Tumgik
historiadecronopio · 7 years
Text
Robert Walser’a Mikrogram Bir Hayran Mektubu
Tumblr media
Robert Walser okumanın bir yazarın boşluklarını bulma anlamına geldiğini onun mikrogram adı verilen çıplak gözle okunamayacak kadar küçük yazım tekniği ile yazdığını öğrendiğimde oldu. Walser, sunduğu düzlemi bölen bu tarz bir yazım sisteminin yanısıra aslında kendi hayatından sadece esintilerle değil sağlam temellerle var olan fakat elbette otobiyografi aleladeliğiyle anlatılmamış, dünyamla ahenkle dans eden öykülerin ve romanların sahibi. Robert Walser’in kendi yaşantısıyla bol miktarda harmanlayarak kurduğu kurmacalarını okumanın verdiği bir keyif var. Bununla beraber tuhaf kesitlerden oluşan hayatından küçük parçalar bulmaya çabalamanın “Acaba gerçekten bunlar Walser’ın başından mı geçti?” diye düşünmek yazarla okur arasında enteresan bir bağ oluşmasını sağlıyor. Ne yalan söyleyeyim Walser’dan hoşlanmış bile olabilirim. Veya onu bu kadar anlama gayretimden dolayı ondan gerçekten hoşlandığımı varsayıyorum. Gerçek bir yürüyüş sevdalısı olan (Sanırım seksen kilometre yürümüşlüğü var.) ve ‘aylak’ diye anılan bu beyefendiyle on kilometre yürüyüp konuşmak isterdim. Fakat kendisi bir yürüyüşünde, pitoresk bir şekilde ölmüş.
Tumblr media
Walser akıl hastanesindeyken kardeşinden başka kimseyle görüşmek istemiyor. Kendini hem anlatmak istiyor herkese öte yandan saklanarak yazıyor. Yazdıklarınaysa neredeyse hiçbir düzeltme yapmıyor. Safça, adeta bir çocuk gibi. Bu sayede olup olmadığı şüpheli olsa da kendi hikayesinin sonunda Kafka’nın en sevdiği yazarlardan biri oluyor. Kafka öykülerini okuyalı bir hayli zaman oluyor ama hatırladığım fragmanların bir kısmı beni Walser’ın karda bıraktığı izlere götürüyor.
Ben de o izlerde yürümenin nasıl bir deneyim olduğuna dair büyüyen merakımdan ve yazarı anlama gayretimden dolayı hastanede kullandığı teknikle bu mektubu yazdım. Tekniğin kuralları var mı bilmiyorum. Ben sadece elimden geldiğince küçük ve büyüteçle okunabilecek hale getirmeye özen gösterdim. Ne yazdığımı unutacak kadar bir süre geçirdim ve sonra kendi yazımı deşifre etmeye çalıştım. Hergün biraz yazdım ondan dolayı mektup hayli kötü bir mektup oldu. Deşifre ederken yer yer ne anlattığımı anlamadım.  Çünkü  küçük yazınca yazdıklarımın gerisini takip edemedim. Bu da mektubumda iniş çıkışlara ve bazı şeyleri anmamama yol açtı. Örnek vermek gerekirse, Jacob von Gunten veya Gezinti’den bahsedemedim. Bazı kısımlarda da çok uğraşmama rağmen ne yazdığımı çözemedim, soru işareti olarak kaldı. Kendisine mektup yazmak uğraştırıcı ama çok keyifli bir ‘şey’di.
Walser’a da pek bir anlam ifade etmeyecek mektubumla Haydut’un nasıl yazıldığını, Robert Walser’a biraz olsun yaklaştığımı hissettim. Yazım tekniğinin metinde yaratılan sıçramalarda, kişizamankonu ekseninin kaymasında ve hatta bir karakteri keşfetmede ne kadar etkin olabileceğini düşündürttü bana.
Tumblr media
Merhaba Robert Walser
 Öncelikle bunu yapabilecek miyim emin değilim, en ince kalemimi alıp umut etmekten başka seçeneğim yok. Tam olarak neyden bahsedeceğimi bilmemekteyim. Normalde yukarda gördüğünüz gibi bir yazı karakterim var. Bunun dışında kullandığım iki yazı karakterim daha var. Onlardan birini mi kullanıyorum bilmiyorum. Bu şekilde yazmak yeni bir yazı karakteri mi getiriyor göreceğiz. Bu mektubu yazarken, yazdığım şeyi elimden geldiği kadar silmemeye özen göstereceğim. Bolca ışık ve oldukça ince kalemimle buradayım. Sanırım birinden gelip birine gitmiş olan tonlarca mektubu okumaya bayılıyorum.  Kocaman bir hayatın küçük bir parçası ile bir hayat tasavvur edebiliyorsun. Muhteşem bir şey. Her neyse bundan daha sonra bahsedeceğiz diyip sonra bahsetmeyeceğim kısımlar gelecek mi henüz bilmiyorum. Bu mektubu henüz yazmadan önce aklıma gelen bir şey vardı: Benim yazdığım ilk şey bir mektuptu. Hevesli miydim bilmiyorum ama okumayı biraz erken öğrenmiştim. Mektup şu an kayıp ama başına nasıl hevesle oturduğumu hatırlıyorum. Bir masada yazmamıştım. Şu an olduğu gibi bir üçlü kanepenin kenarına oturmuştum. Kağıdın altına destek olarak bir lise ders kitabını yerleştirdiğimi anımsıyorum. İlk mektubum ölü birineydi. O zamanlar da farkında olmaksızın başka bir yazım tekniğiyle yazmıştım. Tüm kelimeler bitişikti ve herhangi bir noktalama işareti yoktu. Bu arada böyle yazmak benim için inanılmaz yorucu. Her neyse. Mektubumda tüm kelimeler bitişikti ve herhangi bir noktalama işareti yoktu. Çok heyecanlı olduğumu hatırlıyorum. En iyi hatırladığım şey ise mektubun ilk cümlesi. (Mektup kayıp devamını sadece tahmin edebiliriz.) “Niye gittin?” diye başlayan bir mektuptu bu. “Niye gittin?” diye başlayan ve bir ölüye yazılmış mektup. Bundan dolayı ölü birine mektup yazmak benim için yadırganacak bir şey değil. Nitekim siz de ölüsünüz. Ölüm fotoğrafınızın şiirselliğinden daha sonra bahsedeceğiz. Çok yakında. Bugünlük bu mektubu sonlandırıyorum. Okumadığım bir kitabınız kaldı onu okumalıyım.
 Klara’nın yazdığı mektupta şöyle bir yer var, diyor ki : “Tüm insanlara mektup yazabiliyormuşum gibi geliyor bana, rastgele bir yabancıya, her kalbe; çünkü tüm insanların kalpleri sıcacık titriyor benim için.’’ Belki de ben biraz Klara’ya benziyorumdur kim bilir. Biraz düşününce hiç mi hiç. Klara’nın mektubundan önce Simon’un ufak bir tiradı var. Defalarca okudum. Dünyanın en güzel boşvermişlik güzelliklerinden birini o sayfalarda buldum. “Yaşamak için biraz ölmek gerekir.” diyor dinlediğim şarkı. Simon önce bir yerlerini öldürmüş olabilir mi? Okudukça göreceğim. Tanner Kardeşler’de pek göremesem de yazdıklarınız sürpriz bir kutudan çıkıp gülümsüyor. Bir ilacı çıkarmak için  duyduğumuz o neşeli çıtırtılar (İlaçlar neşeli değil.) Halbuki bebekleri güldürmek için kullandığımız çıngırak neşeli. Gerçi bebeklerin çıngırağa pek güldüğünü görmedim. Haydut bana defalarca ci yapan bir anne gibiydi. Ben çok ufakken arka arkaya yüz kere ci yapıldığında yüzünde de gülermişim. Bununla ilgisi yok tabii. Yazdıklarınız pek çok insanı güldürüyor. Her neyse benim ya da başkalarının neye gülüp gülmediğini bir kenara bırakabiliriz.
 Söyleyeceğim şu ki neşeli parçaların arasına giren hüzünler. Yeri geliyor bir doğa aşkı betimlemesi oluyor. Bir bulutun üzerine yağan kar taneleri gibi. Benzetmem için özür dilerim. Bulutun şimşeği ve gök gürültüsünü de içerdiğini düşündüm. Ama bulut karanlık olsa bile hep neşeli değil midir? Bu benzetme nereye varacak oldukça merak ediyorum. Tek bir satırı silemiyorum. ?? Kar ise masum bir hüznü hatırlatıyor bana. İşte bu bulutun aslında kah mutlu kah üzgün halini karın suladığını düşündüm. (Sanıyorum, beni affedin.) Üstelik tüm kar taneleri farklıdır, bulutlar ise benzerdir. Belki de o kadar kötü bir benzetme olmadı ne dersiniz?
Biraz küçük yazma meselesine gelebiliriz. Yazdığım satır geride kalıyor ve ne dediğimi unutuyorum. Belki de bu çizimi o yüzden yaptım, nerede kaldığımı hatırlayabilmek için. Bundan dolayı mı hiçbir zaman silmediğiniz romanlarınız var? Bunu öğrenemeyeceğiz. Tanıdığım biri var kendisi bu kadar küçük yazmasa da oldukça küçük yazıyor. Bir keresinde defterine bakmıştım. Gülerek, yarı gururla okuyamazsın demişti. Büyüleyici saklı bir dünya gibi görünüyordu. Küçük yazının aşırı estetik görünümüne kaptırmıştı kendini. Karşılaşırsam ne hissettirdiğini mutlaka soracağım. Tam olarak sizin tekniğinizle yazıp yazmadığımı bilmiyorum. Büyüteçle ancak okunur hale gelmesine özen gösteriyorum. Gerçekten bu kabuk kurma çabasıysa zekice ve çocuksuluğunu yitirmeyen bir yöntem bence. Hiç zekice hem de çocuksu bir şey yapmadığımı düşünerek tavana baktım. Bundan dolayı çocuksu romanlardan keyif alıyor olabilir miyim? Çok çocuk olmayanlar hep çocuk olur gibi bir deyiş vardı ama bunu söylemediğinize eminim. Bence siz olanın bitenin farkında değildiniz. Yazdınız, çizdiniz ve bitiverdi.
Tanner Kardeşler’de bir yer var karlar altında ölmenin şiirselliğinden bahsetmişsiniz. Böyle bir ölümü başkası için ??. Bilemiyorum Walser Bey kitabın bu kısmında ne yapacağımı bilemedim. Bir insanın bunca methettiği ölümü yaşamasının harika bir tuhaflığı var. “Yüzü ve elleri çoktan katılaşmıştı ve kıyafetleri donmuş bedenine yapışmıştı. S. artık taşıyamadığı büyük bir yorgunluk yüzünden buraya yığılmış olmalıydı. Çok güçlü olmamıştı hiçbir zaman. Daima iki büklüm yürürdü. Sanki dik durmayı kaldıramıyormuş. Sanki sırtını ve başını tutmak canını acıtıyormuş gibi. İnsan ona baktığında, hayatı ve onun soğuk beklentisinin üstesinden gelemeyecek gibi hissederdi. Nazik bir tavırla kazmış kendi mezarını. Karla kaplı olağanüstü yeşil çamların ortasında yatıyor. Bu durumu kimseye bildirmek istemiyor. Tabiat kendi ölülerine göz kulak olur. Yıldızlar onların başında şarkılarını söylerler. ?? Gece kuşlar cıvıldarlar.” Sizin ölümünüze daha çok “Google Görseller” göz kulak oluyor. ? geçen bir şiirsellik var. Dilediğiniz bu muydu bilmiyorum ama tabiat sevginiz beklediğinizin bu olmasa bile ümit ettiğinizin bu yönde olduğunu söylüyor.
Halüsinasyonları engellemenin tek yolu. Mutsuzluk bu denli yoğunsa yazmanın hele de küçük yazmanın yarattığı çıkış yolunu görebiliyorum. Şemsi Anar bunu bir kabuk kurma olarak görüyor. Bunu daha önce konuşmuş olabilirim. Kırılgan pembe billur bir dünya ile tanışmış gibiyim. Işık vurduğunda yarı saydam bir gölgesi var. Dikkatle bakan hüzünlenir. Mutsuz olmaya yeltenen ama reddeden küçük insanlar. Soru soran insanlar. Ah Joseph Martin! Karakter isimlerini, genel olarak her şeyi çok çabuk unutuyorum. Hayır hepimizin içinde Joseph Martin yok. Olsa da fark etmeden yürür geçeriz. Daha doğrusu aniden beliren tabiat sevgisine insanlar bakmıyor. Bilemiyorum siz daha doğru ifade etmiştiniz. Tüm romanlarınız, öyküleriniz içerisinde Yardımcı’nın yeri bende çok ayrıdır. Haydut sahil kenarında gülüşmek, Yardımcı karda yürürken sadece kendi ayak gıcırtını duymak gibi. Bu ‘gibi’ler ‘gibi’ olmuyor bazen. Bazen yanlış aktarıyor her şeyi ama olsun. Yardımcı sessiz ve usuldu. “Her şeyde bir esrar vardı. Her düşüncede insanın kendi bacaklarında, iskemlenin üzerindeki giysilerde, gardıropta, bembeyaz yıkanmış perdelerin arasında komidinin üzerinde duran leğen ibrikte. Ama tedirgin edici bir esrar değildi bu. Tersine insanı tam manasıyla rahatlatıyor, yatıştırıyor ve barışçı kılıyordu.” Romanı araladım kederli Silvi aklıma geldi. Martin ve Silvi. “Kalbimiz hep ah zavallı küçük Silvi! diyecek.”
“Ve mütevazı olmak diye düşündü yardımcı. Bazı insanların hayattaki son sığınağı değil de nedir?”  Kendi romanınızdan üç beş cümle koymak size yazılan bir mektupta garip duruyor. Benim elimden bu kadarı geliyor. Okur olmak böyle: Okurken gülümseyip sonra hakkında konuşmak için yanıp tutuşmak.  Bazen de hiç konuşmak istememek. Yardımcı bittiğinde sadece sizin yaptıklarınız gibi uzun bir yürüyüşü tercih etmiştim. Özel bir şey paylaşmış hissettiğim romanlardan biriydi. İnsan çok sık başına gelmeyen şeyleri paylaşmaktan en azından bir süreliğine sakınır. Aşık olduğunda koşarak arkadaşlarına anlatan kimse var mıdır? Yoktur. Bence bir aşık da yürüyüşe çıkıyordur. Hemingway de oldukça fazla yürüyormuş ama aşkından değil depresyonunu ve melankolisini yenmek için. Sizse (belki de) halisünasyonları yenmek için. Ben de düşüncelerimin ağırlığı altında ezilmemek için. Çok basit bir eylemden ne çok beklenti var. Öte yandan işe yarıyor.
“Çünkü armağan daima verildiği kişiden daha uzun yaşar. Sahibinin yasını tutabilsin diye.” ?? Bunu elbette çocuk Simon söylemişti.
Hayatınızı, kişiliğinizi anlatan bir kitap da aldım. Okuyup okumamak konusunda tereddütlüyüm. Az önce Hedwig ile zaten yaşadığınızı öğrendim ve üzülsem mi havalara mı uçsam bilemedim. Biliyorum hayattan özler var hep de var olacak. En bu dünyanın dışından görünen romanda da bu böyle değil midir? Fantastik roman pek okumasam da eminim ki çok çok uzak diyarlardaki bilmediğimiz bir canlı anlatılırken o canlılık varsayılmıştır. Belki konuşması yazanın annesine benziyordur kim bilebilir?
?? Sizinle ilgili okumayı yaparken rastladığım cümle gibi. “Robert Walser kimdi? Okurken bu soru kafasında yankılanmalı okurun.” Sizi okumak bizi buna mecbur kılıyor. Biz güzel mecburiyetleri ??. Bir insanın böyle bir yürüyüş yapması için bir enkaz olması lazım dedim. Şakalar yapıp duruyorsunuz. Öte yandan şikayetleriniz var. Büyük şakalar bir şeyi saklıyor olabilir. Büyük, keşfedilmeyi bekleyen yumuşak bir gizem. Belki kendiliğinden, belki de duyulan güvensizlikleri kapatmak üzere kurgulanmış hepsi. Bence ikisinin arasında. Okura kalan bunu çözmek değil tadını çıkarmak sanıyorum.
Haydut hakkında ? yazdım mı hatırlamıyorum. Ama bu mektubun aldığı o fazla ? ? tefecik halin, deşifre etmeye kalkıştığımda muhtemelen kopuk cümlelerin çıkma sebebi Haydut olacaktır. Bu şekilde yazılmış tek roman ve bu mektubu yazdıkça Haydut’un yazımına biraz daha yaklaşmış hissediyorum. Böyle yazmak saklanmak ve nasıl demeli bir cümbüş. Bunu sonra konuşuruz diyemeyeceğim. Ciddiye alınmış bir ciddiyetsizlik. Bir yerle karşılaşıyorum romanda: “Ciddiye almamak ciddi bir iştir. İnsanı azıcık kaşındırır.” ? İşte kalbi de bu gizemle ilgili. Belki de sizin kaşıntınız yürümekti. İşte bir yer daha! “Kalem bir an için atıl kalmaktansa, yersiz bir şeyler söylemeyi tercih eder.” Belki iyi yazmanın sırlarından biri budur. Yani yazıya anlık itilimler sağlayacak bir şeylerin girmesi gerekir. Söylediklerim tam manasıyla anlaşılmamış olabilir. Ancak bunun konumuz açısından bir önemi yok. Bunları daha sonra yazmam gerekebilirdi başka şeylerle beraber. Haydut’taki yazım itkileri romandaki şahısları ne kadar renkli bir sisin ardına koyuyor. Sanırım önemli olduğunu ? anlamak değil, hissetmekti. Sizin önem verdiğiniz şey ünlü olmak değildi. Siz ? olmak istemiyordunuz ve iyi ki de olmamışsınız laf aramızda.
“Şu sağlıklı kitapları okuyup durmayın yalnızca, hastalıklı diye anılan edebiyatla da daha yakından tanışın: belki de bu edebiyat ruhunuza hatrı sayılır bir gıda sağlar.”
“Siz edebiyattan anlamıyorsunuz!” diye bir yayınevinin kapısını çarptıktan sonra bu cümleler kuruluyor ya da. Eminim tek derdiniz okunmaktı. Bu şekilde anlaşılmayı bekliyordunuz. Çünkü kitaplarınız sizden bir parçaydı. Dolayısıyla eleştirilen sadece metinler olmuyor. Bu size incitici gelmiş olabilir nitekim. Diğer taraftan bu durumdan dolayı yalnız kalmak bir tercih halini almış olabilir. Ne yapılırsa yapılsın tamamlanmayan yalnızlığın şikayeti de var. ? Bunları yazmayı veya sizle konuşmayı değil kafamın içinde tartmayı tercih edeceğim. ?? İçerisinde, yirmi beş yıla doğru ilerleyen hayatımda sizin bırakmış olduğunuz, başka türlü olmasını dilemediğim güzel izleriniz var. Böyle söylüyorum, eserleriniz biraz da siz. İyi ki yazmışsınız, daha da yazmış olmanızı dilerdim. Ama yürürken düşünmeyi tercih etmişsiniz. Bu bile bir şey kattı bana. Sevgiler.
                                                                                               Okurunuz                                                                                                            M.
Bu çiçekleri gözlerimi açmadan ve elimi kaldırmadan çizdim. Romanlarınız belki biraz da böyle bir şey. Ne dersiniz? Tekrardan sevgiler.
Tumblr media
20 notes · View notes
historiadecronopio · 7 years
Text
Richard Yates, Yalnızlığın On Bir Hali, Bir Yılda On İki Ay
Tumblr media
Richard Yates’ten Yalnızlığın On Bir Hali’ni okurken hissettiklerimi düşünmek benim için bir hayli zor. Öte yandan kitabın ismindeki cazibe ne kadar güzel. İngilizce halini düşününce mest oldum. Eleven Kind of Loneliness. Üç tane l bir şeyleri atmak için çırpınıyor söylerken, sonraysa tıslanarak sessizliğe terk ediliyor kitabın adı. On bir öykü olduğunun ve kitap adının biraz mecburiyetler içerdiğinin farkındayım ama olsun. 01.01.2018′de bu kitabı okumaya başlamak bilinçli tercihti, her aya bir öykü düşüyormuş kalan bir aylık boşluğu da ben doldurmalıymışım gibi hissetmek istedim. Saçma projemi kenara bırakacak olursak, tematik bir yayınevi olan Yüz Kitap’tan okuduğum üçüncü kitap bu. Bayağı benlik olan hoş bir anlayışları var. Tim Winton’un Dönüş’ünü de beğenmiştim. Başka kitaplarıyla buluşmak dileğiyle diyorum.
Yalnızlık ağırlaştırılmış bir sözcük. Bundan dolayı benim için üzerinde düşünmek zor. O kadar çok yakınma, dert, muzdariplikle örülü şeyler yazılmış ki etrafına şimdilerde çoğunluk ne güzellemesini ne de kötülemesini çekemiyor. Yalnızlık sanırım sadece cesur insanların yüzleştiği bir his artık. Semt adı bile değil.
Aslında Yalnızlığın On Bir Hali’ndeki öykülerde çok az sayıda ‘’yalnızlık’’ kelimesi geçiyor. Öyküler akşam yemeğinin beğenilmesinden çok içinde o az miktarda konulup lezzet veren baharatın ne olduğunun bilinmesini bekleyen nazlı kadınlar gibi. ‘’Bunun içinde yalnızlık mı var?’’ diyerek  sevindirmemizi bekliyorlar. Onları sevindirmek için TDK’ya bakıyorum ve
1.sıfat: Yanında başkaları bulunmayan
2.zarf: Yanında başkaları olmayarak
3.zarf: (ya’lnız) Yalnızca
4.bağlaç: ama
5.isim, ruh bilimi: Toplumsal ilişkilerden yoksun veya yoksun bırakılan kişi
yazıyor. Doğruluk payı olsa bile kitapta bu neredeyse bir yalana çıkıyor. Öykülerde yalnızlığın ölçü birimi birilerinin varlığı veya yokluğu ile ilintili değil. Hatta öykülerdeki yalnızlığı, yalnızlık üzerinden açıklayamıyorum. Yalnızlık sabah dokuz akşam beşlerin, mecburenliklerin, geçici heveslerin, anlık beklentilerin, hayatı kurtarmaların arasındaki çatlaklardan sızıyor.  Buna ek olarak yalnızlıktan kurtulmak için yapılan eğreti gösteriler üzerinden ilerleyen bir anlatıyla açıklama değil hissettirme hali var. Cem Akaş’ın vakt-i zamanında okuduğum manifestosundan bilmem kaçıncı madde aklıma geldi: ‘’İnsan temelde yalnızdır. Üst kotlar için kesin bir şey söylenemez.’’. O zaman Richard Yates üst kotlara çıkıyor diyebilirim. Yates modernin getirilerini fark etmiş ama bunun melodramını yapmaktansa, öyküleri olayların çıplaklığıyla ve imalarla işlemiş. Durumları yaşayan karakterlerin hemen hepsi erkek. İki öyküde çocuklar ağırlıkta, kadınlarsa çoğunlukla yan rollerde yer alıyor. Yazıldığı dönem ve konular gereği pek şaşırtmıyor bu portre hem zaten kadınlar yalnızlıklarını değil yapayalnızlıklarını anlatır. (gülüşmeler) Bu kitap harika dediğim ve Amerikan öykücülüğüyle aramdaki buzların eridiği noktalarsa o küçük sızıntıları teker teker fark ettiğim zaman başladı. Örneğin:
‘Finans bölümündeki işim, müdürlerimin yaptığım iş hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimi yavaş yavaş keşfetmelerini beklemekle geçen bir işkenceye dönüşmüştü.’
veya
‘Hayatı, özenle seçilmiş ruh hallerinin devri daiminden ibaretti, ya da aslına bakılırsa, sonradan böyle olmuştu hayatı. Gayet iyi beceriyordu üstelik, yalnızca nadiren ve ancak yakından baktığında Walt bunca gayretin ona nelere mal olduğunu anlayabiliyordu.’
veya
‘Her gün yeniden yalan söylemenin hiç de kolay bir şey olmadığını biliyordu elbette. Tıpkı bir kanun kaçağı gibi her an tetikte olmayı ve kurnaz davranmayı gerektiren bir işti. Ama sonuçta, bütün bu zorluklar değil miydi zaten böyle bir planı uygulamayı değer kılan? Ve en sonunda, her şey bittiğinde, olan biteni karısına anlattığında, bu çetin sınavın her dakikasını kıymetli kılan asıl büyük ödüle kavuşacaktı. Anlatırken karısının ona nasıl bakacağını şimdiden görüyor gibiydi---önce inanamayarak bakan boş gözleri sonra yavaş yavaş yıllardır görmediği bir saygı ışıltısıyla dolacaktı.’
veya
‘Daha da kötüsü, onun aksine, sıradan işlerle geçen gündelik yaşantımız dışında hiçbirimizin gerçek bir hayatı yoktu.’
gibi.
Bir de çocukların yalnız kalma halinin farkında olmayışını Yates’in bir şey demesine gerek kalmadan hissettiğimde. Harika kısa filmler de çıkar öykülerden (kaldı ki Revolutionary Road filme çekildi) ama yönetmen koltuğuna kimseyi oturtamadım. Belki bundan dolayı belki de son zamanlarda yeniden bakmaya başladığım için her öyküye onu hatırlatan bir fotoğraf karesi hediye ediyorum. Favori öykülerimden olan Müthiş Bir Caz Piyanisti’ndeki istek parça Ben Webster-Stardust’ı çalarak.
youtube
Tumblr media
Doktor Jack-o'-Lanter-Helen Van Meene
Tumblr media
Her Şeyin En İyisi-Francesca Wood
Tumblr media
Jody Attı Zarları-Robert Capa
Tumblr media
Acı Filan Yok-Ed van der Elsken
Tumblr media
Zora Doymam-Vivian Maier
Tumblr media
Köpekbalıklarıyla Boğuşan Adam-Ken Schles
Tumblr media
Yabancılarla Gülüp Eğlenmek-Johan van der Kauken
Tumblr media
BMT Uzmanı-Josef Koudelka
Tumblr media
Müthiş Bir Caz Piyanisti-Vivian Maier
Tumblr media
Moruklara Veda-Henri Cartier Bresson
Tumblr media
Yapı Ustaları-Robert Frank
Projemi sonlandırıp kalan bir ayı Ferhan Şensoy işbirliği ile dolduruyorum.
"kim evlenir boşanmak olmasa nolur hiç evlenmek olmasa yalnızlığım karımdır kimselere koklatmam"
İyi seneler!
2 notes · View notes
historiadecronopio · 7 years
Text
Montano Hastalığı ve Kendi Rahatsızlıklarım
Tumblr media
Edebiyat bir hastalıktır: Tedavisi yine kendisi olan bir hastalıktır.
Montano Hastalığı’nın arka kapağındaki yazı karşılaştığımda rafın başında, yeni alınmış kitapları üst üste koyuyordum.
Matas’ın evrenine Dublinesk ile biraz aşina olmuştum. Doğrusunu söylemek gerekirse Dublinesk’in beni müthiş heyecanlandıran açılışından sonra kendi nazarımda ritmini düşük bulmuştum. Bunun sebebini de Matas’ın tekrarları seven bir anlatıcı olmasından kaynaklı olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Sanırım James Joyce ve Dublin o kadar da dikkatimi çekmedi. Zaten James Joyce’a karşı o kadar büyük önyargılarım var ki bir ömür yaklaşacağımı sanmıyorum. Oysa Montano Hastalığı öyle mi ! Montano Hastalığı sayesinde kendi edebi rahatsızlıklarımın bir kısmını yıllar sonra keşfetmiş bulundum. Bu anlamda Matas’a ve her kitabını dostum öneriyomuş gibi okuduğum Jaguar Yayın’a minnettarım.
Benim Vila-Matas ile barışmam Montano Hastalığı ile gerçekleşti. Edebiyat gerçekle, günlükle, kurmacayla karışıyor ve bir süre sonra Vila-Matas takibi kaybettirmeyi başarıyor. Zaten aslolan edebiyat belki de buna inandırmak istedi kim bilir. Çok zor şartlar altında kitabı okuduğumdan veya birden daha önce okuduğum kahramanlarla yazarlarla karşılaşmanın verdiği sürprizden dolayı bilmiyorum ama kitap içinde daha önceden okuduklarınla karşılaşmanın verdiği haz bir başka. Bazıları sadece uzaktan tanıdıklarım olsa da. Muhtemelen bu kurgu içerisinde eser(ler) hakkında hiçbir fikri olmayan okur romanı bir kayboluş ekseninde okuyacaktır. ‘’Ne deneyim ama.’’1 Daha yeni Walser ile tanışmışken sürekli Robert Walser’dan, aynı anda cildi bir türlü tam açılmadığından elimi yoran bundan dolayı yavaş yavaş okuduğum Büyülü Dağ’dan, ergenlik dönemimin tahtında oturan Yaşama Uğraşı’ndan bolca bahsetmesi biraz da benim şansımaydı. (Şansım genelde edebiyattan yana.) Tabii ki cesaretsizlikten elimi uzatamadığım Robert Musil, yine cesaret edemediğim Gombrowicz, Andre Gide, Borges, Kafka, John Cheever, Marguarite Duras, W.G Sebald gibi pek çok isim ve yeni işittiğim bir kısmı henüz çevrilmemiş şair ve yazarlar da var. Başkalarından alıntılayarak konuşan Montano Hastası yazar/eleştirmen içeren bir kitap için oldukça normal. Referansların yazıda olması kahramanın gönlünce o yazar senin bu yazar benim koşmasını sağlıyor. Gerçek dünya ise zalim. Bunun farkında olan kahraman da ben de kızmadan edemiyoruz. Yazının içinde el sıkışıyoruz. O hayat ve edebiyat arasında gidip gelirken, ben yazarların günlüklerine yalpalayarak ilerliyorum ve bir yandan hissettiğim rahatsızlıkları dökmeye çalışıyorum.
Rahatsızlık 1
Romanda bir müzik çalmaya başlıyorsa alelacele müziğin adını bilgisayara tuşlayıp açarım böylelikle o an o sahneye dahil oluyormuş gibi hissederim. Bence Vila-Matas’ın kahramanları veya Vila-Matas Tom Waits-Downtown Train’e bayılıyor. Bunu Montano Hastalığı’ndan dolayı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Öğrenmem de mühim değil. Sadece bu şekilde sahnenin gerçekten bir parçası olmuş gibi hissediyorum. Hala kafamda bazı romanlar açıldığında çalan müzik kutusu gibidir. Aklıma gelen müzik kutuları : Çoluk Çocuk-Tim Buckley-Phantasmagoria In Two, Bizim Büyük Çaresizliğimiz-Tindersticks-Lets Pretend, Anubis Kapıları-The Beatles-Yesterday, Julio Cortazar-Anonim akordiyon sesleri… Kendiliğinden bir senfoniyi hatırlatan kitapları konu dışında tutuyorum.
Rahatsızlık 2
İhanet ettiğini anlamadığın yazarlara ihanet ettiğini anlamak ve haksızlık ettiğin yazara yalvarmak. Örneğin bu kitapla beraber John Cheever’a haksızlık ettiğimi anladım.
John Cheever sana öyle büyük bir haksızlık etmişim ki haksızlık ettiğini fark eden biri gibi gözlerimi sıkıca kapatıp elimle yüzümü kapadım seninle ilgili olan yerleri okuduktan sonra. Beni affet. Birkaç sene önce seni abarttıklarını filan düşünmüştüm. Ne münasebet! Beni affet. Ölüsün ama ben de öleceğim, beni affet.
Rahatsızlık 3
İşte bunu açıklamak oldukça güç. Montano Hastalığı’ndan daha beter bir şey varsa o da çocukluğunda okuduğun şeylerin karakterine zuhur etmesi, emmesi, sömürmesi ve mahvetmesi anlamına gelen gerçek bir hastalık. Sonra okuduklarım bir dönem yapışıp sonra akacak çamur gibi hissettiriyor bundan. Sanki bir süre etkileniyorsun, verip vereceği yeni bir insan değil bakış açısı oluyor sadece. Üniversite sınavında çözülen paragraf soruları dediği için inanmıyordum ama çocukluğunda okuduğun üstüne yapışıp kalıyor, hem de garip hassasiyetler bırakarak. Konu ile alakalı anahtar kelimelerden biri, belki de en küçüğü: Kemalettin Tuğcu.
Rahatsızlık 4
Aslında yine de bekliyorum. Olmak istediğim bir insan var ve o bir romandan karşıma çıkacak, ben de ikna olacağım. O ne yapardı diye düşünmeden edemeyeceğim. Birisinin yerine geçmenin yaşamayı kolaylaştırdığına eminim. Şimdi böyle bir kahraman aklıma geldi hatta hayatımın bir döneminde denemiştim gel gör ki işte hayat projeyi oldukça geçersiz kıldı. Pek çok kadının ikonu olabilecekken öylesine bir insan olarak kaldım.
Rahatsızlık 5
Fazla kitap almaya çekinmek. Bir keresinde fazla kitap almıştım. Bana zamansızlığı, sürüyle kötü şeyi hatırlattı. O günden beri bari onlar hatırlatmasın diye fazla kitap alamıyorum. Kitaplar yeterince sorumluluk üstleniyor. Montano burda bana kızıyor.  
Rahatsızlık 6
Şimdilik son aklıma gelen rahatsızlığı ise Montano Hastalığı’nda şu kısımla karşılaştığımda fark ettim.
‘’John Donne’nun dediği gibi, kimsenin kendisini darağacına götüren arabada uyuyakalmadığını aklından çıkarmasa iyi olur.’’
John Donne’nin dediğinin tam tersi olarak uzunca süre uyuyakalmıştım. Uyandığımda gördüğüm darağacı ise tam anlamıyla sürprizdi. Bir gün uyandım kör değildim ama kitap okuyamıyordum bir süre de okuyamamaya devam ettim. Her şeyimi elimden aldılar artık kitap bile okuyamıyorum becerebildiğim tek şeyi yapamıyorum diye çok üzülmüştüm. Oliver Sacks’ın Karısını Şapka Sanan Adam’ındaki tikleriyle var olduğunu hisseden ve tedavi edilince yok olacağını düşünen adamdan farksızdım. Şimdi neyse ki ya da ne acı ki diyemeyeceğim ama en azından kitaplar pinpon topu gibi üzerimde sekmiyor. Bilmesem de hissediyorum, herkes varlığını bir şekilde bir şeylere borçlu. Adı Montano Hastalığı, Rahatsızlık 6 veya başka her ne olursa olsun.
Sevdiğim kısımlardan sadece biriyle bitireyim.  
‘’İçten insanlara tahammül edemiyorum. Onlara kalsa edebiyat yeryüzünden silinirdi. Oysa ‘’normal’’ insanlar her yerde itibar görür. Katillerin hepsi, tıpkı televizyonda gördüğümüz gibi, komşularının gözünde içten ve normal insanlardır. Normal insanlar edebiyatın Montano hastalığının suç ortaklarıdır. O öğlen, Pico taksilerinden birinde giderken bunu düşündüm işte Zelda’nın kocası Scott Fitzgerald’a söylediği bir söz geldi aklıma: ’Bizden başka kimsenin yaşamaya hakkı yok, üstüne bir de o orospu çocukları hayatımızı mahvediyor.’ ‘’
‘’Kötülük nedir bilmeyen fazla iyi kalpli insanlardan nefret ediyorum. Kötülük nedir bilmedikleri, kimse onlara bu imkanı vermediği için iyiliği de kendi arzularıyla seçmiyorlar, bu tarz insanların en büyük kötülükleri yapmaya muktedir olduklarını düşünmüşümdür her zaman.’’
youtube
6 notes · View notes
historiadecronopio · 7 years
Text
Louis-Ferdinand Céline’in Akademisi
‘’Yerimi koruyabilmek ve savunabilmek için, olabildiğince elbette, hep aynı küçük makalemi bir kongreden ötekine, o dergi senin bu benim defalarca yayımlamaya razı olmak zorunda kalıyorum, tabii her mevsim sonunda ustaca ve sudan, incir çekirdeğini doldurmayacak değişiklikler yaparak sadece... Ama inanın bana sayın meslektaşım, artık tifo, günümüzde, mandolin ve banço kadar ayağa düştü. Ölür müsün öldürür müsün! Herkes ayrı telden çalmak istiyor, kendince. Yo hayır, itiraf etmeliyim ki, artık bu iş için daha fazla canımı sıkacak takatim kalmadı, ömrümün sonunu getirebilmek için özlemini çektiğim şey, kendi halimde sessiz sedasız araştırma yapabileceğim bir yer, öyle ki bana artık ne düşman kazandırsın ne de öğrenci, ama şöyle kıskanılmayacak cinsten vasat bir şöhret getirsin, bununla gayet yetinirim üstelik buna çok da ihtiyacım var. Çeşitli zırvalar arasında aklıma gelenlerden biri, Kuzey ülkeleriyle Akdeniz bölgesi arasında merkezi ısıtmanın basur üzerindeki etkisinin kıyaslanması. Ne dersiniz? Hijyen? Rejim? Bayağı moda oldu bu konular değil mi? Uygun şekilde sürdürülen ve uzatılabildiğince uzatılan bu tarz bir inceleme eminim çoğunluğu bu ısınma ve basur konularına asla kayısız kalmayacak ihtiyarlardan oluşan Akademi’nin bana sıcak bakmasını sağlar. Baksanıza, onları yakından ilgilendiren kanser için neler yaptılar!... Ardından Akademi de beni bir şekilde onurlandırıversin, artık hijyen ödülü mü verir ne verir? Orasını bilemem... On bin frank desek şuna? Ha? ‘’
Geç kalmış Gecenin Sonuna Yolculuk okumasından. Louis-Ferdinand Céline hızlı okumama pek müsaade etmiyor. Aracın girmesi yasak bir yolda tüm kokuşmuşlukların arasında ağır ağır yürümeye davet ediyor. Hafifçe sinirli olan bu eleştirel düzleme hala tam olarak ayak uydurmuş hissetmiyorum aslında ama fazlasıyla etkileyici, manyetik bir dil. Akşam dışarda insanları seyrederken on beş dakika sonra içimden Céline gibi konuştuğumu fark ettim. Her kitapta başıma gelmeyen bu hissi seviyorum. Bittiği zaman bir süre daha öyle konuşacağım kafamdan muhtemelen.
Metni ‘’Gerçekten neden Akademi’yi istiyorsun? ‘’ sorusunu işittikten yaklaşık yarım saat sonra okudum. O ‘’Bu durum kesinlikle benim için hazırlanmış!’’ anlarından biri gibi hissettiğimden, alıntıyı iliştiriyorum.
02.10.17
0 notes
historiadecronopio · 7 years
Text
‘’Zayıf insanlar mutluluktan bile korkarlar. İplikle bile yaralanırlar. Bazen, mutluluk da insanları yaralayabilir. Yaralanmadan önce çabucak o halde ayrılmak için, her zamanki şaklabanlık perdemi açmıştım.’’
-bir Osamu Dazai okuma hatırlatıcısı
4 notes · View notes
historiadecronopio · 7 years
Text
Beklemek ve Carlos Onetti’nin Tersane’si
Tumblr media
‘’Fakat seçim şansı tanımıyorlar hiç, insan her şey olup bittikten sonra anlıyor başta seçim yapabileceğini.’’
Bazı romanları on yıl sonra okuduğumda çok farklı hissettireceğine emin olarak okuyorum. Bundan zevk alıyorum ama neden aldığımı pek de bilmeden. Juan Carlos Onetti’nin Tersane’si de böyle bir kitaptı. Hayatın tam içinden geçip sonra çevresinde dolanma halinin fazla lirikliğe kaçmayan diğer taraftan şiirselliği olan bir anlatısı. ‘’Bekleyip görelim bakalım neler olacak ?’’ deyip sonunda yine bir şey göremeyip, bıkma ve hayal kırıklığı aşamalarından sonra mücadele etmemeyi kendilerine bir şekilde kabul ettiren insanların daha yakınındaki bir kitap. Onetti’nin romanlarıysa genelde böyle bir izleği takip ediyormuş. Başka kitabının henüz Türkçe’ye çevrilmemesini ise beklemenin genel bir alışkanlık olduğu bu coğrafyada garip buluyorum.
‘’Talihsizlik bu, diye düşündü, kötü şans değil, gelip inatla kalan, sonra vefasızca çekip giden kötü şans değil, talihsizlik, yaşlı soğuk yeşilimsi.’’
Ana karakter Larsen ile konuşsaydım ona ‘’Daha farklı şeyler yapsaydın şu an farklı bir hayatın olacaktı belki de önünden gelip geçen ve imrendiğin o başkalarından biri olacaktın. Keşke diyerek bir cümleye başlamak da anlamlı değil çünkü bu olasılık da senin bir parçandı, o beton gibi önce aktı sonra katılaştı ve senin şu anki vaziyetin oldu. Keşke demek onu başka bir şeye benzetmeyecek. Bunu ikimiz de biliyoruz. Ne güzel. Yine de biraz beklemenin zararı yok. Bazen ister istemez bir beklenti içine girmek, bir şeylerin farklı olmasını ummak istiyorum, o zamanlarda Kızıl Ağaç’ı okuyorum.’’ derdim. Ben böyle demiş olsaydım sonrasında muhtemelen Diaz Grey araya girip  ‘’Hayatta sürprizler yoktur, bilirsiniz. Bizi şaşırtan şeyler tam da hayatın anlamını doğrulayan şeylerdir.’’ deyip beni nakavt ederdi.
Tersane’yi okurken aklıma Dino Buzzati’nin Tatar Çölü ve Thomas Mann’in Büyülü Dağ’ı geldi ama özellikle Tatar Çölü. İki romanda da elde olmadan geçen zamanla karşılaşma durumu esrarlı bir atmosferde yazılı. Mekansal kullanım ikisinde de akla çiviyle kazınacak türden. Tatar Çölü’nde Bastiani Kalesi vardı. Tersane’de ise mekanlar sahne sahne ayrılıyor: Çardak, küçük ev, tersane gibi. Romanda bölümler karakter üzerinden değil de bir sahne mekan üzerinde hareket eden karakterlerle ilerleyen bir kurguya sahip. Romandaki bu kurgu seçiminin belli aralıklarla geçen hayat farsı deyişiyle incelikle birleşmesini, tam da bu cümleyi yazarken fark ediyor, hayranlık besliyorum.
Onetti ‘’Çocukluğundan bir şeyler taşımayan kişi benim arkadaşım olamaz.’’ sözünün sahibi. Ölü bir adamın arkadaşı olmam mümkün değil ama izlerimi kaybetmek istemiyorum. Bir de Doris Lessing’in meşhur ‘’Mutsuz çocukluklar romancılar doğurur.’’ sözü var. İki cümlenin garip bağını, Onetti’nin okumaktan acıyan gözlerini ve bu romanın kahramanlarından biri gibi baktığına inandığım yukarıdaki fotoğrafını düşünüyorum.
2 notes · View notes
historiadecronopio · 7 years
Text
Napoli Romanları, Elena Ferrante Notları
Tumblr media
Elena Ferrante ile ilgili kafamdan çok sık ve çok fazla şey geçti. Hatırlattığı belli kavramlar, anlar oldu. Bana kalırsa Napoli Romanları çoğu kadın arkadaşlığının ortak yazgısını içeriyor tabii ki kendisiyle yüzleşen bir kadın için.
-Aklıma gelen şeylerden biri çocukken öğretmenimizin yazdırdığı arkadaşlıkla ilgili kompozisyondu. Yazdığım kompozisyonun başlığı tek yüzlü madalyondu. Kurduğum steril dünyada bir arkadaş bir arkadaş için kötü bir şey düşünmüyordu. Madalyonun iyi ve kötü yüzü varken, arkadaşlıkta bu kötü yüzü asla döndüremiyorduk. Çoğunluk bu steril dünyanın içinde hareket etmeye çalışırken aslında pek çok şey yaşanıyordu. O madalyon bir sarkaç misali deviniyordu, bunu o zaman da biliyordum. İlkokul bile merhametli değildi. Netice itibariyle yazdığım kompozisyon bir beklenti temsiliydi. İşte Ferrante o temiz dünyayı yıllar sonra bir daha bu denli yıktığı için hoşuma gitti. Romanlar bir kadınsı detaylılıkta dönen madalyondu, bu da aslında romanların yerleştiği can alıcı noktaydı.
-Akıllı olmak veya zeki olmak. Greco ya da Lila olmak. Akıllı aslında içten içe zeki olmak istiyor. Akıllı zeki olmadığını fark edecek kadar aklı olan insan belki de. Sanki akıllı olmak zeki olmanın kötü bir taklidi. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında bir cümle var ‘’Yıllarca çalıştım ve biraz başarılı oldu dedikleri kişi oldum’’ diye. Akıllı, Elena Greco’nun bu cümleyle yarattığı his gibi. Bununla yüzleşmesiyle çıkan ek komplekslerin tekrarlılığı, yıllar geçtikçe törpülenmesi beni romanda en çok mest eden şeyler arasında olabilir.
-Ferrante’yi illa bir yazarla ilişkilendirmek isteseydim bu Marcel Proust olabilirdi, Alice Munro olabilirdi. Roman olmasından dolayı kadına daha farklı bir bakış çıkmış. Daha yaşayan bir Proust belki. Sanki bir akşam arkadaşlarımdan ayrılmışım ve biri enteresan bir şey demiş de ben o kişiyi içimden tartmaya başlamışım. Ne tartmak ama.
-Romanda içinde bulunduğun durumun tamamen dışındaki bir evrende kendi durumuna düşen bir kahramanla karşılaşmanın verdiği keyif. (Genelde aptal aptal sırıtmaya başlıyorum.)
-Sanırım çocuklukta başlayan bir arkadaşlığı, başlatan olay önemli oluyor. (Kendimi ve romanı baz aldım.)  Ben olsaydım bahsedilen oyuncak bebekleri kitap kapağında yüz kere kullanmıştım. Kitap içerisinde hoş bir ritmi var çocukluk anılarının. Yani kapaklar roman çıtasının çok aşağısında olmuş.
-İki kadının arkadaşlığında hep biri diğerinin gölgesine saklanır mı ? Öyle olmasa bile kadının iç dünyasının detaylılığında gizli gölgeler mi vardır ?  Ben tercihimi ikincisinden yana kullanıyorum veya kitap beni böyle bir yola soktu.
2 notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Text
altı yıl sonra Oğuz Atay okumak
Tumblr media
Korkuyu Beklerken’i altı yıl sonrasına ayırdım. Sevdiğim yazarlara böyle bir kredim oluyor. Bazen de olamıyor, bitiriyorum. Bu sefer öyle olmadı çünkü on yedi yaşındaydım. ( En azından ilerde on yedi yaşındaki aklımı kıt bulacak bir yaşmış on yedi.) Bu kitabı belli bir süre sonraya bırakalım demiştim kendi kendime. Atay’ın Günlük’ünü ve Eylembilim’ini de öylece bıraktım. Yaklaşık altı yıl sonra okumam ise belki kendimi üzgün hissettiğim o evrene yanaşma isteğiydi belki de değildi. Kitap okumaya bile fazla heves duyamadığım nahoş bir dönemde olmama bakacak olursak beni heveslendirecek bir şeyler aramış olmam daha yüksek bir ihtimal.
Atay’ın romanlarının ortak bir paydası vardı. (Öykülerinde de keşfedecektim.) Hepsi de bir şekilde anlaşılmayı bekleyen ve bunun hayal kırıklığını taşıyan karakter(ler)e az ya da çok sahipti. O zamanlar sadece ben de bu hayal kırıklığına üzülmüş belki de o hayal kırıklığına esasında sahip olduğuma inanmış veya inandırmıştım kendimi. (On yedi yaştan daha fazlası beklenilmemeliydi zaten.)
Üniversiteye başladığımda ise Oğuz Atay ile ilgili konu başlığını hatırlayamadığım bir etkinliğe gitmiştim. Etkinlikte Atay’ın Tehlikeli Oyunlar eserini Atay ile bizzat konuşmuş birisi vardı. (İsmini aradım ama bulamadım.)  Atay’ın romanı kontrol için defalarca okumaktan canının sıkıldığı belli oluyordu demişti. Kendisi ise nasıl büyülendiğini anlatmıştı. Oğuz Atay’ın ümitsizliğini, kırgınlığını eklemişti. Atay’ı bir büro koltuğunda hayal kırıklığına uğramış bir halde kafamda canlandırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Anlama, anlaşılma meselesini düşümüştüm. Etkinlik sonrasında artan posterlerden birini yurda astığımızı hatırlıyorum. Keşke yurda astığımız poster olarak kalsaydı bu fotoğraf meselesi. Şimdilerde sanırım her ay bir dergide görebiliyoruz. (Dergi isimleri de genelde bir tuhaf oluyor.)  fotoğrafın dekupe edilmiş hali, karakelem, mürekkep, sulu boya…Oğuz Atay’ı her haliyle görmüş olabilirim. Andy Warhol yorumlu hali de gelir yakında. Belki çoktan yapılmıştır bilemiyorum. Ne var ki merak uyandırmıyor. Dünya’da kimse bir kitabı aynı okumamıştır ama anlamak gerçekten bu anlama mı geliyor ? On, on beş tane bölük pörçük alıntı varmış gibi bir izlenim yaratıyor içerik bende. (Kapağı yapılan diğer yazarlar için de farklı bir düşüncem yok.)  Oğuz Atay şu an görse bir hayli şaşıracağı belki üzerine insanı gülümseten bir yazı yazacağı kitle oluştu kanımca. Ben hoşlanmadıklarımdan bahsetmiş olsam da esasında üzerinde iyi kötü pek çok şey yazıldı/mıştır bu altı yıl içerisinde.
Orwell Kitaplar ve Sigaralar’da anne ve babasından intikam almak istediği için yazmaya başladığını söyler. Murakami bir stadyumda birasını içerken karar vermiş yazmaya. Pek çok yazma şekli ve yazmaya başlama hikayesi vardır. Bunlardan bir koleksiyon bile yapılabilir. Korkuyu Beklerken’i okuduktan sonra Atay’ın yazma sebebinin derin bir kızgınlık olduğunu düşündüm. Atay bu kızgınlıkla uzlaşsaydı hangi yazar olacağını düşündüm. Bulamadım ama hala başka bir yazara dönüşeceğini düşünüyorum. Altı yıl önceyse böyle düşünmemiştim sadece romanları kendimle özdeşleştirip durmuştum. (Bu bir romanın başına gelecek en iyi şey de en kötü şey de olabilir. Sanırım o dönem için en kötüsüydü.) 
Bundan dört beş yıl kadar önce annem Oğuz Atay’ın güncesini okuduğunda yaşarken bir şekilde anlaşılmayan tüm insanlara hep üzüldüğünü söylemişti. Korkuyu Beklerken öyküsünü bizzat bu cümle eşliğinde okudum. Yazar ve onun portresini yapboz gibi, ister istemez tamamlamaya çalışıyor insan onunla ilgili bir şeyler işitince.Boris Vian’ın ‘’Yazar burda bulunduğu için yazmıştır bunu başka bir açıklaması olamaz.’’ gibi bir sözü vardı. Nitekim ‘’Babama Mektup’’ böyle bir lafın karşılığıydı. Kafka’nın babasına yazdığı mektubun bende bıraktığı donuk izdense, Oğuz Atay’ınki daha içimizde yer alan bir baba figürü gibi hissettirdiğinden olacak, üç dört kere okumuşumdur. Nihayetinde araya farklı şekillerde acı çeken başka karakterler, farklı farklı monologlar girdiğinden, Korkuyu Beklerken’i daha az içselleştirdiğim söylenebilir. Bununla birlikte özgün anlatısı ile lisede klasikler arasında gezinirken ilk gördüğüm farklı kapılardan biriydi Oğuz Atay. Karikatürleştirmediğim, gülümseten bir kapı. Öyle ki Tristram Shandy’nin Hayatı ve Görüşleri’nde yıllar ve yıllar sonra ‘’Heyhat, Zavallı YORİCK !’’ cümlesi olarak bile çıkabiliyor. 
6 notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Text
Karşıma bayağı bayağı Cortazar’a selam çakan hoş bir şarkı çıktı. Cronopio’ları da anmayı ihmal etmiyor. Kendime garip ve güzel tesadüfler hazırlayabiliyormuşum. Kitabı pek sevmemiş olsam da kafamda bu klip gibi bir sahne olarak canlanmıştı ‘’Seksek’’ kitabının mantığı.
youtube
3 notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Quote
Do you know how much thinking and feeling I’ve done? It’s terrible. And nothing’s come of it.
Andrei Platonov, Happy Moscow   (via adieufranz)
60K notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
3 notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Photo
Tumblr media
Deb Caletti, The Fortunes of Indigo Skye
952 notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Photo
Tumblr media
4K notes · View notes
historiadecronopio · 8 years
Quote
I love making, I love doing. I love being to the full, I love everything which is not sitting and watching and copying and dead at heart.
John Fowles, The Collector (via quotespile)
45 notes · View notes
historiadecronopio · 9 years
Quote
The day, like the previous days, dragged sluggishly by in a kind of insipid idleness, devoid even of that dreamy expectancy which can make idleness so enchanting.
Vladimir Nabokov, Mary (via vintageanchorbooks)
331 notes · View notes
historiadecronopio · 9 years
Text
2015′in Kitapları
Alejandro Zambra / Ağaçların Özel Hayatı
Zambra artık kitabının adını da aşırı incelikli seçiyor. Ağaçların Özel Hayatı Zambra’dan beklediğim kesitte bir yolculuk sundu bana. Naif, ince ince sorgulayan ve yine ne yazık ki kısa bir anlatı. Zambra hep yazsın ben hep okuyayım.
China Melville / Şehir ve Şehir 
İyi kurgulanmış bir distopya + polisiye kitabı. Gerçi bu benim bu tip karmaşık yaklaşımda okuduğum ilk kitap sanırım. İki ayı şehrin evrenine çekmekte oldukça başarılı hatta benim için bu yönü oldukça ağır bastı.
John Fowles / Fransız Teğmenin Kadını 
Yılın olayı, yılın kitabı hatta yılların kitabı olabilir benim için. Gün be gün Fowles hayranlığım arttırmaktan başka seçenek bulamıyorum ! Fowles külliyatı okunmalı öğüdünü buzdolabıma asacağım.Kitap sivri köşeleri olan bir kitap. Viktoryen dönemin portresini çizerken portrenin kenarını bir ‘’Fowles Kadını’’ olan Sarah süslüyor. Şu an hangi arkadaşım olan hangi hemcinsime versem idolü olacak bir karakter. Garip olan açık bir neden de söyleyemeyecek olmaları. Açık uçlu son sevmeyen birini sinirlendirecek bir kitapken beni sadece mutlu eden bir kitap oldu. Daha sonra
John Fowles / Mantissa 
yı okuyup Fowles’İn mitolojik göndermeleri mitolojiye az ilgim ve bilgisizliğim dolayısıyla beni biraz yormuş olsa da  Fowles başucu yazarlarımdan biri olmayı hak ediyor. Ben John Fowles okuru olmayı hak ediyor muyum diye sorabilirim ama.
Bir İntihar Efsanesi/ David Vann
Açık ölçüde soğuk bir kitap. Soğukluktan bahis kitap sürek kan dondurucu bir tempoda gitmesi. Aslında Vann’ın otobiyografisini ortaya koyması da cabası. Kısaca kitap adını yaşatıyor.
 Gonçalo M. Tavares / Beyefendiler 
İnsana çocuksu gelip söylemeye çekindiği şeylerin hiç çekinmeden üstelik basit şekillerle açığa çıktığı harikulade bir kitap. Ben ilk kısmı sevdim. İkinci sırayı Calvino’lu bölüm alıyor. Öykü kısaysa, diyagramla da anlatırım diyor Tavares. Kısalı uzunlu öyküleriyle başucu kitabı. Bunu diyen diğer bir yazar
Kurt Vonnegut /  Şampiyonların Kahvaltısı 
Kurt Vonnegut kitabı her şeyiyle ‘’tasarlamış’’. Kendisinin aynı zamanda bir grafik tasarımcı olduğunu bu kitapla geç de olsa öğrenmiş oldum. Bir de Vonnegut’u kendi dilinden okunması gerektiğini anladım. Gece Ana’da soğuk durmuştum nitekim. Burda Vonnegut benden istediğini aldı ve beni güldürdü.
Marcel Proust / Swann’ların Tarafı 
En sonunda Proust okumaya karar verdim çünkü evde kalan tek kitap oydu. Kütüphaneye gitmeye de üşeniyorudum. Kitaba başlamadan uzun bir süre boyunca Proust geyikleri [Proust okumak, Proust okumanın zorluğu, büyük Kayıp Zamanın İzinde bitiremeyenler topluluğu...] ile oyalandım. İlk otuz sayfada üç kere yarım bıraktım ve en büyük neden zavallı Proust’un üzerinde oynanan büyük oyunlardı. Bir gün Proust uzak tutucu faktörlerinden uzak durmaya çalışarak korka titreye başladım. Çok yalanları yok uzak tutucuların ama Swannların tarafı Kayıp Zamanın İzinde serisinin en ‘’okunabilir’’ kitabı imajı da geçerli. İyi bir an yakalayıcı Proust. Swann’ın Aşkı kısmı ile de bu an yakalamalar şiddetleniyor ve hala açıp baktığım bir pasajla bitiveriyor kitap. Bazen bir kitaptan süzülebilecek anlamın bir sayfada bulunması rahatsız edici mi değil mi diye düşündürse de seriyi yirmi beş yaşıma ötelemem anlamsız bir karar değil. Yani, sanırım.
Tumblr media
Marcel Proust/Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
u okumamla bu karara vardım. Kitabın not deftersiz okunmaması, kitaptan daha çok not defterini kullandığım ve en uzun sürede bitirdiğim (8 ay ) kitap bu. Vakti boş olan ve hayatı benden daha çok ciddiye alan biri aşık olabilir kitaba ama bana bir süre sonra Tubitak geometri sorusu gibi geldi ; keyifli ama fazlası başağrısı. Tebrikler ! Siz de Proust okuyarak bir ‘’Proust Uzak Tutucu’’ olabilirsiniz !
Jonathan Safran Foer / Hayvan Yemek   
Safran Foer’in neden et yemediğini anlattığı belgesel niteliğinde kitap. Tavukların kapatıldığı kafes boyutunu çarpıcı bir şekilde anlatması aklımda kaldı. Üç gün etten uzak durdum sayesinde derken yemek sepetinde tüm restorantların et içermesi üzerine ‘’bazı şeyleri unutmak zorundayım.’’  diyerek...
Thomas Bernhard / Beton 
Hastalıklı ( hastalıklı değil aslında ama anlatıcının hastalıklı olduğu düşüncesine kapıldığımız ) kitapları severim. ( bkz : Agape’ye Ağıt) Beton da  bana bunları hatırlattı. Ağır ama sürükleyici bir takibi var. Konsantre bir anlatımla doksan sayfada sonlanıyor ama bu beni üzmüyor. Arada insan sevmeyen kartını oynayan kitaplarla karşılaşmak güzel.
Douglas Adams/Otostopçunun Galaksi Rehberi 
Şu yılda başladığıma utandıklarımdan. İrrasyonel anlatılara düşkün olmayan biri olan benim için bile sürükleyici ve güzel. Tabii ki melodram sevgim bana depresif robot Marvin’i sevdirdi.
Karl Ove Knausgaard/ Kavgam I 
Büyük edebi oyunlar yok. Aslına baktığımızda gündelik hayata dair şeyler işleniyor bu otobiyografik romanda. Neden altı cilt olmuş ve çoğunluk severek okuyor sorusu var. I. Cesur ( her şeyi yazdığı için eşini ayrılma kararı alması vesaire ) II.Detaylar ( o an dikkat edilip unutulan her şeyin hatırlanması, yüksek oranlı hafıza ) III.Kendi zayıflıklarını soyması ve bunu yüzümüze çarpmadan sadece olayı işleyerek yapması IV. Bundan dolayı insan olduğumuzun, hayatlarımızın işlendiğinin hatırlatması. Bundan dolayı ikinci cildi sabırsızlıkla bekliyorum.
Michael Ende / Bitmeyecek Öykü 
Çocukların da yetişkinlerin de rahatlıkla okuyabileceği bir kitap. Çocuk olsam sekiz kere okurdum. Anlatıcıların yazıda renkle ayrışması ayrıntısını sevdim. Gözü de yormuyor. Çocukken kitaplara yaklaşımım bu kitaptaki çocuğa benzediği için sevdim bu masalı.
 Portnoy’un Feryadı / Philip Roth
‘’Philiph Roth erkekliğin kitabını yazıyor ! ‘’ sloganını hak eden harika bir kitap. Cinsel saplantıları olsun, aileye olan kafayı yemiş isyanı olsun Philiph Roth’un daha doğrusu Alexis Portnoy’un isyankar monologunun karanlık mizahı beni güldürdü. Daha sonra Roth’un Hayalet Yazar’ını okudum sanırım bu lezzeti aramak gibi bir hataya düştüm. Bu yılın en güzellerinden.
Şimşekler / Joan Echenoz  
Şu gerçeği kabul etmeli Echenoz biyografi konusunda gayet başarılı. Şimşekler Tesla’nın buruk hayatını aynı buruklukta işlemiş iyi biyografi okurunun kaçırmaması gereken kitaplardan. (yazarın Ravel ve Koşmak da bunların arasında)
Anubis Kapıları / Tim Powers 
Öncelikle kitabı buluşumdan bir küçük sevimli hikayecik çıkabilir ve şans eseri bulunan kitaplara olan güvenim tamdır. Anubis Kapıları bunu boşa çıkarmıyor. Zamanlar arası bükülmesi ve karakterlerin esrarengizliği oldukça başarılı tabii her okurun fonunda The Beatles- Yesterday dinlenmiştir bu kitabı okurken. Filmi çekilse rekora koşacağını ve yeniden basılacağını düşündüğüm kitaptır aynı zamanda.
Sessizlik ve Gürültü / Nihad Siris 
Politikal bir distopya olan bu roman tek seferde okunduğunda tüm portrelerin birbirini tamamlaması açısından çok daha verimli oluyor. Roman Suriye’ye özgü gibi görünse de bana direk kendi yaşadığım coğrafyayla ilgi kurmama yol açtı. Gerçek olmuş distopya ya da inandırıcı distopya diyelim biz buna.
Doğa Araştırmaları / Seneca
Dönem bilimsel kitabı olması gerekçesinden dolayı çocuksu bir bilimsel yaklaşım gibi hissettiren acaba hala böyle düşünüyor olsak nasıl olurdu diye düşündürüp duran Senaca’nın doğa rüyaları.
Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım / Herta Müller 
Yolda düşünce aniden birbirine bağlanan başlangıcını hatırlayamadığımız düşünceleri kitabı, dingin ve yutkunduran bir anlatımı olan ve arka kapağında anlatılanları aynen yansıtabilen nadir kitaplardan. Adı yılın özet cümlesi, kendisi yılın en iyilerinden olan kaliteli bir anlatı.
Ağrıdağı Efsanesi / Yaşar Kemal
Ah dedirten kahverengi tonlarda Yaşar Kemal kitabıdır ve bu yıl daha çok Yaşar Kemal okunacaktır.
Beni Asla Bırakma / Kazuo Ishiguro 
Donuk ve boğucu bir anlatımı var işlenen konu farklı yollara sapabilecekken bana sınırlı ve eksik geldi, sevmedim.
Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız / Hasan Ali Toptaş 
İsmi güzel kitaplardan. Hasan Ali Toptaş’In söyleşilerini barındıran kitap ama illa yazarın edebiyata bakış açısı diyeceksek ben ‘’Harfler ve Notalar’’ ı tercih ederim.
Swastika Geceleri/ Katharine Burdekin
Feminist distopya denince farklı şeyler hayal etmiştim. Kitap beş ayrı distopya konusunu çorba etmiş eline yüzüne bulaştırmış hissi verdi bana. Hitler’e tapan bi gelecek distopyası ? Almayayım.
Kağıt Ev / Carlos María Domínguez
Kitap aşkına kafayı kırıp böyle olunabilir mi ? Yarattığı derin huzurla bu yılın en iyilerinden.
Tavşan Deliğinde Fiesta /Juan Pablo Villalobos
Yılın en iyilerinden. Eğer çocuk gözünden yazılmış kitap başarılıysa ne olursa tadından yenmiyor. Anlatılan trajedi bile olsa farklı bir yola sapıyor. Villalobos’un ilk romanı ama ikinci bir kitap yazarsa elim uzanır direk.
İliğine Kadar /Arnon Grunberg 
Tirza’yı sevmiştim çarpıcı bir romandı ama sonra Grunberg’i sevmemeye başladım çünkü kitapta sürekli meslek odağını (ekonomi balonları tarihçesi vardı, Hastalıksız Adam’da da bir mimar) işleyip onla ilgili bir şey beklerken beni sürekli cinsellikle (kim kiminle nerede ne zaman? )  ‘’oyalaması’’ diyebilirim. Yani artık okumayacağım demek oluyor bu.
Deliliğin Dağlarında / Lovecraft 
Dolambaçlı ve ürkütücü betimlemelerin babası ile tanışmak bana iyi geldi. Sonsuz kasvetli mekan üretimi kaynakçasının sadece küçük bir parçasını okudum ama olsun. Bu yıl Lovecraft okunacak bol bol.
Gözyaşları ve Azizler / Emil Cioran
Aslında ilk kez Cioran okuyan biri kesinlikle bu kitabı okumalı. Çürümenin Kitabı’nı değil. Küçük vurucu pasajlarla Cioran’ın dünyasına giriş yapmak çok daha güzel bence. İyi bir başucu kitabı aynı zamanda.
Yılanlarla Dans / Horacio Castellanos Moya
Sürükleyicilik açısından tam puanlı ancak derinlik açısından beni sorgulamaya itmiş enteresan bir roman.
Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler / Sabahattin Kudret Aksal 
Sadece öykü kitabı olarak fena değil güzel bile denebilir ama benim beklentilerim çok çok çok büyüktü ondan dolayı hayal kırıklığı oldu.
Limon Masası / Julian Barnes
Diğer okuduğum Julian Barnes kitaplarının en zayıf halkası olsa da (belki de Julian Barnes’dan öykü okuma kaynaklı bir durum bilemeyeceğim) fena sayılmazdı ama daha iyileri var şüphesiz ( Bir Son Duygusu, 10 ½ Bölümde Dünya Tarihi... )
Dünya Ağrısı /Ayfer Tunç
Aşırı tekrar ettiğini hissettiğim ve sürekli aynı melodram tasvirlerinin varlığını hatırladığım bir roman. İlk okuduğum Ayfer Tunç romanını sevmedim. Bir daha okur muyum bilemiyorum.
Ankara, Mon Amour! / Şükran Yiğit
Gizli bir romantik olduğum için Ankara’da alıp okumuştum. Ayrıntıları çok hatırlayamasam da tatlı ve sıcak bir his hatırlıyorum bu kitapla ilgili.
Çatıkatı Aşıkları / Şükran Yiğit 
Aman aman bir roman değildi. Bunun anlamı okusak da olur okumasak da elimizdeyse okuyalım değilse almamıza gerek yok ama ‘’Sevginin karşıtı nefret değil, kayıtsızlıktır.Hatırlamanın karşıtı unutmak değil kayıtsızlıktır.’’ sözü iyi bir mottodur.
Kitap Evi / Enis Batur 
Enis Batur’a olan mesafeli duruşum en azından biraz azaldı bu kitapla. Kağıt Ev’in kardeş kitabı. İçinde fazlasıyla güzel mimari tasvirler mevcut.
Kambur / Şule Gürbüz
Şule Gürbüz biraz tutuk bir yazar yani kitabın evrenine girmek her zaman sıkıntılı oluyor ama bir kez girilince gerçekten yazarın yazarken hakkını verdiğini düşündürüyor. Coşkuyla Ölmek’tense Kambur isimli kısa anlatıyı tercih ederim. Çarpıcı,yoğun,kısa ve tabii ki karanlık.
İklimler/André Maurois
Sahaflarda çok rahat hatta en çok görünen kitaplardan. Çoğunluğun düşündüğü gibi ben de iyi bir aşk romanı olduğunu düşünüyorum. Bazı yerlerde dağılsa da iyi bir roman. Yer yer verdiği toplayıcı pasajlar da bunda etkili. Fazla aşk romanı okumadığımdan rahatlıkla yüksek yerlerde duruyor benim için şimdilik.
Yıkmak Diyor Kadın /  Marguerite Duras
Aşırı ölçütte kopuk bir kitaptı. (Çevirmen sorunu da olabilir. ) Barışık okuyamadım ilk okuduğum Marguerite Duras kitabını. Çekilmiş filmi de sevmediğime göre... Uzunca bir süre Duras ile görüşemeyeceğim.
Hadula - Bir Ada Öyküsü/Alexandros Papadiamantis
Hadula kadın bir Raskolnikov mudur ? Hayır. Hadula bir kadının iç dünyasının en keskin dışa vurumu mudur ? Evet. Sakin bir tempo ile başlayıp aniden çarpıp çırpan bir roman. New York Times yorumu gelsin : Kaçmaz !
Ve Günler Yürümeye Başladı / Eduardo Galeano
İlk okuduğum Eduardo Galeano kitabı ve sonuncusu olmayacağını garantiledi benim için. Herbir günün Dünya’daki ayrı ayrı coğrafyaların ayrı ayrı mihenk taşı olaylarla ve çok kısa bir şekilde bir Dünya panoraması sunması ve bunu uzun diktelere ihtiyaç duymadan ifade etmesi (minimal diyoruz değil mi buna ? )  özel.
Mimarlık Üzerine / Adolf Loos
Haşin bakışlı mimardan haşin kitap. Bir yandan eğlendim okurken ama Loos’un zekasına hayran kalmamak elde değil. ‘’Süsleme suçtur.’’ kültürünün perde arkası.
 Beklentiler (2016)
(Şimdilik)
Yapraklar Evi’ni yüksek kalp atışıyla okumak.
Seyrek Yağmur’u yüksek kalp atışıyla okumak.
Yeni bir Wilhelm Genazino romanını yüksek kalp atışıyla okumak.
Eğer 22 Ocak’ta yaşarsam, diğer kitaplar editlenecek.
2014 Kitapları II/  2014 Kitaplar I/ 2013/ Kitapları
3 notes · View notes
historiadecronopio · 9 years
Photo
Tumblr media
Thomas Mann, Büyülü Dağ
Her yılın sonunda aklıma bu cümleler gelir.
10 notes · View notes