gokselboylam
gokselboylam
arada biri...
14 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
gokselboylam · 8 months ago
Text
İhmal etmişim seni. Hem de epey bi'.
Hazır uykum kendine tenha bir yer bulup saklanmışken biraz hasret giderelim dedim ve eski yazılarımı okudum. Zaten çok yok ama biraz içim burkuldu. Çünkü daha çok yazmalıydım buraya içimden gelirken...
Belki yine yazarım, kimbilir. Belki de yazmam. İstikrar bilinir ki hiç alakam olmayan bir mevhumdur. Sıkıca tutamam çoğu zaman bir şeyleri ya da birilerini... evet, yine tespitler kendime gömmeye meyilli. Çok da üzerime gelmeyeyim bu saatte. (03.04) teoman, fikret kızılok, gripin ve daha niceleri bu saatte şarkı yazmış. Bense burda kendi kumumda oynuyorum yine. Ama seni yeniden görmek güzel sevgili göksel boylam. Bu ismi hangi kafayla aldığımı hatırlamıyorum. Dursun böyle bari.
Iyi gecelermlş. Öyle duydum.
0 notes
gokselboylam · 3 years ago
Text
Ah, benim de hiç vaktim olmadı kendimi anlamaya...
Çok mu geç bilmiyorum ama sanırım denemeye cesaret bulabildim sonunda.
Bu da burda dursun.
0 notes
gokselboylam · 4 years ago
Text
Çok bir beklentim yok. Aza razı olduğumuz hiçliklerle geçen onca zaman varken aksi artistlik olurdu zaten.
2020 giderken kapıyı arkandan kapat, belki güzel bir şeyler gelmiştir, bizi görüp kaçmasınlar hemen.
41 dkdır her şey aynı. Ne bekliyorsam?
Ahh, bu ne hayalperestliktir! Bir anda puf! diye her şeyin pembeye boyanmasını beklemek.
Hadi ben gittim.
G.
0 notes
gokselboylam · 5 years ago
Text
Belki de sadece aldatılmışlığımızı kabullenemiyoruzdur?
Yani şöyle, "o da seviyor beni, tıpkı benim onu sevdiğim gibi, ya da daha çok." gibi şeyler kodluyoruz zihnimize ve bunlar bizi mutlu kılıyor.
Ta ki yazının ilk cümlesindeki farkındalığa kadar.
Aslında ne var biliyor musunuz? Kimse kimsenin umrunda bile değil. Sadece öyleymiş gibi yapıyoruz; bize karşı yapılanlara da inanmış gibi... etrafa saçılmış bir sürü 'gibi' işte.
1 note · View note
gokselboylam · 5 years ago
Text
Altınyaka Sedir Ormanları - 27.09.2020 / 16 km
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
1 note · View note
gokselboylam · 5 years ago
Text
Iyiye - güzele meyilimiz,
Çocukluktan.
Dizimizdeki yara da, kalbimizdeki de,
Çocukluktan.
Beslenme çantasından çıkan muz,
Hoşlandığımız çocuğun saçımızı çekmesi,
En çok renkli Monami'ye sahip olma,
Mutlulukları yetseydi de,
Aniden çıkagelen bu anlamsız tantana,
Büyütmeseydi bizi.
2 notes · View notes
gokselboylam · 5 years ago
Text
Az önce bir şeyler yazdım, sonra sildim. Biraz fazla drama queen göründüm gözüme. Yok, yine renkli şeyler yazmayacağım.
Dün gece bir arkadaşıma şöyle dedim:
"Kocaman şehirde yalnızlık çekiyorum ya, daha ne diyeyim."
O da beni düzeltti:
"Kocaman dünyada."
İkimizin de fiziksel bir yalnızlıktan bahsetmediğimiz belli aslında. Yüzeyde kalan, bir türlü derine inememiş arkadaşlıklar ya da ilişkiler değil olmayışını dert edindiğimiz - ki bu yalnızlık hissinin sorumlusu da bizatihi onlar. Anlaşılmıyorduk bir türlü, hoş, anlatmak da istemiyorduk galiba zaten. Boşa mermi harcamak, ilerideki haklı savaşlarda yenilmeye neden olabilir.
Bu bir nevi yorgunluk hali. Nereye gitsem benimle gelecek gibi. Çünkü kafamın içindeyken keyfi hayli yerinde.
Umursamama ve vurdumduymazlık kabuğumun çoktan kalınlaşmış olması lazımken; neden canım sıkkın hala böyle?
G.
20.09.2020
2 notes · View notes
gokselboylam · 5 years ago
Text
13 Mayıs ve Ertesi
Pencereden içeri süzülen ışık hüzmesi, yeni başlayan bir günün habercisi gibi hem Leyla’nın kambur bedenine; hem de üstünkörü örtülmüş yataktaki yastığa yansıyordu. Kalkmak zor değildi belki. Ama fiziksel yönü yüksek, az getirili bir iş için her gün 3 saatini yolda geçirdiği gerçeğinin can sıkıcılığı, öğrenilmiş çaresizlik olarak bir kenarda duruyordu öylece. Akşamları motel odasına geldiğinde kimi zaman o kadar yorgun oluyordu ki, ayakkabılarını yatağa uzandıktan sonra birbirine sürterek çıkarıp, direkt uykuya dalıyordu. 
Aslında yaşamı, bundan bir 2 sene öncesine kadar çok farklıydı. Hatta geçmişini düşündüğü zamanlarda benlik karmaşası yaşıyordu çoğu zaman. “Ben kimim? Neydim ve neye dönüştüm?” Sorular dönüp dursa da zihninde, cevapları üzerinde pek durmazdı Leyla. Çünkü artık olan olmuştu ve mevcut durumu değiştirebilmek için gereken gücü kendinde bulamıyordu. Bunun fikri bile imkansızlığı yüzünden belki de; ürkütücü geliyordu. Her şeyin başladığı ya da daha doğrusu bittiği sıradan bir 13 mayıs günü, bir insanın en büyük sınavlarından biri haline gelebilir miydi? 
Leyla, 30′lu yaşların ortasında, görece kurumsal bir firmada yönetici asistanı olarak çalışmaktaydı; Eşi Ozan ise altın çağını yaşayan bir iç mimar. Birbirlerinde buldukları büyük çekim ya da aşk - artık her neyse, onları tanışmaları üzerinden geçen altı ay içerisinde evliliğe götürmüş, aralarındaki saygı temelli ilişki, uzun yıllar süren mutlu bir birlikteliğe evrilmişti. Hani her şeyin bir fotoğraf karesinden bakıldığında mutlu göründüğü, ama aslında bir şeylerin çürümekte olduğu durumlar vardır; işte Ozan ve Leyla için de aslında aradan geçen yıllar sonrasında gidişat böyleydi ama iki taraf da bunu görmezden geliyordu. En azından Leyla için hayat bu şekildeyken basitti. Ozan işi gereği, kimi zaman ofisine gider, kimi zamansa evden çalışırdı. Evden çalışacağı günlerde de erkenden kalkar, ikisine kahvaltı hazırlar; karşılıklı kahve ritüellerinden sonra Leyla işine doğru yola çıkardı. Akşamları beraber yemek hazırlarlar, o gün neler yaşadıklarına dair sohbet ederlerdi. Aslında ne Leyla’nın patronuyla yaşadıkları Ozan’ın ilgisini çekiyordu, ne de Ozan’ın projesindeki aksaklıklar Leyla’nınkini. Ama aralarında bir anlaşma varmışçasına, kimse şikayet etmezdi bu durumdan. Sadece, günlerin birbiri ardına bu kadar aynı olması “normal” olarak sınıflandırılan monotonluğu doğurmuştu artık. 
13 mayıs günü, Leyla’nın patronu, evinde düzenleyeceği bir etkinlik sebebiyle erken çıkacağını söyledi. Bu da demek oluyordu ki Leyla da onunla birlikte çıkabilecekti. Saat 3 sularıydı. İlk başta annesine gitmeyi düşündü ama önceki gün gördüğü tuhaf rüyalar yüzünden uykusu defalarca bölündüğü için kendini çok halsiz hissediyordu. Arabanın direksiyonunu evinin bulunduğu semte doğru kırdı. Radyoda no surprises çalıyordu, sesi iyice açtı. Ozan da nasıl olsa evdeydi, belki biraz uyuduktan sonra güzel bir film seyreder ya da sahile yürüyüşe çıkarlardı. Leyla evinin önüne geldiğinde her zaman parkettiği yerin dolu olduğunu gördü. Bu yüzden bir paralel sokağa bırakacak, biraz yürüyecekti. Hem o arada markete uğrar, birkaç ihtiyacı da almış olurdu. Eve yaklaştıkça içinde tarifini yapamadığı fena bir his oluşmaya başladı. Sanki ileri doğru atmaya çalıştığı adımlarını biri önden arkaya doğru itiyor, eve ulaşmasına engel olmaya çalışıyor gibiydi. Kendi kendine, “Saçmalama Leyla! Yürü!” dedi. 6.hisleri artık fazla olmaya başlamıştı. Acaba bunlardan kurtulmanın bir yolu var mıydı?
Apartman kapısına bırakılmış tostçu broşürlerinden birini elindeki poşete atıp, kapıyı açtı. Ozan, çalışırken bölünmeyi sevmezdi, o yüzden Leyla evinin kapısını en son ne zaman çaldığını hatırlamıyordu bile. 2.kattaki dairelerine ağır adımlarla çıktı. Bir elinde aldığı öteberi, bir elinde çantası ve anahtarı biraz güçlük yaşasa da sessizce kapıyı açtı, içeri girdi. Salona doğru geçip, “Merhaba Oz...” diyecekken kelimesi orta yerinden bölündü, elindeki poşet ve çantası yere düştü. Nispeten büyük bir gürültüydü ama çıkan ses bile havada asılı kalmıştı. Beraber film izledikleri, hayatı paylaştıkları, bir sürü güzel anıya şahitlik eden yeşil koltuklarında Ozan heyecanla bir şeyler anlatıyor, kucağında yarı çıplak bir kadın aşkla O’nu seyrediyordu. Bu sahneyi algılayıp, ölene kadar hafızasına kazıyabilmesi için 1 saniye geçmesi yeterli olmuştu. Sonrasında neler olduğu kaotik bir rüyaya; Ozan’ın söylemeye çalıştıkları ise anlamsız bir uğultuya dönüşmüştü. Nefes almaya çalışıyor, aldığı nefes göğüs kafesine hapsoluyordu. Gözleri en acı soğanı saatlerce ezmişçesine yansa da ağlayamıyordu. O kadının ne zaman gittiği, Ozan’ın kendini aklama çabalarında ne derece saçmalayabildiği gibi şeyleri Leyla bilmiyordu.
İlk şoku atlattıktan sonra, yatak odasına gitti. Dolabın üstünden iki tane bavul indirdi; bu bavullarla dünyayı gezmişlerdi birlikte. Şimdiyse, bir belirsizliğe doğru yola koyulacaktı. Eline ne denk gelirse, sığdırabildiği ne varsa sığdırdı. Neyse ki infilak etmeye hazırlanan gözleri artık pes etmiş, gözyaşları bir yangını söndürmeye çalışırcasına büyük bir hızla akmaya başlamıştı. Ozan sessizce kapının kenarında onu seyretti. Bir şey söylemenin anlamsız olduğunu biliyordu, bu, O’nun Leyla’yı mahkeme salonundan önceki son görüşü olacaktı.
İşte o 13 Mayıs’ın ikinci yıl dönümünün sabahına uyanmıştı Leyla bugün. Hayatının dönüm noktalarından birinin üstünden tüm gücüyle zıplamış, devam edebilmeyi başarmıştı. Daha iyi şartlar, daha iyi bir iş bulunurdu elbet ama, buna biraz daha zaman vardı. Fiziksel yorgunluğu, zihnini kemiren düşüncelere ket vuruyordu ve Leyla’nın en çok da buna ihtiyacı vardı...
1 note · View note
gokselboylam · 5 years ago
Text
Nicedir, içimden geçen kelimeleri özenle sıralamak istemiyordum. Hazır yapılmışı varken, lüzum görmüyor insan galiba. Bir tür tembellik işte.
Ama farketmeden içinde birikiyor cümleler. Yük oluyor, yağmur yağdırmayan kara bulutlar kadar anlamsız bir şekilde havada asılı kalıyorlar.
Günlük yazmak istedim nedense. - bugünlük.
"Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?"
Bilmiyorum. Saçma bir mutluluk var içimde. 5-6 arkadaş gündelik ya da daha uzun süreli dertleri döktük orta bir yere. Masa darmadağın. Birkaç dakika empati yapıp, devamında kahkahayı bastığımız birkaç saat işte. İşin içine şarap girince ya asil bir hüzün; ya da anlamsız bir hoşluk çöküyor insanın içine. Çok da düşünmemek lazım belki de, bilmiyorum.
Plasebo etkisi oldu biraz. Bazı insanların neden düşünme yetisini kaybetmek için alkole düştüğünü anlıyorum böyle zamanlarda. Aslında benim de o yolu seçmem olası ve beklenen ama bir şekilde kalıyorum olduğum yerde. Bir şeye ya da bir kişiye bağımlı olma fikri beni korkutuyor, belki de ondandır. Nadiren izin veriyorum beynimdeki suni karmaşaya.
Yarın yeni bir gün ve muhtemelen önceki günlere çok benzeyecek. Bu yazı burda bir yerde kalsın. Sanıyorum arada bir böyle yazılar olacak burada. Yaşayacağım ne kadar yıl var bilmiyorum ama, bazı günler kayıt altına alınsa iyi olacak gibi.
https://open.spotify.com/track/5z0Jl3ChNEUqi2CCSzACsJ?si=k4j2dIjJTI6DhK0wk016ag
G.
1 note · View note
gokselboylam · 5 years ago
Text
Duraklı Tesadüf
Bazı zamanlar evden çıkmadan önce, yağmurun yağıp yağmayacağını öngörebilmek için şöyle bir pencereden bakarsınız. Buna psikolojide şemsiye taşıma üşengeçliği deniyor olabilir, ya da olamaz bilmiyorum. O gün aslında evden çıkmak gibi bir planım da yoktu. Hava iyice kararmaya yüz tutana değin salondaki içine gömülerek hayatımı sürdürebileceğime inandığım koltuğumda yatmış tavana bakıyordum. Sonra birden, "Yasemin, kalk!" dedi içimden çok güçlü bir ses. Kalktım, orası tamamdı. Sonra? İç sesin söze devam etmesini bekledim bir süre. Benimle ilgili planları vardı belli ki. Çişimin geldiğini mi anlatmaya çalıştı yoksa? Yoo, çişim yoktu.
Evde anlamsızca dolaşmaya başladım. Mutfağa gidiyorum, ordan salona, ordan yatak odama. Yatak odamda çok durmuyorum çünkü dursam kesin uyumaya falan kalkarım. Hemen ordan çıkıp turumun başlangıç noktası olan salona dönüyorum. Bu sefer gömütüme değil de, tekli koltuğuma gayet efendi bir şekilde oturuyorum. "Evet iç ses, hazırım söyleyeceklerine. Döpiyesimi de mi giymem gerekiyor gerçekten?" Kısa bir sessizlik sonrası, "Kadıköy'e gitmen gerek. Moda'ya." Hadiii... İç sese bak sen ya. Bakırköy'ümden alıyor beni Kadıköy'e götürecek. Bir de nasıl bir üslup bu arkadaşım? Onu geçtim, sebebini söyleseydin bari? Moda bir de! Hani beni çok seven, hayatının anlamı olarak gören Ekrem'in bir anda sokağın ortasında, "Yasemin ben yapamıyorum. Seni üzeceğim. Tamam şimdi de üzüleceksin ama ileride inan ki daha zor olacak." deyip arkasını dönüp gittiği yer. Ağzımı açmama fırsat bile vermemişti pislik herif! Sokağın ortasında kalmıştım. En son bir araba kornası kulak zarıma tecavüz edince farkettim ki gerçekten sakat bir yerdeyim. 2 adım kenara çekildim, biraz da orda durdum. Durmak işime geliyordu. Düşünmek zorunda değildim, eyleme zaten gerek yoktu. Sonra ne olduysa, 30'larında bir adam omzuma hafifçe dokunup, "Yaklaşık yarım saattir burada hareketsiz bekliyorsunuz. Hava iyice soğudu, gelin size sıcak bir şeyler ısmarlayalım. Hasta olacaksınız." Eylemsizliğime son verdim, adamın suratına birkaç saniye dik dik baktım. Sonra da arkasındaki ufak kafeye. "Olur." diyebildim sonunda. Adamın peşinden kafeye girdim. Gözlüklerim buğulandı ısı değişiminden, rüyada gibiyim. Ama aslında kabus olmalı şu son 1 saatte yaşananlara bakarsak...
Gözlüğümün buhar olmasından mütevellit etrafa nasıl boş baktıysam, beni içeri alan adam, "Böyle oturun isterseniz." diyerek beni duvar kenarındaki, pembe bir sümbül kondurulmuş masaya oturttu. O kadar zarif hareket ediyordu ki, normalde tanımadığım birinin bana müdahale etmesine ayar olan ben sesimi çıkarmıyor, ne derse yapıyordum. Sonra bana bir gözlük silme bezi verdi. "Sizde kalabilir, ben ne zaman bir optikçiye uğrasam birkaç tane alıyorum kendime." Yine boş boş baktım, sonra biraz insanlaşmaya başlamış olacağım ki, "Teşekkür ederim." diyebildim. 23 yıldır gözlük kullanan biri için gözlük camlarını temizlemek artık bir sihirbazlık işidir. Bakmadan yaparsın, cam gibi olur. Ama yok, kafam o kadar bulanık ve hareketlerimi düğümler halde ki, elim ayağıma dolandı. Gözlük elimde kalacak. Yine gizli ya da artık aleni kahramanım yetişti, gözlüğümü sildi, burnuma yerleştirdi. Resmen adamın çocuğu gibiydim. Beni kırmamak için imtina ediyor, her hareketine dikkat ediyor, hiç soru sormuyordu. Ne içeceğimi bile sormadı mesela. Bir sürü rahatlatıcı bitkinin karışımından elde ettikleri bir çay varmış, cam demlikte ondan getirdi, yanında da şirin bir kurabiye. Kurabiyenin üstünde gülen yüz vardı. Hemen ters çevirdim.
Orada ne kadar öylece oturdum bilmiyorum. Epey olmuş olacak ki, diğer çalışanlar sandalyeleri yerleştirmeye, yerleri silmeye falan başlamıştı. Beyin fonksiyonlarım bu sefer devreye girdi;
"Ben artık kalksam iyi olacak. Kapatıyorsunuz galiba?"
"Şey, evet. Aslında daha kapatmak istemezdik ama patronumuz bu konuda katı biraz. Kafeler ona göre belli bir saatte kapanmalıymış. Yoksa bardan ne farkımız kalırmış?" isimsiz kahraman hafifçe güldü bunu söylerken. Belli ki biraz olsun neşelenmemi istiyor. Yaklaşık 2 saat boyunca boş boş sümbül çiçeğine bakmış bir insana başka ne yapılır bilemiyor gibi. Ben de ayıp olmasın diye, "Patronunuz haklı. Baksanıza, kapatmasanız ben ve bitkileri helak olmuş çayım oturmaya devam edeceğiz." dedim ve gülümsedim. Gülümsemek başta biraz zor geldi. Yani, nasıl anlatsam, uzun zamandır yapmadığım bir şey gibi. Ama sonra iyi geldi. Hesabı ödedim, kahramana içtenlikle teşekkür ettim ve kendimi dışarı attım. Yağmur başlamıştı, kapişonumu kapattım. Son kez kafeye baktım, belli belirsiz bir bakış yakaladım ama emin olamadım camın buğusundan. Yürümeye devam ettim.
------
Hazırlanıp evden çıktığımda 19.20 feribotuna yetişebildim. Farkettim ki, neredeyse 2 aydır Kadıköy'e gitmiyordum. Çünkü Kadıköy, özellikle de Moda, Ekrem'in beni içi boş bir teneke gibi bırakıp gittiği yerdi. Vursa biraz ses çıkaracaktım, vurmadı.
Şemsiyemi yine almamıştım. Bana göre bu hayatta alınası güzel risklerden biriydi çünkü. Islanırım ne var?! Hasta da olurum belki? Kedim bana çorba yapar...
Kadıköy'e vardığımda nereye gidiyor olduğumu hiç düşünmediğimi farkettim. Adımlarım otomatik pilota alınmış gibiydi. Günlerden cumartesi, insan seli üstüme üstüme geliyor; bense 1.60 boyumla onları eze eze yoluma devam ediyordum. Sonra bir şey oldu. Zınk diye durdum. Ta taam! Olay yerindeyiz komserim. Başımı hafifçe sağa çevirdim. Kafe hala orada. İçimde hakim olamadığım sinsi bir merakla minik adımlarla yürüdüm, kafenin camlı kapısından içeri baktım. O esnada bir masadan sipariş alan bir adam da bana baktı. Sadece ikimizin bildiği komik bir şaka varmış gibi birbirimize gülümsedik ve ben açılınca çan çalan camlı kapıdan içeri girdim. Bu sefer inisiyatifi elime alayım demiş olacağım ki yine 2 ay önce oturduğum masaya oturdum. Adam, gizli kahraman, aleni kahraman. Bir sürü şey dediğim kişinin ismi yakasında yazıyormuş meğer; "Umut"
Karşıma geldi, sıcacık bir gülümsemeyle "Merhaba." dedi. Bu öyle bir merhaba'ydı ki, içine tekrar gelmem için beklediği 2 ayı sığdırmıştı zarif bir biçimde.
"Merhaba." "Şey, bu sefer ne içeceğime ben karar verebilir miyim? O çay beni 2 aydır düşündürüyor da..."
0 notes
gokselboylam · 8 years ago
Text
"Dağınıklıkta yaşanmışlık vardır." - Ekim / 2013
Kafamdaki düşünceler de, odam da dağınıktır hep. İkisini de toplamaya inanılmaz derecede üşenirim. Neden? Çünkü ikisinin de aynı çabuklukta tekrar dağılacağına emin bir bilinçaltı tarafından yönetiliyorum. Annem yaklaşık olarak her gün odamı toplamamı söyler. Söylemek derken, verilmek istenen mesaj o, yoksa her gün farklı bir teşbih, farklı bir kızgınlık tonlaması var. En çok kızdığı zamanlardan birinde ona Oscar Wilde'in bir sözüyle karşılık vermeyi düşünüyorum:
"Dağınıklıkta yaşanmışlık vardır."
Şimdi burda yönetmen "kestiik!" diye bağırmalı ama. Malum, her annenin içinde temel terlik fırlatma, gıdıklamaktan komaya sokma gibi yetenekler default olarak bulunur.
Odanın dağınıklığı, kafanın dağınıklığından daha önemsiz bence. Aradığın tişörtü bulamadığın zaman başkasını giyip çıkmak gibi bi' şey yapamıyorsun çünkü ikincisinde. Bazen günlerce düşünüyorsun, düşünmek de değil, neyi düşündüğünü bilmeye çalışmak bile denebilir. Çünkü beynin içi savaş alanı. Her köşede mefta olmuş/önemini kaybetmiş anılar, unutulmaya yüz tutmuş güzel şeyler, sırf dikkat çekmek için fosforlu kazak giymiş kötü şeyler, günlük kaygılar, gelecekli kaygılar... Siz de onların arasında, üstlerine basmamaya dikkat ederek gezip durursunuz.
Yalnızken kolaydır düşünmek, geceleri de kolaydır. Tabağınızdaki biber dolmasına uzun uzun bakarken yakalanmazsınız misal. "Ne düşünüyorsun yine?" diye sormaz kimse - ki bu soru beni çıkmazlara sürükler resmen. Çünkü çoğunlukla ne düşündüğümü de bilmem. Düşünce derken, üstünü yosun bağlamış taş gibi bir şeyden bahsediyorum. Burada şair, yosun derken duyguları kastediyor. Sürekli "Nolucak bu memleketin hali?" demiyorum yani. Diyorum ama, şimdi mesele o değil. Velhasıl, "Bırak dağınık kalsın." diyerek, başka bir şeye geçmek istiyorum şimdi.
Bazıları düşünmenin mutluluğu gölgelediği tezini savunur. "An"ı kaçırmaya sebep olduğunu. Haksız da sayılmazlar aslında değil mi? Lunaparktaki en korkunç şeyi düşünün. Bindiğinizde istemsizce bağırdığınız ya da kahkahalara boğulduğunuz. Heh, o birkaç dakika, beyniniz durur değil mi? Ya da en fazla, "Bu kemer açılmaz dimi yaa?" diye gerilirsiniz arada bir. İşte ben tam da böyle bir düşüncesizlik hali olduğunu düşünüyorum salt mutluluğun. Geçip gittikten, anı'ya dönüştükten sonra, "ne güzeldi.." denilen.
Birini sevdiğinizde de, seversiniz işte. Başka biri size "O'nu neden seviyorsun?" diye sorunca içten içe uyuz olursunuz. Çünkü, "neden?" düşünmeyi açma butonu gibidir. Birini sevmek için mantığa ya da nesnelliğe ihtiyaç yoktur ki... Mutlulukla ilgili ne demiştik; an'ı gölgelemek. Sevmek için de bu böyle sanırım. Mantığa oturtmaya çalıştığın oranda duygularını, sorgulamaya döner hadise, maksadını aşar. Keza, hepinizin hayatında neden sevmediğinizi bilmediğiniz, sevmediğiniz insanlar vardır. Kötü değillerdir, yalancı ya da başka bir şey değillerdir ama siz yine de onları hayatınızda figüran olarak tutmayı yeğlersiniz. Sanırım sevmemek, sevmekten her zaman daha kolay...
Tek tek tüm duyguları düşüncelerle kesişim kümesi yapmayacağım tabi. Ama bilenler bilir, insani ne varsa, üzerine konuşmayı severim. Yeni bir şey bulmak gibi bir niyet yokken, birileriyle fikirleri ortaya dökmek ve sonra onları okey taşları gibi iyice karıştırıp, tekrar dizmek müthiş keyif verir. Dinlemenin, anlatmaktan daha mühim olduğunu düşünürüm; çünkü kafamdaki taşların arasındaki boşlukları doldurmak ya da yamuklukları düzeltmek için, kendimden daha fazlasına ihtiyacım olduğunu bilirim. Ama, "hadi bi' tur da ben bineyim." dememe fırsat vermeden, biraz da susmasını bilenleri tabi ki diğerlerinden üstün tutarım.
Ey okuyan, giriş-gelişme-sonuç şeklinde yazıp, kompozisyon harikaları yarattığım lise günlerinden çok uzaktayım. O yüzden şimdiden vaktini aldığım için kusuruma bakma. Mesaj kaygısı gütmeden, sohbet eder gibi yazmak istedim ama böyle de insan başını sonuyla bağlayamıyor-muş. Neyse. Yukarıda bir yerlerde düşünmek için yalnız olmaktan bahsetmiştim, başka bir şey daha eklemek istiyorum; bisiklete binmek... Rüzgar yüzünüze değip geçerken ya da bozuk yollardaki rampaları görmeyip havaya hoplayınca sinirlenirken, yokuş aşağı hızlanıp, yokuş yukarı bacaklarınız titrerken; işte her an diyelim, kafanızdakiler yerlerine geçmeye pek hevesli oluyor. Benden size tavsiye, bisiklete binin, mutlaka. Bir de an'larınızı düşüncelerinizle bozmayın. Yanaklarınız gülmekten erken kırışsın, kalbiniz de çok sevmekten...
1 note · View note
gokselboylam · 9 years ago
Text
Yaşıyoruz ama?
Oturduğum mevkide hadise çıkacağı günlerdir konuşuluyordu. İşbu yüzden, cuma işten gelip, bu sabah iş için ayrılana kadar hep evdeydim. Yok, markete bile gitmedim. Cumadan yapmıştım alışverişimi... Nitekim 2-3 sokak üstte kovalamaca olmuş. Baharı karşılamak mı? Baharı birlikte kovaladınız, haberiniz yok. Evlerine sıkışıp kalan karıncalardan farkımız yok. Üstümüze birinin basıp geçmesini bekliyoruz. Evet, sadece bekliyoruz. Ne gelen bahar, ne parlayan güneş, ne sevdiğimiz bir şarkının radyoda çalması. Ufak bir mutluluk bile kalmamış gibi. Her taraf is, duman. Söylemiştim. Yine söyleyeyim. Geçecek tabi bunlar. Ama geçmesi, her şey daha güzel olacak diye değil. Hafızalarımızdaki unutma dürtüsü yüzünden. Bir şeye gülsek bile, 5 dakika sonra utancını yaşıyoruz. En fazla akşam haberlerine kadar sürüyor bu aralar mutluluk dediğimiz şey. Ya da huzur. Ya da güvende olma hissi. Hepsi yine bir kötülük duyana kadar koruyor mevcudiyetini. Kedime bakıyorum sonra. Kucağımda yatmış bana bakıyor. Diyorum, adamın tek derdi benim şu hayatta. Dünyası bu ev. Maması ve suyu olduğu sürece mutlu işte. Acaba kedileşiyor muyuz gitgide? Sadece biraz daha geniş bir düzlemde, daha çok değişkenle, sadece yaşıyor olmakla yetinen, büyük kediler... Ah...
0 notes
gokselboylam · 9 years ago
Text
Dünya Saati - 19 Mart 2016 / 20.30-21.30
Geçen seneden beri duyurabilmek adına en çok çaba harcadığım etkinlik bu yıl çok daha önemli - ki doğru orantı var yıllar ile önem arasında… Özetle, iklim değişikliğine, doğanın git gide yaşanamaz hale dönüşüyor oluşuna dikkat çekebilmek adına, her yıl belirli bir günün, belirli bir saati tüm dünya aynı anda elektriklerini kapatıyor. Detaylar: http://www.changeclimatechange.org/tr_TR/ Etkinlik Türkiye sayfası: https://www.facebook.com/events/1657673801166750/ 1 saatte ne olur ki'ciler ile, 1 oyla ne değişircileri evlendirmek gerek. 2 grup da, büyük şeylerin, küçük parçalardan oluştuğunun farkında değil çünkü. Geçen sene o 1 saatte arkadaşlarımla evdeydik. Camdan dışarı diğer evlere baktığımda yaşadığım hüsranı unutmuyorum. Kimsenin umrunda değildi. Işıl ışıldı etraf. Kimbilir hangi önemli(!) TV programını izliyordu insanlar. Ya da çay-kahve içip feysbukta takılıyordu. Oysa, gerçekten beklenenden de az zaman sonra bunların hiçbirinin bir anlamı kalmayacak. Gündelik kaygıların yerini, dünya sorunları alacak. Su, temiz hava, doğa ve diğer pek hakettiğimizi de düşünmediğim güzellikler bizi bir bir terketmeye başlayacak. Şu an bol keseden akıttığımız suları, soluduğumuz -nispeten- temiz havayı, gölgesinde oturduğumuz ağaçları kaybetmeye öyle yakınken, bu duyarsızlık beni çileden çıkarıyor. Ha ben çok mu aktivistim? Ya da doğal hayatı koruma neferi miyim? Hayır. Hatta birçok hata yapıyorum ben de çevreyle ilgili. İstediğim kadar duyarlı olamayabiliyorum. Ama, yılda bir kere, 1 saat bile olsa bir şey yapabilmek, bir fırsat işte. Çok şey borçluyuz dünyaya… Hadi bir yerinden başlayalım ödemeye. G.
0 notes
gokselboylam · 9 years ago
Text
Girizgah...
İçimden geçenleri yazabileceğim mecra arayışlarım - ki bunların arasında aktif olarak sürdürdüğüm Ekşi Sözlük yazarlığı ve Feysbuk fan görllük de var, tüm hızıyla devam ediyordu. Şimdi de buradayım işte. Aslında bu benim ilk blog yazma girişimim de değil. 5. filan hatta yanılmıyorsam.
Bu defa farklı olacak mı? En azından birkaç günden fazla sürer mi bu macera? Bilmiyorum. Ama, “sen neden daha çok yazmıyorsun, neden blog yazmıyorsun, somut bir şeyler yapsana” gibi hezeyanları çok işitir oldum  son dönemde. Ama bu bir defetme politikası da olabilir beni.
Blog yani bu. Kim okuyacak çok merak ediyorum üşenmeyip. Öyle ki, genelde kendimle kalabilirim burada. Başkaları okuyormuşçasına yazıp, okumadıkları bilinciyle samimi kalabilmek güç. Bir de nedense bu tür sitelerin bir anda “kapattık karşim!” yapacağına dair bir korkum var. Sanırım sık sık yedek alacağım. - dünyanın gizi uzayın derinliklerine gitmemeli neticede. (fiyuuu!)
Biraz düşündüm yazmaya başlamadan önce. Ve şu sonuca vardım, burada bir tema ya da konsept olmayacak sanırım. Yeri gelecek su samurlarının duygusal karakterinden, yeri gelecek Yenikapı metro hattından, bazense sadece beynime ağırlık yaptığı için atmak istediklerimden oluşacak içerik. Size gül bahçesi vaad etmiyorum. Kendi çapımda, buradan (dünya) gittikten sonra merak edenler olursa diye samimi bir arşiv bırakmaya meyilim var. Şimdi okuyacaklar içinse, sadece teşekkür edebilirim. Okunacak tonla şey varken, benim çoğu zaman kafada “hımmm” balonu oluşturacak yazılarımı okumanız beni mutlu eder tabi. Ki blog yazıyorsan, okunmasını da istiyorsundur içten içe. Aksi olsa, word’e yazarsın, ne bileyim. Egomuza sahip çıkalım dedeler, ona da ihtiyaç var.
Girişi kısa tutmak belki daha iyi olacaktı ama bunları başta söylemek, sonrası için eksikleri tamamlarken kolaylık sağlayacak bana. 
O zaman başlıyoruz…
G.
2 notes · View notes