Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Kayıp Zamanın Nörobiyolojisi
Marcel’in diline temas eden çayla ıslanmış Madlen’in tadı, sinirsel ağlarda hızlı bir uyarım zinciri başlatarak kortikal bölgelerde bir uyanışa yol açtı. İşte o an, beynin limbik sistemindeki uzun süre pasif kalmış bir nöral yolun yeniden etkinleşmesine neden oldu, bu da derinlerdeki unutulmuş kapıları araladı.
Duyusal Patlama
Bisküvi parçacıklarının taşıdığı tat molekülleri, TRPM5 iyon kanallarını aktive ederek sinaptik bir patlamaya yol açtı. Bu moleküler tetik, dilin ön bölgesindeki Papillae fungiformes'leri harekete geçirdi. N. facialis sinirinin chorda tympani dalı, bu bilgiyi saniyenin binde biri hızında beyin sapına taşıdı. Nucleus tractus solitarius'ta "vanilya, tereyağı, karamel" olarak kodlanan tat bilgisi, talamusun VPM (ventral posteromedial) çekirdeğine yönlendirildi. Asıl sihir, kokuyla başlıyordu: Buharlaşan çayın aroması, Bulbus olfactorius'a sızarak doğrudan limbik sisteme sıçradı. Koku, diğer duyuların aksine, talamus filtresinden geçmeden hipokampüs ve amigdalaya ulaşan tek duyuydu. Bu yüzden anılar, saf ve çiğ bir duyguyla yüklüydü.
Hipokampüs: Bellek Katedrali
Hipokampüs, Cortex entorhinalis'ten gelen sinyalleri tanıdı. Burası, anıların "koordinatlarını" saklayan bir haritaydı. CA3 bölgesi, sinaptik bağları tarayarak "çocukluk" etiketli dosyaları açtı. Perforant yol, hipokampüsle neokorteks arasında bir köprü kurdu. Marcel’in teyzesinin odasındaki ıhlamur kokusu, vitray pencerelerin ışıltısı, pazar sabahlarının sessizliği... Gyrus parahipocampalis, pencerenin turuncu ışıltısını ve ıhlamur ağacının siluetini oksipital kortekse aktarırken, retrosplenial korteks Combray’in sokaklarını bir haritaya dönüştürdü.
Default Mode Network: Hayalet Ağı
Beynin dinlenme modunda bile aktif olan DMN, aniden maksimum güce ulaştı. Posterior singulat korteks, hipokampüsle senkronize olarak Combray’in haritasını çıkardı. Prefrontal korteks, "Bu anı neden şimdi?" sorusunu sorarken, anterior singulat korteks duygusal bağlamı vurguladı: Huzur, güven, kayıp bir masumiyet...
Belleğin Kuantum Dansı
Anılar, tek bir noktadan değil, beynin dağınık bölgelerinden çağrıldı:
Görsel korteks, teyzesinin odasının rengini (gri duvarlar, turuncu vitray) yeniden çizdi.
Somatosensoriyel korteks, çocuk Marcel’in elindeki Madlenin kırılganlığını hissetti.
İşitsel korteks, kilise çanlarını "duydu".
Amigdala, o sabah hissettiği sevgiyi dopamin dalgalarına dönüştürdü.
Hipokampüs, bu parçaları teta dalgaları eşliğinde birleştirdi. Sanki nöronlar, elektrokimyasal bir vals yapıyordu.
Talamus: Bilinç Perdesi
Tüm veriler, talamusun projektöründen geçerek bilinç sahnesine çıktı. Claustrum, bu görüntüleri birleştirerek Marcel’e "Gerçeklik budur!" dedi. Ancak bu bir yanılsamaydı: Beyin, geçmişi asla olduğu gibi kaydetmez; her hatırlayışta yeniden inşa eder.
Combray’in Dirilişi
Uzun süreli potansiasyon (LTP), hipokampüs-neokorteks bağlarını güçlendirdi. Marcel’in çocukluğu, sinaptik aralıklardan sızarak şimdiki benliğini sardı. Asetilkolin, dikkati keskinleştirdi; serotonin, hüznü ve huzuru aynı kapta eritti.
Bir Anı, Bir Evren
Marcel’in fincanındaki çay soğuduğunda, hipokampüs sessizliğe gömüldü. Ancak Combray, artık sadece bir anı değil, nöroplastisitenin yarattığı yeni bir gerçeklikti. Dorsolateral prefrontal korteks, bu evrenin mantığını; Ventromedial prefrontal korteks, anlamını şekillendiriyordu Beyin, geçmişi bir Japon kâğıdı gibi suda açarken, Marcel’e şunu fısıldıyordu: "Zaman, senin nöronlarından ibaret."
Not: Deepseek'ten faydalanılarak yazılmıştır.
0 notes
Text
Mutluluk yanılsaması
Tek bir kişinin okumayacağından ve önemsiz görüneceğinden emin olmakla birlikte, şu tespitimin kalıcı olmasını istedim: Artık güçlü olanın değil, mutlu görünenin ayakta kaldığı bir çağa girmiş bulunduk. ‘Sahte Mutluluk Çağı’ diyorum buna. Mutluluğun ne olduğundan habersiz, ki bir bileşeni olsa -bencillik, bilinçli aldırmazlık ve pozitif yanılsama- derdim buna. Artık herkes mutlu görünmek zorunda, öyle olmasa bile öyle olmak zorunda. Toplumun sağlık ilüzyonu ve sahte devamlılığı için gerekli bu. Tokyo’da insanlar sıkıcı, hiç değilse mutlu görünmüşlerdi bana, Fuji��nin dibindeki ormanlar gizliyordu toplumun ölülerini. Belki birçoğu rol yapmaya dayanamayan, ya da yapamayanlardı. Rolün önemini bir kez daha bu analojide anımsamak lazım. En kötü oyuncu, en iyi deliden daha iyi ağırlanır. Oyna da nasıl oynarsan oyna. Zaten iyi olanın kaybettiği, iyi oynayanın kazandığı bir düzen bu. Mutlu olamıyorsan da, mutlu görünmenin ipuçlarını taşımak; hiç olmazsa bir parça mutsuzluğunu cebinde gizlemek, “öteki” nin dayanılmaz ağırlığından kurtarabilir insanı. Bir şartla, kendini de bu oyuna inandırmayı unutma.
Simülasyona hoş geldiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=zI0RGg2hd0w
4 notes
·
View notes
Text
10 Eylül 2020. İdlib, Suriye
bu arada evet, çoğu insan için belki gelip geçici şeylerdir bunlar, hayat basittir, zorunlu hizmettir, taşradır,
benim için öyle değil ama.
benim için her an yeni bir deneyimin başlangıcı, yaşanması gereken meseleler.
ve hikayeleştirmeyi sevdiğim için de bir miktar dramatize ediyorumdur.
-elbette eleştirebilirsiniz-
çünkü ben yaşadıklarımı unutmayı, zamanın elimden kolayca kayıp gitmesini istemiyorum.
bu yüzden yazıyorum.
gittiğim dağlardan denizlerden taşlar toplayışım, bundandır.
kolayca yitip gitmesine izin vereceğim bir eğlence, ya da seyir olarak görmüyorum anları.
-özellikle de büyülü olanları-
tarih her zaman canlıdır çünkü, belleğimizde yaşamaya devam eder.
o yüzden yazdım işte.
ilgini pek çekmeyebilir -anlarım- ama kars’ta geçirdiğim günlerim yaşandı ve bitti değil, ‘yaşantı’ olarak görmek istediğim için yazdım.
bunu öncelikle kendim için, daha sonra da insanlarla paylaşmak için yaptım.
kabul ediyorum.
ayrıca hatırlamayı yaratımın, sanatımın bir parçası olarak görüyorum.
belki de anı yaşayamadığım için onu bu şekilde kontrol etmeye çalışıyorumdur.
-kaydederek
kim bilir,
belki de gerçekten yaşamıyorumdur.
kaçırıyorumdur.
sadece hatırlıyorumdur.
ya da hatırlayamıyorumdur.
yaşamayı bilmiyorumdur hatta.
yahut hâlâ yeterince kendimi tanıyamıyorumdur.
unutmayı sevmiyorum, geçmiş şimdide yaşar demiştim.
dolayısıyla tatlı olanlar kadar, acı anlar da yaşıyor zihinlerimizde.
her ne kadar kolay unutan biri olsam da,
zihnimi eşelemek, anları canlı tutmak,
benim için yaşama uğraşıyla eşdeğer nitelikte.
benliğimi çözümleyebilmem için onları hatırlamam,
bilincime yerleştirmem gerek.
zaten hatırlasam da hatırlamasam, büyük her şeyin beynimde cereyan ettiğini biliyorum.
geçmişte beni yaralayan, kurcalayan, kafama takılan bi meselenin, daha sonra yüzleşmediğim takdirde tamir edilemeyeceği inancım bundan sanırım.
yeter ki yüzleş:
ister kin ile,
ister sevgin ile,
ikisi de bütünün bir parçası.
diyeceksin ki, neden sevgi değil de kin ile?
becerebilirsen sevgi daha etkili.
fakat -eğer gerçekten yaşıyor ise- kinimi de inkar etmemem gerek.
0 notes
Text
“Anatomi kaderdir” Freud’a göre.
Bütün yapıp ettiklerimiz , aldığımız her nefes temellidir.
Doğaya karşı başkaldıran bu sihirli kuvvet,
bütün travmaların altından güçlenerek çıkabilmiş duyarlı bir salyangozdur.
Zihnimiz boyutları aşsa da beynimizi Calvaria (kafatası) sınırlar.
Wittgenstein’ın dediği gibi, ne kadar “Dilimin sınırları, dünyamın sınırları” ise,
dünyamızın sınırları o renkli tenlerimize sığar.
Boş bir levhanın aksine, beyni meydana getiren sulcus ve gyruslar, adeta kadim bilgiyle yoğrulan “dolu” bir vitrindir. Biraz yakınına vardığımızda, içerdeki birkaç farklı yapının birlikte uyum içinde çalıştıklarını fark edebiliriz. Tek başlarına olsalar pek bir anlam ifade etmeyecek girinti ve çıkıntılar, sayısız karmaşık nöronal bağlantıları içerir.
Temelde yumuşak, kıvrımlı bir organ kadar basit, incelendiğinde insan ruhu kadar karmaşık bir varlık olan beynimiz, bütün biyokimyası ve histolojisi ile dengededir.
Uyuyor olsak dahi nefes alıp verdiğimiz her milisaniye iyonların alışverişi devam ettikçe, biz de değişmeye ve dönüşmeye devam ederiz.
İnsan beyninin gizemi çözülmemiştir; fakat anatomisi az çok bellidir, bize insanın var oluşu hakkında ipuçları verir. Parçadan bütüne ve bütünden parçaya: Sağ ve sol yarımküreleri birleştiren Corpus callosum misali, beden ve ruh arasında bağlantı kurmaya çalışıyorum.
Belki de “Beden ve ruh” diye iki ayrı şey yoktur, hepsi tek “Vücut” tur.
Göz önünde duran hakikat, biz onun yeterince farkına varana kadar dönüşür durur.
1 note
·
View note
Text
Tatsız Kirazlar
“Yarabbi! Bu ne ıstırap!” dedim. Benim sorunum da bu, ölememek. Yaşamak, her adımda beni mecbur bırakıyor kendine. Halbuki eskaza da olsa, şu uslanmaz yol kenarlarının birinde ölüverip gitsem sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi olacak. Kötü bir şey değil ki, zaten öyle olmayacak mı?
Kiraz festivaline doğru adımlarken, sahil dolgu alanını arkamızda bıraktık. Yaz gelmişti, güneş çatlaklar arasında yer bırakmıyordu en ufak karanlığa. Yaz, başları çatlatan ağrılarıyla birdenbire gelmişti.
“Ah, ne çekilmez bir hayat bu! Şu kalabalığa bak. Şimdi bir de cebimdeki parayı istemeleri yok mu!” dedim Recep’e.
Recep, “Zihnin parayı istiyor demek ki. Parayı neden istiyor? Ev, araba, yiyecek, içecek almak için. Ama parasız olunca da yaşayabilirsin. Allah yaşatabilir. Dolayısıyla para korkusu, belki de paranı birini alması korkusunun üzerine çıkman lazım.”
“Ama tek bir sebebi o değil ki! Yürümek bile zor geliyor. Bir şeylere karşı sorumluluk duymak. Oraya basma! Şurdan geç! Bu yükler bana ağır geliyor. Halbuki kolayı var, hiç yaşamazsın olur biter. Şurada güzel şeyler de var…”
Derken bir motor, iflah olmaz sıcağa tepki olarak, kulak zarlarımızı bir davul gibi titrete titrete geçti dibimizden.
“Şu motorun sesi mesela, hayattan bezdirir insanı! Lanet bir şey! Kiraz da var ama motorun sesi ağır basıyor. Istırap yani! Onun yerine bir ölsem, hiç umurumda bile olmaz! Ölüm büyük huzur, iyi ki var ölüm. Ah, bir de ölebilsem. Beni vurur musun?”
Biri selam veriyor Recep’e. Cebimde biraz para olsa daha mutlu olabilirdim. Zaten mutluyum, ölmek buna engel değil. Recep’in radarına, festival alanındaki bir çadırda satılan kabak tatlısı girdi.
“Kabak tatlısı alalım mı?”
“Yaşama bağlar mı?”
“Keyif aldırır herhalde.”
Bir tabak tatlı alıyoruz, kadın hazır porsiyonu uzatıyor, kırk lira, nakit isedi. Bir porsiyonu ikimiz yiyeceğiz. Satıcı kadın Hataylı, depremden sonra gelmişler. Geçmiş olsun, dedim. Oruk var, kaytaz böreği var tezgahta. Tatlıyı alıp oturacak yerlere geçtik.
“Acılı kadın.”
“Hangimiz değil ki?”
Sırayla çatallarımızı batıra batıra yedik, üzerinde tahin ve fıstık gezdirilmiş, bütün şerbetini tabağa bırakmış tatlıyı.
“Sıcaktan şikayet etmek mesela, motordan şikayet etmek. Bir kez şey yapmak… Deneyimler işte bunlar.”
“Evet.”
“Yani mesela, hava sıcaksa, ya havayı değiştirirsin, ki bunu yapmak neredeyse imkânsızdır. Ya kaçarsın, diyor üstad, ya da kendini sıcağa teslim edip bunu kabullenirsin.”
“Üçüncüsü en zoru.”
“Tabii. Ariflerin bir duası var, Rabbim, değiştirebileceğim şeyler için bana güç ve kuvvet, değiştiremeyeceklerim için sabır ve sekinet ve en önemlisi de, ikisi arasındaki farkı anlamak için hikmet ver.”
“Amin.”
Tatlı bitiyor, tabağı teslim ettik.
“Kaçalım mı?”
“Nereye?”
“Kendimize.”
“Kendimizden kaçsak?”
“Bir yer yok galiba.”
Denize doğru yürüdük, her taraf kırmızı kırmızı kirazlarla dolu, kiraz satıcıları yol boyunca dizilmiş.
“Kiraz da ağacın ıstırabı, dalların, yaprakların… Fark ettin mi?”
“Fark etmez. Ağaç kiraz veremezse o zaman ıstırap verebilir. İstiyorsa tabi. Belki de istemiyordur.”
“Ağaç kiraz vermek istemez mi?”
“Bilmem.”
Yürüyoruz, yol bitmiyor, döndük. Yaşamak hâlâ ıstırap verici. Hâlâ dalımda bir kiraz yok. Meyvelerini toplayabilen bir ağaç değilim ben. Bir an önce yaşamını tamamlayıp gitmek isteyen sıradan biriyim. Yaşasam da olur, yaşamasam da. Diyeceksiniz ki “Ama yaşamak varken,” ben de diyeceğim ki size, “Ölmek varken,” diyeceksiniz ki “Ölüm var diye yaşamamak,” bu böyle gider, ne siz kazanırsınız sonunda ne ben. Gerçek şu ki, hepimiz bir gün ölüp gideceğiz. Ama o gün bugün değil, biliyorum. İşte ıstıraptan kastım, tam olarak bu!
1 note
·
View note
Text
Nöroloji
Neden beyin? Kendime bunu soruyorum. Neden? Neyi bilmek istiyorum? Hayvanla insanı ayıran fark nedir? MR görüntülerine bakıyorum. Nesi farklı? Neyi anlamak istiyorum? Israrla. Neden uymuyorum? Simyacı değilim ki ben. Yazarak ekmeğimi kazanabilseydim, neden o işi yapmazdım? Bunları soruyorum kendime. Ama yarın sabah yine boktan bir güne uyanacağım. Cehenneme giriş: Bolca kahve ikramı. İdrar sondası. Yatak. Avrupalıların yaptığı gibi. Ölümü daha çok unutup hayata bağlanmak. Mutlu olmak. Çocuk yapmak. Hayat dediğimiz hareket değil mi zaten? Sokağa çıkmadan, insanların içinde gezinmeden hayat olur mu? Bana bir ekmek verin, size kırk mısra yazayım. Ekmeği beğenmezsem ben dinleyeceğim ama. Haha! Yazarların kaçı mutlu olmuş? Kaç mutlu yazar gelmiş yeryüzüne? Sonra eşşek herif, hem sunum hazırla, hasta bak, acilde o beklesin, git onu hocaya danış. Köppek gibi hizmet et: Git getir onu! Sonra sen getirteceksin. Unutma ama, getirtmezsen, sen getirirsin. Ne diyordum? Ekmek! Ekmek Üzerine. 40 mısra dolsun diye, safi laf kalabalığı. Ee canım, hemşire odasındaki sohbetler çok mu farklı? Ordaki de bilim üretmiyor. Herkes bilim yapacak diye bir şey yok. Bazısı konuşur, bazısı yapar! Bak ben hem konuşuyorum, hem yapıyorum. Ekmek parası abi! Ha gayret, 40! Ha! Yetişicem az kaldı. Eksiğimi bu şekilde kapatıyorum kendimce. Kaldı 9! Doldur! Boşluk! Garson! Ne içersin? Yarım kadeh aşk, bir de ekmek. Ekmeğiniz var mı? Var efendim. Oğlum desenize, şarap istiyorsun, ekmek önce geliyor. Ee hep şarap iste o zaman, ekmek kendiliğinden gelir! Oldu! Oldu oldu! Olmadı mı? Güle o zaman. Bizim son filmlere ne oldu? Bok oldu bok. Şunu anlamıyorsun. İnsan kendi hayatını seçme özgürlüğüne neden sahip değil? Hepiniz bunu istemiyor musunuz? Kendini tanı, ama boktan işlerle uğraş. Yapma kardeşim o zaman. Ama yok ben kızları seviyorum. Yap o zaman. Yap da gör ebeninkini. Biraz gerçekçi olun oğlum. Düzgün olun. Adam olun adam. Sen neyi yapmak istiyorsun? Ne seni ayakta tutar? Açlığa hangi işte çalışırken dayanabilirsin? Cevap var mı, yok! Çek o zaman bu boku! Biraz cesaret kardeşim. Hepiniz atalarınızdan gelen zincirlerle hayata doğdunuz. Ama hayat diyoruz ya devamlı, o hayat o zinciri istemiyor, anla anla! Kopar diyor, yoksa gelip tek tek çivileyeceğim hepsini bedeninle toprağa. Bu beden uçmak istiyor abicim! Göğe yükselmek, hem de bal mumundan kanatlarla değil, çam sakızı ile! Çam sakızını bilir misiniz? Hani o ağaçlara sarılasınız gelir de, elinizi ağacın gövdesine atmanızla yapış yapış olur eliniz. Kolay kolay çıkmaz o. Kuran çarpsın. Üstelik yaralara da iyi geldiği söylenir. Akciğer enfeksiyonu mu? Bas sakızı. Glomerülonefrit? Yapıştır. Diyeceksin ki nereden bu bilgiler. Ben doğuştan doktorum. Sonradan bırakınca geçmiyor bu bilgiler. Bana terminal dönem akciğer kanseri hastası getirin, on dakika konuşayım onunla, o bile anlar doktor olduğumu. Ama siz anlamadınız! Bana bir şans vermediniz, çünkü doğuştan hiçbir özellik kabul edilmez! Sonradan kazanmak gerekir onu. Olmadı ama. Sonradan olmadı. Bazen de olmaz. Olsun. Olmaz olmaz deme, olur olur. Bal gibi olur. Çam balı gibi hem de. Yapıştır geç. Ataol Behramoğlu’nu okur musun? Ona mail attım bugün. Pek şiirini de bilmem. Ama karakter olarak az çok fikir sahibi oldum. Gerçek şair bu işte. Dışarda şiir okuyan adam şairdir abicim. Tek bi kişi bile dinliyorsa şair. Şu an bir tek ben kendimi dinliyorum. O sayılmaz. Ama Ataol bakalım şiiri beğenecek mi. O beğenirse tamam bu iş. Ekmeğimizi bulduk demektir. Bir şiir üç ekmek. Valla iyi iş. Kalemiyle para kazanan adamlar var detirtecem hepsine. Bak sen beni sözlerinle vurdun gel bakıyım alnının ortasına çakıcam şiiri. Ama en çok şiiri nerden öğrendim biliyor musun abi? Çingenelerden! Harbi diyorum. O pis, kahverengi evlerden sokağa sızan sadece kirli su değil. Sözlere de odaklanmak lazım! Onu istemiyorum, şunu istiyorum falan diyor! Bu ne demek biliyor musun? O evde hayat var, hem de en az sokaktaki kadar! Çingenelerin kurduğu basitlikteki cümleleri ben hayatım boyunca aradım, abartım varsa çivileyin beni bir apartmanın girişine! Hahaha! İşte sana şiir abe:
Uyku
Neler, neler, çıkarır
İnsan bir dalsa
Ötekinin uykusundan
Ayde ayırlı geceler abe!
2 notes
·
View notes
Text
Denemeler
Her şey aslında iyiye gitmek istiyor: Mantık sonucu varılan düşünce bu. Tarihte akıl birçok şeyi düzene soktu. Akıl cevaptır. Tarihse bellek. Toplumun önemli bir kesimi eğitimsiz olduğu için henüz toplumun bütün kesimlerine akıl sirayet etmedi. İnsanlar daha çok okuyarak, daha çok bilgi ile tecrübe ederek, daha çok karşılaşarak, birbiriyle konuşarak ve iletişim kurarak; en kötü bir deli ile bile karşı karşıya geldiğinde ağzından çıkan kelimelerin ne olduğuna dikkat ederse, anlaşmak mümkün olabilir. Kaldı ki en ağır vakalar, en vahşi hayvanlar dahi hayvanat bahçeleri ve sirklerde evcilleştirilebilmekte ve uysallaştırılabilmektedir. İnsan aklı gelişime açık ve aynı zamanda sonu olan bir yapıdır. İlerlemenin, bilimin ve farkındalığın ucu yoktur. Beynin içerisinde yeterince kıvrım mevcut. Beyni geliştirecek olan artık sezgiler ve öteki ile bağ kurmaktır. Beynin özelleşmiş farklı yapıları ile kurulan elektriksel aktivite, yaşama olasılıklarını sonsuz kılıyor. Daha çok okuyarak, konuşarak ve tartışarak düzgün bir iletişim kurarak gelişmek mümkün. İş konusuna gelince, birçoğumuz işleri kolay olduğu halde zorlaştırarak düşük verim ile çalışıyoruz. Daha yüksek bir verim için eğitimin gerekmesi ile birlikte yöntemin doğru bir biçimde aktarılması karşıdaki tarafın da işin doğru biçimde anlayarak uygulamaya koymasını gerektirir. Disiplin tepeden inme olmaz. Daha çok kişinin, en temelden başlayarak, örneğin bir çöpü kaldırıp masadan çöpe atması ile başlayan, işe zamanında gelmesinin onun için iyi olacağını anladığı durumlarda başlar. Bu da karşıdakini saymakla mümkün olur, sonrasında sevgi ortaya çıkar. Hangi iş olursa olsun, bütün işlere basit matematik ve görselle başlanmalıdır.
Her şeyin temeli insanın ölümlü olduğunun anlaşılmasıdır. Çünkü temelde insana yaşamı sorgulatan ölümdür. Bir grup insana sormuşlar: Bir saat sonra öleceğinizi bilseydiniz ne yapardınız? Bir tanesi cinsel birlikteliği, bir tanesi ibadeti seçmiş. Sonra demişler ki, “Bir gün zaten öleceksiniz neden yapmıyorsunuz?” Bu hayatın kısa ve anın değerine dair güzel bir örnek. Neden bir saat içinde öleceğimizi bildiğimiz halde yapmak istediklerimizi şu anda yapmıyoruz? Her şeyi ana sığdırmak mümkün olmasa da, insanın temel problemi yine akıl eksikliği ve düşüncesizliktir. İşlerin zorlaştırılması, dolambaçlı yollara başvurulması, direkt olmamakla ilgilidir. Bir insan takıldığı noktalar konusunda yardım ve destek almıyor ve kendi hataları konusunda kendi hatalarını kabul etmeyip bir başkasına yansıtma yolunu seçiyorsa, bu hayatın ilerleyişini zorlaştırır ve ortamı çekilmez kılar. Bunun tam tersi olarak işini çok iyi bilen biri de maalesef topluma örnek olmak yerine, daha çok hayatın bencilce olduğunu düşünüp bu düşünceyi kolaylık olarak kullanarak suistimal etmekte. Bu doğru bir yaklaşım değil. Çünkü bilenler bilmeyenlere aktarmadıkça işler yine bilen ve bilmeyen açısından zor olur. Bilen kişi sadece kendini düşünürse sadece kendini düşündüğü için zarar görür. Bilmeyen ise bilmediği için bilenlere saldıracak ve onları kendi yanlarına çekmeye çalışacaktır. İşte bu iki zıt kutup toplumun dengesizliğini ortaya çıkarır. Üst ve alt arasında daha dengeli bir iletişim sağlanırsa, iki taraf da birbirine yaklaşarak en kötü tek bir noktada anlaşır, çözüm ortaya çıkar. Bu sayede hem üsttekinin kaygı ve stresi azalacak, alttakinin de eğitim ve refah düzeyi yükseldikçe serotonin düzeyi artacaktır. Bunu ortaya çıkaran çalışmaların günümüzde mevcut olup olmadığı sosyolojik ve psikiyatrik açıdan araştırılmalıdır. Multidisipliner bir çalışma olacaktır. Bunun bilimsel anlamda kanıtlanması gerekliliğiyle birlikte toplumsal sorunların anlaşılması için çözüm önerisi sunulmaktadır. Çözüm, insanların daha çok birbiri ile kavga etmeden düzgün biçimde bir araya gelerek birbirlerine gerçekten daha önce toplum arasında olmadığı süreçte düşünce ve isteklerini aktarmasıdır. Örneğin bir kağıda yazarak karşıdakine aktardığı bir platformda, bu anlamsız saçma gelebilir, ancak bir nevi terapidir. Böyle bir uygulama hem insanın arzusunu gerçek kılma hem de mutluluğunu artırma yolu olabilir.
0 notes
Text
Ormanda
Eskiden bir düşüncenin içine girerdim ve korkular ile orada kaybolurdum. Misal piknik için gittiğimiz ormanda, az ötedeki ağacın ötesindekinin de ağaç olduğunu düşünmek yerine her an o karşımdaki ağacın arkasındakin bir şey çıkacak korkusu ile yaşamanın bir anlamı olmadığını bilmezdim. Şunu biliyoruz ki bir ağaç herhangi bir ağaçtır. Biraz geniş çerçeveden bakabilseydik ağacın arkasındakinin de ağaç olduğunu, iki ağaç arasına bizi korkutacak kadar nesne giremeyeceği ihtimalini daha iyi değerlendirebilirdik. İşte bu, bir bütüncül bakış ve olasılık meselesi. Matematiği iyi bilmek, bize asıl tehlikelerin çıkma olasılıklarını daha iyi hatırlatır. Böylece hayatta kalma olasılığımız artar.
Hayat kalitemizi artırmak, detaylarda kaybolmamak için kendimizi hem zihinsel hem de bedensel olarak geliştirmeliyiz. Basit düşünmeli ve basit yaşamalıyız. Kişisel olarak yanıldıklarımızın, duygusal davranışlarımızın ve üzerine yoğunlaştıklarımızın farkına varmalıyız. Ağacın arkasına bakamıyorsak dahi arkamızdakinin ağaç olduğunu bilmeliyiz. İki ağaç arasında duran biziz, başkası değil. Şimdi, sudaki yansımaları daha net anlayabildim. Kendimi tek bir işe daha dikkatli verebiliyorum. Yaptığım ve baktığım şeye dikkat ediyor, özen gösteriyorum. Doğaya ve ağaçlara değer veriyorum. Hiçbir şey için acele etmek zorunda değilim. Kalbin aniden durması ve nefessiz kalmak dışında acil bir durum yok. Doğa da, zaman da bir yere kaybolmaz. Berrak akan suların altında rengarenk taşlar ve köklerle çevrili yeşillikler var. Ve bunların kenarlarında dolaşan masmavi yusufçuklar ile ortasından akan güzel bir dere. Dereyi gördüm.
Herkesin her şeyi anladığını düşünerek yaşamak anlamsızdır.
Herkesin anlayabileceği sınırlı, tek bir şey vardır: O da konuşmanın sonucunda ortaya çıkan niyet.
0 notes
Text
Tanık
“Seni daha önce görmüş gibiyim.”
Dediği an bunun altı boş bir cümle olmadığını anladım. Zira hiçbir cümlenin altı boş olamaz.
Panik hastası kadının kalp çarpıntıları, yüreğimde tatlı bir ürperti uyandırdı.
Onu rahatlatmaya çalışmamın sonuç vereceğinin farkındaydım. Zor bir iş değildi gecenin 4′ünde ambulans ile geldiğimiz vaka.
“Geçici bir şey bu.”
“Biliyorum. Yine de ölecekmişim gibi geliyor.”
Ölecekti, fakat sırası değildi. Ölümle yaşam arasına giren katastrofi, sarsıntılarla seyrediyordu.
“Biz buradayız.”
Ses tonum onu etkilemiş olmalıydı. “Sizi bir yerden hatırlıyorum” dediği anda kadın, paniğinin azaldığını göğsümde duydum. Bağ kurabiliyordum. Kadının annesi, “Siz nerelisiniz oğlum?” diye sordu. Cevap verdim, o an kadının bakışları üzerimde. Bakıştan ziyade bir yoğunluktu bu, tıpkı annesinin ona olan endişeli bakışlarına benziyordu. Onu bu hale getirenin de, bu halden kurtaranın da bir çift bakış olduğunu anladım.
“Bir oyuncuya benzettim sizi.”
Gülümsedim. Ona, “Olabilir” dedim.
Oyun gibi bir şeydi benim için.
0 notes
Text
Aradan tam on yıl sonra, on yılın değiştiremediği kafa yapısını anlamlandırabilmek için tarihe not düşmek, pek de fena fikir olmasa gerek. En azından bunu yaptım: Bunu diyebilmek için. Bütün bir tarih, tarih üzerine düşülen notlardan ibarettir. Zaman değişir, kemikler aynı kalır. “Anatomi kaderdir” der Freud, bu her yerde geçerli. İnsanı insan yapan da, kaderi çizen de tarih içinde kemikleşen travmalardır. Henüz çok erken.
Eksikliğin olduğu yerde fazla görünmeye çalışanlar vardır.
… Bir şeyler anlatmanın nöronlar arasındaki gerilimi açığa çıkardığı ve bunun bir rahatlama hissine yol açtığından bahsedilir. Öncesinde söylemem gereken bir şey daha var; twitter'da ve burada yazdıklarımdan endişe duyanlar olabilir. Açıklamaya çalışacağız. İnsanlar zor zamanlarında ardına sığınacağı şeyler ararlar. Bu bazen müzikler olur, resimler olur, bazen bir şapka bile olur, aşk olur, takıntıları olur, yalnızlıkları olur, hırsları olur, mutlulukları olur. Nitekim Tanrı'ya inancımız acizliğimizdendir.
Yazarsa burada yalanlarının, saçmalıklarının, ezikliklerinin ardına sığınarak rahatlamayı ve üzerindeki gerilimi boşaltmayı deniyor. Kimsenin ciddiye alması gereken şeyler değildir, yazar zırvası dahil. Sanırım bu ilk blog yazım olacak. Ardından kısa bir ara vereceğiz; ancak şimdi bir meseleye gelelim. Schopenhauer'e göre sublime, doğanın karmaşıklığı karşısında insanın doğayla bütünleşmesi duygusu ve bu büyüklük karşısında kendini küçük görmesinden aldığı hazdır. Benzer ilgileri ben de insan beynine duyuyorum. Bu kompleks yapıda hiçbir felsefi ve bilimsel disiplinin açıklayamadığı bilinmezlikler var. Onu değerli kılansa bu yapının nasıl işlediğine ulaşılamayacağı bilindiği halde bazı detaylara ulaşmaya çalışma çabaları. Ne var ki bu çabaya ulaşmanın dahi büyük bir çaba gerektirdiği bir sistemde yaşıyoruz. Bilimsel çalışmalarda ceteris paribus metodu vardır. Yani bütün değişkenleri sabit tutup sadece bir parametre üzerinde çalışarak sonuç almak. Bunu günlük hayattaki bazı hedeflerimiz üzerinde uyguladığımızda ne derece bir soyutlama gerektirdiği açıktır diye düşünüyorum.
Karar alırken öncesinde yapılan bir açıklama isteği, kararı daha etkin kılabilir. O nedenle, bloga bir başlangıç yapıp gitmek istedim. Bir gün daha güzel şeylerden bahsedeceğiz.
1 note
·
View note
Text
ARI
İçerinin pencereden görünmesini sevmem, ekseriyetle çalışırken. Akşama doğru güneş gösterdi yüzünü, ben de stor perdeyi indirdiğim sırada iki tül arasında çırpınan arıyı ayırt ettim. Onu oradan çıkacak vaktim yok. Vaka çıktı, yemek yedik derken istasyona geç bir vakitte döndük. ATT’ler değişti, muhabbet koyu. Dinlenmeye geçtim, yatağı hazırladım, biraz uyuyacağım. Minik bir vızıltı, kulaklarımı tırmaladı. Perdeye baktım, yok. Sokak lambasının aydınlığı altında, karanlık zemin üzerinde hareket eden nesneyi fark ettim. Tıpkı hamamböceğine benziyor, ama o bir arı. Arı, yerde vızır vızır can çekişiyor. Altı, yedi saattir bir arı yerde can çekişiyor. Uçacaktı, denize, çiçeklere derken bu odaya düştü. Ama bu aptal odada, karanlığın köründe zavallı bir böcekten farkı yok onun. Adalet değil bu. Terliğimi kaldırdım, bir kez baktım arıya. Sert biçimde vurdum terliğin tersiyle, bir arıya vurdum. Yüreğimin alacağı şey değildi. Bir bulantı yükseldi yukarıya doğru, hıçkırdım. Bu, geri dönüşü olmayan bir acının gizlendiği hayat var önümde. Mecburen hayat var.
0 notes
Text
Travma
Medeniyet, insanı yok edişi bakışlara karşı savunan bir varlık politikasıdır. Şehirlerde insanlar köylerdeki gibi ciddiye alınmazlar. Bu ciddiye alınmamanın karşılığı olarak ciddiye alınmak isterler. İşte bu nokta, var olma arzusudur. “Ben de varım. Ben buyum. Benim bunlarım var.” Nüfuz kullanarak insanın kendini ifade etme ve gücü yönetme kabiliyetlerini ortaya çıkarır medeniyet. Strateji, insanın yok olmaya başladığı noktada ortaya çıkar. Bu bir varlık ve yokluk kavgasıdır. Medeniyet, insanı var olmaya zorunlu kılar. Aksi taktirde kimse onu görmez, bir kenarda, köşede adeta bir evsiz, bir alkolik, bir dilenci muamelesinden kendini kurtaramaz. İnsan bütün bu aşağılık duygularıyla mücadele etmek için, tam da üzerine bastığım gibi, mücadele eder. İnsan damarına basılmadan tetiklenmeyen bir alarm mekanizmasıdır. “Hayır” diyebileceği bir durum olmadığında; yani her şey yolunda olduğunda insan yok hükmündedir. İnsanın yok sayılması, aklı ile çatışan başlı başına bir travmadır. Travmalar zaman içinde hayatın ve insanın karakterini ortaya çıkarır. İnsanın karakteri, tortusu, omurga: Bir travmadan meydana gelmiştir insan. Bir fosildir insanın kemikleri (Kalıntısı). Omurga, insanın karakteridir. Karakter, travmalar neticesinde elde kalan, yaşayan, canlı bir yapıdır. Bu yapı, daha sonraki süreçte yaşamı ortaya çıkaran döngülerin de belirleyicisi olur. Adeta kaderle çizilen yolu belirleyen kavşaktır. Travma, yolu tayin eder. Travmalar sonucu yollar oluşur. Travma, yolun kendisidir hatta! Önceden gidilmiş ve teyit edilmiş yollardır travma. Tokatlanmış bir surat, kullanılmadığı için körelen organ, hareket eden parmaklar da travmaya uğramıştır. Çayırlar, bir travma sonucu kesilir, patikalar birer travmadır. Daha sonra bu patikalar, travmalar sonucu büyüyerek tali yolları, daha sonra ana yolları ortaya çıkarır. O gördüğümüz geniş asfaltlar, büyük binalar, yapılar, köprüler: Her biri birer zorunluluktan doğmuştur. İnsan da tıpkı yol gibidir. Evveliyatında, yok sayılmıştır. Ama o doğaya karşı aldığı tavırla, kendi yolunu çizme özgürlüğüne, aklı buna yetebiliyorsa, kavuşabilir. Kendine daha geniş düzlükler, daha geniş bir arazide daha korunaklı bir yapı inşa edebilir, gücü varsa. İşte insan! Bir arzu ve güç nesnesi. İşte insan, bir travma sonucu doğan, travmalar sonucu büyüyen ve en son kemiğin etrafında kalan kas ve deri kitlesi ile beraber yaşayan, nefes alan, mücadele eden, hayatta kalmaya çalışan ve bu hayatta kalabilirliğini çeşitlendiren, vasıtalarla daha da kolay kılmaya çalışan, daha da kendine yer edinmeye çalışan, alanını genişleten bir varlık. İnsan, rahat etmek, haz duymak arzusuyla taşar. Bütün bu travmaların sonucu olarak rahatlık ve haz ortaya çıkmıştır. Geniş yollar rahatlıktır, ovalar ferahlıktır, gökyüzü açıksa huzur verir insana. Patlayan volkanlar sonucu düzlükler oluşur. Yağan kar her tarafı beyaza bürür. Dümdüz eder. İşte, gökyüzünün travmaları da yağmur olarak döner! Travmaların bir karşılığı olmalı, bir bedeli vardır: Gözyaşları. İşte travmaların bedeli budur. Gözyaşları. İnsan ağlayarak büyür, doğduğunda ağlamıştır. Çünkü doğum bir travmadır. Travma, insanın bilmeden başına gelen şey, bilinmeyen, aklın cevap üretemediği hayal alemidir. İnsan bir hayal bulutunun içine doğar, insan bir hayal bulutunun içinde büyür ve hayal bulutunun içinde ölür! Biz bu hayalden vazgeçemeyiz, biz bu hayale mecburuz. Ancak bunu aklımızla bir mantığa oturtabiliriz. İşte travmalar bu mantığı oluşturur. Mantığı ortaya çıkaran, daha önce insanın yaşadığı tecrübelerdir. Tecrübe yaşanmışlıktır. Tecrübe bir artıktır. Elde kalan veridir. Yanlış yoldan gidilmemesini öğütleyen bir iç sestir. Kafanın içindedir. Alt beyne, omuriliğe, kemiğe doğru itilir. İşte kemikleşir, fosil olur. O fosil, yaşayan fosil, bizi yaşatan, tehlikeden uzak durmamızı söyleyen şey bize, yaklaşma diyen, kaç diyen şey! Amigdala! Dibi, dibi; en dibi. En dipte ne var biliyor musun? Bilinçdışı dalan değil. Travmalar var. Travmalardan çıkarılan dersler var. Vahşi hayvanlar var. Bizonlar, çimleri ezip geçen, ya da kaçan ceylanlar. Ne yapacağız peki? Ne yapacağız kaçıyorsak, ölecek miyiz? Savaşıyorsak ölecek miyiz? Hayır, hayır. Bilinç var, sinapslar var. Bilinç ile bilinçdışı arasında köprüler var, sinapslar var, bağ var! Diyeceksin ki, korktuğun şey bu mu lan? Bu muydu? “Sinek o!” Hayır, diyeceğim, korkuyorum ben ondan, amigdala, bağırıyor, kaç ordan. Gerizekalı, aptal; bunu ben söylüyorum bak. Bunu korteks söylüyor, salak: Altı üstü bir sinek, vur geç. Peki ya zehirli bir sinekse, mahvedici, zehirli ama çok masum görünen bir sinek? İşte, bilmiyoruz, araştırıyoruz. Bilim, bilim kortekstir. En uçtur. Gidebildiğin kadar git! Size en uçtan ve en dipten bahsettim. En dipte korkular, en uçta da cesaret var. İşte, korku ve cesaret arasında bağ kurabilen kişiye insan diyoruz. Travmalardan arta kalan insan, yaşayan bir akıldır.
0 notes
Text
Yalnızlık
Gözümü açtığımda tavana baktığımı fark ettim. Kimim ben? Ne için yaşıyorum sahi? Birkaç saniye geçtikten sonra gelen bilincim beni yanıltmadı. Hayattayım. Sırtım ıslak. Arkadaşlarım beni bekliyor. Neden? Ne istiyorlar benden? Biraz yorgunsam neden kötü? Sahi yorulmuşum. Bütün gece çalıştım. Hatta bütün gün. Eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum.
Yalnızlığı hatırlıyorum.
Bir zamanlar yürüdüğüm yolları.
Yağmuru.
Ölen insanları hatırlıyorum.
Mezar taşlarını.
Çimenleri.
Ağaçları.
Kaldırım taşlarını hatırlıyorum.
Hızla geçen kamyonu ve arkasından saçılan damlaları.
Karşıdan karşıya geçen insanları hatırlıyorum.
İnsan yavrularını.
Evet, yağmur yağıyor.
İlk kez değil.
Yağmur, bana yağmuru hatırlatıyor.
Yağmur, yalnızlığı hatırlatıyor.
0 notes
Text
Sıradan bir teknik direktörün gündelik açıklamaları
Güne iyi başladık. Umarım böyle devam eder.
Heyecanlı bir maç oluyor. Dünün etkisi geçti.
Gerekeni sahada yapacağız. Saha bizim için çok değerli bir yer.
Biliyorsunuz maçlar sahada oynanır.
Rakip takım çok kuvvetli, biz de öyleyiz.
Dostlar sahada görsün diye bir deyim yoktu, onu biz uydurduk.
Yine ne yaptıysak biz yaptık. Hep kendimize yaptık.
Yine kendimiz için yapacağız.
Başkaları bizim için önemli değildir ve tam tersi.
İyi oyun oynayan, mücadele eden ve savaşan bir takımız.
Bu arzumuz ve gücümüz devam ettiği sürece başarı gelecektir diye düşünüyorum.
Bugün uzun bir maraton. Geriye kalan hayatın ilk günü.
Öncelikle sabırlı olmalıyız.
Önemli olan gün sonundaki başarımız.
Akşam saatlerinde ne olacağı önemli.
Hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz.
Sonuna kadar nasıl mücadele edeceksek, bunu sonuna kadar bırakmayacağız.
Kimsenin şüphesi olmasın.
1 note
·
View note
Text
tek başına tatilde
hayatım boyunca birilerinin beni seyredip durduğunu düşündüm hep.
insanlarla arama doğru biçimde mesafe koyabilseydim, her şey şimdiye dek daha yolunda olacaktı.
doğru mesafe doğru veri akışını sağlar. neyin ne olduğunu bilen biri için korkuya mahal yoktur. fakat bir bilgiye kapılıp gidersen hiçbir şey öğrenemezsin. balıktan farkın olmaz.
bu zamana kadar bir balık gibi yaşadığımın farkına vardım. dışarının ne olduğunu bilmediğim bir akvaryumun içinde. korku ve tedirginlikle.
herkesten kaçarak.
işte, bütün huzursuzluklarımın kaynağı: insan.
yine kendi sorununu kendi halledebilir biri. başkaları yalnızca aynadır.
işte. bütün bu düşünce sıkışıklığından sıyrılıp tatile çıktım.
deniz tertemiz.
durdum. yalnızca görüyorum.
büsbütün karşısındayım denizin. içinde ve karşısında. bir insanım.
robot değil bu.
şimdi herkes benim gibi. bir noktada ben de herkes gibiyim.
herkes birbirinin farkında. iletişim alanının içinde, ya da dışında.
neredeyse tamamı birbirinin yaptıklarını yapıyor.
konformizm. huzurlarını kaçıracak en ufak bir dalga yok.
belirlenen çizgilerin dışında kimse yok. hep bir arada ve birbirlerinden ayrılar.
rengarenk bir uzak kolonisi gibi.
ayrışık, fakat her an birbirine düşman olabilir.
birbirimizin gözlerinin içine bakarız; fakat kimseyle göz göze gelmek istemeyiz.
rahatsızız rahatız. aksi takdirde canlılık olmazdı. doğa haklı. insan haksız.
basit yaratıklarız. kolayca bir yöne yönlenebiliriz. bir kararla tatile çıkabiliriz. bir kararla kendimizi ateşe atabiliriz. bir ömürlük ve sonsuz yaratıklarız.
deniz tertemiz. zihnimin içi gibi pırıl pırıl. ötekiler suyu bulandırıyor. içine vücut sıvılarını ve kimyasal atıklarını bırakıyorlar.
temizleneceğiz. denize girerek, denizden sonra duşa girerek, düzgünce yaşayıp iyi giysiler içinde düzgünce ölerek. toprağa gömülerek.
yalnız kimse yok. hiç olmadı. yalnız insan kolay anlaşılır.. arayıştadır. kimsenin yapmadığını yapar. tek başına oturur. çay yerine kahve içer.
beğenilmek istiyordum. birinin bana bakması yeterli. birilerinin dikkatini çekmek. iyi ya da kötü. ben de varım. sonra onu geri çevirmek. intikam isteği bu. yıllarca yok sayılmış olmanın tek seferde intikamı. bir kadını, tek bakışımla kendime aşık edip aşkı kaderine terk etmek. zalimce.
özgüvenli topuklar, ağır ağır sallanan kalçalar, yüksek hormonları dengeleyen nemli ağırlık, şıpır şıpır, kayıtsızlık, güneş, yeni gelenler, denizden çıkanlar, su sıçratmalar, güneşlenmeler, sandalyeler, bikiniler, çam ağaçları, deniz.
kahve içtiğim bir sırada başıma geldi bu tatil. tatilde olduğumu o an fark ettim. hayatımda ilk defa tatile çıkmıştım. ben tatile çıkmazdım. bir gezgindim bu zamana dek. terliklerim, gözlüğüm, kahvem ile tatildeydim. herkes gibi. ne acı.
havlumu bıraktığım masada, kanoya binen kızlar oturuyor şimdi. kıkır kıkırlar.
farkında olmadan, yıllardır peşinde koştuğum çiftleşme zamanı gelmiş. hem de en çetin biçimde. ne yapacağım? kahveyi bıraktım. arzular kaçınılmaz olduklarında, neden etkisini yitirir?
0 notes
Text
Gezmenin tadı
Neden bir balıktım?
Bunca zaman, şuursuzca dolaştım.
İran masallarından, Adriyatik’e.
Bir akvaryumun içerisinde seyahat edip durdum?
Ya başkasıysam diye düşünmeksizin,
Varlığından habersiz,
Neden dünyaya daha erken gelemez miydim?
Sıfırında doğmuş olsam,
Yedisinde okula başlasam
On beşinde liseye
Ve üniversiteyi bitirir bitirmez ekmeğime sarılsam?
Daha mı iyiydi?
0 notes
Text
Göç
Çok canım sıkılmıştı. Kalbim kırılmıştı. Gecenin ikisiydi Tekirdağ Otogarı’na indiğimde. Hava beklediğimden daha soğuktu. Dört buçuk yıl çalışmıştım Kars’ta. Bir araba parası bile biriktirememiştim. Ama epey bir hürmet kazanmıştım. Saygı duyulan biriydim. Metin Abigil vardı. Salih vardı. Sinan vardı. Hepsi sever, sayarlardı beni. Tabii, buraya ilk geldiğimde bandoyla karşılama beklememiştim; ama biraz olsun o dört buçuk senelik emeğin, hoca olarak sayılmış olmanın ve hürmetin göstergesi olarak bir karşılık beklemiştim işte, ne bileyim. Dünyanın esasında böyle, ya da buna yakın bir yer olduğunu unutmuşum da diyebilirim. Bütün bir unutkanlık ve kış uykusu içerisinde geçen zaman, bana başka bir yaşama dair umutların olanaklarını sunmuşsa da hatırlama eylemi epey bir pahalıya mal oldu. Birkaç taksicinin kör karanlıkta durduklarını fark ettim. Hiçbirinin de nereye gideceğimi sorma niyeti ve merakı yoktu. Ağır adımlarla o tarafa ilerledim. Arkamdan biri “Bakar mısın kardeşim?” diye seslendi.
“Bu su senin mi?”
Baktım, baktım. Göremiyordum. Görünmez olmuştu karşımdaki kişi. Suyun bana ait olup olmadığını soran sözler, adamın ağzından öylesine çıkıp gitmişti. Fakat bu öylesinelik, hiç de öylesine değildi. Bir kültürün, medeniyetin doğuşu, fakat saygınlığın kaybedilişi gibiydi. Canlıydı üstelik. Yakındı; aynı zamanda uzaktandı ses. Rahatsız edici, fakat gerçekti. Bende öyle canlanmıştı her şey. Suyu önemseyecek kadar düşünceli, kim olduğumu umursamayacak kadar üstten bakışlı biri olmalı, diye düşündüm. “Olsun,” dedim. “Ne kadar mühim biri olduğumu herkes hemen fark etmeyebilir.”
Taksiye bindim. Gece ve deniz karanlıktı. Sahil yolundaki trafik lambalarında bekleyen araçların sayısı hiç de az değildi. “Bu saatte kim, nereye gidiyor? Ne iş yapıyor bu kadar insan?” diye düşündüm. Sonra yine Tacettin Abi geldi aklıma. O, hiç bu saatlerde dışarı çıkmazdı. Bir türlü ayrılamadığım; veda etmek için sarılmak riskini göze alamayan Hakan Abi da çıkmazdı. Bir keresinde Yusuf, kaba bir hesapla Kars insanının ortalama bir ömrünün çok azını dışarıda geçirdiğinden bahsetmişti.
“Bizimkiler burdan gidirler İstanbul’a, İzmir’e, sonra dirler bu adamlar neden bu kadar kabadır, sağa sola bakınırlar? E kardeşim ne yapsın, adam görmemiş ki? Adam burada sekiz saat uyur, gündüz de sekiz saat bilfiil köpek gibi çalışır. Hava desen beş dedin miydi kararır, tipi de varsa tamam, bitti daha çıkamaz. İşten sonra eve gelir yemek yir, biraz da ailesiyle vakit geçirdi miydi ondan sonra vurur kafayı uyur. Bu adam şimdi nereden görsün kadınları kızları sokakta sağ olmuş?”
Kalacağım misafirhaneye doğru ilerledim. Kapıdaki resepsiyon görevlisi, kendinden emin biçimde rezervasyonum olup olmadığını sordu. Tabii, öyle eli boş gelinmezdi. Bir an, ağzımdan çıkacak herhangi bir nükteli söz ya da esprinin karşımdakince anlaşılmayacağı geçti aklımdan. Kendini bilen biriydim, yanımda getirdiğim tek hazine de buydu. Tek kişilik rezervasyonumun olduğunu söyledim bir ciddiyet içinde. Bana en kral daireyi vermesini beklemedim. Alelade, daha önce binlerce kişinin içinde yatıp kalktığı, sıradan bir otelin sıradan odasını verdi zaten bana. Aşınmış, fakat kaliteli malzemeden yapıldığını anladığım zemine ayaklarımı bir kez vurdum. Merdivenlere giden kırmızı halı göz kamaştırsa da detaylara takılamayacak kadar yorgundum. Tek hamlede çevirdim anahtarı kilidin içinde. Bıraktım kendimi yatağa…
Ertesi gün, öğleye doğru odanın bulunduğu koridorun başındaki masada oturan temizlikçi kadın uyuyakalmıştı. Bir ara kafasını kolundan ayıran kadına selam verdim. O da bana selam verdi. Muhtemelen doğuluydu. Beni görmüştü. Görüldüğümü fark etmiştim. Fark edilmek… Fark edilmek korkusu. Fark edilme kaygısı. İşte, insanları birbirine bağlayan şey buydu: Her şeyin temelindeki kaygı. Eksiklik. Çünkü, sıradan bir bakışın dahi içerdiği sorumluluk vardı. Bunu temizlikçi kadının bakışlarından anlayabilmiştim. Bana uzun zamandır yabancı olan bir bakıştı bu. Muhtemelen o da, hayatının belli bir kesimine kadar bu bakışa sahip değildi. Her şey şehre gelince başlamıştı. Şehrin muhtelif yerindeki herhangi bir göz kaçırma, orada mutlak kayda değer bir anlama işaret ediyordu, ne korkunç. Oysa geldiğim yerde bakışların değeri yitikti. Herkes herkesten çekinirdi. Yokmuşsun gibi, yoklar gibi davranmak kolaydı. Yoktu çünkü. Gerçekten de yoktu, eksikliklerle karıştırılmaması gereken bir yokluktu bu. Sıfır. Yine de hocalarına saygı duyarlardı. Bir. Kapıdan çıkarken resepsiyondaki kadına iyi günler diledim. Geceki kızla nöbet değişmişlerdi. O da bana yüksek sesle “İyi günler” dedi: Sanki, yeterince yüksek sesle söylemediğimi vurgulamak ister gibi, değil, Tanrım. Sesim çıksındı biraz. Kimse ağzıma bakacak değildi. Bir lütuf değildi günaydın, merhaba, nasılsın. Bir zorunluluktu artık. Hedefi haline geldiğim her bakışın taşıdığı sorumluluğun bilincine girmiştim. Bakmak istemiyordum. Kimseye görünmemeliyim. Hayır. Nerede olduğumu bilmeli. Ellerimi hissediyorum artık. Her fark ediş, aynı zamanda varlık nedeni. Bir kaygının başlangıcı. Doğum. Ne olacaktı? Yeterince cevap var mıydı bakışlara? Yeteri kadar birbirimizi anlayabilecek miydik her konuşmada? Yoksa daha çok anlaşılmamak için daha çok mu konuşacaktık?
Ertesi gün hafta sonuydu. Pandemide, sokağa çıkma yasağı vardı. Denizi görmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Attım kendimi, tutamadım biraz da, ne yapayım. Kaçtım. Az çok yaşayacağım çevreye adapte olmak amacıyla, sokak arasında gördüğüm ilk kişiye laf attım. “Tekirdağ’da yasak var mı ya?” diye sordum. “Tabii ki var” dedi, elindeki ekmek poşetini göstererek: “Bak ben ekmek almaya çıktım, aksi halde ceza yazarlar,” dedi gözlerini belerterek. “Öyle benim başım döndü, hava almaya çıktım, bunlar mazeret sayılmıyor. Geçerli bir nedenin olması gerek, aksi halde ceza yazarlar. Yasak tabii var” diye ekledi altmış yaşındaki beyaz maskeli adam, beni de karşısına almıştı. Bir anda kendimi kötü hissettim. Utanmıştım. Suçluydum. Yenilmiştim sanki. Yerli olmaktan uzak, onlar gibi olmam gerekirmiş de olamayacağımı şimdiden anlamış gibiydim. Üstelik ben orada gençlerin elinden tutarken, burada bir yaşlı bana ders vermişti. Fakat bütün bunları da suçlayıcı bir tonda söylememişti. Ben öyle hissetmiştim. Çünkü gerçekten de kuralları çiğnemiştim. Kuralları kim koyuyordu? Kuralları kabul etmek onlara uyulması gerektiği anlamına gelir miydi? Evet, gelirdi. Soru sormaya da değerdi.
Pazartesi ilk iş Milli Eğitim Müdürlüğüne doğru yol aldım. Olabildiğince giyimime dikkat eden biriydim. Her ne kadar görülmeye değer bulunmasam da insan arardı. O aramasa, bakışları arardı. Ayakkabımın modeli, rengi, şekli ile paçalarımdan yükselen pantolonumun uzunluğunu belli ettiği boyumun tam bir ölçüsü, bir ayna karşısında kabaca bir ön değerlendirme. Bir göz ucu yeterdi çoğu zaman onaylamaya. Her yorum, bakışlara dahildi. “Daha dikkatli olmalı” diye düşündüm. Hata yapmamalıyım. Çünkü her an bir bakışı daha üzerime alabilirim, bu da beni onlara karşı borçlandırır. Bu borcu en iyi şekilde ödemek için iyi giyinmek zorundayım. İyi olmak zorundayım. İşimi iyi yapmalıyım. Kurallara en iyi şekilde uymalıyım. Aksi halde bunun karşılığı beklediğimden daha düşük sesle, fakat daha büyük bir yankı uyandırabilirdi. Bunu derinden hissediyordum. Geliyordu. Kendi sesimin ekosuna kulak verdim: Geliyordu, kaygı, kaygıydı bunun adı. Gözden kaçırdığım boş bir alan kalmamalıydı. Her yeri taramalıydım, fakat yerimi belli etmemeliydim. Her şey kuralına uygun olmalıydı. Mükemmele gitmeliydi her şey. Mükemmel denilen, o önceden belirlenmişlik. İsimleri kurallarının arkasında kalan yazıp çizerler tarafından belirlenenlerin uygulamasıydı mükemmellik, en mükemmel biçimde.
Atama birimindeki memur, bilgilerimi aldı. Bir an, ben de onlara kendi sınırlarımı belli etmek isteyen bir tavırla karşı koymak ister gibi bilgilerimi vermekte bir an tereddüt ettim. Geçersiz bir tavırdı bu. Bir anlamı yok. Çok çok bu mesleğe devam etmeyecektim. Dersimi alacaktım. Ders verdiğim edebiyatı kendim icra etmeye kalkacaktım. Şaka tabii. Haşa. Ne haddime. Son derece kendinden emin memur, imzalayacağım kağıttaki boş yerleri işaret etti. Görmüştüm. Hiç boşluk kalmamalıydı. İşini iyi yapıyordu. Yemeğini yanında getirmişti orta yaşlı memur. Masasının üzeri kalabalıktı. Bütün yatırımını kendine ve çocuklarına yaptığını anlıyordum. Bana nereden geldiğimi sordu, kibarca. “Kars’tan” yanıtını verdim. Bana bir öğretmenin adını sordu. Tanımıyordum. Oysa Kars küçük yerdi. Herkesi tanıdığımı sanırdım. Kars’ı avcumun içi gibi biliyordum. Böyle bir ismin dikkatimden kaçmış olması mümkün değildi. “Hayır” dedim, “Kars’ta olduğuna emin misiniz?” “Evet” dedi. “Hatta 6 yıldır orda çalışıyor.” Şaşırmıştım. Önemli değildi. Önemliydi. Değildi. Önemi çok abartıyorlar. Bir diğer memur kadın, Kars’ı merak ettiğini, orayı görmek istediğini belirtti. Acaba, o da benim gördüklerimi görebilir miydi? Sanmıyordum. Konuşmaktan sıra mı gelirdi. Herkesin, her şey hakkında bir yorumu vardı. Oysa Kars’ta yok, yoktu. Kars’ta sessizlik vardı, ağırlık vardı ve bu sessizliği delip geçen çığlıklar şeklinde fısıltılar. Kısacası bir öğretmenin geçirgen, ayırt edici, boş bir levha gibi pırıl pırıl zihinlere sahip öğrencilerine vereceği onlarca ders vardı. Öğretme arzumun da günden güne azaldığını, eskisi gibi olamayacağımı sezinlemiştim. Maaş birimine uğradım. Yeni bir banka hesabı açtırmam gerekiyor. Daha çok kazanmam, daha çok harcamam gerekiyor, ki buraya kadar geldiğime değsin. Sahi, ne için geldim buraya? Değmeyebilirdi. Hiçbir şeye değmeyebilirdi. Hiçbir şey, hiçbir şeye değmeyebilirdi. Her ay bin lira daha kenara koyacağım diye bu kadar değişiklik yapmaya hakkım var mıydı? Evet, vardı. Hakkımı kullanmıştım. Tayin hakkımı kullanarak buraya gelmiştim. Hakkımla kazanacaktım. Daha ev bakacaktım. Buzdolabı, çamaşır makinesi, TV, mutfak eşyası, çaydanlık… Bir sürü masrafa girecektim. Doğalgazı açtıracaktım. Evi temizletecektim. Ve daha burada yaşamaya alışacaktım. Aman Allah’ım, alışmak, ne korkunç geliyor kulağa! Ama evet, buna mecburdum. Çünkü ben memurdum.
0 notes