Tumgik
emrergin · 7 days
Text
dil öğrenmek ve cehaletten vakar türetmek
bazı twitter "floodlarımı" daha muntazam durması niyetiyle buradan da paylaşmak istedim.
İkinci bir dili yeterince bilmeden, Türkçeyi de bir yere kadar öğrenebilirsiniz ve üstünlükleriyle eksikliklerini kavramakta sıkıntı yaşarsınız.
Cehaletten milli/dini vakar devşirmeye çalışan şarlatanlar da ümmetin yüzde 99.9'unun Türkçe bilmediğini unutmasın.
Örnek aldığımız, kendisini, etrafını ve zamanını değiştiren insanların bir meziyeti de kendilerini mekandan önce zamanda konumlamaları, medeniyet telakkilerini belirli bir dille sınırlı tutmamalarıydı. Yüksek sesle önce anadil diyenlerin derdinin başka olduğunu düşünüyorum.
Benim derdim ise iletişimdir. Dil ve diller bunun için vardır. İçinde rahat hissettiğim için ben bu dili konuşacağım, ama bir kardeşimle istişare yapmak için onun dilini de öğreneceğim. Yahut birlikte bir dil öğreneceğiz. Bunun detayları, koordinasyonu filan konuşulabilir tabi.
Piyasada "benim beceremediğim şeyler çok zararlıdır ve malayanidir ve boştur" gibi düşünmeyi maharet sayan insanlar gün geçtikçe çoğalıyor. Cehaletin vakarı olmaz. Kendi yetenek ve tercihlerini dolaylı övmektir bu, narsisizmi şeffafça paketlemektir.
Biz birbirimize eksikliklerimizi hatırlatıp, tamamlamamız için vesileler sunacağız. Eksikleri ve acziyetleri allayıp pullayıp kimlik edinmeyeceğiz. Mesela sözelin üstünlüğünü matematik bilmeyenler konuşmayacak, siyer bilmeyen hadis gömmeyecek.
Bizim vakarımız, "nasıl olur da dünyayı değiştirmiş, yahut bizi zapturapt altına almış, yahut ümmetin çok işine yarayacak bir şeyi ben bilmem" cümlesinden yola çıkacak ve bizi azimlendirecek. "Ben bilmiyorum, kimsecikler bilmiyor, maşallah bize", diyerek ne halt edeceğiz?
… Bir sürü konuyu birbirine karıştırdım, ancak bütün bu tavrın çeşitli yansımalarına rağmen, basit bir itirafa acziyetten kaynaklandığını düşünüyorum: "evet, çok lazım, ama benim zekâm/azmim yetmiyor." Bunu söylememek için ansiklopedi yazıyor adamlar.
Her şeye gücümüz yeteceği anlamına gelmiyor bu, herkesin karakteri, yeteneği ve uzmanlığı başka başka. Herkesin mücadele ve hizmet metodu da ayrı ayrı olacak. "Öğrenmeye değer bir sürü şey var." demek "biz hepsini öğrenmeliyiz." demek değil.
Birlikte yürüyen insanlar, birbirlerine dua edecekler, birbirlerini küçümsemeden, tek yolun, sahih tek çabanın, iletişim usulünün kendilerininki olduğunu ima etmeden, akıllarından bile geçirmeden. Yoksa herkesin cehalet yarıştırdığı bir yarışın kazananı olmaz.
0 notes
emrergin · 7 months
Text
emes
Bir kas hastalığı değil. Beyinle alakalı. Sinir hücreleriyle alakalı bir hastalık. Hani vücudun savunma hücreleri var ya işte bu hücreler bazen neyin düşman neyin dost olduğunu karıştırabiliyorlar, tıpkı kendi kendine kızıp başkalarına nezaket gösterirken kendisini itin götüne sokan şapşirikler gibi süngülerini vücuttaki bazı kısımlara yöneltebiliyorlar. Bunlara genel olarak otoimmün hastalık deniyor yani kendi kendine immün yani bağışığın kendisine dönmesi Ouroboros yani, ısıra ısıra bitiren dişler bir süre sonra fark ediyor ki son ısırdığı lokma kendisinin bağlı olduğu damağın ta kendisi. Kendisi kendisi kendisi yani. Kendileri.
Evimize bir kırkayak girdi geçenlerde. Peçeteyle öldürüvereyim diye niyet ettim, bastırdım ama ezemedim. Sübhanallah diyemedim çünkü haşmetmeabları öylesine pis bir koku saldı ki ortalığa öğürdüm kusayazdım elimle burnumu kapattım, camları açtım, öksürdüm, "Bu ne Aman Allah'ım bu koku ne" diye haykırdım. Hayvan benim ona saygı duymamama öyle bir misilleme yapmıştı ki kızamadım, haklıydı. Sadece saygı duydum, öyle böyle bir saygı değil. Cidden. Hanımla artık kırkayaklardan bahsederken "Beyefendi" diyoruz. Evimiz ormana yakın, etraf yeşillik, hukukumuz oldu o türle ve biz gelip geçiciyiz. Beyefendiler, değiller.
İşte bazen saygının en kestirme yolu da şöyle ağız tadıyla bir dayak yemek. Anlatabiliyor muyum? MS hastalığı daha önce, lisedeyken karşıma çıkmıştı. Hepimiz yedi yirmi dört ya dershanedeydik ya yurtlardaydık. İkiz biraderler vardı, ikisi de MS'ti. Hastalığın detaylarını sorup öğrenmemiştim ama çok ciddi bir hastalık olduğunu öğrenmiştim ki öyleymiş. Ölümcül sanıyordum, ki değilmiş ölümcül. Bu iki kardeş sağlıklarının el verdiği ölçüde çok sağlam ders çalışıyorlardı ve anlayamıyordum. Anlayamadığım şeyler de tıpkı korktuğum şeyler gibi saygı uyandırıyor bende. Kendileri, sanki sağlıkları onları yarı yolda bırakmayacak da, kazandıkları o şaşaalı üniversiteleri ağız tadıyla okuyabilecekmiş gibi harıl harıl harıl ders çalışıyorlardı. Ve anlayamadığım da buydu. Empati yapamıyordum, hastalık benim başıma gelmemişti, gelmeyecekti de, öyle sanıyordum. Adı bile abidik gubidikti, DJ der gibi, EFES der gibi, saçma sapan bir isim.
Saygıdeğer MS beyefendiler, kendileriyle böyle konuşulmasından hoşlanmıyorlar. Çok ciddi bir hastalık, bir direniş hikâyesi. Kendi kendisini işgal eden vücudun kendi kendisinden kurtulması. Kendi kendisinden çok çeken aklın kendi kendisini susturması. Kendi kendisini çok yoran vücudun kendi kendisini durdurması. Kendileri, üç aydır filan gündemimizin tam ortasında, uyanık olduğumuz her an konuşmalarımızda, gelecek planlarımızda burnunu uzatan şerefsiz bir ... beyefendi gibi duruyor.
Kendine bağışık bu hastalıkların kimisi romatizma gibi eklemleri, kimisi Kron hastalığı gibi bağırsağı, kimisi otoimmün hepatit gibi karaciğeri, kimisi üveyit gibi gözü, kimisi de MS gibi karıcığımı vuruyor. Hedefini şaşıran bağışıklık hücreleri MS özelinde, sinirleri bir kablo gibi düşünürsek dışındaki yalıtım plastiğine tekabül edecek miyelin kılıflarına saldırıyor. Kılıfını kaybeden kablolarda elektrik akışı azalıyor. Beynin esnekliği elverdiği ölçüde verilen komutlar kendisine başka bir güzergâh çizebiliyor olsa da bir süre sonra düşünsel işlevlerde, konuşmada, görmede, yürümede, dengede, yani kısacası merkezi sinir sisteminin sözünün geçtiği neresi varsa oralarda kiminde geçici, kiminde kalıcı sıkıntılar baş gösteriyor. Yazmaya elimin varmadığı başka durumlar da var, çünkü beyinciği ve omurilik soğanını da içine aldığımızda haliyle hayati işlevler de konuya dahil olup, içimizde bir mehabet uyandırıyor. Ömrü kısaltmıyor, ancak tedavisi de yok. Var olan ilaçlar durup durup depreşen bu beyefendilerin saldırganlığını azaltıp, saldırıların arasını açmaya yönelik. Ancak saldırıların durduğu bir vaka yok. Mevzubahis ilaçların da yan etkileri canavar gibi, ayrı bir saygıyı da onlar hak ediyor. Kimisi karaciğeri vuruyor, kimisi kemik erimesi yapıyor, kimisi kansere göz kırpıyor, kimisi elimizden tutup dansa kaldırıyor bizi, sahnede biz varız, dansımız acemi. Bu acıklı ezgi keman sesi değil, kendi hıçkırmalarımız. Bol dua bekleriz.
3 notes · View notes
emrergin · 8 months
Text
Hatırlanılmak
Bir bebek taklit ederek öğrenir. Peki taklit etmeyi nasıl öğrenir?
Dediklerine göre anne baba ellerinde olmadan çocuğu taklit ettiğinde çocuk bunu fark eder. O zamana kadar bu yeni geldiği dünyada ne yapması gerektiği konusunda hiçbir fikri yok. Yani kaybolmuş gibi, rastgele hareketler, gelip geçici yüz ifadeleri, açılıp kapanan parmaklar, şekilden şekile giren yüz ifadeleri. Ancak bunlardan birisi, herhangi birisi, meselâ çıkarılan bir "cacaca" sesi, sözgelimi annenin hoşuna gidip tekrarladığında çocuk bu iki ses arasındaki benzerliği fark ediyor. İlki rastgeleydi, ancak ikincisi değil. O zamana kadar ne yaptıysa boşluğu doldurmak için yapmıştı, hangi sesin hangi ifadenin hangi hareketin boşluğa yakışacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama artık var.
Bir ritim duygusu mu? Ya da ritim duygusunun kendisi de bir tutunma çabası mı? Boşluk birbiriyle tamamen alakasız bir curcunayla da doldurulabilirdi. Adımlarımızı birbirine benzer değil de saçma sapan atabilirdik. Her bir adım öncekinden farklı, öncekinden farklı bir yöne doğru yönelmiş olabilirdi. Ama öyle değil. Yinelenmenin kendisi, muntazamlığı ile bize bir anlam hissi aşılıyor. Taklidin taklit ettiği de bir taklit. Yankının orijinali de bir yankıydı. Bizler, hepimiz o ilk “Ol!” emrinin yankıları değil miyiz hem?
Peki bebek hiç taklit edilmeseydi? Ya da o ilk taklit edilmesinden sonra, bunu çok iğrenç bularak yinelenen seslerde, tavırlarda ve hareketlerde, bizim göremediğimiz bir rezalet görseydi? O bebek dilimizi hiç öğrenemezdi, biz de onu hiç anlayamazdık. Taklidin tek seçenek olması, makul ya da mantıklı olmasından ötürü olmuyor, aktarılabilir olmasından ileri geliyor.
İnsanın macerası böyle bir kaç temaya dair varyasyonlardan ibaret. Çocuk büyüyor, ergen oluyor, yine taklit edeceği birilerini arıyor. Bir ağabey, bir teyze, televizyondaki bir süper kahraman. Nasıl yaşanabilir? Sitil nedir tarz nedir? Ne giyse yakışır? Sonra… Hangi hayalleri kurmalı? Kendi kendini icad edecek değil ya, yine bir yerlerden bir şeyler bulacak. Birilerine benzeyecek, birilerine benzemekten başka bir şansı yok. Bir potpuri yapacak en iyi ihtimalle, hangi konuda kimlere benzeyeceğini seçerken bunun özgünlüğün kendisi olduğunu düşünecek ve kısmen de haklı olacak.
İnsanın bütün haklılıkları ve haksızlıkları kısmen değil midir zaten hem? Hakikate erişemez, mutlak zulme de gücü yetmez.
Hatırlanılmak da böyle bir şey. İnsanlar olarak tek tek kimleri örnek alacağımız konusunda yaşadığımız sancılar çok uzun sürüyor. Ben otuz iki yaşındayım ve hâlâ örnek alabileceğim, tavrından kendime bir şeyler devşirebileceğim insanlar gördüğümde seviniyorum. Ama bütün insanlık olarak, nereye gideceğimiz topyekûn edineceğimiz doğrultu konusunda bir fikir almak için etrafımıza baktığımızda, “medeniyet” kavramını görüyoruz. Geçmişe baktığımızda, bugüne bir şey bıraktıklarını görüyoruz ve diyoruz ki demek, bizim de hayatımız geleceğe bir şeyler bırakabilirsek anlamlı.
Göçebe kavimlerin çadırları yok oluyor, ahşap evler çürüyor, parşömenler yanıyor. Bilmemkaç bin Mısırlı doğup ölüyor, biz Piramitleri biliyoruz. Romadaki kölelerden bize bir şey kalmıyor, ama ihtişamını görüyoruz. İnsan süren şehirler yaparsa daha mı insandır oysa? Etrafına karışsa, gerek duymadığında çocuk da edinmese, çizimlerini mağara duvarlarına değil de kendi karnına yapsa… Geçmişi örnek almayan, geleceği de umursamayan bir zaman doğrusunun üzerinde değil de anda yaşayan bir insan olsa, çok sevse kendisini, başkalarını da çok sevse, ama sadece yaşayanları, sadece yaşayanlar için yaşasa, yaptığı hiçbir şey kendisinin ölümünden sonrakilere kalmasın istese… Böyle bir yaşam da anlamlı olabilir mi?
Elbette olabilir, ama biz bu anlamı yadırgarız, çünkü bize aktarılamaz. Tıpkı babasını taklit etmeyi reddeden bir bebeğin ne kadar haklı olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağımız gibi. İşte tam da bu yüzden geçmişe baktığımızda gördüğümüz çırpınış bizimkine benziyor.
2 notes · View notes
emrergin · 2 years
Text
Babalarımızın Kıçıkırık Zaferleri
Babalarımızın bize bir zafer borcu yoktu. Ama ölesiye çalıştılar. Mücadele ettiler. Ancak çapları ve hayal güçleri, zafer deyince ne anlamaları gerektiği konusunda yetersiz kaldı. O kadar mücadelenin sonucunda kendi hayatları zarfında gözle görülür hiçbir şeye sahip olamama korkusu canhıraş daha da fazla çalışmalarına, giderek daha fazla taviz vermelerine sebep oldu. Efendimiz rasulullah s.a.v. 25 yaşında evlenmiş, 40 yaşında peygamber olmuş, 61 yaşında kendi doğduğu toprakları fethetmişti. İslam örneğinde bile mücadelenin bir peygamberin hayatına sığmadığını, Mekke’nin fethinin mücadelenin bitişini değil, başlangıcını imlediğini görmediler.
Küresel finansal genişleme vesilesiyle, birdenbire kendilerini içinde buldukları maddi ferahlamayı bereket sandılar. Kapitalizmin bereketi mi olur? Mihmandarlarına, kapısında bekledikleri için bir bahşiş bırakır kapitalizm, sonra ülke ülke kapı kapı dolaşıp istediğini yapar. Gençlikleri zilletle geçen, özsaygılarını koruyabilmek için mahrumiyetlerini öfkeye çevirmek zorunda kalan aciz babalarımız, birdenbire ne isterlerse alabildikleri, ne isterlerse olabildikleri bu bolluğun içinde, mücadelenin sözgelimi bir müslümanın Rolls Royce’a binmesi değil de, namaz vaktinde o rolsroystan inebilmesi, tesettürlü bir hanımefendinin Cumhuriyet Bayramı protokolüne gitmesi değil de, protokollerin kendileriyle alakalı olduğunu unuttular.
Halbuki sormak lazım gelmez mi? Dünya bir imtihansa, sekiz yüz bin kilometrekarelik bu satıhtan ötesi ne için yaratılmış? Ne başarılacaksa yirmi yıla sığacaktıysa, bu binlerce yıl neden var? Hem (haşa) sahabe efendilerimiz (Allah hepsinden razı olsun) neden yirmi yılda, tek bir coğrafyada başaramamış?
Müslümanların zaferi diye yaldızlı paketlere sarılmış dünyalığın, Müslümanların lehine kullanılmamak üzere tasarlanmış yetkilerin, zilletten sonra nefse ne kadar da iyi gelen, ancak hakiki saygının yanında esamesi aslında okunmayacak astlardan görülen saygının peşinde koştururken kendi ahlaki gelişimlerine önem vermediler. Kendilerine miras kalan, detaylarını, handikaplarını, tarihsel niteliğini çok düşünmedikleri, bizzat kendisi de ulus devlet kafasının sonucu olan bir ideolojiyi baştacı ederek koştururken, ideolojinin ahlaki yanları törpülendi, şüphesiz doğru olan kısımları, muğlak olan kısımlarının arkasına geçti, öncelikler karıştı ve dolayısıyla bir pusula olması gereken fikirleri, olsa olsa bir yük oldu, öyle sırta alınınca şeref veren türden de değil, nasıl olur da bir köşeye bırakırsak kimse fark etmez nevinden bir balya.
Geleceğe umutla baktırmayan zafer mi olur? Güya oldu. Dış güçler falan filan diye bütün sorumluluğu başkalarına çoktan postalanmış bir acizliğin, meşguliyetlerin, reklamların, piyasa koşullarının, barınacak yer filan kaygılarının arasına saklanmış bir cibilliyetsizlik asıl mücadelenin çağlar, diller, coğrafyalar üstü olduğunu, bir gün gerçekten zafer kazanıldığında vakanüvislerin yazacağı metinlerde sözgelimi “ihale, yönetmelik, ikramiye” gibi kelimelerin geçmeyeceğini bize unutturdu. Mücadelenin önce başkalarıyla değil, kendimizden başlaması gerektiğini bize her fırsatta dişlerini gösteren üç beş köpeğe korkumuzdan unuttuk. On köpeğin itlafını cihanşümül bir ülkü sandık.
Mücadelenin nesiller arası değil, nesiller üstü olduğunu unuttu babalarımız. Kendilerini yetiştiremedikleri yetmezmiş gibi, bizi de yetiştiremediler. Bir zaferin nasıl olur da bir nesillik süreye sığmayacağını akıl edemediler, çünkü hayal güçleri hem kendilerinden önceki nesilden, hem de bizden daha dardı.
Biz de onlara bakınca sandık ki, İslami mücadele böyle derme çatma, çıtıpıtı, busbulanık, eğreti, köhne, kapalı kapılar ardında çehresi değişen türden. Sandık ki başkalarını işaret eden bir parmak ve cıkcıklamalar. Ne denir ki?
Hepsi yavaş yavaş yaşlanıyor şimdi. Bir kısmı öldü babalarımızın. Bir kısmı yakında ölecek. Ve kazandıklarının bir zafer değil, bir sınıf başkanlığı olduğunu belli belirsiz sezmeye başladılar. Kimler hatırlıyor sınıf başkanlarını? Hayatımızda ne derece büyük ehemmiyeti oldu? O zaman kıskandıysak dahi, şimdi imrendiğimiz bir tarafı kaldı mı? Bir ümmetin tarihinde de üç beş seçim zaferinin ederi işte bu kadar kalacak, sadece kendimizi tanımamızın bir vesilesi olacak bütün bunlar.
Ve biz de babalarımızı böyle tanıyacağız. Durup düşünürlerse aslında üstlenmeleri gereken mücadelenin devasa boyutları insanın dudaklarını uçuklatır. Onlar da durup düşünmediler. Babalarımız gibi hayal güçleri zilletin altında iğdiş edilmiş bir nesil, yeterince koşturursa zaferi kazanacağına emin oldu da, bu zaferin ne menem bir şey olduğunu, neye yarayacağını, kimin cebini dolduracağını düşünmedi. Sorumluluğu sadece koşturmaktan ibaret sandılar ve haliyle, durup onlarla samimiyetle konuşmaya vakit ve enerjileri kalmadığından, kendi evlatlarının kendi koşturmacaları konusunda ne düşündüğüne de bigâne kaldılar. Yavaş yavaş, bu koşturmanın bir ömre sığmayacağını fark ettiklerinde, aldıkları evleri, arabaları, yatları katları miras bırakacakları gibi, bu mücadeleyi de miras bırakacakları evlatlarına yeterince zaman ayırmadıklarını, çok temel kavramlarda dahi onlarla uzlaşamadıklarını fark ettiler. Alabildiğine saçma bir şekilde, buradan çıkardıkları ders, eğer daha fazla koşturmuş olsalardı, bizim kaybolmuş neslimize bir şey emanet etmek zorunda kalmadan uğrunda koşturdukları o “şey”i tamamlayabilecekleri oldu. Pişmanlıkları, bize bıraktıkları bu “zafer”i tamamlayamamaktan ibaretti, çünkü tamamlasalardı…
Gerisini bilmiyorum.
16 notes · View notes
emrergin · 2 years
Text
Günlük
Merhaba
Beni özlemediğinizi biliyorum ama olsun.
Bu ara atolye.herokuapp.com adresindeki sitenin "backend"iyle uğraşıyorum. Üyeler öykü yazıyorlar ve sonrasında kimin kime yorum yazacağını site berlirliyor. Kulağa çok basit gelen bu işlemin içine bir de ağırlıklar filan girince çok girift bir hal aldı. O kadar ki internet protokollerinin ağırlıklı dağıtımlarına filan girdim. Canım çıktı. Bugün bir sürü işin arasında bu yazdığım algoritmayı "debug etmekle" uğraştım. Az bir işi kaldı, bence. Şimdilik.
Başka gündemlerim neler? Nova yayınları için nobelli filan bir kitap çeviriyorum. Altmış dokuz günü kaldı. Yiğit Hocayla bir çalışmamız var onu daha muntazam yazmak için Vue öğreniyorum. Her gün biraz Arapça biraz da İspanyolca öğrenmeye devam ediyorum ama özellikle Arapça Sisifosun kayası oldu. Altında kalır da ölürsem şehit olurum umuduyla devam ediyorum.
İlk webtasarımı işimi bağlamış olabilirim. Ha bir de bu hafta bir öykü yazdım. Çok güzel olmadı, ama ne fark eder.
Zamanımın bir kısmı mevcut öğrencilerimle yetinmeyi öğrenmekle geçiyor. Bir kısmıyla bir şeyleri sorguluyorum. Geriye kalan kısmıyla da kıstaslarımı.
3 notes · View notes
emrergin · 4 years
Text
virgül dedesini düşünüyor’dan
kimse bilmez virgüllerin nasıl öldüğünü,
kimse gitmez virgüllerin cenazesine,
virgüller de ölüm ilânı vermezler gazetelere,
insanların ilânlarına gidip konarlar,
öldüklerini kendileri bildirirler,
bir adam mı ölmüş,
babamız hamdi öldü,
oğulları şahap,şevket, kızları hilal, nazlı
buyrun size üç virgülün ölüm ilanı
0 notes
emrergin · 4 years
Text
Kendi Sesini de Seven Nergis
Kendi hayatımızı değiştiremiyoruz. Böyle olunca başkasının hayatına yapabileceğimiz etki de oldukça sınırlı oluyor. Bir de üstüne bir değer sunabilseydik bile alıcıların eksikliği eklenince, bir zerre kadar değeri oluyor yazdıklarımızın. Öyle olunca, bir dergi için, bir seçki için yahut bir yayınevi için kolaylıkla vazgeçilebilir, biri diğerinin yerine konabilir, iktisat terminolojisiyle "homojen" ürünlere dönüşüyor bütün eserlerimiz. Meselâ bir dergi için herhangi bir editörü herhangi bir yazarından daha önemli oluyor, maddi sıkışıklıkta, yazdıkları için para isteyen yazarlarla yollarını ayırıp, yerine parasız da yazabilecek birisini buluyorlar. Çünkü derginin duruşu itibariyle a kişisinin b kişisinden pek bir farkı yok, ikisi de sözgelimi 3 sayfa yazıyor, dergiyi şu kadar kalınlaştırıyor, derginin satışı daha ziyade kapak tasarımıyla, hediye ettiği posterle filan belirlendiğinden bu kimseye de garip gelmiyor.
Yazarlar da bu yalnızlıklarının gayet farkında. Birbirinin yerine geçebilme yeteneğinin önemini de yakinen hissediyorlar. Yani herhangi bir yazar olur da yazamaz olursa, hastalanırsa, sanatçı kaprisi yapıp editörün biriyle ters düşerse, sıranın herhangi bir dergide, herhangi bir yayınevinde kendilerine gelebileceğini biliyorlar. Sırasını bekleyen bu yazarlar, piyasanın örtük kurallarının oldukça bilincinde. Bir seçkide açılacak boşluğun açıkça ilan edilmemiş bir sıraya tabi olduğunu ve bu sıranın çoğunlukla diğer herkesle ne kadar geçinebildikleriyle alakalı olduğunu bildiklerinden, oyunu kuralına göre oynuyorlar. İşin daha fenası, bu sırayı ister istemez belirlemek durumunda kalan karar alıcıların kendisi de genellikle eser üreten, ve hiçbirimizin yazdığını kimse okumadığı için gördükleri tüm takdire rağmen kendi eserlerinin kalitesinden o kadar da emin olamayan insanlar. Eserlerini beğendiklerinin eserlerini beğenmesi onlara da haliyle iyi geliyor.
Sanatçıya atfedilen özgünlük bu seri üretim sıfır tüketim çağında aşınıyor, silinip kayboluyor tabi. Tek tek her yazarın olabildiğince etkisiz ve değersiz olduğu ama diğer yandan bir güruh olarak yazarlığın, yani tek tek yazarların değil de o yazarlık rütbesinin önemi arttıkça, ve şahsiyet ile kümenin arasındaki uçurum belirginleştikçe yazarlar herhangi bir oluşumda, kendi farkımı nasıl ortaya koyarım sorusunu bile devredışı bırakan bir çaresizlikle, ortamın kimliğine girip, kamuflajıyla süsleniyorlar. Az önce bahsettiğim bu birbirinin yerine geçebilme melekesinin önemi, hepimize bir yazarın çoğu arkadaşının yazar olmasının garipliğini ve sıhhatsizliğini unutturuyor. Çünkü yazarlık artık tam zamanlı bir meslek ve hepimiz iş arkadaşıyız. Mesleğimizin bünyesinde konuşma yapmak, söyleşiler vermek, süslü cümlelerimizi ekranlara saklamak ve herkesle, özellikle kendisinden “kıdem”imiz az olanlarla iyi geçinmek var. Hepimizin egoizmi tek tek müşterisini bulamasa da, bir sıfat olarak yazarlığı yüceltip, bütün ömrümüzü de bize yazar desinler diye, yazmanın kendisi ile eser miktarda ilişkisi olan işler yaparak harcıyoruz, bizim de ücretimiz, bedelini samimiyetsiz, hak etmeyenlere de yönelttiğimiz nezaketimizle ödediğimiz o sıfatı bize de söylemeleri oluyor. Bir ırkı yüceltip, laf arasında kendisinin de o ırktan olduğunu çaktırmaya çalışan aciz insanlar gibi, günümüz diğer yazarların ne de güzel işler yaptığını söylemekle geçiyor.
Allah bizi hak etmediğimiz ünvanlardan, gururlardan korusun. Kibirin örtük veya açık hallerinden, bir işi başarmadan ruha yayılan tatmin hissinden, herkesin yerinde saydığı, kaldırdığı adımı aynı yere geri bastığı, ama sırf rap rap sesleri geliyor diye beraberce yürüdüğümüzü sandığımız öbeklerle birlikte anılmaktan bizi muhafaza eylesin.
5 notes · View notes
emrergin · 6 years
Text
kendime not
Bir müslümanın gereğinden fazla iktisatçı olduğunu faizi benimsemeye başladığında, daha az tarih okuması gerektiğini sykes picota rahmet okumaya başladığında anlayabiliyorsunuz.
0 notes
emrergin · 6 years
Text
gertrud ştayn deneme
nazik düğmeler. meşakkatli çayır. zıpzıp türbeler.
0 notes
emrergin · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
332K notes · View notes
emrergin · 7 years
Text
başlangıçlar
Başlangıçlar kitabı. İçinde türlü türlü başlangıçlar var. Devam vaatleri, bitişe dair sözler var. Meselâ pala bıyıklı bir adam var elinde koskocaman bir hançer, benim elimde olsa o hançerin adına kılıç deriz. Pala bıyıklı adam elindeki hançeri her dakika savuracakmış gibi tutuyor, bir kapıyı tıklatıyor orta parmağının eklemiyle. Çünkü işaret parmağı yok, işaret parmağının yerinde insanın gözünü kaçıracağı bir yara izi vuruyor. Bu sadece bir başlangıç. Yani adam kapıyı tıklatamıyor, parmağı kapıya değiyor muhakkak ama bir süreç halinde değil, eli önce uzakta sonra yakında sonra tekrar uzakta ve tekrar yakında değil. Bir anlık bir görüntüyü resmediyor başlangıçlar kitabı. Pala bıyıklının kapıyı çalmayı başarıp başaramadığını hiç öğrenemeyeceğiz. Kapıyı niçin tıklattığını da öğrenemeyeceğiz. Evin içinde kim yaşıyor. Bu sonuncuyu öğrenebiliriz, ama önce bir ayraç bulalım. Sayfanın kenarını kıvırmak yasak, bu tılsımlı kitabın herhangi bir sayfasına zarar verirseniz bir başlangıca zarar vermiş olursunuz. Bir başlangıca zarar veren ise bütün başlangıçları yıpratmış hükmündedir, birbirine bağlı olmayan iki olay olmadığı gibi, birbirini etkilemeyen iki başlangıç da yok çünkü. O yüzden bir ayraç buluyoruz, inceden bir tahta çubuk, kimbilir ne amaçla imal edilmiş. Ayracı hikâyesinin henüz başlamadığının farkında olmayan pala bıyıklının şalvarının içine sokuyoruz. Birazdan geri geleceğiz buraya. Ama önce sayfayı çevireceğiz, aradığımız nerede tam bilmeden. Pala bıyıklının hikâyesinin başlangıcı eğer içeridekinin de hikâyesinin başlangıcı değilse, yahut içeride hikâyesi başlayacak herhangi biri yoksa, ev bomboşsa yani, içeride kimin olduğuna başlangıçlar kitabından bakamayız. Ama her ev, içerisinde başlamış ve belki bitmiş hikâyeler üretsin diye inşa edilir. Öyleyse ev boşsa, burada biten bir hikâyeden söz edilebilir, ama bakıyorum, birisi ödünç almış o kitabı, üzerinde bir inceleme mi yapıyormuş, makale mi yazacakmış neymiş. Süren hikâyeler kitabı ise fazlaca hacimli, sonsuz başlangıcın sonsuz kere sonsuz devamı olabileceğinden kütüphanemize sığmadı. Ama yine de umudu kesmeden bakabiliriz, belki palabıyıklının elindeki hançerin gırtlağına saplanacağı birisi vardır içeride ve bu onun hikâyesinin başlangıcı ve aynı zamanda bitişidir, yani belki iki kitapta birden aynı sahneyle yer alan bir başroldür kendisi ve kıymeti hasebiyle sahneye en son çıkacaktır.
2 notes · View notes
emrergin · 7 years
Text
müvekkil-3
Sigorta şirketleri. Ağızda evirip çevirince tadı kaçıyor, sanki dünyadaki bir kavramı kastetmiyor da sanal bir şeyden bahsediyor. Sanal bir şey değil de, nasıl desem, bu iki sözcük, öylesine, dilde ve dudakta bıraktıkları tad için icad edilmişler gibi. Fazlasıyla yapay geliyor kulağa, bir de çoğul üstelik. Sigorta şirketleri, hepsi birden, tamamen, iflas etti. İşin doğrusu her şirketin sermayedarları üç aşağı beş yukarı aynıydı, hatta başka şirketlere de hissedardı onlar. Ellerinde binlerce ümitvadeden şirket, ve yüzlerce para basan şirketin hissesi vardı. Sigorta şirketleri, hep birlikte batınca, o hisselerini tam zamanında aldıkları bir haberle, asgari zararla başkasına sattılar. Bu başkaları kim, konumuz dışı. Senin benim gibi insanlar, daha dün yüzlerce dolar eden hisseleri beş on dolara bulunca, mal bulmuş mağribi gibi kapış kapış girişenler. Çünkü düşünüyor ki, eğer mesela bin hisse alırsa, koskocaman bir şirketin, şirket diyoruz, şirket, şirket. Sanırım sigorta şirketleri tamlamasının kulağa neden o kadar yabancı geldiğinin sebebini buldum. Şirket kelimesinde yoğunlaşıyor bu yapaylık. Ne diyorduk, tam hayal edemiyor bu senin benim gibi insanlar, şirket kelimesinin neye tekabül ettiğini hayatlarında hiç deneyimlememişler. Sadece akıllarında bir krallık gibi bir şey canlanıyor, bir zenginlik nişanı. Hisse diyince de o zenginliğin ceplerine ellerine yüzlerine bulaşacağını düşünüyorlar. Ama işte güçleri yetmiyor hisse senetlerine. Çoğu zaman yetmiyor. Ancak böyle zamanlar geliyor, sigorta şirketleri yerine, tavuk şirketleri batıyor, o zaman gidip tavuk şirketinin hissesini alıyorlar. Akıllarında zengin olma hayali var. Akşama evden içeri giriyorlar, birlikte yemek için tavuk almış, çünkü kafasında mutluluk ve tavuğu eşleştirmiş bir kere. Sonra bir bakıyor ki, olmuyor işte. Zengin olmuyor, yani. Şirket batıveriyor, iki üç gece gerekmeden. Adam kendini öylesine şartlamış ki zenginliğe, inanamıyor, hissenin fiyatları kuruşlara düşene kadar elinde tutuyor, birden çıkıverecek borsa, şahlanacak fiyatlar, adam zengin olacak, zengin, şişine şişine gezecek meydanlarda.  Biraz zaman geçiyor. Suçu kendinde buluyor o zaman. Neyine senin zengin olmak diyor tavuk şirketleri yetmedi şimdi de uğursuzluğunu sigorta şirketlerine bulaştırdın.
1 note · View note
emrergin · 7 years
Text
reçel
Bu reçellerin içinde çok şeker var. Ekmeğinin üzerine fıstık ezmesi sürmüştü, şimdi de bıçağı reçele daldırdı, fıstık ezmesinin üzerine reçel sürdü. Ağzı doluyken konuşmaktan büyük bir haz duyuyordu, sanki vücudunun üzerinde bir egemenlik tesis eder gibi. Bedeninin ihtiyaçlarını yok saymayı alışkanlık haline getirmişti. Ama öyle dervişane bir şekilde değil. Sanki bedeninden tamamen bağımsızmış gibi davranmayı severdi, yemek yediğini kendine bile belli etmemek için ne gerekiyorsa yapardı, ayağa kalkardı, öteye otururdu, göz ucuyla bakardı tabağına filan. Sonra işte böyle ağzı doluyken konuşur, ağzının dolu olmasına, kelimelerin tam de istediği gibi çıkmamasına, bazı seslerin boğuklaşmasına şaşırmış gibi yapardı. Yine yüzünden bir şaşkınlık izi geçti, onun bu hallerine alışık karısı artık yüzüne bile bakmadan tahmin edebiliyordu adamın suratının halini. Adam ne yapıp edip konuyu soyut bir yerlere getirme derdindeydi, yeter ki konu uzaklaşsın, reçellerden bahsetmesinler, yahut reçellerden soyut bir şey olarak bahsetsinler, insanların şekere nasıl bağımlı olduğunu konuşsunlar, konuşurken zaman akıp geçsin, kendi üzerlerinde yakıştırmalarının hiçbiri bulaşmasın. Karısı hiç oralı değildi adamın, tabağındaki keçi peynirini çatalıyla önce ikiye böldü, sonra dörde, sonra sekize, sonra on altıya. Küçüklüğünden kalma bir alışkanlığıydı bu. Bir yiyeceği çok sevdiği zaman, önce onu böyle küçük küçük parçalara ayırır, sonra çatalıyla her birini ayrı ayrı yerdi. Bu sayede aynı miktardaki yiyeceği daha uzun sürede yemiş, mutluluğunun süresini uzatmış oluyordu. Bu reçellerin içinde çok şeker var, diye yineledi adam. Konuyu nereye bağlayacağını tam bilemedi. Çok lezzetli değil mi? dedi karısı. Adam evet demek istemedi, orada oturup yemek yediğini kendisine itiraf etmesi demek olurdu. Karısının zoruyla sofraya oturmuştu, yoksa atıştırırdı sadece, öyle kahvaltıyla bedeni şımartmaya filan gelemezdi. Yine de ne denir ki yani, bu soruya cevap olarak. Fıstık ezmesiyle iyi gidiyor dedi, bilirsin fıstığı pek sevmem. Evet dedi kadın, ama diğerini de açmamışsın. Bilmem. dedi adam. Umursamaz. Rol mü yapıyor. Görmedim. Sen almıştın ya geçen dedi karısı. Ha doğru dedi. Aklımda hiç kalmıyor böyle şeyler.
2 notes · View notes
emrergin · 7 years
Text
kötü şair
Sandığım kadar kolay değilmiş. Yani her seferinde böyle oluyor gerçi, sandığım kadar kolay olmuyor. En baştaki salaklığıma sonradan çok gülmüştüm. Neymiş, gelmiş geçmiş en iyi şair olacaktım. Hah. Ne demek en iyi şair bir kere. Nasıl ölçülüyor. Neyse hırsım arttıkça çevrem de arttı. Çevrem arttıkça bilgim de arttı. Öğrendim ki o iş öyle olmuyor. Yani iyi şair olmak bile epey zor, bir de bu işle çok zamandır uğraşanlar filan var. Sıkıntılı yani. Öyle ha diyince en iyi şair olmak pek mümkün gözükmüyor. Neyse. Hemen pes etmedim ama. Uğraştım. Tam iki yüz elli şiir yazdım. Bir bilene gittim, abi dedim acaba bu yazdıklarım şiir olmuş mu benim dedim. Şöyle bir çevirdi sayfaları, renkli çıktı almıştım, hoşuma giden mısraları lacivertle yazdırmıştım. Kırtasiyeciye epey para bayılmıştım yani. Baktı. Dudak büktü. Yok dedi. Sende o cevher yok. Abi dedim. Bu yazdıklarım şiir olmamış mı yani. Olmamış dedi. Ne ara okudun ulan hepsini dedim boğazına yapıştım. İri yarı da bir şeyim ha. Görseniz dersiniz ki, hah bu mu şair olacakmış. Ağzınızı burnunuzu kırarım sizin duyarsam eğer. Duymamış olayım yani. Neyse. Ne diyordum. Bu mırın kırın ediyor, tırstı tabi. Ama erkekliğe de leke sürdürmeyecek, geri almıyor sözünü. Benim bir yıl uğraşıp da yazdığım tane tane dizdiğim şiir dosyamı beş dakikada harcadı ulan. Ama hala haklılığını ispatlamaya çalışıyor, iyi şiir kendini kilometrelerce öteden belli edermiş, herkes de şair olacak diye bir şey yokmuş filan. Onu öyle nefesi kesilene kadar tuttum, ilk baştaki mırıldanmalara geri döndü yorulunca. Tiksintiyle baktım ona. Senin hiçbir şiirini okumadım. Dedim. Yumruk yemişe döndü. Gözleri kızardı. Kıyamadım. Oturttum yere. Bir daha görüşmedik. Sonra düşündüm iyi bir şair olmak bayağı zor. Ne yapabilirim o zaman. Kötü bir şair olabilirim. Ama milyon tane var onlardan da değil mi? Mesela az önce silkelediğim hırdavat. Hah. Bir de benim şiirimi beğenmiyor. Birden aklımda ışık yandı, siz tipimi filan görseniz dersiniz ki, hah, bu kafada yanacak ışıktan ne hayır gelir. Ağzınızı burnunuzu kırarım sizin.
4 notes · View notes
emrergin · 7 years
Text
a: i used a website to listen rain sounds when i am sleeping a: before i got married B: now your wife makes the rain sounds for you :P B: "fshshshfshshhshsh" a: yes B: I knew it a: she shapeshifts into a cloud B: ! EVEN BETTER B: I didn't know this was what marriage was like B: no one told me B: almost makes me want to get married :P a: but she could not rain if there is not enough humidity in the room a: so i make her cry
2 notes · View notes
emrergin · 7 years
Text
müvekkil-2
efendim bütün bu kazalar ve her şeyin yani olup da faturası çıkarılacak olursa kabul biz ödeyemeyiz, ama kim ödeyebilir. yani oturup hangi kazanın hangi cinayetin hangi yangının gerekli, hangisinin gereksiz olduğunu mu düşüneceğiz, bunun daha kolayı yok mu efendim. elimize bir bıçak alalım, ucu sivri bir kalem alalım, bir spatula alalım, az keskin bir bıçak alalım, varlığın ortasına derin çizgiler çekelim. varlığın şu yarısı gerekliyken, şu yarısı gereksizdir diyelim, çocukluğu övelim, yetişkinliğe bayılalım, ergenliği aşağlılayalım. yaz ve kış sevenler bu kenara geçsin, izninizle ilkbahar ve sonbahardan başkasına gerek olmadığını söyleyeceğim. yontma taş devrinden cilalı taş devrine değil de direk ortaçağa geçilse daha uygun olurdu diye ekleyeceğim. demem o ki, benim kilisem, benim camim, benim havram, diğer bütün başka tapınaklarım. iradesini temsil ettiği o üstirade, o tanrı, arapların allah dediği, bizim ise, doğan güneşin adıyla çağırdığımız. nasıl desem efendim, eğer benim arkamda bir irade varsa, ki ben var olduğunu düşünüyorum ki buradayım. ki sizler de var olduğunu düşünüyorsunuz ki beni çağırdınız. ben hayatımı anlamadığım bir özne yerine konuşmaya çalışmaktan kazanıyorum. onu size anlatmaya çalışıyorum, ama ben ondan çok size benziyorum, ve biliyorum ki, çok defa şahit oldum ki, yaratılış seçmeli bir şekilde beğenilip reddedilebilecek bir şey değil. yani. yani. demek istiyorum ki.
1 note · View note
emrergin · 7 years
Text
müvekkil-1
müvekkilim tanrı. adamın adı vangar. hızlı hızlı konuşuyor, günah işleyeceğinden korkarak. herhangi bir dine inanmasa dahi korkuyor. çünkü seçmesine lüzum yok. seçemeden de inanıyordu. inanamıyordu, çünkü seçemiyordu diyelim. şimdi ise seçmeden de, öylesi ya da böylesi olmadan da yaptığının yanlış olduğunu düşünüyor. tanrı adına konuşuyor, ama tanrı ne istiyor bilmiyor. adamın adı vangar. hızlı hızlı düşünür ve hızlı hızlı konuşur. ama ne konuşması işe yarar ne düşünmesi, düşünmeden konuşsa da olur, konuşmadan düşünse de.
2 notes · View notes