 24. maddesi gereği “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” Bunu bilen DGM savcısı Kışlalı cinayetinin ört bas edilmesi amacıyla satanizmi gündeme getirmiştir, nitekim de başarılı olmuştur.
Basın olayın üzerine, DGM savcısının yönlendirmesiyle birlikte Satanizm’den gitmiş ve saçma sapan raporlarla yüzlerce insan göz altına alınıp dövülmüş, bununla da kalınmamış, bar ve cafeler basılmıştır. Yurt dışından getirilen pek çok müzik cd’leri, kasetleri ve dergilerinin girişine izin verilmemiş, insanların uğrak yeri olan, Kadıköy’deki Akmar Pasajı’na onlarca kez baskınlar düzenlenmiş, müzik dükkânlarının sahipleri, çalışanları, alış veriş için gelen müşteriler sorgulanmıltır. Sadece kulağında küpe olduğu için sokaklarda dayak yiyen insanlar söz konusu olmuştur. En garibi de bugün “imaj” niyetine küpe takan “ülkücü” gençlerin sokaklarda insanları hırpalamasıdır. İstanbul’da başlayan bu olaylar Anadolu’nun her yerinde yankı buldu. Adana’da benim de içinde bulunduğum bir avuç metal dinleyicinin evleri defalarca kez arandı, ebeveynlerimize “ne biçim evlat yetiştirmişsiniz” dendi. Gençlerin dinlediği müziği hali hazırda onaylamayan ebeveynler telaşlandı ve özünde “Barış, çevre kirliliği, ırkçılık karşıtı ve mitolojik hikâyeler” olan koskoca bir müzik türü ayin müzikleri sanıldı.
Gerçekle alakası olmayan resmi raporlar gereğince hepimiz kedi kanı içen, bakirelere tecavüz eden, ahlaksız insanlar olarak etiketlendik. Sonuç olarak plak şirketleri kapandı, dergiler toplatıldı, radyo ve tv programları kaldırıldı, konserler iptal edildi, stüdyolar yerle bir edildi. Uzun saçlı insanlar sokakta yürüyemez hâle geldi.
Bugün sosyal medya dolayısıyla artık yaygın hale gelen “chat”, o dönemlerde genellikle forumlar, ondan daha da önce “irc” sohbet odalarıyla yapılırdı. İnsanlarla tanıştığın bu yerlerde kişisel ve ailevi problemi olan insanlar bir grup ilgi çekme amacındaki insan tarafından kandırılmaya başlandı. “Satanist olmak, uyuşturucu kullanmak, seks yapmak” farklı olmak demekti. Dünya geneli mafya eylemi olan maneviyatı kullanarak parası olanın parasını, olmayanın hizmetini kullanan satanizm Türkiye’de sanal dünyada bir iki kişinin başı çektiği bir faaliyet olarak kaldı. Kimse kedi kanı içmedi, bakire kurban etmedi.
1999’da patlayan bu olaylar biraz yatışmışken 2002’de Lara Falay’ın intiharıyla yeniden canlanır. Bu sefer de merkezde lise öğrencileri vardır. Yine Anadolu’nun her yeri karışır. Bununla ilgili hepimizi ağlanacak halimize güldüren bir olay da İzmir’de vuku bulur. Sakin bir mağarada toplanıp bir şeyler içen ve müzik dinleyen gençler tutuklanırlar. 16-17 yaşlarındaki bu insanlarla birlikte “Satanistler İzmir’de” adıyla haberler yapılır ve bir muhabirin “Bakireleri kurban ettiğiniz doğru mu?” sorusuna “İzmir’de bakire kız mı var?” yanıtıyla olayın biraz da olsa saçmalığı anlaşılır. Antalya, Mersin, Konya, Aydın, Adana’da satanistler diye her gün bir başka haber yapılır. Yine gözaltılar, evlere düzenlenen baskınlar söz konusu olur. Polis kendince temizlik yaparken başı çeken Hürriyet ve Milliyet gazeteleriyle birlikte bir araya gelip sohbet etmemiz suç olur. O dönemki manşetlerden anımsadığım bir ayrıntı olayın ne derece saçma olduğunun da resmen kanıtıdır. PKK örgütü mensubunun 15.000 olarak kayıtlara geçtiği günlerde Hürriyet’in manşeti “Türkiye’de 40-50.000 Satanist Var”dır, Milliyet’inki ise “Türkiye’de 50-60.000 Satanist Var”dır.
2004 yılında yeniden Satanizm gündeme gelir. Cahit Torun isimli avukat nasıl bilir kişi olur, bir fikrim yok ama Cumhurbaşkanlığı’na bir rapor sunar. Var olduğu günler işçi sınıfının eylemleriyle birlikte adını kazanan heavy metal bu sefer de devlet raporlarına girer. İnsanlar ölüm oruçlarında can verirken Ozzie Osbourne’un (ki kendisini daha sonra ev hayatını şov haline getiren, dengesiz bir insan olarak bilirsiniz, oysa ilk heavy metal gruplarından Black Sabbath’ın efsane vokalidir) sahnede civciv ezdiği yazılır. Aslı yoktur bunun olay nereden civcivlere gelir onu da belirteyim. Bir basın toplantısında içeriye dalan yarasayı, muhtemelen kafası epeyce güzel olduğundan yakalayıp parçalayan Ozzie Türkiye’de civcivleri sahnede ezdi, diye bilinir.
2004 yılında hepimizin artık bildiği irticai faaliyetlerin lideri konumundaki Harun Yahya satanizme el atar. Marilyn Manson o dönem verdiği bir röportajda Darwin’in büyük bir bilim adamı olduğunu dile getirmiştir ve Harun Yahya Darwin’i de satanist ilan eder. Bu olaydan bahsederken kurduğu bağlantıyla birlikte Marilyn Manson’ın Cradle Of Filth adındaki grubun vokali olduğunu söyler. Birazcık müzikle ilgili olan herkes de buna gerçekten gülmüştür. Oysa bizim büyük araştırmacı basınımız Harun Yahya’nın saçmalıklarını gerçek kaynak olarak görür ve o yıllar bu asılsız bilgiler haberdir.
Burada sormalıyım ki, Anti Hıristiyan bir düşünce olan Satanizm’in %99’unun (!) Müslüman olduğu iddia edilen Türkiye’de ne işi olabilir? Özentilikten ileri gitmeyen bir düşünce, dünya genelinde seks ve uyuşturucu ticaretiyle söz konusuyken Türkiye’de her iki şey için de satanizme ihtiyaç var mıdır?
Sahne şovu için kullanılan deriler, zincirler, metal tabakalar, dövmeler dinleyicilerin de uygulamalarıyla hayat kazanan şeyler bir süre sonra kendi problemleri sebebiyle “bu dünyaya ait değilim” diye not bırakıp intihar eden insanların hepsiyle özdeşleşir oldu. Heavy Metal vazgeçmeyi değil, kalıp savaşmayı tembihlerken, TV şovları faşist bir grup insanla bu müziği dinleyip, organizasyonlar yapanları, iyi dinleyicileri, dergi yazarlarını karşı karşıya getirir. Bu insanlardan Açık Radyo’nun Beton adlı programını hazırlayıp sunan Mete Sohtaoğlu da Siyaset Meydanı’na konuk olur. Konuyla ilgili yazısını aşağıda görebilirsiniz.
Aynı şekilde gündemi büyük bir ahmaklıkla ele alan Engin Ardıç’ın o dönemki yazısını ve bahsettiğim avukat Cahit Torun’la ilgili Star Haber Dergisi’nde yer alan ayrıntılı yazıyı ve röportajı da görebilirsiniz.
0 notes
denememelernet-blog · 13 years
Text
Mut
Tumblr media
“Göbek bağı kesilir ve tek başına kalırız. Eşsiz ve bağsız. Yalnızlık duygusunun temeli işte bu denli eskidir. ” Talat Parman
Kesildi göbek bağı, ilk dört sene kayıp. Anlatılanlar var sadece. Başkasının anlattığı hayatta asıl kız/oğlan olmak zor.
Uyuyamıyorum. Son on senenin zombileri, vampirleri, şekil değiştirenleri yakamı bırakmıyor. Hayatıma sadece canavarları almışım gibi. Ve yalancıyım, hepinize yalanlar söyledim bunca sene. Acımamanızı istedim. Acınacak hâldeydim. Yalanları da doğrularımdan ayıkladım. Ve acıdınız. Bense, bana acıdığınız için sizleri hiç affetmedim.
Anımsayabildiğim en eski anım dört yaşıma denk geliyor. Küf, tahta ve toprak kokulu bir evin iki göz odasından birindeki tüplü bir televizyondan yayılan ses tüm köyü inletirdi. Ya heyecanlı bir muhabir, ya ruhsuz bir haber spikeri ya da bir futbol maçındaki kalabalık insan güruhu ve onların arasından sıyrılmaya çalışan bir adam olurdu seslerin sahipleri.
O akşam da milli bir maç söz konusuydu. Annem mutfakta akşam yemeğini hazırlamaya çalışıyor, açlığı dinmedikçe siniri kaybolmayan babam da oturduğu yerden futbol topuyla empati kurmuş hâlde bağırıp duruyordu. Kız kardeşim henüz bir yaşındaydı ve emekliyor, oyuncaklarımı bir yerden diğerine yuvarlıyordu.
Terziydi annem ve tek oyuncaklarım da onun kullandığı büyüklü küçüklü ip makaralarıydı. Onları kule gibi dizer, sonra bir anda dağıtır ve yerlere saçıldıklarında müthiş bir haz alırdım.
Birden fazlasını aynı anda taşıyamadığım tabakları ve bardakları yer sofrasına getirip götürüyordum. Ablaydım, sorumluluklarım vardı, evin kocaman kızıydım ve anneme yardım ediyordum. Mutfağa her girişimde annemle göz göze geliyorduk ve gözlerinin içindeki pırıltıda bir sıcaklık hissediyordum. O yıllarda sanırım daha çok seviyordu annem bizleri. Belki de çocuklarıyla ilgili hayal kırıklıkları baş göstermediğindendir.
Kız kardeşim güzergâhımın üzerine konumlandı ve ben de yolumu değiştirmek zorunda kaldım. Sıra kaşık ve çatallardaydı. Avuçlarıma sığdığı kadarını alıp evin salonuna doğru yol aldım. Hızlıca ve dikkatlice televizyonun önünden geçtim, sofraya ulaştım. Elimdekileri bırakırken bir küfürle yerimden sıçradım. Milli takım gol kaçırmıştı.
Mutfağa dönüp geriye kalan kaşık ve çatalları getirmek üzere yine televizyonun önünden geçiyordum ki bir küfür daha patladı. Milli takım gol kaçırmıştı. İlki kadar korkmadım ama mutfak kapısının önündeyken dönüp arkama baktım. Üzerime doğru gelen bir dev vardı. Sinirden elleri kolları titriyor, gözlerindeki kan damarlarını olduğum yerden görebiliyordum. “Ba…” dedim ikinci hece ağzımdan çıkamadan yukarı doğru havalanmıştım. Belimden kavramıştı ve canım yanıyordu. Havada silkeledi beni, canım daha çok yandı. Sadece televizyondan gelen sesleri duyuyordum. Dudakları oynuyordu devin, çekiştiriliyordum. Belimde iki çift el vardı şimdi, annem dalındaki bir meyveye ulaşmaya çalışır gibi beni tutmaya, koparmaya çalışıyordu. Dev izin vermiyordu. Dili dişleri arasına sıkışmıştı ve salyalar akıyordu çenesinden aşağı. Salyalara bakarken tüm görüntü bulanmaya başladı. Ağlamaya başlamıştım. Bir anda dış kapıya doğru hareket etti ve kapının açılmasıyla birlikte yağmur damlalarını suratımda buldum. Önce yere doğru attı beni sonra karnıma doğru bir tekme savurdu. Kapının dışına, avluya fırlatıldım, yuvarlandım, yumuşak bir düşüştü. Sağ bileğimden destek almıştım ve acıyan tek yer de orasıydı. Bir anda karanlık çöktü, kapı üzerime kapanmıştı. Yerimden hızla kalktım sol elimi yumruk yaparak kapıya vurmaya başladım. “Baba, karanlık, içeri al beni,” dedim. Girmek istediğimden de emin olamadım sonra. Çığlıklar, bağırmalar, küfürlerle doluydu içerisi. Arkama dönüp baktım, sokak lambaları yoktu evin önünde.
Korkmaya ve ağlamaya başladım. Aynı cümleyi sürekli tekrar ediyor hıçkırıklar yüzünden kelimelerin çoğunu da yutuyordum. Avuçlarım terlemişti. Bir uluma sesi geldi cami imamının köpeği olmalıydı. Yakınlardaydı ve ben ondan ölesiye korkuyordum.
Ev sahibimizdi köyün imamı ve evimiz de caminin bitişiğindeydi. Üst kata imamın evine baktım ama ışıkları yanmıyordu. Yapayalnızdım kapının önünde ve imamın köpeği beni yemek için yanıma geliyor olmalıydı. Sesim yükseldi, tizleşti ve artık sadece “Baabaaaa” diye bağırmaya başladım. Gerisini unutmuştum söylediğimin, neden bağırdığımı da unutmuştum. Önümde nemli, ıslak bir tahta kapı duruyordu ve tırnaklarımın arasına daha çok tahta parçası sokmak istercesine tırmalıyordum kapıyı. Kıymıklar etime giriyor, her seferinde daha da fazla canım yanıyordu ama ben tırmalamaya devam ediyordum.
“Almayacaksın içeri, terbiye vermeli bu orospuya, sen şımartın onu,” dedi dev. Tahmin ediyordum bunu derkenki yüzünü. Kendinden emindi, sigara yakıyordu bir yandan, ağzındaki tükürüklerin sıçraması yüzünden filtresi sırılsıklam olmalıydı. Sigarayı parmaklarının arasına aldıktan sonra oturmuş olmalıydı eski yerine
Devin gürlemesinin ardından sesler kesildi tamamen ve ben de bıraktım tırmalamayı. “Orospu” ne demekti, bunu düşünüyordum. Duymamıştım daha önce bu kelimeyi. Ve tırnak diplerim acıyordu. Avuçlarımı yukarı doğru kaldırdım ama karanlıktan göremiyordum. Arkamı dönüp yeniden karanlığa baktım. Köpek sesi gelmiyordu. Kafamı sağa doğru çevirince büyük taşı gördüm. Yıllar sonra onun aslında teneşir taşı olduğunu fark edince de aynı korkuyu yaşayacaktım. Şimdilik o sadece taştı ve ay ışığı tam üzerine geliyordu. Biraz aydınlık gibiydi orası. Caminin önüne doğru gittim ve kenarda duran tabureyi sürükleyerek taşın yanına getirdim. Önce tabureye sonra da taşın üzerine çıktım. Uzanıp kıvrıldım. Yağmur yağmaya devam ediyordu ama ılıktı damlalar. Isıtıyordu beni.
İçeride ağlamaya başladığım için sinirlenmiş beni evden dışarı atmıştı. Ağlama sesine tahammül edemiyordu, biliyordum. Her ağlamamda daha da sinirleniyordu. İnsanlar korktuklarında geri çekildiklerine ağladıklarına göre, onları korkutan ve sinirlenenler güçleniyor olmalıydı. Onun daha da güçlü olmasını istemiyordum. Kendi kendime söz verdim o gece teneşir taşının üzerinde. Bundan sonra bana kızdığında hiç ağlamayacaktım.
Sözümü yirmi beş yaşıma bastığım seneye dek de tuttum. Her kavgamızda gözlerimi ondan ayırdım. Halı desenlerine, kitaplıktaki kitaplara baktım durdum. Ergenliğe girmeden önce, itilip kakılırken, gözlerimi kapardım ve yapabildiğim kadar hızlı bir şekilde sayı sayardım Ne kadar hızlı sayarsam o kadar çabuk bitecek diye düşünürdüm. Ergenlik dönemi ve sonrasındaysa sayı saymanın çözüm olmadığını kanıksamış, oluruna bırakmıştım her şeyi. Bitiyordu nasılsa. On dakika, yarım saat, bir saat tekmeleniyor, yumruklar yiyor, saçlarımdan tutulup sürükleniyordum ama bir an geliyordu ve bitiyordu. Bittiğinde oda hapsi alıyordum. Odama gittiğimde içimden geldiği gibi ağlıyordum. Senelerce kimse görmedi ağladığımı bu sebepten.
Anılarımı yediğim dayaklara göre kronolojik sıraya dizebiliyorum. Teyzemin yurt dışından ilk gelişi yanağımdaki izin olduğu seneydi mesela. Banyoda düştü, klozet kesti demişlerdi. Yaşım 13-14 olmalı çünkü köylerden kurtulmuş bir ilçeye yerleşmiştik ve evet klozetimiz vardı. Ve evet gerçekten klozet kesmişti yüzümü. Ama düşmemiştim. Teyzem neredeyse on senedir Türkiye’ye gelmemişti ve çok büyüdüğümü söylemişti. Bana rengârenk sutyenler külotlar getirmişti. Bir genç kız bekliyordu karşısında. Oysa korkuları yüzünden, maruz kaldığı istismar yüzünden büyümeyi reddeden, büyümemek için yeni yeni ortaya çıkmaya başlamış memelerini gizlemek için her şeyi yapan ufacık bir çocuk vardı karşısında. Mutfakta beni sıkıştırıp memelerimi çimdiklemişti, sırıtıp büyüyor değil mi bunlar, canın yanıyor olmalı demişti. Neden çimdikledi bilmiyorum ama canım çok yanmıştı. Mahalledeki, okuldaki arkadaşlarım, özelikle de erkekler zaten sürekli çarpıyordu ve canım yanıyordu. Kız kardeşim de tam bir cadalozdu her kavgamızda kasten vururdu göğüslerime. Tüm dünya hıncını minicik memelerimden çıkarıyor gibiydi, önüne gelen canımı yakıyordu işte.
Bir ay kaldı teyzem bizde ve o gittikten bir hafta sonra ilk reglimi oldum. Kitaplığın arkasına saklanmış “İslam ve Cinsellik” diye bir kitaptan öğrenmiştim regl kanının ne olduğunu. Evdeki tuvalet kâğıtlarıyla ilk üç günü geçirmiştim ama neredeyse her yarım saatte bir tuvalete gitmek zorunda kalıyordum. Kirlenen iç çamaşırlarımı mahallenin çöpüne atıyordum çünkü annem görürse kızar diye düşünüyordum. Zombiydi çünkü, pırıltı yoktu hiç gözlerinde.
Üçüncü günün akşamı odama gelip bana hasta olup olmadığımı sordu. Hasta değildim. Ama sonra anladım “hasta” derken neyi kastettiğini. Hastalık olmadığını düşünmüştüm okuduklarımdan, normaldi bacaklarının arasından kan gelmesi. Mahallemizdeki bakkala gönderdi beni, “ped alacaksın, çocuk bezlerinin yanında olmalı,” dedi. Bakkalın oğlu vardı kasada ve hayatımın en zor dakikalarıydı sanırım o pedin paketini alıp da kasaya gidip ödeme yapmak. Bok var gibi sırıtıyordu bir de kasadaki çocuk. Eve gelene dek ölüp ölüp dirilmiştim resmen.
Çok değil bir sene sonra mahalleden arkadaşım bir kızı dışarı çağırmıştım dondurma almaya gitmek için ve erkek kardeşi “Sümeyye artık genç kız oldu, adet oldu, seninle gezemez,” demişti. Demek ki bazı aileler bunları oturup konuşabiliyorlardı. Erkek kardeşi dahi bunu bildiğine göre, öyle olmalıydı. Ben daha önce kanamıştım, ben genç kız değil miydim? Sümeyye’yi balkonlarında gördüm ve başını kapatmıştı. Demek ki artık annesi gibiydi. Başını kapatıp, evden dışarı çıkmayacak, benimle yürüyüşe gitmeyecek, dondurma yemeyecekti. Eve dönüp odama girdiğimde kafamdaki her şey karman çormandı.
Tek bildiğim dört yaşlarındayken fark ettiğim evimizdeki devin, canavarın beni öldürmeye çalıştığıydı. Öldüremediği için mümkün olduğunca güçsüzleştirmiş, sindirmiş, yok etmeye çalışmıştı. Yılmamıştım ama o çığın altında kalmıştım işte.
"Ben babamın yuvarladığı, çığın altında kaldım." Nilgün Marmara
Görsel: Francesca Woodman
0 notes
denememelernet-blog · 13 years
Text
Rise Against - End Game
Tumblr media
Bad Religion’ın “The Dissent of Man” albümünün kritiğinde günümüzdeki punk kültüründen ve tür adına ortalarda dolaşan gruplardan kısaca bahsetmiştim. Punk rock ekseninde seyreden, hardcore ile kırıştıran, doksanlarda doğmuş ve kimilerince “yumuşak” bulunan yeni nesil sayılabilecek gruplara da değinmiş, tam orada da Rise Against’in adını zikretmiştim.
Müziğin moda olan durumlarından bir tanesi de yavşak punk grupları ortada dolaştığı günden bu yana “muhaliflik” oldu. Rise Against ise muhalifliği gerçek, müzisyenleri başarılı, şarkıları dinlendikçe sıkılmak bir yana daha da sevilen, albüm sunumu da konser performansı da oldukça başarılı olduğundan on iki senedir de ayakta durmaya devam ediyor.
İnsanoğlu, geçirdiği evrimi hiçe sayarak, teknolojiyi de kullanarak, kendi türü de dâhil tüm canlılara zarar veren tek tür. İlkel toplumlardan kendini neden üstün gördüğü ise tam bir muamma. O toplumlar da hayatta kalmak için araç gereç kullanmış ve tüm bunları da ince bir işçilikle becerebilmişler, doğa üzerinde egemenlik kurmak için savaş vermemiş, aksine çevreleriyle uyumlu ve sadece ihtiyaçlarına göre bir yaşam standardı belirlemişlerdir. İnsanlar sağlıklıdır, modern hayattaki çalışma zorunluluğu hatta ekonomi yoktur. Böyleyken doğanın asıl sahibi olan bitkiler, hayvanlar ve hatta ayrıştırıcılara dahi saygı duyulur. Evlerinde kedi köpek beslemezler ama ne zamanki hayvanlar evcilleştirilmeye başlanır, silah icat edilir, işte o zaman katliamlar baş gösterir.
Hakkında pek çok yalan yanlış iddianın dolaştığı Peta adında aktivist bir örgüt vardır. Bu örgütü daha ziyade internet âleminde dolaşan eylem görüntüleri ve hayvanların katledişiyle ilgili videolarla bilirsiniz. Hayvan eti yemek için özel bir bayramı dahi olan bir ülkede, boğazınızdan geçen lokmaların bir zamanlar canlı bir şey olduğu ve yemek borunuza girene dek de türlü işkencelerden geçtiği düşüncesi eminim ki üzerinde durulmadığı için etkisiz kalıyor.
Hayvansal ürünlerin satıldığı yerlerden alış veriş yapmayarak suça ortak olmayacağınız fikri Peta’nın uygulamalarının özündeki şeydir. Ve işte Rise Against de Peta’nın destekçilerinden biridir. Muhalifliği bununla sınırlı değildir elbette. Amerika’nın var olan siyasi durumunu protesto edip, çalıştırdığı üçüncü dünya ülkelerinin vatandaşlarının haklarını da savunur.
Bu koşullarda kimse çıkıp da Rise Against’in yolundan saptığını da söyleyemez. Müziğin gittikçe daha büyük bir kitleye hitap etmesini, grubun bu bağlamdaki gelişimini kaba etinden anlayan insanlara kulaklarımızı tıkayıp grubun müziğinden bahsedelim.
End Game, Rise Against’in altıncı stüdyo albümü. İlk iki albümü olan The Unraveling ve Revolutions Per Minute, Fat Wreck Choards şirketinden, sonraki iki albüm Siren Song of the Counter Culture ve grubun adını tüm dünyaya duyuran efsane The Sufferer & the Witness ise (Universal şirketine bağlı) Geffen Records ve sonraki iki albüm Appeal to Reason ve End Game de Geffen’e bağlı olan DGC/Interscope etkiyetiyle yayınlanmıştır. Neden böyle gereksiz görünen bir bilgiyi verdim, hemen açıklıyorum. Rise Against’i kemik kitlesi ilk iki albümü boyunca kendi çevresinde destekledi. Çiğ bir punk yapan grup yine muhalif ama oldukça oturmamış bir konumdaydı. Şirket değişimiyle birlikte grubun da tarzı daha fazla melodikleşmeye, pişmiş bir kıvama gelmeye başladı. Böyleyken melodinin pirim yaptığı diyarlarda, şirket de tanıtım işini hakkıyla yapınca Rise Against büyük bir kitleye hitap etmeye başladı. Fanlar da bu şirket değişikliğiyle, albümler daha yayınlanmadan durumu anlayıp tepki göstermeye başladı. Son iki albümde de daha ufak bir şirkete bağlanması ise grubun promosyon çalışmalarına böylelikle daha fazla özen gösterileceği içindi.
Appeal to Reason, grubun kariyerinde zirveyi sollayan bir albüm olmadı. Yine başarılıydı ama punk-hardcore’dan ziyade pop-punk ekseninde bir albümdü. Önceki albümlerin başarısının altında kalmasına rağmen yine de oldukça iyi besteleri vardı. Grup da eğrideki düşüşün farkında olmalı ki End Game gibi bir albümü kaydetti. Bir yanda “dünyayı görmek istiyorsan bu silahı taşımalısın” diyerek oğlunu savaşa yollayan baba (Hero of War) şarkısı varken yeni albümde savaşı destekleyen bir insanı dile getirerek onu tokat manyağı yapan (Survivor Guilt) var. Muhaliflik sabitse de müzikal anlamda, liriklerdeki muhteviyatla birlikte End Game grubun kariyerinin en iyi albümlerinden biri.
Survivor Guilt ile başladım, onunla devam edeyim. Şarkının girişinde iki kişinin diyaloguna şahit oluyoruz. Amerika’nın yok edilemeyeceğini, savaşmanın gerekliliğini savunan kişiye, parçalanan devletlerden, indirilen diktatörlerden bahsederek savaşta ölmenin hangi amaca hizmet ettiğini soran adam arasındaki bu diyalogla birlikte geri plandaki beste örgüsü de Tim’in seneler geçtikçe güzelleşen vokali de olağanüstü güzel. Ve albümdeki favorilerimden biri de bu şarkı.
Bir diğer sözlerinin güzelliğiyle eş değer kalitede şarkı da Make It Stop (September’s Children). Bu deyişe dünya gündemiyle ilgiliyseniz aşinasızdır. Olmayanlar için açıklayayım. Eylül ayında, uğradıkları şiddete katlanamayıp intihar eden, 13-17 yaş aralığındaki LGBT gençlerle ilgilidir ve bu insanlar faşizmle eş değerde kuvvetteki bir diğer canavar, homofobinin kurbanlarıdırlar. Şarkının tamamı da bununla ilgilidir.
Konsept bir albüm olmasa da genel anlamda dünya genelindeki felaketleri, katliamları konu edinen bu albümde grubun tarzı konusunda herhangi bir değişim yok. Yine oldukça melodik, hardcore-punk türünde şarkılar dinliyoruz. Sadece üzerinde daha fazla çalışılmış, çok daha iyi, ömrü çok daha uzun sürecek diyebiliriz.
End Game için grubun en iyi albümü diyemeyiz belki ama özellikle vokal performansının bugüne kadarkilerin en iyisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bilboard listelerinde ilk yüze giren, albümün ilk single’ı Help Is on the Way’de bu performansa birebir şahit olabilirsiniz. Şarkıların sizi sürüklediği noktanın tadını vokalin iniş ve çıkışlarıyla yaşıyorsunuz.
Bir önceki albüm ile aynı stüdyoda kaydedilen End Game, 2011’in en iyi albümlerinden biri. Albüme bir kez kulak verdiğinizde, kontrolsüz bir şekilde ikinci defa dönüşüne engel olamayacağınız garanti.
Bad Religion’la çıktıkları tur dışında, geçtiğimiz sene Sonisphere kadrosunda yer alan ve kıl payı Türkiye’ye gelemeyen grup için benim bu sene umudum var. Nisan ve Mayıs ayı boyunca sahne alacakları her santimetre karedeki konserin sold out olması 2011’in Bad Religion ve Rise Against için epeyce parlak geçeceğini gösteriyor.
Geçtiğimiz senelerde dağılan ve bu haberin üzüntüsüyle bir müddet bizleri mağdur durumda bırakan, Amerikalı punk grubu Face to Face’le hazırladıkları split önümüzdeki Mayıs ayında yayınlanacak. Yine 2009’da da efsane grup Anti Flag ile bir split yayınlamışlardı. Popülerlikle değiştiği zannedenlere, Rise Against’in neden hala bir yeraltı geleneği olan split albümlerde yer aldığını sormak sanıyorum ki devrelerinin yanmasına yetecektir.
0 notes
denememelernet-blog · 13 years
Text
Bad Religion - The Dissent Of Man
Tumblr media
Punk, kimine göre kayıp bir kuşaktan, kimine göre amaçsız ve de bilinçsiz bir grup zibidi veletten, kimine göre oldukça tehlikeli, anarşizmle ve tabi ki nihilizmle özdeşleşmiş, bilinçli hareket eden muhaliflerden oluşmuşsa da, tüm diğer müzik türlerinin aksine bir stüdyo kaydıyla değil de tam olarak sahnelerde doğmuştur. O yüzdendir ki, punk dediğinizde sadece müzik değil aynı zamanda da bir akım, hareket ve hareketin içerisindeki insanlar söz konusu olur.
70’li yılların başından itibaren ortalığın anasını belleyerek, narkozsuz, doğal bir doğumla peydahlanan gruplarla, müzik listelerini de, var olan sistemleri de, sokaklardan saraylara, hükümet binalarından devlet başkanlarının yatak odasına dek, tedirgin edici bir dalga olarak 80’li yıllara kadar gelir. Geriye dönüp bakan bir avuç gerçek punk’ın görebildiği, savaştıklarını düşündükleri sisteme alet olmuş insanlar olur. Para, popülerlik, uyuşturucu derken cismen yok olup giderler. Efsaneler elbette isim olarak kalır. 70’li ve 80’li yıllarda doğmuş birçok müzik türüne de ilham verir. Misal, bugün thrash metal varsa, bu doğrudan olmasa da çok önemli noktalarda punk’tan alınanlarla gerçekleşmiştir. Eh bu hikâye sadece punk tarihinin değil, Bad Religion’ın (BR) da hikâyesidir denebilir.
Böylesine tesirli, dünyanın yörüngesini şaşırtmış punk’tan bugün geriye kalanları üç ayrı noktada görebiliriz. Asıl, öz, hakiki punk’ın kaldığı yerden devam edip, tepelerine çöken tavanın en azından bir kısmını ayakta tutmaya çalışan, kimi zaman üvey kardeşi hardcore’la içli dışlı olabilen, kimi zaman da punk rock’a evirilmiş büyük ve efsane gruplar. (BR, NOFX, Rancid, Pennywise, Social Distortion, The Offspring, Die Toten Hosen…) Diğer iki gruba bakarsak da, bugün, genellikle punk rock evreninde yer alan, melodik (yumuşak) punk ekseninde seyreden, melodik (yumuşak) hardcore ile kırıştıran, doksanlarda doğmuş, öncekine göre yeni nesil sayılabilecek iyi gruplar. (Rise Against, Boysetsfire –ne yazık ki artık yok-, -sadece son albümüyle- Green Day, Propagandhi…)Son olarak da bilinçsiz bir grup zibidi. (Sum 41, Blink 182, -son albüme kadarki- Green Day…)
Punk dâhilinde üç akor üzerine oturan basit yapıda, içeriği bazen dolu, kuralları hiçe sayan pek çok grubu düşününce tüm punk malzemelerini muhteviyatında bulunduran BR, hepsinden farklı olarak da üç gitar kullanır. Ortaya progresif bir sonuç çıkmıyor elbette. (Into The Unknown albümünü tenzih ederim, kendileri de onu hayatlarının hatası olarak görüyor olmalı.) Hatta üç gitara rağmen oldukça eğlenceli, akılda kalıcı, aksatmadan otuz sene önce buldukları müthiş formülün dışına çıkmadan basit şarkılar yapıyorlar. Bu kadar büyük bir grup olmalarında şüphesiz Graffin’in payı oldukça fazla. İki de solo albüm yapmış olan bu aile babası adam, pek çok muadilinin aksine serserilik (iyi bir şey dedim) yapmaz, öğretim elemanı olarak dersler verir, Biyoloji alanında uzmandır, Steve Olson’la bir de kitap yazmıştır. (Anarchy Evolution: Faith, Science and BR in a World Without God) Sadece birikim anlamında değil özel değildir, bir “rock star” moduna girmeden, fanlarına karşı da gayet saygılı, samimi ve kesinlikle grupla özdeşleşmiş olan frontman’in kendisi, BR’ı zaten punk diyarlarının en güzel yerine getirmeye yetiyor.
BR’ın 90’lı yıllarda patlayan grunge ve alternatif rock grupları arasında hayatta kalabilmek için, yine kendi usulünde bir adaptasyon geçirmişse de bu son albümle tam olarak eski kıvama geldiklerini söylemek yanlış olmaz. 1993’te Eddie Vedder’i (Pearl Jam) albüme konuk etmişken 1994’te Jim Lindberg’i (Pennywise) ve Tim Armstrong’ı (Rancid) ağırlarlar. Adapte olmaktan kastım da tam olarak budur. Elbette No Control ayarında efsane bir albüm değil bu ikisi de ama pek çok müzik türünün ipinin çekildiği bu dönemde hayatta kalabilmeleri de mucize resmen.
Beklenenden fazlasını her daim vermesini bilen grubun albümü genel olarak bakıldığında, bir yandan hasretinizi dindirirken, diğer yandan da tüm insani ihtiyaçlarınızı karşılıyor. Eğlence, akılda kalıcılık, dokundurma, punk gruplarından göremeyeceğiniz bir başka özelliği olan tertemiz sololarla birlikte, aslında neden bugüne kadarki en iyi punk gruplarından biri olduğunu resmen ispat ediyor. Şarkıları ruh hâlinize göre seçme şansınızı yok ediyor, aynı anda birden fazla duyuya hitap edip, birden fazla şey hissettirebiliyor. Bunları da öylesine nefis bir dengede yapıyor ki, albümü sevmemek için sadece zevksiz olmanız gerekiyor. Sadece bir kez dinlemeyle dahi aşina oluveriyorsunuz şarkılara.
“…Boş sebepler uğruna, çevrede dolaşıp her şeyi parçalamaya çalışan, gaddar olan, hırsızlık yapan, kavga eden, günümüzde punk olarak gösterilen kişiler, aslında güzel görünümlü, aptal pop yıldızlarından farksızlardır. Çünkü plak şirketleri için, şiddet, seks ve narsizmi çok kolay pazarlarlar. Bunun sonucu olarak, müzik grupları kendilerine punk deyip, farkına varmadan punk’a aykırı olan her şeyin stereotipi hâline gelmişlerdir…” diyor grubun vokali Graffin, web sitelerinde yayınlanan “Punk Manifesto”sunda. Genel olarak da yazdığı nefis yazıları okumadan, şarkı sözlerine bakarak da olayın sadece tepki vermek olmadığından, her tepkinin bir anlam ifade etmesi gerektiğinden emin oluyorsunuz. Sadece eğlenmiyor, eğlenirken de bir yerlerde var olan hüznü görmezden gelemiyor, genel olarak (Amerikan vatandaşları ya da beyazlar değil), insanoğlunun bir şeylerin farkında olması gerektiğini anlıyorsunuz.
Otuz yıllık hayatına on beş stüdyo albümünü sığdırma ve bir iki fire dışında genel anlamda çok iyi albümler yapma, bunların içinden de en az iki tane klasik mertebesinde albüm bulundurma BR dışında kimsenin de haddi değil.
Kendi etini dişlemekte sorun görmeyen, kendi araklarıyla ve hissettirdiği rock’n’roll etkisiyle, punk için de punk rock için de her şeye rağmen ayakta kalabilmiş grup, şu sıralar, yeni albümünü çıkarmaya çalışan hayatımın grubu Rise Against (ve Four Year Strong) ile turlamaya hazırlıyor.
Tam anlamıyla “nostaljik” bir albüm yapmışken işin içine başka tatlar da ekleyip, ortaya çıkan şeyin BR genleri taşıdığının gözünden, saçından, karakterinden anlaşılmasını sağlamışlar. Tam bir seksenler tadı veren Won’t Somebody, solosuyla ayrı, nakaratıyla ayrı, gitar riflerinin sadeliği ve zarifliğiyle apayrı göz kamaştırıyor. Açılış şarkısı The Day The Earth Stalled, akabinden gelen Only Rain, klasik bir konser alanı marşı olabilecek Pride And The Pallor, o hep bildiğimiz melodinin üzerine oturmuş I Won’t Say Anything benim öncelikli favorilerim.
Albümdeki her şarkıda BR ruhunu bulacak, geçmişe yolculuk yapacak, anlamayana birbirinin aynısı gelen, anlayan içinse daha iyisinin yapılamadığı güzelliğe şahit olacaksınız. Çeşitli sebeplerle elemanlar değişti sürekli ama BR orijinal kadrosuyla var olduğunda her daim nefis albümler yaptı. Bu da onlardan bir tanesi oldu.
Geçmiş geçmişte kalmadı, bugün geçmişe, gelecek bugüne yerleşti. Zaman kavramının ileriye dönük olmadığı, her şeyin o anda yaşandığı bir boyut BR dünyası. Umursamamazlık değil bu, boş vermişlik değil, hayata küsme, “kimse beni anlamıyor”culuk oynama hiç değil. Olduğun ana anlam yükleme, sorgulama, tartışma, kafa yorma, hissetme ve paylaşma bu.
0 notes
denememelernet-blog · 13 years
Text
Eğitimde Fiziksel Ceza
Tumblr media
Popüler kültürün hayatımızın her alanına nüfuz ettiği günümüz koşullarında şiddetin de ayrılmaz bir parçamız olduğu gerçeği yadsınamaz. İnsanın kişilik oluşumunun da, akademik anlamdaki başarısının da temelini oluşturmada belki de en çok etkisi olan, aileden kopup sosyal hayata adım atılan, düşünülmeye fırsat olan ya da olmayan pek çok şeyin somutlaştığı, gerçeklik kazandığı yer ilköğretim okullarıdır.
Her insan ilkokul öğretmen(ler)inin nasıl olduğunu, sınıfta neler yaptığını az ya da çok hatırlar. Hafızanın büyük oranda güçlü olduğu, yaşanılanların unutulmadığı bir dönemde çocuğun şiddete, fiziksel cezaya ya da istismara maruz kalması, duygusal, fiziksel ya da cinsel anlamda onarılmayacak yaraların açılmasına neden olabilir. Bu bağlamda ceza, özellikle de fiziksel cezanın ilköğretimde uygulanması, öğretmenlerin sınıfta disiplin sağlamaları konusundaki amacı, çok farklı boyutlara getirebilir.
  Sevdiğim bir arkadaşım, “iyi öğretmen nasıl olur,” konulu bir tartışmanın geçtiği derslerimizden birinde, “Boy sırasına girmiştik, ben kısa boylu olduğum için en arkadaydım ve soğuk algınlığı geçirdiği için sesi kısılan öğretmeni tam duyamadım. Sağa dönmemizi söylemiş ama sola dönmüştüm ve kulağımı öylesine bir çekmişti ki…” derken gözyaşlarına boğulmuştu.
Yine bir başka meslektaşım, öğretmeni olan annesinin, sınıftakilere, kendisine torpil yapmadığını kanıtlamak adına sınıfın ortasında, durup dururken, tokat attığından bahsetmişti.
  Sınıfta disiplin sağlamada unutulmaması gereken en önemli şey öğretmenin öğrencilere model olduğudur. Şiddet uygulayan öğretmen şiddeti öğreten öğretmendir. Bireyi yapmasının istenmediği ama yapmış olduğu davranıştan ötürü hırpalamak, canını yakmak kısa bir süreliğine onu bu davranıştan uzaklaştırabilir. Ama kaba kuvvet ortamdan uzaklaştığı ya da dikkat başka yöne çekildiği anda o davranış eskisinden daha kalıcı bir şekilde ortaya çıkar. Dahası disiplini sağlayan figür aynı zamanda nefret edilen figür hâline gelir. Kişiye duyulan nefret de akabinde, onun temsil ettiği şeye aynı paralellikte hisler besletir. Matematik öğretmeninizi sevmezseniz ve ondan  korkarsanız, büyük ihtimalle hayat boyu matematikten nefret edersiniz.
Basının en çok sevdiği haber türünden olan okullardaki şiddet haberleri korkunç bir sonucu göstermektedir, şiddet uygulanan insan şiddetin normalliğini de kanıksayan insandır.
Türkiye’de çok sık rastlanmasa da, Amerika başta olmak üzere tüm dünyada büyük yankı uyandıran bir konu olan seri katillerin hemen hepsinin küçük yaşta maruz kaldıkları şiddet ya da istismarın doğurduğu sonuçlardan yola çıkan suç bilimcilerin vardıkları nokta tüyler ürperticidir: Seri katillerin yüzde 42’si çocukken ağır fiziksel istismara maruz kalmış, yüzde 43’ü cinsel tacize uğramış ve yüzde 74’ü sürekli psikolojik işkence görmüştür.
Tabi ki her şiddete maruz kalan çocuk seri katil olacak, cinayet işleyecek ya da insanlara şiddet gösterecek diye bir kaide yoktur. Ama bu durum riske atılmayacak denli önemlidir. Şiddete uğrayan çocukların kendilerini her anlamda hedef olarak görmesi, insanlara karşı güvenlerini büyük oranda azaltır. Ev, okul ya da oyun oynadığı sokaklar bir anda güvensiz bir yer hâline gelir. Böyle bir koşulda geçen çocukluğun sağlıklı ve normal olduğunu kim söyleyebilir ki?
Şiddetin getirdiği sonuçlar; sosyalleşme problemleri hatta anti sosyallik, okuldan soğuma hatta okul fobisi, derslerde başarısızlık, dikkat azlığı, başka canlılara şiddet uygulama, güvensizlik, öz güvensizlik, dengesiz ve yetersiz beslenme, huzursuzluk, intihar eğilimi, suç işleme potansiyelinde artış, depresyon, küçük yaşta başlayan alkol ve/veya madde bağımlılığı, fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklar ve ölüm, diye sıralanabilir. Her birinin tek başına hali hazırda büyük problemler olması bir yana, ardı ardına sıralandıklarında ortaya çıkan şey, vaziyetin ne kadar da berbat olduğunu, şiddetin neden olmaması gerektiğini ortaya koyuyor.
Disiplin, tipik manasıyla; bir toplumda yasa ve kurallara uygun davranmayı öğretmedir. Eğitimde ise disiplini sağlayan öncelikle öğretmen, devamında okul idaresi ve Milli Eğitim Bakanlığı’dır. Çocuğu disipline yollamakla tehdit etmek de, notla gözdağı vermek de psikolojik işkenceye girebilir. Tedirginliğin olduğu bir ortamda gerçek anlamda öğrenme gerçekleşemez.
Eğitim teknoloğu Edgar Dale, hangi yaş grubundaki insanlar olursa olsun, öğrenmenin yaşam alanıyla, içerik, sunum şekli ve sırası konularında bir paralellik olduğunu savunmuş ve bunun için bir Yaşantı Konisi geliştirmiştir. Kendi deyişiyle bu koni, “öğrenme yaşantılarını seçme ve eğitim durumlarını düzenlemeye yardımcı bir modeldir”.
Yaşantı Konisi’ne göre; duyu organı sayısıyla öğrenme kalıcılığı doğrudan ilgilidir, en iyi öğrenme bireyin kendisinin yaparak öğrendiğidir, duyu organlarından özellikle göz en büyük araçtır, öğretim somuttan soyuta ve basitten karmaşığa doğru olmalıdır.
Ortaya çıkan bulgulara göre insanlar öğrendiklerinin, %83’ünü görerek, %11’ini işiterek, %3,5’ini koklayarak, %1,5’ini dokunarak, %1’ini ise tadarak öğrenirler. Zaman sabit tutularak yapılan bir deneyin sonucuna göre de, okuduklarınızın %10’unu, işittiklerinizin %20’sini, gördüklerinizin %30’unu, hem görüp hem işittiklerinizin %50’sini, söylediklerinizin %70’ini, yapıp söylediklerinizin %90’ını hatırlarsınız.
Bu bilgiler eşiğinde asıl amacın eğitim ve öğretim olduğu kurumlarda şiddete maruz kalan bireyin şiddet uygulama ihtimalini bir yüzdeye dayandırırsak, %90 ihtimalle şiddet kalıcı bir hasar oluşturur.
Bu nasıl engellenir? Öncelikle insanlara ufak cezalar olduğunu zannettikleri kulak çekme, sınıftan kovma, tek ayak üzerinde bekletme, tokat atma gibi cezaların uygulanmaması gerektiği öğretilmelidir. Mümkün müdür? Zordur ama elbette mümkündür. Resmi kayıtlara geçen öğrenciye şiddet uygulama suçlarının cezaları uyarıyla başlar, maaş kesim cezası ve meslekten men edilmeye dek gider.
Var olan uygulamalar ilgili kurumlara bildirilirse, küçücük çocuklara verilen gözdağı, ciddi anlamda suç işleyen eğitimcilere verilecek olursa, kişi kendini dizginlemeyi öğrenebilir. Öğrenemiyorsa da zaten bu mesleği icra etmemelidir.
0 notes
denememelernet-blog · 14 years
Text
Dr. Skull
Tumblr media
Klasik bilgileri bir çırpıda geçeceğim, daha ziyade internet üzerinde pek yazılmamış olanlardan ve tek tek albümlerden bahsetmek istiyorum. Dr. Skull 1983’te Ankara’da doğdu ama ilk konserlerini 1985 yılında verdi. Grubun ilk adı Skull idi ve elemanlar çocukluk arkadaşıydı. Hepsi Tıp Fakültesi’ni (söylendiği gibi aynı anda değil, iki yıl içinde tabi) kazandıktan sonra, hep istedikleri iki kelimelik isme de kavuştular. Grubun maskotu Vehbi, mohawk saçlı bir kuru kafaydı. Evet, tıpkı Iron Maiden’ın Eddie’si gibi. Bu kurukafayı üniversitede okudukları yıllarda anatomi çalışmak için edinmişlerdi. İsim babası, o dönem kendinden epeyce bahsedilen Anavatan Partisi (hakikaten vardı böyle bir parti, vay anasını) kurucularından, “Sizi kabak gibi oyarım,” lafıyla basının ilgi odağı olmuş, Evrim Teorisi’ni müfredattan tamamen kaldırıp, daha münasip olan Zafer, Sızıntı, Can Kardeş gibi dergileri önerilen yayınlar listesine sokan Milli Eğitim Bakanı’dır. Her konserde grupla birlikte sahnede olup, davul setinin önünde yerini alan Vehbi, ilk iki albümün kapağı için de poz vermiştir. Vehbi’nin mohawk saçları hediyelik bir koyun postundan kesilerek yapılmıştır ve Wory Zower kapağındaki fotoğrafının çekimleri Hacettepe Üniversitesi’nin bodrum katında yapılmıştır. Vehbi’nin kafasındaki kurbağa da olaya son anda “kambersiz düğün olmaz,” deyip katılmıştır. Kendisine “Zover” adını vermiş ve doğaya geri yollamışlardır.
İlk iki albümde heavy metal icra eden grup Serdar’ın vokal olduğu son albümde daha punk, punk rock şarkılar kaydetmiştir. Bunun sebebi, hem vokal hem gitar olan Baştepe ayrıldıktan sonra tek gitarla devam etmek durumunda kalmalarıdır. Daha basit yapıda şarkılar kaydedilmek istenirken, sözlerin de önceki iki albümün aksine İngilizce değil de, meramlarını daha iyi anlattığından Türkçe olmasıyla ortaya bambaşka bir Dr. Skull çıkmıştır.
Bugünlerde yerli gruplar için sadece pembe bir hayal olan albüm satışı o dönem Dr Skull için oldukça iyidir. Konserleri full dolar, her albümü ortalama 15-30.000’er satar. Grubun samimiyeti, ortada olan muhalif tavrı ve bu tavırla kendisini ifade edişi, içlerinden gelen müziği en azından ilk iki albümde olağan üstü bir şekilde icra etmeleri ve insanlara saygı duymalarıyla birlikte Dr. Skull gerçekten büyük bir gruptur. Hershey Yolunda albümünden sonra da, herkes kendi kariyeri ve hayatı için bir şeyler yapmak mecburiyetinde olduğundan, grup tamamen dağılmştır. Bu güne kadar da yeniden bir araya gelip, albüm kaydetmeleriyle ilgili, “belki, neden olmasın, olabilir” gibi demeçlerle bizlerin beklentisini her daim canlı tutmuşlardır.
Baştepe, grup dağıldıktan sonra da Amerika’daydı, hâlâ orada, uzmanlık alanı endokrinoloji. Serdar, Şehrazat’la yaptığı pop albüm tam bir hezimet olunca soluğu İngiltere’de almış, müzikten ekmek yiyememiş, şimdilerde Kıbrıs’ta bir bar işletiyormuş. Basçı Mustafa, Fransa’ya gidip geldi, şimdi de Hacettepe’de Onkoloji bölümünde. Murat Ersöz ve Alper hep Ankara’daydı. Şu anda müzikle ilgilenen tek kişi de Alper zaten, Karakedi grubuyla devam ediyor. Aynı zamanda da göz doktoru kendisi. Ersöz de Fizik Tedavi Rehabilitasyon hastanesinde doçent.
1. Wory Zover
Tumblr media
Kuruluşlarından, bu albümün kaydına dek olan sürede aslında grubun Esat adında bir vokali vardır. Hatta grubun ilk faaliyeti olan, o dönem liseli gruplar için çok önemli olan Milliyet gazetesinin düzenlediği yarışmaya katılmışlar (2. oluyorlar) ve o yarışmada grup Esat’la sahne almıştır. Bir trafik kazasıyla öldüğünde yerine de ayrıca bir vokal almayıp, iki gitarist ve bir davulcu, yerine göre vokal yapabileceklerini düşünmüşler, genellikle de şarkıda ağırlıkla emeği geçen, sözleri yazan kişi söylemiştir. Ve bu albüm Esat’a ithaf edilmiştir.
Üç albümde de isim seçiminde yapılan harf oyunu için Alper; “Özgün müzik ve müzik üzerinden yürütülen gözü yaşlı duygu sömürüsünün yükseldiği günlerdi. Biz ise dolaylı mesajlardan ve birazcık zekâ ürünü buluşlardan daha çok hoşlanıyorduk. Savaşa karşı Wory Zover demek (albüm kapağındaki kurbağanın adı bu), War is Over demekten daha eğlenceli ve etkiliydi,” diyor.
Bu albümün kaydı, oldukça aceleye geldiği için diğer iki albüme göre prodüksiyon açısından epeyce zayıftır. Şarkılar Dr. Skull kalitesindedir ama ikinci albümle kıyaslandığında bir adım geriden gelir. Her şarkı özenle yapılmamıştır. Buna rağmen albüm epeyce satar, hatta birkaç baskı daha yapar.
Dönemin ve grubun şartlarını düşününce (hani bugün meydanda olan gruplar diyor ya, ekipman yok, para yok vs.) imkansızlık içinde mucize yaratmışlardır. Hatta bu albümde armonika ve akustik gitar da kullanmış, bunu da yerli yerinde, aşırıya kaçmadan yapmışlardır. Bu albümün de diğerleri gibi şarkıları, Türkiye sınırlarında değil, global anlamda çok iyi. Herkesin onlardan bugün dahi “Türkiye’nin Maiden’ı” diye bahsetmesi de abartı değil yani. Bunda elbette şarkıların başarısı en büyük etkendi. Bu başarıya katkısı olan bir şey de, o yıllarda eğlenmek için, doğaçlama çıkan (bir kısmı kasıtlı, nota nota hazırlanmıştır) ama bugün bakıldığında çok doğru bir strateji olan “aşinalık”ı kullanmaları diyebilirim. Let Me Go şarkısının girişine ya da The Gate Of Brandenburg şarkısına bakmanız yeterli bunun için. Birebir çalıntı da değil, salak bir potpuri hiç değil, gayet yerli yerinde kullanılmış bir alıntı diyelim.
Albümün isim şarkısı War Is Over, The Gate Of Brandenburg ve Motörhead şarkılarını çağrıştıran nefis girişiyle Everyday Evertnight favorilerim.
2. Rools 4 Fools
Tumblr media
İlk albüm güzel tepkiler almış, grup tanınmıştır. İki sene sonra, Rools 4 Fools albümü yayınlanır. Aradaki iki sene sahneye de çıkarlar elbette ama bu albüm için çok daha fazla özen gösterirler. Kayıt kalitesi de daha iyidir, şarkılarla da tek tek ilgilenilir. O nedenledir ki, bu albümden herhangi bir şarkıyı açın ve dinleyin, grubu tam olarak yansıtıyordur. Elbette benim favorilerim albümün isim kaynağı Rools The Fools, gelmiş geçmiş en güzel şarkılardan biri olan Princess, Meksika soslu thrash punk klasiği Little Beach/Bitch ve gayda melodileriyle biten son bir dakikasıyla efsane Rain.
Enstrümanlarla ilgili de ilk albüme göre değişiklikler olmuştur. Gitarlara daha fazla özenilmiştir. Alper, çift pedal etkisi almak için bir yan davul daha kullanmış ve o hastası olduğum davul tonunu ortaya çıkarmıştır. İlk albümün satışını aşan bu albüm birkaç yıl sonra cadı avının başlamasına vesile olan Hürriyet gazetesinin top on listelerinde (onca popüler şarkıyla birlikte) üçüncü sıraya dek yükselmiştir.
Grubun en etkileyici özelliğinden biri de birçok müzik türünü harmanlayabilmesidir. Örneğin, bu albümün ilk şarkısı Metal On Metal’e bakalım. Şarkı normal başlar, bir ara klasik müziğe döner, sonra bir anda rap bölümler girer araya. Ve bunların tamamını bir tek şarkıda kullanabilmek ya da klişe tabirle bir potada eritebilmek öyle her babayiğidin harcı değildir. Bu anlamda büyük bir başarıdır gerçekten Dr.Skull’ın ilk iki albümü. Ya da yine bu albümden Samantha şarkısı için düşünelim, ki en zayıf şarkılardan biri benim için. Memeleriyle ünlü Samantha Fox’a ithaf edilmiş olan bu şarkı, doğrudan thrash metal olarak başlar, sonlara doğru bir anda rock’n’roll hatta blues olur, sonra yine döner geriye ve bu şekilde biter.
İçerisinde Latin ritmleri, klasik müzik (Vivaldi), rap, punk, reggae ve hatta İskoç ezgileri de bulabilirsiniz. İskoç ezgisi de Rain şarkısının son kısmındadır ve canlı performanslardan kaydedilen videoda da görüldüğü üzere, gerçek bir gayda kullanılmamış ama gitardan bu ses çıkarılmıştır. Ve bunların tamamı Dr. Skull doğaçlamalarıyla, heavy ve thrash metal şarkılarına cuk oturmuşlardır. Vokal çeşitliliği de bahsetmem gereken noktalardan. Ağırlıklı olarak Baştepe bu görevi üstlense de Little Beach/Bitch ve Princess şarkılarının tamamını ve albümün isim şarkısının o efsane çıkış kısmını davulcu Alper söylemiştir.
Grup için söylenen, Türkiye’nin Iron Maiden’ı benzetmesi Vehbi’den ziyade bestelerle ilgilidir. Bunu Iron Maiden’dan araklamak olarak görmek istemiyorum, kaldı ki Dr. Skull dağıldıktan sonra yayınlanan Maiden albümlerinde de mutlaka Dr. Skull şarkılarıyla benzer noktalar yakalarsınız. Bu neyi neye benzetmek istediğinizle ilgili sanırım. Iron Maiden dışında Angel Witch, hatta Saxon ve hatta Megadeth tadı da alabilirsiniz bu ilk iki albümden. Çünkü kalıplar benzer. Aynı dönem gruplarının yakın soundlar yakalaması gibi bir şey bu da. Megadeth’in Rust In Peace, Maiden’ın Piece of Mind, Angel Witch’in Angel Witch, Saxon’un Crusader albümlerini bilen biriyseniz söylemek istediğimi anlıyorsunuzdur zaten. Evet büyük grupların efsane albümlerinden bahsediyorum ki bu büyük grupların iki büyük artısı var; Dr. Skull’dan daha uzun süre var olabilmeleri ve Türkiye’de olmamaları.
3. Hershey Yolunda!?
Tumblr media
Grubun kartonette de dediği üzere, gece 12:00’den sonra dinlememeniz, serin ve küçük çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza etmeniz gerekir.
Bestelerde herkesin emeği vardır, zaten Serdar dışında herkes için de “skull” diye bahsederler. Baştepe, yurt dışına gitmeye karar verdiğinde, sorunlar da beraberinde gelir. Eğer grupsanız, bir kimyanız vardır. Bu kimyadaki bir eksiklik her şeyi ve herkesi etkiler. Kaldı ki grubun beyinlerinden birinin gitmesi, çok kötü bir durumdur. Müzikal açıdan da gayet verimli olduklarından (dağıldıktan sonra birkaç şarkıları da Karekedi’nin ilk albümünde yer almıştır), albüm kaydında bir sorun olmasa da, sahnede problem olacağı için gruba ayrıca bir vokal almaları gerekir. Uygun olduğunu düşündükleri Serdar da bu sebeple alınır ve sesi dışında saksafonuyla da eşlik eder kendisi gruba.
Türkiye’nin Iron Maiden’ı yakıştırmasından Türkiye’nin Sex Pistols’ı sıfatına geçiş yaparlar. Serdar’ın vokal tekniğiyle birlikte, zayıf gitarlar ve nefis davul performansıyla ortaya heavy metalden ziyade punk bir albüm çıkmıştır. Grup dağıldıktan sonra Sencer adıyla albüm çıkaran ama tutunamayan Serdar bir de gerçek ismiyle, Serdar Tuksal’la şansını dener. Hatta bu albümden Hershey Yolunda şarkısını da seslendirir o ekiple. Bir iki tv programında saksafon sololar atar, ıkınır eder ama dikiş tutturamaz.
Bu albümün lirikleri de genel olarak önceki iki albümden farklı değildir, savaş karşıtı, anti militarist, saçma sapan kurallara karşı çıkan, biraz da eğlenceli sözler vardır hep. Hershey Yolunda, diğer iki albümden çok bilinir, bence bunun nedeni de diğer ikisinin sözleri İngilizce’yken bunun Türkçe olmasıdır. Türkçe müzik icra etmek, iyi bir şekilde icra etmek çok zordur o dönem de. Doğal olarak gruba ekstra bir ilgi vardır.
Önceki albümlerdeki gibi bunda da doğaçlama çalınan alıntılar vardır. Bunun en barizi de nakaratını gruptan bihaber insanların dahi bildiği Elim Cebimde (Ayaklarım zincir, dört bir yanım duvar, elim cebimde, cebim delik, elimde ne var?) şarkısındadır. Çizgi filmlerin soundtrack’lerinden anımsayacağınız, aslında bir American marşı olan Yankee Doodle’ın ta kendisidir o şarkı.
Yaşamak İstiyorum (özellikle sözleri), Gökova, Güneşin Sesi, Uzakta ve gayet eğlenceli bir şarkı olan Sen favorilerim.
9/10
Dr. Skull, var olan grupların ve müzisyenlerin, hatta pop müzik icra eden insanların dahi başaramadığı şeyi yapmış, doğallığı, samimiyeti yakalamıştır. Bunda, bizzat yaptıkları müziğin doğallığının da etkisi var. Hiç synthesizer kullanmamışlar, bunun yerine vermek istedikleri her etkiyi gitarla, yetmediği ya da çeşitlilik gereken noktalarda da başka enstrümanlarla (saksafon, akustik gitar, armonika) vermişlerdir. Zirvede bırakma olayı At The Gates, Carcass gibi gruplar söz konusu olduğunda çok cool geliyor elbette ama Dr. Skull’ın bırakma sebepleri çok can sıkıcı. Belki de bu sebeple o kadar çok istiyoruz yeniden bir araya gelmelerini.
Başka bir boyutta belki de Dr. Skull devam ediyordur, hayvani albümler yayınlamıştır belki yıllar içinde, kim bilir?
Not: Kesinliğinden emin şekilde verilen bilgiler, bugüne dek Dr. Skull’la ilgili çıkan mecmualardaki röportaj ve köşe yazıları kaynaklıdır. Bu kaynaklardan özellikle The Headbangers (İzmir) dergisinin son sayısında yayınlanan Bekâm Örün ve Ece Yörük imzalı röportaj en kapsamlısıdır.
1 note · View note
denememelernet-blog · 14 years
Text
İçinden Tramvay Geçen Adamlar
“Yalnız, yalnız adamlara saygıyla.”
Tumblr media
Efsaneler, dehalar, özel olanlar, unutulmayanlar, sadece muhalif olduğu için anılanlar, canlarına kastedilenler, sanatına kastedilenler, anlaşılamayanlar, yanlış anlaşılanlar, kıymeti bilinmeyenler…
Hayatınızın büyük bir kısmı küçük bir şehirde geçmişse, kabulleneceğiniz öncelikli iki şey, sinema adına mutlaka üçüncü sınıf insan muamelesi görmek ve tiyatro namına da bir küp dolusu baldan payınıza düşen bir parmağa tamah etmek oluyor. Genellikle de ağzınıza sürülmez o parmak ya neyse.
Büyük bir tiyatro festivali olur her sene bu şehirde. Gittikçe daha kötü oyunların geldiği (oyunun kötüsü de olur elbet), daha zayıf ekiplerin sahne aldığı, özellikle bazı ekiplerin oyunlarında salonları tıka basa dolduran izleyicilerin, ilginç bir şekilde özellikle bazı ekiplere iştirak etmemesi, salonun neredeyse yarısından fazlasının boş olması reddedilemez gerçekler. Hoş, bunun için bir tespiti var Ferhan Şensoy’un, “Tiyatroya kim gider, hayatımız tiyatro,” diye.
Burada sormak istiyorum: Kenterler iyi de Orta Oyuncuları kötü mü? Kenterler’de tıka basa dolu olan, ayakta dahi bilet bulamadığınız, kaçak girmeye çalıştığınız salona bir Orta Oyuncular oyunu için geldiğinizde elinizi kolunuzu sallaya sallaya, koltuk beğenip de oturup izlemek ne büyük ironidir. Bir yandan gelmediklerine, bu muhteşem adamı, Ferhan Şensoy’u izleyememelerine sinirlenip, üzülüyorum, diğer yandan da gayet bencilce, ne kadar az izleyici varsa o kadar az telefon çalar, o kadar daha rahat izlenir o oyun, diye mutlu oluyorum. Gerçi bunun için nefis bir yöntem geliştirmiş Ferhan Bey. Oyun öncesinde duyduğunuz detone, cırtlak bir sesle telefonlarını kapatmaları söylendiğinde dikkate almayan insanların, Ferhan Şensoy’un o kendilerini rezil rüsva ettiği, ağızlarına sıçtığı bant kaydıyla %70-80 oranda densizlik azaldı sanıyorum. Ve evet hâlâ arsızca telefonunu açık tutanlar, titreşim zırıltısını kapatmayanlar, cik cik cik tuşlara basarak seri hâlde mesajlaşanlar, sahnedeki ekibe ve o ekibi izlemeye gelen tüm insanlara yaptıkları saygısızlığın farkında değiller.
İlginç bir adam Ferhan Şensoy. Aynı ortama girseniz, dilinizin tutulmasına sebep (hitabet yeteneği olağanüstü), o güzel gözlerinden ve daha da önemlisi keskin bakışlarından nasibinizi aldığınızda ensenizden aşağı inen bir minik buz kalıbı kıvamında, bu buz kalıbına karşı bir anda oluşan fetişinizle, belirli bir algının üzerindeki insanların delicesine sevdiği, o algının altındakilerin anlam veremediği absürtlükteki üslûbuyla eşsiz bir tiyatrocu.
Ulusalcılığı mı, postal sevdası mı desem, bilemedim ama oyunlarını ve yazdıklarını yakından takip edenlerin, kendisini “her şeye rağmen” seven benim gibi insanların görebildiğiyle, genellikle art niyetli, bazen de anlamaktan aciz olan kesimin bok attığı şeyler çok farklı. Herkese rağmen, Ferhan Şensoy idealist bir adam ve “canım darbe istiyor” dediğinde her ne kadar kanımızı dondurmuşsa da, durup diğer açılardan baktığımızda yıllardır ortaya koyduklarıyla zaten örtüşen bir durumu da yarattı. Örtüşmesi, tutarlığından ziyade her daim bu ülkeye fazla gelecek, Avrupa’nın herhangi bir yerinde sanatını icra etmiş olsa bugün adını tüm dünyanın bildiği, oyunlarının hınca hınç dolduğu bir adam olabileceğinden kaynaklı. Bu adam zaten Türkiye’deki siyaseti yorumlarken dahi sizin, bizim gördüğümüz noktalardan bakmıyor olaya. Kendisine “solcu” sıfatını layık gören kaç tane insan Deniz Baykal gibi bir siyasetten anlamaz, muhalefet olmanın içeriğini kavrayamaz, beceriksiz siyasetçi için, adını soyadını da kullanarak ondan kurtulamadığını, dile getirebilir ki? Ben pek görmedim.
Bir de onu eleştiren çok ilginç bir kesim daha var, bahsetmem gereken. Okul arkadaşı olduğunu artık sağır sultanın da duyduğu, gazeteciler içerisindeki en dandik, en adi, en dönek, en şerefsizlerinden olan Engin Ardıç’ın da tüm “hayvan”lığıyla anlam veremediği “darbe söylemi”ne, “Ferhan’ı Ciddiye Almayın” diye tepki vermesi o günlerin en komik anlarındandı. Tıpkı bir Ferhan Şensoy oyunu gibi absürt bir durumdu. Geçmişte faşizmin götünü iştahla yalayan Ardıç’ın böyle bir tepki vermesi garip olmazsa ne garip olurdu ki?
Dili evirip çevirme, şeklini değiştirme, oyunlarla insanın aklını karıştırma konusunda da çok yetenekli bir adam. Türk Dil Kurumu’nun başına getirseniz, onlarca yıldır sadece dilin aleyhine karar veren ekibe nispet hepsinin yaptığı işin kat be kat iyisini yapacak, ürettiği kelimelerle “nereye çekersen gidecek” dili ölmekten kurtarabilecek kuvvette bir adam.
Elbette onun da çok çok iyi oyunları kadar, bekleneni vermeyen eserleri oldu. En son oyunu İşsizler Cennete Gider, gibi. Ferhan Şensoy’u bir kez daha kanlı canlı, tiyatro sahnesinde görebilmenin verdiği hazla, resmen “aptal izleyici” için hazırlanmış (bir hiciv ustasına ait) kötü esprilerin yarattığı hayal kırıklığı arasında bocalayabilirsiniz. Ferhangi Şeyler ve Seyircili Seyir Defteri oyunlarını birebir sahneden, diğer oyunlarını yayınlanan DVD’lerinden izleyebildiğim, yazdığı kitaplarda anlattığım kimseye komik gelmeyen ama beni kahkahalara boğan, çoğu zamanda “pis pis” sırıtmama neden olan güzellikle işleriyle hep çok değerli oldu benim için.
Bugün, güldürerek para kazan gençlerin hemen hepsine ilham kayağı oldu. Dahası Gani Müjde gibi beceriksiz bir adamın Kahpe Bizans gibi bir filmine doğrudan malzeme (Köhne Bizans Operası) verdi. Bugün o oyun iyi bir kadroyla sinema filmine çevrilse iki filmi yan yana koyduğunuzda neyin “sanat”, neyin popüler kültür artığı gün gibi ortada olur.
Ve bu güzel adamın başında olduğu Orta Oyuncular, geçtiğimiz sene 30 yaşına bastı. Bunun şerefine de Ferhan Bey için de çok kıymetli olan bir oyun yazarının, tiyatrocunun, yönetmenin, oyuncunun, fotoğrafçının, müzisyenin, zanaatkârın, Karl Valentin’in anısına, ona yapılan ekleme ve düzenlemelerle ortaya çıkan İçinden Tramvay Geçen Şarkı’nın 24. senesine istinaden, Ruhundan Tramvay Geçen Adam’ı sahneye koymuştu.
Tumblr media
Nedir Karl Valentin’i ve 24 sene arayla ortaya çıkan iki oyunu özel, anlatmaya değer yapan şeyler, ona gelelim.
İkinci Dünya Savaşı tüm dünyayı etkiler, Almanya’da aydın olmak, düşünmek, idealist olmak, muhalif olmak yasaktır. Pek çok tiyatro da bu nedenle kapatılır. Oldukça muhalif olan Karl Valentin’e kimse dokunmaz. Ferhan Şensoy’un bununla ilgili Hitler’in terzisinin kendisine de sürekli kıyafet diktiğine dair bir açıklamasını okumuştum. Bunu gören bazı dingillerin olayı tamamen kıçından anladığına eminim. Valentin öylesine absürt bir şekilde yorumlar ki mevcut durumu, herkese tepki gösteren yönetim kendisinin ne yaptığına akıl fikir erdiremez. Bu sebeple de dokunmazlar ona. Saçma geliyor ama kimse de aksini iddia edemez. Zaten yazmayı sevmediği, ortada basılı bir kitabının da olmadığı yazar, eserini sahnede gösteriyor.
Bu duruma garip bir ironi de İçinden Tramvay Geçen Şarkı’nın gösterimlerinde gerçekleşiyor. Oyun öncesi Nazi üniformalarıyla izleyicileri karşılayıp kimlik soruyorlar ve bir öğrenci dışında herkes gıkını çıkarmadan kimliğini gösteriyor. Bu olay Türkiye’deki siyasi durumu net bir şekilde gösteriyor. Sivil polislerin oyuncuları durdurup tutuklamak istemesi de bambaşka bir yanı o ironinin.
Valentin aslında mantığınızla oynar, kafanızı allak bullak eder ki bu sebepten herkese komik değildir. Tıpkı Ferhan Şensoy gibi. Bu iki dehayı da komik bulmak için önce ürkmeniz, dehşete düşmeniz gerekir. Ağlanacak halimize gülme, gibi basmakalıp, yüzeysel bir eleştiriden bahsetmiyorum. Var olan korkunç gerçeklerin kıyısından köşesinden dolaşıp, çeşitli akrobatik hareketlerle malzeme toplamak, o noktalara olan bakış açısı kastettiğim. Bugün İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan hangi roman, film, tiyatro oyunu hem olayları tüm gerçekliğiyle ortaya koyup hem de “komik” olabiliyor ki? Ve bu bakış açısı kişinin siyasi görüşü ne olursa olsun gerçek bir eleştiri olarak kalıp, kendi eleştirisi olmuş oluyor. Nazileri anlatmak için nasyonal sosyalist olabilirsiniz, buna tamamen karşı olabilirsiniz ya da objektif olabilirsiniz. Ama eğer bunun yanlış, kötü, tehlikeli olduğunu görüyor, bunu ortaya koyuyor ama kendi hünerinizle bunu başarıyorsanız işte bu sizi eşsiz yapar.
İçinden Tramvay Geçen Şarkı’da Hitler’in “sandıktan çıktığı” döneme kadar olan süreçte asıl kahramanımız Karl Valentin’i izlemiştik, Ruhundan Tramvay Geçen Adam’da da bu hikâye kaldığı yerden devam etti. Absürtlük çoğu zaman estetik zevkin kaynağıdır. Ferhan Şensoy da Valentin gibi absürtlüğü evirip çevirip önümüze koyan bir yazar. Bunu yaparken kült bir tiyatro oyununu, bu topraklardan bağımsız bir şekilde sahneye uyarlamıyor ya da kendince yorumlamıyor. Ortadaki metnin absürtlüğünü, kahramanın kişiliğini zerre bozmadan, Alman’da o dönem var olan faşizmle Türkiye’de her iki dönemde var olan faşizmi kıyaslayıp, farklarını da ortaya döküp, eleştirilerini de dibine kadar savuruyor. Savaşla alay edip, aslında İşçi sınıfının bu savaşta nasıl tam anlamıyla kaybeden olduğunu, savaşa alet olduğunu, yobazlığa ve faşizme aslında büyün bir pencereden baktığında çözümünün işçi sınıfının ellerinde olduğunu gösteriyor.
Partneri, yıllarca birlikte sahne aldığı her şeyi olan kadın Elizabeth Valentin’i terk ettiğinde başka birini almıyor yanına. Komedide klişe haline gelmiş şeyi de kırıyor bu açıdan oyunlar. Partnerlerin ikisi de zeki, ikisi de komik, sürekli paslaşıp, sırayla gol atıyorlar. İkinci oyun Ruhundan Tramvay Geçen Adam’da Elizabeth’in terk ettiği bir Valentin var ve bu sebeple ilk oyunda yer alan, Ferhan Şensoy’un partneri Hümeyra, bu oyunda yok.
Ferhan Şensoy’un geleneksel tiyatroya olan bağlılığı, ortaya koyduğu özgün oyunları ve tüm bunları kendi absürtlüğünde yapıyor olması onu tüm diğer komiklerden ayırıyor. Büyük bir değişim getirmiyor komik olmaya. Getirenler ne kadar başarılı oldu ki?
Tiyatrocu, oyuncu olmanın artistlik olmadığı, bu sebeple de para kazandırmadığı bir ülkede yıllardır savaşıyor bu adam. Mutsuzluğun, faşizmin, yanlış olanın ortasında muhalif olup güldüren Valentin’le olan benzerliklerinden biri de bu olsa gerek; karşı oldukları şeylerin göbeğinde, düşüncelerini savunmaları. Yakalandığı zatürree sebebiyle, sahne arkasında can veren Valentin’e karşı Ferhan Şensoy hayatta, üretiyor, yeriyor, oynuyor ve hâlâ çok yakışıklı.
Peki, ben bu yazıyı neden yazdım? Bugün 14 Şubat, tüm dünyada “valentine’s day”  (sevgililer günü) olarak kutlanan, özel günler içindeki en anlamsız, en saçma, en gereksiz gün. Bu saçma güne sebep olan işgüzar rahip Valentine mi daha mühim, Karl Valentin mi, düşünen arkadaşım Özgür Çakmak’ın önerisiyle giriştim bu işe. “İşte öyle saçma sapan bir insanım,” dedi, işte bir o kadar saçma sapan bir insan olarak, bu iki saçma sapan insanı yazdım. Özgür’e bu saçmalığa vesile olduğu için teşekkür ediyor, onun nezdinde tüm saçma sapan insanlara saygılarımı sunuyorum.
1 note · View note
denememelernet-blog · 14 years
Text
AN
İsimleri ebeveynler seçer. Genellikle de manevi değeri olan ya da anlamı hoşlarına giden bir isim seçilir. “An” da ona verilen adın son iki harfidir. Ailesinin verdiği isimden ziyade böyle çağrılmaktan hoşlanır. Yani ona kısaca An diyebilirsiniz. Her hoşlandığı kadına da bir isim seçer. Ona sadece o isimle hitap eden kişi olmak ister. Olumlu yanından bakarsak bu kadın için özel hissedilme sebebidir. Olumsuz yanından bakarsak da bu gerçekten bencilcedir.
***
Dudak parlatıcısının kapağını annesinin yaptığı gibi nazikçe çıkardı. Kıvırdı ve tamamı çıkana dek devam etti. Sonra araladığı dudaklarına değdirdi ve önce üst, sonra da alt dudağına sürdü. Yine annesinin yaptığı gibi parlatıcıyı iyice yedirdi dudaklarına. Yeterince göz alıcı olmamıştı. Bu ufak aynada kendi aksine baktığı anda dudakları fazlasıyla albenili olmalıydı. Bir kat daha, bu sefer biraz daha da bastırarak sürmeyi denedi. Alt dudağa geçtiği anda parlatıcı kırıldı. Telaşla kapağıyla birlikte pantolonunun cebine tıkıştırdı. Kırılmasının yaratacağı olaydan ziyade kaybolması daha iyiydi. Bu tip örtbaslar An için artık çocuk oyuncağıydı.
Dolaba doğru yürüyüp çekmecelerden birini açtı ve sade, siyah bir külotlu çorap aldı. Tişörtünü, pantolonunu ve iç çamaşırını sıyırıp yatağa oturdu. İnce ve biçimli bacaklarına bir kez daha baktı. Önce sağ ayağına geçirdi çorabı. Yavaşça dizine kadar geldi ve bu sefer de çorabı sol ayağına geçirdi. Yine dizine dek geldi ve baldırlarından yukarı doğru çıkarırken oldukça dikkatli davrandı. Kalçasını da geçirmek için ayağa kalktı ve boy aynasındaki görüntüsüyle karşılaştı. Gözlerini kendi görüntüsünden alamadan çorabı tamamen giydi. Duvara monte edilmiş boy aynasının tam karşısına geçti ve kendine baktı. Böyle kalabilmeliydi sonsuza dek. Hiç yaşlanmadan, kilo almadan, hücrelerinin ölümü gerçekleşmeden, yaşlılık belirtisi kahverengi lekeler bedenine saldırmadan. Böyle dipdiri ve capcanlı kalabilmenin bir yolu olmalıydı.
Muhteşem göründüğünü düşünüyordu. Yan dönüp yere oturdu ve sırtını dikleştirdi. Bacaklarını hareket ettirdi, sonra aynaya dönüp bacaklarını aralayıp, dizlerini büktü. Penisi sertleşmeye başlamıştı. İşte şimdi yaşadığını hissediyordu. Sadece ereksiyonla değildi elbette, tüm bedeniyle gerçekten nefes aldığını, hayatta olduğunu hissedebiliyordu. Çorabın üzerinden penisine dokundu. Bu, içinde tarifsiz bir coşku yaratıyordu. Ön sevişmelerin hiçbirinde böyle kolay ereksiyon olamadığı geldi aklına. Sadece bir kadına anlatmaya çalışmıştı ve kadın dehşetle gözlerini açıp “sapıksın, ibnesin sen,” deyip hızla giyinmiş ve kaçmıştı evden. Erkeklerden hoşlanıyor olsa bir sorun olmazdı muhtemelen ama onu asıl cezbeden şey kendi bacaklarında külotlu çorap olmasıydı. Bu fetişinden bahsettiği kadınlar genelde bir sonraki sefere jartiyer giyer gelirdi. Hoşuna gidiyordu elbette ama kendi bedeninde olduğu kadar değil. Zweig tespitini yaparken, “Kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar,” derken bir noktayı atlamıştı. Doğru ama kesinlikle eksikti. Kadınların yayılabildikleri maksimum sınır kafalarının içindeki ideal erkektir. O ideal erkek külotlu çorap giymekten hoşlanmıyorsa o zaman bu “grost” bir durum olur. Tiksiniyordu hepsinden.
Komidinin üzerindeki nemlendiriciye uzandı ve kapağını açıp bir miktar aldı. Çorabın üzerinden penisine sürdü hepsini. Beton gibi sertleşmişti şimdi ve penisinin nabzı kolundakine eş değerde sıklaşmıştı. “İşte bu,” diye fısıldadı An. Mastürbasyon bu yüzden vajinanın verdiği histen daha keyifliydi. Biraz oynadı penisiyle, tamamen avuçlamıştı onu. Penisini biraz daha kavrasa çorabın apış arası yırtılacaktı. Zevk suyu gelmişti bile. İşaret parmağını değdirdi ucuna ve sonra tadına baktı zevk suyunun. Ananas yemesi ve kırmızı eti bırakmış olması işe yaramıştı, daha güzeldi tadı. Yeniden kavradı penisini. Derisini ileri geri hareket ettirdikçe sona yaklaştığını hissediyordu ve sivilce ucundan fışkıran irinin bin misli bir hızda fışkırdı tüm menisi. Evet boşalmaktan ziyade fışkırmaktı onunki. Çoraptan dışarı çıkmış olan spermlere baktı işte şimdi sadece bunu yalaması için bir kadın gerekliydi.
0 notes