Tumgik
ezgivardar-blog · 5 years
Text
Elveda güzel kokulu kötü kimyasallar
Kendimi bildim bileli deterjandır, sabundur, yumuşatıcıdır koklamaya bayılırım. Çamaşırlar mis gibi kokmuyorsa yıkanmamış gibi gelir, yerleri silerken kokusunu duymuyorsam silemiyormuşum gibi gelir, ellerimi yıkarken, lavaboyu ovarken köpürmezse temizlenmiyormuş gibi gelir. Hatta en son hamileyken abartıp, 1 kap yüzey temizleyiciyi getirip önüme koyardım ve sürekli koklardım. Gerçekten temizlik malzemesi kokularını çok seviyorum. Ama tüm bu “koku” olaylarının fazla kimyasal içerikli olduğunu da biliyordum hep. Gel gelelim vazgeçemiyordum.
Ancak son birkaç yıldır, az da olsa çevreci olmak ve bize karşı hep cömert olan sevgili dünyamıza yardımcı olabilmek adına birşeyler yapmaya başlamıştım.
Öncelikle çöplerimizi ayırıyoruz. 
Yağlar: atık yağ olarak atılıyor
Piller: atık pil kutularına
Kağıt-karton-plastik: geri dönüşüm çöpü olarak ayrı bir çöpümüz var evde
Organik çöp: ayrı bir çöpe atıyoruz
Camlar: cam kumbaralarına atıyoruz
Tüm bunlar mesai gerektiriyor. Gerçekten kolay değil ama Japonya’nın “çöp” olayını nasıl önemsediğini gördükten sonra utandım ve çöplerimizi ayırdık. Keşke organikleri de hayvanlara vererek daha da az çöp çıkarsak ama her zaman olmuyor işte.
Bunun dışında, dışarıda elimi yıkadıktan sonra iyice sallayıp damlacıklardan kurtulup öyle siliyorum. Yoksa tek bir peçeteyle asla kurulanmıyor ve boşu boşuna 2 hatta 3 peçete harcıyoruz. İnanın işe yarıyor. Elleri 10a kadara sayarak sallayın, bu kadar.
Ve artık sıra kimyasallara el atmaya gelmişti... Ama işte vazgeçemiyordum.
Ben de yavaş yavaş geçiş yapmaya karar verdim. Öncelikle kokmasını beklemediğim alanlarda geçiş yaptım.
1.bulaşık mak. deterjanı: saçma sapan tabletlerden kullanıyorduk ezelden beri. artık limon tuzu kullanıyoruz. ve harika işe yarıyor. güzel bir şekilde sudan geçirmek lazım elbette. ve tabiki suyu az açarak:)
2.deodorant: evet kokmasını beklediğim bir şey değil. terleyince kötü kokmiim yeter. ve alüminyumsuz deterjanlar asla işe yaramıyor. hele de izmirde. bu sebeple deneme yapacağım. en azından kışın bunu kullanabilirim.
Tarif:
6 çay kaşığı mısır nişastası (nem emici)
2 çay kaşığı karbonat
10 damla çay ağacı yağı
4-6 çay kaşığı sıvı hindistan cevizi yağı
Henüz yapmadım çünkü malzemelerim tam değildi. Ancak bugün yarın yapıp deniyorum. Buraya edit olarak yazacağım.
3.yüzey temizleyici: bu aslında kokusuna bayıldığım birşey ancak denicem. çünkü yine kokulu olacağını düşünüyorum çünkü turunçgil aromalı olacak. 
Tarif:
Portakal kabuklarını 250ml sirkeye koy ve cam kapta 2 hafta beklet.
süz ve çıkan sıvıya 250ml su ekle.
Bunu acaba beyaz sabunu rendeleyip de yapabilir miyim diye düşünüyorum. Ama sonra bir de durulamam gerekir falan. bilemiyorum şuan. bunu denemek için de 20 ocak’ı bekliyorum. karşımımım o gün hazır olacak.
Tüm bunlardan sonra denemek istediğim de yumuşatıcı. ama deterjandan vazgeçemem sanırım. ya da sabun ya da şampuandan bilmiyorum...
0 notes
ezgivardar-blog · 6 years
Text
Vize almak artık saçmaysa.. Belgrad!
Euro çok pahalı olduğundan beri vize alamıyoruz. O yüzden radarda vizesiz yerler var. Biz de içlerinden Belgrad’ı seçtik.
Tumblr media
Belgrad’a indikten sonra kiraladığımız aracımızı alıp dooğru Novi Sad’a. Novi Sad, Belgrad’dan sonra 2.büyük şehir ve çok sevimli. Öncelikle evimizi buluyoruz. Aşırı eski bir asansörü olan bir apartman dairesi evimiz. Ikea’dan döşenmiş, 1 tane yatak odası var orda biz yatıcaz, salonumsu alandaki kanapede de annemler. 4 kişi için geceliği 26 euro olan evimiz booking’te Vertigo Apartment olarak bulunabilir.
Eve eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen şehir merkezine gidiyoruz. Ev merkeze çok yakın olduğu için yürüye yürüye merkeze varıyoruz. Minik bir sokaktan, daha geniş ve trafiğe kapalı çarşı caddesine ulaşıyoruz. Novi Sad’ın en merkezi yeri burası. Çok kalabalık. Hava harika. Her yer tatlı cafelerle dolu. 
Tumblr media
Köpükten devasa balonlar yapan adamın yanından geçerken İroş bakakalıyor.
Cafelerde herkes ama herkes birasını yudumluyor.
Çok fazla insan köpeğini gezdiriyor.
Ve biz çok mutluyuz.
Tumblr media
Yürüye yürüye Özgürlük Meydanı’na geliyoruz. Zaten Sırbistan’da bu özgürlük meydanlarından çokca var. Hava karardıkça daha da güzelleşiyor. Ve güneş battıktan sonra ortaya patlamış mısırcılar çıkıyor. sokaklar mis gibi mısır kokunca dayanamıyoruz. En sonunda beğendiğimiz bir restorana biz de oturup hem dinleniyoruz hem yemeğimizi yiyoruz. Yemekten sonra evimize dönüyoruz.
Tumblr media
Ertesi gün kahvaltımızı evimizde yapıyoruz. Dışardan meşhur balkan böreklerinden alıyoruz, annem omlet yapıyor. Kahvaltıdan sonra çıkıyoruz ve ilk olarak Petrovaradin Kalesi’ne çıkıyoruz. Kalede bir takım yol çalışmaları var. Napsak nerden çıksak diye bakınırken bir okul gezsine denk geliyoruz. Öğrencilerle beraber yürüyoruz ve en tepeye kadar çıkıyoruz. 
Manzara harika. Yukardan bakınca, aşağıdaki evlerin çatıları tam bir ortaçağ kentini anımsatıyor.
Tumblr media
Kalede bir de kocaman saat var, şehrin simgesi. Manzara gerçekten muhteşem. Orda baya bi vakit geçiriyoruz. Tabiki magnetlerimizi alıyoruz. 
Tumblr media
Kaleden sonra aşağı iniyoruz. Öncelikle arabayla biraz şehri turluyoruz. Sonra tekrar merkeze gidiyoruz. Merkezde çok fazla pasaj var. O pasajların hepsine girmeli ve sevimli barları görmeli. Her pasajın içinden bir süpriz çıkıyor.
Tüm sokaklara dalıyoruz. Her seferinde bizi şaşırtan şeyler çıkıyor. Aralarda kaybola kaybola geziyoruz.
Tumblr media
Tabiki pazarı buluyoruz ve keyifle geziyoruz. Görüp görüp beğendiğimiz kocaman pamuk şekerden de almadan geçmiyoruz.
Tumblr media
Artık şehirden ayrılma vakti. Yol üzerinde Karlofça’ya uğrayıp ordan Begrad’a geçeceğiz.
Arabada İroş kucağımda uyuyor ve herkes inip Karlofça’nın meşhur kilisesini gezerken ben arabada oturuyorum. Karlofça Anlaşmasının imzalandığı kilise ziyarete kapalı, orayı gezemiyoruz ama minik kasabada arabayla turluyoruz.
Belgrad’a vardığımızda öncelikle evimizi buluyoruz. Evimiz fazlasıyla merkezde ve otopark sorunu olan bir yer. İsmi Modern&Old Fashioned Apartment olan evimizde 4 kişi 3 gece 90 euro’ya kalıyoruz. Ev olduğu için fiyatlar çok uyguna geliyor. Bu evimiz çok büyük. Kocaman bir salonu, kocaman bir de yatak odası var. Sonra evin öbür tarafına geçiliyor orda minicik bir mutfak, minicik bir tuvalet ve bir yatak odası daha var. Bu evlerin eski musevi evleri olduğunu düşünüyoruz. Büyük kısım ev sahibine ait ve evin öbür tarafında hizmetçisi kalıyor.
Biz eve yerleşene kadar iyice akşam oluyor ve birkaç saatliğine de olsa dışarı çıkmak istiyoruz. Çok uzaklaşmamak için doğruca bohem bölge olarak anılan Skadarlija’ya gidiyoruz. Skadarlija araç trafiğine kapalı bir yokuş cadde. Kabarık kabarık taşla döşeli yolda saplı sollu geleneksel restoranlar var. Geleneksel yemekler yiyip, balkan şarkılarıyla coşuyorsunuz. En meşhurları Dva Jelena ve Tri Sesira. Ama mutlaka rezervasyon yaptırmak lazım yoksa oturmak mümkün değil.  Biz bu keyfi daha az yorgun olduğumuz bir güne bırakarak caddeyi boydan boya geçiyoruz. Taşların üstünde yürümek çok zor ama etraf o kadar hareketli. Etrafı izlerken zaman nasıl geçti anlaşılmıyor. Evde yemelik bişeyler alıp geri dönüyoruz. Çok yorgun ve açız ve yarına enerji toplamalıyız.
Sırbistan’daki 3. sabahımızda öncelikle Burakla Balkan Böreği avına çıkıyoruz. Meşhur fırınların birinden kahvaltılık bir sürü değişik şey alıp eve geliyoruz. Sürekli simit yemek isteyen annemi memnun edemesek de değişik tatlarla kahvaltımızı edip hemen kendimizi dışarı atıyoruz.
Tumblr media
Yürüyerek öncelikle Belgrad Design District’e varıyoruz. Binalar arasında minik bir pasaj olan bu bölgede bohem dükkanlar var. Biz sabah çok erken saatte geldiğimiz ve her yer kapalı olduğu için pek bişeye benzetemedik.
Tumblr media
Design District’ten çıkıp biraz daha yürüyünce hemen Ulusal Müze’ye varıyoruz. Gezemiyoruz çünkü tadilatta. Biz de önündeki, Türkler’i Belgrad’dan çıkaran ve eliyle İstanbul’u gösteren prens Knez Mihailova heykeliyle fotoğrafımızı çekip Knez Mihailova caddesine dalıyoruz.
Tumblr media
Bu cadde hemen hemen dünyanın her yerinde benzerleri olan, araç trafiğine kapalı, bizim tarif ederken “Kıbrıs Şehitleri” veya “İstiklal Caddesi” gibi ediğimiz caddeden. Sağlı sollu mağazalar ve cafe ve restoranlar. İroş caddeyi çok sevince, biz yürümekte zorlanıyoruz. Çünkü her ağaçta veya her bankta durup bi oyunlar yapıyor. Sonra bi de üstüne kakasını yapıyor ve pusetin içinde bez değiştirme operasyonuyla sonlanıyor Prens Michael’ın Caddesi bizim için :)
Tumblr media
Caddenin güzelliği sonunun Kale Megdan’a çıkması bence. Kale Megdan, eski kale kalıntılarının olduğu yemyeşil ve devasa bir park. Muhteşem nehir manzarasıyla, Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği noktayı izlemek çok keyifli. Girşteki İstanbul kapısı, kale içindeki savaş müzesi, Damat Ali Paşa türbesi, Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı çeşme ve zafer anıtı görülmeye değer.
Tumblr media Tumblr media
Kale Megdan’dan sonra tüm şehri gezdiren meşhur ... numaralı tramvaya binmeye karar veriyoruz. Ama bir sıkıntımız var. Bilet almamız lazım. Turist info’ya soruyoruz. Bize hemen yakındaki Student’s Park’ın yanındaki kiosklardan veya şoförden alabileceğimizi söylüyor. Ancak şoför tek seferlik verdiği için kiosktan almak daha mantıklı diyince doğru parka yürüyoruz. Parkta gördüğümüz her kioska bilet soruyoruz ama hepsinde cevap aynı: “Biz satmıyoruz, şoförden alabilirsiniz.” Bizi bu sıcakta bu kadar gereksiz yürüttüğü için turist infoya kızarak tramvay durağına geri geliyoruz. Neyse en azından Student’s Park’ı görmüş olduk diyerek sakinliyoruz ve tramvayımızı bekliyoruz. Tramvaya binince hemen şoförün yanına gidiyorum. bilet milet diyorum ama çılgın bir kadın olan şoförümüz boşver salla gibisinden hareketlerle beni geri gönderiyor. Ve sonuç olarak bizi zorla bedavaya tramvaya bindirmiş oluyor. Valla bence sorun yok! Tramvay tüm şehri gezdiriyor evet ama umduğumuz kadar keyifli bir yolculuk değil çünkü hava felaket sıcak ve çok trafik var. Yine de genel bir fikir ediniyoruz ve bindiğimiz durakta tramvaydan iniyoruz. Çok yorulmuş ve yemek yemek istediğimiz yeri bulamamanın verdiği bezmişlikle ilk gördüğümüz yerde yemeğimizi yiyip kalkıyoruz. İro biz yemek yerken uyuyakaldığı için biz onunla eve dönüyoruz. Ben evde ona yoğurt çorba yapıp yediricem, o sırada annemler de pazar gezicek. Belgrad’daki evimizdeki, oranın tencere ve ocağıyla yoğurt çorba yapıcak olmak da ilginç bişi. Ve akşam üzeri Zemun’a gitmek üzere tekrar evde buluşuyoruz.
Tumblr media
Zemun, merkeze yakın minik bir balıkçı kasabası. Zemun’da gün batımı yapmalısın denen bu küçük kasabanın çok hoş bir sahili var. Nehir kenarında tatlı tatlı cafeler, yürüyüş yapanlar, kano yapanlar... Tepesindeki Gardos Kula isimli masal kulesini göremesek de sahil kenarında yürüyüşümüzü yapıyor, o tatlı cafelerin birinde biramızı yudumluyor ve sokaklarda kayboluyoruz. Kaka operasyonu yaşamadan dönme sloganıyla halka açık alanda bez değiştirme işimizi de yapıp, güneşi batırıyoruz.
Tumblr media
Zemun’dan sonra planlarımız çok çılgın. Çünkü İroş’u akşam annemlerle evde bırakıp biz Burakla Skadarlija’daki güzel restoranların birinde Balkan gecesi yaşıcaz. Süslenip püslenip evden çıkarak el ele Skadarlija!ya yürüyoruz. Sokağı birkaç kez turlayıp, çok da popüler olmayan Zlatni Bokal’e oturuyoruz.
Tumblr media
Garsonumuz çok sevimli bir amca. Bizi gülümseyerek karşılıyor ve geleneksel et tabağını öneriyor, yanına bir de şarap. Mis!
Tumblr media
Bir süre sonra müzsiyenler çıkıyor meydana. Arka masaların birinin yanında çalmaya başlıyorlar. Masadakiler de onlara eşlik ediyor ve biz çok eğleniyoruz. Balkan gecemizi bitirip mutlu, huzurlu şekilde evimize dönüyoruz.
Belgrad’da uyandığımız 2.sabahta da kahvaltıdan sonra hemen evden çıkıp yürüyeyerek Parlamento Binası’na varıyoruz. Binanın bahçesinde insanlar köpeklerini gezdiriyor, yürüyüş yapıyor. Bizimkinin belli bir mesafe yakınına bile gidilmiyor diye hayıflana hayıflana yürüyoruz. Ve kırmızı kiliseye yani Aziz Mark Kilisesi’ne ulaşıyoruz.
Tumblr media
Bir Sırp Ortodoks kilisesi olan St. Mark’s aslında çok yeni bir kilise. 1940′ta açılmış ve ortası boş, oturma yerleri duvara dayalı kenarda olan kiliselerden.
Bu kilise, parlamento binası, kütüphane, postane gibi büyük binalar hep aynı alanda Taş Meydan yakınında. Taş Meydan da yine hemen yanındaki parkıyla şehrin merkezlerinden biri.
Tumblr media
Taş Meydan’dan sonra arabamıza binerek Ada Ciganlija’ya gidiyoruz. Burası nehrin ortasında kocaman bir ada. Aslında giriş ücretli ancak navigasyon bizi adanın arkasındaki, karaya bağlantısı olan ve yol çalışmalarının olduğu kimsenin kullanmadığı girişe götürüyor. Ordan resmen gizlice adaya giriş yapıyoruz. Yüzen evlerin yanından geçiyoruz ve ada merkezine arabamızı park ediyoruz.
Tumblr media
Hava mükemmel ve ada yemyeşil doğasıyla bizi çıldırtıyor. Arabadan iner inmez bizi bir “kaldıraç” karşılıyor. Kocaman bir arabayı kaldırabileceğiniz bir kaldıraç sistemi kurmuşlar. Gerçek ve canlı canlı bilim işte!
Biraz daha ilerleyince, ses aynaları, periskop, güneş saati, DNA modeli, müzikli tabureler gibi şeyleri de keşfediyoruz. Tüm bu fen örneklerini rahatça girip deneyimleyebileceğiniz muhteşem bir bilim parkı yapmışlar. O kadar hoşumuza gidiyor ki hepsinde tek tek zaman geçiriyoruz.
Tumblr media
Bilim parkından çıkıp adada biraz daha yürüyüş yapıyoruz. İroşla çimlerde koşturup, nehre girenleri izleyip güzel havanın tadını çıkarıyoruz. Sanırım Belgrad’da en sevdiğim yer burası oldu!
Tumblr media
Adaya girerken ödemediğimiz ücreti çıkarken mecburen ödüyoruz. Ve Aziz Sava Katedrali’ne gidiyoruz. Terazije Meydanı’ndaki bu kocaman bembeyaz katedralin içi hala yapım aşamasında çünkü sürekli yakılmış ve bombalanmış. Dışı tamamen bitmiş olmasına rağmen içi inşaat. O yüzden dış görünümünden etkilenip tanıyınca hayal kırıklığına uğradığınız biri gibi :)
Tumblr media
Sırp Krallığı’nın önemli yöneticilerinden olan Stefan Nemanja’nın son oğlu olan Aziz Sava’nın gerçek ismi Rastko. Tahtın varislerinden olan prensi ailesi evlendirmek istiyor ancak dünyevi işlerle işi olmayan Rastko kaçıp bir grup rahip ile kutsal Athos Dağı’na gidiyor. Orda “Sava” adını alarak keişiş oluyor ve Sırplara Ortodoksluğun ne olduğunu öğreten bir din adamı haline geliyor. Sırp-Ortodoks kilisesinin kurucusu olarak anılmakta.
Katedralin yapımına bağışlarla devam edildiği için de içi inşaat halinde. ama inşaat perdelerinin arasındaki okları takip edip bodrum kata inince bir süprizle karşılaşıyorsunuz. Tüm duvarlar ve tavanın muhteşem resimlerle dolu olduğu bu salonun ne olduğunu tam anlayamasak da büyülenmiş şekilde geziyoruz. Dışarı çıkınca çanlar da çalıyor ve daha da güzel oluyor.
Tumblr media
Herkesin Ayasofya’ya benzettiği, benim bir de önündeki havuzla birlikte Taj Mahal’e benzettiğim bu güzel katedralden çıkıp hemen yakınındaki Kafana Cubura restoran gidiyoruz. Kaymaklı cevapi, geleneksel pjelskavica yemeği ve sopska salatası yiyip, Jelen pivomuzu yudumluyoruz.
Tumblr media
Yemekten sonra uyuyup dinlenmeleri için, İroş ve annemi eve bırakıp, biz Nikola Tesla Müzesi’ne gidiyoruz. Krunska sokağı 51 numaradaki müzeyi kişibaşı 15 euroya ve yalnızca 16:00′dan sonra gezebiliyorsunuz. (16:00′ya kadar sırplara ait). Sıradışı bir elektrik mühendisi ve mucit olan Tesla’yı çok seviyorum ve saygı duyuyorum. Edison yüzünden uğradığı haksızlığı ve yapayalnız ölümünü hiç haketmediğini düşünerek merakla ve ilgiyle geziyorum müzeyi. Sonrasında ise Tesla’nın hayatını anlatan bir belgesel izliyoruz ve bazı deneyleri deneyimleme şansımız oluyor. 
Tumblr media
Son günümüzde çok vaktimiz olmadığından meşhur street artları görmek istedik. Skadarlija, Savamala Bölgesi ve Strahinjica Bana Caddesi murallar ve street artla dolu.
Tumblr media
Belgrad’ın duvar sanatı çok meşhur olduğu için özel turlar düzenleniyor. Duvar duvar, sokak sokak gezdirip grafitileri, muralları ve tüm duvar sanatını anlatıyorlar. Hipsterların doldurduğu eski sanayi bölgesinin şimdi nasıl “creative district” olduğunu görüp, lokal ötesi kahve içiyorsunuz falan. 2 saati 20 euro. Eğer gezinin üstüne sokak sanatçısıyla bir workshop da isterseniz 30 euro. Biz kendi turumuzu kendimiz yaptık.
Tumblr media
Sonrasında ise Nikola Tesla Havaalanı’na doğru giderken doyamadığımız şehirlerden olan Belgrad’a son bir kez daha bakıp “görüşürüz” diyoruz...
2 notes · View notes
ezgivardar-blog · 6 years
Text
Adana merkez patlıy....ajshdgfhdjskj
Okulum 20-27 kasım arası sonbahar tatiline girdi ve biz bu fırsatı gezmek için kullanmak istedik. Kasım’da heryer soğumuş olur, daha sıcak bi yere gidelim diyerek Adana’yı seçtik. Zaten gurme beyim ne zamandır bir yemek gezisi yapmak istiyordu. Biletlerimizi 2 yetişkin+1 bebek 300 küsur civarı birşeye aldık. Otel olarak Ibis’te kaldık ve kahvaltı hariç geceliği 130tl idi. Yani aslında gayet uygun fiyatlı bir gezi oldu diyebiliriz.
21 kasım salı sabahı 07:00′deki uçağımız için evden 05:00′te çıktık ve İro asla uyumaya devam etmedi. Bir cin gibi açtı gözlerini ve uyandı. Uçak yolculuğumuzu da sorunsuz atlattıktan sonra, valizimiz, pusetimiz ve İromuzla birlikte sabahın köründe bir dolmuşa atlayıp otelimize vardık. 
Adana’da yaptıklarımız da şöyle:
1. Eski Çarşı’nın içinden geçtikten sonra, sora sora mısır çarşısı ve  kasaplar çarşısını bul. Abla kokar burası siz arkadan dolaşın diyen esnafa, daha önce hiç kasap çarşısı görmediğini söyleyip çarşıyı boydan boya yürü. Asılı akciğerler, keller, paçalar içinde şaşırıp kal.
Tumblr media
2. Hemen kasaplar çarşısının yakınındaki Doktorum Şalgam’da ayaküstü bir şalgam suyu iç. (1,5 bardak 2 TL)
Tumblr media
3. Çarşının içinden devam ederek yukarıya doğru çık ve taştan bir cami olan Yağ Camii’ne ulaş.
4. Yağ Camii’nin hemen solunda uzanan, restore edilmiş eski çarşıyı ve en sonundaki Büyük Saati gör. Tespih satan, kolonya satan eski dükkanları gez ve esnafla sohbet et. Ne kadar sıcakkanlı olduklarına şaşır.
Tumblr media
5.Hemen Büyük Saat’in ordan, dükkanlardan içeriye dal ve Kazancılar Çarşısı’na gir. Esnafla sohbet et.
Tumblr media
6.Sokakların arasına dalarak Yeni Uğur helvacısını bul. Tahin ve binbir çeşit helvadan al. İkram çay, kahveden iç.
7.Çarşının içindeki aşırı derece esnaf lokantası olan Tarihi Büyük Saat Kebapçısına otur ve çeşit çeşit ikram olarak gelen salatadan ve muhteşem ciğerinden ye. Acayip az bir hesap ödeyerek kalk. (ciğer şiş, adana kebap, et kuşbaşı ve ayran 40 TL)
Tumblr media
8.Büyük Saat’in hemen solundaki parkın içinden geçerek Ziya Paşa Türbesini gör.
9.Türbenin karşısına denk gelen kapısından içeri girerek Ramazanoğlu Medresesinin ne kadar huzurulu olduğunu gör. Yemyeşil bahçesinde oturup biraz dinlen, belki bir çay iç.
Tumblr media
10. Medresenin yanındaki Ulu Camii’nin avlusuna gir. Güzel kapısının fotoğrafını çek.
Tumblr media
11.Cami’nin yanındaki geniş alandaki güvercinleri besle.
Tumblr media
12. Aşağı doğru devam ederek Seyhan Nehri’ne çık. Taş Köprü’yü de arkana alarak bir fotoğraf çekil. Taş Köprü’den karşıya geçmenin alemi yok. Ama geçen yıla kadar, dünyanın araç trafiğine açık en eski köprüsü ünvanını taşıyan köprüde yürümüş olmak için biraz gidip geri dön.
Tumblr media
13. Biraz yürüdükten sonra karşıya geçip Sinema Müzesine gir. Ücretsiz ve özenle hazırlanmış bu müze gerçekten güzel.
Tumblr media
14. Sinema müzesinden sonra hemen karşıdaki nehrin kenarına in ve nehir boyunca yürüyüş yap. Sağda güzel ve sakin Seyhan Nehri, solda kocaman merkez parkın yeşilliği, pembe köprülere gelene kadar yürü. Köprülerin birinden karşıya geç, karşıdaki parkın içinde dolaş, diğer köprüden geri gel.
Tumblr media
15. Atatürk parkına git. Çimlere otur, dinleni kitap oku, etrafı izle ve Avrupa’daki şehrin göbeğindeki parklara ne kadar benzeyen bir park olduğunu düşünüp, Adana’yı bir kez daha sev.
Tumblr media
16. Olabildiğine salaş restoranlarda yemek ye. Ne kadar salaş o kadar lezzetli felsefesiyle masayı donat. 
Eyvan Kebapta, ciğer şiş, adana kebap, et kuşbaşı ve ayran 65 TL,
Yeşilkapı, Adana+külbastı karışık 2 porsiyon ve ayran 60 TL,
Kaburgacı Yaşar, kaburga şiş, 1,5 kuzu şiş, ayran 65 TL
Tumblr media
17. Kazım Büfe’de muzlu süt iç. Sadece 1 tane iste. 1 kocaman bardak + küçük bardak birlikte geliyor zaten. (6 TL)
Tumblr media
18. Levent Börek’e mutlaka 1 kahvaltı ayır. Salaşlıktan ölen bu börekçide (bir dükkan bile değil!) bir tabureye oturup muhteşem börekten ye. Orjinali peynirli ama kıymalıyı da dene. (2,5 porsiyon 13,5 TL)
Tumblr media
19. İzol baklava&börek’ten de ye ve böreğe doyama. (2 porsiyon 18 TL, çay ve su ikram)
*Çok meşhur bir de Rıza Börek vardı ancak biz yetişemedik. Çünkü akşam 20:00′den sabah 06:00′ya kadar açıkmış!
Tumblr media
20. Tabiki son olarak bir de her gördüğün tatlıdan ye. Zaten her yer ama her yer tatlıcı dolu. Taş kadayıf denen içi kremalı lokmaya benzeyen tatlı nerdeyse her köşede satılıyor. Onun dışında da restoranlardaki tatlıları da mutlaka dene.
Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 6 years
Text
Yeşile doyup, betona küserken Slovenya günlükleri-4:Ljubljana
Bu tatile çıkarken daha çok doğa gezisi olacağı için Ljubljana’yı çok önemsememiştik. Gezilip görülecek yerler belliydi ve çok da derin çalışmamıştık.
Evet çok güzel bir şehir. Sevimli. Düzenli. Ama Slovenya gezisinin diğer kısımlarının gölgesinde kaldı.
Tumblr media
Ljubljana’da inanılmaz tatlı bir ev-otelde kaldık. Gogalova Apartments diye geçen bu ev için 4 kişi 390 tl ödedik. Ev sahibi çok tatlı bir kadındı. Bizimle evin yanındaki maarkette buluştu ve tatlı tatlı Ljubljana’yı anlattı.
Ljubljana’da bol bol köprüler var. Bunlardan biri Dragon Bridge. Solcava’da rastladığımız ejderhalar burda da karşımıza çıktı. Ülkenin ejderhalara ciddi bir sempatisi var. Tabiki bir Game of Thrones insanı olarak “mother of dragons” pozunu kaçırmadım.
Tumblr media
Bir diğer köprü hemen hemen her yerde gördüğümüz kilitlerin asıldığı köprü, burdaki ismi Butcher’s Bridge. Asma kilitler paslanıp köprüye zarar verdiği için toplatılmış ama tekraer asıyorlarmış. Bence çok tatlı.
Tumblr media
Şehrin ana merkezindeki meydan da adını ülkenin ünlü şairlerinden Franc Preseren’in adını verdiği Preseren meydanı. Ve bu meydan da meşhur Triple Bridge’e çıkıyor.
Tumblr media
Bunların dışında tabiki nehir kenarında sevimli cafeleri, müzeleri, kalesi ve kocaman parkları vardı Ljubljana’nın...
Tumblr media
Ama bu şehirde beni en çok etkileyen ve en çok hatırladığım bir yer var ki, orası Metelkova. 
Tumblr media
Bu aşırı garip yer, aslında 1900’lerde Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun ordusu tarafından bir kışla olarak yaptırılmış ve Yugoslavya ordusu da 1941 yılına kadar bu amaçla kullanmış. 2. Dünya Savaşı sırasında İtalyan faşistler ve Naziler burayı işgal etmiş. 1945’ten 1991’deki döneme kadar da Sosyalist Yugoslavya ordusunun elindeymiş. Slovenya, Yugoslavya’dan ayrıldıktan sonra da, 200 kişilik “Network of Metelkova” adlı bir topluluk bir araya gelmiş ve burayı kültürel bir merkeze dönüştürmek istemiş. Ama tabi burayı özerk bir bölgeye çevirmek istiyorlar. Danimarka’daki Christiana gibi...
Tumblr media
Şuan Metelkova’da hippiler denen kesim, sanatçılar, müzisyenler ve halkın isyankar kesiminden olup sisteme başkaldıranlar yaşıyor. Duvarlar dev graffitilerle kaplı ve değişik sanatsal çalışmalar yapmışlar. Ve tabiki bolca cannabis kokusu.
Tumblr media
Bana çok değişik ve güzel gelen bu bölgeye biz sabah gittiğimiz için çok sakindi. Geceleri coşuyorlarmış. Gecesini de görmek isterdim...
Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 6 years
Text
Yeşile doyup, betona küserken Slovenya günlükleri-3: Maribor
Şuan bu geziyi tekrar planlayacak olsam, iptal edeceğim şehir; Maribor.
Yalnızca üzüm bağlarını gezip, şarap tadımı yapar ve devam ederdim. O yüzden Maribor’u kısa keseceğim.
Yine fotoğraflarını görüp tutulduğum bir yer; kalpli yol.
Evet adı tam olarak bu heart shaped road diye geçiyor.
Tumblr media
Maribor şehir merkezinden çıkıyorsunuz. Bağlara doğru yol alıyorsunuz. İsterseniz yol üzerindeki bağlarda durup üzüm çalıyorsunuz. Tepelere, tepelere, en tepeleri çıkıyorsunuz. Ve en tepedeki şarap evine arabanızı park ediyorsunuz. 
Tumblr media
Çok sempatik ve de estetik bir şarap evi olan bu restoranımsı, kalp şeklinde yol manzarasıyla meşhur olmuş. Avusturya sınırındaki bu evde kendi şaraplarını yapıp satan bir aile yaşıyor. Evleri de gerçekten çok şirin.
Tumblr media
Bağların içinde oturup şarabınızı yudumlarken bu manzarayı izliyorsunuz. Müthiş bir keyif. Tabiki biz de hem şaraplardan satın aldık, hem de orda oturup kadehlerimizi manzaraya karşı tokuşturduk.
Tumblr media
Ordan ayrıldıktan sonra Maribor’un içini de gezdik tabiki. Ama romantik üzüm bağları ve şarap keyfinden sonra şehir bizi hiç açmadı.
Tumblr media
Maribor klasik bir Avrupa şehri. Güzel ve eski binaları, taşıt trafiğine kapalı bir çarşı caddesi ve sevimli cafeleriyle bağlarından başka bir ekstrası olmayan bir durak olarak kaldı bizim için.
Tumblr media Tumblr media
Bu arada Maribor’da yine bir evde kaldık. Kendi evlerinin üst katını pansiyon gibi işleten bir aile eviydi. Akşam yemeği ve kahvaltımızı kendimizi hazırladığımız evde 4 kişi için 256tl verdik. Apartment Zorec diye geçen bu evin sahipleri nerdeyse hiç İngilizce bilmiyordu ve anlaşmak biraz zor oldu ama temiz, rahat ve şirin bir yerdi.
Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 6 years
Text
Yeşile doyup, betona küserken Slovenya günlükleri-2: Solcava Panoramik Yol
Bohinj’deki otelimizden kahvaltı sonrası ayrıldık ve hemen yola koyulduk.
Gezideki en heyecanlandığımız, en merak ettiğimiz bölüm burasıydı. Solcava panoromik yol!
Otelden, panoromik yolun başlangıç noktasına uzaklık 1,5 saat görünüyordu. Ancak bizim gitmemiz 3 saati buldu. Çünkü yollar inanılmaz kötüydü. Kötüden kastım, bir arabanın bile zor geçeceği darlıkta, nerdeyse hiç kullanılmayan yollar olması. İro arabada inanılmaz huysuzlandı, uyuyamadı, çok ağladı ve biz de Solcava’ya varamadan ona çok yakın Luce kasabasında durmak zorunda kaldık.  İrem’i uyuttuk, yürüyüş yaptık ve öğle yemeğimizi yedik. 
Tumblr media
Uzun moladan sonra Solcava’ya vardık. Burdan başlayarak kocaman bir U yapıyorsunuz ve panoromik yolu gezmiş oluyorsunuz. Bu turda muhteşem manzaralar ve çeşitli çiftlikler var. Ve yol boyuncaki gözlem noktalarında (19 tane gözlem noktası var, bu gözlem noktalarının bazıları çiftlik, bazıları seyir terası, bazıları kilise falan) çoban Kristof ve ejderha Lintver’in hikayesi anlatılıyor. Bİr yol için bile bu kadar özenip, uğraşmaları çok hoşuma gitmişti.
Tumblr media
İşte bu ejderha size yol boyu eşlik ediyor. Bu turla ilgili tüm bilgileri ben kendi sitesinden edinmiştim. Gözlem noktaları ile ilgili çok ayrıntılı bilgiler ve hikaye orda mevcut. http://www.solcavska-panoramska-cesta.si/en/
Aslında turla ilgili ne yazmalıyım bilmiyorum çünkü azacak birşey yok. Gidilip görülmeli ve büyülenilmeli, o kadar...
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Turun en can alıcı noktalarından biri de Logarska Dolina vadisi. Panoramik yol üzerinde rastlayacağınız bu vadiye yaya giriş ücretsiz, araçla giriş 7 euro. Vadide ne var peki? Doğa, doğa, doğa! Yani gerçekten muhteşem doğa ve temiz havadan başka söyleyebileceğim birşey yok. Biz ordayken çok huzurlu ve mutluyduk. Gerçekten hiç bitmesini istemediğimiz bir tecrübeydi...
Tumblr media
Vadiden çıktıktan sonra otelimize gitmeye karar verdik. yine 1 gece kalacağımız otelimizin ismi Guesthouse and Museum First. Kahvaltı hariç 4 kişi 400tl ödediğimiz otel inanılmaz şirindi. Pencerelerinde çiçekler, önünde bir şelale, yanında birkaç tane daha inanılmaz şirinlikte ev veya oteller...
Tumblr media
Otele yerleştikten sonra Solcava’ya geri döndük. Oranın tek restoranından paket yemek yaptırdık (şinitzel, patates kızartma, pizza) ve odamızda yedik. Bol oksijen ve yorgunluğun etkisiyle de erkenden uyuduk.
Ertesi gün Solcava’dan ayrılmak istemesek de Maribor için yola çıkmamız gerekiyordu...
0 notes
ezgivardar-blog · 6 years
Text
Yeşile doyup, betona küserken Slovenya günlükleri-1: Skofja Loka, Bled, Bohinj
Slovenya’ya gitme mevzusu senelerdir devam eden ve benim “Slovenya’da ne var yeaa” diye tepki verdiğim bişidi. Ne zaman ki çok sevdiğim blogger @bavulumdakihikaye nin Slovenya fotoğraflarına rastladım, işte o zaman fikrim değişti! Biletler alındı, oteller ayarlandı ve gezi en ince detayına kadar planlandı.
28 ağustos pazartesi gecesi 21:00-22:00 civarı Ljubljana’ya varmış, arabamızı havaalanından almış, Skofja Loka’daki otelimize yerleşmiştik. Otelimizin adı Cvetje v Jeseni , 1 gece kalıyoruz ve 4 kişi 85 euro ödedik (kahvaltı yok). Fotoğraflarına bayılarak bulduğumuz otel Skofja Loka kasabasına arabayla 10 dakika mesafede, ev tipi yani mutfağı falan da olan, yanında yöresinde başka bir yerleşim yerinin bulunmadığı, dağlar arasında sakin ve dinginliğinin kitabının yazıldığı yerde...
Tumblr media
Akşam karanlıklar içinde ilerleyerek bulduğumuz ev-otelimizde sabah uyanınca karşılaştığımız manzara yine nefes kesici... Her yer yemyeşil, evimizin hemen arkasında uzanan dağlar, dağların tepesi sisli, çıt yok, hava tam kıvamında bir serinlikte, yapraklar yerlere düşmeye başlamış, uzakta keçilerin sesi, oksijen bolluğu... 
Tumblr media
Sabah ev-otelimizde, akşam yaptığımız alışverişte aldığımız yumurta, peynir, zeytin, ekmek, tereyağ ve balla mis gibi kahvaltımızı yaptıktan sonra hemen bir mini yürüyüşe çıkıyoruz. Otel muhtemelen orda çiftçilik yaparak yaşayan bir ailenin evinin bir kısmını otele çevirmesiyle oluşmuş. Meyve, sebze ekilen küçük bir tarlamsı alan ve sera, keçilerin otladığı, evden uzakta çitlerle çevrili bir yamaç (evden uzak oluşu muhteşem çünkü hiç koku gelmiyor bu sayede-bizde hep evin altı ahır olur), kış için hazır kesilmiş odunlar, kümes, bahçede sarmaşıklarla kaplı şarap içilen bir alan vardı. Ah böyle basit ve sakin bir hayatımız olsa diye hayaller kurarak sabah yürüyüşümüzü yaptıktan sonra otelden çıkış yaptık ve arabaya atlayıp Skofja Loka’ya gittik.
Tumblr media
Ortaçağda Loka bölgesi iki nehrin birleşim noktasında yayılmaya başlıyor ve bu da kasabaya adını veriyor. “Loka” nehir etrafındaki çamlık alan anlamına geliyormuş. Şehir 14.yy başında inşa edilmiş, surlar tarafından korunmuş. Kasaba surları boyunca 5 kapı varmış, onların hepsi gözetleme kulesi tarafından korunuyormuş. Kasabanın duvarlarının çoğu hala iyi korunmuş durumda. Saldırı, yangın, deprem gibi bir çok felaket olmuş kasabada. En büyük deprem 1511 yılında olmuş ve kasaba çok kötü hasar görmüş. Daha sonra Papaz Filip tarafından yeniden inşa edilmiş. Bu nedenle Slovenya’da en çok korunmuş Ortaçağ kasabası olarak tanıtılıyormuş. Eski şehir merkezi, üst kasaba meydanı olarak bilinen “Plac” ve alt kasaba meydanı olarak bilinen “Lontrg” adındaki meydanlardan oluşuyor. Arabamızı park ettikten sonra nehrin üzerindeki minnak heykelin bulunduğu Capuchin Köprüsü’nden karşı tarafa geçiyoruz. Sonra hemen arkasındaki köprüden geri dönüyoruz. Kasabanın içinde biraz dolanıp, görülecek yerleri görüyoruz. Capuchin Kilisesi, Homan Evi, Sprital Kilisesi ve Zigon Ev başlıca görülecek yerler. Homan Evi’nin yanındaki ağaçlar altındaki güzel cafede de oturmak istedik ama Vakit kaybetmemek adına Bled’e doğru yol almayı tercih ettik.
Tumblr media
Bled’e vardığımızda saat 11:00′di. Bled’in etrafı yaklaşık 5 km ve 2 saatte yürünüyor diye öğrenmiştik. Bu yüzden tam da İroş’un öğle uykusuna denk getirmeye çalıştığımız Bled’de İroş pusette uyurken biz de yürüyüş yapıcaktık. 
Tumblr media
Bled gerçekten çok turistik. Acayip bir insan kalabalığı var. Hava da güzel olunca insanlar çılgınca bu romantik göle akın etmiş. Efsaneye göre adada önceden tanrıça Ziva’nın tapınağı bulunuyormuş, ancak Paganizme inananlar ile Hıristiyanların savaşmaya başladığı dönemde tapınak ortadan kaybolmuş ve yerine Hıristiyanlar yeni bir kilise yapmışlar. 
Adaya “pletna” adı verilen, dolunca kalkan teknelerle (kişibaşı 14 euro) veya sandal kiralayarak (4 kişi 20 euro) ulaşabiliyorsunuz. Adanın üstündeki kiliseye çıkmak için 99 merdiveni çıkmak gerekiyor. Bu kilisede evlenecekseniz damadın, merdivenleri gelini taşıyarak çıkması gerekiyormuş! Cidden! 
Tumblr media
İroş uyurken yarım tur yürüdük ama sonra acıktık ve turu tamamlamak gözümüzde büyüyünce yemek yemeye karar verdik. Birkaç restoran okumuştuk ama hiçbirine oturmayıp tamamen orda güzel görünen ve sonradan bayıldığımız, yağ kullanmayan yani hiçbir şekilde “kızartma” yapmayıp herşeyi fırın veya ızgara olarak pişiren restoran Sova’ya oturduk. Çok şirin bir terası olan göl manzaralı restoranımızda makarna, risotto ve bir de tavuklu bir yemek söyleyip bir şişe de kırmızı şarap aldık. Türk olduğumuzu duyan garson çok şaşırdı ve hiç Türk turist gelmediğini söyledi. Hakkı da var, Türkler nedense Slovenya’ya pek gitmiyor.
Tumblr media
Bled’de daha doğrusu aslında tüm Slovenya’da onlara özgü pek bir yemek yok. İtalya ve Avusturya sebebiyle şinitzel ve pizzalarla dolu olan restoranlar açıkçası bizim işimize geldi. Bir de Bled’e özgü kremna rezina tatlısı var, cidden lezzetli, hr yerde var, marketlerde bile!
Yemekten sonraki planımız şöyleydi; Sandalla karşıya arabamızı park ettiğimiz tarafa gidicez, annem, ben, İro inicez, arabayı alıcaz, biz arabayı alırken babam ve Burak sandalla geri dönüp sandalı teslim edicek, o sırada biz arabayla gelip onları alıcaz ve Bled’den ayrılıcaz. Ancak planlar istediğimiz gibi gitmedi... Bizi indirdikten sonra arabanın anahtarını almadığımızı farkedince bağıra çağıra onları geri çağırdık. Kürek çekmeye aşina olmayan iki insana göre oldukça iyi bir performans gösterseler de yine de zordu. Sonra annemle (iro da yanımızda ve artık sıkılmış bunalmış durmaksızın ağlıyor) yolu bulamadık. İnanılmaz çok dolandık dolandık, kaybolduk, yürüdük, yokuşlar çıktık, o yokuşlarda puseti ve tüm eşyaları ittik, kan ter içinde kaldık ve çok zor da olsa arabayı aldık ve babamların yanına gidebildik. Ufak bir sinir harbinden sonra babamın göle girme arzusuyla biz de dinlenmiş olduk ve romantik Bled’i -kalesine çıkamadan- bıraktık ve akşamüzeri Bohinj’e geldik. 
Tumblr media
Bohinj, Bled’in aksine turistlerden arınmış, tamamen lokallerle dolu, daha huzurlu bir göl. arabamızı park ettik ve Burakla babam yine göle girdiler. Lokallerin etrafına yayılıp, güneşlenip yüzdüğü bu sakin göl Bled’e yaklaşık yarım saatlik mesafede. 
Tumblr media
Biraz dolandık, temiz havayı bol bol içimize çektik ve otelimizi bulmaya karar verdik. 2. geceyi Bohinj’de geçiricektik. 
Tumblr media
Bohinj’deki otelimizin adı Guesthouse Pr’Kosnik. Restoranı da çok güzel olan otelimize dışardan bir sürü insan yemek yemeye gelmişti. O yüzden biz de akşam yemeğimizi burda pizza, şinitzel yiyerek geçirdik. 1 gece, 4 kişi 1 odada, kahvaltı dahil 446 tl verdiğimiz otelimizin etrafı yine göz alabildiğine yemyeşildi.
Tumblr media
Yorgunluğun da etkisiyle akşam sızıp kaldık ve sabah kahvaltıdan sonra Solcava için yollara koyulduk...
0 notes
ezgivardar-blog · 7 years
Text
Biz yine Sakız’dayız.
ilk önce güney turu, sonra kuzey turu yaptığımız Sakız’a yine güney turu yapmak için geldik. Üstelik son geldiğimde hamileydim, şimdiyse İro tam 18 aylık!
Sakız’a gelirken hep Ertürk turizmin feribotlarıyla gelmiştik. İlkinde yavaş feribota binmiştik, rezillikti, oturacak yer yoktu ve klimasızdı. İkincisinde hızlı feribotla gelmiştik, çok konforlu ve çok hızlıydı ama birkaç euro daha pahalıydı. Şimdi ise tam 10 euro daha pahalı (yavaş feribot 25euro, hızlı feribot 35 euro). Ancak Turyol’un hızlı feribotu da yavaş feribotu da aynı fiyat (25 euro). O yüzden tabiki hemen turyol biletlerimizi aldık. Ancak tabiki turyolun hızlısı, ertürk kadar konforlu ve hızlı değil ama asla kötü de değil. Hatta bizden sadece 5 dakika önce ordaydı (ve o 5 dakikayla, pasaport kuyruğunda önümüze 1 feribot adam geçmiş oldu). (ama dönüşte de turyol erken kalkıyor, dönüşte de turyoldakiler ertürktekilerin önüne geçmiş oluyor).
Tumblr media
Her neyse… Pasaport sırasında, sıcak havada İro kucağımızda bize acıyan polisler bizi önden aldılar ve böylece fırt diye geçmiş olduk, sağolsunlar.
Arabamızı imperial car diye bir şirketten internetten kiralamıştık. Limana gelicez demişlerdi ama limanda kimse yok! Hafiften panik olsak da ordaki insanlara sorduk ve smart car a gitmemiz gerektiğini söylediler. Böylece arabamıza kavuşmuş olduk.
Rotamıza göre ilk durak Armolia’ydı. Seramikleriyle ünlü Armolia’da gerçekten de birkaç seramik dükkanı dışında hiçbirşey yok. Yine aynı köşebaşındaki dükkanda durduk ve annem içerde gezinirken biz de dışarda dükkanın köpeğiyle oynadık.
Tumblr media Tumblr media
Armolia’dan sonra ver elini Komi. Komi’nin uzun ve kum bir sahili olduğu için orda denize girmek, öğle yemeği yemek, İroş’u uyutmak ve İroş’un da denize girmesini sağlamak gibi planlarımız olsa da, Komi’nin boşluğu bizi caydırdı ve hemen yakındaki Emborios’a gittik. İroyu hemen uyuttuk ve denize atladık.
Tumblr media
Emborios harika bir koy. El değmemiş. Çünkü denizi girilecek gibi değil, kestaneler yüzünden! Ama bize çok büyüleyici geldi. Issız koyları severiz.
Tumblr media
Denizdeki bir amca, kestaneleri kaldırıp, bir denize girme yolu yaptığını bize işaretlerle çok güzel anlattı ve onun yolunu takip ederek, kazasız belasız denize girebildik. Su müthişti ve o sıcak havada çok iyi gelmişti. Gelip geçen birkaç kişi, hemen yanda Mavra Volia varken neden orda denize girdiğimizi anlamadı ve bizi hep mavra voliaya yönlendirdi ama biz bu koya vurulmuştuk bile!
Tumblr media
Denizden sonra birbirinden sevimli restoran arasından Porto Emborios Maria’s Garden’a oturmaya karar verdik. Çünkü en en en sevimli restoran oydu. Her zamanki gibi istediklerimizden ortaya söyledik. Greek salad, ev patatesi, sebze kızartma, barbun, kalamar ve fresh chios beer. 
Tumblr media Tumblr media
Yemekler ve özellikle kalamar enfesti! Daha önce yediğimiz yerlere göre biraz daha yüksek bir hesap geldi ama sanırım daha önce yediğimiz yerlerden daha çok şey ısmarlamıştık :)
Tumblr media
Yemekten sonra hemen yandaki arabayla 2 dakikalık mesafedeki meşhur Mavra Volia’ya geldik. Bu plaj simsiyah taşlarıyla beni gerçekten çok etkiliyor. Su da çok güzeldi. Biraz denize girdikten sonra, plajın yukarısındaki büfemsi cafede frappe içip keyif yaptık. Ama hava artık o kadar sıcaktı ki gölgede bile oturamadık ve klimalı arabaya kaçtık.
Tumblr media
Yola devam ederek, Pirgi’ye geldik. Siyah beyaz desenli ilginç evlerin olduğu bu köye bir kez daha bayıldık. Gerçekten çok huzurlu ve ilginç. İnsanları da çok sıcakkanlı.
Tumblr media Tumblr media
Meydandaki kocaman kahvede birer dondurma yedik ve havanın serinlemesiyle ara sokaklarda dolaşıp kaybolduk. Siyah giyinen dul kadınları, evlerin kopyalarının satıldığı dükkanları ve köyün sempatik köpeğini gördük. İroş gördüğü herkese gel gel dediği için biz de her köşede insanlarla selamlaşa selamlaşa arabamıza döndük.
Tumblr media
Son durak ise Mesta’ydı. Geçen sefer de son durağımız Mesta’ydı ama hava karardığı için Mesta’yı doğru düzgün görememiştik ve otel merkezde olduğu için merkeze dönmek zorunda kalmıştık. Bu sefer adaya daha çok hakim olduğumuz için aynı hatayı yapmadık ve hava kararmadan Mesta’ya yetiştik.
Tumblr media
Zamanında korsanlardan korunmak için böyle kale duvarları içine yaptıkları bu köyün, günümüzdeki turistlerin akın ettiği bir köy olacağını biliyorlar mıydı acaba.
Tumblr media
Aslında Mesta’da kalmak istiyorduk ancak otel kalmamıştı, bu sebeple otelimizi Mesta’nın yavrusu gibi duran Vessa köyünden almıştık. Mesta’daki yiyeceğimiz akşam yemeği için meydandaki Mesaonas’ı tercih ettik. Yine aynı şekilde ortaya söylediğimiz yemeklerden farklı olarak “greenballs” vardı sadece. Bloglarda mutlaka deneyin dedikleri green balls mücvere benzeyen ama içinde kabak yerine otlar olan bir çeşit kızartma. Belki daha az yağlı olabilirdi.. Mesta’ya doyup, yemeğimizi bi dolu kedi eşliğinde yedikten sonra artık otele gitme vakti gelmişi.
Tumblr media
Otelimizin bulunduğu Vessa köyü o kadar küçüktü ki, oteli tarif ederken “the only blue house” demişlerdi. Booking’ten ayarladığımız traditional hotel ianthe gerçekten çok sevimliydi. 4 kişi, 2 katlı bir stüdyo dairede kaldığımız, kahvaltı saatini sorduğumuzda “farketmez ne zaman isterseniz” diyen rahat insanlar tarafından işletilen, eski bir taş evin birkaç odasından oluşan, fiyatı çok uygun kahvaltı dahil 4 kişi 275 tl olan bir oteldi. Bir daha gitsem yine orda kalırım.
Tumblr media
Sabah otelin kahvaltısı ise yine süprizlerle doluydu. Kahvaltıyı mutfakta siz kendiniz hazırlıyorsunuz, yumurta, domates, peynir, çay ne isterseniz var. Ve sonra gelip onlar topluyor. Herşeyi kendi istediğimiz gibi hazırlayıp, yiyip, içtikten sonra hemen yola koyulduk.
Pazar günü programımız ise çok rahattı. Vessa’dan ayrılıp, Lithi’ye gitmek. Orda deniz, güneş, kum. Öğle yemeği ve ordan vakit kalırsa Anavatos’a uğramak, kalmazsa Sakız merkez’e dönüp feribota gitmek.
Lithi’ye geldiğimizde zaten saat 10:00 civarıydı. Hemen denize atladık. Serinlemek çok iyi geldi. Lithi’nin denizi de kum ve dümdüz. Tam çocuklara göre.
Tumblr media
Denizden çıkınca İro’nun uyku vakti geldiği için onu uyutup, biz birer bira kaptık. Yanında da tabiki ev patatesi :)
Tumblr media
Bu arada hava güzelleşmeye, rüzgar esmeye başladı. Keyfimiz daha da arttı. Cumartesinin yorgunluğunu Lithi’de çıkardıktan sonra artık merkeze dönme vakti gelmişti. 
Tumblr media
Sakız’a döndüğümüzde önce sahil kenarındaki restoranlardan biri olan Delfinia’da öğle yemeğimizi yedik.
Sonrasında feta peyniri almak için ara sokakların birindeki Türler’in meşhur ettiği peynirciye uğradık. Peynirci ana baba günü gibiydi. Rehberlerinin getirdiği türk grup çılgınca “şaraplı peynir” tadıyor, kızartılan peynirin hangisini olduğu sorup alışveriş yapıyordu. Ordan hızla uzaklaştık ve başka bir peynirciden (sonuçta hepsi aynı yerden geliyor) fetamızı aldık ve arabamızı teslim edip feribota bindik. Mastelo alsa mıydık düşünceleriyle ve yine Sakız’a doyamamış olma hissiyle feribotumuz tam vaktinde hareket ederken, artık klasikleşen, “bu kadar yakınımızda olmasına rağmen nasıl Yunanistan’ın bu adalar” muhabbetine dalmıştık bile…
Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 7 years
Text
Kozak köyleri ve dev brokolileri
İzmir’den çıktıktan sonra Bergama’ya doğru devam etmeyip, sola Ayvalık’a dönüyoruz. Birkaç km sonra üstünde bir sürü köyün yazılı olduğu bir tabela görüyoruz. Ve aradığımız köy işte orda.. Nebiler 5 km. Hemen giriyoruz ve bir süre sonra Aşıklar Şelalesi için sola dönmemiz gerektiğini gösteren yerden dönerek şelale girişine geliyoruz.
Giriş ücretli, yaya 2 tl, araba 10 tl. İçerdeki restoranda 30 tl harcarsan da giriş ücretini iade ediyorlar. Bence çok mantıklı çünkü restoran kahvaltı için muhteşem bir yer. Girişte bizi tatlı bir afiş karşılıyor. “Eşinizden sonra göreceğiniz en güzel şey!”
Tumblr media
Otoparka arabamızı parkedip, restoranın içinden geçerek ağaçların arasına dalıyoruz ve daracık merdivenden aşağı inmeye başlıyoruz. Su sesi geliyor ama görüntü yok. Çünkü ağaçlar heryeri kaplıyor, gökyüzü bile görünmüyor. Bir süre sonra ise pat diye karşına çıkıyor! O kadar güzel ki...
Tumblr media
Şelaleye uzaktan bakabilmek için bir köprü yapmışlar. Oraya gidip tam karşıdan şelaleyi izleyebilir, fotoğraf çekebilirsin. Bir de şelalenin önüne bu minik bankı koymuşlar üstünde poz verelim diye. Gördüğüm en fotojenik şelale! Tabiki herkes çıplak ayaklarla sıraya girmişti en güzel pozu yakalayabilmek için.
Tumblr media
Suya gir çık, gir çık.. Mis havayı içine çek.. Şelalenin yanındaki masalarda oturup doğayı ve suyun sesini dinle.. Bir de közde kahve yudumla..
Tumblr media
Bir dahaki sefere kahvaltı için gelmeyi planlayıp şelaleden ayrılıyoruz. Nebiler’den çıkıp Kozak’a doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Çukuralan, Kaplan, Aşağıbeyköy köylerini geçiyoruz. Acıktığımız için yemek yiyebileceğimiz yer araya araya Yukarıbeyköy’e geliyoruz. Burası daha merkezi ve en büyük köy. Ortasından geçen derenin yanında birkaç restoran ve çam balı, çam fıstığı ve fıstık helvası alınabilecek dükkanlar bile var. Hancı ve Çınar diye iki bilinen restoran var. Hancıyı beğenmiyoruz, Çınar ise kapalı. Halbuki çok güzel görünüyor ve aabalık yapıyordu. Biraz daha dolanıp Kozak Yaşam Vadisi’ne oturuyoruz. Muhteşem bir yer. 
Tumblr media Tumblr media
Bahçede tavşanlar, ördekler, kazlar geziyor. Kocaman bir alan, ahşap salıncaklar ve minik gölet var. Bir de minik ahşap bir kulübe.. Restoranın sahibi bazen orda kalıyormuş. 
Tumblr media
Mis gibi bir saç kavurma yiyip, yayık ayranı da hüplettikten sonra biraz bahçede İroşla oynuyoruz. Alan çok büyük ve çeşitli organizasyonlarda da kullanılıyormuş. 
Tumblr media
Ordan ayrılıp yola devam ederek dev brokolileri izliyoruz. Kozak Yaylası’nda 5 milyon civarında fıstık çamı var. Yılda 800 tondan fazla fıstık üreten bu bölge Bergama krallığından beri korunuyor. Bir ağaç dikildikten 10 yıl sonra kozalak vermeye başladığı için çok değerli.
Tumblr media
İlk yerleşim yeri Atçılar köyü.
Göbeller köyü ise kuş gözlemciliği ve yürüyüş parkurlarıyla biliniyor.
Aşağıbeyköy’de tarihi roma hamamı ve antik kent perperene var.
Demircidere köyünde Türkmenler yaşıyor, 3 etek giyen kadınlar gibi gelenekleri ve kültürleri incelemek keyifli.
Tumblr media Tumblr media
Bir de biraz ters kalsa da internette okuyup merak ettiğimiz taş ustası Mustafa Yılmaz’ın evini görmek için Çamavlu köyüne gidiyoruz. Evinin önüne dünya barışını anlatan bir sürü heykel yapan ustanın çalışmaları çok ilginç. Kendisiyle tanışamadık ama heykellerin hepsini zevkle inceledik. 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
İzmir’e bu kadar yakın bu kadar güzel bir yer olduğunu bilmek mutluluk verici. Biz de oksijene doymuş ve gece iyi uyuyacağımızı bilmenin huzuruyla eve doğru yola koyuluyoruz.
1 note · View note
ezgivardar-blog · 7 years
Text
Yeniden Floransa, Toskana
Floransa’ya bir 14 yaşımda, bir 21 yaşımda ve şimdi bir de 30 yaşımda gittim. Ve her birinde farklı bir şehre gitmişim gibi hissediyorum. İlkinde çok yağmur yağmıştı ve hiçbişi yapmamamış çok sıkılmıştım. İkincisinde şehrin tarihini, güzelliğini, ayrıntılarını hiç bilmeden saf saf gezerken ya bu şehir ne kadar sanatsal diye büyülenip, sadece festival gibi bir şeye denk geldiğim için çok sevmiştim. Üçüncüsü ise çok daha farklı, çok daha bilinçli ve keyifli bir geziydi. Tabi bunda Burak ve İroş’un varlıklarının payı büyük.
28 şubat 2017 günü sabah 07:00′deki uçağımız sebebiyle evden çook erken çıktık ve öncelikle İstanbula gidecek olan uçağımıza yetiştik. THY’nin meşhur rötarlarından korkarak ve İstanbul’da indikten sonra Bolonya uçağımıza yetişmek için koşarak ilerledik. Uçakta güzel bir uykudan sonra yerel saatle 10:25′te Bolonya’daydık. Internetten Sicili by car sitesinden 100 euroya kiraladığımız arabamıza da kavuştuk ve Floransa’ya doğru yola çıktık. Aslında internetten rezervasyon yaparken peugeot ayarlamıştık ancak ordayken şansımıza bir passat düştü.
Tumblr media
Bolonya-Floransa arası 120 km yani 1,5 saat sürüyor. Öğlene doğru muhteşem otelimiz B&B II Marzocco ya vardık. Otel oda&kahvaltı olmak üzere geceliği odabaşı fiyatı 62 euro’ydu. 1900lü yıllarda yapılmış eski bir saray olan otelimizin bence en ilginç yeri asansörüydü. Asansör 3 duvarı cam olan ve elini basılı tuttuğunda hareket eden bir mekanizmaya sahipti. Yüksek tavanlar, işlemeli mobilyalar, eski tablolarıyla otele bayıldım diyebilirim. Ve tabiki her köşenin resmini çektim.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Minik bir dinlenme molasından sonra hemen dışarı çıktık. Otel Santa Maria Novella’ya yani Floransa’nın meşhur garına çok yakındı. Şehrin içine doğru yürüdük ve karşımıza klasik Floransa mimarisiyle güzel Santa Maria Novella Katedrali çıktı.
Tumblr media Tumblr media
Daha da merkeze doğru yürüdük ve yavaş yavaş kapanmakta olan açık pazarın yanındaki Mercato Central’e girdik. Ayhan Sicimoğlu’nun da gezdiği bu kapalı alanın aşağı katı dükkanlar ve standlardan, üst katı ise restoranlardan oluşuyor. Ama saat sebebiyle alt kat kapalıydı ve üst kattaki restoranlarda yemek bitmiş gibiydi. Ama yine de düzgün bir saatte gelinebilir.
Tumblr media
Orda umduğumuzu bulamayıp, yürümeye devam ettik. Ve notlarımıza yazdığımız, çoğu blogda önerildiğini gördüğüm Trattoria Nerone’ye girdik. Hatta bizden 1 gün sonra Ayhan Sicimoğlu da burda yemek yedi. O kadar güzel bir restoran ki! İtalyalar, siestaları yüzünden bizden daha farklı saatlerde yemek yiyorlar yani oldukça geç saate kalıyor akşam yemekleri. Bu yüzden restoranda bizden başka 1 masa falan doluydu. Biz de farklı çeşitteki makarna ve pizzalardan söyledik ve kendi yaptıkları şaraptan içtik. Herşey o kadar güzeldi ki hiçbir yorgunluk kalmadı.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Yemek bittikten sonra yavaş yavaş otele dönüşe geçtik ama öncesinde minik bir cafede oturup espresso ve sıcak çikolata içtik. Ve ertesi güne enerji toplamak için uykuya geçtik.
Ertesi gün, yağmura göre plan yapmaya karar verdiğimiz için Cinque Terre’yi gezmeye karar verdik. Hava muhteşemdi ve kahvaltıdan sonra arabamıza atlayıp öncelikle Pisa’ya gittik. Çünkü yolumuzun üstünde ve Floransa’ya 1 saat uzaklıktaki(86km) Pisa’yı görmeden geçmek salaklık olucaktı. Pisa’da tabiki eğik kuleyi görüp önünde klasik pisatowerpose vermekten başka bişi yapmadık. Pisa kulesinin eğriliğinin tek sebebi temeldeki çürük zeminmiş ve içeriye parti parti insan alıyorlar, içerde maximum 30 kişi kalabiliyor. 294 basamakla çıkılıyor ve her 100 yılda bir 7 cm eğriliyor.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Pisa’dan çıktıktan sonra La Spezia’ya gittik.(Pisa-La Spezia arası 90km). Arabayı burda bir kapalı otoparka park ettik ve otoparkın hemen yanındaki gardan Cinque Terre biletlerimizi aldık. (Köyler arası arabayla geçiş yapamıyorsunuz bu yüzden arabanızı ilk köye park etmeniz lazım ama otopark ücreti La Spezia’da çok daha uygun olduğundan arabayı burda bırakıp trenle devam etmeye karar vermiştik.) Biletleri gardaki otomatlardan alabiliyorsunuz, oldukça pratik. Bir de cinque terre kart diye birşey var. Tren ücretleri, müzeler, ücretsiz wifi gibi şeyleri içinde barındıran. Ancak biz bütün köyleri 1 günde gezemeyeceğimizi bildiğimizden bu karttan almadık.
UNESCO dünya kültür mirası listesinde olan Cinque Terre, 5 toprak anlamına geliyor. Güneyden kuzeye köyler sırasıyla; Riomaggiore, Manarola(en fotojenik), Corniglia(en tepede), Vernazza(eğlence odaklı), Monte Rosso(en büyük) olarak gezilebilir. 
Tumblr media
La Spezia’dan kalkan tren yaklaşık 10 dakika sonra ilk köyümüz Riomaggiore’deydi. İstasyondan çıkınca karşıda kocaman bir grafitti sizi karşılıyor ve dünyanın en tatlı tüneli olabilecek tünelden geçerek köye giriş yapıyorsunuz. Tünel mozaikler, deniz kabukları ve resimlerle kaplı. Tünelden çıkınca sola döndüğünüzde köye girmiş oluyorsunuz tam karşıdaki merdivenlerle aşağı inerseniz minnak marinasına gidiyorsunuz. 
Tumblr media
Henüz sezon açılmadığı için gereksiz turist kalabalığı yoktu ama çoğu restoran ve dükkan da kapalıydı. Ama köy yine de çok ama çok şirindi. Bir take away cenneti olan Riomaggiore’de külahta balık, kalamar, patates yiyebilirsiniz. Külahlar 5 euro civarında. Ayrıca meşhur ekmekleri foccacia çeşitleri de mevcut.
Tumblr media Tumblr media
Köyün içinde biraz dolandıktan sonra merdivenlerle marinaya indik. Marina dediysem minicik bir alandan tekneleri denize indiriyorlar. Ama tabi deniz manzaralı tatlı restoranlar da burdaydı ve henüz açılmamıştı, yaza hazırlık yapıyorlardı. 
Tumblr media
Denize ulaştığınızda soldan bir patikayla yukarı çıkıp köye uzaktan bakabilirsiniz. Bir de Riomaggiore-Manarola arası bir yürüyüş yolu var, “aşk yolu” yani “Via dell’amour” dedikleri. Ancak heyelan tehlikesinden ötürü bayadır kapalı. Ama diğer köylerde başka parkurlar mevcut. İşte o rengarenk fotoğraflar ordan çekiliyor. Riomaggiore’de yapılacaklar bittikten sonra tünelle geri dönüp tekrar trene atladık ve 2 dakika sonra Manarola’daydık. Köylerin en fotojeniği.
Tumblr media
Manarola’ya da yine bir tünelle giriliyor. Ve denize doğru yürüdükten sonra sağa ayrılan patikadan devam ederseniz, köye uzaktan bakabilir ve muhteşem pozlar yakalayabilirsiniz. Zaten herkes o patikanın çeşitli yerlerinde durup fotoğraflar çekiliyordu. Köyün uzaktan görüntüsü gerçekten büyüleyici ve insana enerji veriyor.
Tumblr media
Sokaklara araba park eder gibi tekne park ettikleri, cinque terre yerel şarabından, limoncello nun kuzey versiyonu limnocinodan, meşhur ekmek focacciodan veya yine buranın meşhur makarna sosu pestodan alabileceğiniz minnak dükkanları olan çok şirin bir köydü Manarola. Yemek için herkesin önerdiği Trattoria dal Billy’de yemek yenebilirdi ama biz yemek işini Rİomaggiore’de halletmiştik. Artık Floransa’ya dönme vakti gelmişti ve tüm köyleri gezemediğimiz için üzülmüştük, ama her zamanki gibi, bunu tekrar gelme bahanesi olarak düşünüp ayrıldık.
Tumblr media
Ertesi gün artık Floransa’yı gezme vakti gelmişti. Ferah kahvaltı salonumuzda güzel kahvaltımızı ettikten sonra kendimizi dışarı attık ve ilk olarak Medici Şapeli ve ailenin ikametgahı olan San Lorenzo Bazilikası’nı gördük. Ordan devam ettiğimizde ise meşhur Santa Maria del Fiore karşımıza çıktı. Bu kadar zarif ve aynı zamanda büyük bir kilise olabilir mi.. Önünde “cennet kapısı”yla vaftizhanesi ve çan kulesiyle bir bütün olarak bizi karşılıyordu. İçine ücretsiz olarak girilebilen kilise, çiçeklerin Meryem’i anlamına geliyor ve dünyanın 3. büyük katedrali. Dış yüzü 150 yılda tamamlanmış ancak iç yüzü bir o kadar sade. Medici ailesinin, mimar Arnolfo di Cambio’ya yaptırdığı katedralin içi, tüm katedrallerden farklı olması için özellikle sade yaptırılmış. 
Tumblr media
Meşhur kubbesi ise Brunelleschi tarafından yapılmış. Kubbenin hikayesi şöyle; çapı yaklaşık 55m olan bir kubbe yapmaya kimse cesaret edemediğinden bir yarışma yapıldı. Yarışmaya ünlü mimarların yanı sıra Brunelleschi de katılmıştı ancak tanınmıyordu ve inatçı mizacından dolayı nasıl yapacağını açıklamıyordu. En sonunda yarışmayı o kazandı ve o güne kadar görülmemiş bir iskele kurarak 114m yükseklikte 55m çapındaki bu görkemli kubbeyi ustalıkla tamamladı.
Tumblr media
Lorenzo Ghiberti tarafından yapılan vaftizhanenin meşhur “cennet kapısı” (porte del paradiso) na ise ismini Michelangelo vermiş. Orjinali müzede ve bizim gördüğümüz sadece bir replika. Her panelin ayrı birşeyi anlattığı kapının kenarındaki heykellerden biri Ghiberti’nin yüzü.
Tumblr media
Sanatla yüklendikten sonra minik bir kahve ve dinlenme molası verdik ve Senyörler Meydanı’na (Piazza della signoria) doğru devam ettik. Bu meydan heryerde yazdığı gibi bir “açıkhava müzesi!” 
Tumblr media
-Benvenuto Cellini tarafından yapılan Medusa’nın kesik başını tutan Perseus heykeli
Tumblr media
-Ammanati tarafından yapılan Neptün havuzu (ki Michelangelo bu havuzu gördükten sonra Ammanati’ye “güzelim mermeri yazık ettin” demiştir)
-Sabin kadınları kaçıran romalılar heykeli
-Herkül heykeli
Tumblr media
ve tabiki meşhur Davud heykeli hep bu meydanda. 
Davud heykelini görünce, Freud Stendhal Sendromuna (aşırı miktarda sanata maruz kalmak) yakalanıp bayıldıysa biraz heykelden bahsetmek lazım.
Davud heykeli Michelangelo tarafından 29 yaşındayken yapılıyor (1504). Michelangelo, Medicilerin bahçesine bir baraka inşa edip 4 yıl boyunca orda kalıp geceli gündüzlü çalışarak, yardımsız bitiriyor heykeli. Heykelin orjinali daha önce bu meydandaydı ancak bir saldırı olup ayak parmağı zedelenince Akademi Galerisi müzesine alınıyor. Davud’un Kudüs’ü fethinin 3000.yılında bir replikası Kudüs şehrine armağan ediliyor ancak pornografik bulunduğu için geri gönderiliyor. Saçmalık! Replikaları hem Floransa’da hem başka şehirlerde de bulunan bu heykel gerçekten ama gerçekten bir sanar harikası.
Tumblr media
Meydandan devam ettiğinizde karşınıza zaten Ponte Vecchio çıkıyor. 2. dünya savaşında Almanlar’ın bombalamadığı tek köprü olan Ponte Vecchio’da eskiden tavuk satıcıları, manavlar varmış ancak bu köprüden geçerek yazlık saraylarına giden Medici ailesi köprünün pisliğinden ve burdaki satıcıların Arno Nehri’ni kirletmesinden rahatsız olduğu için satıcıları başka bir alana taşıyarak, burayı kuyumcu dükkanlarıyla doldurmuş. Böyle güzel ve tarihi bir köprüde kuyumcuların olması bana çok saçma gelse de Medicileri seviyoruz. Gitmeden önce aile hakkında bilgi edinmiştik. Ve en çok hoşuma giden şeylerden biri ailenin son kalan üyesi (bir kadın ve çocuğu olmadığı için ondan sonra gelen Medici yok) ölmeden önce devlette anlaşma yapıyor. Öldüğünde herşeyin, tüm heykel, resim ve sanat eserlerini devlete bağışlıyor halkın da görmesi ve bilmesi için. Ancak anlaşmada tek bir madde var. Hiç bir sanat eseri Floransa ili sınırlarından dışarı çıkarılamaz........
Tumblr media Tumblr media
Acıktığımız için artık öğle yemeği vakti gelmişti ve hemen oralarda güzel bir restorana oturup yine makarna, pizza ve fiorentine steak ten oluşan yemeğimizi yiyip bira ve şarap keyfi yaptık.
Tumblr media
Bu arada köprüye gelmeden önce yeni pazarın orda meşhur domuz heykeli var. Bu heykelin burnunu okşadığınızda sihir sizin işliyor ve Floransa’ya bir daha geliyorsunuz. Önceki gelişimide okşamıştım ve tekrar geldiğime göre bu batıl inanca inanmak için gerekli kanıtım vardı. Dolayısıyla hepimiz bir daha okşadık.
Tumblr media
Ponte Vecchio’dan karşıya geçtiğinizde biraz yürüyünce karşısınıza klasik Floransa kahverengilerinde Palazzo Pitti çıkıyor.
Tumblr media
Palazzo Pitti’den ara sokaklara girdik ve kaybolmaya çalıştık. Süprizlerle karşılaşmak açısından kaybolmak her zaman daha keyifli. Ama bizim karşımıza notlarımıza aldığımız ne meşhur ve eski dondurmacılarından Gelateria della Passera çıktı. Daracık bir sokağın köşesinde minicik bir dükkan ve önünde minicik bir meydan ve banklar var. Ve tabiki dükkan sahibine sorarak dondurmalarımızı ona seçtirdik.  Ben maracuja&yoghurt, Burak pistacchio&hazelnut aldı. 
Tumblr media
Biraz ters tarafta kaldığı için gidemediğimiz Santa Croce bazilikasından başka heryeri gezmiştik. Ancak o gün sabah farkettiğimiz üzere uçak biletlerimizi bir sonraki tarihe almışız! Normalde çarşamba günü dönmemiz gerekiyordu ancak biletler perşembe dönüş olarak alınmış. İlk önce başımızdan aşağı kaynar sular dökülse de, fazladan 1 gün daha İtalya’da kalmanın çok da üzülünecek birşey olmadığını farkettik. Yalnızca arabayı 3 günlük kiralamış olmak ve otele 3 günlük rezervasyon yaptırmış olmak gibi sıkıntılarımız vardı. O yüzden öncelikle araba kira günümüzü 1 gün daha uzattık ve uçak Bolonya’dan kalkacağı için ordan da 1 gecelik yer rezervasyonumuzu yaptık ve rahatladık.
Ertesi gün sabah kahvaltıdan sonra gidemediğimiz Michelangelo Tepesi’ne çıktık. Tüm turların da ilk durağı olan bu tepeden güzel Floransa’ya son bir kez daha baktık ve iç geçirdik. Sarı-kahvelerle dolu Floransa gerçekten bize doya doya sanatı yaşatmıştı. Meydanda hediyelik eşyalar ve yine kocaman bir Davud heykeli de var.
Tumblr media
Meydandan ayrılarak arabamıza bindik ve Bolonya’ya doğru yola çıktık.
Bolonya’yı hiç çalışmamıştık ve otel biraz şehir dışında yani havaalanına yakındı ve saat oldukça geç olmuştu bu sebeple çok gezemesek de bir alışveriş merkezi bulup orda dolandık. Maisons du Monde’da kendimi kaybettiğimi söyleyebilirim.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Ertesi sabah arabamızı teslim ettikten sonra uçağımıza bindik ve öğleden sonra İzmir’deydik.
Medici Ailesiyle ilgili kısa bilgiler:
İsimlerinin kökeni ilaç ticareti yapmalarından geliyor. Medico.
Ticaret ve bankacılıkla zenginleşiyorlar.
En önemli özellikleri sanata verdikleri önem. Accademia, Uffizi gibi binlerce sanat eserinin bulunduğu müzeler aslında Mediciler’in koleksiyonu. İtalyan sanatını parayla besleyerek Michelangelo, Da Vinci gibi sanatçılara eserler yaptırıyorlar. Rönesansı şaha kaldırdırıyorlar.
Rönesans altın çağındayken, başlarında Lorenzo var. Yani Muhteşem Lorenzo. O sırada Osmanlı’nın başında olan Fatih’in İtalya’yı fethetmek istediğini biliyor ve  bir yüzünde Fatih, bir yüzünde Lorenzo’nun olduğu altın madalyonlar yaptırıyor. İtalya fethedilseydi Floransa valiliği Medicilerin olacaktı.
İlk Medici baba Giovanni, bankayı kuran.
Ölünce oğlu Cosimo geliyor ve siyasete atılıyor. Senyörler meydanında at üzerinde heykeli de var.
Daha sonra Lorenzo geliyor. Sanata çok düşkün. Tüm sanatçıları buraya getiriyor. Sanatçılar kumarla, kadınlarla para yediğinde dahi ses çıkarmıyor. İstediğini yap, bizde para var, yeter ki sanatı yaşat diyor. Sanat okulunu kuruyor. Kilise sorun çıkarıyor ve onu da parayla susturuyor.
En büyük düşmanı Rahip Girolamo. Lorenzo öldüğünde bir sürü resim ve heykeli yakıyor.
Aileden 3 papa, 2 kraliçe çıkmıştır.
Son üye 1743′te ölen Anna Maria Luisa de Medici.
0 notes
ezgivardar-blog · 7 years
Text
7 gece, 4 ülke, 1200 km’de 5. durak: Münih
Üstünden tam 6 ay geçtikten sonra yazmaya devam etmem hiç hoş olmasa da, bu güzel gezinin son durağı Münih’ten de bahsetmem gerekiyor. Gezinin en az değerli olan durağı olmasından kaynaklı, bu kadar geç yazdığımı düşünüyorum.
Aşırı tatlış otel sahiplerimizle vedalaşıp, park cezamızı Sparkasse’ye ödedikten sonra -evet park cezası yemişiz nehrin kenarına park ettiğimiz yerde- Salzburg’dan çıktık ve 2 saatte Münih’e vardık. Ve ilk iş Englischer Garten’e gittik.
Tumblr media
Park şehrin göbeğinde ama şehirden çoook uzaktaymışsınız hissi veren devasa bir yeşil alan. Her zamanki gibi. Avrupa’daki nerdeyse tüm şehirlerdeki bu kocaman parkları gördükten sonra minik sinir krizleri geçirmemek elde değil. Şimdi hangisine sinir olayım? Ülkemizde böyle parklar olmamasına mı, olsaydı bile gidemicek olmamıza mı... Neden gidemeyiz, çünkü gündüzleri mangalcılar akşamları esrarkeşler basar. Neyse.
Parkta biraz yürüdükten sonra sörfçülerin olduğu yere gittik. Şimdi bu olayı anlatmam gerekiyor detaylı. Parkın içinden geçen suyun (nehir diyemiyorum yani nehrin bir kolu) bir kısmında, kot farkı oluşmuş ve su acayip büyük dalgalar yaparak akıyor. Ve insanlar bu büyük dalgaları sörf alanı olarak kullanıyor. 
Tumblr media
Sırayla suya atlıyorlar ve sörf tahtalarından düşene kadar mis gibi sörflerini yapıyorlar. Esas çılgın kısmı ise sonrası. Bence. Tahtadan düştüklerinde akıntıya kapılıyorlar. Akıntıyla birlikte sürükleniyorlar ve sen ilk izlediğinde aman allahım sörfçü akıntıya kapıldı boğulup gidicek modunda heyecanlanıyorsun. Ama onlar bi şekilde suyun akıntısının hafiflediği yerde kenara çıkıp, yukarı tırmanıp, pıtı pıtı geri gelip sıraya giriyorlar. Buz gibi havada, buz gibi suya girip çıkmaları zaten yeterince şaşılacak bişeydi. Ve biz büyülenmiş gibi dakikalarca bu olayı izledik.
Tumblr media
Ordan ayrılıp Marienplatz’a geldik. Marienplatz’a gelmeden önceki alanda kocaman bir pazar kuruluydu, standlara tek tek bakarak meydana geldik. Oldukça kalabalık ve meydanda kocaman belediye binası (Rathaus) tüm heybetiyle duruyor. Ve evet belediye binası haşmetli, görkemli ama bence sıfır estetik, çok kaba, fazla büyük bir bina. Üzgünüm Almanya’yı sevemiyorum. Deniyorum, olmuyor :)
Tumblr media
Yavaştan acıktığımız içim meydandaki kocaman avm’nin en üst katına çıkıp, 100gr’ı 1,98 euro olan açık büfe restoranda yemek yedik. Ve orda İroş, Arap turistlerin çok ilgisini çekti nedense ve turistler onla konuşmaya çalışıp, fotoğraflarını çektiler.
Ordan, Hitler’in meşhur konuşmasını yaptığı Hofbrauhaus’a gittik. Gerçekten çok ama çok ilginç bir yer. Restoran değil, birahane değil, cafe hiç değil. Devasa bir alan düşünün yani restoran gibi ama devasa. Ve içerde büyük piknik masaları gibi masalar var, hepsi en az 20 kişilik upuzun. Ve herkes masalarda iç içe oturup XXXXL bardaklarda bira içip, sohbet ediyor. İçerde Bavyera kıyafetli kızlar bretzel satıyor kollarında sepetlerde. İçerisi o kadar kalabalık ki, oturucak yer bulmak imkansız. Ama çok hareketli, eğlenceli, aktif bir yer. Arada amcalar çıkıp müzik de çalıyor. Çok hoşuma giden bir yerdi gerçekten.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Münih’te zamanımız kısıtlı olduğundan günü burda noktaladık ve otelimize döndük ancak otele dönerken şöyle bir iğrençlik yaparak döner aldık. Evet Münih’te turkish kebab yedik ama pişman değiliz :)
Ayrıca bahsetmek istediğim bir konu da arabamızı teslim etmemiz.
Arabamızı yine Münih’ten Enterprise’tan kiralamıştık. Bırakırken de havaalanında rental car return tabelasını takip ederek kiralık araç otoparkına gittik. Orda arabalarını bırakacak olan herkes, hangi firmadan kiraladığı fark etmeksizin sıraya giriyor. Ve sırası gelenin arabası kontrol edilip teslim alınıyor. Tüm firmalar kendileri tek tek teslim almak yerine, bambaşka bir şirketle anlaşmış ve o şirketin adamları ilgileniyor bu işle. Herkes aynı yere teslim ediyor. Yani sırf kiralık araç teslimi için ayrı bir şirket olması ve inanılmaz koordine ve sistemli şekilde bu işi yürütmeleri bana ilginç geldiği için yazmak istedim.
Uçakta İroş’un da uyumasıyla çok rahat geçen yolculuğumuzun sonuna evimize vardık ve bir sonraki gezinin planlarını hemen yapmaya başladık :)
Tumblr media
1 note · View note
ezgivardar-blog · 7 years
Text
7 gece, 4 ülke, 1200 km’de 4. durak: Salzburg
Normal şartlarda Innbruck’ten geliyorsanız, önce Salzburg sonra Hallstatt yapmak daha mantıklı olsa da, Salzburg’da konaklamak istediğimiz otel dolu olunca, iki şehrin yerini değiştirdik. Evet sadece bir otel için bu saçmalığa kalkıştık. Ama oteli görseydiniz anlardınız... Otel dediysem, bir ailenin yıllardır kullandığı eski, otantik evi... (Gastehaus Steinerhof)
Tumblr media
Otele vardığımızda, yol yorgunluğundan mı, soğuk Salzburg havasından mı bilmem önce birer bardak sıcacık kurbis çorbası içtik. Çorbayı Hallstatt’tan aldığımızı ve sonra hiçbir yerde bulamadığımızı söylemiştim...
Isınıp, dinlendikten sonra arabamıza binip önce bir şehir turu yaptık. Çünkü zaten otopark ararken şehri gezmek zorunda kaldık. Ve şehre Mirabel bahçelerinden başlamaya karar verdik. Mirabel sarayı ve bahçesini, Prens Arşidük Wolf Dietrich metresi için yaptırmış ama yeğeni onu öldürüp başa geçince metresi ordan atmış ve ismini italyanca “güzel” anlamına gelen Mirabell koymuş. Aynı zamanda bu sarayda Hitler’in karısının kızkardeşinin de düğünü olmuş. Bence son derece dedikodusal bir saray. 
Tumblr media
Şehir, Salzach Nehri ile  ikiye bölünmüş durumda ve mirabelden karşıya geçmek için biz kilitli köprüyü (Liebesbrücke) kullandık. Çoğu Avrpa şehrinde olduğu gibi üzerinde adınızın yazılı olduğu kilidi sevdiceğinizle birlikte köprüye kilitleyip anahtarı nehre atıyorsunuz ve aşkınız ölümsüz oluyor! Siz öyle sanın... Kilitler bir süre sonra paslandığı ve köprünün tarihi yapısına zarar verdiği için belediye bir süre sonra kilitleri toplayıp atıyor aslında. Hatta bazı avrupa şehirlerinde kilit takmak yasaklandı ve para cezası bile var! Belediyeler romantizme karşı!
Tumblr media
Daha sonra Marktplatz’dan Getreidegasse’ye yürüdük. Bu cadde trafiğe kapalı alışveriş caddesi ama bence aynısı nerdeyse tüm şehirlerde olan ve bizim “işte istiklal gibi” diyerek anlattığımız o caddelerden çok farklı. Çünkü tüm mağazalar ve restoranlar tabelalarını ferforje yapmış. Bence hepsinin birden bu kurala uymuş olması takdire şayan. Benim çok hoşuma gitti. Hepsinin tabelasını inceledim, kimisi çok dandik, kimisi ise sanat eseri yapmış. Ben en çok McDonalds ve Zara’nınkileri beğendim.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Burda hatıralık olarak mozart çikolatası alabilirsiniz. Mozart çikolatası tüm dükkanlarda aynı fiyat ancak marketlerde çok daha ucuz. Özellikle Billa’dan almanızı tavsiye ederim, ciddi fiyat farkı var. Ferforjeli caddeden düüümdüz gidince Mozartplatz’a çıkılıyor. Zaten şehirde her yer Mozart diyebilirim.
Tumblr media
Mozartplatz’dan sonra Dom’un içini gezdik ve ordan da Kapitalplatz’a geçtik. Şehir çok küçük ve bütün meydanlar iç içe geçmiş gibi. Salzburg’tayken hava çok soğuduğu için gezerken biraz zorlandık. Hep içeri girilecek yerler aradık ve uzun yürüyüşler yapamadık, meydanlarda oturup birer sıcak şarap içemedik. Meydanı gördük, gezilecekler listemize tik attık ve devam ettik. Kapitalplatz’daki bu figür mozart çikolatasının bir heykeli.
Tumblr media
Acıktığımız, üşüdüğümüz ve yorulduğumuz için biz annemle bir cafeye sığındık. Babamla, Burak ise teleferikle yukarı çıktılar. Daha sonra hep beraber geldiğimiz yoldan geri döndük ve Getreidegasse üzerindeki Steinbrau restoranda yemek yedik. Restoran çok çok hoştu. Caddeden bir sokağa sapıyorsunuz, avlu gibi bir yere açılıyor ve orda saklanmış gibi, garsonların geleneksel kıyafet giydiği bir otantik restoran. Tabiki şinitzel, ve yine oraya özgü olarak duyduğumuz, “boiled beef” ve “deep fried chicken” aldık. Hepsi enfesti ve fiyat çok iyiydi.
Tumblr media Tumblr media
Getreidegasse’nin üzerinde mozartın doğduğu evin önünde de bir fotoğraf çekildik. Sarı bir ev ve önündeki turist kalabalığı görünce anlarsınız zaten. Biz içeri girmeyi tercih etmedik.
Tumblr media
Salzburg’ta eski ve çok güzel cafeler var ancak biz sadece birini deneyimleyebildik. Yine ferfojeli cadde üzerinde Mozart Cafe. Orda tabiki meşhur kahve melange’dan içip, Salzburg’un geleneksel tatlısını Nockerl’dan yemeniz lazım. Hazırlanması 30 dakika sürdüğü için erken söylemeniz gerekn bu tatlı, içi frambuazlı, kendisi yumurta, şeker, un ve vanilyayla yapılıp fırınlanan, 3 tepecik gibi görünen bir tatlı. O 3 tepe de Salzburg’u çevreleyen 2 dağı simgeliyormuş. Ancak hava iyi olsaydı, Cafe bazar ve Cafe tomaselli’ye gitmeyi çok isterdim...
Tumblr media
Ayrıca mozart cafede kahve içtikten sonra bardağınızı 5 euro karşılığnda hatıra olarak satın alabilirsiniz. Elbette size temiz bir bardak getiriyorlar.
Tumblr media Tumblr media
Hava yavaştan kararırken nehir kenarında biraz yürüyüş yaptık ve ordan otelimize döndük. 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Her karesi ayrı güzel olan bu eski evde sabah kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı salonunda bizden başka kimse yoktu ve doya doya kahvaltı edip, evin keyfini çıkardık. Herşey aşırı derece özenli ve süslüydü.
Tumblr media
Ayrılırken, tatlı mı tatlı otelin sahibi Norbert ve kızı Isabel’le resim çekildik ve son durak Münih’e doğru yola çıktık...
Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 8 years
Text
Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan
Klasik bir Sabahattin Ali anlatımı. O yazdıkça ve siz okudukça kitaptaki karakterleri, hayatınız boyunca tanıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Birer roman kahramanı değil, gerçekte yaşamış insanlar olduğunu düşünüyorsunuz.
Ben Sabahattin Ali’nin gerçekten de normal olmayan biri olduğunu düşünüyorum. Tüm karakterleri, çevreyi, konuşmaları, anları, dakikaları bu kadar ayrıntılı yazmak ve böylesine akan bir dille yazmak hiç olağan değil. Çok seviyorum. Şu ana kadar üç kitabını okudum ama hepsi birbirinden çok farklı, çok aynı ve çok güzeldi. Bu kitapta da yine beni benden alan bir bölümü aynen aktarmak istiyorum…
“İsteyip, istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum:Buna içimdeki şeytan diyordum…Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımın uydurması… İçimizdeki şeytan, pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu…İçimizde şeytan yok…İçimizde aciz var…Tembellik var…İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey var:hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyadı var.”
Tumblr media
Kitapta, sorumluluklarından kaçan, felsefi bir takım düşünceler ve tavırlarla konuşan, düşünen ama tüm hayatı aslında bir boşlukla ve tembellikle geçen Ömer, Macide’ye aşık oluyor. Ve artık hayatta bir gayesi olduğunu düşünüyor. Babası ölüp de İstanbul’a bir teyzesinin yanına taşınan saf ve masum Macide ise bir konservatuar öğrencisi, henüz 18’inde bile değil. Teyzesinin gururunu kırıcı sözleriyle zor günler yaşarken Ömer’in aşkına ve dürüstlüğüne kapılıp, yanına taşınıyor, evleniyorlar fakat zaman içerisinde ona olan sevgisi, Ömer’in sorumsuz, çocukça davranışları, çevresi ve dalgalı ruh hali sebebiyle azalıyor ve ondan koptuğunu hissediyor. Macide’nin sevgisinin azaldığını anladığı an ise Ömer buna dayanamayacağı için Macide’den kaçıyor ve onu öğrenciyken Macide’nin hocası olan ve aslında kimseye ve kendilerine de itiraf edemedikleri, karşılıklı romantik hislere sahip oldukları müzik hocasına emanet ediyor.
Ve şimdi farkediyorum ki böyle yazınca nasıl da basit bir aşk hikayesine dönüştü. Oysa ki kitap, herşey olabilir ama basit bir aşk hikayesi asla!
0 notes
ezgivardar-blog · 8 years
Text
7 gece, 4 ülke, 1200km’de 3.durak: Hallstatt
Geziden döneli 1 ay oldu ve hala tüm şehirleri bitiremedim.
3.durağımız Hallstat ve ondan sonra 2 durak daha var.
En son Innsbruck’ten kahvaltı edip, bize baya bi uzun gelen yoldan sonra Hallstatt’a varıyoruz. Yol gerçekten çok virajlı ve uzundu. Zaten yine bir klasik olarak başka bir yola girip, sonra geri döndük. Ama bu sefer bizim suçumuz değildi. Birbirinden güzel köylerden geçerek Hallstatt’a vardığımızda önce otele gittik. Otel Hallstatt’ta değil, Bad Goisern denen Hallstatt’a 15 dakika uzaklıkta bir yerdeydi. Otele check-in yapar yapmaz çıktık ve vakit kaybetmeden gezimizin göz bebeğine doğru yola çıktık. Hallstatt’a varınca arabayı tabiki otoparka bıraktık. Minicik bir köy olmasına rağmen, nerdeyse köy kadar büyük 2 otoparkı var Hallstatt’ın. Ve inince hemen farkediyorsunuz ki tüm köy Asyalı turist dolu. Yani hatta ben hiç yerli görmedim diyebilirim. Ve bir dükkan sahibi ve bir döner büfesindeki Türkleri de sayarsak Hallstattlı’dan başka her millet var sanki.
Tumblr media
Bu küçük masalsı köyle ilgili aslında anlatılacak pek birşey yok. Her köşesine baktığınızda, sizi dünyadan kopup götüren, fazlasıyla romantik, gerçeklikten uzak, huzur dolu bu köy...hallstatter gölü kıyısında, 1000 kişi nüfuslu, dünyanın en eski tuz madenine sahip ve Unesco dünya mirası listesinde.
Gölün kenarında kordonboyu gibi olan souvenircilerle dolu yolu yürüyüp geçince, Marktplatz’a ulaşıyorsunuz. Minnacık ve bol çiçekli br meydan.
Tumblr media
Meydandan devam edince zaten köy bitiyor. Bloglarda okuduğum kadarıyla kilisenin hemen yanındaki büfede döner vardı ve biz de her turist gibi onu yedik. Ancak akşam otele dönerken o büfeden ızgara tavuk aldık ki bence cidden çok çok iyiydi. Bilseydim kesinlikle öğlen de onu yerdim. Büfedeki adam Türk’tü ve biraz konuştuğumuzda ona bloglarda hep büfeden bahsedildiğini, meşhur olduklarını söyledim. Hoşuna gitti aslında ama büfenin onun olmadığını, sadece bir çalışan olduğunu söyleyip birden acıtasyona bağladı.
Bu arada biz meydandayken yağmur başladı ve büfenin şemsiyesinin altına sığındık ama kısa sürede durdu ve biz yürümeye devam ettik.
Klasik Hallstatt pozunu verdik ve hayran hayran sokaklarda dolaştık.
Tumblr media
Köyü bir baştan bir başa 15 dakikada falan yürüyebilirsiniz ama tabiki yetmez. Çünkü o kadar özel bir yer ki. Çinliler çok beğendikleri için ülkelerine çakma Hallstatt köyü yapmışlar hatta. Adamlar çakma ikea yapmışlardı, köyü mü yapamayacaklar!
Burdaki en önemli şeylerden biri de Tuz Madeni. Normal şartlarda asla gezilmeyecek bir yer olan maden burda çok turistik. Fakat heyecanla gittiğimizde turların 15:00′te bittiğini öğrenip kahrolduk. Ertesi sabah gelelim diye düşünsek de tur 2 saat süreceği için vakit kaybedeceğimizden dolayı vazgeçtik. İroşsuz olsak mutlaka ertesi sabah yapardık ama İroşla pek mümkün olmayacaktı... 
Ama en azından fünikülerle yukarı çıkıp manzaranın keyfini çıkaralım dedik ve ertesi sabah erkenden tepeye çıktık. Hintliler film çekiyorlardı, çok eğlenceliydi. 
Tumblr media
Yukarda manzara inanılmaz. Gemi burnu şeklinde bir seyir terası yapmışlar ve orda hafif tırsıyorsun işte. Bu arada hava çok ama çok soğuktu yani kışı düşünemiyorum.
Tumblr media
Akşam, güzel otelimiz Pension Leprich’e döndük. Büfeden aldığımız tavuk, marketten aldığımız kurbis çorbası ve Hallstatt birası Hallstatt bier ile annemlerin 31. evlilik yıldönümlerini kutladık. Tam Hallstatt romantikliğine yakışır bir kutlamaydı. Bu arada dipnot, daha sonra her yerde o mükemmel kurbis çorbayı arasak da bulamadık...
Bir de yine tüm bloglarda bahsedilen Kemik Evi var. Burası mezarlık için küçücük köyde yer bulamadıklarından, kemiklerin güneşte kurutulup, üzerine şekiller çizilerek sergilendiği bir evmiş ve şuan da müze olarak gezilebiliyor. Ürkütücü ama ilginç.
Tumblr media
Hallstatt’a yağmur ve geç varmamız sebebiyle doyamadım açıkçası. Tuz madenini göremediğimiz için de çok üzüldüm. Ama bunlar üzüntü değil bir daha gelme bahaneleri diyor ve kendimi avutuyorum...
Tumblr media Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 8 years
Text
Minik hafta sonu gezileri: Bergama
İzmir gibi muhteşem bir şehirde yaşıyoruz, çevreyi tanıyalım gezileri yapmayalım da ne yapalım diyerek Bergama’ya gitmeye karar vermiştik.
Güneşli bir ekim pazarı, Foça’ya gelmeden Sakıpağa Sütevinde kahvaltı ettikten sonra Bergama’ya vardık.
Bergama, İzmir’in büyük ve zengin ilçelerinden biri. Antik çağdaki ismi Pergamon ve kesin olmamakla birlikte anlamı yüksek kent anlamına geliyor. İlk parşömen burada keşfedilmiş.
Tumblr media
Hiçbir yere girmeden, okları takip ederseniz karşınıza zaten Kızıl Avlu çıkıyor. Yapımında kızıl toprak kullanıldığı için ismi bu şekilde olan bazilika M.S 2.yy.da mısır tanrılarından etkilenerek inşa edilmiş. Ve hatta hristiyanlığın yayılması için yapılan 7 kiliseden biri. İçeri girdiğimizde bizi aslan başlı Sekhmet tanrıçası heykeli karşıladı ve şok olduk. Neden? Heykel bembeyaz, tertemiz, yepyeni mermerden yapılmıştı. Olamaz dedik, yani böyle kötü bir şekilde restorasyon yapamazlar, burası Unesco dünya miraslarından biri... Bilgi tablosunu okuduğumuzda yazan, heykelin yalnızca belden altının eski olduğu, baş ve ayakların yeniden, eskiye uygun yapıldığı yazıyordu. (Aşağıdaki resimde belden altının daha kirli bi beyaz olduğun da görülüyor). Evet, heykelin orjinali de o şekilde beyaz mermermiş ama yine de restorasyon değil de baştan yapılmış gibi duran görüntü çok sinir bozucuydu. Avluda restorasyon çalışmaları da sürüyordu zaten sadece bahçesi gezilebiliyordu. Ancak çok bakımsızdı. Bu bakımsız, özensiz görüntü bizi çok üzdü.
Tumblr media
Ordan sonra Akropolis’e çıktık. Biz arabayla çıktık ancak teleferikle de çıkılabilir. Parası Bergamaspora gönderilen otopark ücretimizi sinir ola ola ödedikten sonra içeriye girdik.
Burda alakasız birşey söylemek istiyorum. İki farklı görevliye, içerde pusetle rahat gezebilir miyiz, yollar düzgün mü diye sormamıza ve ikisinin de tabi tabi yürüme parkuru var çok rahat gezersiniz demesine rağmen, gezemedik. Neden? Çünkü yollar berbat. Asla pusetle gezilecek yollar değil. Evet yürüyüş parkuru var ancak aralarda parkur birden bitiyor ve engebeli bir arazi ve kocaman taşlarda puseti taşımak gerekiyordu. Adamların kulağını çınlata çınlata bi yere kadar puseti sırtımıza taşıdık ve Burak sonra girişe bıraktı geldi. Yani yollar ne engelliler ne de pusetliler için ASLA uygun değil.
Akropolis’e dönersek...tabiki büyüleyici. Kalıntıların arasında yürürken tarihte bir gezintiye çıkmış gibi hissediyor insan. Ancak yine üzülerek söylemeliyim ki bir bakımsızlık ve özensizlik burda da vardı…
Tumblr media
Sırasıyla; Zeus Tapınağı, Tiyatro, Athena Tapınağı, Kütüphaneler, Traianus Tapınağını gezebilirsiniz. Sizi yönlendiren herhangi bir tabela yok. Yani elbette tabela koymuşlar ancak tüm Akropolis’i en güzel şekilde gezebilmek için bir yönlendirme yok. Bu yüzden ben kendimce bir gezi parkuru yaptım bu şekilde. Girişte bir maket var, hem girerken hem çıkarken maketi incelemek, antik kenti tam olarak anlamak için iyi bir yol.
Burada, tabiki, en özel ve bilinen olay, Zeus Tapınağı (The Great Altar) ‘nın Berlin’e kaçırılması... Bu yüzden bu konuya değinmek istiyorum. Aşağıdaki resim, bugün yerinde yeller esen tapınağın ahşap maketinin fotoğrafı. Onun altında da Berlin’de sergilenmekte olan restore edilmiş orjinal halini görebilirsiniz.
Tumblr media Tumblr media
1865 yılında Almanya, arkeoloji uzmanlarını çeşitli ülkelere yollayıp, araştırmalar (arkeoloji soygunu da diyebiliriz) yapmalarını istiyor. Carl Human isminde bir Alman mühendis hayatı boyunca kitaplardan, efsanelerden okuyarak Zeus Tapınağı tutkunu olmuş ve birkaç deneme yanılmadan sonra, Bergama’da işçilerin kireç ocaklarında yaktığını görüp(!), şüphelenerek kazıya başlıyor. Ve sonunda tapınağın merdivenini bulduğunda, tapınağı bulduğundan emin olarak, çıkan parçaları deve ve katırlarla Çandarlı körfezine taşıyıp, burdan Alman savaş gemilerine yükleyerek Almanya’ya götürüyor (basbaya kaçırıyor). Bunu fark eden Bergama halkı isyan ediyor, engellemeye çalışıyor ancak haber hükümete gittiğinde, sevgili Osmanlı bunu anında bir fırsata çeviriyor ve Almanya’ya borçlarının silinmesi karşılığında, kalıntıların götürülmesine ve de kazıya devam edilmesine izin veriyor. Nasıl da ticaret kafası be! Ne kadar da hoş! Biz ordayken bir turist kafilesi, vay efendim nasıl çalarlar, vatan hainleri, alçaklar nidaları eşliğinde kahrolup, nasıl geri alabiliriz, o tapınak bizimdi gibi bana çok garip gelen tepkiler veriyorlardı.
Resimde gördüğünüz gibi, biz henüz tapınağın maketine bile doğru dürüst bakamıyorken (maketin solu parçalanmış), orjinalini ne hale sokardık kim bilir. İyi ki de elimizden almışlar, iyi ki de kaçırmışlar ve değerine uygun bir şekilde bakımını yapıp, bu harikayı herkesin görebilmesi için Pergamon müzesinde sergiliyorlar! Bi kere zaten kimse birşey çalmamış ki, adamlar parasıyla alıp götürmüşler, biz hala nasıl oluyor da vay efendim nasıl çaldılar diye kızabiliyoruz? Orda bir emek var, bir özen var. Biz ne hakla böyle bir emekle kazılıp çıkarılan tapınakta hakkımız olduğunu iddia edebiliyoruz? Gerçekten anlamak mümkün değil. Şahsen ben tapınağın Berlin’de olmasına kızmak bir yana, memnun oldum.. maketin bile halini gördükten sonra.
Tapınaktan sonra ilerleyince dünyanın en dik tiyatrosu ünvanına sahip tiyatroya geliyoruz. Gerçekten o kadar dik ki aşağı bakarken başım dönüyor ama yukardan Bergama manzarası muhteşem…
Tumblr media
Keşke daha bakımlı olsaydı, keşke kültür miraslarımıza daha iyi sahip çıkabilsek düşünceleriyle hafif hüzünlü bir şekilde Akropolis’ten ayrıldık.
İyice acıkmıştık ve bloglarda gördüğüm Altın Kepçe restoranı düğün sebebiyle kapalıydı :) Biz de Bergama Sofrası’na oturduk. Ortaya bir çığırtma (Bergama’nın geleneksel yemeği, kıymasız karnıyarık gibi düşünülebilir ama efsane bir lezzet) ve herkese birer bergama köfte söyledik. Yemekler çok lezzetliydi, özellikle çığırtmayı ben çok beğendim. Bergama’dan dönerken ayrıca, ramazan helvasından ve bergama tulumundan almak lazım. Helva, Suriye’nin zülbiye tatlısından esinlenerek yapılmış...
Tumblr media
Yemekten sonra tarihi bergama evleri oklarını takip ettik. Odunpazarı evleri gibi restore edilmiş güzellikler görme umuduyla ara sokaklarda dolandık durduk. Ancak burda da bir hüsranla karşılaşarak, hiçbir düzenleme yapılmadığı halde neden kahverengi tabelayla bize “tarihi evler” görme umudu vermişler anlamadık.
Tumblr media
Annem birkaç antikacıya girip çıktı ve artık geceden gelen uykusuzlukla, gezmenin yorgunluğu birleşince eve doğru yola çıkmaya karar verdik. Asklepion ve Kozak Yaylası’nı başka bir zamana bırakmaya karar verdik.
Bergama elbette çok güzel, bu kadar yakınımızda, tarih açısından böylesine önemli bir yer olması muhteşem ama gerçekten çok çok çok daha farklı olabilirdi. Bir kültür gezisi yapmak için çok ideal bir yer olmasına rağmen, bakımsızlıkla karşılaştıkça bozulan moralleri sadece çığırtma yemeği bir nebze düzeltebildi.
Yıllar sonra İroş büyüyünce bir daha gelip, çok daha farklı bir Bergama ve Akropolis görme umuduyla...
0 notes
ezgivardar-blog · 8 years
Text
The invention of lying/ Yalanın icadı
Tamamen ismi ilgimi çekerek izlemeye başladığım bu filmin ilk 1 saati çok çok başarılı. Konu ve kurgu harika, oyuncular zaten on numero. Kısacık da olsa bir sürü ünlü oynamış. Merakla nereye bağlanacağını beklerken birdenbire saçmalıyor ve başına yakışmayan bi şekilde amatörleşiyor. İnsanların yalan söyleyemediği, yalan diye bir olgunun olmadığı, herkesin her zaman doğruyu söylediği bir dünyada, işini kaybedip evinden atılmak üzere olan bir adam birdenbire bir yalan söyler. Ne yaptığını kendi de anlayamaz ve olmayan şeyleri de söyleyebildiğini farkedince ölmek üzere olan annesini sırf mutlu etmek adına ölünce herşeyin harika olduğunu, sevdiklerine kavuşacağını ve herkese bir malikane verildiğini söyler. Bu duyulmaya başlayınca adam bir nevi peygamber olur ve "göklerdeki adam"ın kendisine bunları anlattığını söyler, çok zengin ve ünlü olur. Tanrı ve dinlere de atıfta bulunan film çok iyi giderken sonuna doğru tam bir aşk filmine dönüşür ve adamın sevdiği kızı elde etmesiyle biter. Yazan, yöneten ve oynayan Ricky Gervais'i çok severim. Bu kadar ilginç konulu bir filmin de ondan gelmesine hiç şaşırmadım. Keşke sonunu da güzel bağlasaymış diyor ve dünyada yalanın da olması gerektiğini düşünüyorum.
Tumblr media
0 notes
ezgivardar-blog · 8 years
Text
Fes Spa Hamam İzmir
Doğum günü hediyelerimin en babası en son geldi ve ben yazmak istedim. Neden? Çünkü son zamanlarda başıma çok da güzel şeyler gelmiyor.
Her ne kadar başta süpriz olarak planlanıp, sonradan bana söylemiş oldukları için süprizin bozulduğunu düşünseler de bana göre on numero bir süprizdi. Ümgülüm bana ve kendine Fes Spa Hamam'dan rezervasyon yaptırmış. Bu kadar yorgunluğun üstüne masaj kelimesi bile gevşememi sağlıyordu zaten. Son zamanlarda çok popülerleşen bu hamamı çok duyuyordum ve merak ediyordum. Tesiste kadın erkek ayrıydı biliyorduk ama girişleri dahi ayrı yani içerde erkek sinek dahi görme ihtimali yok.
Tesise girince bilekliklerimizi taktılar ve soyunma odasında giyindik. Etrafta sürekli görevliler dolaşıp, temizlik vs yanında sizi yönlendiriyorlar da. Dolaplarımızda peştemal ve tek kullanımlık terlikler vardı. O yüzden yanınızda havlu, terlik vs götürmeye gerek yok.
Peştemallere saırınıp hamam katına indik. Burda küçük bir havuz, jakuzi, sauna, buhar odası, kese odası ve hamam var. Biz önce bi sauna yaptık. İçerisi mis gibi nane kokuyordu ve bizden başka kimse yoktu. Ordan hamama geçelim dedik ve içeri girdiğimiz anda bizi memeler karşıladı. Çoğu insanın üstsüzdü. Ben tabiki ilk kez hamama gittiğim için komiğime gitse de Utku tam bir hamam gurusuydu ve hep böyle olduğunu söyledi. Biz biraz kendi çapımızda yıkandıktan sonra kese-köpük masajı için çağırdılar. Burası da bence son derece enteresan. Göbek taşına benzer ama tek kişilik taşlara yatıyorsun, üstünü çıkarıyorsun ve bir teyzoş seni önce keseleyip sonra köpükleyip sonra da bebek gibi yıkıyor. Aman yarabbi nasıl güzel bişi. Ben mayışma odaklı gittiğim için çok hoşuma gitti. Masaj süresi 20 dakika ve teyzeler orda bütün gün kese yapıyor yani inanılır gibi değil. Yan yana, üstsüz ve köpük içinde yatan kadınlar ve onları çılgınca keseleyen teyzeler görüntüsü baya komik olsa da, keseden sonra kendimden çıkan kirleri görünce utandım resmen. Ama tabiki keseci teyzoşumun umru değildi.
Keseden sonra hamama dönüp saçımızı yıkayıp, çikolata maskesi yaptık. Sonra üzerimize bornozları geçirip masaj salonumuza doğru yollandık. Kendimi yürümüyor da uçuyor gibi hissediyordum. Canım inanılmaz bir şekilde uyumak istiyordu.
Masaj odasında, bu sefer tamamen soyunup, masörümün tabiriyle "havluyu totoma serdikten" sonra beklemeye başladım. Hafif müzik, loş ışık ve yağla masaj yapışan vücudumun gevşemesiyle süpper ötesi dakikalar geçirdm diyebilirim.
Ancak Tayland'da masaj yaptırmış bir insan olarak söylemeliyim ki eksikler vardı. Orda masajdan önce bi form vermişler ve masajı hangi şiddette istediğimizi sormuşlardı. Örneğin ben hafif severim hatta mümkünse hiç sıkmasın okşasın kedi gibi. Ama bunlar hiçbişi sormadan direkt giriştiler. Ve masaj esnasında sertti. Bana birkaç kez "serbest bırak" dedi ve ses tonu, tavrı son derece sertti. Kesinlikle öyle olmamalı. İnsan masaj gibi bir gevşeme anında öyle sert bir tutumla karşılaşmak istemiyor.
Yine de güzel bir 45 dakikadan sonra soyunma odasında giyinip tesisten çıkış yaptık.
Benim için çok güzel bir deneyimdi. Keşke düzenli yaptırabilsem. Tüm tesis, köpük-kese masajı ve aromaterapi masajı 120₺ idi. Sadece kese köpük ve htta sadece hamamdan yararlanmak için bile girilebiliyor... Arometerapi değil de kese köpük için kesinlikle bir kez daha gitmek istiyorum. Bu sefer gittiğimde tosun paşadaki hamam sahnesinde söyledikleri şarkıyı da söylicem!
www.fesspa.com.tr
Tek giriş 40 TL
Kese-köpük masajı 25 TL
Yağ masajı 80 TL
Hepsi birlikte aldığınızda 120 TL
Tumblr media
0 notes