Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Rüzgara Karşı
Bu sabah 09:00 gibi uyandım. Her zamanki gibi kendime gelmem uzun sürdü. Bir elimde kahve bir elimde büyük ekran cep telefonum, odamdaki kanepede oturdum anlamsız ve amaçsızca sosyal medya hesapları arasında gezinip durdum. Duvarlara bakıp, düşüncelere daldım, yine telefonu elime alıp oyalandım. Öyle böyle derken bir saat geçmiş. Çatı katındaki odamın küçük üçgen penceresinden parlak bir bahar…
View On WordPress
1 note
·
View note
Text
Avrupa'da Kayak - İtalya Bormio
Avrupa'da Kayak – İtalya Bormio
Bormio’da kayağa gitmeye o kadar hızlı karar verdik ki ben bile şaşırdım. Zaten bu kararlar hemen alınmazsa olmuyor, organizasyon yapma çabaları uzadıkça uzuyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Beş kişilik küçük grubumuzla geçen sene defalarca konuşmamıza rağmen bir türlü tarihleri denk getirememiştik. Ayrıca birinin beğendiğini öbürü beğenmedi, birinin fiyatı öbürüne uymadı, tatil programları…
View On WordPress
0 notes
Text
Snowboardçu Tipleri
Birkaç çeşit snowboardçu var. Bazıları hız seviyor ve gözü karartıp son sürat aşağıya inmekten dışında pek önemsedikleri bir şey yok. Güzelce carving yaparak, rüzgarı burun deliklerine doldurarak adrenalin zirvesine ulaşabiliyorlar. Elbette her snowboardçu geliştikçe daha hızlı kaymaya başlar ancak bazıları daha önce hızlanır. Bunlar genelde arabayı da hızlı kullanmayı seven, motora binmekten…
View On WordPress
0 notes
Text
Snowboard ta Off-Pist, Bolkar ve Tehlikler
Snowboard ta Off-Pist, Bolkar ve Tehlikler
Geçen gece rüyamda snowboard yaparken çığ düşüyordu. İki arkadaşım önden gidiyor, çok dik bir yamacın başına geliyoruz. Fazla duraksayıp aşağıya bakmıyorlar ve kaymaya başlıyorlar. Bense alabildiğine toz karla kaplı yamaçtan aşağı bakıyorum, eğimi gözümde kestirmeye çalışıyorum. Etrafta kaya, ağaç, çalı var mı görüp ona göre iniş planımı oluşturma niyetindeyim. Ama tertemiz, sadece beyaz uçuşan…
View On WordPress
0 notes
Text
Erciyes'te Splitboard (Ayrık tahta)
Erciyes’te Splitboard (Ayrık tahta)
Erciyes’te Splitboard (Ayrık tahta) Geç başlayan bir sezonu sanırım bu sefer bitirdik. Harika yepyeni maceralarla bir dolu bir sezon geçirdim. Keşke bitmese, hep devam etse ama işte hayatın gerçekleri bambaşka. Artık bahar geldi, önümüz yaz. Ümit edemiyorum sadece hayal kurabilirim artık. Bir daha ne zaman kayabilirim hiçbir fikrim yok. Ne kadar bekleyeceğim, yoksa vaz mı geçeceğim…Yine de…

View On WordPress
0 notes
Text
Avusturya'da Kayak ve Snowboard - Bu sefer Mayrhofen
Avusturya'da Kayak ve Snowboard – Bu sefer Mayrhofen

Aralık ayında son ana kadar memlekette kar yoktu pek ve bu durum hala sezonu açamadığım için beni endişelendiriyordu. Aylar öncesinde tenis takımımdaki kızlar tarafından yapılmış Mayrhofen programına da dahil olmamıştım ve kar bekleyerek kös kös oturmaktaydım. Kızlar biletleri almış, transfer ve oteli çoktan ayarlamıştı. Seyahatlerine yaklaşık bir hafta kala son detayları konuşmak üzere…
View On WordPress
0 notes
Text
2019 Snowboard-Kayak Sezonu Nerede Açılır?
2019 Snowboard-Kayak Sezonu Nerede Açılır?
Artık sağdan soldan gelmeye başladı düşen kar haberleri. Biraz Erciyes’ten biraz Sarıkamış’tan, biraz Palandöken’den ümit var gibi kısa vadede. 2018-2019 kış sezonunu nerede açacağız henüz belli değil ama sanki Erciyes biraz önde gidiyor gibi. Yılbaşından önce snowboard ve kayak için yeterli kar olup ta pistler açılırsa çok şahane olacak. Aralık ayına girdiğimiz şu günlerde beklenen kar…
View On WordPress
0 notes
Text
Snowboardun Diğer Sporlarla İlişkisi
Snowboardun Diğer Sporlarla İlişkisi
Snowboard yapmaya başlamadan önce bir çok spor dalını deneme ve az buçuk yapma şansım olmuştu. Ortaokulda yapmaya başladığım sporlar arasında atletizm, tenis, tekerlekli paten, buz pateni, masa tenisi sayılabilir. Elbette sokakta yaptığımız ip atlama, koşuşturmaca oynama, yakan top, sokak futbolu ve basketbolu gibi egzersizleri de sayabiliriz. Üniversite ve sonrasında yüzme, kayak, fitness, tenis…
View On WordPress
#snowboard#snowboard crossfit#snowboard dağcılık#snowboard denge#snowboard diğer sporlar#snowboard güç#snowboard için kas güçlendirme#snowboard ilişkili sporlar#snowboard karın kası#snowboard kas gücü#snowboard kondisyon#snowboarda hazırlık
0 notes
Text
Jake Burton Carpenter, Snowboardun efsane ismine veda...
Jake Burton Carpenter, Snowboardun efsane ismine veda…

Geçtiğimiz günlerde modern snowboardun kurucu isimlerinden Jake Burton Carpenter hayata veda etti. Snowboardla ilgilenen hemen herkesin çok yakından bildiği Burton markasının arkasındaki adam, kendi isminden bir efsane yaratmayı başarmış. Sadece ülkesi Amerika’da değil, tüm dünyadaki snowboardçuların duygularına hitap etmeyi her zaman çok iyi bilmiş. Tutkusunun peşini hiç bırakmadan hem bu sporu…
View On WordPress
#üzme tahtası#burton#burton markası#burton snowboard#burton snowboard başlangıç#ilk snowboard#jake burton#jake burton ölümü#jake burton carpenter#kartahtası#snowboard#snowboard markası#snowboard tarihi#snowboardun kurucusu
0 notes
Text
Maratonu koştuk... Peki ya sonrası?
Maratonu koştuk… Peki ya sonrası?
Maraton koşmak hep aklımı kurcalayan bir şey olmuştur. Üç beş kilometre koşu bandında koştuğum zamanlarda bile hep maratoncuların nasıl olup ta 42 km boyunca koşabildiklerini düşünüp düşünüp hayret etmişimdir. Böyle bir denemeye kalkışmayı bırakın, tahayyül ederken bile yorulmuşumdur. Benim bildiğim gördüğüm tek maraton çeşidi yol maratonlarıydı açıkçası. Meşhur Avrasya maratonu ile boğaz…
View On WordPress
#koşu sonrası#koşu sonrası bacak ağrısı ne zaman geçer#maraton bacak ağrısı#maraton ertesi gün#maraton hedefi#maraton sonrası#maratondan sonra ne yapmak lazım
0 notes
Text
18 Ekim öğlene doğru Kapadokya ultra maratonuna katılmak üzere yola çıkıyorum, ablam arabayı sürüyor, ben ayaklarımı uzatıp ertesi günkü yarış için maksimum enerji toplamaya çalışıyorum. Bu süreçte yanımda olması bana güç veriyor, yarın kuzenim de gelecek ve ben daha da güçleneceğim diye düşünüyorum. Bu koca yarışta kendimi biraz yalnız, biraz yabani, biraz ürkek hissediyorum. 47 yaşıma yeni girdiğim şu günlerde, ilk maratonuma katılacağım ve sadece 3,5 aydır hazırlanıyorum. Parkur nefis, doğa harika olacak, tadını çıkarmak ve temiz havayı ciğerlerime doldurmak istiyorum. Tüm dünyadan gelen atletlerle aynı havayı solumayı, enerjilerini hissetmeyi, kendimi bir adım yukarıya taşımayı umuyorum. Tüm bunların yanında en çok ta parkuru tamamlamayı istiyorum. Parkur 38 kilometre ve 7 saatlik zaman diliminde bu mesafeyi tamamlayabilmeyi çok arzuluyorum. Bu benim için büyük bir bilinmez ve kapasitem buna yetecek mi, yeterince hazırlandım mı merak ediyorum. Heyecanım da bundan kaynaklanıyor, ya yapamazsam endişesi ile dolup taşıyorum. Daha önce yazılarını okuduğum sporcular arasında ilk ultra koşusunu burada yapmış olanlar da vardı ve bir tanesi yarış zamanına yetişemiyordu ve cutoff oluyordu. Ne kadar iyi çalışmış ve hazırlanmış olursak olalım, ufak bir sakatlık, ters giden işler, gereksiz oyalanmalar, akıl tutulmaları bizi cutoff a düşürebilir.
Cutoff cutoff diyoruz da, nedir bu cutoff? Zaman limiti diyebiliriz aslında. Benim katıldığım 38 kilometrelik parkur kısa parkur olarak geçiyor. 63 km orta ve 119 km ise ultra parkur olarak koşuluyor. 38 kilometrelik parkur boyunca 2 tane istasyon var. İlk istasyon başlangıçtan 11,2 kilometre uzaklıkta. Bu ilk 11,2 kilometreyi 2 saat içinde kat etmek yani saat 12’yi geçmeden ilk istasyona varmış olmak zorundasınız. Yoksa zaman limitini aşmış olduğunuz içi diskalifiye ediliyorsunuz. Yarıştan kesiyorlar sizi, cutoff oluyorsunuz. İlk istasyonla ikinci istasyon arası 12,6 km ve buradaki zaman limiti 2,5 saat. Yine aynı şekilde ikinci istasyona 2,5 saat içinde ulaşamazsanız madalyaya elveda demeniz gerekiyor. Bununla da kalmıyor, ikinci istasyon finish arasını yani son 14,8 kilometreyi de 2,5 satte koşmanız gerekiyor zaman limitleri içinde kalmak ve diskalifiye olmamak için. İlk bu yarışla ilgilenmeye başladığımda zaman limitlerine bakmış ve ne var bunda yaa ben rahat yaparım demiştim. İki saatte 11 kilometre sallana sallana yürüsen yapılır, toplamda da bakınca 38 km, 7 saat, yani ortalama 5,7 km/saat hızla gitsen oluyor ki ben zaten 6km/saat ile yürüyorum. Aralarda azıcık koşsam, gerisini yürüsem gayet kolay bitirebilirim diye düşünmüştüm.
Sonra biraz daha yakından inceledim, daha önce katılmış olanların yazılarını okudum, bu parkuru koşmuş arkadaşlarımı dinledim ve gördüm ki aslında pek te kolay olmayacak. Yokuşlar ve tırmanışlar kadar bazı inişler de hızımı kesecek. Azıcık dalsam, oyalansam, iki fotoğraf çekeyim, istasyonda bir şeyler atıştırayım desem zaman limitine takılacağım. O yüzden işi ciddiye aldım ve antrenmanlarıma yokuş yukarı etapları da katmaya gayret ettim. Yine de koşmaya çok geç başlamış biri olarak yeterli bir hazırlık sürecim olamadı. Önce sigarayı bıraktım, sonra aldığım kiloları vereyim diye koşmaya başladım. Madem koşuyorum maratona katılayım bari dedim ve kendi çapımda hazırlanmaya başladım. Hiç bir gruba katılmadım, hiç bir metodolojiyi takip etmedim. Bol bol araştırdım, okudum ama hiç bir antrenman programını birebir takip etmedim. Bu benim bireysel meydan okuyuşumdu, tek başıma başladım ve kendimle yarışmak üzere çıktığım bu yolda yine tek başıma koştum. Bu koşuyu bitirmek benim için önemliydi çünkü hayatımda bir çok değişikliği aynı anda yaptığım bir dönemdeyim. 20 küsur yıldır çalıştığım sektörü ve 13 yıldır çalıştığım şirketi 1 Ekim itibarı ile bıraktım. Çok zor bir karardı benim için ama almak zorundaydım. Yenilenmek ve daha farklı işler yapmak istediğimi biliyorum. Yine de bu kararı alana kadar korkularımla yüzleşmem, onları geçmem ve konfor alanından çıkmam gerekiyordu. Maratona hazırlanma sürecinde sürekli bunları evirip çevirdim aklımda, doğru mu yapıyorum, bundan sonrasında yeni bir sayfa açıp sıfırdan başlayacak gücüm olacak mı, enerjimi ve motivasyonumu koruyabilecek miyim gibi pek çok soru ile beraber koştum. Bu maratonu bitirmek ve madalya almak benim için tüm bu soruların olumlu olarak cevaplanması anlamına geliyordu. Kendime olan inancımı tazeleyeceğim, geleceğe güvenle bakabileceğim anlamına… Parkurun tadını çıkarmak ve yarışın havasını solumak ta güzel tabii ama ben bitirmek ve bu parkurdan zaferle çıkmak istiyordum.
18 Ekim Cuma akşama doğru Ürgüp’e ulaştık, aylar önce rezervasyonunu yaptırdığım otelimize giriş yaptık. Yaklaşık 2600 sporcunun katıldığı bu organizasyon dolayısı ile yarış başlangıç ve bitiş noktasına yakın otel bulmak için önceden rezervasyon yapmak şart denebilir. Geciktikçe fiyatlar inanılmaz artıyor ve yer bulmak güçleşiyor. Uygun fiyatlı, yarışa alanına yakın, az yıldızlı Dedeli delüxe otele giriş sonrası ablamla ayrılıyoruz ve standa alanlarının yakınında buluşmak üzere sözleşiyoruz. Ben yarış kayıt merkezine doğru yürürken bizim otelden çıkan İran’lı bir çocuğa yol soruyorum, ben de oraya gidiyorum gel beraber gidelim diyor. Bir taraftan muz yiyor bir taraftan su içiyor. Onu görünce panik oluyorum, yeterince muz yemedim mi, yeterince su içmedim mi acaba diye kendimi sorgulamaya başlıyorum. Kapadokya’ya ilk gelişiymiş ve uzun süredir koşuyormuş. Benim ilk koşum olduğunu duyunca bol bol su iç şimdiden diye öneride bulundu. Yolun ortasında yemek fişini unuttuğunu hatırladı ve otele geri döndü, onu bir daha görmedim.
Yarış merkezine giden yolda Kapadokya Ultra Trail tişörtlerini giymiş insanlara rastlamaya başladım. Dünyanın her yerinden gelmiş insanlar, rengârenk, cıvıl cıvıl ortalık. İçime bir mutluluk bir heyecan dalgası yayıldı.Daha öncesinde randevu aldığım için yarış merkezinde işler kolayca halloldu. Çantam kontrol edildi, imzam alındı ve yarış kitimi teslim aldım. İçinde göğüs numaram, takip çipim, tişörtüm, bilgilendirme kitapçığım, açılış yemeği fişim, bir kaç çıkarma ve broşürler vardı. Kalabalığı takip edip konferans salonuna gittim ama anlatılanları anlamayacak kadar heyecanlıydım ve ablamı daha fazla bekletmek istemediğim için oradan ayrıldım, merkeze doğru yürümeye başladım. Saat 19:00 da başlayacak makarna partisine çok geç kalmak ta istemiyordum doğrusu.
Ablamla buluşup biraz stantları gezdikten sonra açılış yemeğinin verildiği alana doğru ilerledik. İnanılmaz bir kalabalık vardı ve sanki yarış değil festival için gelmiştik. Ertesi gün yapılacak yarışın heyecanı herkesi sarmış olmalıydı ki gördüğüm tüm yüzler hem neşeli hem endişeliydi. Ya da sadece bendim endişeli olan belki de, insan herkesi kendi gibi bilir derler ya… sonuçta fiziksel kondisyonum burada bulunan pek çok sporcunun epey gerisinde, sırf vücut yapılarına bakarak anlıyorsun atlet olduklarını. İnce uzun bacaklar, baldırlardan fırlamış kaslar, dümdüz karınlar, üçgen vücutlar etrafımda geçit töreni yapıyorlar… Evet, yakından bakınca hepsi gayet sakin ve neşeliler. Bendeki gibi panik bakışlar yok etrafımda. Mutlu, güvenli, keyifli enerji dalgaları yayılıyor her yere ve ben de bu hoş ortama kendimi bırakıyorum. Yemek sırası inanılmaz uzun ve aklımda bu düşünceler, bekliyoruz. Yemek fişini sadece koşucular için veriyorlar, ablam da eşlik etmek adına benimle bekliyor kuyruğu. Arada boş ver gel dışarıda yiyelim ne istiyorsan diyor ama ben kalmak ve organizasyonun yemeğinden yemek istiyorum. Ortamı biraz daha hissetmek ve kendimi yarına hazırlamak için diğer yarışçıların enerji dalgalarına yakın olmaya ihtiyacım var. O sırada bir kadın yaklaşıyor yanımıza, elinde bir fiş uzatıyor, ‘yemek fişi isteyen var mı, bizde fazla’ diyor. Sevinçle alıyoruz, sanki bizim için gönderilmiş bir melek gibi geliyor kadın. Ablam için de yemek fişi almış oluyoruz böylece.
Çorba, tavuk sote, makarna, salata ve tulumba tatlısı var menüde. Tabaklarımızı alıp kendimize bir yer buluyoruz. Çorba inanılmaz lezzetli geliyor. Hem besleyici hem tadı muhteşem. Evet diyorum içimden, bu çorbayı içen kesin bu yarışı bitirir. Tabağımı silip süpürüyorum hatta ablam da biraz takviye yapıyor bana.
Zaten son bir kaç gündür çok sağlam besleniyorum. Suyum muzum maden suyum hiç elimin altından eksik olmuyor. Bir süredir eczaneden aldığım kollajenleri de kullanıyorum. KoenzimQ, Alfa lipoik asit, mineral ve vitamin kompleksi gibi takviyeler de aldım son bir ayda. Yaşım tüm bu destekleri almamı gerektiriyor, ne de olsa ilk maratonumu koşmak için pek te genç sayılmam. 47 yaş bu spora başlamak için geç diyenler varsa bence bir kere daha düşünsün. Hiç bir zaman hiç bir şey için geç değil. Her şey sadece ne kadar istediğinizle orantılı ve bu istediğinize ulaşmak için ödemeyi göze aldığınız bedelle…
Bu organizasyonun ana sponsoru Salomon ve tüm maraton boyunca marka damgasını vuruyor. Biz yemeğimizi yerken çekiliş başlıyor. Salomon 10 tane ayakkabı dağıtıyor çekilişteki şanslı numaralara. Acaba diyorum, yemek fişlerimiz arasından mı çekiliş yapılıyor yoksa daha öncesinde adımızı yazdırmak mı gerekiyordu. Çekiliş olacağını daha önce duymamıştım, o yüzden belki genel, herkesin olduğu numaralar arasından çekiliş yapıyorlardır diye ümit ederek şanslı numaraları dikkatle dinledim. Benim numaram çıkmadı tabii ama Salomon’nun ultra trail ayakkabılarından biri bana çıksaydı epey mutlu olurdum. Yemek sonrası fazla oyalanmadan otelimize gittik, erkenden yatıp iyi bir uyku çekmek istiyordum. 119 ve 63 km yarışı sabah 7 de başlayacaktı, bizim parkur ise saat 10:00 da. Bir kaç görevliye ayrı ayrı sordum, yarın kaçta burada olmam gerek, yarıştan önce yapmam gereken bir şey var mı diye. Özel bir şey yokmuş, on dakika önce bile gelsek yetermiş… Ertesi sabah 06:00 da kalkmayı ve kahvaltı yapmayı planlamıştım. Yanımda ekmek, fıstık ezmesi, muz ve maden suyu getirdim. Otelin kahvaltısı yanında önerildiği gibi fıstık ezmeli ekmeğimi de yiyeceğim.
Heyecandan uyuyamazsam diye korkuyordum ama hemencecik uykuya dalıverdim. Sabah ta çalan alarmımla hemen zıplayıp kalktım. Beslenmemi bir an önce yapıp sindirimimi yarış öncesi tamamlamayı hedeflemiştim. Market torbamı açıp içinden ekmeğimi ve fıstık ezmemi çıkarayım dedim, o da ne…fıstık ezmesi yok… Aradım taradım, valizlere, diğer torbalara baktım yok… herhalde markette kasada unuttum dedim ama artık çok geçti. Fıstık ezmesi yemezsem ölmem dedim ve üzerinde fazla durmamaya çalışarak kahvaltıya indim. Sindirememekten korkarak yumurtadan uzak durdum. Bir fincan kahve aldım ve otelin ekmekleri ile hazırlamış oldukları kahvaltı tabağındaki peynirlere gömüldüm. Sıradan bir kahvaltı yaptım diyebilirim. Zeytin peynir domates salatalık… çikolata sürülmüş ekmek dışında aşırı bir şey yoktu. Odaya çıkıp soda içmeye muz yemeye devam ettim. Artık yavaş yavaş ne giyeceğime karar verip, çantamın son kontrollerini yapmaya başlayabilirdim.
Bir yarış önerisini daha ihlal ederek daha önce denemediğim bir malzemeyi kullanıyor ve yarış kitinde vermiş oldukları Salomon Kapadokya 38 km tişörtünü giyiyorum. Rengi çok hoşuma gidiyor ve acayip rahat hissediyorum içinde. Okuduğum tüm yazıların hemen hepsi en basit bir tişörtü bile daha önce kullanmadığınız malzemeler arasından seçmeyin diyordu. O kadar uzun mesafede en ufak bir rahatsızlık, sürtünme, batma işkenceye dönüşebilir ve yarışı size zehir edebilir diyorlardı. Tişörte şöyle bir baktım, tam olarak maraton koşmak için yapılmıştı, bedeni tam gelmişti, kumaşı harikaydı. Önerileri dinlemeyip kafamın dikine gitmeye karar verdim. Görünen köy kılavuz istemez derler, bu tişört dört dörtlük, bu yarış beni çok rahat ettirir dedim ve giydim. Planladığım gibi taytımı ve nike koşu ayakkabılarımı kullandım, yeni çantamı hazırlamaya başladım. Yağmurluğumu düzgünce katlayıp yerleştirdim, düdük ve acil durum battaniyesi zaten içindeydi. Bardağımı kenarına taktım. Olur da gerekir diye telefon için yedek güç bankasını ve kabloyu ön göze koydum. Benim için antrenmanların en önemli aksesuarlarından biri haline gelmiş havlumu arandım. Ortalarda göremeyince valizi tekrar döktüm. Valizde bulamayınca koşu çantamı açıp acaba burada mı kaldı diye deştim. Orada da bulamayınca ablamın valizini bile eşeledim. Aradım taradım yok. Küçük bir el havlusu ama yaptığı iş o kadar önemli ve büyük ki benim için. Koşarken çantamın kenarına sıkıştırıveriyordum ve lazım oldukça çıkarıp alnımdaki, yüzümdeki teri siliyordum. O kadar uzun bir yarışı havlum olmadan nasıl çıkarırım bilemiyorum. Çok canım sıkıldı, söylenmeye başladım. halbuki önem derecesi en yüksek malzemelerimden biriydi o havlu. Gelmeden önce özenle yıkamıştık ve yanıma aldığıma o kadar emindim ki son anda çıkmayınca neredeyse panik oldum. Ablam bir yandan beni sakinleştirmeye bir yandan da çözüm üretmeye çalışıyordu. Oteldeki havluları kesmekten, gidip sokaklarda havlu satan bir yer aramaya kadar çeşitli alternatifleri gözden geçirdik. En sonunda temiz havlu çoraplarımı bel çantamın kenarına sokuşturmaya ve terimi onlara kurulayacak olmaya ikna oldum. Kahvaltıya inerken karşı odanın kapısı açıktı ve içeri de üç tane kız görmüştüm, benim gibi 38 km nin lacivert renkli maraton tişörtünden giymişlerdi. Günaydın demişlerdi İngilizce ama sanırım onlar da İran’lıydı dün akşam tanıştığım çocuk gibi. 08:45 gibi başlangıç noktasında olmak istiyorum ablam çok acele etme diyor. Oysa ben daha yarış hız çipimi nereye takacağımı bilmiyorum ve ayrıca göğüs numaramı nasıl iğnelesem karar veremiyorum. Sonunda dayanamayıp karşı kapıya gidip kızlara soruyorum şu yarış çipini nereye takıyoruz diye. Çantalarına takmışlar bana gösteriyorlar. Rahatlayıp teşekkür ediyorum ve odama geri dönüyorum. Göğüs numaramı nasıl iğneleyeceğimi sormaya utanıyorum, o kadar da değil artık. Odama dönünce ben de onlar gibi müzik açmaya karar veriyorum. Müzik beni neşelendiriyor ve enerjim yerine geliyor. Günlerdir iyi beslenmiş, enerjisini toplamış yarış atı gibiyim. Yerimde duramıyorum, dans etmeye başlıyorum. Sonunda her şey hazır, yarış alanına gidiyoruz. Ben göğüs numaramı hala takmadım. Etraftaki insanlara bakıyorum nereye nasıl iğnelemişler diye. Kimi göğsüne sadece üstten iğnelemiş, kimi dört tarafını sabitlemiş. Bazısı belinin altına, bazısı göbeğine tutuşturmuş. Ben de rahat edeceğimi düşünerek üstten iki minik kancalı iğne ile göğüs hizamda sabitliyorum. Ne süper fikir ki göğüs numarasının hemen altında parkurun eğim ve kilometrelerini gösteren bir harita var. Nerde olduğumu anlamak için kullanabileceğim faydalı bir ayrıntı.
Ben yeni bir koşucuyum, bundan sonra koşmaya devam edecek miyim onu bile bilmiyorum, o yüzden bir koşucu saati almadım kendime. Kapadokya resmi sponsorlarından Suunto saatler oldukça başarılı incelediğim kadarıyla. Garmin saatler için de efsane diyorlar. Aslında telefon markalarının da akıllı saatleri kullanılabilir. Ben bir türlü hangisini alacağıma karar veremedim ve ayrıca onların nasıl kullanılacağını öğrenmek bile biraz kafa patlatmayı gerektiriyor sanki. O yüzden bu ilk yarışımda pas geçtim. 38 kilometre o kadar büyük bir yarış değil, epi topu iki istasyon var. Kolumdaki düz saate bakarak zaman ayarlaması yapabilmem lazım. Yarış stratejimi gözden geçiriyorum. Yokuşlarda hızlı yürü, koşabildiğin her yerde tüm gücünle koş. Bu Duygu ile en son yaptığımız stratejiydi. Normalde yavaş başla sonradan depar at gibi stratejiler olması lazım ya da istasyonlar arası hız ve nabız hedefleri koymak gerek ama benim şartlarımda geçerliliği olabilecek tek strateji bu. Zamanında bitirebilmek için güvenebileceğim bir hızım veya dayanıklılığım yok. Yapabildiğimin en iyisini yapmak dışında bir strateji de dolayısıyla olamıyor.
Suyumu içmeye devam ediyorum, artık muz yemekten maymuna dönüşmek üzereyim. Yarış alanına yakın bir kafede sert bir espresso içiyorum. Biraz ısınma yapsam iyi olacak ama enerjimi harcamak ta istemiyorum. Esneme yapayım diyorum dikkatim dağılıyor yapamıyorum. En sonunda ablamı da kaldırıp başlangıç noktasında önlerde bir yere geçiyorum. Ne kadar önde başlasam o kadar iyi, üç dakika beş dakika bile olsa faydasını görme ihtimalim varsa ne ala.
Sesler yükseliyor, sunucular heyecanımızı körüklüyor, 20 dakika öncesinden yerimi almışım, zaman geçmek bilmiyor. Resim ve video çekmeye çalışıyorum, adrenalin tavan yapıyor.
Kalabalık giderek çoğalıyor ve ben İranlı bir grubun ortasında sıkışıp kalmışım, batonlarım kimseyi rahatsız etmesin diye dikkatli olmaya çalışıyorum. Telefonumdan kayıt yapmaya başlıyorum, geri sayım başlıyor, 10, 9, 8, 7….
YARIŞ…. 38 kilometre
4,3 aman Allahım başlamak üzereyiz ben de artık toparlanayım derken 2, 1….kaydı kesip telefonu bel çantama yerleştirmeye uğraşarak harekete geçiyorum. Parkurun ilk etabında sağlam bir çıkışla karşılaşıyoruz. Birinci istasyona 11,2 kilometre mesafe var ve 2 saat içerisinde ulaşmam gerek. Kalabalığın rüzgarına kapılıp koşmaya başlıyorum ama yokuş o kadar dik ki bir kaç yüz metre sonra nefesim zorlanmaya başlıyor ama gruptan kopmamak için direniyorum ve koşmaya devam ediyorum. İnsanlar patır patır beni geçmeye başlayınca moralim bozuluyor, daha yarışın bu kadar başında pilim bitmek üzere gibi hissediyorum. Sonra kendi kendime hatırlatıyorum, on ikinci kilometre ikinci kilometreden daha kolay diyorum. Gerçekten antrenmanlarda da en zorlandığım kısım ikinci kilometre olmuştur hep. Sanırım ısınma açılma anca gerçekleştiği için bu başlangıç safhasında hem yavaş hem isteksiz oluyorum. Kendime bu hatırlatmayı yapınca rahatlıyorum, hem önümde artık koşmayı bırakmış yürümeye geçmiş insanlar beliriyor. Ben de hemen hızlı yürüyüş temposuna dönüyorum ama nefesim hiç iç açıcı değil. Ağzımdan nefes alıp verdiğimi fark edip kendimi uyarıyorum, ‘Bu bir maraton, nefesini dengele, insanlarla değil zamanla yarışıyorsun unutma’
İlk çıkışta Arnavut kaldırımlı sokaklar arasından geçiyoruz ve sonra Kapadokya’nın eşsiz vadilerine açılan bir patika ile araziye çıkıyoruz. O kadar kalabalığız ki, insanlara çarpmadan yürümeye ve patikada sıra kapmaya çalışıyorum. Dünya harikası kayaların arasından inişler sırasında trafik sıkışmış, yer yer geçiş sıramı beklemek ve durmak zorunda kalıyorum. Koca kayalar arası tek kişinin ancak geçebileceği dar ve dik patikalarda bekleme yapmak canımı sıkıyor zira yarış stratejime göre durmamam ve enerjim yettiğince hızlı yol almam gerek. Bazı sıkışık noktalarda etrafından dolanmayı deniyorum başkalarına bakarak ama çoğu yerde beklemekten başka çare olmuyor. Yokuşun dikliği yüzünden yavaşlamayı öngörmüştüm ama trafik sıkışıklığını hesaba katmamıştım. Bu noktalarda tahminimden daha fazla zaman kaybediyorum, daha ilk 5 kilometrede bile değiliz oysa ki. Trafik açılıp yol genişlediğinde yeniden sağlam bir tırmanış bekliyor bizi. Bir sürü cıvıl cıvıl genç var etrafımda, özellikle yabancılar doğa harikası oluşumlar karşısında büyülenmişler, resim çekiyorlar zaman kaybetmekten korkmadan. Oysa ben elimde batonlarım, ritmim bozulacak diye ödüm kopuyor. O kadar enerji dolular ki özeniyorum ister istemez. Manzara karşısında bir sürü poz verip arkamda kalmışken bir de bakmışım fırt fırt koşmuş beni geçiyorlar ve ilerideki tepede yine durup resim çekmeye devam ediyorlar. Eh, sonuçta bunlar tecrübeli koşucular, dünyanın en eşsiz doğa parkurlarında maratona katılıyorlar, güvenecekleri kasları ve nefesleri var.
Çıkışlar hiç bitmeyecekmiş gibi, saatime bakıyorum bir saat çoktan geçmiş. Bu da demek ki 1 saat içinde ilk istasyona ulaşmak zorundayım yoksa zaman limitine yakalanacağım. Yokuş hala çok dik, koşmaya çalışıyorum, zorlanıyorum. En hızlı tempomda yürümeme rağmen durmak zorunda olduğum zamanları telafi edebilecek miyim emin olamıyorum. Yokuşun birazcık azaldığı yerde koşuyor, geri kalan kısımda tempoyla yürüyorum. Tuvaletim geliyor ve ben endişelenmeye başlıyorum. Doğaya yapabileceğimi planlamıştım ama etrafım o kadar kalabalık ki göze alamıyorum. İstasyonda bu işi temiz temiz halletmeyi, bu arada çok ta zaman kaybetmemeyi umuyorum. Güzergah bizi tekrar medeniyete çıkarıyor, sokak aralarından, bina avlularından geçmeye başlıyoruz. Taş merdivene oturmuş yaşlı bir teyze dikkatimi çekiyor. Tam onu geçmişken arkamdan sesleniyor, bir şey düşürdüm diye… arkamdan gelen yabancı uyruklu kız düşen ter silme çorabımı bana uzatıyor. Biraz utanıyor, biraz seviniyorum. Daha ilk 10 kilometre bitmeden düşürdüysem, yarış sonuna kadar işim zor diye içimden geçiriyorum. Su haznesi sırtında olan çantama 1 litreden biraz az su doldurmuştum. İlk 11 kilometre için yeterli olduğunu düşünmüştüm ki gayet mantıklı bir yaklaşım olmuş. Su hem çok lazım, hem de çok alınca taşıması bir dert oluyor. O yüzden gereksiz ağırlık taşımamak için her şeyi çok ince planlamakta fayda var.
Güzel bir tempo tutuyorum, hafif bir koşu, düzenli nefes, iyi bir nabız moralimi düzeltiyor. İlk istasyona zamanında ulaşacağıma dair inancım tazeleniyor. Zaten ilk istasyon sonrası gayet tatlı bir iniş var, ikinci etap çok daha kolay olacak. Birinci etabı zaman limitine yakalanmadan bitirmeye odaklanıyorum sadece. Burayı aşarsam gerisi kolay diye telkin ediyorum kendimi. Canım burnumda istasyon kapanmadan yetişmeye çalışırken telefonum üçüncü kez çalıyor ve bu sefer açıyorum, tahmin ettiğim gibi ablam arıyor, ona bir güzel fırça atıyorum. ‘Arayıp durma tamam mı… ellerim dolu baton var. Aramıyorsam her şey yolundadır, ararsam zaten ya diskalifiye olmuşumdur ya da sakatlanmışımdır. Offf kapat’ diyorum. Sonra da üzülüyorum bana o kadar destek olan ve tüm iyi niyeti ile beni merak eden ablamı azarladım diye. O an o kadar gerginim ki, kaybedeceğim bir kaç saniye bile tüm yarışa mal olabilir endişesi ile gözüm hiç bir şeyi görmüyor. Yolda alkışlıyorlar insanlar bizi, resimlerimizi çekenler oluyor. Çocuklara çıkıyor karşımıza, çak yapıyorlar. Onlardan aldığım enerji ile toparlanıp hızlanıyorum. Bir gönüllü bizi alkışlıyor koşudan yürüyüşe geçmek zorunda kaldığım bir bayırda. Ne kaldı istasyona diyorum son bir kilometre diyor. Saatime bakıyorum, yetişecek gibiyim. Elimden gelenin en iyisini yapıp tabanlara kuvvet gazlıyorum. İbrahimpaşa istasyonu görünüyor, rahatlıyorum. Zaman limitinden 15 dakika önce vardım, benim için büyük avantaj, çok rahatlıyorum. Önce çantamın su haznesini dolduruyorum, bir bardak kola içiyorum, bir bardak ta soda. Birkaç tuzlu kraker atıyorum ağzıma, bir küçük parça da muz. Sonra tuvalet soruyorum, yandaki camiyi kullanabileceğimi söylüyorlar. Caminin bahçesinden geçiyorum, kapıdan giriyorum ama ortada tuvalete benzer bir şey yok. Tekrar dışarı çıkıp tuvalet nerede diye panikle ilk gördüğüme sorunca yan tarafta olduğunu söylüyorlar. Hızla dalıyorum içeriye ama ne göreyim. Üç kişi sıra bekliyor. Şimdi beklemesem olmaz, beklesem çok zaman kaybedeceğim. Neyse ki sıra hızlı ilerliyor, zaten ben zaman algımı o ara kaybediyorum. Tuvaletten çıkıp elimi yüzümü yıkadığımda kendimi çok iyi ve tazelenmiş hissediyorum, evet, ikinci etaba hazırım ama o da ne… saat 12 olmuş. Ben 15 dakika burada oyalanmış olamam, ama oyalanmışım işte. O zorlu tırmanış sırasında durmamak için çırpınan ben, telefonu çıkarıp bir kare resim bile çekmeye korkan ben istasyonda 15 dakika kaybetmişim. Çok kızıyorum kendime, yakaladığım avantajı heba ettim diye. Kızıyorum bir yandan ama anlayabilmiş te değilim gerçekten o kadar zaman nasıl geçti diye, oysa bana üç beş dakika gibi gelmişti. Neyse diyorum, çok iyi oldu, kendime geldim. Bol sıvı aldım, dinlendim, yenilendim, bundan sonra çok daha keyifli giderim artık takmayayım kafama.
İstasyon çıkışı tatlı bir tempoda yine yokuş yukarı çıkmaya başlıyoruz. Artık sağımda solumda daha az insan var, kalabalık biraz dağılmış. Kimisi geride kalmış ama çoğu da beni çoktan geçmiş. İstasyonun hemen çıkışında yanımda bir grup konuşuyor, kulak misafiri oluyorum. Cutoff olmamak için bir sonraki istasyona ne kadar zaman var tartışıyorlar. Lafa girip ‘2,5 saat var diyorum, yaklaşık 13 kilometre’. İçimden de hayret ediyorum, buraya kadar gelmişler de derslerini çalışmamışlar mı diye. Bu kafayla bitiremezler diye onlar adına üzülüyorum, sonra dönüp kendime bakıyorum. Sen bu kafayla bakalım ne yapacaksın diyorum, tekrar hızlanıyorum.
İkinci etap çıkışla başlasa da arkasından inişe geçeceğimi bilmenin güveniyle manzaranın da tadını çıkarmaya çalışıyorum. Uçsuz bucaksız bozkırda enteresan coğrafi oluşumların arasında, tarihin, medeniyetlerin göbeğinde, kadim kültürlerin beşiğinde yol almak beni mutlu ediyor. Ciğerlerim açılıyor, derin nefesler çekiyorum. Kendimi bu kadar iyi hissederken ilk jelimi yemeliyim diyorum, zira kendimi kötü hissettiğim an jel için geç kalmışım demek olacak. Kirazlı muzlu tadını çok sevdiğim jelimi keyifle emip ambalajını çantama tıkıyorum. Bir iki tane şeker atıyorum ağzıma ve yola devam ediyorum. Beklediğim gibi bir süre sonra iniş başlıyor. Patikalardan salıyorum kendimi, batonlarım destek atıyor bana gerek olduğunda. Yine tek sıra halinde geçilmesi gereken patikalar çıkıyor karşıma ve ben hızlanabileceğim halde önümdekinin hızına düşüyorum. İzin isteyip geçmek aklıma gelmiyor, ayıp olacakmış gibi hissedip yavaşlıyorum. Arkamdan gelip excuse me diyerek beni ve önümdekini geçenleri görünce ben de kibarlığı bırakıp basıyorum tekrar gaza. Keyfim yerinde, istediğim tempodan da daha hızlı gidiyorum. Bu arada kayalıklar yerini ağaçlık bir patikaya bırakmış. Sonbaharın kızarttığı yapraklar güneşi saklıyor ve gölgenin tadını çıkarıyoruz. Serin patikada yer yer bazı ağaçların dibinin meyve ile dolu olduğunu görüyorum. Kıpkırmızı elmalar ve ayvalarla dolu patika. Az ilerde bir kız görüyorum, topallıyor. İyi misin diye soruyorum, yabancı olduğunu görünce İngilizce tekrarlıyorum sorumu. Yüz ifadesinden acı çektiği belli, bacağını sürüyerek yürümeye çalışıyor. Yanımda ağrı kesici var, verebilirim istersen diyorum, yok yok diyor. Beden diliyle anlattığına ve anladığıma göre sanırım bacağına kramp girmiş. Benim durduğumu ve kızla ilgilendiğimi görünce bir adam da bizim yanımıza gelip duruyor. Türkçe İngilizce karışık anlaşmaya çalışıyoruz. Esmer uzun saçlı bir kız ve onun da İranlı olduğunu tahmin ediyorum. Bu yarışa çok sayıda İranlı katılmış, açılış sırasında da buna vurgu yapmıştı sunucular. Kızcağız acı çekerken ve panik haldeyken nerelisin gibi sorular sormak aklıma gelmedi. Göğüs numarasının altında İran yazdığını fark edince zaten sormaya da gerek kalmadı. Adam tecrübeli ve yetkin bir koşucuya benziyordu. Kıza bir kaç hareket tarif etti, bacağını gerdirdi, krampının hafiflemesine yardımcı oldu. Ben de pek bir şey yapamasam da başında bekledim. Bel çantamda iki tane ağrı kesici var, vermem gerekir belki diye bekliyorum. Ne de olsa eczacıyım, ilaçsız yola çıkacak halim de yok, ilaca ihtiyacı olabilecek birini pas geçecek te değilim. Orada biraz zaman kaybediyorum ama çok ta umursamıyorum, ne de olsa bu etapta daha rahatım. Bu İranlı kız için çok üzülüyorum, ve benim başıma böyle bir sakatlık gelmediği için şükrediyorum. Daha yarışın yarısına bile gelmedik, böyle bir sıkıntı yaşamak yarışı tamamlayamamak anlamına gelir ki gerçekten çok acıklı bir durum. Sonuçta herkes bir şekilde buraya gelene kadar aylar boyu antrenman yapıp hem fiziksel hem zihinsel olarak hazırlanıyor. Bu kadar erken yarıştan kopmak tüm o emekleri bir anda boşa çıkarıyor. Kızı geride bıraktım ve onun yerinde olmadığım için kendimi çok şanslı hissettim.
Kızı biraz rahatlatıp kendine getirdikten sonra adam önde ben arkada hızlı yürüyüş temposunda gidiyoruz. Baktım adam elma yiyor, tutamıyorum kendimi nasıl güzel mi elma diye soruyorum, çok canım çekiyor o anda. Çok güzelmiş, öyle diyor ama maalesef sadece bir tane almış yanına. Birazdan bir elma ağacı daha görüyoruz, gel sana da alalım bir tane diyor, dalın birine batonumla vurup elmayı düşürüyorum. Bir taraftan yürüyüp bir taraftan elmamı ısırıyorum. İşte diyorum, bu cennetten düşme bir elma. İşte bu elma, dünyadaki en lezzetli elma, işte bu elma belki de Adem’i cennetten kovduran elma, işte bu elma gökten düşen üç elmadan biri ve ben de masaldayım, işte bu elma şimdi bana ihtiyacım olan gücü ve enerjiyi verecek… elmanın tadına doyamazken ne kadar yavaşladığımı fark edip kendimi uyarıyorum. Oyalanma sakın, haydi gücün kuvvetin yerinde devam diyorum. Tekrar koşmaya başlıyorum. Gayet güzel bir tempo tutturup elmayı almama yardımcı olan adamı geçiyorum, izninizle burada biraz hızlanma şansım varken hızlanayım diyorum. Ne de olsa yarış stratejim bu, koşabildiğin her yerde koş, koşamadığın yerde mümkün olan en yüksek hızda yürü. Parkur şahane, kuş cıvıltıları eşlik ediyor derken öyle bir yere geliyoruz ki bir an duvara çarpmış gibi oluyorum. Hem orman hem peri bacası muhteşem bir vadinin ortasındayım. Yok artık diyerek duruyorum ve ilk defa dayanamayıp telefonumu çıkartıyorum, resim çekiyorum bir kaç kare.
Resimler gördüğüm güzelliği yansıtmaktan çok uzak, bunu bile bile yine de deniyorum, zaman kaybetmeyi de göze alarak.
Yine trafiğin sıkıştığı bir kaç nokta oluyor, mecbur duruyoruz ya da yavaşlamak zorunda kalıyoruz. O sırada fark ediyorum ki benim iki çorap ta yerinde yok. artık terimi silmek için mecbur istasyondan aldığım peçetelerle idare edeceğim. Bir süre sonra toprak bir yol çıkıyor karşıma, koşmaya devam ediyorum. Bir kaç kişiyi geçip epey yol alıyorum ve sonunda uzunca bir süre tek başıma kalıyorum. Yine tuvaletim geliyor ve uygun bir ağaç arkası arıyor gözlerim. Önümü arkamı kollayım derken biraz yavaşlıyorum. Sağda solda otlayan inekler, tembel tembel gezinen bir eşek, yol kenarına oturmuş bir çoban manzara ekranıma girip çıkıyor. Kendime çobanın gözleriyle bakıyorum, bir anda o çoban ben oluyorum. Köpeğim yanımda oturmuşum, önümden koşanları izliyorum. Hızla çobanın bedeninden çıkıp kendime geliyorum ve koşmaya devam ediyorum. O sırada elma yiyen adam bana yetişip geçiyor. Haydi bas gaza Bilge diyerek hızlansam da tempom biraz düşüyor. Herhalde ikinci istasyona yaklaşıyoruz, tuvaletimi yapma işimi yine istasyona saklayım bari diyorum. Suyumu içiyor, bir jel daha patlatıyorum. Son bir çıkış kaldı, sonrasında kendimi ikinci istasyona atacağım.
İkinci istasyon Göreme’ye zaman limitinden yarım saat önce ulaşmış olduğum için çok huzurlu ve keyifliyim. Bu sefer istasyonda fazla zaman kaybetmeme kararındayım. Gönüllüler çipimi okuyup başarılar diliyorlar ve ben bir zaman limitini daha ekarte etmenin özgüveni ile istasyona dalıyorum. Bana yardımcı olan kız o kadar tatlı ki, inanılmaz motive oluyorum. Kahve ister miyim diye soruyor, önce yok diyorum. Kola istiyorum veriyor, soda istiyorum veriyor. Hepsini bir dikişte bitiriyorum. Su haznemi doldurmama yardım ediyor ve şu an hatırlamadığım sözleriyle resmen pilimi şarj ediyor. Batonlarımı ve çantamı yere bırakıp tuvalet aranmaya çıkıyorum, soruyorum, hemen yan tarafta diyorlar. Girdiğim binanın iki tarafından merdiven var ve tuvalet işareti yukarıyı gösteriyor. Kalan enerjimi tasarruflu kullanmaya çalışarak dik merdivenleri çıkıyorum ama sonuç hüsran, bayanlar tuvaleti aşağıdaymış. Neyse hemen inip tuvalete giriyorum, bu sefer en azından sıra yok, çok vakit kaybetmiyorum. Yine elimi yüzümü yıkayınca rahatladığımı fark ediyorum. İkinci etap gerçekten çok keyifliydi, sadece son çıkış biraz yordu ama açıkçası manzaralar büyüledi beni. Yeri geldi peri bacalarının altından, yeri geldi üstünden geçtik. Ağaçlı parkurda devrilmiş kütüklerin üstünden atladık, dereciklere daldık, çamurlara battık, eğildik mağaralardan geçtik, doğrulduk geçitlere tırmandık. Bir doğa parkurunda keyif alınacak her ne varsa ikinci etap serdi önümüze. Göreme istasyonunda biraz tuzlu fıstık, biraz nefis Kapadokya üzümü attım ağzıma. Herkesin önerisi üzerine biraz da limon üstüne tuz döküp yedim. Bu kilometrelerde artık yıpranma ve kramplar başlıyor. Ne de olsa 24. kilometredeyiz, az buz yol değil ve daha önümüzde 15 km var. Tekrar göğüs numaramın altındaki parkur eğim grafiğine bakıyorum. Yine ölümcül bir kaç çıkış olduğunu görmek canımı sıkıyor ama yarım saat kazanmış olmanın rahatlığı var üzerimde, ilk iki etabı yaptım bunu da yaparım diyorum. Çantamı tekrar sırtıma alıp yola çıkmak üzereyken o tatlı kızdan kahve istiyorum. Biraz soğuk su ilave edeyim mi diye soruyor, ah evet lütfen diyorum. Planladığım gibi istasyondan fazla zaman kaybetmeden çıkıyorum. Yavaş bir yürüyüşle başlarken bir elimde kahvemi yudumluyorum keyifle. Kazanmış olduğum zamanın da verdiği güvenle telefonumu çıkarıp ablamı arıyorum. Bu sefer tatlı tatlı konuşup her şey yolunda merak etmeyin diyorum. Göreme sokaklarından geçiyoruz, taş kaldırımlar, taş caddeler geçiyoruz. Gevşek gevşek başlayıp kahvem bitince hızlanmak üzere ayarlamışım kendimi. Kahvem bitiyor, ben bardağı yine belime geçirip koşmaya başlıyorum ama bir şey eksik, bir şey eksik….aman Allahım batonlarım eksik… istasyonda unuttum olamaz, almasam da olmaz, offf…. koş Bilge koş… geri koş… Bir elimde kahve bir elimde telefon gevşek gevşek geçtiğim tüm o caddeyi koşa koşa geri dönüyorum. Yolda bir koşucu beni eliyle durdurmaya çalışıyor, hey ters yöne gidiyorsun diyor…batonlarımı unuttum diye bağırıp devam ediyorum panikle. Nedense git git bitmiyor bu istasyonun geri dönüş yolu, hangi ara bu kadar mesafe kat etmiş olabilirim ki… neyse nefes nefese girdiğim istasyonda batonlarımı bıraktığım yerde masum masum beni beklerken buluyorum. Kaptığım gibi koşmaya başlamadan önce epey yorulduğumu fark ediyorum. Ne kadar zaman kaybettiğimi görünce iyice moralim bozuluyor ve zor zamanlar için sakladığım müzik silahımı çıkarıyorum. Kulaklığımı takıp antrenmanlarda keyifle dinlediğim müzik listemi çalmaya başlıyorum. Bu bir maraton ve ben şu an maratonun en zorlayıcı kilometrelerindeyim, üstüne üstlük Kapadokya parkurunun bu son etabında ciddi bir tırmanış yapacağız.
Okuduğum yazılarda defalarca karşıma çıktı şu batonları unutma işi. Bense böyle bir hata yapacağıma hiç ihtimal vermiyordum. O kadar uzun süre koştuktan sonra baton sanki vücudun bir parçası gibi oluyor, eksikliği anında hissedilir diye düşünüyordum. Hem iki elimin sürekli dolu olmasına o kadar alışmıştım ki, batonsuz bir adım atsam hemen fark ederim diyordum. Hiç te öyle olmuyormuş, gerçekten bir dalgınlık anında batonlar unutulup basıp gidilebiliyormuş. Kazandığım yarım saati yine istasyonda gömmüş olma şaşkınlığıma söylene söylene devam ediyorum.
Yanımda getirdiğim 5 jelin 3 ünü son etaba saklamıştım. Hala kendimi iyi hissediyorum, bir kirazlı muzlu jel daha atıyorum ağzıma bir kaç şekerle birlikte. Suyumdan içip müziğin temposuna bırakıyorum kendimi. Yarışa yeni başlamış gibiyim, öyle dinamik, öyle kararlı. Yokuş yukarı bir caddeden geçiyoruz ve ben koşuyorum, önümdeki bir uzak doğulu adamı ve bir Hırvat kadını geçiyorum. Sonra beni ters yöne gittiğim için uyaran adamı yakalıyorum ve onu da geçiyorum. Bu insanları geçme hali çok hoşuma gidiyor. Hafif yokuş veya düzlük alanlarda koşuyor, dik yokuşlarda hemen hızlı yürüyüş temposuyla baton vuruyorum. Nefes ayarımı bozmamaya çalışarak ilerliyorum.
Enerjim ve müzik sayesinde motivasyonum yerinde ama parkur iyice zorlaşmaya başlıyor. İnsanların pili bitmiş, çoğu ayağını sürümeye başlamış. Tırmanış etaplarında önümde olan kız o kadar dengesiz basıyor ki anlıyorum gücü tükenmiş artık. Maratonun başında beni geçenleri görüyorum, mesela o uzun bacaklı kız, zorlanmaya başlamış. İlk dik tırmanışta geride bırakıyorum onu ve sonra o zırt pırt resim çektiren kısa şortlu kızı görüyorum. Bir yerden sonra fırlayıp gitmişti, bir daha da görememiştim. Onu da geçiyorum yokuşlarım birinde. Sonra bir de ne göreyim, bizim kramp girdi diye yardım ettiğimiz kız benim önümde patır patır gidiyor…. meğer ben istasyonlarda oyalanırken çoktan beni geçmiş, neredeyse o bitirecek ben cutoff olacağım. Bir hesaplaşma başlıyor içimde, ne yaptın Bilge diyorum. İkinci etapta daha çok zaman kazanabilirdin, ikinci istasyonda batonlarını unutmasan çok rahat bitirebilirdin, oysa şimdi risk altındasın, bitiremeyebilirsin farkında mısın….Bacağına kramp giren İranlı kızı geçiyorum yokuşta ve onun hala direnebilmiş ve bu noktaya benden önce gelebilmiş olmasına şaşıyorum.
Bir saatime bakıyorum, bir parkura bakıyorum…. üçüncü etap tahminimden çok daha zorlu çıktı. Enteresan bir şekilde ben de tahmin ettiğimden çok daha iyi gidiyorum bu son kilometrelerde. Sürekli insanları geçiyorum artık, eğlenceli bir hal almaya başlıyor yarışçıları geçmek tek tek. Yokuş yukarı tempolar düşmüş, adımlar zar zor atılıyor artık ama ben canlıyım hala. O sırada kendime geliyorum birden. Hey, Bilge sen onlarla yarışmıyorsun, sen zamanla yarışıyorsun. Temponu onlara bakarak ayarlarsan sahte bir zafer duygusu yaşayacak ama bu yarışı bitiremeyeceksin. Kimseye bakma, az zaman kaldı önüne bak…
Adımlarımı hızlandırıyorum ve tüm bedenimi ilk defa çok ciddi bir şekilde bitirememe korkusu kaplıyor. Daha önceki etaplardaki tüm kazandığım dakikaları istasyonlarda heba ettim ve üçüncü etabın ölümcül yokuşları beni sınırladı. Her ne kadar tempom fena olmasa da bu parkur en uzun parkur ve çıkışlarda zorlanıyorum. Zaten bu etapta zorlanan ve ayağını sürüyenler bitiremeyecek olanlar. Onları asla referans noktası olarak düşünmemeliyim. Son bir nokta var gönüllülerin su dağıttığı. O noktada soruyorum kaç kilometre kaldı diye, 9 kilometre kalmış ve önümde bir buçuk saat var. Normal şartlar altında çok rahat alabileceğim bir mesafe ama o ölümcül dik yamaçlar nefes kesiyor. Acaba yapabilecek miyim korkusu tekrar her tarafımı sarıyor ve yapamayabilirsin diyen sesi duymaya bile tahammül edemiyor ve tüm gücümle abanıyorum. İzotonikli limonlu jelimi emip koşmaya başlıyorum. Yarış başından beri böyle kararlı koşmadım. Kendimi kendimden alamıyorum, dizlerimdeki acıyı ve kaslarımdaki yanmayı beynim algılamayı ret ediyor. Bir ara İranlı kızı görüyorum tekrar yanımda, beni geçiyor. O an deli oluyorum. Ben belki ona yardım edeyim diye durduğum için yarışı zamanında tamamlayamayacağım ama o beni geçiyor ve belki de bitirecek. Ben ona acırken vah yazık derken, o beni utanmadan geçiyor üstüne üstlük yüzüme bile bakmıyor. Biraz öfkeleniyorum, biraz kendime kızıyorum, biraz kıza helal olsun diyorum ama tempomu düşürmüyorum hiç. Burnumdan sümükler alnımdan şapır şapır ter akıyor ve ben koşmaya devam ediyorum. O yokuşlarda durmuyorum, bir saniye bile kendimi bırakmaya izin vermiyorum. Biliyorum ki artık bıçak sırtında ilerliyorum ve en ufak bir düşüş yarışı bitirememek anlamına gelecek. Saatim 45 dakika kaldığını söylüyor ben son jelimi ve bir kaç şekeri daha mideye yuvarlıyorum. Suyumu da içip artık hiç yavaşlamadan koşmaya niyet ediyorum. İnişler çıkışlar devam ediyor ve ben çıkışın bir yerinde İranlı kızı yakalıyorum tekrar. Öyle hızlıyım ki, rüzgar gibi geçiyorum yanından, beni bir daha geçemeyeceğinden de çok eminim, bu noktada artık kimse beni geçemez, bundan eminim. Hayatımda hiç böyle bir performans göstermedim, 5 kilometreyi hiç bu kadar hızlı koşmadım. Kaslarım nereden buldular bilmiyorum, inanılmaz bir enerji ile dolu ve tam da olması gerektiği gibi çalışıyor. Otuzuncu kilometreden sonra bana olan şey her neyse, beni yarışta tutuyor, sanırım bu benim yarışı zamanında bitirme isteğimden başka bir şey değil. Kaslara o enerjiyi pompalayan, benim bitirme arzum ve madalya sevdam olduğu kadar bitirememe korkum. Bu kadar az kalmışken, bu kadar yaklaşmışken ya bitiremezsem?
Sonunda aşağı doğru inişe geçiyorum, var gücümle koşup artık son inişe geldim diye sevinirken karşıma çıkan yokuşu görünce göz yaşlarımı tutamıyorum. Çünkü artık 15 dakikam kaldı ve ben eğer o son inişte değilsem bitirme şansım yok denebilir. Bu gerçekle yüzleşmenin acısı beni daha da çok kamçılıyor. Hiç bir antrenmanda, yarışın hiç bir etabında koşmadığım kadar hızlı koşmaya başlıyorum. Sağımda solumda aynı finishe doğru gittiğimiz 63 km koşucuları belirmeye başlıyor. Sonunda tekrar yerleşim bölgesine doğru çıkıyoruz. Arnavut kaldırımı başlıyor ve ben artık batonlarımı toplayıp yokuş aşağı koşmaya devam ediyorum. Dik yokuştan aşağıya doğru koşarken dizlerim ağrıyor ama onları taşıyan kaslarıma güveniyorum, adımlarımı sağlam basıyorum, en ufak bir fren bile yapmıyorum. Sol ayak orta parmağımın tırnağının düşeceğinden artık eminim ancak sızlayan başparmaklarımın tırnakları düşer mi düşmez mi onu tam kestiremiyorum. O sırada bir adam bağırıyor, iki yüz metre kaldı hadi diye…. Yetişeceğim galiba diye seviniyorum önce ama sonra çoktan 200 metreyi geçmiş olmam gerekirken finishi göremediğimi fark edip ümitsizliğe kapılıyorum. O sırada başka bir adam bağırıyor, haydi son 7 dakika… göz yaşlarımı göz pınarlarımda birikiyor, yetişecek miyim… ya şimdi bir kaç dakika ile kaçırırsam, ya bitiremezsem…. virajları dönüp duruyorum ama o finish bir türlü görünmüyor… Ne kadar kaldı Allahım, niye hala görmüyorum bitiş çizgisini…
Sonunda Salomon un bayraklarıyla bezenmiş bitiş noktası çıkıyor karşıma, evet evet bitti işte yaşasın… zamanında bitirdim…. son dakikada yetiştim. Az kalsın yetişemiyordum, aman Allahım ya yetişemeseydim…. ya şu son 10 kilometrede böyle iyi koşamasaydım…. sağda solda ablamla kuzenimi arıyor gözlerim ama kimseleri göremiyorum. Hüngür hüngür ağlayıp kendimi bırakacakken birisi bana yolu kapamayalım devam edelim diyor, finish çizgisinden kışkışlanıyorum. Bir gönüllü bana su uzatıyor ama yüzüme bakmıyor çünkü o sırada telefonla konuşuyor. Elimde su şişesi şaşkın şaşkın dolaşıp bir taraftan nefesimi düzenlemeye bir taraftan gözyaşlarımı tutmaya çalışırken bir an önce çantamı ve batonlarımı yere atma ihtiyacı duyuyorum. Ablamla kuzenimi arayacağım ama daha kendime gelemedim. Bitirenler için hazırlanan yemek bölümüne geçiyorum. Kendime yiyecek bir şeyler alacağım ama önce biraz oturayım. Derken bakıyorum herkes boynunda madalya ile dolaşıyor, ben madalyamı almamışım. Finish noktasına gidip madalyamı istiyorum, sitemkar bir edayla bana madalyamı vermediniz diyorum. Bakıyorlar göğüs numarama, ‘aa hakkaten vermemişiz’ diyorlar ve takıyorlar boynuma finisher madalyamı…
Ablamla kuzenim beni yarışın web sayfasından göğüs numaramla takip ediyorlarmış. Üzerimizde taşıdığımız çipler sayesinde online olarak nerede olduğumu, hangi hızda koştuğumu görebiliyorlarmış. Zaman limitine yaklaştığımı, artık bitirme şansımın çok azaldığını fark etmişler. Sistem tahmini bitirme süresi olarak 7 saat 20 dakika vermiş benim için. Yani 20 dakika ile yarışı tamamlayamayacağım bekleniyormuş. Son 10 kilometre benim böyle bir depar atacağımı ummamışlar, o yüzden bitiş çizgisinde gelmek ve orada beni beklemek için acele etmemişler.
7 saatlik zaman limitine 6 dakika kala, 6:54 ile yarışı tamamladım. Son kilometrelerde canımı dişime takmasam çok az bir farkla kaçırabilirdim. Herkesin pilinin bittiği noktada ben o hıza nasıl ulaştım, o enerjiyi nereden buldum çıkardım bilmiyorum. Aradan üç gün geçti hala ‘ya zamanında bitiremeseydim’ diyorum ve bitirdiğim için şükrediyorum. 47 yaşında ilk maratonumdan yüzümün akıyla çıkmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyorum. İnsan kafaya koya görsün, neler yapar neler…
Kapadokya ultra maratonu sonrasında benim de bir sürü ‘iyi ki’ lerim ve ‘keşke’ lerim var. Bunları başka bir sayfada ele alıp, kimseye faydası olmasa bile, bir daha ki sefere kendime hatırlatma olsun diye yazacağım. Bence herkes hayatında en az bir kere maraton koşmalı… insanın yürüyüşü değişiyor gerçekten…. Mesela ben, yürüyüşüm gerçekten değişti…. son iki gündür dizlerimi bükemiyorum, adımlarım penguen gibi sağa sola savruluyor. Bir de, hani bazen bazı işlerde kendimizi fazla hırpalayıp gereğinden fazla enerji harcadığımızda derler ya ‘boşver yaa, sen de herkes kadar çalışsana, madalya mı takıcaklar’… İşte, koşarken elinizden gelenin en iyisini başkalarına bakmadan yapıyorsunuz, yeri geliyor kendinizi hırpalıyorsunuz, çünkü sonunda gerçekten madalya takıyorlar!
19 Ekim 2019 Kapadokya Short Trail – 38 km Koşusu 18 Ekim öğlene doğru Kapadokya ultra maratonuna katılmak üzere yola çıkıyorum, ablam arabayı sürüyor, ben ayaklarımı uzatıp ertesi günkü yarış için maksimum enerji toplamaya çalışıyorum.
#3 ayda maratona hazırlık#40 tan sonra maraton koşmak#47 yaşında maraton koşmak#arazi maratonu#ilk maraton#kapadokya 2019 maraton#kapadokya 38 km#kapadokya 38 km 2019#kapadokya 38 km parkur#kapadokya arazi koşusu#kapadokya cutoff#kapadokya maraton#kapadokya ultra#koşmak#maraton cutoff#maraton koşmak#uzun mesafe koşu
0 notes
Text
Kapadokya Ultramaratonuna 2 gün kala-Batonlu mu koşmalı, batonsuz mu?
Kapadokya Ultramaratonuna 2 gün kala-Batonlu mu koşmalı, batonsuz mu?
Dünyanın belki de en güzel coğrafyasında, güzel atlar ülkesinde, iki gün sonra bir ultra maraton yapılacak. Ben de bu muhteşem organizasyona katılacak şanslı bir kaç bin kişi arasındayım. Koşuya ve doğaya gönül vermiş bu insanlarla birlikte kendi limitlerimizi zorlayacağız ve ciddi bir mücadele vereceğiz. Zaman daraldıkça, start yaklaştıkça heyecanımın artması normal de ben biraz kendime…
View On WordPress
#arazi maratonu baton#batonlu koşu#batonlu mu batonsuz mu#cappadocia marathon#cappadocia ultrataril#kapadokya arazi maratonu#kapadokya maratonu baton#kapadokya ultra maratonu#kapadokya ultra trail#maraton#maraton keşkeler
0 notes
Text
19 Ekim Kapadokya ultra trail koşusuna 3 gün kaldı ve heyecanım dorukta, artık antrenman yapmıyorum. 14 Ekim’de yaptığım 18 km lik koşu beni hırpalamış, üstüne dün iki saat tenis oynadım ne zorumaysa. Bileklerim biraz zorlandı, hafif şiş. O yüzden bu gün ara verdim, spor yok. Belki yarın hafif hafif bir iki kilometre koşup yeni çantamı denerim.
Bu arazi maratonu koşuları için ekipman çok önemli diyorlar. Başından beri nerede ne okuduysam hep ekipmanın önemine vurgu yapmış. Özellikle ayakkabı iyi seçilmeli, yarış günü yeni ayakkabı denenmemeli diyorlar. Ben de 3 ay önce aldığım Nike koşu ayakkabası ile Kapadokya’yı koşmayı planlıyorum. Nike zoom winflo 5 oldukça hafif ve rahat bir ayakkabı, özellikle tabanı yumuşacık ve koşarken yaylanıyormuş hissi yaratıyor.
Okuduğum tavsiyeleri dinledim ve 1 numara büyük aldım ama 1,5 numara büyük alsam daha iyiymiş. Benim ayaklarım bir süre sonra şişmeye başlıyor, sanırım dolaşım problemim olabilir. Eskiden üçüncü kilometrede başlayan ayak uyuşmalarım şimdi altıncı kilometreye kadar kendini hissettirmiyor. Uyuşukluk rahatsızlık verecek boyuta gelince mecburen koşudan yürüyüşe geçip bir süre yavaşlıyorum. Sonra tekrar koşuya geçene kadar üç beş dakika beklemem gerekiyor. Çok hızlı koşmadığım zaman uyuşmasız koşu mesafem de artıyor. Koşu ayakkabımı aldım alalı ayaklarım daha rahat. Uyuşma çok daha geç başlıyor ve daha tahammül edilebilir düzeyde kalıyor. Kullanmakta olduğum Nike aslında arazi koşusu için çok uygun olmayabilir ama antrenmanlar sırasında işimi gördü. Kapadokya’yı da çıkarır diye ümit ediyorum zira artık yeni ayakkabı alıp deneyecek zamanım kalmadı.
18 kilometrelik son uzun koşumu yaptığım gün yani 14 Ekim benim doğum günümdü. Ablam sağ olsun bana doğum günü hediyesi olarak North Face in bir ayakkabısını almış Kapadokya’da giymem için, bir de sırt çantası koşuda kullanırım diye. Hediyeleri akşam verdi çok mutlu oldum. Ayakkabı çok rahat ve sağlam. Görünüşü de çok hoşuma gitti. Google’da The North Face Ultra Fastpack III Goratex diye arayınca gerekli bilgilere ulaştım.
Çok başarılı bir arazi yürüyüş ayakkabısı ancak ne var ki koşuya uygun değil. Ablam ve mağazadaki çocuk sanırım ultra fast ibaresini görünce arazi maratonu koşusuna yakıştırmışlar bu ayakkabıyı. Oysa arazi maratonu için ayakkabılar daha farklı. Bana sorarsanız farkı söyleyemem ama bilenler öyle diyor. Gerçi bu ayakkabı ile koşsam da olurmuş gibi de geliyor. Sadece yeterince antrenman yapamayacağım için denemem söz konusu olamayacak. Okuduğum yazılarda üstüne basa basa tembih ediyorlar, asla daha önce denemediğiniz bir malzeme ile maraton koşmayın diyorlar. Bazen bir tişört bile beklenmedik derecede rahatsızlık verebiliyormuş, özellikle de uzun koşuların son kilometrelerinde. Ben 34 km lik Eymir koşum sırasında Nike ile bir tırnak düşürdüm zaten, o yüzden uzun koşulardaki yıpranma ne demek az çok anlamış durumdayım. Cumartesi günü de Kapadokya’yı yine Nike ayakkabımla koşacağım, başka yolu yok.
Gelelim bir diğer önemli ekipman olan çantaya. Çanta denince aslında su taşıma sistemini de konuya dahil etmek gerekiyor. O kadar çok alternatif var ve fiyatlar o kadar değişken ki insanın gerçekten kafası allak bullak oluyor. Yazılar okuyorum, tavsiyeler dinliyorum ve bana en uygun olanını seçmeye çalışıyorum. Dechatlondan iki tane bel çantası aldım, ikisi ile de rahat edemedim. En son bir yerden Jackwofskin’nin bir bel çantasını aldım onunla rahat koştum. Bel çantaları bence hem telefonu rahatça içine alabilmeli hem de arada lazım olacak atıştırmalık şekerleri rahatça taşıyabilmeli. Antrenmanlar sırasında araba anahtarını da koyabilmek önemliydi benim için. Bel çantası tüm bunlarla doluyken koşmak için sallantının minimum olması gerekiyor.
İlk denediğim çanta hacim olarak yeterliydi anca ergonomisi bana uymadı.
Kemer kısmı çok ince geldi ve koşarken oluşan hop hop sallanma durumuna alışamadım. Koşarken böyle bir durum normal değil zaten, toplamda bir kilometre bile koşamamışımdır bu çantayla. Hemen çıkarıp attım bir kenara ve ertesi gün diğer çantayı alıp onu denedim.
İkinci çanta nispeten belde daha stabil duruyor ve koşu sırasında rahatsız etmiyordu. Ancak bunun da hacmi pek küçük geldi. Telefonum zorla içine sığabiliyordu ve telefonu yerleştirdikten sonra arada çıkarıp tekrar içine koymak için epey el becerisi ve zaman gerekiyordu. Bir süre antrenmanlarıma bu çanta ile devam ettim. Hatta artık kabullenmiştim daha iyisini bulamayacağıma, her çantanın benzer bir handikabı olacağını düşünüyordum. Dağcı arkadaşım Duygu daha önce Kapadokya maratonuna katılmıştı ve bana bir bel bir de sırt çantası ödünç verdi. Bel çantası o kadar geniş ve kullanışlı görünüyordu ki, onu taktıktan sonra ayrıca sırt çantasına gerek kalmayacaktı.
Uzun Eymir koşum sırasında bu büyük çok fonksiyonlu bel çantasını kullanmaya karar vermiştim.
İçini plastik su şişelerimle ve gerekli jel gibi atıştırmalıklarımla doldurup koşmaya başlar başlamaz bu işin olmayacağını anladım. Bel çantası çok rahat beli sarıyor, ergonomisi çok iyi ama koşarken sallanma olayı katlanılır gibi değil. Arabadan bir kaç yüz metre uzaklaşmıştım ki geri dönmek ve bel çantasını sırt çantası ile değiştirmek zorunda kaldım. Bu çanta dağcılık gibi aktivitelerde ve uzun yürüyüşlerde harika olabilir ama koşarken kullanışlı değilmiş maalesef. Yine küçük mor bel çantamı taktım ve sırtıma koca dağcı çantasını geçirdim. Aslında bu çanta büyük olmakla beraber ergonomisi çok iyi olduğu için yük hissettirmiyor pek.
Bele kalçaya oturuşu yükü eşit ve sağlıklı bir şekilde dağıtıyor ve uzun koşularda kullanılabilir. Hem batonları koymak içinde ideal bir çanta olacak gibi duruyor. Kumaşı ve tasarımı sayesinde sırtta terleme minimum seviyede gerçekleşiyor. Tek sorun suya veya başka bir şeye ihtiyacım olduğunda sırtımdan çıkarmak ve fermuarını açıp içinden bir şey almak için ciddi yavaşlamam hatta durmam gerekiyor. Bir de fermuarı bazen tutukluk yapabiliyor ve bu bana biraz daha zaman kaybettirebiliyor.
Sabah antrenmanlarımın çoğunu yine bir Dechatlon çantası olan Quechua marka mini sırt çantası ve yukarıdaki minik Kalenji bel çantası ile yaptım. Bu sırt çantası küçük ama çok kullanışlı. Her derde deva, inanılmaz dayanıklı ve en gerekli malzemeleri taşımak için ideal büyüklükte. Yeri geldi snowboard yaparken kullandım, yeri geldi plaja götürdüm, yeri geldi onunla koştum, yeri geldi seyahat çantam oldu, hatta yeri geldi mini laptopumu bile bu çantayla gezdirdim yanımda.
Üst üste çok sayıda antrenmanımı bu çanta ile yapınca artık neredeyse kesin gözüyle bakıyordum Kapadokya’da da bununla koşacağıma.Gerçi sırtımı inanılmaz terletiyor ve çok sağlıklı olmayabilir ama bana çok kullanışlı geliyordu. Okuduklarım, internette baktıklarım elbette bambaşka tavsiyeler veriyordu bana. Kapadokya maratonunun resmi sponsoru da olan Salomon’nun çok hafif, kullanışlı, bu iş için tasarlanmış yelek şeklinde giyilen çantaları var. Su deposu sırtında olduğu için koşu sırasında şişeye ulaşmaya çalışmakla zaman kaybetmeden, ritmi bozmadan yola devam etmek mümkün. Bu yelekli çantalardan baktım epey ama fiyatları çok yüksek geldi. Sonuçta 1000 TL nin üzerinde rakamları vermeden önce en azından tekrar maraton koşup koşmayacağımı bilmem gerekiyor. Eminim çok kalitelidir ve kullanışlıdır ama değer mi değmez mi bence fazlasıyla tartışılır. Bu su kabı sırtında, kendi içinde olan çantalar için bir dezavantaj olarak, su haznesinin yeniden doldurulmasındaki zorluktan bahsediliyordu. O yüzden çok ta heves etmedim, şimdi benim istasyonlarda elim ayağıma dolaşır, aceleyle dolduramam suyumu diye pek te yanaşmamıştım bu tip çantalara. Son haftalar antrenmanlarımı hep bu çanta ve kullanımından aşırı memnun kaldığım bel çantam Jackwolfskin ile yaptım. Nasıl bir tasarımsa, hem hafif hem hacimli hem de koşarken sallanmıyor. Telefonum rahatça sığıyor ve diğer gözlerine şeker jel gibi acil durum atıştırmalıkları konabiliyor. neredeyse varlığını hissetmeden koşabiliyorum ki bence bu uzun koşularda çok önemli bir özellik. sırt çantasına ulaşmak her zaman çok kolay olmayabiliyor, durup ya da yavaşlayıp sırttan çıkarmak, fermuarını açıp kapatıp tekrar sırta takmak epeyce tökezletiyor. o yüzden insanın pek eli çantaya gitmiyor ki bence sık sık su içmek ve bir şeyler atıştırıp elektrolit dengesini korumak çok mühim. işte bu yüzden Jackwolfskin benim işimi ve koşu sırasındaki hayatımı çok kolaylaştırdı.
Ablamın bana doğum günüm için almış olduğu ciciş sırt çantasını iade edip yerine kışın giymek üzere bir içlik aldım. Nasılsa birbirine benzeyen benzemeyen sürü sırt çantam vardı ve ben Kapadokya için küçük Quechua’da karar kılmıştım. Aynı gün alışveriş merkezinde karşıma su hazneli, ufak bir sırt çantası çıktı. Mckinley marka çantanın fiyatını görünce inanamadım ve yanlış görüyorum sanıp görevliye tekrar sordum. Gerçekten 90 TL olduğunu görünce aldım elime evirdim çevirdim. Hem hafif, hem sanki sırtı pek terletmez gibi, hem bel hem göğüs kayışı var, bir kaç gözlü falan derken kendimi kasada ödemeyi yaparken buldum.
Sonuçta böyle bir çanta için en az 800-900 TL vermek gerekir diye düşünüyordum. Dechatlon’daki yelekli çantalar bile 200 TL civarındaydı. İşte ben de böylece verilmiş bütün tavsiyeleri rafa kaldırıp, maratona 3 gün kala yeni bir çanta almış oldum. Uzunca bir koşu yapıp deneme şansım yok artık. Umarım sorun yaşatmaz bana ve bu son dakika tercihinden dolayı pişmanlık duymam. İstasyonlarda suyu hızlı doldurmanın da bir yolunu bulacağız artık. Herhalde bu konuda gönüllülere güvenip onların sakin ellerine bırakacağım kendimi. Zira en çok istasyonlarda şaşkına dönüp, ne yapacağımı şaşırıp vakit kaybetmekten korkuyorum. Tuvalete mi gireyim, suyumu mu doldurayım, yiyecek mi atıştırayım bilemeyip hepsini yapmaya çalışıp zaman kaybetmekten ya da tam tersi zaman kaybetmeyim diye hiç bir şey yapamadan pas geçmekten ve sonrasında helak olmaktan korkuyorum. Oysa sakin olmam lazım. Daha önce koştum 34 kilometre, yapabiliyorum. Evet yokuş faktörü olayı çok değiştirecek ama yine de elimden gelenin en iyisini yaptıktan sonra gerisi çok ta mühim değil. Zaman sınırını aşar da gereken zamanda yarışı bitiremezsem de dünyanın sonu değil, parkurun tadını çıkarmak lazım. Bunu kendi kendime defalarca söyledim ama ben bu yarışı zaman limitine takılmadan bitirmek istiyorum. Nedense bitiremeyeceğim diye de çok korkuyorum.
Orada daha önce defalarca uzun mesafe koşmuş, dünyanın her yerinden gelen zımba gibi atletler olacak. Ben muhtemelen patates çuvalı gibi debelenirken, yanımdan rüzgar gibi kayıp gidecekler. Sabah parkta yaptığım koşularda bana defalarca tur bindiren delikanlılardan ve genç kızlardan yüzlercesi olacak. Hatta yaşı benden epeyce büyük olup ta yanına bile yaklaşamayacağım koşucular da göreceğim. Onlarla yarışmıyorum, zaten yarışamam da. Ben sadece kendi içimde kendimle yarışacağım. Yapamazsın diyen bana karşı istersen yapabilirsin diyen ben kapışacak. Bırak boş ver deli misin diyen benle haydi devam bırakma diyen ben savaşacak. Bakalım neler olacak…. heyecan ve merak içerisindeyim…
Kapadokya Ultra Trail 2019’a 3 gün kala malzemelere son bakış 19 Ekim Kapadokya ultra trail koşusuna 3 gün kaldı ve heyecanım dorukta, artık antrenman yapmıyorum. 14 Ekim’de yaptığım 18 km lik koşu beni hırpalamış, üstüne dün iki saat tenis oynadım ne zorumaysa.
#arazi maratonu ayakkabı#ilk maraton#kapadokya arazi maratonu#kapadokya maratonu#kapadokya ultra trail#maraton#maraton çantası#maraton bel çantası#maraton ekipman#maraton heyecanı#maraton sırt çantası#maratona 3 gün kala#nike zoom winflo 5#thenorthface ultrafastpack 3#ultra trail ayakkabı
0 notes
Text
Kapadokya maratonuna 4 gün kala
Kapadokya maratonuna 4 gün kala
Yaklaşık 4 gün sonra ilk maratonumu koşacağım. Maratonu bırakın, daha öncesinde 5 kilometre koşmuşluğum yok, yani koşuya direk arazi maratonu ile hızlı bir dalış yapıyorum. Hayatımın ilk resmi koşusu da olacağı için çok heyecanlıyım. Sürekli ya bir şeyler ters giderse diye endişelenirken buluyorum kendimi. İlk koşu için üstüme düşen okumaları ve araştırmaları yaptım sanırım. Yine de okuduklarım…
View On WordPress
#ilk maraton#kapadokya maratonu#kapadokya ultra maratonu#kapadokya ultra trail#maraton#maratona dört gün kala
0 notes
Text
Özgürlüğe açılan kapı
Şu anda bir hayalin içinde gibiyim. Hafta içi olmasına rağmen bir parkta oturmuş, bilgisayarımı açmış yazı yazmaktayım. Birazdan neredeyse yarı yaşımda çocuklarla buluşup kaykay yapacağım, daha doğrusu longboard, Türkçesi uzun tahta olsa gerek. Bildiğimiz kaykayın biraz daha uzun ve geniş olanından. Yaz başında almış olmama rağmen pek kayma fırsatı bulamamıştım açıkçası. Bir kaç sefer evin…
View On WordPress
0 notes
Text
Geçen kış (Yani 208-2019 sezonu)
Geçen kış (Yani 208-2019 sezonu)
Geçen kışın başında tereddütlerim vardı, yeniden kaymaya nefesim, gücüm, hevesim yetecek mi bilemiyordum. Sanki ilk zamanlardaki gibi pek hevesli değildim, bir ağırlık çökmüştü, tembelleşmiştim. Öyle böyle derken hayatımın en kaymalı sezonunu yaşadım ve hiç mi hiç doyamadım. Ne Kartalkaya’sı kaldı ne Sarıkamış’ı ne Erciyes’ i, ne Palandöken’i. Bazılarına defalarca gittim. Özellikle bu sene…
View On WordPress
0 notes
Text
Ukrayna'da Kayak - Bukovel'e Gidiş
Ukrayna’da Kayak – Bukovel’e Gidiş

Artık daha fazla beklemeden, hala anılar tazeyken yazmalıyım Bukovel’i, yoksa tembellik edip hiç oturamayacağım başına.
Genellikle üzgün, kırgın ve mutsuz olduğum zaman yazarım. Olumsuz duyguları atıp kendime gelmenin bir yoludur benim için. Başka türlü atamam içimdeki irini, yazdıkça boşaltırım üzerimdeki yükü, hafiflerim. En karanlık düşüncelerimi kağıda aktardığımda, yavaş yavaş kaybolup…
View On WordPress
#bukovel#Bukovel kayak#bukovel&039;e gidiş#liviv bukovel arası#liviv havaalanı#snowboard bukovel#Ukrayna kayak
0 notes