Photo

İstanbul Tramvay
İçinden tramvay geçen şehir
Sertaç Kayserilioğlu ‘Dersaadet’ten İstanbul’a Tramvay’ adlı kitabında, İ.E.T.T’nin 1871 yılında atlı tramvaylarla başlayan toplu taşımacılık serüveninin öyküsünü anlatıyor. Kitap, aynı zamanda İstanbul şehircilik tarihini de ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor.
“Evet gerçek oydu ki; bir zamanlar tramvaylarla, o İs-tanbul’un caddeleri, sokakları arasında müthiş bir uyum güzelliği vardı.” Geçtiğimiz aylarda kaybettiği¬miz ve Türkiye’nin en eski spor yazarı İslam Çupi, tram-vaylarla bir uçtan bir uca İstanbul’u gezerken böyle ya¬zıyordu gazetedeki köşesinde. Yıllarca onunla yan ya¬na paylaştığım masamda otururken, birden aklına ge¬len tramvay anılarını anlatırdı. Kızlarla bakışmalarını, parası çıkışmadığı için gazete hediye ettiği vatmanla¬rı… Ardından bugün her bir tarafına reklam alan tram¬vaylara gülüp geçtiğini şahsına münhasır bir dille akta¬rırdı. Ne de olsa biz onun için nostaljik kelimesiyle adı¬nı duyduğumuz son tramvay gençliğiydik. R. Sertaç Kayserilioğlu’nun “Dersaadet’ten İstan¬bul’a Tramvay” adlı kita¬bını okuduğum zaman, aklımda beliren yine bu anılar oldu. Yazar, 1860- 1960 yılları arasında İs-tanbul’un atlı tramvay-larını anlattığı ilk kita-bından sonra şimdi de, 1912-
1960 tarihleri arasındaki elektrikli tramvay¬ların dünyasına götürüyor bizleri.
Elektrikli tramvaylara geçiş
Yazar, kitabının giriş bölümünde elektrikli tramvaylara geçişin öykü¬sünü şöyle anlatıyor: “Atlı tramvay¬lar, ortaya çıkışından 40, Avru¬pa’da ilk görünüşünden 18 yıl sonra İstanbul’a ulaşmış. 3 Eylül 1872 yılı Tophane’de yapılan merasimle hizmete girmiş ve İstanbul’a ayrı bir hava getir¬mişti. 56 yıl önce atlı tram¬vayı bulmuş olan Batı, bu defa elektriği keşfediyor ve bu icadını da tramva¬ya uyarlıyordu. Artık birçok Avrupa kentinde boy gösteren bu yeni araç, kendi kendine raylar üzerinde şık bir vagonla birlikte hızla kayıp gidiyor, ne at gürültüsü,ne kırbaç şıkırtısı, ne gübre kokusu ne de saman savrul- tusu kimseyi rahatsız etmiyordu.”
İstanbul’da ilk tramvaylar
İstanbul’da git gide artan ulaşım sorunu yeni çözüm-ler aramaya neden oluyordu. Yaşanan elektrik sıkıntı¬sı en büyük problem olarak İstanbulluların karşısına çıkıyordu. R. Sertaç Kayserilioğlu yaptığı araştırma so¬nucunda kitabına şu notları düşmüş: Dünya Savaşı’nın arifesinde İstanbul’daki atlı tramvay yokluğu¬nun yarattığı büyük sıkıntı bir bakıma faydalı olmuş¬tu. Amerika ve Avrupa’da çoktan çalışmaya başlamış olan elektrikli tramvaylar İstanbul için de artık kaçınılmaz olduğu fikri iyice yaygınlaşmıştı.
Bunun da sonucu olarak tramvayların elektrikliye çev-rilmesi hususunda, elektrik hatlarının biran önce dö-şenmesiyle ilgili olarak, Şehremaneti ve Nafı’a Vekale¬ti yetkilileri, Dersaadet Tramvay Şirketi’ni devamlı ola¬rak zorlamaya başlamış. Halen İstanbul’da atlı tram¬vaylar çalışmakta olup Dersaadet Tramvay Şirketi’nin mukavelesinin durmadan uzatılıyor olması bu işi ge-ciktiriyordu. Daha sonra yapılan baskılar sonucunda, 1913 yılı sonunda İstanbul tramvaylarının elektrikle iş¬ler haline getirilmesi kabullenmiş ve çalışmalara baş¬lanmış. ”
Tünel-Şişli ilk tramvay hattı oldu
Artık İstanbul’da heyecanlı günler başlamıştı. Tram-vayların elektrikliye çevrilmesi sırasında elbette bazı altyapı yetersizlikleri ortaya çıkmıştı. Yeni Galata Köp- rüsü’nün üzerine hat döşenmesine başlanması ise, kısa bir süre sonra köprünün üzerinden ilk kez tramvay arabalarının geçeceğini müjdeliyordu. İlk hat Tünel- Şişli hattıydı. Diğer hatlara elektrik verilişi ise tarihle-riyle şöyle sıralanıyordu: 16 Ağustos 1913: Tünel-Şişli, 10 Ocak 1914: Karaköy-Beşiktaş, 12 Ocak 1914: Gala- tasaray-Galata, 2 Şubat 1914: Eminönü-Sirkeci, 11 Şu¬bat 1914: Beşiktaş-Ortaköy, 20 Şubat 1914: Sirkeci-Be- yazıt, 30 Mart 1914: Beyazıt-Aksaray, 18 Mayıs 1914: Şehzadebaşı-Fatih, 23 Kasım 1914: Arnavutköy-Bebek. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’daki atlı tramvay yokluğunun yarattığı büyük sıkıntı bir bakıma faydalı olmuştu.
Tramvay tabelaları
1928 senesinin sonuna dek, hem eski Türkçe yazılı hem de Türkçe okunuşlu Fransızca gibi ne olduğu bel¬li olamayan bir yazım şekliyle görünüyordu. Elbette bunun sebebi İstanbul’da yaşamakta olan ve sayıları çok fazla olan azınlıklar, Levantenler ve çok sayıda ya¬bancı turistler içindi. Mesela, Chichli (Şişli), Eyoub (Eyüp), Matchka (Maçka), Karakeury (Karaköy), Bec- hictache (Beşiktaş) bu isimler birkaçına örnek. Tabii ki aynı yazım şekli biletlerde ve ikaz tabelalarında da görülüyordu. Okuma yazma bilmeyenleri de düşünen tramvay şirketi yetkilileri, onların istedikleri tramvay¬lara binmelerini sağlamak amacıyla tabelaların ve tramvayların üzerlerine gidilmek istenilen yerin sim¬gesinin resmini çizdirmişlerdi. Mesela, Yedikule tram¬vaylarında kule, Topkapı tramvaylarında ise top gülle¬si resimleri vardı.
Tramvay görevlileri
“Tramvayların kuşkusuz en ilgi çekici personeli vat¬man ve biletçiydi. Zaman zaman kontrolörün de tram¬vaya katılmasıyla görevli adedi üçe çıkardı. Tramvay yolcularıyla daha fazla muhatap olan görevli biletçi¬lerdi. Tramvay arabalarına arkadan binip, önden inil¬mesinin kural olduğu dönemlerde biletçiler genellikle vagonun arka kapısı içinde dururlar ve binen yolcula¬rın biletlerini keserlerdi.
Bir ellerinde içinde hattına göre cins cins bilet koçan¬ları bulunan iki taraflı ve iki kapaklı tahta bir kutu, kulak arkalarında ise binilen durak ile gidilecek dura¬ğı işaretlemek için kalem bulundururlardı. Vatmanlar ise, kendilerine özel sahanlıkta tramvayı sürerlerdi. Üniformaları biraz daha itinalı daha saygın görünen kişilerdi. İki yanı açık yerde görev yapan vatmanlara göre, kışın İstanbul’da kendilerini çok üşüten üç yer vardı. Bunlardan biri Arnavutköy, diğeri de Köprü üstü ve Saraçhanebaşı idi. Vatmanlar soğukta fazla kalma-mak için buralardan hızlıca geçerlerdi.” İşte böyle an-latıyor R. Sertaç Kayserilioğlu ‘Dersaadet’ten İstan-bul’la Tramvay1 adlı kitabında İ.E.T.T’nin bir aşırı aşkın¬dır süre gelen öyküsünü. Kaynak kitap niteliğindeki bu eseri elinizden bir an bile düşüremeyeceksiniz.
0 notes
Photo

Dünyanın yedi harikasından biri: Artemis Tapmağı
Antik dünyanın mermerden inşa edilen ilk tapınağı olan Artemis, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir. Büyüklüğü 105X50 metreyi bulan bu yapının ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıca) tapınakları gibi batıya dönüktür.
Anadolu’nun Ana Tanrıçası Kybele’nin Efes’e ne zaman geldiği, orada Artemis adıyla kültünün ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, Kybele’nin çeşitli evreler geçirerek Artemis’e dönüştüğü kabul edilir. Tapmak, MÖ 356 yılında, tarihe geçmek isteyen Herostratos adlı bir akıl hastası tarafından yakılmış ve aynı plana sadık kalınarak tekrar inşa edilmiş. Tapmağı süsleyen Artemis heykelinin aslı altın, abanoz, gümüş ve siyah taştan yapılmıştır, bacakları ve kalçaları hayvan kabartmalı bir giysiyle örtülüdür. Vücudunun üst kısmı bereketi simgeleyen 37 memeyle bezelidir. Artemis’siz Efes düşünülemez.
Yedi Uyuyanlar efsane mi, gerçek mi?
Antik tüm kentler gibi Selçuk’taki bazı yerlerin de dilden dile geçen efsaneleri vardır. Yedi Uyuyanlar Mağarası hakkında anlatılanlar, buranın neden kutsal bir yer olarak değerlendirildiğini de açıklar. Tek Tanrıya inancın olmadığı dönemlerde yedi genç Hıristiyanlığı kabul eder. Putperestliğin olduğu bu dönemlerde Hıristiyanlığa inanan birçok kişi, imparatorun zulmünden korktuğundan inançlarını gizlemek zorunda kalır. Fakat bu gençler tek Tanrı fikrini kolay kolay terk edemezler. İlk zamanlar altı kişi olan Efesli gençler, imparatorun verdiği birkaç günlük süre içinde düşünürler, emre uymama ya ve kentten kaçmaya karar verirler. Yolda sığınacak bir yer ararlarken, çobanla karşılaşırlar. Ona dertlerini anlattıklarında, çobanın da kendileriyle aynı fikirde olduğunu anlarlar.
Çobanın bildiği bir mağara olduğunu söylemesi üzerine yolculuğa hep beraber devam ederler. Panayır Dağı’nın güney tarafındaki mağaraya giderlerken çobanın köpeği Kıtmir, bir türlü peşlerini bırakmaz. O sırada Tanrı köpeğe konuşma yeteneği verir ve Kıtmir dile gelerek; “Korkmayın, ben Tanrının ve sizin dostunuzum, siz uykudayken bekçilik yaparım” der. Bunun üzerine mağaraya giderler ve tanrının emriyle yıllar süren derin uykuya dalarlar. Bir süre sonra olayın farkına varan halk, mağaranın kapısını örerek onları ölüme terk eder. Yedi genç bir inanışa göre 200 yıl, başka bir inanışa göre 309 yıl burada uyur. Uyandıklarında yiyecek temini için köye giderler her şeyin bu kadar çabuk değiştiğine inanamaz. Üzerinde İmparator Decius’un resmi bulunan 200 yıllık gümüş parayı fırıncıya uzatınca durumun farkına varan halk bu öyküyü II. Teodsius’a anlatır. Böylece insanların öldükten sonra tekrar dirilebileceklerine olan inanç doğrulanır.
Meryem Ana’nın saklandığı ev
Hıristiyanlarca “Panaya Kapulu’olarak da bilinen Meryem Ana Evinin, MS 4. yüzyılda inşa edildiği sanılmaktadır. Bülbül Dağına çıkarken yol, yeşilliklerle bezenmiş dağın etrafım virajlarla dönerek devam eder. Bu kutsal yere girişte büyük Meryem Ana heykeli bulunur. Hz. İsa, yakalanıp çarmıha gerilmesinden kısa bir süre önce, annesini arkadaşı ve havarisi olan St. Jean’a teslim eder. Çarmıha gerilme işlemi bittikten sonra Hz. Meryem’in Kudüs’te kalmasını sakıncalı bularak Efes’e gelen St. Jean, Hıristiyanlık dinini yaymayı kutsal bir görev olarak üstlenir. Hz. Meryem’i kent halkından saklayarak Bülbül Dağı’nda yaptığı bu kulübede saklamıştır. Burası taşla yapılmış, küçük iki odadan oluşan bir evdir. Yüz bir yaşma kadar yaşadığı ve burada bilinmeyen bir yerde gömülü olduğu kabul edilir. Burası kötürüm olan ve Türkiye’ye gelemeyen Alman bir rahibenin tarifi üzerine keşfedilmiş, Vatikan tarafından kutsal ilan edildiği için Hıristiyanlarca Hac yeri kabul edilmiştir.
0 notes
Photo

Türkiye’in En Kuzeyine Yolculuk
Sinop’un en heyecanlı keşif noktalarından biri de, Türkiye’nin en kuzeyinde bulunan deniz feneri. Şehir merkezinden 22 kilometrelik yolculukla ulaşılan fenere, ‘Türkiye’nin en kuzey ucunu görünüz’ levhalarını izleyerek varmak mümkün. Yolun son beş kilometresinde yerleşim iyice seyrekleşip, yerini pastoral manzaralara bırakıyor. Tahta çitlerle çevrili yeşil tepeler, keçi sürüleri ve alabildiğine yalnızlık duygusu eşliğinde denize doğru kıvrılıp giden yolun ucunda müthiş bir fotoğraf saklı: Hırçın dalgaların dövdüğü bazalt kayalıkların hemen üzerinde bembeyaz zarif gövdesiyle yükselen İnceburun Deniz Feneri. Asırlardır ekmeğini denizden çıkaran yöre insanının koruyucu meleği. Denize uzak olmasına rağmen, rüzgârın savurduğu tuzlu damlacıkların ruhunuzu yenileyeceği anlarla yetinmek istemezseniz, çevre turuna çıkmanız gerek. Taş kiremitli köy evleri, iskelesi, mağarası, el dokumaları ve doğa hâzinesi Akgöl’ü ile anılan Ayancık; Beyaz Balina Aydın’ın meşhur ettiği Gerze; 19901ı yıllarda turizme açılan Tatlıca Şelaleleriyle ünlü Erfelek ve kalesiyle öne çıkan Boyabat gibi ilçeler de, seyahatinizin durakları olmaya aday yerler arasında.
Su Perisine Veda
Kentin girişinde karşılaştığımız, dönemin en kudretli imparatoru Büyük İskender’e söylediği “Gölge etme başka ihsan istemem” sözüyle ünlü filozof Diyojen’in altı metrelik mermer heykeli, Sinop’un tarihini hatırlatıyor bizlere. Adım mitolojideki su perisi Sinope’den aldığı rivayet edilen kentteki yaşam izleri, 5 bin yıl öncesine kadar iniyor. Geçmişi Amazon Kraliçesi Sinova’dan Denizci Arganotlara kadar uzanan Sinop, Karadeniz’in çalkantılı sularından kaçan gemiler için güvenli bir sığınak olmuş yüzyıllarca. İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenler için şaşırtıcı ölçüde mütevazı görünen Sinop’un şehir merkezi de keyifli bir gezi seçeneği. Tarihi Sinop Cezaevinden yarımadanın ucuna doğru devam eden ana yolun bağlandığı Sakarya Caddesi, kentin ticari merkezi. Caddenin ortalarındaki 1214 tarihli Alaaddin Camii, kentin en eski İslam eseri. Adliye ve Valilik binalarının bulunduğu meydandaki Sinop Müzesi, ülkemizdeki en eski müzecilik girişimlerinden biri. Sinop’un simge isimlerinden biri olan Rıza Nur’un adını taşıyan kütüphane için, İç Liman tarafındaki Aşıklar Yolu’nu Karakum yönünde takip etmeniz yeterli. Kurtuluş Savaşı’nda doktor olarak görev yapan, ilk meclisin de kurucu mebuslarından biri ve ilk eğitim bakanı olan Nur’un çalışma odası görülmeye değer. Yarımadanın Karadeniz’e bakan Kuzey Kale Surları’nı gördüyseniz, Sinop’la vedalaşmak için mendirek çevresindeki sahil kahveleri sizi bekliyor olacak.
Püfür püfür Karadeniz rüzgârları yüzünüzü okşarken, Sinop’un ‘adalı ruhu’ dediğimiz huzur dolu kollarının sizi de sarmaladığını hissedeceksiniz.
‘İnceburun, İskoçya Kirsali Gibi’
“Dizi çekimleri için yaklaşık 6 aydır Sinop’tayım. Sinop, bir şeylerden uzaklaşmak, sadece kendini dinlemek isteyenler için özel bir sığınak gibi. Havası, doğası ve insanıyla Türkiye’deki en güzel, en sürprizli yerlerden biri. Uçsuz bucaksız sahilleri ve sakinliğiyle Sinop, gelecekte yaşamayı hayal ettiğim yere benziyor. Hiç bir yerde rastlamadığım rüzgâr etkileri var burada. Üç tarafı deniz olduğu için bir ada duygusu veriyor insana. Balığının bolluğu yanında, sahil lokantaları da çok keyifli Sinop’ta. En kuzeydeki İnceburun ise doğası ve melankolisiyle Iskoçya kırsalı gibi. Sinop’u neden bu kadar geç tanıdım diye hayıflanadığım zamanlar oldu. Hani çocuğumu özlemesem, İstanbul’a bile dönmez, burada daha uzun süreler kalmayı denerdim.”
0 notes
Photo

Uruguay’da Montevideo Turu
Kartpostallara yakışır güzellikte’ deyiminin hakkını Granada kadar veren başka bir yer daha yoktur.
Renkli koloni dönemi binaları, resmedilmeye değer kilise ve kaleleri, Arnavut kaldırımı taşlı sokakları ve baş döndürücü takımada ortamıyla burası o kadar büyüleyici bir yer ki, buradayken kameranın pili daha önce hiç şahit olmadığın bir hızla tükenecek.
Bu aman vermezcesine güneşli bölgenin sunduğu tüm güzellikleri keşfetmek için de burası ideal bir merkez. Buradayken Mombacho Volkanı’nı ziyaret ederek bulut ormanını görebilir ve kanopi turlarına katılabilir, hemen yanı başındaki Nikaragua Gölü’nde kürek çekebilir veya yüzebilir ya da dilersen yerel bir köy çiftliğindeki çeşitli aktiviteler için rezervasyon yapabilirsin. Ayrıca, nefes kesici taş resimlerinin bulunduğu Parque Nacional Archipielago Zapatera da tarihe meraklı olanların mutlaka ziyaret etmesi gereken yerler arasında bulunuyor.
Mutlaka bir tekne gezisine katılarak adacıkları keşfet ve ardından şehre dönerek sayısız sokak satıcısından birinden öğle yemeğini ye. Denemeni tavsiye ettiklerimiz arasında lezzetli bir lahana salatası olan yerel tatları ‘vigoron’ geliyor.
Montevideo, bir Güney Amerika ülkesi olan Uruguay’ın başkenti, en önemli limanı ve en büyük kentidir. Aynı zamanda en gelişmiş ve modern yönetim otoritelerinin var olduğu yerdir. Ülkenin parlamentosu bu kentte bulunmaktadır.
Konumu, iklimi
Montevideo; ülkenin güneyinde, Uruguay ırmağı ile Prana ırmağının birleşerek denize döküldüğü geniş Rio de la Plata (“gümüş ırmak”) koyunun kuzeyinde yer alır. Aynı koyun güneyindeki Buenos Aires’ten yaklaşık olarak 193 kilometre uzaktadır.
Uruguay
Uruguay ya da yasal adıyla Uruguay Doğu Cumhuriyeti (İspanyolca: República Oriental del Uruguay) Güney Amerika anakarasının güneyinde bir ülkedir. Kuzeyinde Brezilya, batısında Uruguay ırmağı ile Arjantin, güneyinde bu ırmağın denize döküldüğü Rio de la Plata (“gümüş ırmak”) koyu, doğusunda ise Atlas Okyanusu ile çevrilidir.
Ülkedeki insanların yaklaşık yarısı, başkenti ve en büyük kenti olan Montevideo’da yaşar.
Yüzölçümü olarak, Güney Amerika anakarasının (Surinam’dan sonra) en küçük ikinci ülkesidir. Uruguay, Güney Amerika’da ekonomik ve siyasal olarak en dengeli ülkelerden biridir.
“Uruguay” adı, yerlilerin dili olan Guarani’de “Boyalı Kuşlar Irmağı” anlamına gelir.
Bölgeye Avrupalıların ilk yerleşimi 16. yüzyılın başlarında olmuştur.
Uruguay günümüzde uygulanmakta olan günlük 8 saatlik çalışma süresini Dünya’da uygulamaya koyan ilk devlettir.
Aynı zamanda, Dünya üzerinde esrarı yasal hale getiren ilk ülkedir.
İklimi ılıman, ortalama sıcaklığı yaklaşık 15 santigrat derecedir.
#gezi fikirleri#gezi ip uçları#gezi turları#Montevideo#Montevideo turu#Uruguay#Uruguay gezi fikirleri#Uruguay gezileri#Uruguay turu
0 notes
Photo

Niko Guido’nun Gözünden Taylan Turu
Chiang Khong, Tayland-Laos sınırında Mekong Nehri kenarında bulunan bir sınır kasabası. Tayland’ın kuzeyinden Laos’a geçmek isteyenlerin kullandığı bu kasabadan Laos’a geçeceğiz. Mekong Nehri’nin karşı kıyısında bulunan Laos’a bağlı Houe Say kasabasında nehir teknesine binip Pakbeng’e doğru yola çıkacağız.
Pakbeng’de 1 gece konakladıktan sonra, yine Mekong Nehri’nde uzun bir yolculuk ile Laos’un eski başkenti, UNESCO Dünya Mirası Listesindeki Luang Prabang şehrine varacağız.
Bu nehir yolculuğunu ilk olarak Güney Amerika ve Güney Hindistan seyahatlerini beraber gerçekleştirdiğimiz sevgili arkadaşım İsmail Ragıp Geçmen’den duymuştum. O günden beri bu yolculuk hep kafamda vardı. Gerçekleştirmek bugüne nasipmiş. Bu sabah 5:30’da kalktık ve kahvaltıdan sonra Chiang kok’a doğru yola koyulduk. Sıkı rejimde olan Talat bu sabah isyan etti ve sabah sabah bir tabak yağlı makarnayı götürdü.
Chiang Rai’dan Laos sınırına yol 2 saat sürüyor. Biz yolda istediğimiz gibi fotoğraf molaları verebilmek için bir önceki gün de bizi gezdiren Dio ile anlaştık. Yolda insanların yiyecek sunumunda bulunduğu rahiplerle karşılaştık. Tabi ki hem olaya tanık olmak hem de fotoğraf çekebilmek için durduk. Sabahın erken saatinde insanlar yol üstünde sıralanıp diz çökerek ellerindeki yiyeceklerle Budist monkları bekliyor. Tapınaktan çıkan rahipler tek sıra halinde oturmuş bekleyen bu insanlardan, çoğunlukla haşlanmış pirinçten oluşan yiyecekleri alıyor, onları kutsadıktan sonra başka bir tapınağa gitmek üzere yola çıkıyorlar. Bu dini ritüel her sabah tekrarlanıyor.
Biz de film ve fotoğraf çekerken sabah erkenden kalkmış ve kızlarını okula gönderen bir aileyle tanıştık. Bahçede okula gitmeyi bekleyen üç kız çocuğu vardı. May, Mo ve Me. Dünya tatlısı bu küçük kızlarla tek kelime paylaşamasak bile fotoğrafın sihirli gücüyle iletişim kurduk. Fotoğraflarını çektik, gösterdik. Onlar güldüler, biz güldük.
Chiang Khong’a vardığımızda bizi uzun bir kuyruk bekliyordu. Ve bizim tekne biletimiz yoktu. Tekneyi kaçırma endişesiyle kuyruğa girdik. Tayland’dan çıkış damgasını bastırdıktan sonra küçük bir tekne ile meşhur Mekong Nehri’nin karşı tarafına geçiyorsunuz. Birçok ülke vatandaşı Laos vizesini sınırda alabiliyor, ama ne yazık ki bizlerin vizeyi önceden alması gerekiyor ve Laos vizesi almak her geçen yıl zorlaşıyor.
Laos’a giriş yaptıktan sonra Mekong Nehri’nde yapacağımız yolculuk için bilet satan bir kadından biletlerimizi aldıktan sonra, tuktukla bizi teknelerin kalkacağı yere götürdüler. Burada çok farklı tekneler vardı ve görünen oydu ki en kötüsü de bizimkiymiş gibi görünüyor, ancak halimizden şikayetçi değildik, binebildiğimiz için mutluyduk.
Mekong Nehrinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya her şeyi taşıyan bu tekneler 20-25 metre boyunda, 3-4 metre genişliğindeler. Konforlu oldukları söylenemez ama bu mükemmel yolculukta bu çok da önemli değil açıkçası. Bizim teknede 70 kişi civarında vardı.
Hayat Kaynağı Mekong Nehri
4350 km uzunluğuyla Mekong Nehri, tam anlamıyla Güneydoğu Asya’nın hayat kaynağı. Doğu Himalaya dağlarından doğan nehir, Çin, Myanmar, Laos, Tayland, Kamboçya ve Vietnam’ı aşarak Güney Çin denizine dökülüyor.
Teknemiz ancak öğlen 12 gibi hareket etti. Yaklaşık bir buçuk saat teknenin kalkmasını beklememize rağmen bu bekleyiş bizde herhangi bir sıkıntı yaratmadı. Asya’da yolda olmak böyle bir şey. İnsanlar rahat ve burada zaman farklı işliyor sanki. Bizi oyalayacak internetimiz de yoktu, ancak insan manzaralarını izlemeyi, hiçbir şey yapmadan zaman geçirmeyi, kendimizle baş başa kalmayı o kadar çok özlemişiz ki!
Mekong Nehri’nde yol alan teknemiz, güzergâh boyunca dolmuş gibi bazı köylerde durup yolcu indirip yeni yolcular alıyorlar. Nehir boyunca balıkçı tekneleriyle, oyun oynayan çocuklara, çamaşır yıkayan kadınlarla karşılaşıyorsunuz. Her yer yemyeşil uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı. Bu güzergâh için bir ipucu; teknenin sol tarafındaki oturun, zira sağ yandan vuran güneş yakıcı olabiliyor.
Keyifli 6 saatli bir yolculuğun ardından konaklayacağımız Pakbeng köyüne vardık. Burası küçük bir köy olduğu için yer bulma sıkıntısı yaşamamak için ben önden indim ve elinde hostel fotoğrafları ile beni karşılayan biriyle hemen anlaştım.
Pek de iyi olduğu söylenemeyecek hostele yerleştikten sonra, çıkıp Mekong Nehri’ne karşı yemeğimizi yedik ve erkenden uyuduk.
Pakbeng, mekong, mekong turu, mekong nehri, taylan turu, taylan gezisi, laos turu, laos gezisi,
0 notes
Photo

Tarih Kitaplarında Yer Etmiş Ünlüler
Giovanni Giacomo Casanova Seingalt
İtalyan maceracısı. 1725’de Venedik’te (İtalya) doğdu, 1798’de Dux’da (Bohemya) öldü. Fransa’da ilk defa herkesin katılabileceği bir piyango tertipledi.
Kadınların gönlünü kolaylıkla çelebilen, güzel konuşmayı çok iyi beceren bu zarif görünüşlü İtalyan maceracısının ünü, Avrupa’da birçok esere konu olmuş Don Juan’ın ünü kadar yaygındır. Hatta adı şarkılara bile geçmiştir. Ama çevirdiği entrikalar ve yaptığı kabalıklar yüzünden çok kere hapse giren fakat her defasında kaçarak kurtulan Casanova hayatı boyunca tutuklanma korkusuyla ülke ülke dolaşmak zorunda kalmıştı. Bir süre Fransa’ya yerleşen maceraperest, 1758’de Paris’te, yetmiş dört yıl hiç aksamadan işleyen ve herkesin katılabileceği bir piyango düzenini kurmuştur. Cosanova, Fransa’da sürgünde bulunduğu sırada anılarını, Venedik zindanlarında geçirdiği sıkıntılı ve korkunç günleri anlatan. Fransızca olarak kaleme aldığı eserlerini yayımladı. Casanova, çağının en büyük büyücülerinden biri olarak da ün yapmıştı.
Genç Osman
Osman II, Genç Osman denir. Osmanlı padişahı. 1604’te İstanbul’da doğdu, 1622’de Yedikule’de (İstanbul) boğulmak suretiyle öldürüldü.
İleri görüşlü, sanatkâr ruhlu bir hükümdardı. Akıl hastası olan amcası I. Mustafa’nın yerine hükümdar olan II, Osman, tahta çıktığı sırada henüz 14 yaşındaydı. Bu nedenle kendisine «Genç Osman» lâkabı takılmıştır. Padişahlığının ilk günlerinde İran’a savaş açılmış, ama bu savaş iki tarafa da fayda sağlamayıp barışla sonuçlanmıştı Bundan sonra tarihimizde «Hotin seferi» diye bilinen Lehistan seferine çıktı. Genç ve tecrübesiz hükümdarın amacı, kendini göstermek ve bu arada Baltık Denizine ulaşmaktı. Ama bu savaş da Yeniçerilerin itaatsizliği yüzünden Osmanlılara pek bir şey kazandırmadı. Dönüşte Genç Osman Yeniçeri Ocağının iyice yozlaştığını fark etmiş ve Mısır’dan asker toplayıp bu teşkilâtı ortadan kaldırmak istemişti. Yeniçeriler II. Osman’ın bu niyetini öğrenince Topkapı sarayını basmışlar ve padişahı Yedikule zindanlarına götürüp orada boğmuşlardır.
George Bryan Brummel
Ünlü İngiliz moda meraklısı, 1778’de Londra’da doğdu, 1840’da Caen’da (Fransa) öldü. «Dandi’cilik» denilen ve giyim kuşamda aşın şıklığa kaçan bir modanın öncüsüdür.
1815 e doğru İngiliz delikanlıları, sıkı kuralları olan, aşırı bir şıklık merakına kendilerini kaptırdılar. Bunlara «dandy» -züppe- adı verildi. «Dandy» lerin en ünlüsü olan Brummel, bu modaya önayak olarak Dandi’ciliğin yüksek sosyetede yayılmasını sağ-ladı Dandi’ciliği benimseyen gençlerin aşırı özen ve zariflikleri, kıyafetlerinin en küçük ayrıntılarında bile göze çarpıyordu: Özel kol düğmeleri, şatafatlı ve ender bulunan kumaşlardan yapılan elbise astarları… Brummel «İyi giyinmiş olmanın şartı dikkati çekmemektir.» derdi. Dandiler giyinişlerine ne kadar önem veriyorlarsa tavırlarındaki inceliğe de o derece dikkat ediyorlardı Brummel’in bu modaya ayak uydurabilmek için yaptığı olağanüstü masraflar sonucunda malî durumu çok sarsıldı. Alacaklılarından kurtulmak için 1816’da Fransa’ya kaçan dandiler sultanı sefalet içinde öldü.
#brummel#Casanova Seingalt#Dandi#geıre bryan brummel#Genç Osman#Giovanni Giacomo#Giovanni Giacomo Casanova Seingalt
2 notes
·
View notes
Photo

İstanbul’un Bir Kanadı “Anadoluhisarı”
Tarihi İstanbul’un görülmesi gerekli olduğunu düşündüğüm ve engine bir tarihe sahip olan Anadolu hisarı hakkında derin bilgileri özetleyerek sizlere sunduğum bu yazımı umarım beğenirsiniz.
İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.
Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:
“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”
Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.
XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.
Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten olu��an bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.
Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.
Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.
Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.
İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.
Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.
Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.
1 note
·
View note
Text
Fransız Konsolosluğu ve Yakınındaki Tarihi Yapılar
Fransız Konsolosluğu aynı zamanda Fransız Kültür Merkezi’ni de bünyesinde barındırıyor. Birbiriyle bağlantılı üç bölümden oluşan binanın geniş bir iç avlusu bulunuyor. Konsolosluk, 18. yüzyılda Pera Fransız Hastanesi (Höpital des Français de Pera) olarak Marsüya Ticaret Odası tarafından yaptırıldı. Zaman içinde Pera Veba Hastanesi (Höpital des Français de la Peşte â Pera), Saint Louis Fransız Hastanesi (Höpital Français Saint Louis) ve Henry Giffard Hastanesi gibi çeşitli isimlerle anıldı.
Bugünkü bina ise 1865 tarihinden kalma. Birinci Dünya Savaşı sırasında iki yıl boyunca Amerikan Kızılhaç Hastanesi olarak da hizmet veren bina 1920 yılında elçiliğe dönüştürüldü. Cumhuriyetin kurulmasıyla elçilik Ankara’ya taşınınca bina da konsolosluk olarak hizmet vermeye başladı. Fransız Kültür Merkezi de binanın içinde bulunuyor.
Konsolosluğun hemen arkasında Surp Hovhannes Vosgeperan Ermeni Katolik Kilisesi bulunuyor. Mimarı az önce gördüğümüz başpiskoposluk kilisesinin miman olan Andon Tülbentçiyan.
Aya Triada Kilisesi
Meşelik Sokağa doğru girerek ilerleyelim. Sokağın adı eski sigorta haritalarında “Roum Mezarlik” diye geçer. Gerçekten de burada eskiden bir mezarlık vardı. Biraz ileride bu konuya döneceğiz. Köşe başında Beyoğlu’ndaki kaliteli mekanlardan Hacıbaba Lokantası’m görüyoruz.
Az ileride solda ise, özellikle Taksim Meydanı’ndan bakıldığında heybeti ortaya çıkan Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Kilise aynı yerdeki ahşap Aya Yorgi Kilisesi’nin arazisine 1880’de Ruslar tarafından yaptırılmıştı. Rumlar kiliseyi daha sonra kullanmaya başladılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nda sultanlar camilere benzememesi için kubbeli bina yapımını yasaklamışlardı. Bu yasak ancak 1880’lerden itibaren kaldırıldı. Aya Triada da kubbeli yapılmış ilk kiliselerdendir. Binanın mimarı Patroklos Kampanakis.
Kampanakis otuz yedi yıl kaldığı İstanbul’da birazdan göreceğimiz Belçika Konsolosluğu ile bir zamanlar Tepebaşı’nda olan Anfi Tiyatrosiı’nu da yapmıştı. Kilisenin inşasının on üç yıl sürdüğü göz önüne alınırsa kiliseyi ve tiyatronun inşasını beraber gerçekleştirmesi mümkün görünüyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsünü temsil eden Aya Triada Kilisesi’nin kubbesini bütünleyen iki büyük çan kulesi oldukça etküeyicidir. Kilisenin boşluk hissi veren ve aynı anda üç bin kişiye ibadet olanağı veren geniş iç mekanı vardır. İç cephedeki ikonaların bir kısmı Bizans dönemindendir. Aya Triada’ya yakın bir yerde Paul Sadi apartmanını görüyoruz. 20. yüzyıl başı Art Nouveau akımının güzel bir örneği olan bina ilginç bir ön cepheye sahip.
Ermeni Eseyan Ve Rum Zapyon Kız Liseleri
Sokağın devamında, sokağın iki yanına karşılıklı olarak inşa edilmiş iki okulu göreceğiz. Bunlardan ilki Ermeni Esayan Kız Lisesi. 1895’te Kayserili Mıgirdiç ve Hovhannes Esayan Kardeşler tarafından yaptırılan Ermeni Esayan Kız Lisesi 1930’lara kadar sadece ılkokul olarak hizmet veriyordu. Ancak bu tarihten sonra liseye dönüştürüldü. Esayan Kardeşler okulun içine bir de şapel yaptırmışlardı.
Dikdörtgen planlı Surp Harutyun Ermeni Şapeli’niri bir de küçük çan kulesi bulunuyor. Esayan Kız Lisesi’nin hemen karşısında Rum Zapyon (Zappion) Kız Lisesi bulunuyor. 1883 tarihli lise, Atina’nın Synthagma Meydam’na bitişik Zappion Parkı’nm da finansörü olan, Romen asıllı Yunan tüccar Konstantinos Zappas tarafından yaptırılmış ye Birinci Dünya Savaşı sırasında hastane olarak kullamlmıştı.
#Aya Triada#ermeni eseyan lisesi#Fransız konsolosluğu#İstanbul Fransız konsolosluğu#İstanbul gezisi#İstanbul rehberi#İstanbul tarihi yapıları#İstanbul turu#rum zapyon kız lisesi#taksim meydanı tarihi#tarihi yapılar
0 notes
Photo

İstanbul Cadde ve Sokak Turları
Sıraserviler Caddesi’ne çıktık. Servi ağacı Osmanlı dünyasında ölülerle özdeşleşmişti ve mezarlıkları kaplıyordu. Sıraserviler de adını önceden burada bulunan ve Cihangir’e, hatta Dolmabahçe’ye dek uzanan Müslüman mezarlıklarından alıyor. Tabii günümüzde bu mezarlıklardan eser yok. Sıraserviler Caddesi aşağıya, Cihangir semtine doğru devam ediyor. Ancak biz o tarafa değil de Taksim Meydanı’na yöneleceğiz. Ama yine de kısa bir yürüyüşle Sıraserviler’in aşağı kısmına bakabiliriz. Bu kısımda, genellikle Rum mimarların elinden çıkma Art Nouveau apartmanlar, Taksim İlkyardım ve Alman Hastaneleri, Merkez Rum İlkokulu ve St. Pulcherie Lisesi bulunuyor.
St. Pulcherie Lisesi (Lycee Sainte Pulcherie), dünya çapında bir dini birlik olan Aziz Paul’un Hayırsever Kızları’nm (Des Filles de la Charite de Saint Vincent de Paul) İstanbul’daki binalarından birisi. Dünyada olduğu gibi İstanbul’da da birçok binası bulunan birliğin Avusturya kolu Karaköy’deki Avusturya Lisesi (St. Georg’s Kolleg) ve Sen Jorj (St. George) Hastanesi’ni, İtalyan kolu ise Yunan Konsolosluğu yakınındaki İtalyan Kız Ortaokulu ve Cihangir’deki İtalyan Hastanesi’ni yönetiyor.
Fransızlar da İstanbul’un çeşitli yerlerinde binalara sahip. Bunlardan bazıları Kurtuluş’taki yetim yurdu, Şişli’deki Lape (La Paix – barış) Hastanesi ve Bebek’teki Kutsal Kalp (Sacre Coeur) Fransız Şapeli. 1865’te Şişli’de eğitime başlayan St. Pulcherie Lisesi, 1890’da Cizvit Koleji olarak bugünkü binasına taşındı.
Dini bir birliğe bağlı olmasına rağmen tamamen laik eğitim veriyor. Düz ancak anıtsal cephesini gösterişli bir saat süslüyor.Saatin altındaysa binanın yapıldığı tarih yazılı. Okulun içinde bir de küçük şapel bulunuyor. St. Pulcherie Lisesi’ne yakın bir yerde üzerinde bulunduğu sokağa da adını veren ve 18. yüzyıldan kalma Çukur Çeşme’yi görüyoruz.
St. Pulcherie’nin yakınlarındaki Atatürk Lisesi’nin yerinde 19. yüzyılda Fransız St. Jean Baptiste Okulu bulunuyordu. Okul daha sonraları St. Jeanne d’Arc olarak kullanıldı. 1970 yılında Fransızlar okul binasını satınca adı da Atatürk Lisesi oldu. Yakın bir bölgedeki Maç Sokak’ta da Merkez Rum İlkokulu (Kentrikon Parthenoghoyon) bulunuyor. 1875’te yapılan okul bir asırdan fazla eğitim verdikten sonra, geçtiğimiz yıllarda öğrenci azlığından dolayı kapandı ve çürüyüp gitmeye yüz tuttu.
Merkez Rum Lisesi’nin yanındaki sokaktan Sıraserviler Caddesi’ne çıkabiliriz. Bu sokak üzerinde, çoğu kötü durumda olan eski Rum ve Levanten evlerini görüyoruz. Sıraserviler Caddesi’ne çıktıktan sonra geriye, meydana doğru dönebiliriz. Kazancı Yokuşu’na doğru inen yokuşta birbirine benzer iki bina bulunuyordu.
Bunlardan ilki, II. Abdülhamid’in yardımcılarından, Lübnan asıllı Selim Paşa’ya aitti. Selim Paşa Tarım, Orman ve Madencilik Bakanlığı yapmış, ancak bakanlığından çok ihalelerde aldığı avantalarla adından söz ettirmişti. Cumhuriyet döneminde bina önce halkevi, ardından sular idaresinin ofisi olarak kullanıldı. Diğer binaysa Selim Paşa’nın kardeşi Necip Paşa’ya aitti. Çalışma Bakanlığı Müsteşarı olan Necip Paşa da avantacılık konusunda ağabeyini aratmıyordu. Necip Paşa’nın eviyse cumhuriyet yıllarında Nemlizade Ailesi tarafından kullanıldı. Bu iki binayı bugün artık göremiyoruz. Bu binaların yerinde Dilson ve Keban isimli iki otel yükseliyor.
Cadde üzerinde yine Kampanaki’nin eseri olan Belçika Konsolosluğu (Belçika Sarayı – Palais de Belgique) 1930’lara kadar elçilik olarak hizmet vermişti. Neo-klasik tarzdaki bu yeni binadan önce Belçikalıların ilk elçiliği Postacılar Sokaktaydı. Romanya Konsolosluğu olarak kullanılan bina ise Muzurus Paşa’nm konağıydı. Rum asıllı Muzurus Paşa, dragomanlıkla başladığı hariciye kariyerini Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra sefiri olarak noktalamıştı. Paşa, 1880 yılında iki katlı olarak yatırdığı binaya sonradan bir kat daha ekletmişti.
Konsoloslukların yanında bir zamanların Majik (Cine Magic) ve Venüs sinemaları olan, bugün ise Devlet Tiyatrolan’mn Beyoğlu sahnesi olarak kullanılan binayı görüyoruz. Majik Sineması 1914’te (kimi kaynaklara göreyse 1920’de) İstanbul’ dia sinema salonu olarak yapılan ilk binaydı. Daha önceki sinemalar mevcut binaların işlev değiştirmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen yanında da tarihe direnen Maksim Gazinosu yer alıyor. Ancak bazı binalar Maksim Gazinosu kadar şanslı olamadı. Meydana doğru sırasıyla Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nuri Beyün konağı, Doktor Numan Bey ve hariciye mensubu Gabriel Noradunkyan Efendi’nin evleriyle ünlü Kalmis Apartmanı vardı. Bunlar da zaman içinde yıkılarak yerlerine birtakım beton binalar dikildi. Bugün restoran olarak kullanılan bina da Rum Apostolidi’nin eviydi.
Karşı köşede dizi dizi büfelerin ve dönercilerin yerinde de bir zamanlar Eptalofos bulunuyordu. Burası, camekanlı bir çatı altında türlü bitkilerle süslü, devamlı Rum ve yabancı müzisyenlerin çaldığı bir kafe-şantandı. Müdavimleri arasında Asaf Halet Çelebi, İlhan Berk, Abidin Dino vardı. Ama belki de asıl Sait Faik’in mekanıydı.
#Atatürk lisesi#Belçika konsolosluğu#eptalofos#İstanbul caddeleri#İstanbul gezisi#İstanbul seyahati#İstanbul sokakları#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi turu#İstanbul turu#istanbulu geziyorum gözlerim açık#rum apostolidi
0 notes
Text
Tarihi Osmaniye’den Günümüze Gelen Tarihe Işık Tutan Bir Gezi
İstiklal caddesinde yol alırken Tünel üzerinde, Tütüncü Çıkmazı’nın yanında Hotel Metropolden kalma işlemeli bir kapı bulunuyor. Bir zamanlar bu kapının ardında, 1895’te İstanbul’da ilk sinema gösteriminin yapıldığı Sponek (Sponeck) isimli birahane vardı. Kapının hemen yanında 1893 yılında yapılan ve 1993’te ciddi bir restorasyon geçiren Aznavur Pasajı’m görüyoruz. Mısır Apartmanı’nın mimarı Hovsep Aznavuryan tarafından yapılan pasajın Meşrutiyet Caddesi’ne çıkan bir kapısı daha vardı, ancak bu kapı restorasyon sırasında, muhtemelen yer kazanma düşüncesiyle kapatıldı. 1870’lerde Aznavur Pasajı’nda saatçi Mihal Zapontis’in, kunduracı Konstantin Vitalis’in, müzik aletleri satan Konstantin Nomismatidis’in dükkanları, Emanuel Kuzuris’in kafesi ve Andrea’nın Cafe Commerce’i vardı. İçinde bir de bilardo salonu olan Cafe Commerce, Servet-i Fünunculann rağbet ettiği bir mekandı. Aznavur Pasajı’nın içi, 1980’lerin sonunda yıkılarak yeniden inşa edildi.
Aznavur Pasajı’ndan hemen iki adım ilerideki dar aralıktan, yeni adı Danışman Geçidi olan Hazzopulo (Hacopoulo) Pasajı’na girelim. 1871’de açılan pasaj, adını ilk sahibi ünlü Rum tüccar Hazzopulo’dan alıyor. Pasaj, yapıldığı günden beri iplikçi, ibrişimci, düğmeci, şapkacı ve terzileri bir arada bulunduruyor. Yapıldığı yıllarda, üst katlan konut olarak kullanılan pasajda Ahmed Mithad Efendi matbaası vardı. Namık Kemal’in İbret gazetesi de bu matbaada basılırdı. Dolayısıyla Hacopoulo Pasajı, bir dönem Jön Türklerin buluşma yeri olmuştu.
1870-1880’li yıllarda; Kuaför Valentin Kardeşler, halıcı Filipoviç, Carmelo Patitucci ve Matzurdelli Kuaför Salonları, Braun Kardeşler, Matmazel Akitodores ve Singrus’lar, görkemli lokanta ve meyhanesiyle Kamelos, Paris somya ve karyolalarının satışmı yapan Neyrat, Pera’nın güzel hanımlarına hizmet veren Matmazel Adel, Heral Usta’nm Büyük Lüks Kundura Mağazası, kadm iç çamaşırları satan Madam Eitenne Touzet, erkek terzilerinden Foskolo, Armao, Barbagalo ve Marengo da uzun bir süre bu pasajm saygm şahsiyetleri arasında yerlerini almışlardı.
Pasajda bulunan Dikran Çuhacıyan’ın opera tiyatrosu ve Adam Musiki Mağazası geçen yüzyıl sonunda Pera’nın önemli kültür merkezleriydi. Ünlü fotoğrafçı Ara Güler’in babası Dacat Güler’in eczanesi de bu pasajda 38 numaradaydı. Şapkacı Madam Katya hâlâ burada…
İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesiyle Bizans tarihe gömülmüştü. Ancak Bizans’ın kültürel etkisi devam etti. İstanbul, Osmanlı başkenti olduğunda kentte önemli bir Rum nüfusu bulunmaktaydı. Rumlar nüfusça en kalabalık gayrimüslim topluluktu. Patrikhane çatısı altında örgütlenen İstanbul’daki Rum cemaati Bizans mimarisi ve sanatını kiliselerinde devam ettirdiler. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun belirlediği kurallar çerçevesinde inşa ettikleri kiliselerde “hem Bizans hem Osmanlı, ne Bizans ne Osmanlı” diye adlandırılabilecek bir biçim ortaya çıktı.
Günümüzde İstanbul’da doksan bir Rum Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Bunlardan seksen dördü Fener’deki Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, üçü Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne, biri Sîna Başpiskoposluğu’na, üçü de Türk Ortodoks Başpiskoposluğu’na bağlı. Bugün bu doksan bir kilise adeta zamana karşı direniyor. Çünkü bir zamanlar İstanbul mozaiğinin bir parçası olan ve sayhan yüz binlerle ifade edilen İstanbul Rumlanndan sadece 1500-2000 kişi kaldı. Beyoğlu’nda göreceğimiz iki Rum Ortodoks kilisesinden ilki Aya Panayia İsodion.
Hacopoulo Pasajı’ndan demir kapıyı geçerek kilisenin bulunduğu alana çıkabiliriz. Meryem, Doğu kiliselerinde “Panayia” olarak adlandırılıyor. “Panayia isodion” ise Meryem’in kutsal tapmağa sunuluşunu ifade ediyor. Aya Panayia Rum cemaatinin önemli ve de ilginç kiliselerinden birisi. Rum kiliselerinde pek rastlanmayan çan kulesi Aya Panayia’da görünüyor.
Sadece pazar sabahları ve özel günlerde ibadete açılan kilisenin bahçesinde bir de küçük ayazma bulunuyor. Dışandan çok gösterişli olmadığı sanılabilir, ancak kilisenin içi dini öğeleri konu alan etkileyici resimlerle kaplı. Kilisenin arkasından Meşrutiyet Caddesi’ne bir geçiş var. Biz o tarafa gitmiyor, kilisenin ön tarafındaki merdivenlerden aşağıya inip sağa dönüyoruz ve İstanbul’un yemek kültüründe önemli bir yeri olan Rejans Lokantası’nın önüne geliyoruz.
#İstanbul gezisi#İstanbul meşrutiyet caddesi#İstanbul özel gezisi#İstanbul rehberi#İstanbul rum patrikhaneleri#İstanbul tarihi turu#istiklal tarihi turu#kudüs rum Ortodoks patrikhanesi#Melrutiyet caddesi#rum patrikhanaleri
0 notes
Text
Elmanra Pasajı Kallavi Sokak Odakule
Rejans’tan çıktıktan sonra bir zamanların gayrimüslim zenginlerinden Olivolar’m apartmanı ile eski Konstantinopolis (Constanti-nople) Oteli’nin arasmdaki Olivo Pasajı’ndan geçerek yeniden İstiklal Caddesi’ne çıkıyoruz. Tünel’e doğru ilerlemeyi sürdürüyoruz. Sağ tarafta, 1960Tarm ortalarına kadar yaşayan Şark Pazarı (Bazar du Le-vant) vardı. Zahariadis’in sahibi olduğu ve Beyoğlu’nun Mahmutpa-şası diyebileceğimiz bu mağazada çok farklı ürünler ucuz fiyata satılıyordu. Şimdi yerinde TurkceU’in binası yükseliyor. Hemen yanında, yakın zamanda geçirdiği yangmın ardından restore edilen Elhamra Hanı’nı görüyoruz.
Elhamra Hanı’nm (ya da pasajı) ne zaman yapıldığı konusunda farklı görüşler bulunuyor. Gerçekten Elhamra’nın yerinde başka bir bina var mıydı? Kimilerine göre Elhamra, Frej Apartmanının mimarı Kyriakidis’in elinden çıkma, kimilerine göreyse Vedat Tek’in.. .-Yaygın görüş, Elhamra Hanı’nm 1920’lerde Ekrem Hakkı Ayverdi’nin çabalarıyla onarıldığı şeklinde. Adı Elhamra olsa da binada Mağrip motifleri görülmüyor. Ama yine de Elhamra Hanı, Grande Rue de Pera döneminin oryantalistik özellikler taşıyan tek binası… İşgal günlerinde onarılan bu oryantalistik bina, Mongeri’nin elinden çıkma görkemli İtalyan kilisesi San Antuan’ın tam karşısma, işgal altındaki payitaht İstanbul’un adeta Batı’ya karşı mimarlık diliyle yaptığı bir protesto gibi…
150 yıl önce, Elhamra Pasaj ı’nın yerinde Kristal Palas (Palais de Crystal) isimli bir tiyatroçalgılı gazino olduğu biliniyor. Ama pasaj, adım meşhur sinemasıyla duyurmuştu. Atatürk’ün de en sevdiği sinema olan Elhamra Sineması 1960’larda bir süre İstanbul Opereti olarak kullanılmıştı. 1980’li yıllardan yangın geçirdiği günlere dek de seks filmleri gösteriliyordu. Geçtiğimiz yıllarda restore edüerek eski günlerine kavuştu.
Kallavi Sokağı’nın girişine geldik. Sokak, daha önceki bölümde apartmanlarından birini gördüğümüz bir dönemin ünlü Levanten ailesi Glavanüer’in Türkçeleştirilmiş biçimi. “Bir zamanlar Tepeba-şı Glavanüerindi” ifadesi bu ailenin zenginliğini anlatır. Glavaniler, Cenova’dan gelip önce Sakız Adası’na, daha sonra ise Pera’ya yerleşmişlerdi. Zaman içinde çok zengin olan ve 12. yüzyılda başladıkları tüccarlık ve bankerliği hiçbir zaman bırakmayan bu aile geçtiğimiz yüzyılda yavaş yavaş ortadan kayboldu.
Kallavi Sokağı’nın caddeyle kesiştiği noktada 1870’lerde Sarrafi-dis Kardeşlerin büyük bir mağazası bulunuyordu. Mağazada her türlü ipekli ve yünlü kumaş, aksesuvar, şemsiye, eldiven ve danteller satılıyordu. Sarrafidis Kardeşlerin mağazaşı önce 1886’da Atlas Kardeşler adım aldı, 1920’ye doğru da Au Lyon’a dönüştü. 1930-1950 yıllarının en gözde mağazası olan Lyon’da hazır giyimin en seçkin örnekleri vardı. Mağaza, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül facialarının ardından birçok benzeri gibi tarihe karıştı. Daha sonraları açılan ve günümüze kadar gelen Lion mağazasının ise eskisiyle -isim benzerliği dışında- bir bağlantısı yok.
Kallavi Sokağı’ndan doğruca Tepebaşı tarafına çıkılıyor. Eskiden bu sokakta bulunan Hotel de la Grace’dan artık eser yok. Tepebaşı tarafına gitmeden caddeden yürümeye devam edelim. Saka Selim Çıkmazı bir zamanlar Leonardo Pasajı üe Tepebaşı’na bağlanıyordu. Mimar Mongeri’nin 1911’de yaptığı pasaj 1940 yılında Topaloğlu Pasajı admı aldı. Pasajm günümüzdeki adı Yakup Bey Apartmanı.Saka Selim Çıkmazi’nı geçerek Odakule’ye geliyoruz. Burasının artık geçmişteki görünümünden eser yok. Lüks bir kafenin bulunduğu yerde bir zamanlar Paçikakis’in (Patzikakis) ayakkabı dükkanı bulunuyordu. Paçikakis, Bally ayakkabüannm da temsücisiydi ve en son modeller onda bulunurdu.
Odakule’nin bulunduğu alan 19. yüzyıl başlarında Fransız İhtüa-li’nden kaçarak İstanbul’a yerleşen Alyonlanndı (Alleonlar). Bortoli Freres firması bu arsayı Alyonlar’dan satın alarak 1869 yılında iki kadı büyük bir bina yaptırdı. İçinde porselenden kitaba, konfeksiyondan parfümeriye her şeyin satıldığı mağazanın adı Au Bon Marche’ydi. Bugünün “hipermarketlerinin veya “shopping mairiannın Türkiye’deki ilk örneği sayılan Bon Marche mağazası, açıldığı günlerde halkın, özellikle de Levantenlerin yoğun ilgisiyle karşüandı. Bon Marche’nin benzerleri o dönemde Fransa’da vardı ve bu tür mağazalara da magazin deniliyordu. Mağazalar reyonlarında sergüedikleri ürünlerini yayınladıkları ve dağıttıkları bir dergiyle duyuruyorlardı. İşte Türkçe’de dergi, Fransızca’daysa mağaza anlamına gelen magazinin çıkış noktası aslında aynı. Bortolliler, Bon Marche’yi uzun yıllar işlettikten sonra 1926’da Karlman Aüesi’ne sattılar. Alman Yahudisi olan Kari Karlman, Galata’daki Millet Han’ın birinci kalında büyük bir konfeksiyon atölyesi kurarak zengin olmuştu. Karlman, Bon Marche’yi satın alınca adını da Maison Carlman olarak değiştirdi. Asmalımescit Sofyah Sokak’taki evini de mağazanın üst katma taşıdı.
Pasajın hemen yanındaki Perükar Çıkmazı’na (eski adı Latin Sokağı) girerek karşıda ancak dikkatli gözlerin seçebildiği Ermeni-Katolik Surp Yerrortutyun (Kutsal Üçlü) Kilisesi’ne doğru gidiyoruz. Perükar eskiden Ermeni berber dükkanına verilen addı. Sokak da muhtemelen adım önceleri burada iş tutmuş olan bir Ermeni berberden alıyor. Ermenilerin genelde Ortodoks oldukları biliniyor. Ancak Anadolu’daki ve İstanbul’daki Ermenilerin bir kısmı zaman içinde misyonerler, Levantenler ve diğer dış etkiler sonucunda Katolik olmayı kabul ettiler.
Ermeni Katolikler II. Mahmud’un 1830 tarihli fermanıyla da millet olarak tanındı. Dünyadaki Katolik Ermemlerin büyük bir kısmı İstanbul’da yaşıyor. Halen İstanbul’da altı bine yakın Katolik Ermeni bulunuyor. 1881 tarihli Surp Yerortutyun Katolik Ermenilerin İstanbul’daki on iki, Beyoğlu’ndaki ise üç kilisesinden biri. Surp Yerrortutyun, esasen Beyoğlu’nda çalışan ve yaşayan dragomanlar için 18. yüzyılda inşa edilmiş bir Latin kilisesiydi. Kilise 1857’de Ermeni başpiskopos Andon Hasun tarafından satın alınarak Ermeni Katolik Patrikliği mülkiyetine devredilmişti.
#Elmanra pasajı#ermeni Katolikler#İstanbul ermeniler#İstanbul Ermenileri#İstanbul Katolik#kallavi sokak#Katolik İstanbul#odakule
1 note
·
View note
Text
İstiklal Caddesi Üzerindeki Tarihi Yerlerin Keşfi
İstiklal Caddesi’nden yürümeye devam edelim. Rus Konsolosluğu’nun yanında geniş kapısı ve bu kapıdan aşağıya doğru inen merdivenleriyle Santa Maria Draperis Kilisesi’ne girebiliriz. Draperis bir Katolik Fransisken Kilisesi ve 1871’deki büyük yangından sonra inşa edilmiş. Draperis Kilisesi’nin tarihi aslında çok daha eski. İlk kilise 1584’te Tophane’de denize yakın bir bölgede yapılmıştı. Kilise zaman içinde Galata civarında çeşitli yerlere taşındı. Bugünkü yerine 1769’da gelen kilise, günümüzdekine binasına 1870 yangının ardından kavuştu. Girişte dönemin sultanı Abdülhamid’e ve şehremini (belediye başkanı) Rıdvan Paşa’ya yazılmış iki teşekkür plaketi dikkati çekiyor. Merdivenlerden inince kapının üzerinde kucağında çocuk İsa ile Meryem (Madonna) mozaiği parıldıyor. Yapının en değerli parçası olan mozaik kilisenin ilk günlerinden, yani 16. yüzyıldan kalma. Bir rivayete göre, yangında tüm küise yanmış ama mozaik yangını atlatmış. O yüzden de kilisenin en değerli parçası… Oldukça geniş bir iç mekana sahip olan kilisede bir dönemin ünlü Danimarka sefiri Beyoğlu doğumlu Baron Hübsch’ün de mezarı bulunuyor. Draperis Kilisesi’nin mimarı İtalyan Guglielmo Semprini. Semprini, 1870 yangınının ardından geldiği Beyoğlu’nda uzun ydlar kalmış ve Tepebaşı ile Tünel civarında çok sayıda bina yapmıştır. Bunların en bilinenleri Almanlar için yaptığı Alman Hastanesi ve Teutonia binalarıyla, Saint Georg Avusturya Lisesi, Santa Maria Draperis Kilisesi, Saint Antu-an Kilisesi, Tepebaşı’ndaki Londra Oteli’dir.
Postacılar Sokağı
Draperis Kilisesi’nden yürüyüşe devam edince Postacılar Sokağı’nı ve sokağın hemen ilerisinde Hollanda Elçiliği olarak inşa edilen, elçiliklerin Ankara’ya taşınmaya başlandığı 1920’li yıllardan itibarense Hollanda Konsolosluğu olarak kullanılan binayı görüyoruz. 17. yüzyıldan itibaren Doğu ticaretine açılan Hollandalılar İstanbul’da ilk diplomatik temsilciliklerini uzun yıllar önce açmışlardı. Büyük Beyoğlu yangınıyla ahşap binaları yanıp yok olan Hollandalılar, yeni bir bina için mimar arayışına girdiler.
O dönemlerde, az önce bahsettiğimiz Rus Elçilik binasının gösterişi göz kamaştırıcıydı. Hollandalılar kendi elçiliklerinin inşası için Fossattilere teklif götürdü. Teklifi kabul eden Fossattiler, 1855 yılında Hollanda Elçiliği için bir proje çizip Hollanda hükümetine sundular. Binayı yapmak ise İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini’ye nasip oldu. Barborini’nin binayı yaparken Fossattilerin çiziminden yararlanıp yararlanmadığını tam olarak bilmiyoruz. Ancak, Hollandalıların elçilik binasının az gerideki Rus Elçiliği ile benzerlik göstermesi böyle bir olasılığı mümkün kılıyor. Beyoğlu’nun değişim sürecinde önemli bir isim olan Barborirri’den ilerleyen sayfalarda tekrar bahsedeceğiz. Geçtiğimiz yıllarda ciddi bir restorasyon geçiren elçilik binasının koridorlarım 19. yüzyıldan kalma tablolar süslüyor. Giriş kapısındaki Orange Ailesi’nin armasını koruyan iki aslan ve Fransızca “Je Maintiendrai” (Var Olacağım) mesajı dikkat çekici. Hollanda Elçiliği ile ilgili bu bilgilerden sonra şimdi, Bir kaç adım verive dönerek Postacılar Sokağı’na sapalım.
Dar ve dik yokuştan aşağıya doğru inerken sol tarafta Dutch Cha-pel bulunuyor. Günümüzdeki yenilenmiş görüntüsüne aldanmamak lazım, çünkü Dutch Chapel, İstanbul’daki en eski Protestan kilisesi. 1711’de inşa edilen kilise 1857’den bu yana Union Church tarafından kullanılıyor. Dutch Chapel’in hemen aşağısında dar bir koridorun sonunda İstanbul’un en eski Katolik kiliselerinden olan 1581 tarihli Saint Louis Şapeli var.
Greminy Şövalyeleri Galata’yı terk edip, o zamanlar bağ bahçe olan bu bölgeye geldiklerinde bir de kilise yapmışlardı. Bugünkü bina 1831 yangınından sonra yapıldı. Diğer girişi Fransız Sarayı’nın olduğu tarafta olmakla beraber şapel günümüzde ibadete açık değil. St. Louis’nin hemen bitişiğinde bir dönemin ünlü Levanten ailesi Glavaniler’in apartmanım görüyoruz. Postacılar Sokağının bitip dar bir yokuşla Tomtom Kaptan Sokağı’na girilen yerde tabelası halen duran, ancak artık kullanılmayan İspanyol Elçilik binasını görüyoruz. Binanın içinde Sancta Terra (Kutsal Topraklar) Şapeli bulunuyor. Şapelin tarihi oldukça eski. 1670’te yapılmış, ancak 1871’deki yangında yanınca yerine bugünkü bina yapılmış. Günümüzde sadece özel günlerde İspanyol Fransiskenlerin ibadetine açılıyor.
#Fransiskenler#Greminy Şövalyeleri#istiklal caddesi gezisi#istiklal tarihi#istitklal caddesi tarihi#kutsal topraklar#postacılar sokağı#Sancta Terra#Taksim turu
3 notes
·
View notes
Photo

Avrat Pazarı, Esir Ticareti ve Arkadios Sütunu
Avrat Pazarı “Cerrahpaşa”
Yedinci tepeyi süsleyen Cerrahpaşa, Bizans döneminin önemli dini merkezlerinden biriymiş. OsmanlIlar da aynı önemi verip muhteşem yapılarla süslemişler semti, kısaca elinizi sallasanız tarihe çarpıyor. Buna rağmen neden bu kadar az ziyaret edilir anlamak mümkün değil yan yana ditilmiş evleri, daracık sokaktan 1le tipik bir eski İstanbul resmi veren semt bir dönem esir pazarının da kurulduğu yermiş. Burası “yolu düşünce gezilecek” bir yer değil, aralarında Haseki ve Hekimoğlu Ali Paşa camileri, Bulgur Palas ve Arkadios Sütunu’nun da olduğu başyapıtlar dizisini keşfetmek için “yolun özellikle düşürüleceği” bir yer.
Bir suriçi semti olmasına ve Üsküdar (sy. 498) gibi muhteşem cami külliyeleri ile donatılmasına rağmen Cerrahpaşa turistlerin klasik rotası arasında yer almaz. Aslında Aksaray’a (sy. 086) yakınlığından ötürü ulaşımı da çok kolaydır. Cerrahpaşa adım, geleceğin padişahı III. Mehmed’in sünnetini yapan ve bu nedenle “cerrah” unvanı ile ödüllendirilen saray doktoru Cerrah Mehmed Paşa’dan almış.
Günümüzde pek bir iz kalmamış olsa da Arkadios Sütunu’nun civan bir zamanlar cariyelerin satıldığı Avrat Pazan’ymış. Aksaray’da tramvaydan inin, Cerrahpaşa Caddesi boyunca Marmara Denizi’ne doğru yürüyün ve Namık Kemal Caddesi köşesinde bugün bir çay evi olan XVIII. yüzyıl eseri Ebu Bekir Paşa Okulu’nun binasını bulun.
Avrat Pazarı’na hoş geldiniz! İstanbul’u koruması için yedi tepesine dikilen 24 adet tılsımdan biri olduğuna inanılan Arkadios Sütunu burada olduğu için meydana Forum Arkadios adı verilmiş. Burası Bizans döneminde köle ticareti yapanların merkezi olarak kabul edilirmiş. Osmanlılar zamanında da aynı işlevi “Avrat Pazarı” adıyla XIX. yüzyıl ortalarına kadar sürdürmüş. Kimine göre de köle pazarı değilmiş, satıcıların kadın olduğu bir pazarmış.
Esir Ticareti
Kulağa çok kötü geliyor değil mî? Ancak pek çok insanın düşündüğünün aksine Osmanlı İmparatorluğumda nüfuzlu bir konuma yükselenlerin çoğu, padişah anaları hatta sadrazamlar bile saray yaşamlarına esir olarak başlamış. Korsanlar tarafından ele geçirilen ya da imparatorluğun çeşitli bölgelerinden vergi misali toplanan, devşirme denilen bu insanların çoğu aslında Hıristiyanmış, sonradan Müslüman olmuşlar. Haremdeki cariyeler bir yana, güçlü Valide Sultan’ın bile başlangıçta bir köle olduğuna inanmak çok zor. Yolu esir pazarından geçen ünlüler arasında Hürrem, Kösem ve Sultan III. Selim’in annesi Mîhrişah Sultan da var; Pazar 1847’de kapanmış ama esir ticareti şehrin farklı köşelerinde 1922’ye kadar sürmüş.
Arkadios Sütunu
Eğer Cerrahpaşa Caddesinden devam edip Haseki Kadı Sokağindan sola dönerseniz Bizans’tan bu zamana gelen ender eserlerden birine rastlarsınız. Bugün yoğun bir yapılaşmanın etkisi altında olan Haseki Hürrem Camii’nin yanındaki bölge, bir zamanlar İmparator Arkadius’un Arkadios Forumu yani meydanıymış.
402 yılındaki zaferlerini ilan etmek için imparator Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütunu şehrin yedinci tepesine diktirmiş. İstanbul’u koruduğuna inanılan tılsımlardan biri olarak kabul edilen sütunun üzerinde şehrin ufuklarını gözleyen güzel bir peri heykeli varmış ilk zamanlar. Evliya Çelebi’ye göre peri heykelini kaldırtan Konstantin gözcülerin tehlike anında çaldığı çanlar yerleştirmiş sütunun tepesine. 421 yılında II. Theodosios bu sütunun üstüne babasının atlı bir heykelini koydurmuş, ancak bu heykel 704 depreminde düşüp parçalanmış. Civardaki binaların üstüne çökebileceği korkusuyla 715 yılında yıkılan sütundan bugün sadece iki bina arasına sıkışan ve büyük kısmı bir ağaç tarafından gizlenen kaidesi kalmış.
#arkadios İstanbul#arkadios sütunu#avrat pazarı#cerrah mehmed paşa#Cerrahpaşa#Cerrahpaşa avrat pazarı#esir ticareti#İstanbul esir ticareti#İstanbul tarihi#sir William alan#sütun arkadios
0 notes
Text
İstanbul Turunda “Silivrikapı ve Balıklı Rum Kilisesi”
Silivrikapı
Bir zamanlar yakınlardaki bir kaynak nedeniyle Mukaddes Kaynak Kapısı olarak da adlandırılmış, daha sonra Silivri’ye giden yola atfen şimdiki ismini almış. Bizans Hanedanı’nın bir kolu 1204’teki IV. Haçlı İstilası’ndan sonra Nicaea’e (İznik) yerleşmiş. 1261’de Latin’lerin istilasını sona erdirmek üzere bu kapıdan şehre girmişler.
Bu noktadan surların içine geçtiğinizde Silivrikapı Caddesi’nde Mimar Sinan tarafından 1551 yılında, Sadrazam İbrahim Paşa için yapılmış kare planlı, tek kubbeli Hadım İbrahim Paşa Camii’ni görebilirsiniz. Dönemin özelliklerini taşıyan çini panolar ve fildişi kakmaları ile dikkat çeken cami bir külliyenin günümüze gelebilen üyesi. Sadrazam, külliyenin bir diğer parçası olan ve avluda yer alan üstü açık mermer türbede yatıyor.
Diğer köşede, Tekke Maslağı Sokak’taki Bala Külliyesi, İstanbul’un Kuşatması sırasında görev yapan Topçubaşı Bala Süleyman Ağa tarafından yaptırılmış. 1863’te II. Mahmud’un saraylılarından Sazkar Kalfa burada bir Nakşibendi Tekkesi inşa ettirmiş. Piristü Valide Sultan da buna bir okulla çeşme ekletmiş. Çeşme gerçekten çok güzel ve arkasındaki evde insanlar yaşıyor. Abdülmecid’in eşi ve II. Abdülhamid’in manevi annesi olan Piristü Valide Sultan’ın adı Farsça’da “kırlangıç” demek. II. Abçlülhamid’ten sonraki padişahlar tahta geçtiklerinde anneleri ölmüş olduğu için Piristü Kadın Efendi Osmanlı tarihine son Valide Sultan olarak geçmiş. 1894 depremi bu külliyede hasara yol açınca tamirini Adile Sultan üstlenmiş.
Balıklı Rum Kilisesi
Kilise ana yolun karşısındaki büyük mezarlığın arkasındaki bir ayazmanın yanına inşa edilmiş. Böbrek probleminden şikâyetçi olan İmparator Jüstinyen’in burada sıj içtikten sonra iyileştiği ve buraya Ayasofya’nın inşaatından getirttiği taşlarla bir kilise yaptırdığı yazıyor kaynaklarda. Kiliseyle ilgili bir başka efsane daha var: İstanbul 1453 yılında kuşatıldığında, bir rahip havuzun yanında balık kızartıyor, bir yandan da “Türkler ancak bu balıklar canlandığı zaman şehri alırlar” diye homurdanıyormuş. Tam bu anda canlanıp tavadan havuza geri atlayan balıkları görünce keşiş ne hale gelmiş bilinmez ama şehir kısa bir süre sonra Osmanlıların eline geçmiş. Bugün, hikâyede sözü geçen havuz çok hoş bir şapelin altında yer alıyor, balıklarsa mutlu mutlu yüzüyorlar içinde…
Bugün gördüğünüz kilise aslında yeni, tarihi sadece 1833’e dayanıyor. Sultan II. Mahmud’un fermanıyla yenilenmiş. Balıkların avlusu bir zamanlar buradaki mezarlıktan kalan eski m eza flaşlarıyla döşeli. Bazıları Karamanlı dilinde (Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe) yazılara rastlayacağınız mezar taşları, ait olduğu kişinin mesleğini ifade eden amblemler de taşıyor. 1955 olayları sırasında hem kilise hem de avludaki patriklere ait mezarlardan bazıları büyük hasar 1 görmüş. Biz bu kilisede kendimizi İstanbul’da J değil de başka bir yerdeymişiz gibi hissettim, Balıkların hemen arkasında Hrant Dink’in anıt mezarının olduğu Ermeni Mezarlığı var.
#ayazma#balıklı rum kilisesi#ermeni mezarlığı#hadım İbrahim paşa camii#hrant dink mezarı#İstanbul balıklı kilise#İstanbul rum kilisesi#İstanbul silivrikapı#İstanbul turu#silivrikapı
3 notes
·
View notes
Text
Beyazıt Çevresindeki Tarihi Yerler
Şehri Resimlemek
Kaliforniyalı sanatçı Trici Venola İstanbul’a 2004’te gelmiş. O günden beri şehirdeki tarihi eserlerin, siyah-beyaz resimlerini çiziyor. Sergiler açıyor, eserleri kitapları süslüyor. Biz onunla karşılaştığımızda Büyük Valide Han’ı resimliyordu.
Beyazıt Meydanı ve Çevresi
Bizans döneminde kentin en büyük meydanı, Osmanlı döneminde ise bir saray meydanı olan bugünkü Beyazıt Meydanı İstanbul’un kent imgesini oluşturan temel öğelerden biridir. Çevresinde Bayezid Camii gibi önemli eserler var. Tarihi Yarımada’nın merkezinde bulunan bölge aynı zamanda şehrin ana ulaşım akslarının odağında yer alıyor.
Beyazıt Camii, Kapalıçarşı’ya gidenlerin önünden aceleyle l geçerken pek dikkat etmediği şehirdeki en güzel klasik camilerden biri. XVI. yüzyılın başında yapılan eser, zarif avlusuyla bu kalabalık meydanda bir vaha gibi çıkıyor karşınıza. Hemen yakınındaki İstanbul Üniversitesi’nin etkileyici kapısı ve Serasker Kulesi buradaki tarihi yapılardan sadece birkaçıdır.
Burası IV. yüzyılda Kontantinopolis’teki en geniş meydâ adını burada bulunan boğa heykelinden alan Forum Tauri imiş. Bugünkü Beyazıt Meydanı ile hemen hemen aynı alanı kaplayan meydan, 393 senesinde, İmparator Theodosios tarafından yeniden yapılandırılmış ve onun onuruna Forum Theodosios adı verilmiş. Büyük kemerli binaların çevrelediği meydanda göze çarpan yapıtların başında Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütun, Theodosios ve oğulları Honorios ile Arcadios’un heykellerinin süslediği zafer takı gelirmiş. Bu anıtlardan geriye kalanlar bugün anayolun üstünde duruyor.
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Caminin hemen karşısında, 18 32 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından kütüphaneye dönüştürülünceye kadar imaret olarak kullanılan binayı göreceksiniz. 2009 yılında tamamiyle restore edilen bina, 1884 yılından beri Beyazıt Devlet Kütüphanesi olarak hizmet veriyor.
İstanbul Üniversitesi
Şehirdeki en büyük üniversite olan İstanbul Üniversitesi aynı zamanda en eski olanı. İlk önce Fatih Suttan Mehmed döneminde Fatih Camiindeki sekiz medresede kurulmuş. Beyazıt, Selimiye ve Süleyman iye camilerine bitişik olan medreseler ayrıca üniversitenin farklı fakültelerinin de öncülleri olmuş. İstanbul Darülfünun adıyla kurulan ilk “üniversite”, 1923’te Cumhuriyet ilan edilince Beyazıt Meydanı’nın arkasındaki Seraskerat (Savaş Bakanlığı) binasına taşınmış. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi adını almış. Üniversitenin bugün kullandığı binalar 1866 yılında Fransız mimar Auguste Bourgeois (1821-1884) tarafından tasarlanmış. Muhteşem bir kapının altından geçilerek kampüse giriliyor. Ünlü öğrencileri | ‘arasında yazar Ahmet Hamdi Tanpınarve Orhan Pamuk, şair Orhan Veli, müzisyen Mercan Dede, politikacı Yıldırım Akbulut ve David Ben Gurion var.
Kapıdan geçip içeri girin. Beyazıt Kulesi’ni ve Süleymaniye Camii’nin harika manzarasını görmek için arkaya doğru yürüyün. Burada ayrıca | 1960 darbesine neden olan olaylarda 20 yaşında ölen öğrenci Turan Emeksiz’in bir büstüyle karşılaşacaksınız. Üniversitenin önündeki meydan şimdi daha tanıdık geldiyse hatırlamanıza yardımcı olalım, Cuma Namazı sonrası sık sık gösterilere sahne olan yer burası.
İstanbul’da Taşınan Saraylar
Bizans İmparatorlukları saraylarını bugünkü Sultanahmet Meydanı’na yapmışlar. 1204’teki IV. Haçlı Seferi’nin şehir üzerindeki tahribatından sonra ise kara surlarının sonunda, Edirnekapı’daki Blachernae Sarayı’na taşınmayı tercih etmişler.
1453’tekî çarpışmalar sırasında Blachernae Sarayı da hasar görmüş ve Fatih Sultan Mehmedjeski Theodosios Forumu arkasında İstanbul’daki ilk evini, Eski Saray’ı (Saray-ı Atik) yaptırmış. Sultan buradaki ve Edirne’deki diğer Eski Saray arasında gidip gelirken Topkapı Sarayı’nın (Saray-ı Cedid) inşaatı da başlamış.
Topkapı Sarayı’na taşınan Fatih, burayı ölen sultanların eşleri ve cariyeleri için ikinci saray olarak bırakmış. Eski Saray şu anda İstanbul Üniversitesi bahçesinde ve Süleymaniye Camii’nin olduğu yerde bulunuyormuş. Geniş bir alanı kaplayan Saray’ın bir kısmı 1866 yılında Seraskerlik Dairesi (bugün üniversitenin merkez binası olarak kullanılıyor) yapılırken bir kısmı da Süleymaniye Camii’nin inşası sırasında yıkılmış.
#beyazıt devlet kütüphanesi#beyazıt kütüphanesi#beyazıt meydanıi beyazıt çevresi#beyazıt tarihi#beyazıt tarihi yerleri#İstanbul sarayları#İstanbul üniversitesi#İstanbul üniversitesi beyazıt#İstanbulda taşınan saraylar
1 note
·
View note
Text
İstanbul’un Su Yolu Bozdoğan (Valens) Kemeri ve Gazanfer Ağa Külliyesi
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’a su taşıyan kemerlerin çoğunun tarihi, Roma ve Bizans dönemine dayanmakla birlikte birçoğuna Mimar Sinan’ın da eli değmiştir. Günümüzde Atatürk Caddesi’nde yer alan Bozdoğan (Valens) Kemeri’nin yakınındaki Gazanfer Ağa Medresesi bir karikatür ve mizah müzesine ev sahipliği yapıyor. Bizans dönemi manastırlarından olan Zeyrek Camii ise şehirdeki önemli eserlerdendir.
Bozdoğan (Valens) Kemeri
Tezatlar şehri İstanbul, etrafı denizlerle çevrili ama hep su sıkıntısı çekmiş. İçme suyu sorunu, büyük mimari ve mühendislik harikalarınm da yaratılmasma sebep olmuş. İlk olarak Hadrian döneminde (117-138) su, kanallarla Trakya’dan getirtilerek ve dağıtılmış. Sadece 625 metresi günümüze ulaşan Bozdoğan Kemeri, Roma İmparatoru Valens (364-378) döneminde, 375 yılında yapılmış. İmparator Valens’e karşı 365 yılında meydana gelen ayaklanmada yıkılan Kalkedon (Kadıköy) surlarından alman taşlarla inşa edilen kemerin büyük bölümü çift katlı ve 18,50 metre yüksekliğinde.
Osmanlı’nın şehri fethinden sonra su sıkıntısının boyutlarım gören Fatih, bütün sistemi onartmış ve kullanmaya devam etmiş. Aslında kemer, suyu şehre getiren kompleks sistemin sadece bir kısmı. Su, önce yeraltından döşenen borularla Edirnekapı’ya getirilirmiş, daha sonra altıncı, beşinci ve dördüncü tepelere dağıtılırmış. Bozdoğan Kemeri’yle üçüncü ve dördüncü tepelerin arasındaki vadiyi geçmesi sağlanan suyun yolculuğu Beyazıt Meydanı yakınlarındaki “Nymphaeum Maximum” yani “Büyük Çeşme” denilen havuzda son bulurmuş. Osmanlıların bakımını ve onanınım yapıp kullandığı kemerler günümüze iyi bir durumda ulaşabilmiş.
Şehre Suyu Getirmek
Kazım Çeçen’in Roma Suyollarının En Uzunu kitabında da belirttiği gibi şehre su getirme projesi aslında çok karmaşık bir düzene sahip. 400 kilometrelik bir mesafeyi aşarak suyu şehre taşıyan sistemin en çarpıcı kollarından biri; yaklaşık 250 kilometre uzaktaki Kırklareli/Vize’den toplanan suların, tek bir yerden değil ağaç dallarına benzeyen bir yapılanmayla birçok yerden alınması. Dört açık hava ve 100’den fazla yeraltı sarnıcının sisteme bağlandığını söylersek “antik çağlardan beri bilinen en muhteşem hidrolik mühendisliklerinden biriyle” karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır.
Eskiden üç ayrı sistem varmış: Kırk-çeşme sistemi suyu Belgrad Ormanlarından Eğrikapı’ya, Taksim sistemi Belgrad Ormanlarımdan Taksim Meydanına ve Halkalı sistemi Trakya’dan Beyazıt Meydanı’na getirirmiş. Bozdoğan Kemeri bu son sistemin artık kullanılmayan bölümüdür. Günümüzde sistem Trakya’nın kuzeyinde hala İlgi bekliyor.
Karikatür ve Mizah Müzesi (Gazanfer Ağa Külliyesi)
Kemerin hemen arkasında muhteşem Gazanfer Ağa Medresesi bulunuyor. 1599 yılında, saraydaki harem ağaları arasında yer alan Gazanfer Ağa güç zenci harem ağalarının eline geçmeden önce; son beyaz harem ağasıymış. Külliye medrese, türbe, sebil ve gül bahçesinden oluşuyor. Bina 1871 yılında basılan ilk karikatür örneklerini de bulabileceğiniz Türk Karikatürleri Müzesi’ne (pazar ve pazartesi günleri kapalı) ev sahipliği yapıyor.
Türkçe bilmeyen turistlerin bile karikatüristlerin ilgi alanı ve tarzlarının yüzyıllar boyunca nasıl değiştiğini anlaması mümkün. Sergilenen eserlerin hepsi politik değil; müzede yer atan sarığı ve eşeğe ters binişiyle çizilen Nasreddin Hoca karikatürleri, toplumsal gelişim ve ® tepkilere ışık tutuyor. Müze; sürekli ve değişken sergilerin yapıldığı Sergi Salonu, Mizah Kitaplığı, Arşiv ve uzmanlar tarafından baskı tekniklerinin öğretildiği atölye bölümlerinden oluşuyor. Külliye 2009 ve 20ıo’da ciddi bir restorasyondan geçti.
#beyazıt meydanı#bozdoğan kemeri#çeşme sistemi#gazenfer ağa külliyesi#Karikatür ve mizah müzesi#Nasreddin Hoca#roma çeşme sistemi#türk karikatürleri müzesi#valens#valens kemeri
1 note
·
View note
Photo

Cerrahpaşa Çevresindeki Tarihi Önemli Yapılar
Esekapı İbrahim Paşa Medresesi
Davud Paşa Medresesinden güneye, Marmara Denizi’ne doğru yürüyüp Kocamus-tafapaşa Caddesi’nden sola dönün. Önce cami külliyesinin yanındaki XX. yüzyıl binasında yer alan Davutpaşa Lisesini ve ardından Cerrahpaşa Hastanesini geçtiğinizde solda Esekapı İbrahim Paşa Medresesi’ne varacaksınız. Bir Sinan eserinin bu kadar kötü bir restorasyon geçirmiş olması üzüntü verici. 1560 yıllarında Haremağası İbrahim Paşa tarafından camiye çevrilip medrese eklenen yapı aslında bir XIV. yüzyıl kilisesi. Binalar 1894 depreminde büyük hasar görmüş ve terkedilmiş. Yapı yöre halkı tarafından orijinal Konstantin şehir surlarında yer alan bir kapıya ithafen İsa Kapısı Mescidi olarak da adlandırılıyor.
Hekimoğlu Ali Paşa Camii
Kuzeye doğru Ese Kapısı Sokağı boyunca ilerlediğinizde Hekimoğlu Alî Paşa Camii’ne varırsınız. Muhteşem birçok caminin bir arada yer aldığı bölgede, bu yapı zarafeti ve dekoratif detayları ile hemen göze çarpar. 1734-1735 yıllarında Ömer Ağa tarafından saray cerrahının oğlu ve Sultan I. Mahmud’un sadrazamı Ali Paşa için yapılmış olan cami, gezi kitaplarıyla ünlü John Freely tarafından “ya muhteşem klasik yapıların son ya da yeni barok tarzının ilk örneği” olarak tanımlanmış. Her iki üslubun da kusursuz bir bileşimi olan caminin rokoko öğeler ve geleneksel oymalarla süslenmiş ana kapısı ise bu tezi doğrulayan en güzel kanıt üç avlu ve üç de cami kapısı olan yapı, yüksek bir platform üzerine oturtulmuş. Altı sütun tarafından taşınan azametli kubbesi, altı yarım kubbesi ve yüzden fazla penceresiyle son derece mağrur bir görüntü sergileyen caminin kütüphanesinde yer alan eserler Süleymaniye Kütüphanesine taşınmış.
Duvarlarını süsleyen çiniler Tekfur Sarayı’nda yapılmış. Kütüphane binası bizim gördüğümüz en sıra dışı yapılardan. Kemerli muazzam ana kapının üzerine oturtulmuş. Kitapların bulunduğu bölüm merdivenle çıkılan bir kafes gibi yapılmış. Şu anda değişik kurslar düzenleniyor. Caminin sebili artık kullanılmasa da olağanüstü bir metal işçiliğine sahiptir. Biz çam ve çınar ağaçlarıyla kapı son derece hoş avludan akarken daha çok şehrin lüks muhitlerinde görülen türden bir araba kapıya yanaştı.
Araçtan çıkan biri avluya bir kedi bıraktı ve koşar adımlarla uzaklaştı. Cami avlusuna çocuk bırakıldığını duymuş tuk ama… Kemerli kapıdan çıkın, tam karşıda cemaatini çoktan yitirmiş Altı Mermer Rum Kilisesi’ni göreceksiniz. Kapısında tabelası bile yok, sanki “artık buraya ait değilim” diyor. Kuzeydeki Sun Paşa Sokağı’na yönelirseniz bir XIX. yüzyıl Ermeni kilisesi olan Surp Agop göz kırpacak sol taraftan. 0 da göçe kurban vermiş cemaatini. Gidenler şehrin renklerini de götürmüşler beraberinde. Tek tipe doğru ilerlemiş şehrin yolculuğu.
Biz İstanbul’un çoğu kilisesinde olduğu gibi buradaki kiliselerin müdavimlerine ne olduğunu çok merak ettik. Bütün bu insanların doğdukları topraklardan göç etmeleri sadece bir iki nedenle sınırlandırılabilir mi? Nadiren açık olan Surp Agop’u geçince “Çukurbostan” denilen geniş bir alana geliyorsunuz. V. yüzyılda yapılmış Aziz Mocius Sarnıcı, şehirdeki dört açık Bizans sarnıcından biri ve adını burada bulunan kiliseden almış. 25.000 metrekarelik alan bugün mahallenin çocuklarına spor ve oyun imkânı veriyor.
Ramazan Efendi Camii
Kocamustafapaşa Caddesi’ne döner ve batıya doğru yürümeye devam ederseniz yol sizi Ramazan Efendi Camii’nin olduğu meydana getirir. 1586 yılında Hoca Hüsrev adındaki bir memur tarafından yaptırılan cami, tüm sadeliği ile tezat oluşturan son derece güzel İznik çinileri ile süslenmiş ama ne yazık ki tüm bu güzelliklere sadece pencereden bakabileceksiniz.
1782 yangınında yok olan büyük bir külliyenin bir parçası olan camiyi Mimar Sinan yapmış, inanması zor ama hem de 96 yaşında. Hüsrev Çelebi Camii ya da Bezirganbaşı Camii isimleriyle de bilinen eser, adını burada bulunan tekkenin şeyhinden almış. Ramazan Efendi (1542-1616) yapının yanında yer alan, 1868 yılında yapılmış ve harika kaligrafik panellerle süslenmiş bir türbede yatıyor.
Zincirli Selvi Ağacı
Kocamustafapaşa Camii’nde bulunan Çifte Sultanlar Türbesi’nde zincirli bir selvi ağacı göreceksiniz. Rivayete göre Hz. Hüseyin’in kızları vefat edip gömüldükten sonra Hz. Cabir bir ağaç dikmiş. Ağaç zamanla kuruyunca dallan kırılıp düşmesin diye zincirle sarılmış. Bir diğer inanışa göre borcunu ödemeyen biri bu ağacın altına oturduğunda zincir uzanır ve ona değermiş. Bu nedenle borçlusunu kadıya götürmek yerine buraya getirip zincirin kararını bekleyenler olmuş o zamanlarda. Bir başka söylenceye göre koptuğunda kıyametin de kopacağına inanılan zincir bugün İstanbul Belediye Müzesi’nde.
#Cerrahpaşa#Cerrahpaşa çevresi#Cerrahpaşa yapıları#esekapı#esekapı ibreahim paşa medresesi#Hekimoğlu ali paşa camii#kocamustafapaşa#Ramazan efendi camii#zincirli selvi ağacı
3 notes
·
View notes