Bir varoluşun en küçük parçacıklarıyla yaşamak, yaşadığını çizmek, çizdiğini duymak, duyduğunu okumak, okuduğunu anlamak, anladığını yazmak... Sıradaki parçacık, in'sana' gelsin. "Hakan."
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text

Adsız Ömür
"Şiir yıldızlararası bağlara yazılır canımın içi.. Gülüşü galaksilere denk kadına, Sevgi'ye"
Bütün normalleri ve bütün mümkünleri
Ödülsüz bir yarışmada kaybetmiş
Nazilere minnettar bir yoldasın
Ama sev sevgilim
Güldüğünde içim açılıyor bir kaç kez
Bir kaç kez düşüyorum uçurumlardan
Bu kez uçuyorum
Annem anlımı öperek ölçüyor ateşimi
Artık uçuyorum
ve dallarım duman
yaprak döküyor kasvetlerim
öncesi sonrasından güzel
Hijyenik hatalar yağıyor içimin günahsız iklimlerine
Ama uç sevgilim
Keşkeleri ve keşleri imrendirerek
Kaçmak ya da uçamamak kadar şartlı
Doktorun anlayamayacağı kadar derin
Hastanın atlatamatacağı kadar uzak
ve çelimsiz
Bir şiire ağladım, narlar ekşidi
Bahara kış değdi
Bir bilene güldüm
Kalp kondu kelebeğe
Ad kondu sevgisizliğe...
Düşlerin incinmesin
Ama düş sevgilim
Her erkek tehlike olarak doğar bir kadına.
Hakan Şengezer
17 Kasım İkibinyirmi, Mersin
0 notes
Photo

Bir Kediye Ağıt
Bir kedi düşünmeyin, olun şimdi. Gözlerinizi bir petshop'ta açtınız. Sahibiniz sizi bulup, sizi kucağında sevene kadar bitişikteki iguanay’la arkadaşlık ettiniz ve muhabbet kuşlarıyla muhabbet. Sonra biri geldi. Sevmesine izin verdiniz ve bir yalnıza yoldaş oldunuz. Eve misafirler getirdi, elden ele gezdiniz. Haylaz çocuklarla köşe kapmaca oynadınız. Bazı geceler eve kadınlar geldi, kadınlar gelince siz onunla uyumadınız. Bazı geceler hiç uyumadınız. O sevinince çaktırmadan sevindiniz. O dertlenince siz duman altı oldunuz. Sabahları günaydınlarına görsel, akşamları şiirlerine özne oldunuz. Gel zaman evin nüfusu iki çocuk bir anne arttı. Petshoptaki hesap eve dar geldi. İlk sizden vazgeçtiler. Bir kafe’nin avlusuna bıraktılar, karşısındaki kasap dükkanının ayrıcalıklarını vaat ederek. Dış ortamın tehlikelerinden habersizsiniz, ciğer aslanın neresinde bilemezdiniz. Hakaretler de gördünüz ama sığınacak liman nedir onu da bilemezdiniz. Sessiz, sakin bir şekilde; ama tüylerinizin rengi beyazdan kömürbeyaza dönünceye kadar kalakaldınız. Bir gün kafe’nin önünden geçen bir pamuk şeker arabasının üzerini okudunuz. Seni hiç unutmadık, iyi ki doğdun. İçinize ferahlatıcı limonatalar döküldü. Dünya sizi, siz onu fethettiniz. Bu an’ın kitapları yazılmış, kitapları satılmıştır; siz yaşadınız. Pamuk şeker kadar hafifleyip, ben biliyorum dediniz. O sırada kafe’nin içinde bir doğum günü pastasının üstünde sizin de mumunuz yandı. Sıradan bir gündü.
Hakan Şengezer
0 notes
Photo

Sevgili Can kardeşimin acelesizliğimi dizelere dizip beni onurlandırdığı şiiridir;
seni durduran her şey güzeldirdeki bakışı yakaladın bravo
esen tek başına peri ama esin perisi hep başına melik şah çocukluğundan beri ismini mavi hayal eder ŞAH ÇEKTİM ŞAH çiceklerin ismini söyleyen bir yazılım yazılım mı yarılımdır o çığır açar çağır açar aleykum selam hiç bir şey boşuna hayal edilmemiştir cadı kazanında sardunya sar dünyayı yak dünyayı yan nasolsa sulananlardan damlayan su kafana düşüşüyor akyakada buluşalım mı ay harika olur bizle birlikte sevinence parmağımdaki gümüş değil gülüş ve ahmetleri severim ve bunu kimse bilmez de değil ve babama dedim ki: yarım gülmeyi bırakacasın gökyüzünün kalbi kırılıyor hep tam hep tam alayına tan bura
sonunda hakanaya geldik mi geldik bendimizi bulduk mu bulduk demek ki maviyi her şeye biz ekleyecez ki biz bu yola mazlumların şerhinden çıkmıştık gel diyene gel diye diye canlar canlar içinde eyvallah aşk, seni bir gece otostopunda anladım yağmur sırlarının usturlabısın ıslıkla ve mardinli duası sabır taşını yek geçiyor ve bir gün en sevdiğin soru olur sen ne ayaksın yani şöyle böyle amuda her türlü aya akım ben aya aķım ben aya ak güneşi zapt edeceklere duyrulur ona dünyanın bütün yıldız haritalarını emziyorum yani nasıl güzel çıkayım yoksa yokluk fotoğraflarında
her şey hiç kımıldamasa bile derman sevgidendir derdim boynuma inansana sana- boynuma nasıl taşındığımı göstereyim ama dost beklerken herkesin durmasını bekleyeme dostun olan her yeri sana geldiğini uyandırır da gelir hala bilmiyorum halkımız ne çekiyor ben: dostullah sabrullah aşkullah bir de biraz işte, şey, yani çok değil, sadece karşılaşinca başka ne değiştirebilirdi ki sabahı
-geceyle dişiliyorum- (kahvve açıldı çaya düştük dünya bizimdir haberler tanrılardan daha kö)
Can Küçükoğlu
0 notes
Text
Gitmeye 5dk Kala
Geldik gideceğiz. İlla ki yarım bırakıp, illa ki geç kalmış... Bir kitabı, bir filmi, bir şiiri, bir şarkıyı, bir cümleyi, bir başlangıcı, bir-bir hayatı, ortasında bırakıp. Kalıcı değiliz. Usül bu, erkan bu. İstediğiniz kadar hız yapın, mutlaka geç kalacağız, mutlaka erken gitmiş olacağız. Arkamızdan ağlayanlar olacak, gülenler de.. Arkamızdan gelenler olacak, yerimiz de dolacak.. Birikmiş yalanlarımız olacak, yalanımız batmayacak. Doğrularımız olacak, inanılmayacak. Al takke ver külah, sevdim de sevilmedim derken saatimiz dolacak.. Ama gideceğiz geldiğimizi bilmediğimiz gibi, gideceğimizi tahmin edemeyeceğimiz yere. Güzel anlarımız oldu, aklımızı çıkaracak acılarımız da. Başkaları hem cehennemi, hem cenneti insanın. Öyle dedim. Kırdım da kırıldım da. Ama son perdede çok güzel insanlar biriktirdim, sevmek için acele etmediğim, doymadığım.. Hayatımı zenginleştirdiler. Ne çok güzel oyunlar oynadık, ama ne güzel güldük. Gülebildik. Uzatabildik, az ve öz ve saliselik anları. Her güzel şey gibi, herşey güzel gibi, veda gibi değil... Sizi sevdiklerinize emanet ederek gideceğim. Canınızı sıkanların canı cehenneme. Kelimeleri yormayın, kadınları ve çocukları ağlatmayın, çiçekleri sulamayı unutmayın, aslını, ardını düşünmeyin ve anı yaşayın, ve sizi sevmeyeni de sevin ama illa ki az sevmeyin. Akılsız kalın da aşksız kalmayın sevgilim insanlar. Sevgiyle kalın. Hakan Şengezer
0 notes
Text
Denizaltı Yolları / Masal Ertesi ya da Dünya Küçüldü Artık
(Masal Diyarlarının Yalnız ve Harika Kadınına, Alice'e...) Çok kişilik hikayelerin iki kişilik sayfalarında Aşk'a esir düşmüş, müebbet kuşlarıyız Geç kaldığımız için değil Erken uyanamadığımız için Renksiz bir iklimde özleriz Konuşmaktan vazgeçtiğimiz sardunyaları. Sen şiire konu olmuş masal kızım Anla, bu şiirin manzarası Gerçek olaylardan esinlenilmiştir Ve bilirsin ki aşk her insanın konusudur Şiir her insanın Ve hiçbir şiirle son bulmaz İtinalı bir ayrılık acısı Yada sokağın arka köşesinde Dönüşü kalmış bir beyefendi sanrısı. İşte biz iki blok ötede Aşk'a şaibe düşmüş, denizaltı çocuklarıyız Denizaltı yollarından çok sular akar Deniz üstü köpürür Cem Karaca dinleriz Denizaltını bir kadın kullanır Denizi bir kadın kurtarır Kendin kadar uzak Gitmesek de görmesek de Şuramıza bir yalnızlık oturur Pamuk şeker gibi değil Ve erimeyen pamuk şeker yoktur Sesin kadar yorgun Konuşmasak da susmasak da Aşktır, boğazımıza dizilir. O halde biz Karanlık ve nemli bir odanın Gözyaşlarıyla inşa edilmiş tavanıyız Her an üzerimize yıkılma tehlikesi olan Sedef küpeli, inci kolyeli İpek şal altında kimseye boyun eğmeyen Gösterişli ve sağlıklı Yalnızlığın ilk sahibiyiz Harika diyarlarında gibi değil Kurşun kalemin açılamayan sonunda gibi... Aynı zamanda biz Günde üç öğün Ve günden güne küçülen dünyanın Büyük ve biricik insanlarıyız Bir telefonun içine sığabilecek kadar da Küçüldü kalbimiz Altına göndereni belli olmayan Kısa bir not yazılamıyor Yazılamaz ve yer kalmadı! Hakan Şengezer, 11 Haz. İkibinonaltı, Mersin
1 note
·
View note
Text
Hayat ve Anlamı
(Kaan Sezyum'un 13.03.2010 tarihinde Radikal gazetesinde beyin kanamasından kaybettiği eşi için kaleme aldığı yazı.) Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm. Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum. Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapıp TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan. Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar. Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek. Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece. ‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte. Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı. Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte. Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş, bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek. Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken. Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum. Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım? Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok. Kaan Sezyum
0 notes
Text
Bizim Tuhaf Düzlüğümüz
''Anlamayanlar için dilimi, değersizler için kalbimi yormadığım günden beri mutluyum.'' *Kurt Vonnegut Ütü aslında bir illüzyon. Hepimiz ütülüyoruz kırışıklıklarımızı. Kamufle etmeye çalışıyoruz ruhumuzu, yeniden kırışacağını bilerek. Jilet gibi oluyoruz, önce kendimize. Herkes biliyor herkesin bir ütüsü var ve ütülememiş olmamız bir gömleğin kullanım amacını sekteye ugratmayacak. Yani herkesin önce kendinden bildiği bir şey olacak; doğal, kırışık, ütüsüz bir kendimiz olacak, başka bir şey değil. Altı da üstü de ütü. Böyle olduğu halde neden kadının eteği, eşarbı, dekoltesi, boyu, kilosu, yaşı, sigarası, duruşu, tutumu, medeni durumu seni enterese ediyor. Etmesin abi. Neden erkeğin, dişi, dışı, sarhoşluğu, yalnızlığı, sermayesi, sevişmesi, somurtması, sırıtması alay konusu senin için. Neden? Çıplak ve ütüsüz ev halini bilmeyen var mı? YOK! Bildiğimiz halde dümdüz görmeyi dayatmak neden. Ya da düz olduğu için 'neden düzsünüz' diye eleştirmek? Bu arzuyla sıraya girmiş, ateşe verme aşkınız nerden? Sen dünyanı düzelttin, etrafın mı kaldı ütüsüz..süz..süz(echo)!!! Hakan Şengezer
1 note
·
View note
Photo

Huzurum Kalmadı
Konuşulmadıklar ne kadar çok ise o kadar uzun olur günler. Konuşamadıkları çok ise en huzursuz zamanı gözlerini kapatmadan öncedir insanın. Geçen esnaf lokantasında kulağıma ilişti. Tayyar abi zaten her kuru fasulyenin sonuna kanaatkar sözler iliştirirdi. Huzuru yerinde olsunmuş insanın, kuru ekmekte yeter dedi. Sonra asansörde kaldım bir gün. Merdivenlerden de yuvarlanmıştım. Aynı gün değil. Buralarda aynı günde iki ayrı düş(üş)e yer yok. Kapılar duvarı gösterdi. Serviş dışı kalanların duvarlarını. Beni en iyi kaptan köşkünde mahsur kalan şoförler anlar. İçmesini bilmediğim halde birinin ağzıma sigara uzatıp yakmasını bekledim. Beklerken düşündüm. Kapalı, havasız ve elektriksiz alanlarda hızlı düşünürüm. Öteki zamanlarda düşünmenin hızlı olması üşengeçliğime aykırı. Sırtımı aynaya dayadım. Kendimle sırtsırta verip düşündüm. Huzurla uyu dedim kendime ve uyumam gerektiğine karar verdim. Biraz öldüm, daha fazla karanlık olmadı. Hiç kimsenin sesimi duymaması ihtimali herşeyden daha karanlık. Bağırsam duyan olur mu dedim, sustum. Hiç kimse duymasa da huzurlu olmayı başarabilirdim. Hiç kimse zaten kim oluyor ki. Yalnızlıktan ölmeden uyumayı becerebilirsem huzuru da bulabilirdim. Uyudum. Kız arkadaşım gitti. Şansızlıkların en belirgin özelliği ardarda teşrif etmesi. Şansın parmak hesabı sağlamasını yaptım, onüç yaşında ve şanslıydım. On üç yaşında bir erkek saklamayı aklı havada kızları baştan çıkarmak için kullanmaz. Hatta saklamaz. Kalbine batan camkırıklarını tarif edemez ama çişi gelmişse söyler. Kadınlarla emir kipiyle konuşmaz ve hiçbir güzel kadını bekletmez. Bekletmiş ise aşağı mahallede maçı vardır. Neyse, tüm zamanların en kötü hafızasına sahip olmasaydım son zamanlarımı yad ederdim. Henüz uçmadım ama iyi biriydim. Neşe dolu, şen ve olumlu biri. Asansörleri gök mavisi yapsalar içinde yaşamaktan çekinmeyecek biri. Yaşamayı severdim ama kendisi bana o kadar alışamamıştı. Ben sevdikçe o cebime uyuşturucu koyup Allah'a havale etti. Fazla ilgi gösterince kibirden ağzı kokan kızlar gibi beni dönüştürmek, çoğunlukla kullanmak istedi. Olsun, ben yine de denemekten vazgeçmedim. Yaşadım. Zaten yaşamamak kendi katilim olmak demekti ve katil olursam annem üzülürdü. Annem üzülürse hiç bir kapı açılmazdı. Annemi üzmediğimden kapı açıldı. Zorlanmadı. Bir kapı açılınca diğeri suratıma çarpıldı: Yetersizliğim. Kapıcı Ali abi "ne yapıyorsun burda yer elması" dedi. Tanıdığım bütün kapıcıların adı Ali ve hepsi aşırı neşeli. Elini uzattı. Elimin tutulmasına değil düğmeye uzanmasına ihtiyacım vardı. Anlamadı. Anlamasını beklemezdim. Asansörün 13.kat düğmesine bastı. Yukarı çıkarken asansörde oynamamam gerektiğini tembih etti. Sustum. Güzel sözler icat ettim ama konuşamadım. Güzel sözler birikti ve evde yüksek sesle Ferdi çalıyordu. Sonrasını biliyorsunuz; huzurum kalmadı...
Hakan Şengezer
0 notes
Text
Bir Söz Bir İnsan : Meryl Streep
"Bazı şeyler için sabrım yok... Kibirli olduğumdan değil, sadece daha fazla canımın yanmasını ve beni mutsuz eden şeylerle vakit harcamak istemediğimden. Hayatımda geldiğim noktada, alaycılık, aşırı eleştiri, aşağılama ve herhangi bir doğal ihtiyacımın görmezden gelinmesine sabrım yok. Beni sevmeyen insanlarla iyi geçinme, birlikte olma isteğimi kaybettim. Tek bir dakikamı yalan söyleyen yada manüplatif insanlar için harcamak istemiyorum. Bencil, ikiyüzlü, sahtekar, ucuz övgüleri olanlara hayatımda yer vermeme kararı aldım. Ne seçici bilgeliğe ne akademik kibre, ne de popüler dedikodulara tahammülüm yok. Çatışma ve kıyaslamalardan uzak yaşamak istiyorum. Çünkü bu dünyada karşıtların bir arada yaşayabileceğine inanıyorum ve bu yüzden esnek olmayan, katı ve sivri kişilerden kaçıyorum. Dostluklarımda, ilişkilerimde sadakate ve saygıya önem veriyor, cesaretlendiren, teşvik eden cümleler kuramayan insanlarla bir arada olmayı bırakıyorum. Abartılı her şeyden sıkılıyorum. Hayvanları sevmeyenleri kabul etmekte zorlanıyorum. Ve en önemlisi sabrımı hak etmeyenlere hiç sabrım yok artık."

Mary Louise "Meryl" Streep (d. 22 Haziran 1949) Film, televizyon ve tiyatro alanlarında çalışmış ABD'li oyuncu. Modern zamanların en yetenekli ve saygıdeğer oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir.
Streep profesyonel kariyerine 1971 yılında The Playboy of Seville isimli oyun ile başladı. Ekranda ise ilk kez 1977 yapımı televizyon filmi The Deadliest Season ile göründü. Aynı yıl ilk kez bir sinema filminde, Julia isimli filmde yer aldı. Sonraki yıl yer aldığı The Deer Hunter (1978) ona ilk Oscar (Akademi Ödülü) adaylığını, bir sonraki yıl yer aldığı Kramer vs. Kramer (1979) ise ilk Akademi ödülünükendisine getirdi. Streep bundan üç yıl sonra Sophie's Choice (1982) ile En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü'nü alacaktı. Demir Leydi(2011) filmi ile 84. Akademi ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü'nü aldı.
Streep, 17 Akademi Ödülü adaylığı ve 26 Altın Küre adaylığı (sekizini kazandı) ile tarihte bu iki ödüle de en fazla aday gösterilen oyuncudur. Çalışmaları ile ayrıca iki Emmy ödülü, iki Screen Actors Guild Awards, Cannes Film Festival ödülü, bir BAFTA ödülü, ve birTony Award adaylığı almıştır.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Meryl_Streep
0 notes
Text
Turgut Uyar Günü
Gün boyu sosyal medyada, tanıyan-tanımayan, ezberinde en az bir kaç şiiri olan yada ismini daha bugün duyan herkesin onun dizelerini paylaştığı bir gün. Gün göğe bakma günü. Gece bir sonraki güne devrilirken eski kitaplar arasında bir kağıda karaladığım, çok bilinmeyen ama çok sevdiğim bir şiiriyle karşılaştım. Okurken aklımda yoktu ama bir kaç tekrar edince herkes bir kere bu şiiri okumalı diye düşündüm ve ekledim; sadece bugün değil her gün Turgut Uyar, Cemal Süreya, Metin Altıok, Didem Madak, Özdemir Asaf, Cahit Zarifoğlu günü olmalı. Okuyun lütfen.
Not: Şiirle fotoğrafın alakası yoktur. Kıskandırır, az rastlanır ve yoğun sevgi içerir.

yokuş yol'a
güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar
sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar
bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar
Muş – Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar
el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar
Turgut Uyar
0 notes
Photo

areamyra'nın #notdefteri 'nden. (Mersin Tece Sahil'da)
0 notes
Text
"Devrim Aşkı"

İnsan yaşamı boyunca hep öğreniyor. Bazen hayatı anlamlı kılabilmek için ama çoğu zaman maddi bir kazanç sağlayabilmek için binlerce şey yapmayı öğreniyoruz. İçinde bulunduğumuz dünyada para ister amaç olsun ister araç illa hayatımızın bir parçası olmak zorunda. Bu öyle bir zorunluluk ki “Para kazanmak için mi yaşıyoruz yoksa yaşamak için mi kazanmamız gerek bu parayı?” Sorusu bir paradoksa dönüşüyor. Mesleğimiz ne olursa olsun, yaşamak için kazanmaya mecbur olduğumuz para şeytani bir icat. Ona sahip olabilmek için katlanmak zorunda olduğumuz ilişkiler koca bir boşluğa yol açıyor anlam dünyamızda. Değerler sistemimizi esnetmek zorunda kaldıkça büyüyen bir boşluk bir çaresizlik hissi.
Gezi Parkı Direnişi bu koca boşluğu dolduran, çaresizlik hissinin panzehiri gibi girdi hayatımıza bir 31 Mayıs sabahı. Doktorlar, hemşireler, veterinerler, grafikerler, yazarlar, yönetmenler, mühendisler aklınıza gelebilecek her meslekten insan ilk kez mesleklerini aşk ile icra etmenin tadını aldılar bu direnişle. Üstelik bu icra edişin sevgi, özgürlük, dayanışma, anı biriktirmek gibi soyut kavramlardan başkaca hiçbir maddi kazancı yoktu. Bu direniş hiç bir patronun çalıştıramayacağı kadar uzun saatler inanılmaz bir huzur ve mutlulukla, üstelik çok zor koşullarda çalışan insanların “kahramanlık destanıdır.” Bu tanımın çağrışımı şimdi size iyi gelmediyse bile ona bir şans verin. Tarih gerçek kahramanlık destanlarını yerli yerine koyacaktır.
Şimdi size bu gerçek kahramanlık destanını yazan yüz binlerce güzel insandan yalnızca ikisinin hikâyesini anlatacağım. Zira onlarca cilt yazılacak kadar hikâyemiz var artık. Anlatılacak zamanla hepsi ya bir yerden başlamak gerek. Benim kahramanlarım Nuray ve Özgür ya da “Çılgın Hemşire” ve “Yeşil Tişörtlü Adam”
Onlarla tanıştığımda karşımda dünyanın en yorgun, dünyanın en mutlu, dünyanın en huzurlu iki insanı oturuyordu. Dünyanın en âşık iki insanı demeye dilim varmıyorsa bu aşkın kirletilmiş imgesini çağrıştıracağı içindir. Çünkü aşkın tüketmek olduğunu kafamıza çakmaya çalışan bir dünyada karşımda oturan iki insanın yaşadığı bu duyguya yekten aşk dersek büyük haksızlık ederiz. Nuray ve Özgür’ün hikâyesi bir aşk hikâyesinden çok bir buluşma hikâyesi. Birbirlerini otuz iki yıl beklemiş ve gizli bir el tarafından ilk randevuları Gezi Parkı’na yazılmış iki insanın buluşması bu.
Şimdiye kadar dinlediğiniz, okuduğunuz tüm romantik hikâyeleri cebinize koyun ve az sonra okuyacağınız hikâyenin onlardan birine benzeyeceğini düşünmeyin bile. Hikâyemizde kuşlar, çiçekler, işaretler, tesadüfler, kan, gözyaşı, keder, kötü adamlar, şen kahkahalar var. Diyeceksiniz ki “bunlar tüm romantik aşk hikâyelerinde olan şeyler.” Evet, öyle ama bir farkla, bizim hikâyemizdeki bu olmazsa olmazların rolü hiç alışık olmadığımız cinsten. Zaten esas kızımız da esas oğlanımız da oldukça nevi şahsına münhasır insanlar olduğundan, yardımcı rollerin ve atmosferin alışıldık olmasını beklemek zor.
Esas Kız: Çılgın Hemşire yani Nuray
Bizim Çılgın Hemşire kan görmeye dayanamadığından ve doktorların hemşirelere hizmetçisi gibi davranmalarına katlanamadığından hemşirelik yapmayı reddetmiş ve konservatuar okuyarak oyuncu olmuş. Evet, sizi bu hikâyenin alışılmadık olduğu konusunda uyarmıştım. Nuray kan gördüğünde eli ayağı kesilen bir hemşire. Doktorların hemşireleri hizmetçisi gibi görmesi yüzünden 4 hastaneden ya kovulmuş ya da istifa etmiş. Şimdi kendini gönüllü doktorların hizmetine adamış bir devrimciye aşık ve 20 Temmuz’da evleniyorlar. Hastanede doktorlara kafa tutan Nuray müstakbel eşine kafa tutmaktan hiç geri durmuyor. Yani bir aylık bir ilişkinin cicim aylarındaki aşırı kibar hallerinden eser yok bu ilişkide. Tabii buna karşılık Özgür’ün evliliklerinde Nuray’ı hizmetindeki bir hemşire olarak görmeye en ufak bir meyli yok. Çünkü o da aslında doktorluğu daha en başından reddetmiş tıp fakültesi terk bir devrimci. Bunun yerine sinemaya meraklı, elektrik, elektronik cambazı bir çapulcu. Özgür’ü kendi bölümünde uzun uzun anlatacağım ama burada gözden kaçmaması gereken bir detay var. Aslında hemşireliği reddeden bir hemşirenin, doktorluğu reddeden bir çapulcuya âşık olması yeterince keyifli bir tesadüf, buna diyecek söz yok. Ama üstüne bir de onlardan birinin sinemaya gönül vermiş diğerinin oyuncu olması hikayemizin “Bu da mı tesadüf” dedirten noktalarından bir tanesi. Bu birbirlerini tamamlayan meslekleri tercih etmiş olmaları kendi ilişkilerini tanımlarken söyledikleri “kendimizi tamamlanmış gibi hissediyoruz” ifadesinin ironik bir yansıması olsa gerek.
Nuray Gezi Parkı’na 600 metre mesafede oturuyor. 31 Mayıs sabahı “Gezi Parkı’nda insan öldürüyorlar” çığlıklarıyla güne uyanan bir İstanbullu. Bir buçuk saat önce ayrıldığı parkın böyle hunharca basılması kendisini çılgına döndürüyor. Koşarak parka gidesi var, ancak annesinin endişeleri onu alıkoyuyor. Madem öyle deyip, evini ilk revire çevirenlerden biri bizim Çılgın Hemşire. Evindeki yoğun mesaiden sonraki gün annesini memlekete yolcu edip, atıyor kendini Gezi Parkı’na. Artık bir oyuncu olsa da hemşirelik geçmişinden saklayabildiği tüm bilgileri ve yetenekleri revirin hizmetine sunuveriyor. Özgür’le nasıl tanıştığını hatırlamıyor. “Bir birimize üç metre mesafede saatlerce yaralılara yardım ederken, birkaç cümleyi geçmeyen diyaloglarımız oluyordu” dese de bazı detaylar kendisini ele veriyor. Bunlara birazdan değineceğim.
Nuray kendini devrime karşı o kadar sorumlu hissediyor ki o günlerde yaptığı her eylemin mutlak devrime hizmet etmesi gerekiyor. Günde iki saatlik uykularla çalışıp hiç yorgun hissetmediğini söylüyor şaşırarak. Yaptığına sonradan şaşırdığı o kadar çok eylem var ki. Normal zamanda göze alamayacağı riskleri alabildiğini sonradan fark etmenin verdiği şaşkınlığı “artık bana nasıl bir şey olduysa” diye başlayan cümlelerle dışa vuruyor. “kendimi ilk kez bu kadar yararlı hissettim” diyor büyük bir gururla. Bu arada çok ağır travmalarda, kan revan içindeki insanlara yardım ederken hiç kan tutmaması ise aslında onun nasıl bir adanmışlık içinde olduğunun göstergesi. Hiçbir fiziksel ihtiyaç, fiziksel engel asla odağında yer almadığı için görünmez oluveriyor. Onun için her şeyden önemlisi hayat kurtarmak, hiçbir şeyin bunu engellemesine izin vermiyor.
Bedenini, kalbini hiç dinlemeyen Çılgın Hemşiremizin hiç düşünmeden yaptığı ufak eylemler kalbindeki davulların bastırılmış sesi gibi. Kendi konforuyla ilgili en ufacık bir eylemi aklından bile geçirmeyen Nuray, Özgür’ün motivasyonu ve konforu için küçük jestleri gayri ihtiyari bir biçimde gerçekleştiriyor. Bu jestleri neredeyse bir refleks biçiminde gerçekleştirdiğini söylüyor. “Acaba bu gün kahve içti mi? Dediğim an, gidip kahveyi yapıyor yanına bırakıp işime devam ediyordum, göz teması bile kurmadan, hiçbir karşılık beklemeden” diye tarif ediyor yaptığı bu jestleri. Özgür ve Nuray günlerce revirde iki, üç cümleyi geçmeyen diyaloglarla flört ettiklerinin farkında bile değiller. Tüm samimiyetleriyle ikisi de aynı cümleyi kullanıyor “hiç aklımda öyle bir şey yoktu”
Bana hikâyelerini anlattıklarında, birbirlerine âşık olduklarını söylemelerine rağmen ısrarla günlerce yan yana oldukları halde bunun “hiç akıllarında olmadığını” tekrarlıyorlardı. O kadar güzel anlatıyorlardı ki “Aşkınızı ne diye aklınızda arıyorsunuz ki?” deme gereği duymadım. Zaten dedim ya gizli bir elin yazdığı bir randevu, bir buluşma onlarınki. Bu gizli el her şeyi 32 yıldır ince ince ayarlamış zaten. Yaşadıkları duyguyu akılla kavramaya çalışmanın nafile bir çaba olduğunu ortalık biraz sakinlediğinde kendileri de kabul edecektir.
Nuray’ın yaptığı ufak jestler devam ededursun, revirde yoğun günler yaşanıyor. Uykusuzluk kendini yorgunluk olarak dışa vurmasa da sinirlerin gerilmesine, direncin düşmesine neden olabiliyor. İşte bu noktada bir refleksif hareket de Özgür’den geliyor. Revirde çalışanların motivasyonunu yükseltmek için bağırıyor Özgür;
“Bir şeye ihtiyacı olan var mı?”
Sinirleri zayıf düşen, küçük gerginlikler yüzünden yorgun düşen Nuray hiç bir düşünmeden gayri ihtiyari yapıştırıyor cevabı;
“Sevgiye ihtiyacım var.”
Özgür ve Nuray aynı anda bir birlerine sarılıyorlar lakin onların iddiasına göre bu “Bir kadının bir erkeğe sarılması gibi değil” arkasından da ekliyorlar “Hatta sonra bu bir geleneğe dönüştü, herkes birbirine sarılmaya başladı” diye. Ne kadar mistik inanışlarımız olsa da biz batının rasyonel aklıyla yetiştiğimizden düşünerek, karar vererek yapmadığımız eylemlerimizi mantığa bürümek eğilimindeyiz. Onlar her ne kadar bunun kendiliğinden gelişen bir durum olduğunu söyleseler de sarılma geleneğini başlatan bu iki kişinin Nuray ve Özgür olması tesadüfle açıklanamayacak kadar özel. Gizli el 32 yıldır birbirlerinden de Gezi Parkı’ndaki randevularından da habersiz bu çifte ilk güçlü işaretini çakıveriyor.
Esas Oğlan: Yeşil Tişörtlü Adam yani Özgür
Özgür bir haftalığına Gezi parkında kalmaya gelen, sonra Bulgaristan’a işinin başına dönmeyi planlayan bağımsız bir devrimci. On beş yıldır hiçbir örgüte bağlı olmadan bir çok devrime katılmış, sahra hastanelerinde çalışmış, bundan da son derece memnun olan bir gönüllü sağlıkçı. Gözü öylesine kara ki tehlikeye meydan okurcasına yarılılara yardım edişi, Akut görevlilerini bile isyan ettirmiş “Sen kendini öldürmeye mi çalışıyorsun!” diye feryat etmelerine sebep olmuş. Gaz ve plastik mermi yağmurunun içine gözünü kırpmadan dalan ve yaralıları revire taşıyan Özgür “Eğer Lübnan’da ölseydim bok yoluna gitmiş olurdum ama burada ölmek beni hiç korkutamaz” diyor. Bir hafta diye geldiği parktaki atmosfer onu o kadar etkilemiş ki ilk günden söz vermiş kendine “Beş yıl sürse de buradayım.” Nuray’la nasıl tanıştığını değilse de ilk nasıl gördüğünü fotoğraf olarak hatırladığını söylüyor. Zira klasik bir tanışma anı söz konusu değil. Uzunca süre bir birlerinin adlarını yanlış söylüyorlar. Nuray bir yerden üzerine geçirdiği reflektörün arkasında yazan Sinem ismi yüzünden uzunca süre revirde herkesçe Sinem olarak çağırılmış. Nuray “Fişlenmeyi geciktirir belki dedim önce ses etmedim, sonra dayanamadım” diyor.
Özgür’ün kendine has bir anlam dünyası var. Eşyayla olan ilişkisinin kendine özgü bir çizgisi var. Gezi Parkı Direnişi boyunca yaşadığı her şeye şahitlik eden yeşil tişört onun için çok özel. “Üniformam gibiydi, insanlar beni o tişörtten tanıyordu” diyor. Özgür’ün yeşil tişörtü direniş boyunca yaşadığı tüm acıları ve güzellikleri kaydeden bir anı biriktirici Özgür için. Bu yüzden onu hiç üzerinden çıkartmamış, yıkayıp kurutup tekrar giymiş.
Hikâyemiz buradan sonra Nuray ve Özgür’ü buluşturan gizli elin yarattığı inanılmaz bir metaforla ilerliyor. Bizim Çılgın Hemşire ve Yeşil Tişörtlü Adam tüm dikkatlerini devrime verdikleri için sürekli bastırdıkları kalplerinin sesine kulak vermeye razı olmayınca, bizim bu gizli el onlara birbirlerini tamamlayan iki insan olduğunu anlatmanın başka bir yolunu deniyor.
Yağmurla Gelen
Gezi Parkı’nda yağmur yağıyor. Çadırların üzerine, insanların üzerine, ağaçların üzerine yağıyor yağmur. Özgür için o anda revirden ve ilaçlardan başka hiçbir şeyin bir önemi yok. İlaçlar ıslanır, revir kullanılmaz hale gelirse her şeyin sonu geleceğini düşünüyor. İnsanlar diyor, sağlıklarından endişe etmeye başlarsa çekilirler. Gezi Parkı sakinlerinin kendilerini güvende hissetmesi revirlerden geçiyor. Revirlere o kadar güveniyorlar ki, kronik hastalıklarının tedavisi için bile revire gider olmuşlar. Tansiyon hastaları, astım hastaları rutin kontrollerini revirde yaptırıyor çünkü devletin hastanelerinden çok daha güvenli ve ilgili buradaki doktorlar. Özgür yarattıkları bu duygunun zarar görmemesi için yağmura isyan ediyor. İlaçları, sedyeleri, aletleri ıslanmaktan kurtarmak için yerden yere atıyor kendini. “Doğaüstü bir çaba gösterdim, hiçbir şeyin önemi yoktu o esnada” diyor. Bu doğaüstü kelimesi size abartıl mı geliyor? Öyleyse devam edelim ve abartılı olup olmadığına siz karar verin. Yağmur şiddetini arttırdığında Özgür’ün gözü elektrik kablolarına takılıyor bir anda. Aynı zamanda bir elektrik cambazı olduğu için hemen seziyor tehlikeyi, çıplak kablolar yüzünden onlarca insan her an bir elektrik akımına kapılabilir. Bir saniye bile tereddüt etmeden asılıyor kablolara ve elektrik bağlantısını koparıveriyor. Kimsenin dikkatini çekmeyen bu detay Özgür’ün de o esnada çok üzerinde durmadığı bu eylemin nasıl bir mucize olduğunu anlamak için biraz zaman geçmesi gerekiyor. Zira sicim gibi yağmurun altında can havliyle abanılmış elektrik kablolularının Özgür’ü kömüre çevirmemesi şimdi baktığımızda akıl alacak iş değil. İşte bu doğaüstü çabadan sonra revir %20’lik bir hasar ile aslanlar gibi kurtarılıyor yağmurdan. Bütün bunlar yaşanırken Özgür’ün üzerinde yeşil tişörtün bulunduğunu söylemeye hacet yok sanırım.
Bu yağmura karşı kazanılmış zaferin Özgür için çok önemli olmasının başka sebepleri de var. Özgür revirde çalıştığı süreçte birçok sabotajı bertaraf etmiş bir kahraman aynı zamanda. Fare zehri serpilmiş ilaçlar, müshilli pizzalar, yalancı doktorlar Özgür ve ekibinin olağan üstü dikkatiyle savuşturulmuş sabotajlardan bir kaçı sadece. Özgür “Revire karşı olan güveni sarsmak için ellerinden geleni yaptılar, eğer bir salgın hastalık ya da talihsiz bir ölüm yaşansaydı parkta kimsenin revire güvenmeyeceğini biliyorlardı” diyor. Bu yüzden revir onun için bir kale gibi. O yağmurda kendi canını hiçe saymak pahasına karanlık ellerden koruduğu reviri doğaya karşı da korumak için elinden geleni yaptığını söylüyor. Doğa ise mucizelerle yardım etti ona çünkü doğanın adaleti her zaman kusursuzdur.
Yağmur dindiğinde Özgür ve Yeşil Tişört perişan durumdaydı. Sırılsıklam olmuş tişörtü çıkarmak Özgür’ün aklından bile geçmezdi ya emir büyük yerden geldi. Bizim Çılgın Hemşire “Derhal çıkar o tişörtü, senin hasta olmaya hakkın yok!” deyiverdi.
Bu karşı konulamaz komut karşısında Özgür mecburen çıkardığı tişörtü Nuray’a verirken “Bak bu tişört benim için çok değerli.” Demeyi unutmadı. Çılgın Hemşiremizin cevabı ise duyulmaya değer. “O zaman bana güvenmeyi öğreneceksin, bu tişört bende!” Bu diyalogun birkaç saniye içinde gerçekleştiğini ve yağmur sonrası yapılacak yığınla iş olduğunu belirtmek de fayda var. Çılgın Hemşire ve Yeşil Tişörtlü Adam işlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Ancak aradan birkaç gün geçmesine rağmen Yeşil Tişört Özgür’ün aklından hiç çıkmadı. Saldırılar, yaralılar çoktan unutturmuştu yukarıda aktardığımız birkaç saniyelik diyalogu Özgür’e. Nereye gittiğini merak ettiği Yeşil Tişörtü durmadan arar oldu gözleri. Çılgın Hemşireye sormak aklına bile gelmedi. İşte bizim meşhur gizli elin yarattığı Yeşil Tişört metaforu artık Nuray ve Özgür’ün buluşmasına giden yolun en iri taşlarından biriydi.
İnsan ister istemez Yeşil Yol filmini anımsıyor. Özgür doğaüstü güçleriyle yüzlerce insanın acılarını içine çeken bir dev gibi değil mi gerçekten? İşte bu Özgür devin yeşil tişörtü takip ederek hayatının diğer yarısına ulaşıp tamamlanma hikâyesidir, hikâyemiz.
Binlerce insanın parktan zalimce çıkarıldığı o hazin güne geldik şimdi. O gün Özgür ve Nuray gemiyi en son kaptan terk eder diyerek işlerini yapmaya devam ediyorlar. İnsanların tamamen çıkarılacağını anladıkları anda, dışarıda görevlerine devam edebilmek için kurtarabildikleri kadar eşyayı kurtarmaya karar veriyorlar. Kendilerine sürekli yaklaşan polise rağmen korkusuzca çantalarını dolduruyorlar. Özgür kendi çadırındaki tıbbi malzemeleri çantasına atarken ona yardım eden Nuray 30 saniyede bir polisin hangi konumda olduğunu rapor ediyor. Polisin iyice yaklaştığını artık gitmeleri gerektiğini söyleyen Nuray’a kararlı bir sesle komut veriyor Özgür;
“Sen hemen kaç! Ben geleceğim.”
Nuray bu emre neden hiç sorgulamadan itaat ettiğine hala şaşkın “O kaç dedi, ben de kaçtım” deyip şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. Peki, Özgür neden kaçmıyor? Çünkü o Yeşil Tişörtü belediyenin çöpçülerine teslim etmemeye kararlı. Ancak nerede bu Yeşil Tişört? Artık neredeyse polisle burun buruna gelen Özgür güzelim tişörtünden vazgeçiyor içi parçalanarak. Ancak hemen koşarak parkı terk ettiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Dışarıda yaralı insanların olduğunu bilen Özgür hiç olmasa bir tane sedyeyi kurtarmadan parktan çıkmamaya karar veriyor. Katlanabilir sedyeyi koluna bağlarken şahit olduğu manzara içini parçalıyorsa da direncini artırıyor vesselam. 10 yaşında bir çocuğun gaz bulutu içinde beş metre ötedeki babasına feryadını görüyor önce, sonra 10 yaşındaki çocuğun yüzüne gaz sıkan polisi. Gözü dönüyor Özgür’ün sırtında koca bir çanta koluna bağlanmış oldukça ağır sedye ile bildiği bütün küfürleri sıralıyor. Kaçmıyor Özgür küfür ediyor ciğerlerini parçalarcasına, küçücük bir çocuğun yüzüne sıkılan biber gazına, yürümekte bile zorlanan babanın evladını kucaklayamayışına, minicik yavrunun korkudan büyüyen gözlerine rağmen insanlıktan çıkmış polise karşı küfürden başka ne yapılır ki? Ettiği küfürleri tahta joplar, yumruklar ve tekmelerle ödeyen Özgür babanın çocuğunu kucaklayarak parktan çıkışını seyrediyor dayak yerken, bir de tek düşündüğü koluna sardığı sedyeyi bırakmamak. Bırakmıyor da. Polis başka bir hedefe doğru yönlenirken çıkıyor parktan. Evine gidip kendini toparlayacak ve yaralılara yardım için kendini dışarı atacak Özgür, bundan başka hiçbir şey düşünmüyor.
Bu esnada Nuray ise Özgür’ü düşünüyor. Hiç tereddüt etmeden kabul ettiği “sen kaç” komutuna nasıl riayet ettiğine öfkeli. Onu sağ salim görmezse rahatlamayacak vicdanı. Bir yoldaşını geride bırakmanın pişmanlığıyla kıvranırken rahat koltuğunda kahvesini yudumladığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz elbet. Nuray çoktan evini bir revire çevirmiş ve görevine kaldığı yerden devam ediyor. İki yaralı arası bir telefon edip Özgür’e talimat veriyor.
“Senin sağlam olduğunu kendi gözlerimle görmem lazım!”
Özgür on beş dakika dinlendikten sonra Ramada Otelde alıyor soluğu. Sabaha kadar görenlere aklını uçurtacak bir cesaretle plastik mermilerin arasında yaralı avı yapıyor. Kaskı bile olmadan plastik mermilerin arasına dalan Özgür’e orda olan herkes deli gözüyle bakıyor. Hatta intihar ettiğini düşünenler var. Ama Özgür yaralı yerine gaz bombası taşıyan 112 Ambulansını, ambulanstan indirilen ağır yaralının asfalt zeminde 15 dakika kan kaybetmesini izleyen polisleri gördükçe daha kararlı dalıyor mermilerin, fişeklerin ortasına. “İnsanım ulan ben, terk edemem kimseyi ölüme!” demeye getiriyor her şeye inat!
Çılgın Hemşire’nin evi ise çoktan fişlenmiş, ev sahibi sıkıştırıyor, kapıda siviller bekliyor. Boşaltılması şart bu revirin ancak Nuray inatçı, ���Özgür buraya gelecek! Onu sağ salim görmeden çıkmam!” diyor başka da bir şey demiyor.
İki ayrı bölgede hayat kurtarmak için kendini parçalayan bu iki canın buluşma vaktini yine doğa belirliyor. Yağmur bulutları bu kez Özgür’ün dinlenmesi için harekete geçiyor.
Polis yağmur sayesinde çekilip ortalık durulduğunda Özgür’ün gideceği yer belli. Nihayet öyle oluyor. Çalıyor Nuray’ın kapısını. Bizim Çılgın Hemşire derin bir nefes alıyor Özgür’ü tek parça görünce. Bu ikisine kalsa akıllarında arayıp bulamadıkları aşk hala ortada yok. Ancak bizim gizli el son darbeyi vurmadı daha. Bizim iki aşık devrim için seferberliğe kaldıkları yerden devam ediyorlar. Telefon görüşmeleri, yaralıların bakımı derken, gelen bir telefonla konuşabilmek için sessiz bir yere geçme ihtiyacı olan Özgür farkında olmadan Nuray’ın odasına giriyor.
“Geldim ağbi şimdi, bir arkadaşın evindeyim ben… Şey buradayım da ağbi şimdi kapatıyorum ben seni sonra ararım.”
Özgür telefonu kapatıp uzun süre gözleri sabit bir biçimde baka kalıyor Nuray’ın yatağının başucuna. Sanırım neye baktığını tahmin etmek çok zor değil. Yıkanmış, kurutulmuş öylece duruyor orda bizim Yeşil Tişört. Özgür o an hissediyor tamamlandığını işte. Bahaneyle Nuray’ı odaya çekiyor;
“Nuray senin balkonun manzarası ne güzelmiş.”
“Ne manzarası be, esas manzara üst katta.”
“Hayır bence en güzeli burada!”
Bundan sonra romantik dakikalar, iltifatlar baş başa geçirilmiş rüya gibi anlar bekleyenler yine hayal kırıklığına uğrayacaklar üzgünüm. Nuray ve Özgür’ün Âşık olduklarını anlamaları devrimden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Ev hala yaralı insanlarla dolu, Mutfakta en az barikattaki kadar iş var. Yan yana çalışmaya devam ediyorlar. O gece evin kalabalık olması yüzünden kendine yer bulamayan Nuray, Özgür’ün yanına kıvrılıveriyor. 32 yıllık ömürlerinin en tamamlanmış uykusunu sarılarak yaşayan Özgür ve Nuray sabah uyandıklarında birbirlerine aynı anda şu soruyu soruyorlar;
“32 yıldır nerdeydin?”
İşte böylece o gün, orda karar veriyorlar bir daha hiç ayrılmamaya. Günlerdir birbirlerine âşık olduklarını hiç fark etmeyen bu iki güzel insan, birlikte olma kararlarını arkadaşlarına açıkladıklarında, tebrik yerine ilginç bir tepkiyle karşılaşıyorlar.
“Siz zaten sevgili değil miydiniz? Bütün Park sizi sevgili biliyor”
Devrime adanmış, âşık olduklarından habersiz iki yürek şimdi devrim kadar güzel bir düğüne hazırlanıyorlar. Düğün organizatörleri ise onlarca çapulcu. Şimdi düğün salonunu merak edenler sıkı dursun. Düğünümüz aşkın ve devrimin başladığı yerde Gezi Parkı’nda.
Reklam, sansasyon gibi yaftalarla itham edilmekten çok korkuyorlar ama düğünü Gezi Park’ında yapmaktan vazgeçmek mümkün değil.
Her sabah aldığı 2 ekmek ve 12 yumurtayla parka gelip, ekmeğin birini, yumurtanın altısını parka bıraktıktan sonra “ne olur yiyin çocuklar” diyen seksenlik teyzenin gelmesi gerek bu düğüne, gölgesinde aşık oldukları ağaçların, kurtarabildikleri kuşların nikah şahidi olmadığı düğün, düğün sayılmaz ki. “Ben on üç yaşındayım yanınıza gelemiyorum” diyerek yanından ayırmadığı uğurlu oyuncağını ta Amerika’dan parka yollayan çocuğun uğuru o var o parkta. Çocukların kartpostallarla, mektuplarla yollanmış iyi dilekleri parkın her köşesine sinmişken bu parkta evlenmek istemenin neresi yanlış? Çarşı grubu bu çiçeği burnunda aşıkları meşaleleriyle karşılamazsa eksikliğini hissetmeyecek mi kimse? Düğün Ethem, Mehmet, Abdullah, Ali olmadan olur mu? Nuray ve Özgür onlara yetişemediyse de ruhları Nuray ve Özgür’e hep yardım etmedi mi? Şimdi Gezi Parkında dolaşan ruhlarına düğünü uzaktan seyrettirmek yakışır mı bize? Divan Oteli’nde Nuray’ın tıbbi olarak yapabileceği hiçbir şey kalmamışken, sloganlarla hayata döndürdüğü direnişçinin hatırına, Divan Otel’in pencerelerine karşı yapmak bu düğünü boynumuzun borcudur. Hem bütün çapulcuların davetli olduğu bu düğün hangi düğün salonuna sığar sorarım sizlere?
20 Temmuz 2013’de direnişin bu güzel yürekli iki insanının hepimizin hayatının birleştiği yerde Gezi Parkı’nda hayatlarını birleştirdiğine şahitlik etmek isteyen tüm çapulcular orada olacak. Dünyanın en kalabalık düğününü yapacağız birlikte. Nuray ve Özgür için, Özgürlük için en iyi bildiğimiz şeyin sevmek olduğunun ispatı için Gezi Parkı’nda gerçekleşecek bu düğünde tüm çapulcularla bir kez daha buluşmak dileğiyle.
*Şirin Öten
Kaynak: capullama.blogspot.com/2013/07/devrim-ask-insanyasam-boyunca-hep.html
0 notes
Text
Leyla Erbil: “Ben deliliğe düşkün bir yazarım”

Isabel Allende, “Paula” adlı romanının bir yerinde, içsavaş sırasında Lübnan’dan şu çarpıcı sahneyi anlatır:
“Havaalanı, ülke dışına çıkmaya uğraşan insanlarla kaynıyordu; bazıları karılarıyla kızlarını kargo olarak götürmeye yelteniyorlar, insan olarak görmediklerinden onlara da bilet alınması gereğini anlayamıyorlardı.”
Leylâ Erbil, bütün kitaplarında bu “kargo öyküsünü” anlattı bence. İnsan yerine konulmayan, aşağılanan, ezilen ve sömürülen kadını. Bütün bunları, erkeklerin okun sivri ucu kendilerine yöneldiği zaman hiç de hoşlanmayacakları bir dille yaptı üstelik: Hırçın ve kışkırtıcı!
Bu sözleri kendisi de duymak istemez ama, kendi kuşağının da, son yarım yüzyıllık edebiyat dünyasının da tutarlılık açısından ayakta kalan, sayıları bir elin parmaklarına bile ulaşmayan yazarlarından biri oldu Leylâ Erbil. Bir zamanların ödül mekanizmasına karşı çıkan yazarların toplu “hatıra fotoğrafı”nda artık bir tek onun yüzü seçilebiliyor. Hiç de önemsenmeyecek, göz ardı edilebilecek bir nitelik değil çünkü; ödül almayan tek bir yazarın bile kalmadığı günümüzde ödül almamış olmak, ödülleri reddetmiş olmak.
Ödüllere ilişkin tavrını söyleşiler için de sürdürseydi bugün bu sayfaları okumuyor olacaktınız. Uzun bir direnme döneminden sonra, kazanan ben oldum. Söyleşiyi yaptıktan sonra “iyi ki kazanmışım” dedim. İyi ki kazanmışız.
İlk kitabınız Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adamışsınız. Bu durum, bir arkadaşa vefanın mı, yoksa Türk yazınında bir geleneği, Sait Faik geleneğini sahiplenişin mi ürünü?
- Keşke birinci bölümü de ona adasaymışım! Cahillik işte! Zaten o ilk kitabı kime adayacağımı şaşırmışım; Bütünü S. Beckett’e adanmıştır: “Nothing is more real then nothing” alıntısıyla. Beckett de ilk çarpıldıklarımdandır. 954′te ‘Waiting for Godot’yu Küçük Sahne’de seyrettikten sonra Beckett’in peşine düştüm. Tüm oyunlarının, romanlarının. Böylece 956′da Molloy’u (Grove Press) elde etmekle de büyük bir yazın sarsıntısı geçirdim. Sait Faik ise bizden bir yazardı: daha yumuşak, sevecen, çekingendi yazını, ama sarsıcıydı. Bize daha yakındı. Türk yazınının yatağını değiştirdiğine, ardıllarına yeni ufuklar sunduğuna inanırım. Gözümden bir perde de o kaldırmıştır. Yerli olsun yabancı olsun başka yazarları akla getirmeyen özgün metinlerdi ortaya çıkardıkları. (Özgünlüğe hâlâ inananlardanım.) Odak noktası daha çok kendisi olan insanı anlattı; kendine özgü biçimi, dili buldu.
Ben onunla tanıştığımda (953 sonu-54 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…
1959′da ilk hikâyelerim Hallaç’ta S. Faik ve Beckett etkisinde kalacağım korkusuyla epeyi bocalamışımdır. Birilerine benzemeyi, onları taklit etmeyi, kendi benliğimi bulmadan başkalarının açtığı yoldan arz-ı endam etmeyi bir çeşit hak yemek saydığımdan onların adını anmadan çıkaramazdım kitabımı. Şükran duygumu böylece belirtmiş oldum. S. Faik gene aynı yıl, 954′te beni derinden etkileyecek bir başka şair’le, Kont de Lautreamont’la tanıştırdı beni!
Evet, ayrıca vefalı bir insan sayılırım; özel ilişkilerimde ne denli talihsizliğe, saldırıya uğramış olsam da hâlâ kardeşliğe, dostluğa, dayanışmaya dönük inancım yitmedi.
Elbette anlaşılacağı gibi kaynaklarımdan biri Sait Faik’tir. Ancak S. Faik’ten önce okuduğum, etkilendiğim yazarlar da var! Dostoyevski, Kafka, Sartre, Shakespeare vb… belki bunlar kadar beni etkileyen başka şeyler: mahallemizde çocukluğumda hep rastladığım bir deli kadının bağıra çağıra tekrarladığı sözler, bir magician’ın elime geçen defteri, küçükken karşılaştığım ve dayanmakta zorluk çektiğim, korktuğum buyrukçu, yasakçı insanlar (bunlar daha sonra örneğin yürüyüşlerde, Sivas’ta ve mecliste seyrettiğim kana susamış adamlardı) var. Neyse ki dünyamı ısıtan şairler şairler şairler!.. Belki en önemli kaynaklarım erken karşılaştığım komünist insanlar, arkadaşlarım ve iki imza; Marx ve Freud!
Edebiyat dışı yazarlık kaynaklarınız yani…
Bir bakıma öyle ama biri olmasa berikilerin de olamayacağına inanıyorum. Soyut bir “yazar olma kaynakları” düşünemiyorum. Üstelik benim ya da bizim kuşağımız yazarlık kadar, siyaset düşünceleriyle de içice büyüdü. Dönem o dönemdi; bir disipline, dünya görüşüne sahip olduk, bir formasyondan geçtik. Arkadaşlarımızın çoğu Türkiye İşçi Partisi üyesi oldu; olmayanlar bile A. Bezirci gibi Onat Kutlar gibi dışarıdan hep destekledi sosyalizmi. Yazarlık hayatın ta kendisi, neyin üstte neyin altta olduğunu pek bilemeyeceğimiz katmanlar içeriyor; duygusal tarihini, köklerini, yıldızlarını kestiremediğimiz.. Lise’de Nazım Hikmet’in şiirleri elden ele gizlice dolaşırdı; kimimize bir şey vermedi, kimimizi kaçırdı, korkuttu, bir kaçımızın da geleceğini çizdi…
Asıl kaynaklarınızdan biri de Nazım’dı belki?
Sanırım oydu. Bir süre edebiyata ve topluma bakışımı onun şiirleri kadar ona yapılan haksızlığa seyirci kalmanın acısı da yönetti. Giderek bu haksızlığa hepimizin maruz kaldığını gözlemledim. Bu toplumun içindeki yangını hep körükleyen bir şiddetin varlığını biliyoruz artık ama aslı nedir? Ben daha çok din kökenli olduğunu sanıyorum, sanmaktan da öte ayaklandırıcısının dinsel zemin olduğuna inanıyorum. Sorunuza döneyim, bu kaynak sorusunu netlikle yanıtlamak pek olası değil o yüzden Marx ve Freud adını andım. O dönemde, yani 25 yıl önce bu iki adı yanyana anmak tepki uyandırıyordu, hele kadınsanız bu toplumda her şey tepki uyandırır. Beckett’i anmam da öyleydi. Uzatmayayım, Gecede çıktığında (968) Cumhuriyet Gazetesine, “insanı Marxist ve Freudist açıdan ele alan” diye bir ilan verdim! Bile bile! C. Süreyya, “sen de hep düşmanlık üretiyorsun” demişti! Tabii aydınlar arasında demek istiyordu. Kaynaklarımdan biri de gençkızlığımda burnumu güzel bulmamamdı, bize aşılanmış olan “gövde ırkçılığını” unutmayalım. Ronald Barthes’ın “gövdenin çevresinde, iblisler dolaşır ve bunun birçok sinircenin kaynağı olduğu” sözüne inanıyorum. Bu burnum yüzünden epeyi acı çektim!…
Sanırım sadece Freud ve Marx adını birlikte kullanmanızın kuramsal bir çelişki olarak algılandığını, düşmanlık yarattığını kastetmiyorsunuz?
Haklısınız, sadece o değil. Çünkü biliyorsunuz nörobiyolojide bilinçdışı diye bir şey kabul edilmiyor. S. Freud klinik modellerle çalıştı ve laboratuvardan çıkma, gözlemlere dayanan sonuçların bilimsel bir değeri de pek yoktu. Ama bana tepki duyanların bunları düşünmüş olduklarını pek sanmıyorum? Yani diyalektiğin mantığını savunduklarını; her bilimsel yeniliğe açık oluşu, statik olmayışı, dolayısı ile bu yüzden Dr. Freud’un bulgularını bilimsellikten uzak bularak, reddetiklerini sanmıyorum. Böyle bir ciddi tartışma getirmedi benim kitaplarım aydınlara. (Kaldı ki o bulguların bilimsel kabulleri de mevcut bugün) Onlar daha çok kendisi de bir burjuva sayılan ve “burjuva hastalıklarını” psikanaliz yöntemiyle sağaltan adama da, o hastalıklara da, o yöntemden karınca kararınca kendi yazınında yararlanan kadın yazara da karşıydılar. Oysa daha haklı olabilecekleri savlar ileri sürebilirlerdi…
Bence o gün; yani 960′lardan başlayarak bu adımı atan bir erkek yazar olsaydı sanırım daha ciddiye alırlardı.
Daha haklı olabilecekleri savlar dediniz. Ne gibi savlar?
Ne bileyim: burası burjuvazinin varolduğu bir toplum değil, sanayi devrimi geçirmediğimize göre sınıflı olmayan bir toplumda o hastalıklar ne arasın gibi?
Sizce sınıflı bir toplum sayılmaz mıyız?
Bence deli ve tümden hasta bir toplum sayılmamız için sınıflı bir toplum olmaya da sanayi devrimi geçirmeye de hiç gereksinimiz yok! İnsanlık uygarlık tarihiyle bozulmuş, hastalanmıştır, bununla keşke uygarlaşmasak da dediğim yok elbette; uygarlaşacağız. Ayrıca bizim toplumumuz üretim ilişkilerindeki çarpıklığın dışında demin belirttiğim gibi din kökenli hastalıklarla da doludur. Sınıf sorunu tartışılabilir. O günlerde de başını Kemal Tahir’in çektiği tartışmalar vardı: Asya Tipi Üretim Tarzı üzerine… Benim görüşüme göre de “suyun merkeze bağlı” olması olmaması bir yana sömürenler olduğu sürece sömürülenler olacaktır. Sömürünün ortadan kalkmasıyla yani sosyalizmin (doğru bir biçimde) uygulanmasıyla da insanın iç ifritlerinin bıçakla kesilmişçesine ortadan kalkacağına inanmıyorum. Ancak o vakit Marx’ın belirttiği her bireyin yaratıcılığına olanak veren üretici yaşama biçimlerinin sanatın sağaltıcı rolünü ve bugünden hayal etmemiz olanaklı olmayan pek çok ilişki akla yakın gelmekte.
Savlar konusuna ekleyebileceğim bir nokta var. İstediğim düzeyde bir tartışmayı Kemal Tahir’le, Tuhaf Bir Kadın yayımlandıktan sonra yapabildik. O, ‘baba’ bölümündeki Türkiyeli; Karadenizli bir adamın nasıl olup da ölüm yatağında Joyce’cu, Faulkner’ci ya da Freud’cu duygu tabakalarıyla boğuşup kendiyle ve toplumuyla bir hesaplaşmaya girebileceğinin açıklanmasını istemişti. Şaşkınbakkal’daki mütevazi dairesinde heyecanlı bir tartışma geçti aramızda; ikimiz de birbirimizi ikna edemedik. Bu da ayrı bir tartışma konusu, burada, Kemal Tahir’in genç yazarları ciddi bir merak ve dikkatle izlediğini, ülke ve yazın konusunu tartışmaktan büyük zevk aldığını anımsatmak yerinde olur.
Kaynaklara ve Freud’a dönersek, onun yanlışlarının vurgulandığı da biliniyor…
Bu çok doğal ve beni bağlamıyor. Psikanalist yönteme yenileri eklendi elbette, bilimin donup kalması söz konusu değil. Ancak sonradan gelenlerin bu inkâr ettikleri adamın eserleri ve öngörüleri üzerinde ilerlediklerini de unutmayalım.
Bir yazarın Freud’la Jung’la Lacan’la ilişkisi onların insanı kavramamıza kattıkları yeni bakış açılarıyla ilgilidir. ‘Bilinç dışı’nın kavranmasıyla yenilenen öz (burada insan) bize yeni teknikler sağladı, yeni biçimler elde etme olanaklarını verdi. Biçimin içi boş soyut marifetlerden öte bir şey olduğunu bir kez daha öğretti. Dolayısıyla bazılarının sandığı gibi, boş kağıtın önüne durup şimdi bir yeni dil kurayım da görsünler demekle dil kurulamayacağını gösterdi. Elbette Freud’dan önce de bilinç ötesini veren büyük yazarlar vardı, Sheakespeare, Oidipus saplantısını anlatmak için Freud’u beklememişti ya da Dostoyevsky’nin insanları vb… Ancak bilinç akımı tekniklerinin bütün sanat kollarına egemen oluşu, bilinç dışı güçlerin varlığının kabulü, bu yolda bir çığır açılması, Freud öğretisiyle benimsendi. 960′lardan başlayarak aydınlandığım bu kaynak bugün de beni terketmiş değil….
Virgüllü ünlem, virgüllü soru, üç virgüllü soru gibi bilinen işaretlemelerin dışındaki işaretlere başvurmanızın da galiba psikalanizmle yakından ilgisi var…
İnsanlara bakış açım, onların tümünün sakatlanmış, yaralanmış oldukları noktasında ısrarlı olunca, (herkesin sakatlanmış olduğu bir toplumda -dünyada- sakat olmak “normallik” anlamına gelir.) onları bilinen cümlelerle anlatmak ya da birinci tekille konuşturmak yeterli olmayabiliyor. Bunun gibi cümlenin yapısını, anlamını oynatan, başkalaştıran bir söylem klasik işaretleri de değiştirmeye zorluyor.
Dilbilgisi kuralları düzgün bir fiil ve isim cümlesi kurmayı öngörür. Türkçe cümlenin belli bir sırası, bir yapısı vardır: özne şurda yüklem şurda olmalıdır gibi. Türkçede devrik cümleler de vardır başlangıcı Oğuz Kağan Destanı’nda, Kabusnamede vb. olan Nurullah Ataç’la canlandırılan. Ben de başka arkadaşlar da epeyi kullandık. Ancak devrik cümlelerin karşılayamadığı söylenler başka arayışlara bakmamı sağladı.
Örneklersem bir Afazi’nin kuramadığı cümleden yararlanarak ya da histeriye yatkın birinin, ya da öforik bir durumun dile getirilişinde hangi gramer kurallarının geçerli olabileceği sorusuyla karşılaşabiliriz.
Bir insanın soluk bile almadan, üst üste yinelediği bir cümle: “allah ile ermişler arasında habercidirler; durun! durun! peygamber nuha suların çekildiğini bildirmişlerdir” ne büyük harf tanıyabilir, ne küçük harf ne virgül ne nokta; o aralara benim yapıştırdığım “virgüllü nokta”dır. Bazen de onları koymadan sürdürebilirim. Soru cümle son bulsa bile üstüste düşüyorsa “virgüllü soru işareti”mi yakıştırırım.
Ya da soru düşüncesinin kurallara uymadığı durumlarda, bu soru cümle anlatıcının ağzından çıksa soluk soluğalığını koruduğu sürece ona da üç virgüllü soru ya da benzerini koyabilirim. Böylece bu açıklamaya çalıştığım son durumla anlatıcının da, anlattığı sakatlanmışlardan biri olduğunu -ya da normallerden- yazarı yani anlatıcıyı mistifiye etmediğimi belirtmiş olurum.
Kitaplarımın yayımı sırasında teknik olanakların bu işe elvermediği gerekçesiyle dizgiciler kendi bildikleri işaretlemeleri kullandılar. Böylece dikkat edilirse özellikle Mektup Aşkları’nda yerli yersiz bir çok virgülle, soru işaretiyle karşılaşıldığı ortaya çıkar. Bu işaretlemelerin benim türkçe yazına getirdiğim -tek başıma- bir şey olamaz. Ancak benden sonra genç kuşak bu yolu işler ve daha da geliştirirlerse yazın kuralları giderek genişleyip zenginleşir. Bu durumda daktilo makinaları, bilgisayarlara da virgüllü ünlemler sorular, türevleri konursa, dünya yazarlarının da belli bir anlatım zenginliği kolaylığına kavuşacaklarını, okurlarının ise daha başka bir algılamaya yöneleceklerini -insana bakarken- düşünebiliriz.
Kaynaklarınız sorununu biraz daha derinden irdeleyelim istiyorum. Talat Sait Halman, sizi, Faulkner estetiğini Türkiye’de uygulayan yazarların en yetkinlerinden biri olarak niteliyor.
Şu estetik sorunu; bir bardak suda fırtına koparılmıştı! Aslı şöyle: Sayın T. S. Halman o yazıyı İngilizce olarak yazıp (World Literatüre Today. Vol. 61, Nol. Winter 1987) yayımlamıştı. Ben yazıdan bir paragrafı Karanlığın Günü adlı romanımın arka kapak yazısı olarak Erdal Öz’e verirken çıkarılmasını istediğim o yerin üzerini kırmızı kalemle çizmiştim. Ama Öz’ün dalgınlığına gelmiş, o satırları da basmış. Yoksa benim övünmemi dile getirmiyorlar. Ayrıca Halman, sadece bana değil kadın yazarlara ait bir özellik olarak ele almış bu durumu: “..some of its foremore practitioners have been women writers. One of the most accomplished among them is Leyla Erbil.” demiş. Bu kendi değerlendirmesi ve belli ki kitabın çevrilebilmesi amacına dönük. Amerikalı okura bir kolaylık, bir gözkırpma tanıtım yazısı. Tabii uygar dünyada kimse bizde olduğu gibi aşağılanmış bir yazar sonucu çıkaramaz bundan. Hele sizin bir arkadaşınızın bir dergide yaptığı gibi, “ödüllere katılmayan Leyla Erbil nasıl olur da bunu içine sindirir” diye kimse hop oturup hop kalmaz. Çünkü, Halman kitabımın özgünlüğü üzerinde de hayranlıkla duruyordu. Varoluşçu yanıma da dikkat çekiyordu, “Camus gibi o da başkaldırıyı bir yaratıcı sanat düzeyine yükseltmişti” diyordu, kitabın “yaratıcı gücün bir zaferi olduğunu”, “geleneksel olmaktan başka herşey” olduğunu vb., belirtiyordu. Faulkner ya da başka bir büyük ustanın estetiğini bilmek -eğer gerçekten biliyorsam ki bundan emin değilim- ve ondan yararlanmak bu yazarı neden o kadar telaşlandırmıştı hala anlamış değilim? Ama asıl şaştığım, bir kitap tanıtma yazısından böyle nem kapanların kimi yazarların başkalarının kitaplarından alması, çalması, esinlenmesi gibi durumlarda dut yemiş bülbül kesildikleridir. Burada iyi niyetle söyleyebileceğim şey, belki de beni en ufak bir şüpheden şaibeden bile uzak görmek isteyecekleri kadar lekesiz tek yazarları olmamdır!
Söylemeye gerek var mı bilmem, bilinç akımı teknikleri olsun, yapısalcılık, anlatımcılık vb., tüm bilgiler, estetikler bir yazarın demirbaşları kendi estetiğini kurmaları için aşmaları gerekli sıradan bilgi dağarcıkları durumundadır. Aklı başında hiç bir yazar bunları reddetmez.
Ama doğrusunu isterseniz Faulkner sevdiğim bir yazar olmasına karşın kendimi onun bir disciple olarak hiç görmemiştim. Gene de hoşuma gitmiştir.
Bence bu gibi yakınlıklar kurmanın nedenlerinden biri, benim deliliğe düşkünlüğümdür. Gene belirteyim. Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduklarını inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu her insanda gördüğüm zavallılıkla, delilikle ilgilidir. Sanırım Faulkner’in malzemesi de benzeridir
Hallaç’tan başlayarak Joyce’un denemelerini anımsatan uzun cümleleri hep sürdürdünüz. Bu yüzden, Joyce’u kaynaklarınızdan biri olarak açıklamak daha mantıklı görünüyor bana.
Joyce’u 957′de İzmir’deyken bir İngiliz öğretmenin kitaplığını bana bırakmasına borçluyum. Françeska Bakeos! bir edebiyat çılgınıydı, bilmediği yoktu; sıradan bir öğretmen! Ancak J. Joyce’u okuyup da anladığımı söyleyemem, hâlâ da anlamış değilim. Ancak yazış sitilini, ne yapmak istediğini sezdim. Bunun bana ne katkısı oldu tam bilemem, olmuştur mutlaka.
Demir Özlü, Ferit Edgü, Bilge Karasu, Erdal Öz, Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru ve daha bir çoğu, aşağı yukarı sizinle aynı dönemde öyküler yazıp yayınlattılar. Bir kısmı daha sonraları “bunaltı edebiyatı”, ” a dergisi kuşağı” gibi adlarla nitelendirilen bu yazarların edebi ürünleriyle sizin yazdıklarınız arasında bugün nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Onlarla kendinizi aynı kuşaktan sayıyor musunuz?
Saydığınız yazarlarla bir kuşak oluşumuzun bence bir sakıncası yok? Bunu kendilerine de sormalısınız? Ben onlardan bir kaç yaş büyüğüm. Ancak yazmaya başladığımız tarihler, kaynaklarımız (az önce belirttiğim az çok farklarla da olsa) dünya görüşlerimiz, amaçlarımız ve yazını o günkü yerinden oynatma çabamızdaki ortaklıklarımız bir kuşak olarak anılmamızı sağlayabilir. Özellikle ilk kitaplarımızda üzerinde yoğunlaştığımız temalar: yabancılaşma, hiçlik, suç, bağsız olma durumu… Asım Bezirci Hallaç’ın kişisi için şöyle demiş: “Ferit Edgü, Demir Özlü’nün, Orhan Duru’nun kişileri gibi… bağsız sıkıntılı, umutsuz ve yalnız… Bir yabancı bir sürgün gibi… Varoluşçu yazarlardan (Sözgelimi Sartre’dan, Kafka’dan) oldukça etkilendiği göze çarpıyor.” Kendi adıma sürrealistlerden de etkilendiğimi bugün daha iyi görebiliyorum. Belki kadın yazar olmam dolayısıyla çarpışmak zorunda kaldığım cinsel tabuları da ayrıca değerlendirmek gerekir.
Demin sözünü ettiğimiz yazarlardan özellikle Ferit Edgü ve Demir Özlü Kafka’yı çok önemseyen, yer yer ondan etkilenen yazarlar oldular. Sizde ise bir Kafka pek etkisi çarpmıyor göze.
Kendisine hayranlık duymamış tek yazar düşünemiyorum. Ben de öyle. Belki bir Kafka uzmanı yazınımda kendisine borçlu olduklarımı çözebilir. Kafka kendi çalışmalarında da öyle hemen kendini ele vermez. Sanıyorum var olan karamsarlığımın artarak yoğunlaşmasında onunla bir paralellik kurulabilir. Tabii insanın kendi yazarlığı üzerine böyle yorumlar yapması biraz abes ama ben yazarların neyi nasıl kotardıklarını çok düşünürüm, cümleyi neden kurduklarını, neye özendiklerini, neyi yinelediklerini ve neyi ne kadar ‘kendi’ kıldıklarını… F. Kafka’nın baba figürü bende devlet olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın babası oğlunu yaralamıştır. Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen, şiddete şehvetle düşkün sömüren, ürpertici olmaktan yılmayan, barış ve sevecenlikten nasibini almamış tanrı-devlettir. Size işkence etmesine gerek bile yok, kendini seyrettirerek verdiği gözdağı yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve ölmüşlerdir ama bir adım ilerleme olmuş mudur?
F. Kafka’nın babası hepimizin babasıdır: sakatlayan, hadım eden, altedilmek korkusuyla delice geberten baba.
Uzun ve kısa cümle konusu üzerinde durmak istiyorum biraz. Sizinle aynı yıllarda öykü yazanların önemli bir kısmı, örneğin Demir Özlü ve Ferit Edgü kısa cümlelerle yazmayı seçti. Yalın anlatımı önemsemenin doğal bir sonucuydu bu belki ama, işin galiba Cumhuriyetle birlikte oluşturulan Öztürkçe dil anlayışıyla da yakından bir ilgisi var. Sanırım Orhan Pamuk bir söyleşisinde dikkat çekmişti, okullardaki edebiyat öğretmenleri hala Tükçe ile kısa cümle arasında bir özdeşlik kuruyorlar. Öğrencilerden kısa cümleler kurmaları isteniyor….
Uzun ve kısa cümleler konusu derin. Edgü’nün ve Özlü’nün kısa cümleler kurmasının Cumhuriyetle, Öztürkçe dil anlayışıyla ne derece ilgisi olabilir? Sizin sorunuzda Öztürkçeciliğin Türk milliyetçiliğiyle bağlantılı olduğu savı da yatıyor sanıyorum. Oysa bildiğiniz gibi bizim kuşak o söylenlere hep muhalif kalmıştır. Ama devraldığımız klişeleşmiş dili kırmak, Osmanlıca’dan arınmak, Farsça’dan uzak durmak gibi titizlikler taşıdık. Ben ilk kitabım Hallaç‘ta öztürkçeciden de daha öztürkçeci olmaya sıvandım. Arapçadır diye ‘şey’ yerine ‘nen’ kullanıyordum. Bu tavrımızda Ataç’ın temiz ve berrak bir düşünce ifadesinin kaygısı vardı. Ancak giderek dili zorlamak, Hallaç’taki irkiltici sesleri çıkarmak yanlış gibi geldi bana. Şiire olan düşkünlüğümle düz yazıda da kulağa müziğe, şiire doğru bir yatak açabilmenin yollarını aradım. Özünde kurulu düzenin her organını demistifiye edecek bir hedef taşıyan sanatımın estetiğini azıcık kolaya kaçarak kurmaya çabalamaktı belki de yaptığım. Edgü ve Özlü’nün daha kararlı olduklarını belki de daha zoru başardıklarını düşünebiliriz.
Cumhuriyete gelince, Arap-İslam dünyası içinde erimiş bir kültürün ve tarihin, artık bağımsızlık savaşının ardından kendi edebiyatını ve kendi dilini kurma hevesini anlamak gerekir. Tıpkı bugün Kürt halkının kendi dillerini ve kimliklerini araması gibi. Elbette bir kargaşa yaşanmış, her kafadan bir ses çıkmış, pek çok saçmalıklar oluşmuş.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya’sında o günlerin özeleştirisi açıkça dile getirir. Osmanlıca can çekişiyordu zaten, öyle olmasaydı Mustafa Kemal zaten dili değiştirmezdi der. Der ki: Türkçe yeni bir kadere doğru çığırından çıkmıştı: psikolojinin karşılığı Ziya Gökalp’te ‘ruhiyat’, Abdulllah Cevdet’te ‘psikoloçya’ idi. A. Cevdet bilimsel terimlerde Latince kaynak alınsın istermiş, ‘mefkure’ de Z. Gökalp’ın uydurmasıymış. Dilde sağcılar ve özleştirmeci solcular oluşmuş. Yunus Nadi, bütün yabancı kelimelerin asıllarını Tarama Dergisi’nden bulup koyun, bulamadıklarınızı atın diyormuş. Bütün bunlar Atatürk’ün dürtüklemesiyleymiş. O, ifratı deneyerek gerçeği bulma çabasındaymış. 935′te Ankara’da yatağında rahatsız yatarken bir etüd ortaya atmış. Viyanalı doktor Kvırgiç tarafından yazılmış, ilk düşünüş biçimlerinin güneşle ilgili olduğuna dair bir etüd. Atay bu son dil çalışmalarının Atatürk’ün sağduyusuna hiç uymayan hastalık buhranları olduğunu itiraf eder. Ancak asıl amacının zengin, güzel, milli bir dille halkın gururunu yüceltmek olduğunu da belirtir.
Mustafa Kemal’e o dönemde, “bu da bizim Hitler” diyenler çıkmış, yarı şaka yarı ciddi. Bu sözü hak ettiği davranışları da vardır ancak onun aydınlanmaya olan tutkusunu, yazı devrimini, kılık kıyafet devrimini, kadın haklarını toplumsal dönüşümdeki olumla yanları toptan inkar etmek aklımın ucundan bile geçmez. Onu eleştirebilmemiz bile bir damla da olsa geldiğimiz demokratik yer yüzündendir. Hele bugün burun buruna geldiğimiz şeriatın dalavereci, hunhar yüzüne tanıkken!
Uzun kısa cümlelere dönersek, dil sonsuz bir alandır, üzerinde kesinlemeler yapılamaz. Uzun ya da kısa cümlelerle yazmak başka nedenlerin yanısıra yazarın kendi doğasıyla, genleriyle de ilgili bir durumdur. Bir manik depresifin rahatlıkla uzun ve soluksuz cümleler çıkaracağını biliyoruz ya da bir megolomani’nin tekrarlar ve dönmelerle karmaşık obsesyonlara imza atabileceğini. Ben yazarları da, bütün insanları da hasta kabul ettiğimden bu düşüncemi öne sürüyorum. S. Beckett, yer yer kısa yer yer çok uzun cümlelerle yazar ama sık sık o uzun cümlelerin içinde kısa kısa bir kaç cümle yattığını görürüz. Demin sözünü ettiğim Demir Özlü kısacık cümlelerden kendine bir üslup yaratmıştır. Türk edebiyatında S. Faik de dahil pek çok iyi yazar örneği vardır kısa cümlelerin.
Ama, kimi yazarlar kendi durumlarını yüceltmek için böyle yasalar uyduruveriyorlar, inanmayın! Önemli olan kendi bahçenizi yeşertmektir. O. Pamuk’un Türkçe öğretmenleri üzerine olan saptamasını pek anlamadım. Doğru bir saptama mı acaba? ‘Türkçe ile kısa cümle arasında özdeşlik kuran öğretmenler’ kim? Pamuk’un öyle öğretmenleri mi olmuş? Göndermeyi doğru anlıyorsam; kısa cümleyle gerici, faşist falan olunmaz; uzun cümleyle ilerici olunmayacağı gibi.
Şunu da eklemeliyim: Uzun cümeleleri ben de severim ama, içi, Proust’ta olduğu gibi, yazarın kendi hakikatıyla dolu olursa. Yoksa kısa cümleyi yokuşa sürmek olur.
Benim uzun cümle yapılarıma gelince, doğrusu ben onları uzun tutayım diye bir ön niyetim olmuyor, ancak ele aldığım insanlar, o deliler öyle yazdırıyorlar bana, başkası elimden gelmiyor.
Zaten bir dilin nasıl ve neden öyle kurulduğunu anlatmak çok zordur, hep eksik kalır.
Haddim değil ama Marx Engels’e “ben marxist değilim….” demişti.
1950′li yılların öykücüleriyle aranızda oldukça önemli bir benzer¬ik var. Orhan Koçak bir yazısında işaret etmişti. Vüsat O. Bener’den size, Bilge Karasu’ya kadar bir çok yazar özellikle eğlencelik yazmadı. Merak, polisiye unsuru gibi olgular yer almadı ürünlerinizde….
Vüsat Bener de, Karasu da edebiyatımızda önemli yerleri olan, sevdiğim yazarlar. Öte yandan, biliyorsunuz, bizim yazarlık geleneğimizde siyasi olma, bir misyon yüklenme özelliği vardır. Osmanlılıktan bu yana yazarlar siyasetle içiçedir; kimileri devlet ihsanlarıyla da görevlendirilmiştir. Yahya Kemal, M. Ş. Esendal gibi… Ancak cumhuriyet kuşağının özellikle orta sınıftan gelenlerin kendiliğinden kurtarıcı rolü seçtiği de bir gerçektir. Yetişirken insandan sorumlu olduğumuz öğretildi bize. Bu duygu içimize işlemiştir.
Öte yandan, cumhuriyetle, dilden, geçmişten, köklerden kopup yeni bir dünyaya çıkmanın da ikilemi yaşanıyordu. Bir yarılma. Ben buradan bu inanç toplumunun; dünyanın en despot, en buyurgan, erkek egemen toplumunun bağrından çıkıp o yeni sorumluluklarla öylece yola düştüm. Hem dedelerimizle hem batıyla sorunlu olarak. Biz doğmadan alınmış kararlarla seçilmiş bu yer, bu ortam böylece bizi bağlamıştı. Bir yandan da bir entelektüel olarak bütün bağlardan kurtulmak özgür bir yazın alanında at koşturmak istiyordum. Türkçe yazınsal örnek miras kısıtlıydı; erkek egemen dilin içinden sıyrılıp o özgür yeni dili kurmak!.. Aşk, cinsel kategoriler dokunulmazlıklarını sürdürüyorlardı, her alan gerçeğinden kaydırılmış bir biçimdeydi. Örneğin aşk; en iyi yazarlarımızdan biri olan Tanpınar’da yaşadığı tarihle uyumlu olarak hicabla kapanmış; sadece soyut bir ‘sevmek’ durumuna indirgenmiş; adı konmamış, utangaç, önü tıkalıydı. İşte oralardan bir dilin ucundan tutmaya başladım. Demin de değindiğim gibi, insan yaralıdır! hasta ve deli dendiğinde içine ‘demon’ olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayandırarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek. Orada meraklandırmak, polisiyeye kaçmak gibi okuru tutacak öğeler hiç aklıma gelmedi. Azçok düşünsel, felsefi (alışılmışın dışında) bir alana yatkınım. Psikanalizin özgürleştirici yöntemleriyle yardımlaştım, bu arada ironi, absürd, kara mizahı bireyin bilincinde gölge bir yansıma olarak kullandım. Bu da bir eğlence sayılır, gerekliyse!
Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metni yaratmaktan başka, okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beyenilip beyenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim. Evet bu yüzden de okurum az olabilir. Ama bir kitabın okur sayısının ne kadar olduğunu, ancak başka yazarlarla eşit koşullarda yayımlandığında anlayabiliriz. Bu da mümkün değil.
Bu tarz yazmanız okuyucuyla aranızda ciddi bir sorunun oluşmasına yol açmadı mı? Okuyucu eğlencelik olmayan, içinde merak, polisiye unsurlar barındırmayan metinlere “rağbet” göstermiyor pek.
Okuyucuyla sorunu ben değil yayınevlerim yaşamıştır. Kitaplarımın pek sattığı söylenemez. Kitabı yazdıktan sonra piyasa işlerini piyasa işlerini kıvırmayı bilmem, oradan oraya boy göstermeyi, kendimi satmayı bilmem. Örneğin Can Yayınevi, Erdal Öz kitaplarımın satmadığını, depoda beklediğini kafama kakıp duruyor. Ancak yeni kitap getirirsem ötekileri de sattırırmış. İyi de ben yeni kitap verdiğimde ötekileri neden sattırmamış! Burada benim aklımın ermediği bir şeyler var. Yayınevleri isterikçe yeni istiyor; ilk ağızda çok kar ediyorlar ardından parmağını oynatmadan koy depoya. Ya da yazar bir yolunu bulup tez¬gahının ardına düşsün. Bence yayıncılar yazarın karşısına eşitlikçi, ve saygılı bir biçimde çıkmasını öğrenmeliler. Sonuçta varlıkları bize bağlı. Öyle best seller yazarı bulunca, “istiyorsan al kitaplarını depoda yatıyor” demekle olmaz… Bütün bu ve başka nedenlerle de yazın dünyasına yabancılaştım. Yedi yıldır birkaç bin kitabımı satamayan yayınevinin hiç mi sorumluluğu yok bu işte.
Yayınevleri modernleşmeli, yazarlarına belli standartlar sağlamalı, bandrolü kabul etmeliler ki korsan olup olmadıkları belli olsun; yoksa şaibeden kurtulamayacaklar. Öyle olmayanlara zaten bir diyeceğim yok.
Oluşturduğunuz tarzla en azından bu açıdan bir gerilim yaşadınız mı? Bilge Karasu, bundan mıdır bilinmez, “Kılavuz” ve “Gece” adlı yapıtlarında yapmadığı bir şeyi yaparak işin içine polisiyeyi karıştırdı…
Bilge Karasu’nun okur sayısını gözönüne alarak polisiye öğeler içeren roman yazacak bir yazar olduğunu düşünemem. Ancak yazar kimi vakit kendini toplumsal ortama göre yenilemek isteyebilir. Kimi vakit de kendisine daha değişik yazın ve yaratım olanakları sağlayacak denemelere girebilir. Karasu’nunki bu ikincisidir sanırım. Şu da var. Polisiye yazmak her zaman okur avlamak anlamına da gelmez. İşte Karasu’nunkiler kaç satmışlar ki? Bir de ‘Morg Sokağı Cinayeti’ tüm yazarların bilinç altında uyukluyordur! Acemilik dönemimde bir hikayemde -Konuşmaklardan Bıkan- bir adamı iki satırda öldürüvermiştim!
Sizin öykü yazıp yayınlatmaya başladığınız yıllarda şiirde de önemli gelişmeler yaşandı… İkinci Yeniciler ilk ürünlerini yayınlatmaya başladılar. İkinci Yeni ile içinde sizin de yer aldığınız 1950′li yılların yazarları arasında bence vurgulanması gerekli bir ilişki var. İkinci Yeniciler şiirde, sizlerse öyküde yeni bir alan açtınız… O yıllarda İkinci Yenicilerin şiirde yaptıklarından haberli miydiniz? Ya da onlar sizin ne yaptığınızı biliyorlar mıydı?
İkinci Yeni’yle elbette birbirimizden haberliydik. Ortak noktalarımız da var. Yazarlığımda adını andıklarımın dışında Feyyaz Fergal (Kayacan)ın diline de bakmışımdır. Feyyaz Fergal ayrıca İkinci Yeni’nin kaynaklarından biridir. Şimdilerde unutulur gibi oluyor ama o günlerde bir çok şairi etkilemiştir. İkinci Yeni’den bana benden oraya bir geçiş oldu mu olmuştur. İlhan Berk, Cansever, Ayhan, Oktay, Süreyya arkadaşlarımdı. Eloğlu, Yücel de öyle ama ben bu akıma girmeyen şairleri şiirleri de izlemişimdir. Şiirler her vakit ezberimdeydi. Her vakit şiire düşkünüm…
Tomris Uyar, bu yıl gerçekleştirilen Edip Cansever’i anma gecesinde, Edip Cansever’in şiirinin kaynaklarının özellikle kadın yazarlara, Sevim Burak’a ve size uzandığını söyledi…
Tomris’in sözlerini bir teveccüh olarak alıyorum. Cansever yakın ve sevgili bir arkadaşımdı, belki bir kaç şiirinde silik bir “vingette” olarak dolaşmışımdır. Zaten bizim etkilenmekten anladığımız, şimdilerde moda olduğu gibi bir yazarın bir başka yazarın temalarını, imajlarını, konularını alıp içini boşaltasıya emmesi, yutması ‘canibalism’ değildir. Sevgili dostlarımın bazılarının damarının akışında olmam beni sevindirirdi; ama kimilerinin paldır küldür sizi alıp kendinin yapmaya kalkmasındaki kabalık tepki uyandırmıyor desem yalan olur…
Buradan ödül konusuna geçmek istiyorum izin verirseniz. Kitaplarınızda “Bu kitap hiç bir yarışmaya katılmamıştır” ibaresi yer alıyor. Ne yatıyor bu ibarenin altında? Ayrıca, dikkatimi çeken başka bir olgu: Gecede adlı ikinci öykü kitabınızda aynı ibare yer almıyor….
Evet katılmıyorum ödüllere… Doğrusunu isterseniz bu soruyu istemeden yanıtlayacağım. Hoşlanmadığım bir konu. Tanıklıktan kaçıyor olmamak için. Şöyle: tarih 1968.
Gecede’nin benim yazarlığımda olduğu kadar edebiyatımızda da bir yeri olduğuna, bir yol açıcı kitap olduğuna inanırım. Kitap yayınlandıktan sonra F. Akatlı gibi, D. Özlü, N. Gürsel, S. İleri, H. İ. Dinamo gibi her kesimden yazarlar da kitabın öneminde, bir ‘mihenk taşı’ olduğunda birleşen yazılar yazmışlardı. Yani bu, güvencimde haksız sayılmam. Ancak yazarların ve eleştirmenlerin bir bölümünü böylesine çeken Gecede asıl o günün köşe başlarını tutmuş, jüri üyeliği de yapan belli egemen kesim tarafından (ki ben onlara “gang of four” adını takmıştım) ya görmezliğe gelinmiş ya da ‘takbih’ edilmiştir.
Ben Gecede’nin Türk yazınına bir yıldırım gibi düşeceğini dost düşman tüm ilgililerin hayranlığını çekeceğini sanmıştım. Bence Türk edebiyatının böyle bir metne gereksinimi vardı. Zamanında kavranmasını ve onaylanmasını istiyordum. Ve ödüle göndermeye karar verdim. Oysa hiç öyle olmadı. Belki modernitenin henüz sırası gelmemişti belki ben biraz fazla önden koşmuştum.
Ancak içeride ödül jürisindeki kimi yargıcıların metnin edebiyata ne getirip ne götürdüğü yerine, yazarının Sait Faik’i öldürüp öldürmediği, ateşli mi soğuk mu, eşcinsel mi fahişe mi, olduğuyla eğlendiklerini öğrendikten sonra, ilk tavrımın doğruluğuna yeniden karar verdim. Bugün o durumun sadece bir dedikodu olduğuna inanmak isterdim ama daha sonra yaşadığım olaylar yer yer bu dedikoduları doğrular biçimde gelişmiştir. Doğrusu bu durumu o günlerde bir tiksinti olarak yaşadığımı itiraf etmeliyim.
“Tiksinti” derken de korkuyorum. Ucu “hasete” dayanan netameli bir sözcüktür (!) Gerçi şimdilerde -içinde be¬nim de payım olan mücadeleler sonun¬da- insanın uçkuruyla uğraşan kadınlar, adamlar pek kalmadı ama, (gerçekten de kalmadı mı dersiniz?) bu kez de bilgiçlikleriyle yazarı suçlayan ve yargısız infaza dalan yeni aydınlar türedi. Bunun bir örneğine yakınlarda tanık oldum: psikanalist Melanie Klein’in kitabını okuduktan sonra -okumadan önce değil- “haset yazar” avına çıkmıştı! Kırk küsur yıldır düşünce ve ifade, özgürlüğünün -yaşama özgürlüğünün- karşısındaki bu yasakçı kafalarla aynı zamanda sosyalist mücadelenin içinde birlikte yer almamız; komik ile ürkütücünün bu içiçeliği de Türkiyeli olmamızın -batıcı-islâm olmamızın- bir cilvesi olsa gerek!
Neyse işte Gecede’nin macerası buydu. Bu yüzden ondan önceki Hallaç’ta olduğu gibi ardından gelen kitaplarımda da, “bu kitap hiç bir ödüle katılmamıştır” ibaresi yer aldı.
Sizin de belirttiğiniz gibi, ya bu olay bir dedikodudan ibaretse? Sırf dedikodu yüzünden bir şeyler kaçırmış olmaz mısınız? Örneğin sizden sonra size bakarak yazanların daha çok ünlenmesi, önünüze geçmesi hatta toplumda daha saygın bir yer elde etmesi gibi?..
Olabilir ama olsun, bakın işte sizler varsınız, başkaları da var olanları izleyen, görenler, bilenler. Sonunda tarihe bakmasını da öğrenecek bu insanlar! Zaten bir insan yaşamında herşeyi düzeltip göremez ki. Yapılan ufacık bir katkıdır dile; önemli olan o katkının size ait olmasıdır. Öte yandan insanın en önemli erdemi kendisine duyduğu saygıdır. Bu başkasına duyulan saygı anlamına da gelir. Ama açıkgözler önüme geçip beni silecekler diye ödüllere sarılamazdım, yapamazdım! Tıpkı bir ara ödüllere girmediğinde, S.İleri’ye yaptıkları gibi bana da “gel, gir sana verelim” diyen de oldu?
Zaten sadece bu olaya bağlı değil ki ödüllere girmeyişim. Bu bir bilinç işi. Bakınız “yargıcılar” diyoruz. Korkunç değil mi Yargıcı olmak! Kafka’nın yargıçlarını ammsatıyor(!) Kendi elinizle -şimdi değişti ama eskiden öyleydi- kitabınızı bir takım adamlara götürüp beni yargılayın iyi miyim kötü mü söyleyin, toplum da beni sizin sözlerinize güvenerek kabul etsin demek, ters ve tuhaf değil mi?
Ödüllere karşı oluşumun nedenleri arasında insanın -yargıcıların da- özünde duygusal bir varlık oluşu, tarafsız, kayırmacasız olamayacağı inancı da var. Jürilerde davranışlarını -ahlakını- edebiyata bakışını onaylamadığınız bir kişi bile olsa yeter.
Ödül alma kaygısının yazarların yaratım özgürlüklerine özellikle genç yaşlardayken ket vuracağı da doğrudur, yapay bir “iyi yazar” tasnifini resmileştirdiği de…
En önemlisi de o seçkinci tavrın kökünde insan onuruyla ilgili bir olumsuzluk taşıdığı vb… Allahaşkına Sartre’ların, Beckett’lerin soyundan gelen insanlar da olmaz mı bu dünyada!.. S.Faik, N.Hikmet ödülle mi yazar oldular?
Bir de şöyle bir durum var: Yarışmalara katılmama tutumunuzu “ödül-yarışma” mekanizmalarına bir karşı çıkış olarak algıladığım için sizin bazı ödüllerin (Onat Kutlar-Varlık) jürisinde yer almanızı yadırgıyorum doğrusu.
Evet haklısınız, bütün bu görüşleri belirttikten sonra, “ne arıyorum Varlık Jürisi’nde”? Elbette bu gerçek bir çelişki, bazı açıklamalar getireceğim, ama aslında orada olmamam gerekir. Nedenlerden biri duygusal kaynaklı, hatırını kıramadığım, sevdiğim bir insanın ricası.
Bir başka neden Varlık’a katılacak adayların henüz hiç bir yerde kitap yayınlamamış olmaları onları yazış biçimlerinden tanımamızı bile olası kılmıyor. Ayrıca rumuz kullanılıyor ve olması gereken en tarafsız seçim yapılabiliyor. Jüri arkadaşlarım da önemli her biri en az benim kadar hak yemeyecek güvendiğim yazarlar. Bir de ne de olsa yapılacak bir yarışmada adımını yeni edebiyata atmış genç insanları kurda kuşa yedirmeme dürtüm olabilir!
Bildiğiniz gibi biz taa 69′larda ödüllere girmeme eylemi başlatmıştık. Sait Faik’in mezarı başında toplanmaya karar verdik. Ama çağrılı olanlar ve bize katılacağını mutlaka umduğumuz beklediğimiz arkadaşlar, Bilge Karasu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Füruzan (Ağaoğlu o yıllarda henüz düz yazıya geçmemişti) her biri başka mazeretlerle toplantıya gelemediler, gelmediler. Biz de Sait Faik’in mezarı başında, Hayati Asılyazıcı, Demir Özlü, Selim İleri, Naci Çelik, Fikret Ürgüp ve bir kaç adını anımsayamadığım arkadaşla kaldık. Başaramadık yani. Sonunda sanıyorum bugün benden başka kimse kalmadı ödüle girmeyen. O günlerde sağken bir de Ayhan Bozfırat katılmazdı. Tabii tek başına bu eylemi sürdürmenin pek anlamı yok biliyorum azıcık kahramanlık taslamak gibi bir şey de oldu ama ben de böyleyim işte!
Bir kez de Onat Kutlar anlatı ödülü jürisinde yer aldım öldürüldüğü yıl. Evet ama o biricik benzersiz arkadaşımı yitirdiğimizde ne yaptığımı, ne düşündüğümü bilemeden kendimi onun adını unutturmayacak bir kararın içinde buldum. Ama bakın başka jürilerde de bu yıl verilecek olan gene Onat Kutlar Senaryo Jürisinde de, sevgili dostum Şükran Kurdakul’u kırma pahasına yer almadım!
Aydın Doğan Vakfı bu yıl 6 milyarlık roman ödülü koydu… Herhalde bugüne dek verilen astarı yüzünden en pahalı ödül bu…
“Altı milyarlık ödül”e gelince, şimdi bakın bu gazete patronu yıllarca tüm olanaklarına karşın sanata yazara ne denli bir yaklaşımda bulunmuş, yazarlık dünyasıyla nasıl bir yakınlık kurmuş da şimdi böyle bir parayla ortaya çıkıyor? Buna kendi kendisini duayen ilan etmek denir?
Bir yandan bu para şimdiye kadar verilenlerden çok büyük bir meblağ ama öte yandan bu insanın televizyon kanallarındaki spikerlere ya da sunuculara bunun onlarca mislini ödediğini düşünürseniz bir roman emeğine, yazara neden kıyamadığını da sormak durumunda olmalısınız? Toplumun en bilinçli kesimi olan yazarlar da herhalde soruyorlardır bu soruyu kendilerine!
Elbette yazarlar ille de çile çekmek için gelmediler bu dünyaya. Böyle bir servete sırt çevirmek de kolay değil biliyorum. Üstelik sanatın metalaştığı, pazarlanan, kar getiren bir nesneye dönüştüğü bir dünyada değiştiremeyeceğiniz bir gerçeğe karşı gelmenin de anlamsızlığını kabul etmek gerekir? Gerekebilir mi gerekmez mi noktasına gelindiğini de sanıyorum doğrusu.
Gene de söyleyeceğim, yazarın bu kez alacağı paranın alt yüzünde de üst yüzünde de barbar kapitalizmin, eli kanlı düzenin suretinin yattığının bilincinde olmak gerektiği. Anlaşılan yavaş yavaş Sait Fait ödülü de, Orhan Kemal ödülü de bir tarihe, mitosa dönüşüyor!
Burada eleştirel söylem kültürünün karşısına dikilen güçlerle olan mücadelemi Sisyphus kayasına benzetebilirim.
Bir başka konuya geçelim isterseniz: Yanılmıyorsam, Soyut dergisince gerçekleştirilen bir soruşturmaya verdiğiniz yanıtta “kadın yazar” olarak anılmaktan hoşlanmadığınızı, soruşturmaya sert bir tepki verdiğinizi anımsıyorum. Kadın yazar tabirini bakışınız özgülünde biraz açsak.
Haklısınız işin başında, “kadın yazar” olmaya tepki duyuyor, sadece, “iyi yazar kötü yazar” vardır gibi pek mantiki görünen bir doğruyla bağlıyordum kendimi. Tepki’min bir nedeninin de, bir “erkek eleştirmenin” hemen hemen fanatik bir duyguyla adımı vermeden “dişi yazar” diye alay etmesiydi benimle. Oysa kendisinin yakınlığını, yardımını esirgemediği bir “dişi yazar”ı olduğunu hepimiz biliyorduk. Bu ayrı bir konu; benim tarafımdan, maruz kaldığım daha da beterleriyle birlikte aşılmış durumda. Konuya değinmem sorunuza sahih bir yanıt verme kaygısından doğdu. Öte yandan o vakitler, insanın daha özgür bir dünya yaratma amacını içeren sosyalist mücadelenin herşeye yeterli olduğunu ve sosyalizmin iktidara geldiğinde, benim de ta 959′dan (Hallaç) bu yana odak noktası kadın sayılabilecek çalışmalarımın öngördüğü sorunların tümünün çözüleceğine inanıyordum. Bugün o düşüncede değilim. Feminist hareket de o yıllarda yılan uykusındaydı. 68′de Gecede, 970′lerde Tuhaf Bir Kadınyayınlandıktan sonra, feminist hareketin ayrışması, güçlenmesi ve kitaplarıma sahip çıkmalarıyla sosyalizmi bekleme düşüncesinin saçmalığı ortaya çıktı. Kadının, kadın yazarın içine düştüğü ve orada yüzdüğü dilin erkeklerce kurulmuş ve yazılmış bir tarihin dili olduğu, tüm belleğimizin taraflı bir biçim aldığı olgusunu hayretle izledim. Evet yazarlık gövdeyle değil beyinle yazılıyordu ama erkeklerce örülmüş ve kadınlık durumlarına gerçek yerin verilmemiş olduğu erkek egemen bir dildi miras aldığımız. Biz orada, o noktada sanki onların yoğurduğu gerçeklerin sürüp gitmesini sağlayan eklemeler yapmaktaydık. Elbette ki bir olgunun bilincine varmak, hemen onu yenmek anlamına gelmiyor. Ancak görmeden de değiştirme çabasına giremezsiniz. İşte, sadece iyi yazar vardır gibi bir kabul bu tek taraflı dilin riskini gözardı etmek anlamına da gelir.
Öyleyse siz epeyi geç olarak bu bilince varmış olduğunuzu söylüyorsunuz, tabii böyle bir bilinç ne ölçüde gerçeğe yaslanıyorsa?
Evet, geç sayılabilir. Ama Türk yazınında benden önceki yazarlarda böyle bir tavra, yani gelişmiş bir yazın estetiği taşıması kaydı ile- pek de rastlamış değilim. Belki görmemiş olduklarım vardır. Ancak, bu anlattıklarım, feminist kavrayışa ermeden önceki yazınımı değiştirmedi. Yani 970′lerden sonra yazdığım metinlerde eş izlekler, eş düşünsellik sürdü. Zaten bir yazarın doğruyu keşfetmesi için ille de bilimsel bir bulguyu, bir araştırmayı beklemesi düşünülemez. Elbette Osmanlı’da olsun daha öncesinde olsun kadın hareketleri var. Fatma Aliye ve kardeşi Emine Semiye’ler, Nigar Bint-i Osman, Leyla Saz, Nezihe Muhittin, Gülistan İsmet gibi pek çok yazar, şair, araştırmacı, romancı var. 1977′de ilk basımı yapılan eski narilerle yapılan, Zafer Hanım’ın, Aşk-ı Vatan’ı var, yenilerde Oğlak Yayınlarınca çıktı. Ama bunlar beni besleyen tümüne ulaşabildiğim metinler değildi.
Doğrudur sanırım, Fatma Aliye Hanımın bir yazısında belirttiği nokta: “kadın oldukları halde kendi tarihlerinden habersiz olma” durumu gibi bir şey yazmıştı doğru anımsıyorsam.
İşte şimdi de hala böyle bir durumun yaşanmakta ya da bize yaşatılmakta olduğunu söylemek istiyorum.
Sizin ‘böyle bir bilinç ne ölçüde gerçeğe yaslanıyorsa’ şüpheniz üzerinde de biraz durmama izin verin. Bakın bugün tarih, binlerce yıllık anasoylu düzen (ataerkillikten önceki düzen) es geçilerek verilmiştir belleklerimize. Oysa üzerinde yaşadığımız şu toprakların, Küçük-Asya’nın anaerkilliğin beşiği olduğu biliniyor.
Neden bu toprakların doğru tarihi anlatılmamış bize? Araştırmalara, mitoslara göre: “Önce tanrıçalar vardı,,, kraliçeler, rahibeler vardı. Toplumların yönetimi kadınların elindeydi eski çağda. Kadınlar eşlerini gönlünce seçer, çocuklar analarının adlarını alırdı.
Tanrılar, rahipler, krallar çok sonra, anasoylu toplumun bağrında verilen uzun zorlu savaşlardan sonra çıkabildiler tarih sahnesine… Geçmişin üzerine sünger çekildi, tarih çarpıtıldı. O kadar ki, dillerde bile kelimeler tersine üretildi. Tanrıdan tanrıça türetildi, -bin yıllık ana tanrıça Athena’nın tanrı Zeus’un kafasından yeniden doğumlusu gibi, tıpkı Adem’in kaburga kemiğinden kadının, rahipten rahibe yaratılması gibi… “Homme” (erkek)= insan oldu. “droits de l’homme” (erkek hakları)=insan hakları, “humanite”, “fraternite” vb… Böylece erkeğin birinci, “egemen cins”, kadının ise “tali” cins olduğu dillerle de pekiş¬ti…”
Daha sonrasını hep birlikte biliyoruz. Ataerkil toplum düzeninde emeği çalınan insanın tek tanrılı dinlerce öteki dünyaya umut bağlama¬sını vb…
İşin bir de şöyle bir yanı yok mu? Kadınlar özellikle, toplumsal, cinsiyet rollerinin dışında, kamusal alanlarda yoksayılıyor. Kadın yazarlık nitelemesini bu yoksayışa karşı bir varlık ifadesi olarak görmek gerekmez mi? Kadın yazarların sayısı erkek yazarlara göre oldukça az, yazar olmaz demeye dilleri varmıyor nedense ama kadın şair olmaz gibi safsatalar ciddi ciddi dikkate alınıyor bu toplumda.
Evet, bu konuda sizinle eş düşüncedeyim, kadın yazar nitelemesini çekinmeden bastırarak göstermek durumundayız.
Kadın hareketi Türkiye’de hayranlık uyandırıcı bir hızla çalışıyor, düşüncelere berraklık getiriyor; kadın rolünün ne olduğunu, tarihin neden bu rolü bize biçtiğini açığa çıkarıyor. Yazık ki islâm; din ögesi, kadınların güçlü bir biçimde ortak bir bilinçte buluşmasını engeleyecek kertede yükseldi. Böylece bir kaç yüzyıl daha geri kalacağımızı düşünüyorum. Çünkü asıl toplumu yükseltecek olan basamakların kadınların o dinci kadere başkaldırmalarından geçerek, kadın ve erkeğin uyum içinde birer insan olarak yaşamı kavramalarına bağlı.
Şiir ise bir çok dalda olduğu gibi, şiirde de kadınlar şiirin öznesi değil nesnesi durumunda kalmış. Yazılmamış değil şiir, yazılmış da kadınlar kendi iç dünyalarını, duygularını aktardıklarında erkeklerce aşağılanmış, alay edilmiş. Nigar Hanım’ın böyle örnekleri vardır. Demin kendim için verdiğim örnek gibi, kafa o kafa, demek ki erkek egemen dışlıyor! Edebiyat tarihleri de kadınlar tarafından değil erkekler tarafından yazılıyor. Judanov’un Anna Ahmetova’yı nasıl küçümsediğini bilirsiniz: ‘fahişeyle rahibe arasında birşey’ diyordu, öyle bir şey yumurtlamıştı bu büyük şair için!..
Bugün cumhuriyetle erkeklerle eş noktadan eşit koşullarda işe başlayan hikâye ve roman yazarlarının olduğu gibi, erkek şairlere göre şiir yazan kadınların da bir eksik yanı olduğunu sanmıyorum! Ancak sorun bununla tükenmiyor. Sorun dediğim gibi, tarihi doğru olarak yeniden yazmak ve geleceği tek taraflı yalanın yanlışın üzerine değil, içinde kadının da gerçek yerini aldığı bir zemine oturtmak. Yoksa işte en iyimser görüşle yüzde sekseni birey olamamış bir kadın ve erkek toplumunun geleceğinden ne hayır çıkabilir? Bütün bunları feminist olmasam da feministler insanlığın geleceğine yararlı işler yapmaktalar anlamında söylüyorum.
Elbette sadece kadın hareketi ile tüm hakların elde edileceği savını da ileri sürüyor değilim.
Demokrasi gazetesinde yayımlanan “Özgün bir Türk Edebiyatı Var mı ? Üzerine Düşünceler” başlıklı yazınızda, Türk edebiyatının bir kopukluk (kopuş da diyebiliriz herhalde) edebiyat olmak zorunda olduğunu belirtirken, şöyle bir saptamada bulunuyorsunuz: “Gene de laik cumhuriyetle, yozlaşmış bir islam kültürünün tutucu yanlarından -özellikle kadınlar açısından- kurtulmaya bir adım atılması edebiyatımızın bir başka ivme kazanmasını hazırlamıştır” Bu saptamanızı biraz açmanızı rica etsem….
Şimdi bu açık bir şey, bundan 1500 kadar yıl önce arap yarımadasında, o coğrafyada, o iklimde, o insanların bulundukları belli koşullarda Muhammed’in yaptığı bir takım düzenlemelerle -ki onların bazıları o günün insanları için ilerici sayılabilir- bugünü yönetmeye kalk¬manın abesliği bir yana, islamın içinde taş��dığı etik bozuklukları görmezden gelerek onu yeni cumhuriyete de musallat etmek pek akıl kârı olmasa gerekti. Özellikle kadınlar açısından diyorum. Ayrıntı bolluğuna gerek yok yukarda anlatmaya çalıştım, tek tanrılı dinlerde kadının durumunu. Üstelik en ufak bir yenileştirilmeye uğratılmadan sürdürülen sünni islamın, en despot, en yasakçı ve en şedid olarak kadının karşısına çıkışını. İşte hemen sağımızda solumuzdaki ülke kadınlarının durumlarından da kendi durumumuzdan da her gün seyrettiğimiz, geri bıraktırılmış, köleleştirilmiş müslüman kadın; sadece erkeği için, onu desteklemek onu mutlu kılmak için dünyaya geldiğine inandırılmış kadın! Erkek için de pek ayrımı yok aslında; herkes adına düşünülmüş bir düzen var, kaderimizi çoktan belirlemiş bir ‘Levh-ı Mahfuz’ tepede! Sorumluluk merkeze aitse, bağımlıların da boyun eğmekten başka yapacakları şey pek yoktur. Akla ne kadar gerek var? Bilime gerek var mı?.. Kadından durmadan huylanan elini sıkmayan Muhammed, kadın eli sıkanın avucuna ateş konacağını söyleyerek huylanmayan adamı da provoke etmiş olmalı. (Bu arada anlamadığım şey, bizim tesettürdeki hanımların, hadi saçlarından günaha girecekleri ve kapattıkları; ya yüzleri,? ağızdan, gözden, dudaktan, yanaktan huylanmıyor mu islâmın erkekleri,? günaha girmiyorlar mı? ya kadınlar! Onlarda erkeğe karşı cinsel dürtü yok mu? Erkekler de çarşafa girmeli bence!)
Edebiyatımızın kazandığı ivme derken herkesin birleştiği bir düşünceyi, cumhuriyet sonrası kadın yazarların yazın dünyasına getirdiği dinamikleri dile getirmek istedim. Bunları yok sayabilir miyiz?
Cumhuriyet’in kadınlara yaklaşımının olumlu olmadığını söylemek mümkün değil ama, işin içinde şöyle bir yan da var gibime geliyor. Şirin Tekeli, “Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat” adlı kitabında, Cumhuriyet döneminde kadınlara siyasal hakkın, fiilen kullanılmak için değil, ‘demokrasiyi simgelemesi’ için verildiğini, Atatürk’ün kendisine batı dünyasında yöneltilmekte olan diktatörlük suçlamalarından da bu sayede kurtulmaya çalıştığını yazıyor. Yani açıkçası, genç Cumhuriyet, kadınlara bir takım hakları sunarken, onların bu hakları kullanamayacaklarının bilincindeydi. Bu haklar toplumun tümüne yönelik bir program içinde verilmedi, söz gelimi aynı haklar işçilere, Kürtlere tanınmadı, çünkü onların bu hakları kullanabileceğinden korkuluyordu. Yani cumhuriyetin kadınlara verdiği haklar, onların bu hakları kullanamayacağı bilinerek verilmiş, göstermelik, vitrinlik haklardı…
Bir yenilikçi olan, modernite tutkunu olan M.Kemal’i eleştirebiliriz ama herhalde kadınlara sunduğu olanakları hiç yabana atamayız. Sanırım, o olanaklar -evet kabul ediyorum- biz istemeden henüz o bilince ermeden verilmiştir bizlere (bu neyi değiştirir? Bir ülkenin yerleşmiş yasaları doğmamış çocuklarına bir hediye değil midir?), tepeden inmedir belki de. Sevgili Şirin Tekeli’nin dediği gibi simgeseldir ama o biçimsel olan simgesel olanı yorumlamak, içini doldurmak iradesi de bize bırakılmıştır. O simgesel olan bize verilmemiş olsaydı ben yazabilir, beriki çizebilir, yontabilir, öğretebilir miydi?
Sevgili Yılmaz Varol. Ben bu hakların sizin dediğiniz gibi kullanılmayacağından emin olunan vitrinlik haklar olduğuna da inanmıyorum. Kadın haklarına da kadınların sahip çıkacağına güvenmiştir M. Kemal. O İnsanları da insanlığı da çok iyi tanıyordu. Kadının ister islâm olsun ister hıristiyan, ateist olsun aslında güzel olmak isteyeceğini, güzel görünmek, güzel giyinmek isteyeceği kadar güzel yazmak isteyeceğini biliyordu. Belki insanın içinde yatan ‘teşhirciliğin’ ayrımındaydı. Kendisi dillerden düşmeyen hoş giyimini ‘Lebon pastahanesi’ne giderken ve her yerde olduğu gibi- kadınlarda da görmek istemesi çok normaldi. Geçen yıl çıktığım bir gezide karşılaştığım tesettürlü bir kadınla eşi hepimizde şaşkınlık uyandırmıştı. Kadın tesettürlüydü ama düpedüz saydamdı giysileri. Güneş vurduğunda iç çamaşırına kadar belli oluyordu. Bu durumun ayırdında ve hoşnuttu. Ben ondan daha tesettürlüydüm! Demek istediğim; Cumhuriyetin, ümmet toplumundan akla, bilime dayalı modern bir topluma geçişte bir bütünlük aradığını bunu da biçimsel de olsa -zaten öyle olmak zorundaydı- kadına da geçirmek istediğine inanıyorum.
Bir de aynı hakları işçilere ve Kürtlere tanımadı diyorsunuz. Sadece onlara mı? Solculara tanıdı mı? Hayır. Şimdi, Kürtlere tanımamasının nedenini bir ırkçı, etnik görüşe bağlıyorsanız ben ona da inanmıyorum. Öyle bir etnik kimlik kurmak istediği yargısında bulunamam. Ancak onun modernite projesi karşısında güneydoğunun feodal ilişkilerinin, ağalık kurumunun dirençli, kemikleşmiş yapısının onun sökebileceği ve Kürtleri de modernitenin içine alacağı kolay bir yapılanmanın halen bile mevcut olduğunu sanmıyorum. Yöre insanının baş talihsizliğinin o coğrafyadan, o üretim ilişkilerinden, o kültürel yapışmadan da doğabileceği düşüncesindeyim. Bu da ayrı bir bakış.
Elbette bununla genç cumhuriyetin karşısında gördüğü muhalefeti nasıl bastırdığını görmezlikten gelmiyorum. 925′teki Takrir-i Sükun Kanunu sadece isyanları değil solu da temizliyor. Daha da öncesi var: yükselen işçi hareketlerini ve yayılan solu denetime alabilmek amacıyla kurdurulan resmi Komünist Fırkası, Mustafa Suphi ve 15 arkadaşının öldürülmesi, “Türkiye Halk İştirakiyun Partisi”nin kapatılması, 922′de 300 komünist ve sendika yöneticisinin tutuklanması, Milletlerarası İşçi Birliği’nin kapatılması, Şefik Hüsnü’nün, Nazım Hikmet’in, Sadrettin Celal’in giderek yüzlerce, binlerce, onbinlerce insanımızın başına gelenler.
Ama geçmişe, tarihe nasıl bakmamız gerektiğini konuşmamız gere¬kebilir: Bir bağımsızlık mücadelesini, bir devrimi gerçekleştirmenin bir bedeli elbette vardır.
Kürtlere ve işçilere verilmeyen haklara dönersem. M. Kemal’in bir toprak reformu gerçekleştirmek istediği ve bunu Kürt ağalarına beylerine meclisteki milletvekillerine danıştığı bilinir. Ama eşraf dayanışmasıyla ayakta duran rejim ağaları kaybetmeyi göze alamazdı. İzmir İktisat Kongresi ve kimi araştırmacılara göre daha da öncesi İttihat ve Terakki’den kalma miraslar da cumhuriyetin sınıfsal karakterini veriyor. Gemi dalgalarla boğuşa boğuşa limana sokuluyor ama karanlık bir kader de onu bekliyor. Zira, bir süre önce bir dergiye de yazdığım gibi toplumu dönüştürmedeki yöntemler yarım kalıyor.
M. Kemal’in sağlığına da bağlı olarak yarım kalıyor. Hemen eklemeliyim bu dönüşümde herkes elden geldiğince hümanist davranmaya çalışıyor, kimse boş yere kardeş kanı dökmek istemiyor. M. Kemal de öyle. Bütün o imparatorluğun içinden yeni bir düzen çıkarırken bile bugünkü kadar gaddarca davranılmıyor? Ardından gelen iktidarlar doymak bilmez çıkarcı küçük hesaplarıyla, şiddeti içkinleştirerek bugüne taşıyor. İşgalcilere karşı büyük bir savaşım vermiş, bağımsızlığı kazanmış bu insanın üstün kalitesi karşısında hele bugünkülere bakarak insan saygı duymadan edemiyor.
M. Kemal’e ve cumhuriyete bakışım böyle; Tarih’in hep böyle ilerlediğini görüyorum. Yabancı boyunduruğundan insanları kurtarmak üzere sahne alan bir kahraman, hemen hemen sıfırdan başlayarak insanları bir hanedan pençesinden kurtarıp ulus-devlete dönüşmenin ilk adımlarını atıyor. Ama bu kez de yurttaşlar yurttaş olmadan kendilerini o ulus devletin boyunduruğundan kurtarmak durumuna düşüyorlar! Bence M. Kemal’in tamamlamak fırsatını bulamadığı -bulsaydı çok daha olumlu bir yerlere götürebileceği- bu proje tam da karşıta, bağnazlığın, orta çağ kuyusunun dibine düştü. Gördüğüm kadarıyla bu kafalar iktidarı bütünüyle ele geçirirlerse, bir süre sonra bu aynı insanlar (bu yeni ümmet) kendilerini bu kez de şeriatın boyunduruğundan kurtaracak zorlu savaşlar vermek zorunda kalacaklar. Bunun sadece Türkiye’de değil tüm dünyada da yaşanacağından kaygı duyuyorum.
Ölümün kaçınılmazlığı, insanın bu evrensel korkusunu karşılayamayan sistemler; yani onları aldatmaya yanaşmayan onurlu eleştirel akıl her vakit durup durup mistisizmin kucağına düşüyor. Zayıf ve sakatlanmış olan insanın bu zaafı yüzünden kurtuluşu da erteleniyor. Sovyetler Birliği’nin parçalanışıyla, halkların akın akın kiliseleri doldurmaları da bunun bir örneğiydi. Bence günümüz edebiyatı da bu gerçekten payını almaktadır.
Bunu biraz açar mısınız?
Yukarıda belirttiğim insanlığın pençesinde olduğu o evrensel ölüm korkusu akılcı, eleştirel sistemlerle karşılanamayınca insanlar kendilerini, avutacak bir şeyler icat etmek zorunda kalıyor. Dinler bu yüzden yok olmuyor. Mistiklere her vakit bir yer var böyle adaletsiz bir dünyada. Esrarlar, sırlar, gizemler, mucizeler, fallar, tarot’lar, yıldızlar… elbette edebiyat da oraya doğru yöneliyor. Bir yazarın bir toplumun kör bir susuzlukla atıldığı yönden o toplumun bireylerini koruması, önce kendini korumasıyla mümkün olur. Oysa bugün en revaçta olan edebiyat ve yazarlar bu tutucu ortama boyun eğmiş, açıkça olmasa da, bu iki dünya arasında, iki seçim arasında oynamayı seçenler. Bilmem özne saymak gerekir mi?
Şöyle bir genelleme de yapabilir miyiz? Sizin ve sizden sonraki kadın yazarları saymazsak, kadın hep l- şeytani, baştan çıkarıcı, ihanetçi, 2- özellikle toplumcu-gerçekçi edebiyat ürünlerinde ana-bacı,fedakar olarak ele alındı. İlkinde kadının cinselliği kötü olarak yorumlanıyor, ikincisinde ise yoksayılıyor.
Evet özellikle erkek romanlarında, öykülerinde kadına biçilen en önemli rol erkeğin ona aşık olmasıdır! Yani aşık olunacak bir nesne oluşudur. Ana-bacı rolü de bir iltifattır! İhanet eden, kötücül şeytan kadına ben razıyım. O yüzden Peyami Sefa’nın romanlarını yabana atmam. Ama düşünün ki hala cinselliği erkeğin de kadının da sorun ola¬rak yaşadığı bir toplum, kadının yeniden kapatılmasını isteyen bir toplum ve isteyerek kapanan kadınların toplumunda neyi tartışıp neyi aşacağız?
Bu sorunları bizden yüzlerce yıl önce çözmüş olan batı romanıyla bizimkinin arasında Şerif Mardin’in öne sürdüğü fark -demonic- olanın kavranması, bilinmesi olayı…
İşin tuhafı, bu edebiyat sadece erkek yazarlarca değil kadın yazarlarca da öylece kabul edilmiş ve beslenmiştir. Gene de kadın iyiliğini, gizli gözyaşlarını anlatan ağlatıcı edebiyatı Mükerrem Kamil, Muazzez Tahsin gibi yazarları anmalıyım. Daha üst düzeyde ise H.Edip’in kadın tiplerinin ne denli iffet düşkünü olduğunun üzerinde durabiliriz. Çünkü bu ‘iffet’ islam toplumunun sizden istediği uyumdur. Oradan sonra fay kırılır gibi olur 950′lerde başlayan Peride Celal’le, Nezihe Meriç’le, giderek benim, Sevgi Soysal’ın gözü pek atılımımızla ve Tomris Uyar’ın, Afet Muhteremoğlu’nun, Pınar Kür’ün, İnci Aral’ın ve günümüz daha genç kadın yazarlarının sürdürdüğü değişik duyarlılıklarla.. İşte size sözünü ettiğim kadın yazarların edebiyata getirdiği ivme böyle bir şey. Çalıkuşu’nun Feride’sinin olsun, başka kadın tiplerinin olsun cinselliği yaşamaktan kaçan, hastalıklı “iffetperestler” durumuna getirilmeleri, bu saptırma, bir dönem ‘teverrüm edebiyatı’ kapsamında sürdürülen çizgi hep böyle yalan bir dünyanın bize önerilmesini içerir. Bu yüzden, kendimi ateşe atarcasına aile kurumuna olduğunca, cinsel tabulara yüklenmekte, aşk romantizmini demistifiye etmekte gösterdiğim atılımın herşeye karşın doğruluğuna inanıyorum.
Adı söyleşide sıkça geçtiği için. Kemal Tahir’e bir de bu açıdan yaklaşalım istiyorum. Kemal Tahir’in kadın düşmanı olarak nitelendirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sevgili Yılmaz, “Kemal Tahir gibi kadın düşmanı” deniyor. Deniyor da ne ölçüde yerinde bir tanım. Böyle ciddi bir çalışma okumadım. Olsa okusam belki ikna olurum. Ben öylelerini tanıdım ki K. Tahir eli öpülesi kalırdı! Üstelik hümanist falan da geçinmezdi. Kadınlarla ilişkilerinde modern düşünceli, efendi, çelebi bir insandı. Eşi Semiha ablaya da sevgi, şefkat ve saygı doluydu.
Kitaplarından söz edersek?
Biliyorum siz kitaplarından söz ediyorsunuz ama yazar ve ürünleri birbirinin tamamlayıcısıdır bence. K. Tahir’in kitaplarında yer alan kadınlar Türk toplumunu doğru yansıtmak anlayışının bir sonucu olmalıdır. Bu toplum, kırsal kesim kadınına da, kent kadınına da mal olarak bakar. Devlet Ana da ise geri planda kalan ama erkeği bir ölçüde güden kadınla karşılaşırız. Elbette K. Tahir’in gerçekçilik anlayışının, tarih anlayışının ayrıca tartışılması gerekir. Bir yazarın ideolojisine karşı çıkmak doğaldır da bu ideoloji bizimkine uymadığı gerekçesiyle adamı “homonglos” ilan etmek tuhaftır.
Onun Mustafa Kemal’e “sarı paşa, ingiliz casusu” dedirtmesi, Köy Enstitülerine karşı gelişi, toprak reformu yorumu haklı olarak bazı tepkilere yol açmış olabilir. Ancak biz bugün yazarların düşüncelerini özgürce ifade etmeleri mücadelesini verirken, Y. Kemal’i, Ç. Altan’ı, İ. Beşikçi’yi, Ş. Yurdatapan’ı ve daha yüzlerce insanımızı suçlayıp yargılayanlarla eş paralele düşmemeliyiz. Galiba demokratik düşünceye de böyle böyle içinde yaşadığımız sistemden bir bir dayak yiyerek alışacağız!
Burada K. Tahir’le bu konuda ilgili bir tanıklığımı da dile getirmeliyim. Aydınlarımızca dışlanmasından duyduğu esefi pek dile getirmezdi. Sanırım 13 yıl düşüncelerinden ötürü hapis yattıktan sonra bu durumu bir onur sorunu saymıştır. Yanlış anlaşıldığını örtülü bir biçimde dile getirdiği bir konuşmasında, “…öyle söylüyorlar ama, sırası geldiğinde, Atatürk’ü koruyacak ilk yazar gene ben olurum!” demişti.
Eski Sevgili’den sonra öykü kitabı yayımlatmadınız. Ondan sonra çıkan iki kitabınız da roman. Artık öykü yazmıyor musunuz?
-Efendim öyküler de yazdım, şiirler de bitiremediğim bir romanım da var… Sanıyorum, Türkiye başka bir yana ben başka bir yana savrulduk. Benimkisi kayıtsızlık sözcüğüyle açıklanabilir mi bilemem. Müthiş bir değişim, bir alt üst oluş bir yeni tarih yaşıyoruz. Homojen bir toplum yok. Bu toplumsal değişime bu hızı sökemeden yapılanlar boşa gider kaygısını taşıyorum. Bir de çoğaltan durumuna düşmek istemem. Biraz da ‘melami’leşme yaşına girdim. ‘Elli yaşında ölebilirdim’ diye bir cümle de hep kafamda. Ölümler gördüm: dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı! En iyisi, “ne desem yalan” demek! Gene de duramadım yazdım. Evet, öyküler, şiirler ve roman…
Biraz da küskünlük var, biraz da yazdıklarımı kıskanıyorum, okuyacaklar da ne olacak diyorum; okumasınlar diyorum. Goriot babanın altınlarla oynamasını anlıyorum. Biraz da çekiniyorum. Has metinlerin yamyamların eline düşmesinden, biraz da benden mahrum kalsınlar diyorum, biraz da….
Konuşmamız epeyi uzadı, okurlar sıkılacak, ama er geç bu tanıklıkları dile getirmem gerekecekti. Çok zor geldi bana biliyorsunuz!.. ‘Elli yaşında ölmüş olabilecek birisi’nin dayanamayıp gene de kendinden söz etmesi -dünyevi sözler- de cabası!
Bu arada ‘Adam Sanat Dergisi’ yönetmeni değerli eleştirmen Semih Gümüş’ten özür dilemem gerek. Adam Sanat’ın ilk sayısı için benimle konuşma isteğini geri çevirmiştim. İlkelerim doğrultusunda ne TV’ye çıkmayı kabul ediyor, ne gazete dergilerin konuşma isteğini yerine getiriyordum yedi yıldır. Sizin ısrarlı ve sabırlı bekleyişiniz olmasa gene de yazmayacağımı itiraf etmeliyim. Gümüş’ün ve öteki değer bilir arkadaşların beni anlayacağını umuyorum.
Sizin de özellikle, tanıklığıma duyduğunuz güvene ve özene şükranlarımı sunuyorum.
Kaynak: Yılmaz Varol – sivildenemeler.wordpress.com
Düşler Öyküler dergisi, Sayı: 4, Mayıs 1997
0 notes
Text
Öykü Parçacığı: Deniz Yıldızı

Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında dans eder gibi hareketler yapan bir insan silueti görmüş. Başlayan güne dans eden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dans etmediğini görmüş. Birkaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş: "Günaydın. Ne yapıyorsun böyle?" Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş: "Okyanusa denizyıldızı atıyorum." "Sanırım şöyle sormalıydım" demiş, yazar. "Neden okyanusa denizyıldızı atıyorsun?" "Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler." "Ama delikanlı, görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı denizyıldızıyla dolu. Hiçbir şey fark etmez." Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir denizyıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış; "Bunun için fark etti" demiş. Bu cevap adamı şaşırtmış. Ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru fark etmiş ki, o koca bilim adamı, o büyük şair, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni izlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış. Utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş ve bütün sabahı onunla okyanusa denizyıldızı atarak geçirmiş. Fark yaratma yeteneği..... Ne güzel bir deyim bu...... Söylenmesi bile güzel..... Fark yaratma yeteneği..... Bu gerçekten hepimizde var.... Ya yıldızlar...... Milyonlarca...... Harika bir 21. Yüzyıl istiyorsak, evrende bir gözlemci olup, olup biteni izleme yerine, evrende bir oyuncu olup, fark yaratmayı seçmemiz gerek. Haydi, kendi yıldızımızı bulalım ve farkı yaratalım..... Hemen........ Bugün........ Vakit geçirmeden........ *Lauren Tseley
0 notes
Text
Tarık Tufan : "benim mevsimim sonbahar"
5 Haziran 1973, İstanbul doğumlu yazar edebiyat alanındaki 5 kitabın yanında, "Uzak İhtimal" isimli sinema filminin 3 senaristinden biri olmuştur. İstanbul Üniversitesi felsefe bölümü mezunu Tufan, radyo ve tv programcılığındaki naif sohbetleri ve mütevazi kişiliği ile dinleyici ve izleyecilerinin övgüsünü kazanmıştır. Bir çok yazısında(her kelimesine kadar) derinden etkilendiğim yazar, çok yönlü düşündüren zarif bir çizgiye sahiptir. Her ne kadar önemli işleriniz olduğu takdirde bize vakit ayırmayın demişse de kendisi, vakit ayırıp izlenmeyi, dinlemeyi ve okunmayı hak eden ender yazarlarımızdan biridir.
Yazar İnsan Parçacığı'na İlhami Çiçek üstadın Satranç Dersleri şiirindeki bir mısradan sebeplenerek yazdığı "yalnız hüznü vardır, kalbi olanın" isimli yazısıyla konuk oluyor.
Keyifli okumalar...
" yalnız hüznü vardır, kalbi olanın "
sorun şu ki tanrım, gömleğim önden yırtıldı. gömleğim önden yırtıldı ve artık hiç kimseye masumiyetimi ispat edemiyorum. bu bir kaza sadece ve sonucu değiştirmiyor. kuyuda saklanıyorum uzun yıllardır. gelip geçen kervanlardan saklıyorum kendimi. esir olmak korkusu, pazarlarda satılmak korkusu yapışıyor boğazıma. kendi karanlığımda boğulmayı seçiyorum. dışarı çıktığımda gökyüzünü ciğerlerime çekip, çocukları havasız bırakmak endişesi var üzerimde. böylesi garip ve bir o kadar saçma endişeler taşıyorum. oysa ne meryem’in iffetinden şüphe etmişliğim var ne de magdalena’ya bir tek taş attım.
gömleğim önden yırtıldı ve artık kimseye anlatamıyorum suçsuzluğumu.
tanrım bu nasıl bir yorgunluktur?
uhud az önce sona ermiş gibi nefes nefese yürüyorum. sözlerin nasıl da yoruyor bedenimi.
sarsılıyorum, titriyorum, ateş vücudumu sarıyor.
gözleri çalınmış savaşçılar dolduruyor uykularımı. kadınların çığlıklarıyla uyanıyorum gece yarıları. yatağımdan ölü çocukların şarkılarını topluyorum sabahlara kadar. şeytanın kirli tırnaklarından besleniyor kentliler.
ışık, biraz ışık lütfen!
mabedlerin karanlığında günaha el açıyoruz.
biraz inşirah lütfen!
istatistik tablolarında ölümler düşüyor payımıza. gazete manşetlerinde tüketiyoruz hayatı. hayata gözlerimi kapıyorum. hayata kalbimi kapıyorum. hayata ruhumu kapıyorum. sesler ve ışık yok artık. aşk ve merhamet yok.
böylesi yoksuluz işte tanrım!
kentin büyük ve gösterişli binalarına sıkışmış ruhlarımız.
bir gün uzaklarda düşeceğim. kimselerin tanımadığı yerlerde düşeceğim ve öylece kalakalacağım. bedenimden yayılan kokular rahatsız edecek iyi giyimli insanları. korkarım bir gün uzaklarda düşeceğim. işte böylesi korkular düşüyor birden üzerime ve ben ne yapacağımı şaşırıyorum. kiminle konuşacağımı ve nereden başlayacağımı sözlerime. kelimelerin, dişlerimin arasında sıkışacağından ve hep yarım kalacağından cümlelerin. başlayıp da yarım kalmış aşklarım gibi. tam söyleyecekken dilimin tutulduğu aşk itirafları gibi. itiraf edilmemiş aşkların mezarlığına dönüyor kalbim. ya yağmur bastırıyor o sırada ya da bir yaprağın dansına takılıyor gözlerim. sık sık uzaklara dalıyorum.
sanırım ben uzaklarda düşeceğim.
otobanda ölmüş kediler tırmalıyor zihnimi.
ben en çok ateş böceklerine kanıyorum.
sorun şu ki tanrım; gömleğim bir kavgada önden yırtıldı ve ben kimselere anlatamıyorum. kimseler inanmıyor gözlerimdeki yaraların gerçek olduğuna. oysa ne meryem’in iffetinden şüphe ettim ne de magdalena’ya bir tek taş attım.
kalbime sıkışmış bir hayvan içimden kemiriyor bedenimi. sık sık uyanmam bundan gece yarıları. çalan her telefondan ürküyorum. yastığımla başımı kapatıp kurtulmaya çalışıyorum. söyleyebileceğim hiçbir şey yok. artık buradan gitmelerini ve başka kâbuslara düşmelerini diliyorum.
bu gecenin hiç bitmeyeceğinden korkuyorum. yaşlı kadınların hayatlarını çalıyor kargalar. her sabah evlerin önünde siper tutuyorlar. işte böylesi endişeler çınlıyor kulaklarımda. böylesi gereksiz, böylesi saçma.
tanrım biliyorum senden çok şey istiyorum.
ve biliyorsun ki artık bir başkası yok.
ve biliyorsun ki kalbim yarılacak.
biliyorsun ki geceler uzamaya başladı.
biliyorsun ki,
“yalnız hüznü vardır, kalbi olanın.”
1 note
·
View note
Photo

Müşfik Kenter'in anısına... 8 Eylül 1932 yılında İstanbul'da doğan tiyatro oyuncusu Müşfik Kenter, henüz 14 yaşındayken Ankara Devlet Tiyatrosu Çocuk Bölümü'nde tiyatroya başladı. Ardından aynı üniversitenin Tiyatro bölümünde eğitim aldı ve 1955 yılında dereceyle mezun oldu. Devlet Tiyatroları'nda profesyonel oyunculuk kariyerine başlayan oyuncu 1959'da görevinden ayrıldı ve kardeşi Yıldız Kenter ile birlikte Muhsin Ertuğrul ile birlikte çalışmaya başladı. Şükran Güngör, Kamuran Yüce ile birlikte uzun yıllar tiyatro yaptı. 1960-61 yılları arasında Yıldız Kenter ile Site Tiyatrosu'nu kurdu. 1962'de ise adını Kent Oyuncuları olarak değiştirdiler ve Şükran Güngör ile birlikte 1968 yılına kadar Kenter Tiyatrosu'nun binasını tamamlamak için çalıştılar. İngiltere, Amerika, Almanya, Fransa, Yugoslavya gibi pek çok ülkede oyunlar sergileyen sanatçı; İngiliz Kültür Heyeti ve Rockefeller'den burslar alarak araştırmalar yapmış ve incelemelerde bulundu. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı'ndan emekli olduktan sonra Haliç Üniversitesi Konservatuarı'nda Tiyatro Bölüm Başkanlığı ve Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda Genel Sanat Yönetmenliği yaptı. Tiyatro oyunculuğunun yanı sıra sinema oyuncusu olarak yer aldığı filmlerden Bozuk Düzen ile "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü alan sanatçı; televizyondaki pek çok yapım ve karakteri seslendirerek seyircilerin kulaklarında yıllar boyu silinmeyecek bir yer etti. Oynadığı Tiyatro Oyunlarından Bazıları : Çözüm Kuvayi Milliye Anlat Şehrazat Martı Helen Helen Lütfen Kızımla Evlenir misin? İvanov Ramiz ile Jülide Görünmez Dostlar Van Gogh Kökler Kahraman ve SOytarılar Vanya Dayı Buzlar Çözülmeden İnsan Denen Garip Hayvan Ayak Takımı Arasında İçerdekiler Salıncakta İki Kişi Bedel Bir Garip Orhan Veli Üç Kuruşluk Opera Yarın Cumartesi Öfke Mikadonun Çöpleri Hamlet Deli İbrahim
0 notes
Text
Dilimdeki Yalnızlık
Hazır dostlarımda hatırlatmışken, yalnızlıktan bahsetmek istedim, kendi dilimdeki yalnızlıktan.
Yalnızlık vardı. Gidecek yeri olmayanlar için, koşmak zorunda kalanlar için, iki cephe arasında kalmış martılar ve denizler için.
Yalnız olduğumu sandığım çoğu günler ve geceler sessizdi, kendi dilimde olmadan. Kendimden başka kimseye açıklayamadığım, bütün anlatamama halleri. Göğsümde bir sinek ısırığı.. kaşıdıkça yara olur, sabah uyanınca kan. O kadar derin ve bir o kadar geniş gece nöbeti. O anlatmakta dilimin çekindiğidir. Karanlıklar içinde pencerenin perdesine vuran ay ışığına bakandır. Çevredeki sesleri duyar ancak ışıktan başkasına yanıt vermez. Orada bir yerde ışık kadar hızlı, karanlık kadar gizli, doğum kadar soğuk.. Orada bir yerde sinsice içinize girer ve usulca maskesini takar, bankalarınızı soyar, ormanlarınızı ağaçsız bırakır. Oğlan çocuklarını öldürür, kız çocuklarını toprağa gömer. O hiç kimseye sormaz ve kimseden emir almaz.
Yalnızlık bütün hastaların oyun alanıdır. Hayır kansere benzemez ama o başlı başına bir hastalıktır: kalpteki bir arterin spazmı.. Size sormadan başınızı ağrıtır, karnınıza tekmeler atar ve size kaybolan anlar, hayatlar kusturur.
Bu kadar mı peki, yüzyıllık yalnızlık bu kadar sığ olabilir mi? Daha önce uyarmış olmam gerek oysaki. Dilim çok dolaylı döner yalnızlığa ve sizi yanıltabilir.
Oysaki dilimdeki yalnızlıkla, geceleri elimi kenetleyerek baş etmeye çalışan ben, nasıl olur da dilime güvenirdim. Çocukça çok çocukça. Renkten renge, ırktan ırka, insandan insana hiç bir yalnızlık arasında fark yoktu. Peki ben yalnız mıydım? Ya siz?
Eğer dünyaya gözlerinizi açtığınızda size merhaba diyen bir anneniz varsa yalnız değilsiniz,
Şu an dilinizle fotoğraflandırdığınız ilk öğretmeniniz, ilk dersiniz ve ilk aşkınız varsa yalnız değilsiniz,
Nefretle andığınız eski sevgiliniz tüm hatalarıyla hala yer-yüzündeyse henüz yalnız değilsiniz,
Askerdeki ağabeyiniz kalbinden kurşun yemiş, ruhu cennete varmış ancak bakışları benliğinizin en taze yerindeyse yalnız değilsiniz,
Saygı ihlallerini doldurduğu halde kendinize bir kahve koyacak dünyanız varsa kafeinsiz olabilirsiniz ama yalnız değilsiniz,
Kıt kanaat bir sosyal çevreniz ve size değer veren arkadaşlarınız varsa yalnız değilsiniz,
Başarısızlık çıkmazında sizi dinleyen sadece bir tek dostunuz varsa yalnız değilsiniz,
Bunların hiç biri yok, ancak yalnızlığınızı anlamlandıracak bir zihniniz, yanınızda da kağıt ve kaleminiz varsa yalnız olmanız imkansız sevgili insanlar.
Şimdi tekrar düşünün yalnızlığı ve kendi dilinizde anlamlandırın yalnızlığınızı. Evet onun bir hastalık olabileceği konusunda hala ciddi şüphelerim yok değil. Ancak bu hastalığın nereden geldiğine ve ne olduğununa anlam verirseniz sıradan bir enfeksiyon kadar etkili olmadığını göreceksiniz.
[Önemsiz Not: Ben yalnız mıyım? Henüz değil..]
Hakan Şengezer
0 notes