efeandac
41 posts
I'm a big fan of letting things evolve naturally and exploring.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

Burnu kumdan çıkmayanlarda bu hafta... #campingwithdogs
2 notes
·
View notes
Photo

A song that your child's favourite and she is runing around you with happiness.
0 notes
Video
youtube
Çünkü çok güzel, neden sizinle paylaşmayayım ?
3 notes
·
View notes
Photo

A playlist, adventurer soul and we are going to the sun.
5 notes
·
View notes
Photo
Love, Aomi Muyock - Gaspar Noe
354 notes
·
View notes
Text
Aniden bastıran sebepsiz melankoli
Son dört gündür aşırı zıpır, pozitif ve kendi içimde tatlı bir insandım. Yine öyleyim; kimseye zararım dokunmuyor, dokunmasın da. Evet, benim için tatlı insan olmanın kriteri kimseye zararının dokunmaması.Neyse. Mahalleli ile tavla oynuyor, kahvemi yudumluyor; dönüp dolaşıp kitap okuyor; ıslığımla şarkılara eşlik ediyordum.
Gecenin bu saatlerinde kalan şarabımı yudumladım. Yetmedi gelecek misafirim için aldığım şarabı da yudumladım.
Çok güzel bir kadın vardı; saatlerce onunla konuştum. Gelen film tekliflerinden bahsetti. İçimden “şarapta iyiymiş he” diye geçirdim; telefona dönüp, “senin adına sevindim” dedim.
Eric Amca seslendi.
“Olm” dedim, ulan devamında kendime söyleceğim şeyi unuttum.
Güzel kadın bana böyle seslendi.
Heh, hatırladım. “Olm” dedim; “yaşadıklarım gözlerimin önünden geçiyor ve bazen acı bazen tatlı bir melankoli sarıyor beni....”
Sokağa çıkıp yürüsem mi diye düşündüm; balkona çıktım, üşüdüm. Dönüp yazayım istedim. Sanırım bu yazıyı devam ettirirken sızıp kalacağ....
5 notes
·
View notes
Text
Bir şeyler anlatırken; anlatmak istemediğim yerdeyim.
Günlerden bir gün, shanti shanti takılıyorum. Uzunca, cadde boyu yürüyorum; gördüğüm kediye, köpeğe, ağaça, çiçeğe selam vere vere yoluma devam ediyorum. Ellerim ceplerimde, dilimde kısık bir ıslık, içimde Rio Karnavalı, rengarenk. “Abi çiçek alır mısın? Sevgiline verirsin.” diyen saçı başı dağınık, sümüklü çocuğa “Abicim ne sevgilisi? Hanımefendiyi tanımıyorum bile, sadece tesadüfen yollarımız kesişmiş.” diyorum. Çocuk aklı olsa gerek; “Olsun ya! Yine de alsana işte.” diyor. Shantiliğimden ödün vermiyorum, “Tamam, ver bakalım.” diyerek alıyorum. Elimde çiçek; kediye, köpeğe, çiçeğe, böceğe selam vere vere; içimde Rio Karnavalı, rengarenk, dilimde kısık bir ıslık, yürüyorum; ama sevgilim yok.
Bahadır abi ile karşılaşıyoruz. “Ne yaptın b’olm, ne bu havalar?” diye soruyor; “Abi” diyorum, “Güne çok iyi başladım. Senin gibi kumarbaz olsam, zar atar, donuna kadar alırım; ama sen şimdilik şu çiçeği al, ofisine falan koy.” diyorum. Pis pis sırıtıyor. Ne elimde çiçek kalıyor ne de sevgilim var zaten. Uzun bir cadde boyu; kedi, köpek, eş, dost; dilimde ıslık, içimde karnaval; yürüyorum... Ortalık rengarenk.
Yürüdükçe açılıyor içim, artıyor ritim. Nihayetinde olayların en top noktasında müdavimi olduğum yerin bahçesinde bir masaya oturmuş buluyorum kendimi. Çok geçmiyor, “kendisi” de teşrif ediyor mekana, oturuveriyor karşıma. Hafiften heyecanlandığımı hissediyorum. Zaten güzel bir kadın görüp, heyecanlanmadığım hiçbir anım olmamıştır benim. Hoşgeldin, beşgittin muhabbetlerini geçip; içimdeki karnaval kadar renkli, karnavaldaki dansçıların tenleri kadar koyu bir muhabbete tutuluyoruz. Açıldıkça, açılıyorum. O hikaye, bu yaşanmışlık derken, saatler geçiyor. “Ne iyi oldu konuştuğumuz, aralıksız beş saat konuştuk neredeyse!” diyorum; “Henüz geleli iki-üç saat falan oldu ama beş saat gibi geldiyse, hiç sıkılmadığımız anlamına geliyor.” diyor. “Ulan!” çekiyorum içimden; “Başkası olsa tatava yapar, o kadar mı sıkıcıydı, şu kadarcık zaman o kadar mı çok geldi sana!” der; “ama galiba o, benim dilimden anlıyor.” diyorum. Neyse, her zaman olduğu gibi ayrılık vakti gelip çatıyor, vedalaşıyoruz ve gidiyor.
Gitmesiyle birlikte içimdeki karnavalında sonuna geldiğimi hissediyorum. Tekrar caddeye çıkıyorum; kediler, köpekler, ağaçlar, çiçekler yine kapmışlar köşe başlarını. Hepsine tekrar selam vermek üzere bakınıyorum. Bakınıyorum ama kime baksam “Ne yaptın be sen olm! Yine dayanamayıp, farkında olmadan dökülüverdin yine.” cevabını alıyorum. Kediye dönüyorum, “Neden yaptın be olm?” diyor; Köpeğe dönüyorum, “Yine mi yahu, akıllanmayacak mısın sen it herif?” diyor. Tutamıyorum kendimi; “Arkadaşlar” diyorum; “tamam, daha fazla üstüme gelmeyin, zaten yeterince duygusalım.” Nafile... Yol boyu hesap soruyorlar benden. Hesap soran kişiler iyi dostlardır, biliyorum.
Bir şekilde eve atıyorum kendimi. Saati akşam; akşamı da gece yarısı yapıyorum. Hazır gece yarısı olmuşken cazın büyülü sesine kendini bırakmak olmayacağı için; Billie Holiday ablaya sesleniyorum, o da benim için Getting some fun out of life ile sesleniyor. Yalnız tam da gecesiymiş, penceremden içeri ay ışığı süzülüyor. Ay ile daha fazla haşır neşir olmak için pencereden dışarı sallandıyorum kafamı. Hem buralara kadar gelmiş, selam vermemezlik olmaz şimdi, değil mi? “Merhaba ay dede.” diyorum; “Nasıl gidiyor işler?”... Dede’nin biraz suratı asık; “Boşver şimdi beni.” diyor; “Naptın olm sen bugün, he, naptın!” diye soruyor. Duymamazlıktan geliyorum. Bir daha soruyor ve yetmiyor; bir daha soruyor... Bakıyorum artık konuşmasak olmayacak; “Dede” diyorum, “Billie ablaya ayıp olmasın, tartışmayalım şimdi bunu kadının yanında!”... Dinletemiyorum sözümü; ihtiyar inadı olsa gerek, illa ki konuşacak. “Bak” diyorum, “sıkma benim canımı, karpuz gibi haşırt diye keserim seni ortadan ikiye!” diye tehdit savuruyorum. İhtiyar kurt bu, söker mi böyle ucuz numaralar... “Geri duranın ben taa haysiyetini...” diye cevap veriyor. Bakıyorum, işler iyice çığırından çıkacak; “Ne yaptım ulan ben? Ne yaptım, söyle de bilelim!” diye sinirleniyorum; kapıyorum mutfaktan bıçağı, atlıyorum pencereden yukarı, başlıyorum Dede’yi kovalamaya. Ben Dede’yi kovalıyorum, Dede’nın ışığındaki gölge beni... Böyle sürüp gidiyor.
Sabah apar topar uyanıyorum. Hemen saate atıyorum elimi; on yirmi beş! “Ah ulan!” diye geçiriyorum içimden; “söz de sekiz buçuk′ta uyanıp, o önemli işe gidecektim.” diyorum. Neyse, azdan az, çoktan çok gider, ne bulduysam giyiniyor, koştur koştur olmam gerektiği yere doğru ilerlemeye başlıyorum. Gece olanlardan hemen herkesin haberi olmuş sanırım; kediler, köpekler, ağaçlar, çiçekler; hepsi bozuk atıyor bana... “Yakışıyor mu ulan kaç yaşındaki adamı kovalamak sana!” der gibi bakıyorlar yüzüme.
5 notes
·
View notes
Text
Badesu Deregüzeli, henüz yirmili yaşlarında, tam bir prenses.
Onu size nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Yine de deneyeceğim. İsmi Badesu. Zarifliği doğduğu isim ile başlıyor. Henüz yirmili yaşlarında; ama kırklı yaşlara geldiğinde de çok güzel olmaya devam edecek, biliyorum. O, her zaman her yaşta güzel ve kıskanılan birisi olacak. Erkekler olarak ona bakıp bakıp iç geçireceğiz, kadınlar kıskançlıklarından hep arkasından atıp tutacaklar. Bu kadar güzel olmanın bedelini kendisi ne yazık ki bu şekilde ödeyecek. Neyse, bence bunlar Badesu için dert değildir. O, bu zamana kadar bunların hepsini çoktan deneyimleyip, bu tür ufak şeylere kulak asmamayı öğrenmiştir zaten.
O, gerçek bir hayvan sever. İki tane cins kedisi, bir tane de cins köpeği var. Onlar da Badesu gibi çok gösterişli ve zarifler. Badesu onları, onlar da Badesu’yu çok seviyor olmalı; her fotoğrafta gözlerinin içi gülüyor hayvanların; ama en çok Badesu’nun dekoltesinden kafasını çıkartarak poz veren kedisinin gözleri parıldıyor. Köpeği ile kedilerine oranla daha farklı bir arkadaşlığı olduğunu düşünüyorum. O fit vücuduna giydiği tayt ve bodysi ile sabah koşusuna çıktığında yanında köpeği yer alıyor. Badesu önde; köpek o’nun hemen arkasında uzun süre koşuyor, güne pozitif başlıyorlar. Kısacası, Badesu’nun köpek ve kedileriyle olan ev yaşantısı bence harikadır! Özenilmeyecek gibi değil.
Sosyal çevresi tarafından da çok seviliyor olsa gerek. Ne zaman bir parti ya da celebrity etkinlik olsa kesin hemen davetiyesi geliyordur. Gittiği sanat galerilerini, defileleri falan fotoğraflarından takip ediyorum. Etrafında hep yakışıklı, tarz erkekler oluyor. Neden olmasın ki? Doğal güzelliğinin yanısıra hep en güzel kıyafetleri, en güzel kombinleri giyiyor. En güzel otellerde konaklıyor, en güzel yemekleri yiyor. Badesu’nun tatil anlayışı bile çok farklı, aşırı tarz bence. Ara sıra açıp açıp; “deniz manzaralı havuz” içerisinde şampanya içerken çekilmiş olduğu fotoğraflarına bakıyorum. Her seferinde elim beğen butonuna gidiyor; ama çok önceden beğenmişim tabii. Ben de beğeniyi geri alıp, tekrar beğeniyorum!
Badesu hakkında sürekli olarak “vay be, şu imkanlar ben de olacak, nereleri gezerim nereleri…” diye söyleniyorum. Sonra da henüz daha gerçek hayatta tanış olmadığım, instagramdan tanıdığım birisi hakkında böyle düşündüğüm için ikileme düşüp; “olm zaten o, nereleri nereleri geziyordur ama fotoğraflarını instagrama falan koymuyordur, yoksa kesin hakkını veriyordur o imkanların, o yüzden kapa şu çeneni!” diyorum. Günlerim, Badesu’nun o özenilesi hayatını incelemekle; ve böyle güzel bir kadının beni neden takip ettiğini kendime sormakla geçiyor.
Bir gün, Badesu ile aynı şehirde denk geliyoruz. Bunu, kaldığı otel odasında şampanya içerken çektiği fotoğraftan öğreniyorum; ve hemen yapıştırıyorum beğeniyi! Altına da “burası çok güzel bir şehirmiş ya, ben de yeni geldim, ehehe” diye bir yorum bırakıyorum. Dakikalar içerisinde instagram hesabımın sağ üst köşesinde, özel mesaj kutucuğunun üstünde bir turuncu nokta beliriyor. Badesu! “Aaa buralarda mısın sen de? İstersen görüşüp, tanışabiliriz. Ben sosyal medyadan çok güzel arkadaşlıklar edindim.” diyor. Badesu ile konuşmaya başlamadan önce kendi kendimle konuşmaya başlıyorum. “Ulan dağ tepe gezeceğim diye normal kıyafette almadın yanına! Jean, tshirt kombinlesem olur mu acaba?” diye soruyorum. O sırada bir turuncu nokta daha! “Biraz yol yorgunuyum, o yüzden şeklim şemalim kaymış durumda. Yine de haber bekliyorum senden…” yazıyor. “Senin şeklin şemalin kaymaz canım, sen o halde bile çok seksisindir!” diyorum içimden. Yol yorgunu olma durumu, şekil şemal muhabbeti biraz beni de rahatlatıyor. “Tabii ki, çok isterim, neden olmasın. Buluşalım öyleyse. :)))) “ diye cevap veriyorum. Sonra detayları konuşup, kendisini bulunduğu otelden almak üzere sözleşiyoruz. Benim hazırlanmam uzun sürmüyor. Bir jean, bir tshirt, alta da uymasa dahi yapacak bir şey yok; dağcı ayakkabısı! Beklemeye koyuluyorum. Sözleştiğimiz saate yakın dışarı çıkıp taksi çağırıyorum, otele sürmesini rica ediyorum. Tabii yolculuk esnasında sanki bu şehirdenmişim, şehri avucumun içi gibi biliyor havası veriyorum; ki taksici yolu uzatıp fazla para ödemeyeyim diye. Ne olur, ne olmaz, böyle durumlarda uyanık olmak lazım. Araya “ben normalde –yolda gördüğüm bir restaurantın adını söylüyorum- buraya giderim ama bugün bir misafirim var, biraz daha iyi bir yere gidelim istiyorum, meslek icabı sen bilirsin, nereye gidelim abi?” diye soru sıkıştırıyorum. Abi de bazı milletvekilleri, iş adamları ya da ünlülerin bu şehre geldiğinde kendisini aradığını, X mekana gidip nezih bir ortamda hem yemek yediklerini hem de içki içtiklerinden bahsediyor. “Eğer misafirin özel biriyse, kız arkadaşın falansa, kesin oraya gitmelisiniz.” diye ekliyor. Pek inandırıcı gelmese de abiye inanmaktan başka çarem olmadığından sorgulamıyorum. Bu arada otelin önüne yanaşıyoruz, lobiden dışarıya doğru mini elbisesi ve topuklu ayakkabılarıyla gelen biri olduğunu görüyoruz; Badesu olsa gerek diyorum. Karşılamak için dışarı çıkıyorum. Yaklaştıkça, “yok bu Badesu değil ya” diye söyleniyorum içimden; ama direk bana doğru geliyor, elini uzatıyor “Efe! Merhaba, Badesu ben.” Önce biraz afallıyorum. İnstagram’da tanıdığım Badesu’dan en az beş santim daha kısa boylu, yüz hatları ve burnu daha değişik, beli ve kalçası daha kaba olan birisi var karşımda. “Tamam olm kızı süzmeyi bırak artık, çok ayıp!” diye söyleniyorum içimden. “Merhaba, eheheh, görüşebildik nihayet, ehehehe.” diye cevap veriyorum. Gülüyorum ama surat ifadem donuk. Taksiye biniyoruz, abiyi uzun zamandır tanıyor ve takıldığım yerleri biliyor edası ile “biraz önce sözünü ettiğimiz yere gidelim lütfen” diyorum. Abi de kafa sallayıp, yola devam ediyor.
Gideceğimiz yere ulaşıyoruz, restaurant görevlileri tarafından hemen kapılarımız açılıyor. “Eyvallah hocam, hiç gerek yoktu.” diyorum. Taksici abi ile hesabı halledip; artık tanış olduk, bana yamuk yapmaz herhalde düşüncesiyle numarasını istiyorum. “Dönerken yine arayacağım abi seni.” diyorum. Abi de memnun, konuyu uzatmıyor.
Badesu önde, ben arkasında içeriye doğru ilerliyoruz. O an Badesu önde, köpeği arkada spor yaparken çekinmiş oldukları fotoğrafı hatırlıyorum. Deli gibi kahkaha atasım geliyor, zor tutuyorum kendimi. Neyse. Manzaralı, güzel bir yer bulup oturuyoruz. Paramın üçte ikisine bir şampanya açtırıyorum. Ne o an ne de daha sonrasında bunu yaptığım için kızmıyorum kendime. Nitekim zamanında evin en kaliteli oturma grubu misafir odasında olup, misafir geldiğinde oturabilmiş; en iyi porselen takımlarıyla misafir geldiğinde yemek yiyebilmiş bir aile bireyi olduğumu unutmuyorum. Olanını paylaşmayı seven birisi olduğum içinde herhangi bir sorun teşkil etmiyor benim açımdan bu durum. Badesu, instagram üzerinden kimlerle tanıştığından, neler yaptıklarından, markaların kendisine gönderdiği hediyelerden bahsediyor, ben de sus pus şekilde dinliyorum. Bir ara bara gidip, barmen ile bir şeyler konuşup, elinde iki kokteyl ile geri dönüyor. “Ben bu kokteyli çok seviyorum ya! Sanırım biraz da gülümseyince her şeyini fazladan koydu barmen.” diyor. “Demek ki seni bir de instagramda görse varını yoğunu senin üzerine yapar!” diye içimden söyleniyorum. Badesu, bana ne kadar doğa tutkunu birisi olduğundan bahsetmeye başlıyor. Arkadaşının 4X4 jeepi ile yaptıkları günü birlik dağ gezilerini anlatıyor. Bu sefer de ben yerimden kalkıp bara doğru gidiyorum. “Biraz önceki kokteylden yine hazırlayabilir misiniz?” diye rica da bulunuyorum. Hazırlanıyor. Elimde kokteyller tekrar dönüyorum, suratımda yine donuk bir ifade. Badesu, teşekkür ediyor, bir yudum alıyor; ve “Yeterince gülümsememişin galiba, ilki gibi değil bu :)))))” diyor. Cevap vermiyorum. Zaten hafiften çakırkeyf olduğumu seziyorum. Neyse, Badesu’nun bahsettiği şeyler bitince kalkmaya karar veriyoruz. Dışarı çıkıyoruz. Taksici abiyi arıyorum, “on dakikaya kalmaz oradayım abim!” diyor. Beklerken köşe başında sokak köftecisi görüyorum. Hem çakır keyf olmanın verdiği özgüven hem de sevdiğim bir ritüel olduğu için almaya karar veriyorum. Badesu’ya soruyorum, “Teşekkür ederim, istemiyorum.” diyor. “Hiç olmadı bir çeyrek yeseydin yahu!” diye cevaplıyorum. Badesu’nun yüzü asık, “Yok istemiyorum, teşekkürler. Sadece su sokak köpeğini şuradan uzaklaştırabilir misin?” diyor. Gel olm köfteciye gidelim diye köpeği de yanıma alıp köfte ekmek alıp dönüyorum. Bitirene kadar taksici abi geliyor. “Önce otele gideceğiz abi.” diyorum, “Hay hay!” diyor. Otelin önüne geliyoruz, çok memnun olduğumuzu belirtiyor ve vedalaşıyoruz. Sonra benim kaldığım yere doğru yola koyuluyoruz. Bir ara yolda ceplerimi yokluyorum. Yoklar yoklamaz; ani bir refleks ile hemen “dur abi dur dur dur” diye bağırıyorum. Taksici abi şaşkın, “noldu yahu, bir şey mi unuttun?” diye soruyor. “Yok abi diyorum, kalan param ile şu an taksimetrenin gösterdiği kadar gidebiliyorum. O yüzden biraz stres yaptım.” diyorum. “Sorun değil, kredi kartı varsa yakıt alırız.” diye gülerek cevap veriyor. “Olur o halde devam edelim.” diyorum. Kaldığım yere geliyoruz. Abiye her şey için teşekkür edip, ayrılıyorum. Odama geçip, yatağıma uzanıyorum. Marketten alıp, gizli şekilde çantamda odama çıkarttığım biralardan birini açıyorum. Biraz şarkıydı, kitaptı takılıyorum. Yaklaşık bir-iki saat sonra telefonumu elime alıp, instagrama giriyorum. On beş dakika önce Badesu fotoğraf yüklemiş. Saatin gece yarısını geçmiş olmasından olsa gerek seksapalitesini de işin içine kattığı, elinde kadeh olan bir fotoğraf. Badesu, tekrardan beş santim uzamış, yüz hatları düzgünleşmiş, beli incelmiş… Beğenmiyorum bu sefer. İşte bu hiç hoş değildi!
5 notes
·
View notes
Text
Stüdyo da gergin anlar
Yer muhafazakar bir Anadolu şehri; saat beş otuz - altı civarı, iş çıkış saatleri. Tıklım tıklım dolu olan otobüste oturabilecek yer bulmanın keyfini sürüyorum; açıyorum Bahamas - Whole Wide World’u dinlemeye başlıyorum, hafiften içimden mırıldanıyorum falan. Kısa bir süre sonra etrafta bir şeyler olmaya başlıyor, hissediyorum. Camdan dışarı bakıyorum ama cama vuran insan yansımalarını bir noktaya odaklanmış buluyorum. Kulaklığı çıkarıyorum, topluluğun ilgi odağına doğru dönüyorum. Otuz küsür yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, boyalı saçları ve dekoltesi ile koca memeli bir abla öndeki abiye “Biraz camı açabilir misiniz?” diye ricada bulunuyor. Abi ikiletmiyor, açıveriyor hemen. Aradan otuz saniye geçmeden; dekolteli ablanın hemen arkasında oturan; otuzlu yaşlarında bir diğer abla; başörtülü, kucağında çocuğu var; “Beyefendi” diyor “camı kapatabilir misiniz lütfen, rüzgar yapıyor.” Abi onu da ikiletmiyor, kapatıveriyor hemen. Aradan bir başka otuz saniye geçtikten sonra; dekolteli ablanın sesi tekrar yankılanıyor; “Beyefendi camı tekrar açar mısınız lütfen, hastalığım var ve nefes alamıyorum!” Abi biraz duraksıyor ama çok geçmeden açıveriyor tekrardan. Hemen ardından diğer ablanın sesi yankılanıyor daha sert bir biçimde; “Kapatın beyefendi lütfen, çocuk var, hastalanacak diyorum!” Abi söylenerek kapatıyor. Dekolteli abla hemen tekrar açmasını söylüyor falan... Neyse, bu iki abla başlıyorlar kendi aralarında laf dalaşına... Otobüste bulunan herkes izlemeye koyuluyor. Pencere açıp kapatan abi dayanamayıp, patlıyor en sonunda; “Ben sizin hizmetçiniz miyim? Benimle billur mu geçiyorsunuz ulan!” diye.
Üstüme vazife sanki, kalkıyorum yerimden ve çocuğu olan ablaya “İsterseniz buraya geçin siz, cam kapalı burada, hem böylelikle tartışmanız da biter, hepimiz sizi dinlemek zorunda kalmayız.” diyorum; bunu duyan başka birisi arkalardan bana sesleniyor; “Ne diyorsun kardeşim sen? Çocuğu var kadının görmüyor musun!” -Ulan ne dedik?!- Benden önce yakınımda bulunan, tanımadığım ama biraz sonra seveceğim, elli küsür yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir amca veriyor kendisinin cevabını “Anlamadan, bilmeden atlama lan oradan hemen, hödük! Arkadaş hanımefendiye yardımcı olmaya çalışıyor.” -Helal be amca!- Bu sefer de onlar arasında da bir laf dalaşı başlıyor ve ortalık cümbüş alanına dönüyor. Hır gür hırla. İzleyiciler için gayet heyecanlı bir hale bürünüyor olaylar.
Başörtülü ablanın polisi aramasıyla ilgiler tekrar o tarafa yöneliyor. “Alo, iyi günler beyefendi, şu an bir belediye otobüsündeyim ve şikayette bulunmak istiyorum!” diye yankılanıyor sesi, birkaç es verdikten sonra; “Bir saniye öğreneyim hemen!” diye devam ediyor ve “Numarası kaç kardeşim bu otobüsün, söyler misin?” diye kaptana bağırıyor. Kaptan, ilk duymamazlıktan falan geliyor ama abla daha yüksek bir sesle tekrarlayınca; “Söylemiyorum kardeşim!” diye karşılık veriyor; “Bu kadar kişi sizin yüzünüzden polislerin gelmesini falan bekleyemez. İnin dışarıda görün işinizi!” diye cevap veriyor. Oradan başka bir teyze katılıyor olaya anlamsızca... “Bu belediye otobüs şöförleri hep böyle, kim seçiyor kardeşim bu adamları? Maganda tipli insanlar bunlar...” diyor.
Anlayacağınız olaylar iyice çığırından çıkıyor... Pencereyi açıp kapatan abi ablalara bağırıp çağırıyor; dekolteli abla başörtülü ablaya; başörtülü abla kaptana ve dekolteli ablaya bağırıp çağırırken arada polis ile konuşuyor; kaptan kendine laf eden teyzeye; teyze altında kalmayıp kaptana; yakınımdaki amca bana laf söyleyen adama... Kısacası herkes birbirine bağrıp çağrıyor otobüsün içerisinde. Gerginlik hat safhada. En ufak bir fiziksel hareketlenmede herkes patlayacak resmen. Sırf bu yüzden ineceğim yerin üç durak ötesinde iniyorum; acaba bir şeyler olur mu diye.
Henüz bu olayların şokunu atlatamamış bir şekilde iniyorum otobüsten. Kaldırıma adımımı atar atmaz; yoldan geçen bir arabanın muhtemelen su birikintisini görmeyerek, biraz ilerimde yürüyen bir çifti ıslattığına tanık oluyorum. Çiftlerden erkek olanı, dönüyor ve hemen basıyor küfrü arabayı kullanana. Bunu duyan arabadakiler “Sen kime küfür ediyorsun lan!” diyerek yolun kenarına, sağa çekiyorlar arabayı.
Ulan diyorum içimden; ne kadar sikko bir yer burası, şu kulaklığı takayım da tekrar uzaklaşayım şuradan biraz. Kulaklığı takıyorum ve Lou Reed - Walk On The Wild Side eşliğinde ellerim ceplerimde yürümeye başlıyorum. Arada kısık kısık ıslık çalarak eşlik ediyorum şarkıya. Eve vardığımda tam olarak kavrayabiliyorum yaşananları, olan biteni. Kavramam ile başlıyorum hayvan gibi gülmeye. Biraz abartmış olsam gerek; arkadaş odasından çıkıyor ve “Ne gülüyorsun olm hayvan gibi, uyuyan var.” diye söylenmeye başlıyor bana. Ok yaydan çıktı bir kere, ben de başlıyorum buna saydırmaya; “Siktir git lan lale, sen benim bugün ne yaşadığımı biliyor musun?” diye açıyorum ağzımı, saydırıyorum üst üste... Sonra ikimiz birden gülmeye başlıyoruz; ve arkadaşın “Bira almayı unutmadın değil mi?” sözleriyle sonlandırıyoruz tartışmayı. “Bak onu unuttum, kötü oldu baya. Oysa tam ��erezlik muhabbet vardı ben de.”
Bir ara evin kedisi geçiyor yanımızdan, hayvan miskinlikten yüz kilo olmuş resmen. “Kesin lan tatavayı!” der gibi bakıyor yüzümüze. Uyuyan birilerinin olduğunu düşündüğüm odadan Ram Jam - Black Betty yankılanmaya başlıyor.
7 notes
·
View notes
Text
Gidilebilecek En Güzel Yer
Hayat yaptığınız seçimler doğrultusunda ilerliyor. Ne olmak istiyor, nasıl yaşamak istiyor, daha doğrusu kendinize nasıl bir hayat biçiyorsanız; bunun için çabalıyor ve bu çabalar sonucunda bazen tam olarak istediğinizi; çoğunlukla da istediğiniz gibi olmasa da istediğinize benzer ya da yakın şeyler yaşıyorsunuz. Emin olun, eğer istekleriniz konusunda kararlı ve inançlıysanız gerçekleşiyor. Buna dair yüzlerce örnek var. Elbette gerçekleşme süreci çeşitli zorluklar barındırıyor. Bu süreçleri geçmeden edinim sağlayan birisinin olduğuna inanmıyorum. Kendinize biçtiğiniz hayat; aslında sizin içsel yolculuğunuz oluyor ve bireysel olarak yol almadan hiçbir yere gidemiyorsunuz. Burada bahsettiğim yolculuğun ölçü birimi; uzaklık/kilometre falan değil. Bu bahsettiğim yolculukta herkes eşit; ne kadar zengin ya da fakir olduğunuz; ne kadar mal varlığınızın olduğu ya da olmadığı önemli değil; ırk/dil/din/cinsiyet ya da cinsel yöneliminiz gibi kavramların hiçbir karşılığı yok.
Büyük bir holdingin bilmem kaç katlı plazasının bilmem kaçıncı katında ofisiniz olduğunu; ve kayda değer işler yaptığınızı var sayalım. Çok iyi para kazanabilir; kazandığınız bu parayla istediğiniz ülkeye gidebilirsiniz. Para ile yapabileceğiniz bir çok şey olabileceğı gibi; bu durum sizi parasız yapabileceğiniz eylemlerinde uzağında tutacaktır. Boş vakit sorununuz ya da işinizin yüklediği kimlik yüzünden yapmak isteyip yapamayacağız yüzlerce şey olacaktır. Çevrenizde insan ilişkilerinde ekonomik sebeplere değer veren ve bağlarını bu doğrultuda kuvvetlendirip, zayıflatan; durumuzun gidişatına göre yakınınızda ya da uzağınızda yer alacak kişiler olacaktır. Bence nefret edilesi.
İşinizin olmadığını ve gelir kaynağınızın kısıtlı olduğunu varsayalım. İstediğiniz şeyleri yapmak kolay olmayacak; gitmek istediğiniz bir ülkeye kolay şekilde ulaşamayacaksınız. Para ile yapılabilecek bir çok şeyi yapamayacaksınız. İstediğiniz zaman gidip bir kumsala ya da ormana kamp atıp, istediğiniz kadar kalabilecek; plaza camından şehrin gürültüsünü işitmek ya da kirliliğini izlemek yerine gökteki yıldızları izleyebilecek, iş çıkışı kendinizi zar zor eve atıp duş alma isteği yerine; istediğiniz gibi nehir, göl ya da deniz de yıkanabilecek, yüzebileceksiniz; ama o çok sevdiğiniz sanatçının konserine katılamayacak, festivallere gidemeyeceksiniz mesela. Bence bu da gayet sinir bozucu.
Kısacası, bu iki durumun kendi aralarında barındırdıkları artılar ve eksiler olsa da; tam olarak ikisinde de yapamayacağız. Peki, nasıl olacak, nasıl yapacağız? İşte bana göre gidilebicek en güzel yer diye bahsettiğim yer ve yolculuk burada başlıyor. Kalıtımlarımız bir kenara; bize yüklenen kavramların hepsini unutacak; onlara yüklenen anlamları önemsemeyecek; hatta hepsini değersizleştirerek adım atacağız. Para mesela; bir insan icadı ama bu sebepten dolayı üzülen bir çok insan var, değil mi? Para kavramının bize ne çağrıştırdığı, biz de nasıl bir karşılık bulduğuyla alakalı bir durum. Para kavramına benzer binlerce kavram var; yolculuk boyunca bu kavramların hepsini teker teker kendimize uygun şekilde tekrardan tasarlayacak; adım adım ilerleyeceğiz.
Bu yolculuk böyle devam edecek; ve kendi kavramlarımız bize kendi yolumuzu sunacak; biz bu yolda ilerleyerek kendi sağlamamızı yapacağız. Daha bu yolun en başında mutlu olacak, çok iyi hissedeceğiz. Çünkü olmak istedikleri değil, olmak istediklerimiz olacağız. Bizi onlar değil, kendimizi kendimiz var edeceğiz.
Peki, sizce bu yol nereye gidecek?
Benim cevabım, gidilebilecek en güzel yere gidecek. Ve orada bize benzer bir çok mutlu hayat olacak, yolları kesişen...
11 notes
·
View notes
Audio
... derken Mançiz abi geldi. Kaç ay sonra tavla da ilk kez yenilmiş, onu anlattı. Sonra "bakın arkadaşlar" diye devam etti cümlesine; "gözlerimizle değil, beynimizin deşifre etme sistemiyle görüyoruz. Gözler, titreşimsel bilgiyi, elektronik sinyallere çeviriyor, beyinde bizim fiziksel gerçeğimizi deşifre ediyor. Her şey farklı formdaki aynı bilgi. Adam tuttu iki el üst üste düşeş attı yahu! Ben ne yapayım?" dedi. Balkondan Ayşe ablanın sesi duyuldu; "Meskalin çayı yaptım, haydi gelin soğumasın!" Baktık ki olaylar karışık, olur dedik, benim ki biraz demli olsun.
3 notes
·
View notes